Um/Uluyor/UM / ÖMER SERDAR (AYVAŞA)

Page 1

BORGES DEFTERÄ° 2020 1


defter’den Ömer Serdar’a (Ayvaşa dağlarına) Mektup Bir “Ayvaşa” geçti bu yerküreden, çiy damlası kadar temiz, gece gibi sessiz, şiir kadar güzel ama kısa süren Merhabasıyla. Borges Defteri’nin “Kurucu” kalemlerindendi, son nefesine kadar defteriyle ve defteri onunlaydı, her anımızda, her sözcüğümüzde izi var. Hiç ummadığımız bir anda usulca yaşam denilen kapıyı araladı ve çıktı, sonsuzluk mülkünün sakini oldu. Ama giderken, Gitmeye adım atarken geride nasıl bir “yad eller” bıraktığını belki hiç tahmin edememişti. Ömer’in “yaşamasaydım dediğim tek bir günümüm” dediğini hiç kimse anımsamıyor. Aramızdaki sohbetlerde “bir yanın hep çocuk yaşlanacaksın, ne müthiş bir şey bu Ömer” söylendiğinde, dudaklarına gülücükler konardı ve: “hep beraber” derdi. Şimdi, ansızın çektin gittin, dün gibi, yarın gibi, her an gibi.

2


Bir çarpı bir hep bir eder ama bu kez gerçekten yarım kaldık, hatta çok az kaldık, hiç kaldık… Sen gittin, Ziya gitti, Leon gitti, Süha gitti, Deniz gitti, Özge Gitti, Doğan gitti,… Bizler- bir avuç hiç- bir gülün güneşten sakındığı gibi yalnızlığa dokunuyoruz. “Geride bıraktığım bir sürü şeyi toparlamadan gitmek çok dokunuyor” dedin, merak etme, sözcüklere, mürekkebe dahil ne yazdıysan, ne bıraktıysan tümü (sonunda) toparlandı. Gök cebimizde kalan gülücüğün ve sarıldığın o umut, işte o umut, siler şiirin gözyaşlarını… Bu keder değil Ömer, bu bir derin özlemdir. Her geride kalan gidenini özler, o özlemde yaşatır, çoğaltır, anımsar. Biz, hep böyle yaptık. Yılların çok önemli olduğu bir zaman kesitinde ömür sayılacak bir zaman parçasını kıymetli dostlar, kalemler, şair ve yazar dostlarımızdan yoksun ve de “boş” yaşıyoruz…hiçbir şey yerinizi dolduramaz. Adlarınızı anımsadıkça, darboğazları dinamitlenmiş kendine mahpus bir iç deniz suyu mürekkep diyerek kullanılır... biliniz ve şiir, sözcük bahçelerinde huzur içinde uyuyun. Yaşam işte… Sorduğumuz tüm soruları yanıtlamıyor. İkaros sadece mitolojide kalmadı, gördük onu, evet, gördük…suyuyla da konuştular, ateş çemberinden de geçtiler. Şiirler, öyküler, deneysel metinler yazdılar, çok iyi yazdılar, ama kendi inzivalarında ve sessizliklerinde yaşamayı tercih ettiler, “karıncayı incitmeyen” çekip gittiler. Hakkaniyet söz konusu olduğunda, en gür sesle dile getirdiler. Sağır, dilsiz dünyaya karşı. Ve bizler, Rüyalardaki merdivenleri tırmanıyoruz Adınızla, şiirinizle, öykülerinizle ve en önemlisi insanlığınızla. “Uzaklara selam olsun, Yürüsek de mesafeyi tam olarak bilmeyiz.” / Ayvaşa

defter.

3


“Sadece böyle olmamalı... varsa yürek içten olmalı... yoksa yürek olmak ya da olmamak da neyin nesi? Çık ve yürü yolunu... Bilmelisin sen de bunu... yol bize değil yok bize hükmetmeli.” Ömer Serdar

4


BAŞLARKEN: Defter’in düşüncelerimize kattığı ince ÖMER SERDAR (AYVAŞA) düşlere ve ince düşlerin defter’ e

düşüşlerine…

Usta çırak ilişkisini ve bireyin kendiliğini kavrama kayıplarını, güdüler ve anlam bakımından ele almak istedim. İşte buradaki Empati çözümlemesi, bu iki anlayışın irdelenmesine yönelik kısa bir çalışmadır.

Bu yazı makale kıstaslarına göre değil. Alıntıları satır aralarında parantez içi açıklamalar olarak belirtiyorum. Bunun nedeni yer kazanmak, safları sıklaştırmak. Buradaki okuyucu kitlesinin kavramların altlarını doğru doldurarak ne denmeğe çalışıldığına dair objektif yaklaşımlarda bulunacakları konusunda da iyimserim. Aynı nedenlerden dolayı burada, empati (duygudaşlık) kavramının sözlük anlamını açıklamaya da gerek görmüyorum. Amacım Edebiyat kuramına, davranış bilimsel açıdan bir bakış eklemek.

5


Kuramsal açıdan üleştirmeyi hedeflediğim için “Aşamalı Empati Sınıflaması” ve “Geliştirilen Ölçme Teknikleri” hakkında yeni bir sahne kurmalıyım. Ki; sorularımız olabilsin ki; irdelemelerimizin çıkarımları “el vicdanda” objektif yapılabilsin.

Aşamalı empati sınıflamaları çalışmaları, yabancı literatürde de çok fazla değildir. Truax ve Carkhuff (1967), Carkhuff (1969), Hammond ve çalışma gurubu (1979) gibi. Benim tercihim ise ülke dinamikleri açısından daha çok benimsediğim üç temel empati basamağı sınıflandırmasını gerçekleştiren Prof. Üstün Dökmen’ in çatısıdır. (Dökmen, 1988).

Dökmen, Onlar basamağı, Ben Basamağı ve Sen Basamağı biçiminde üç temel empati basamağının iletişimdeki isim/sıfatları oluşturması ile daha geniş bir açı yakalamış. Kuramın zamir hallerinin her biri de kendi içinde “düşünceler” ve “duygular” olarak iki alt basamağa sahip. Buradan gelmek istediğim nokta, aynı kriterlerin ortaya koyduğu iletişimde bireyin üstlendiği, üç değişik tepi.

Yetişkin Rolü: Algısal ve bilişsel rol alma. Yani “onlar” açısından duyumsama.

Çocuk Rolü: Duygusal rol alma. Yani “ben” açısından duyumsama.

6


Anababa Rolü: Duygunun iletilmesi ve sıkıntıda olana yardım edilmesi. Yani sen açısından duyumsama.

Düşünsel sahnemiz işte bundan ibaret. Şimdi izlek açısından bakıyoruz.

İletişimde üstlenilen bu üç rol toplumların genel empati eğilimlerini de açıklıyor. Örneğin ahkâm merakı, bir Anababa rolü üstlenilmiş iletişim değil midir? Sosyal-politik açısından ülkenin kurtarılmadığı kahvehane, herkesin kendi başına kesin haklı olmadığı bir siyaset var mıdır? Vatandaş düşüncesinden emindir, çok bilir ve düşüncesi çok zor(kolay) değişir.

Dileyen araştırabilir, bizim toplumumuz, iletişim açısından Anababa rolünün ağır bastığı bir toplum yapısı gösteriyor (Dökmen). Üretim imece usulüdür. Bileşik yasalar, öykünmeden ibaret ve çıktılar gerçek üretimden uzaktır. “Bu halktır, oysa aydın onun dışındadır” diyenler de olabilir.

7


Bir toplum, aynı bedenin yaşam sistemi tarafından beslenen organlar gibi davranır. Yani kan basıncı tüm organları etkiler, kaçınılmazdır bu. Medya, sosyal bilinç, sokaktaki yaşam, eğitim, kök benzerliği, sosyal tepkimeler, ne derseniz deyin; entelektüel de bu bütünün bir benzeri. Ama bir farkla; o davranışının kuramsal olarak hangi sonuçları verdiğini anlayabilme yetisini taşıyor ya da taşımalı. Çünkü bu onun sorumluluğudur. Burada yazdığım yazı da zaten böyle olmasa hiçbir şey ifade etmezdi. Yani, bir anlamda hepimiz insanız ama bazılarımız, bu olguyu fazlaca düşünür, yazar, resmeder, ifade yolları ararız.

Belirtmek isterim; sanat kuramlarında kimi zaman toplumcu ya da bireyci sanat gibi eleştirel yaklaşımlara ben yine sosyolojik olgu dışı bakılamayacağını düşünüyorum. Çünkü avama ulaşmış ve kabul görmüş her sanat zaten toplumsaldır. İkinci yeni olayı için, toplumsal gerçekçi karşıtını ortaya koyanlar, bir anlamda kuramsal analizi geliştirirken diğer yandan sosyal bilinç çatışkılarını yarattılar. Diğerleri açısından ilgi duyulan her eser estetik açıdan eleştirel bir yeri hak eder. Ancak burada sosyal etik kavramı önemlidir. Hikmet Kıvılcımlı’ yı bilenler kısmen buna bir anlam atayacaklardır.

Coğrafyanın insanlarının mevcut eğilimlerinin etiği tartışılmalıdır. Çünkü günümüz iletişimetkileşim gücü artık öyle boyutlara varmış ki, on yıl içinde tüm yapı tamamen zıt ve kendine yabancı bir hale dönüştürülebiliyor. İletişim çağı bireyi neredeyse bir Ferisiye dönüştürmüş. Dezenformasyon cennetten çıkma. Bkz., evlilik ve kadın erkek ilişkisinin özerkliği. Bir de tv’ lerde “ikinci bahar” lar vs. Her şeyden öte insanın sapkınlığının kitleye taşınmasına duyulan bu ilgiye ne demeli? Şüphesiz Anababa toplumu iletişimine alışmış, düşünce yozluğu içine sıkışmış, karar alma yetisini yitirmiş bireylerin ilgi duyacağı bir alan bu. Para getiriyorsa da sorun yok. Devam. Erebos’ un kollarında yeni bir toplum kuralım?!

8


Ancak ana hatlarıyla yeterince belirttiğim bu olgunun sonuç aşamasında beni ilgilendiren yanı, yazınsal sanatta da aynen tekrarlanıyor olması. Kısaca, çağımız artık o meşakkatle ilerlenen usta-çırak ilişkisini yeniden sorgulamalı. Bu deneyim ve bilginin küçümsenmesi elbet değil. Yukarıda değindiğim değişimler ve oluşan yeni kriterler eşliğinde şu demek oluyor: Soralım: Bir eleştirmen veya dergi editörü ilk kez okuduğu bir isme veya metne objektif empati kıstaslarıyla ne kadar bakabilmekte? Yoksa sonuç(metin) yerine, bireyi, onu tanıma ve kendinde olumlama, hatta bireyin baskıcı eylemini, azim gibi yanlış bir terimle mi yansılıyor? “Yüzünün suyunda yıkandım” diyemez eleştirmen ama “Suları yüzünle yıkadım” da demiyor, eğilimi yanlış. Deniz ölümcül zehirli atıklarla kaplı. Bu denizde plaj ne gezer?

Gözden uzak olan gönülden uzak kalıyor. Bir kişisel tercih midir bu? Öyle denebilir ama insanı o hale getiren şartlara ne demeli?

Yeni yazarların çıkamama ya da yeni ve etkin seslerin duyulamama nedenlerinden biri de bu. Ustalar, hiç yadırgamasınlar. Onlar da Anababa toplumunun içinden ve meşakkatli yollardan ulaştıkları mevkilerine gelir gelmez artık şartlı refleks haline dönüşen bu tutumun bir parçası haline ç/evriliyorlar. Yeni sesler sandıkları birçok yazınsal çıktı eskinin rötuşlarından ibaret kalıyor.

9


Rötuş, bir eksiğin giderilmesidir. Bütün, rötuştan ibaretse ona, bütün diyemeyiz. Yazınsal ilişkilerin sosyal boyutta ve neredeyse metinden daha öne çıkan bir yapıyla değerlendirilmesi de metin için rötuştan ibarettir. Öyleyse bütün olmama riski var.

Yazınsal bir metne güvenmek diye de bir şey olduğuna inanmıyorum. Olması gereken sosyal şuurun niteliklerinin o yazınsal metne karşı takındığı tavırdır. Kaleme güvenmekse bir başka dertli meseledir. İronik bir olgudur bu. Bir yanda çok okunan niteliksiz bir yazın diğer yanda iyi olanın ayırtına varması gittikçe güçleştirilen az okuyan niteliksiz bir toplum.

Şu güven olgusu da ilginç elbet.

Güven istemem ben. Güven, kibir zehri taşır. (N.Ataç, kimi zaman önceden dediklerine ters düşen sözler söylediği kendisine hatırlatıldığında; “O, o zamandı, şimdi böyle” dermiş. Bu sürekli devingenliktir)

10


Düşünceler, açıklık ve çok boyutluluk, bir habitat olsa, yaşam çeşitliğinden kendi hayatımı yitirir, hayatımın kendiliğini çeşitle kutlardım. Son satırları içrek, gizemci, yazmamın elbet nedenleri var. Aslında konu benim dışımdadır, insanınsa ta içinde. Mutlak doğruyu aramak yerine doğal olanın sibernetik sapkınlıklarına odaklanalım.

Yani hermetik yapının söylediği bir şeyleri duyup da gerilen kimse, öncelikle nasırına kendi basmış demektir. Önce ve sonra yerine şu anın hakkından gelelim.

Yukarıda söyledim. Deniz kirlidir. Plajın neyini tartışalım?

Unutmamak gerekir, anımsamak gerekir…

-bitmedi ama gerisini ben yazmayacağım-

11


Ömer Serdar

Hiç sevmezdim. Adam aldı başını gitti. Özne üzerine yapacağım her yorum subjektif olacaktır. O nedenle yapmayacağım. Burada dikkat edilmesi gereken, o bireyin yaşam hakkını kullanmamayı tercih etmesidir. 12


Sıradışı yazılar meselesine gelince, evet, sıra dışı yazılar yazdı. Sıra dışı yaşanan bişeyler olmadan yazılamazdı bu satırlar. Bu sıradışılık ahlak sınırlarını ihlal edici olmasa iyi olurdu. Deneyimlemek için akıl sınırları içinde kalmaya direnmişlik olsaydı da iyi olurdu. Öte yandan edebiyatımız çok temiz değil. Elbette temizlik kime göre? Bir köpek için b.k mis gibi yenebilir. Kaprofaji, yani eniklerin dışkı yeme alışkanlığı gereği bu onlara doğaldır. Aynada kendi yüzünüze yaklaşın, hem de çok yaklaşın, öyle ki, burnunuz ayna camına yapışmış olsun. O suratı tanıyabilir misiniz? Biliyorum, ansiklopedik bilgi ile çok yol yürüyebilecek insanlar çıkacaktır ama ben diyorum ki, yaşayanın vizyonundan hiçbirşey böyle değil. Belki de kaçan kurtulmuştur. Sapla samanın karıştığı bir dünyadayız artık. Tam şu anda yazan çizen çokça edebiyatçı arkadaşın yaşamakta olduğu şeyler “kaçan”dan daha farklı olmayabilir. Bu nedenle kaçan kurtulmuştur. Bizlere, algı kapılarımıza bu vesile ile bir daha bakmak ve alınacak dersler varsa almak düşer. Elbette bir de ona rahmet, yani bunu yazarken içimdeki öteki el çıkıp yazı yazan elime vuruyor. Biz sandığımızın Siz olmakta bulunan türlü şeyler olabileceğini de biraz düşünmenizi isterim, diyorken nefsim algımı saldırganlığa ikna ediyor. Metin bahane, biz şahane. Yine de Metin kendini yaşamsal eylemine mahkum etti. En azından bana artık susmak düşer. Sapla samanın karıştığı şu dünyada, kaçanla kalanın arasındaki fark, bireyin öznesinden kurtulma sorumluluğudur. Özneyken kurtuluyorsa sorumsuz, sorumluyken kaçıyorsa özneSizdir. Öyle çok dolandırıcı görüyorum ki, kendilerini başbakan hatta geleceğin başkanı bile sanıyorlar. Kaçan hiç değilse denize atladı, denizleri parselleyenlerin dünyasına kanını tükürdü diyebiliriz. Dünya bir erk, nefs bir nefes olmadan harfler eksik kalıyor. Selamla Defter Ömer Serdar Gerçek, nefsin algıyı ikna ettiği şeydir.

__._,_.___

… Çok konuşmam ama önemli tekrarlara katılırım. Nakarat ritmi sağaltır. Koro kitlenin ses gücüdür.

13


Silahını seçmek bireyin elinde. Suçu halk tarafından başlatırsak bizim de yolumuz savaşa çıkar. Halk eyleminde şuur yoktur. Sorun aydında, yönetende, yönlendirende. Herkim olursak olalım, suçu birilerine çıkarmak yerine kendimizden başlayalım önce. Özezer bir halde kendimizi kırbaçlayamayız da. Hangi kurşun yada hangi ceza huzuru sağlamıştır bu güne dek? Tüketim çılgınlığı ile zehirlenen, W.Reich’ ın “küçük adamı” ne yaptığından artık bihaber. Onlarca-yüzlerce-binlerce tv kanalından kulağına saplanan enformasyon atıkları iyice kafasını karıştırmış. Bir de vizyondaki filmlerle temel iç güdülerine yapılan elle sarkıntılıklar var. “Atı çalan” ın Üsküdar’ ı geçmesi de cabası. Hangi suçu, hangi bedeli yükleyeceksiniz ona? Hem yüklesek ne çıkar? Bulalım da hep birlikte tırnaklarını sökelim?! İşte ondan yazıyorsam kalemimle nasıl ayılacağını kazımalıyım kafasına. Benim silahım kendi sathımda geçer, sorumluluğum da, cezam da odur. Ve bu savaşta artık çoktan “hattı müdafaa” değil “sathı müdafaa” meşrudur. Ve eğer çekirge sürülerini görebilecek kadar yüksekteysek altımızdaki tarlaya kadar da yetiştirmeliyiz sesimizi. Gerekirse kanatlarımızdan kopardığımız birkaç telekle irtifa kaybına aldırmadan birkaç satır fazladan yazabilmeliyiz. Hatta tarlanın tozuna da aldırmadan uçuş bilgeliğimizi yer sofrasına koyabilmeliyiz. Her şeyden daha önemlisi bunu yapabildiğimizi biz değil, işte o kafası karışmış, üstü başı toz, eli ayağı kan içinde kitle fark edip söylemeli bize. Nasıl mı? Bazen yöntem sadece tutkuyla istemektir. Ne mutlu ki bunları yapabiliriz. Henüz bize bulaşmadı kin. Ve kalemimizin şarjörü yok. Çok bildik sözler etmiş gibiyim. Evet onlar da biliyordu. Ama eylem hala daha iyi bilinmek istiyor.

Ömer Serdar

Bu Devir Bitti 14


basit bir çıktıdan ibaret(im)dir onu sen verdin diye basit halim(im)dir

kişiselliğini anladım bunca yıl dünya eh, boşa olmasa gerek(im) ama aymazlığının girdabında boğulmana hep ağladım sen bunu anlayamazdın çeteyi kendi kanunları öldüremezdi hiçbir zamanlar “Once Upon A Time In America” da

basit bir çıktıdan beni seven sonuçlarına hayretim zorba enerjim kendini savunan zavallı dünyan ve göz yaşlarının saçmalığına hiç unutmayacağın küpeler taktım cinayetlerin algı dışı kaldı 15


onu saflığıma ver

yalan söylüyordum sen de öyle unuttum kimliğini sen de öyle sıkı yönetim yıllarında içeri alınan hep ben oldukça sonra ödedim sanırım tek nedeni cephe cephe tek nedeni sen de öyle

evladım, kahramanım haydi atıl öl diye gabar, hezil, çira gutma, sintumaşunti, bazarkirman, şentumahra, tanumanki hep yalan dilimde sahteliğinden kalma bir güven eksiği var şarkınsa nasibimdir öyleyse hoş gelirsin mayınların daha patlamalarına biraz zaman var 16


kimse bana ol dememişti sanki şu hayatın gerçeği olmamak üzerine kurulmuş bir çitlembik kuru kalmış bir üzüm tanesi minyatür salkım

yaşasın asmalar taneleri ölüm gibi dememişti gelmemişti o savaşlarda verile duran madalyalar

insan alıştırıldığı hayatın ölümünü yaşar ölürken yaşamaya mahkum hiç kimse gelmemişti taneleri gibi

yaşasın kopar salkım diye diye yut boğazında şarap var akar dağdan aşağı 17


bitti yatak iklimin kuraklığına içkin içkin

ruhuna ölümün gönlünü verenlerle bitti bu devir bitti, the end, fine, ende, finito.

Zaman 18


bencillik şehvet ve doyumsuzluk zamana bakıyorum da cinslerin eşitliği olan adlarına geçip gitmişler şimdi oysa yaşamaktan kim kalmış ki geri panayırlardan şenliklerden, pazar yerlerinden ağlayan çocuklardan, bağırışan satıcılardan

oysa bencillikler bitmez tükenmez arzular hunharca sevişmeler kadınsı teslimiyetlerin gasp ettirici sihri naylon çorapların cezp ettiği erkekler şarkıların sol anahtarlarında ruj lekeleri

ve ölüp giden çocuklar yine kan davaları ihanetler töresel kıyımlar yöresel efendiler var ki 19


dağlayan gülüm dağlayandırlar

bu tipi düşerse sofraya hiç bir gülün kırmızısı kutsamaz insanı ak düşlere susamış vampirdir beyazlar dağlayan gülüm dağlayandırlar

oysa günlerce gecelerce yazılmıştı aşk şimdi küf kokuyor bu sayfalar böyle bir yazgıyı doyurmuyor hiç bir gülün kırmızısı

***

fırtına vakitleri belki küçücük bir tomurcuktun ilkyazlar saklıydı yükseklerinde, sarıydı yarlarda türlü türlü çiçekler bir pınarın başınaydı belki 20


alacaklı çöllerin bekleyişi yağmurların

öyle bir zamandı dalgaların nefesiyle esiyordu vur diyordu suyuna kırılıyordu yukarılarda incecik bir dal toprak diyordu yaprak durmadan yenileniyordu çiçekler yaz geliyordu, yaz gidiyordu

yaz geliyordu gündüzlerin gece mavisinde kalıyordun ve gecelerin alaca karasında gülüm aldan alaydın nardan nara birden bineydin, tümden bire

otların gizlediği çiçeklerin miydi en güzel yankılar en güzel ezgiler rüzgârlığının getirdikleri mi

21


gölgesindeydiler körfezin her tepesinde başka bir zirveydiler ya sarı saklı tek miydin ki belki de birden bineydin tümden bire belki de

tamları atmosfere ekmiştin zeytin niyetine hasadı unutmuştun “kalsın” demiştin bu savaş bizim değilmiş o bir veda vaktiymişiz cephede son bakışa tutunup kalan biz değilmişiz kayıplardan tüm solukları alan derin derin çekilmiş bozkırlara

ölümlülerin çürüyen tenlerini böylece vermiştin gerisin geri mirasçılarına

22


şimdi zaman şimdi geç geçebilirsen sonra zaman sonra ak bizi bizi ÖMER SERDAR

23


varisi olmak istemezdim.. .

onun şiirini duyuralım. ne intihar ne (im) tihar.

ama insancıl dergisinde yazdığım zamanlarda sevgili berrin in kızı da aynı kattan atlamıştı. adı pelindi. pelin böyle vasiyetler bırakamadı bile. çünkü ben onun keman dersi alırken tellere sürtünüp susan ruhunu duyuyordum hep.o sessizce annesinin şiirinde kalmayı tercih etti. o hepimize önceden anılan bir vasiyete saygı duymayı öğretmişti. biz de böylece öğrenmiş olduk. hala aynı çizgiden vaz geçmedik.

varisi olmak istemezdim ama.

varisiyim. varım yani yarım yani varım

şiir sizce başka ne işe yarar? ÖMER SERDAR

LAÇKA SUKUTA KARGA FUNDA

24


“günlük ve buhur ağaçlı ve gümüş kumlu koy ardınca koylar, kıyı boyunca diziliyorlardı” -Halikarnas Balıkçısı (Deniz Gurbetçileri) ve bu denizde demdi pipera[i] dağından kaluma[ii]sı çözülmüş bir yayla tepmesi[iii] altında laçka sukuta[iv]ydım ben böyle bir

nerededir şimdi buhur ağaç[v]lıkları üzerime üzerime karga funda[vi] gelmemeler, kalmamalar, dönmemeler ah nerededir ponente[vii] esişlerin kim bilir

batsam bir gangava[viii] da bulacaklardır beni nefesindir bu gurbet öyküsü boğulmaktır böyle bir

o deniz orada o datça orada sütliman olunca çağır beni gitmek; gitmek değildir böyle fırtınalarda eski süngerciler gibi bilerek ölegelmektir 25


ve sözümdür doğrul da derin derin çek beni istersen günlük kabuğunda kavur datça dağlarının arşipel[ix] e usanmadan yansıması gibi düşerim yoluna upuzun çözülür, döner, kıvrılır bezerim gönlüne lavanta kokusu öyle bir

[i] Pipera:İstankö y’ ün bin yüz metre yüksekliğindeki Pipera tepesi. [ii] Kaluma: Denizciler her çeşit halat urgan ve ipe Kaluma derler. [iii] Yayla Tepmesi:İlk Baharda Anadolu’ nun yüksek yaylalarından kopup gelen ve en çok bir saat süren bir kasırgadır. [iv] laçka sukuta:Rüzgâr arkadan gelirken yani pupa yelken gidilirken, yelkenin ucundaki skuta adlı ip salıverilir. Bu eyleme İtalyanca’ da salıver anlamına gelen Laçka Skuta denir. [v] buhur ağacı:Bu tür ağaca Günlük ağacı da denir. Yaprakları çınar yaprağına benzer ama daha küçüktür. Kabukları yakılınca iç açıcı güzel bir koku salar. Usaresi sigla yağı adıyla Lavanta yapılmak üzere Avrupa’ ya ihraç edilir. [vi] karga funda:Arkadan gelen rüzgârla yelkenin alabildiğine şişerek kayığın tam yol alması. 26


[vii] ponente:Batı Rüzgârlarının Akdeniz’ deki adıdır. İspanya’ dan tutunuz da, Anadolu kıyılarına dek Kuzey Akdeniz kıyılarının boylu boyunca, mavi mavi serinlik ve esenlik vererek cana can katan bir rüzgârıdır o. Sabah başlar akşam susar. [viii] gangava:Denizin dibinde sürüklenen ağzı üç metre kadar genişlikte bir ağ torbadır. Kayık yelkenli ya da motorla giderken gangava demiri rastladığı süngerleri söker. Sökülen süngerler arkadaki torbaya girer. [ix] Arşipel: Eski Deniz.

KURNADAN KAÇAN

27


dağıma döndüm yüzüm yanık, yüzüm tunç iskender’ in askerleri geçer düşümden kimseden kaçmadım hele yalnızlık hele kendine batan acı firarları toplamak için bunca kalabalık buncalık

imgem şu batığın küpeştesinde zor akıntının anforası kurnadan deniz çıktı eminim kaçık sulara gönülden hınç ‘ne güzel komşuydun sen fahriye abla’ gibi

sana değil hayata küs dirim savuran gürz kendinde bulursan simgeyi ben de senin yalancınım

güneş doğduğunda başını saklar ya 28


ardından baka kalan geceye mum öyle üfle kefenimi sönsün is

doğu evlat acısı kadar ağır batı çocuksu bekleyişinde balığa çıkmış, sessiz pusu bir derenin kenarı, elinde kamış sapı devinimi kuzey, gizil ve kasvetli vurdukça güney vurdukça acı seni değil hayatı bağırır mola kasım akşamlarından

“derviş yunus bu sözü eğri büğrü söyleme seni siygaya çeken bir molla kasım gelir”

ya nasıl kırılmaz pembe saydam buz içinde damar damar al kanama 29


üstelik baharda son şarabın yankısı diyelim sana da gecelik sana da artık uyuyalım

ruhu nefretten koparmak şansı yağmurun taş gibi inecekken yere dolu çözülmeler bundan narin damlaların gözbebeğinde yağmak doyasıya yağmak çekip alır buluttan suya nedir ki o acı

kurak bir toprağa ilacı alçak, bencil bir şehvet iri uzun bostanların mahsulü iştah kabartan yüzeyinde çatlağın ıslanan sahtelik sana düşer 30


düştükçe düşer teninin ayracı

derebeylikler, efendilikler, şuh nefeslerin sahipliği pazarlama telaşları, kozmetik yarışlar konteslik sevdaları

değil mi ak bulutlar gibi dekor manzara kimin umrunda ki yağmur şimdi diyeceksin ki seviyorum seni

savunman ağır geldi biraz taşıyamadın sektörün damgasında gücün kaldıramadığın güldeste küskün bırak kalsın ‘kal’dıramadın kopup savrulan taneleri tan eleklerine biraz

dirim savuran gürz neredesin 31


kır buzumu suyuma suyuma bana yağmak düşsün dirimi kurtar bir yudumdan kır buzumu yağmura yağmak düşsün

kurnadan kaçan bendim sağarken öküzün karısını inleyen inek memesinden emekleyen ve avludaki damladan düşlediğin sevdanın kurtaranı işte o kurak koku ya bendim

sen dökünürken ben döküldüm teninden bendim

‘garbın afakanı sarmışsa çelik zırhlı duvar’

ÖMER SERDAR 32


Çayır Çekirgeye

gecenin bülbülü olmasa sabahın güneşi neye yarar 33


sabahın güneşi olmasan, kıyının dalgası

dışı son içi bahar (biraz daha ileriye)

sonra sonrayı bilecek bir çocuk dizlerine kadar ıslaksa bu her şey olan sana hatalarını yüzüne sende mi vuracak

iç nefesini kaftanına sar (nakarat kendini çeker)

tuzak ah gecenin bülbülü olmasa bağlanmak, neye zaman mı onu geç hele

işte vatansız kıraat (sürpriz)

kaynağını sorma ağrısın ki travmatik duygulanımlar 34


kronik yorgunluklar

varoluşunun parmak izleri (sesle olanaksız)

korkular diyeceksin ne olur haritayı bir gecelik katla koy cebine uyku gibi nirengi noktasından uzak kal kaybet yolunu

haydi git adımlarından yükseleceksin (içindekinin içinde)

anımsa, senin de elinden bir uçurtma tutmuştu artık varlığının ezgisine kanatların sahi, büyüdü mü komşun adı neydi

ismi muştunun olmuştu (fidan)

bencil sabitliklerin sağlıksızlığı 35


kurtuldu mu arka bahçenin duvarından yoksa kişisellik mi o da odanda

buda’ nın “om mani padme hum” u (…)

bak maddeye hücrendeki bağları izle

eledin unu, hayret değil, gayretle (emeğin bu)

yem çekirgeye çayırdır şarkını sakla çayır çekirgeye bayı(lı)r

maddeni hücreye ayır (yapmacık olma)

“ussal dekadanslar” dan 2006 yaz ayı belli değil (armudun iyisini) ÖMER SERDAR

36


AĞRILAR 37


iç sıkıntısında yalan şimdi kül rengi

ne büyük arayıştır gözleri huylu huysuz hafif gelir gerçeğin düğümü öne gelene sabah mahmurluğunda sisli bir gece tütsüsü / üç satır ve bir kesme kural mı kalır / ardılı olmayan doygunluk hissi kentlerin boğan güncesi gülüm adlı nemli öyküsü direncinin ağlayınca verilen memelere pervasız dilenci yanlarında ölüp önüne yürüdüğü kül renginin

sınırsız gelinciğin haziran ömrü sevda tarayınca saçlarını dermiş ya bağnaz çıkarcı sefil ve sarmaşıklardan zehir gölgesi diye içinde çim yeşili ufkun balkonunda gizli anlatılmaz bir şeyler eskiliğinde ufuk tan eprimelere 38


ve sıkıntısı şiirin kentlerine akın eden göçlerin evrensel gerçek canlının sonu bu adetten

akşama doğru yıkanır cenazesi aslında yalan yalan da yalan sıkıntısında yaydığı martı kokusu kentlerin

beyaz kuşların sesinde çöplükler havalanır öter ya leşlerini biliyorum yarın yarımdır ciğerimin ağladığı öksürük yine de saçlarını gecemin taradıkça kuruturum usulca

beyaz kuşların nefesidir şimdi kül rengi gururdan yıkılmış duvar/aşırmalar biraz hafifler gerçeğin düğümüne iç sıkıntısında inan şimdi kül rengi ağrılar. 39


İNANDIĞIM ŞİİR

40


koşut eylemlerle, bağlayıcı konuların serseri meyledişlerini, akılcı, türdeş çıkarımlara gizlediği hınzır bir gülümseyişin, birliktelik hoşnutluğundan, benzeşme mutluluğuna sağalttığı ve farkındalık hunharlığına sendelettiği, bütünden ayrılma zorunluluğu ile uyanıp, eylem konulan bir sabahta başlayan maceradır şiirdir.

o sabahtan amaç, bütüne ‘evrensel’ sözcüğünün granit sonsuzluğunu sonlu çekiç darbeliyle kazıyıp işlemektir. tam da o sıradır: Lübnan’ da bir bomba patlar, bir ana çocuğunun kollarında son kez veya bir bebek, kükürtsü yakıcı nefesinde ilk kez öpüşür onunla(her başlangıç bir sonun zaferidir ya). Ve ‘monos’ sözcüğünden gelme ‘monaco’ (keşiş), adını kendi koyabileceği tekliğin sezgisini, nesir bir tümcenin sınırlarında yitirir. uzayıp giden nazım imgelerin ardından bakarak sonunda, o da, yiter mor sahillerde. misyonerle karşılaşmalarındaki amaç, hile için bir yol, yorumlar için bir yer kalmadığından emin olmaktır. yani: diğerlerinin var olmaması değil, diğerinin varlığında zorunlu kalan bir ‘ben’ iktidarının yok sayılması gerektiğindendir bu dikleniş. ama o vardır. bilinmez bir zaman kadar da var olacaktır. öyleyse: umut, yenilginin bitmek tükenmek bilmeyen yenidenliğe kabaran iştahıysa, azık çantasında daima şiir de bulunacaktır. ÖMER SERDAR

41


Um//Uluyor//Um 42


oradan biliyorum sanırım bu bir döngü onu ‘bilmiyorum/sunuz henüz ya da ‘bilmiyorsunuz’ um

dahası sağ yanım kehribar parmaklara dokunsa da sol yanımda asgari ücretli biri var hani her gün bitmek tükenmez bir soru sorar; tırtıllar sürünerek nasıl eşkıya dünyaya hükümdar oldular. ÖMER SERDAR

43


ÇEKİN GİTSİN

tahta bir tekerleğin içinden çekin beni döndürmeden çeliği sırtımda, kaynak vurmadan çember uçlarına; zımparalamadan çekin

bırakın kalsın saman taneleri üzerimde sonraki yağmurlarla yıkansın tekerleğim dinlensin, avludan atları çekin

sis basmaya devam etsin omzumla bulutları iteyim çarpışmasınlar diye. bölmesin yıldırımlar gökleri korkmasın çocuklar yarılmasın gümbürtülerle düşleri yıpranmış dokumun göbeğinden kordonu kopmasın bebeklerin ağaçların döngüsü arabalara yüklenmesin diye, ağır ağır çekin beni 44


tahta tekerleğin içinden yük ne olursa artık varsın üzerimde sürüklensin

neruda’nın gençliğinden ötelerdeyim yağmur ormanları soluyorum tekerleğe tutsaklığım erin artık yıpranmış, küflenmiş, pas kokan son nefesimden usul usul çekin beni

çok uzakları görürdüm oysa sarkık dallı himalaya sediriydi anam en üst yerinden sürerdi beni “ileri” der gibi askerlerine komutanın biri her gün ilk kızıldan her gün son karayı hedef gösterirdi yükseklerin yüreğinde en ötede bir yerlerde varlığını bildiğim yeterince seçemediğim diğer sürgünlerle

çekin beni, çekin! ya da tütsüler gibi bedenimi, samanlığa yaslıyken 45


sarmaşık gül geçirin önümden bedenim: yarısı saçak gölgesini reddetmiş daha çürük daha ıslak yarısı kuru, ağ sarmalı çatlak asılmış gibi örümcek bacaklarından

sarmaşık gülünden bir tohum geçerken konaklasın viranemde çimlensin koynumda, dolanıp yükselsin avludan aşıp gül serpsin vatanıma ...

duvardayım, yarım yaslı, eğik omzum gözlerimi sakın bağlamayın ! sakın !.. sonraki durağa ilk adım, oradan atacağım ister on iki tetikli bir manga askerle çekin beni tahta tekerlekten ister sürükleyin usul usul gül dikenine pamuk sürter gibi

46


çekin gitsin çekip gitsin gitsin çekilin!.. ÖMER SERDAR 28,04,1996 / İstanbul

… 47


oradan bili yorum eyalet bilinçsizliğinden ibarettir bu bir yön: emanettir günün iyi geçmesi adına ön dır dır dır fadime kevser’ in âhını almış partiliymiş, yeşil alanlara parsel parsel pavarotti müslümanmış mış mış mışıldır

bir çiçek anımsıyorum içinde ki benlik yok iki parmak arasında ölçüsüz bedeni yazık ki o da bahçesinden ayrı lık lık lıkmış (yudumlarken gavsomadan çıkan ılık ses)

onu bilmiyor umuyor uz eksilirken masalcılığımız ya da biliyoruz az gider uz gider yanımızı da uyuyor 48


sunu zum düşülmesi gereken ne kadar gözenek varsa boğaz kesen bir bıçakça

uyaksız davrandığında bedel uzaksız eyleyip düşen çavlana su diyorum son nefes gibi

dahası mı darasında mevzi yatın eğin başlarınızı acemi bir şarap(n) el bilmiyorsunuz umu(niyet) daha

aidiyet adına her ben güvenize naftalin oluyorken şu delik deşik güveniniz mi toplumsal cinnetiniz

um 49


uluyordu güveniniz

sıranın dışında çayır böcekleri içindekinin içindekiler (fihi mafih) yani ötüşen şeyler uluyorum ismimizi kent dediğimiz özürlü birlikteliğimizden

umuluyorum um uluyor um

ÖMER SERDAR

50


İSTİRİDYE ZAMANLAR

ayak izleri diziliyken kumsala dalga vurur erirdi kimileri üç seferde bir yakalardı adımları esrarengiz konuğuyla uzak şehirlerden gelirmiş gibi çakıltaşlarında yakamoz telaşı

şarkılar duyulurdu uzak yıldızlardan bir uçak süzülürdü içlerine doğru üç çakıp bir susardı sahilden al gemici fenerleri ve denize dolardı akşam . istiridyenin biri açardı yüreğini adı beyaz sanı beyaz daldıkça denize inci toplayan kızlar öykü böyle düşerdi işte geçmişe gün geçerken gel-gitlerden

51


bir kıyı maviydi dalgalara ak büklüm bir kıyı karanlık sulara sır mezar ve içleri çocuk dışları tonoz yığını kireç tozuna bulanmış kaşlarıyla insanlar herşey biraz ötelenmişti o zamanlar

ne yanda kimbilir şimdi el yordamı yaşarken çıkagelen çamların küpelerini sallayıp nefes yakan saz püskülü havalar

gün-gece, ölüm-dirim dalga poyraz yolumuzda çetin sorular da var ne ki en kesin yanıtlar en yaman sorgulardan çıkar.

ÖMER SERDAR 52


Ăœyelik

53


bilgilerinizi tam anlayınız bağlı olduğunuz yargı içinizdeki kısmetin eseri

varlığın kırsalında sevgi benliğinizi aşıp gidiyor (ama zevkli bir şey değil mi)

bilgilerinizi tamamlayınız yol bu çıkmaza da varıyor

ev alıştığımız bir yer elele asla alışamayacağımız dağınık bir iç mimari

üyelik bilgilerinizi bağlı olduğunuz sütunlara tam anlayınız (pardon) 54


tamamlayınız ÖMER SERDAR

55


klasik bir deneme diyelim us kalıplarımızın mendilinden kat yerlerini kıvamınca eğip hiçbir anlama bulaşmadan yiyelim gözleme niyetine üç kat açıp üç düğüm çözüp eyleyelim açlığını agora mezesiyle kelepirci hergelenin

atası olsun satırların sözümüz artık anlamı kalmamış sığ kıyıların umursamazlığını cehaletin muştusuz karasında talana bırakarak önsözsüz sahte öfkesiyle kavrulsun her gelene

ne var ki acıdır 56


silip süpürülmüş yurtsuzluklar pencereleri sımsıkıya kapanmış odalar bilinçlerinde yakılmadık bir riya bırakılmadık bir iz kalmaya görsünler

bakar ya deniz bakarlar enginin gözüyle oysa küçücüktürler kıyıda dev de olsa saray uzaktan ufacık bir perspektif göz ucuyla

kimliği belirsiz bir kaçış noktası firarını sakladığı adı cesaretini saklandığı belirsize her gelene hergele

bakalım öylece. 57


ÖMER SERDAR

AH 58


saat vurdu vurulan an oldu düştü dünya ayaklarına

öykü arıyordu kendine bir yeryüzü kapatıyordu kanatlarını yarasalar

sonra bir cinayet bir cinnet kimse yetinmedi doğru bir dizeyle vampirlerin doğrulduğu yerdi sahtelik sanki yedi eminmiş gibi bir de şiir

ah bıraktığını bulsa ah komasa yarını yerinde oh kesilen söz oh akan kan oh yalandan yaşanmışlık vah ölümle bile 59


şairse giden (gerçek) noktayı şaibe koymaz şaibeyse nokta cümle bitmez(gerçek)

ÖMER SERDAR

60


Ses Gittiğinde

ses gittiğinde başlamıyor başımla gözümle demir yalazı elbet bu kısmı benden olsun ey kıvılcım serüvenlerin eğilsin onca sönen fer benden hiç kimse yakamazken bu kenti olsun

elindeyse ki artık her şey imkânsızlığın buz dağlarına kattığın avuçların dokunan ellerinin savurganlığı

ellerinin savurganlığını dokun an hangi yönden gelirse gelsin kabul ettiğin rüzgâr tutunur tutuşur surların ne neron ne roma ne sütunların için yalnız kavrulursun 61


yalvar yakar

dülgerin bütün yongalarını sen yakarsın duman duman inkâr kapsarsın atmosferine detaysızlığını oynarsın onarsın yonga mevsimini

gittiğinde ses dörtte üçünü dünyanın bir adıma üç yörünge sarıyor söndürüyor ıslak burçların

üç gün mü desem üç ay mı üç yıl mı kale esaretine batırıyor, boğuyorsun okyanus diyorlar ya ardına akmayı sürdürüyorsun tüm nehirlerin infazına yanıyor yakıyor yıkıyorsun

bir buzul erimiyor... övünç ozon olduğu için sevgilisi dayanıyor 62


övünç

antartika ele geçiyor bilmiyorsun tutmalısın ümit burnu’ nu gizliyorsun hiç ilgin yok oysa

ey ses ! eğme başını sustuğun yön bu övgü bilmiyorsun kavradığını boğazı

ÖMER SERDAR

OLUMSUZLAMALAR 63


-1-

bir anıdan diğerlerine pay ayırmadan olmaz

kumkuması[1] kırık uzun tümceler dizmiyorum kışlaya aradığın şeyi sürüye çekme çoban elbet katılmışlık ederim kurda bıraktığın vergiye isyan

kumkuması dağınık uzun tümceler dizmiyorum bulduğum gücü doping savuruyorsun ama istersen bir daha düşün ilacı bana içirmeden

kumkuması dağınık uzun tümceler contası çürümüş su kaçırmalar ve daha neler neler

64


kumkuması dağınık uzun hani ibriği kısa kesik küçük testiler

kırık

kumkuması dağınık kâh oraya kâh buraya her yana saçılmış ibrik

-neden bu çaba neden bu gezginlik

kumkuması tuz buz her yer kiremit kırmızı

-yağmuru sessizce içerek dağılıyor “seksek ” alanı

65


-2-

balkonuna çıktığımız manzaralar mıydı yüksekliğimiz saçlarımızı okşayan rüzgârlar mı saçlarımızı ok sayan üreme zincirlerinde miyiz

derece: tarih sürecinde seviyelere bölünmüş zaviye artık yadsınamaz

sen

kamikaze köpeklerin bana saldırdığı dağ yollarını seçerek yabancılığımı yüreğimle yürüdüğümde sürülerinin üzerine benimle ant iç yabanıl bir cesaret yapalım hoşgörülere

bilindiği sanılan cüce geçitlere 66


o darlıklarda parçaladığın cesaret kalıntılarını da “sen” içer yaban

-3-

biz

güzelliklerden söz edelim türlü türlü güzelliklerden

önerme; siz sizsiniz bense ben olmaz böyle küçük bir değişiklikle yürüyelim sizliğe ben ben olmayayım

bir dalgaya tutunun siz, ben batayım bir hiç gibi kavrayın beni ve sizi saran serin rüzgar esintileriyle 67


sarmış olsun benim hiçliğim de sizi böyle bir varoluşma ile anlatalım birbirimize ateşin dağlayan yanını külün korlara çizdiği acısız nakış güzelliğinde

umursamıyoruz hiçbir şeyi sabaha karşıyız kimi zaman

kimi zaman doğruluyoruz çiğ sargını yaprak yüzeylerde

aynı seslerin yankılarıyız aynı güzlerin renkleri

karşılık aramayın bir siz diyorum anlamını sezdiyseniz biliniz karışıp gittiğimi geldiğiniz her yerde “bir siz” var edeceğinize

anlıyorsunuz 68


bir siz içimizde hınzır bir rapsodi bir de...

-4-

o da ne

mermi namluya sürülünce patlama anidenliğini korudu

satır başı

kapılar çalınmadan açılmadı kilit bunun garantisiydi türlü çeşitleri var kilitlerin öğretildim mıh gibi çarçur edilmiş olumsuzlaşmalara kilidim yok kapanamam ki çalınmadan açılamam da huyum bir mührü oyar kalbime

geç saatlerde ıssız bir sokakta bütün girişleri tutmuş insanlık 69


zaptiyelikte kol geziyor benliğim ama neden

belki:

ne bir kapı çaldım ne de çalındı kapım bu bağlamda kalıntı mürekkebim kullanılamam ki bir bildikleri var benim bilemediğim

havaya bir el ateş edildi kim bu sorumsuz

vuruldu nokta

-5-

öfkeyi ödünç alışım içi boş değer yaratılarından allanmış pullanmış sözde güzelliklerden rek lam laaar 70


gözüne gözüne yalanla özüne özüne tersleştirilmiş kurgular bir yağmuru içerce toprak bir ormanı kapsarca dağ oysa yok bir ilgisi

bulanışım öfkemin tozuna şartlı refleks bileğimdeki seğirme

coşkuyu ödünç alışım bebeğin ilk çığlığı frida’ nın fırçayı tutuşu bir alışkanlığın us çemberinde tutuklanışı bir daha tekrarlanmayışı

kozmetik yargıları talan edişim sineği avcuma kıstırıp pencereden bırakışım aniden güvercine davranışı kanatların itiraz edişim vızıldanışa güvercini coşkuya saklayışım nesnel gizlenişim bir mutasyon 71


bir çoğalış bir sinek

hüznü ödünç alışım doğum-ölüm çemberinde yazıklanışım büyüyerek yıl bu ay bu gün bu saat bu an bu unutuşun hafızasına güvenmeyişim anımsadıkça ne gelir elden evrim yolumu keserse

öfke coşku hüzün

ben bu değirmenin çarkındaki üçlü burgaç ben bu dönüşümdeki geçici yel aldığım ödünçleri özenle biriktirip topluyorum özüme dağılana dek sevgim aymaz ütopya

-6-

diyordum ki 72


geçenlerde bir gün neler oldu neler iki gün müydü yoksa bilemiyorum sayıları unuttuğum bir gündü geçenlerde sayıları unuttuğum bir gündü

kalabalığa karıştım kalabalık mı “ben”i karıştı bilmiyorum benzemeye giriştim hemen bir ön yargıdan ibarettim

biri aşk acısı çekse benim başıma ağrı düşüyor biri bir suç işlese ben firar ediyordum giyindim giyindim... bedenimi devekuşu mantığıyla

defteri- i kebir’ de tüm yargılar sonuçtan ibaretti sonuçlar yetmedi başından başladım her şeyin değerler okyanusuna aldım başımı açıldım dönülmeze gittim bazı geceler en parlak yıldızlara bakıp sordum harita adresimi 73


yıldızlar ama anlaşılır gibi değillerdi gözlerime varmışlardı oysa binlerce ışık yılını katetmişlerdi ya eskiydi dilleri nasıl anlayabilirdim ki

Derken, henüz istila edilmemiş bir kıyıya vardım. Bilezik koyları, hareli suları, gizemli girdapları, turkuvaz mercanları vardı. Henüz “istila edilmemiş” olduğuna karar verdim. Bilmem neden... belki de bir ön yargıydı bu da. Bütün ön yargılar gibi bencil ve kendi alt seviyesinde. Evet, çıt yoktu tropik rüzgârdan başka, sahilin küçük dalgacıkları, öpüş sesleri şıkır şıkırdı bir de. O an bütün uzak yollara estim, bütün yolcuları kavradı keşfim ve onları hasretle öptüm. Sonra olanlar oldu.

bir kıvamda bozulduk bir makamda çatladı çoğulcu demokrat eylemimiz gemi azıya aldı şahlanıp savuran at iki parça bizleri yere vuruldukça biz kuzu kurt boğdu aslına sadık kalmayan öyküler gibiydik yargılar karaya vururken bir gittik bir geldik görünüşe göre artık hayattaydık istila gerdeğinde kalmış artık bir hayattaydık

74


ben birini seçtim biri de seni şimdi hangi kuşu görsem o uçar şimdi hangi denizden geçsem o mavi hiç değişmeyecek bu ben gitsem de o kalacak çünkü kural bu, “bir” den başlanacak hep

geçenlerde bir gündü gün gibi geçti her şey saymayı anımsadım bu bir abaküs tuttum çocukça ellerinde bu iki o kaldı bu üç

-775


artık

geç... ağustos böcekleri zamanındayız iki anlamın tam ortası bu yazın son kuşağı onlar... geç birkaç nesil geride bırakmışlar yazı bitik bir neslin şarkılarını

erken sonbahar zamanındayız bir yandan geçip gitmiş yaz hafif ayaz var arada kalan bir an’ ın şölenindeyiz kutsamaktayız tüm rüzgârları

“ol” esintiler bize doğru yavaş yavaş salınıyor yaklaştıklarında gözlerini görüyoruz menekşe ezgilerinden seyrek notalar toplamaktayız mevsimin gelmiş ve geçmişi kapsayan dehlizler içinde doğrulmaktayız güze 76


merhaba dirimin uykuya düştüğü zaman merhaba beyaz mevsiminin öncüsü ne kadar da benzedik birbirimize

ömer serdar Hayır

bu bir hayırdır

bir yanda karanlığa sığınmış dostluk diğer yanda ışığa uçan nice uskur hangisi denirse onu herbiri tanır hafıza cidarlarında gidiş gelişler taşınır

hayırdır derim zamanın içinde sade bir dağ kalacak demek midir bu 77


siz böyle dağlara sakın sokulmayın ha her yamaç suyunu kendinden bilir bilmelidir sessizlik kıyısını üç kuşaklık iş çeviren mevsimin boynuzu kulağını geçmelidir

dost dost diye nicesine boğazından yapışan şuursuzluk azgın nefsin kesintisiz uğraşı dağlara uçurumlara değirilirse sadık yari kara toprak şimdiki gibi yerlerde bir işinin ehlidir

ah kaç sevgiliyi besler bu bahar ah kaç cahil sevgiye tükenir yol sonrası bir aydınlık meselesi ışığı var sayılır, feri karanlık çukur oysa yolu herkes bilir sürçü lisan değil ayağı çukur

78


bu bir hayırdır

bir yanı umuduna uzak yol diğer yanı şerefinden ziyandır adım adım, santim santim usulca

eğer hastaysa biri biz ölmeliydik evet yaşayın yaşatsın sizi körpelik adım adım santim santim usulca hayatı yitirmeliydik ÖMER SERDAR

79


AYRIŞTIRICI (dissociative)

“Bezelyeye benzemesi gibi ! Şeytanın işi ! Senin görevin insanı gösterişli kılıp Fani çamura arz-ı hürmet etmek değil “

(Fra Lippo Lippi) Robert Browning

akşamdan kalma sigara dumanı sinmiş çuha sabah kıyı - kıyı sabah anının doğrulduğu masa – masada sabah boş kazanç yükü ölü mü ne bu deniz

kırk yıl kırk da şiir gerek oysa bir tanıdık ansızlığı – âni densiz kırık bir keyif, buruşuk bir kağıt, yaşlı bir at – direniş ölü mü ne bu deniz 80


ne... anlamadım (yine de yargılayacak)

bir çay bari içelim (sahte nezaket) kim ölmüş dedin (yargılar demiştim) akşamdan kalma sigara dumanı sinmiş çuha

anladım (anlamadı billahi)

vardır elbet (sahte türdeşlik) içimizde ölen bir deniz her(kesin) hepimizin

asırlardan bari al kendini tanımla (cehalet) vakit belirsiz minarede sala*

çıkmaz sokaktan otoyol geçmez korkma öğüt yüreğini ayır denizi yağmurdan hükmünü sürecek (an)la 81


akşamdan kalma sigara dumanı sinmiş çuha ÖMER SERDAR ---*sala: cenazeye çağırmak için minareden yapılan salat

AY 82


ay’da günler vardı dün gece ay’da ışık insanlık gölgede hain bir pusuya gömülmüştük

uzak kalmıştık bir şeylerden soluksuz, yetim kim bilir nerede kopmuştu dermanı biten bir can

kraterler yavru kuşlar gibiydiler kocaman açmışlardı ağızlarını içleri dipsiz kuyulara kesmişti derinlerin

ışıkta iki renk sarı altun…kırmızıysa kandı biri damarda bizden 83


diğeri hepimizde zenginlik

tüm dağlar sorgulanabilirdi salaş bir bakışta dün gece anılar anaların ak sütüydü ardıl ninnileri ağulayıp büyütebilirlerdi insandan kalan bir şeyleri,

ÖMER SERDAR

AŞİNA ASIR

84


“Şehir surlarının içinde bir ev inşa etmeden önce sahranın ortasında hayallerinizden bir çardak kurun.”

Halil Cibran

indirilirken peçe üryan vadiye üzgün gece buna aşina dağ bunda aşiyan

şehir sustuğunda akşama bir çardağı yakın hayallerinizden oluşan ateşler ile ki şehri kendinize yakın sayın

yakın ki orman kendini darp edilmiş bir harmandan ayırsın

ay kendine karanlık yüzünde alev 85


ince ince aydınlansın yakın ki insan için küçük insanlık için büyük bir adım uzağa basmasın izlerinden

samanlık söylerken anlaşılmazlığını anlık tutuşturulmalardan kansın sis kansın hunharca kan akıtmamaya

kansın açık denizlerinde ısınan “kâr”a paralel albenili soba üzerine iz düşümlü folluk umutlarının bir horoz sadece uzak bahçeler için ötsün de ötsün

kan oradaysa eğer bir daha akmasın 86


damar kendine aysın işaret damar kendine ters… öyleyse aksın tutam tutam bağların kaygısız arklarından

yansın ki şehir sustuğunda akşam bir çardak hayallerinizden oluşan ateşler kendini sınır saymayan kör noktada

abanır düşünce aklın serserisine işvesi bol dünya vura vura içerden dışarıya

sadelik istenirken bayağılık çıngırağı sallanır masaya engerek tılsımı işlediğinde çalan o tısırtı başlar kendi mahvını sokmaya

87


dua devşirir kutsal demir ışıldar… kral artur’ un elinde aynı yazgı önce de işlenmişti benzer değildi asla ki evrenin tekrarı yoktu benzetildi sadece örsü döven balyoz gibi şahidim zülfikâr oldu

dua devşirir başı boş sözcükleri yağar urağandan rüzgarın sancısını dindirecek o yolcunun hazırlığına vakit tamam derken özgürdür artık fırtına esirse yolcudur ya bilinsin sarılır ağrısına

bir adım geriler 88


hantal ve kıvranan bedenin çekildiği yerden fırlayan uçurum boşalır akar mitra’ nın içlerine hindu, zerdüşt, manik, pagan

sadelik istenirken bayağılık çıngırağı sallanır masaya yeniden

titre replik titre ince bedeninde dalgalan bir ermiş var sesinde ve orada işvesi bol dünya hangisi size aşiyan hangisi sesinize aşina

sormadı zihin güneşli o güne bir epifit nasıl beslenir ufalayıp korkusunu rıhtıma yanıt karanlıktan gelmesin diye savurdu 89


bir rahatlayış koptu güneşten ışık düşürdü, yayıldı ödedi ücretini fotosentezin

dua devşirir yine hangisi bize aşiyan hangisi şarkımıza aşina

elleriniz yüzünüzden uzak kalsın

-------------------------epifit : doğrudan toprağa bağlı olmayan bitkiler aşiyan : kuş yuvası aşina : bildik, benzer olan ÖMER SERDAR

aslında ben mesela 90


basitçe anladığımı anlatmıyorum çünkü düşünüyorum işim var

bize duygusal derler ama biliriz ki biz duygularımızın eserinde evrimimizin önce üzerine basar yine bizi geçeriz

şimdi ne olacak şiir çok basit sur

önce eylemi çözeceğiz söylemle birebir örtüşecek ama önce böyle

"ânın tanrısı var mıdır eski bir soru bir ânın kaç tanrısı var onu de bana"

bir eski dostun sözleri bu 91


ve dost der ki:

"hayat süsü verilmişti ölüme gün ortası afaki dolanıyordu

o kadar ışıktı ki görmedi kimse öyle karanlıktı ki hem de hiç kimse"

yani çok basit sonu beklememekten geçer davranmaktan da elbet daha berbat bu gerçek şarkıları duyuyorsak söyleyebiliriz çok basit işte

hafife aldığım sanılmasın karmaşık kelimelerin sırtında dağıldı gece böyle söylendi ve 92


yapıldı gecelik, kaftandan ari bir geleceğe

uzaklara selam olsun yürüsek de mesafeyi tam olarak bilemeyiz paylaşsak da beraber sokrates' in izinde yeni platon gerçeğini biliriz gölgeler, gölgeler, gölgeler yolun izinde yürüyüp gidebiliriz bu güç bizim sur ilerleme ( yol katet) son dendiğinde durma ilerle çünkü bu güç bizim ilerle (yolları gerçekten çiğne) yol açık olsun yolun açık olsun ÖMER SERDAR

Geri dönmeyi hiç ummadığım için Küçük balad, sen git 93


Toskana’ ya, yumuşak ve hafif, Doğrudan kadınıma, Nezaketi gereği Saygıyla o karşılar seni Guido Cavaldanti

bebeğin nezaketi gereği başlar yürümeye sen git, o kalsın böyle iyi kaçıncı senfonide sen öldün?

kaç kez ağlamaklı olur bilmez ki nefesiyle büyümesi gerek ağladıkça sen, fon o ciğerleri gelişen yiğit bir kısrağa binecek kaçıncı senfonide sen?

sen git, çocuk kalsın 94


ey bulunmaz vakitlerin yolcusu ey karmaşık vadilerin bülbülü geceye dikildiğinde sen ya nezaketin genleşecek bil ki özgürsün özlediğin uğraşların için ya bu kaçıncı senfoni?

böyle iyi artık avunman sahnenden nezaketin gereği iki yönlü bir yolsun birine gökten kırmızı elma diğerine “pardon” kalsın kaçıncı?

ÖMER SERDAR

İh(ti)*lal 95


\ince bir çizgiyi aşıyoruz aslında ikimiz /yürürken gül dalaması günler ormanı yakıyoruz /biz mi demeliyiz, ihbar için adres gerek /dememek daha da iyi galiba toz olalım iyisi mi

/de ibriği kırık bir testi için yoğun bakım ünitesine gerek ne /biz mi kaldık sanki /savruk sapmaların girdabında öznelerimiz sarhoş DNA /akan şu devşirme çeşmelerden boşaldıkça dolu sanılan

/savuşturulan anlık geceler tekrarı varlığa aykırı /uzandığı sahteliği hiçe sayan kuştüyü yorgan sargısı /alıştırılan /daldığı uykulardan bir yastıkta kocamaya /ince bir çizgiyi aşarken mabedin günah hanesi /koparılıp uyandırılan bandajdan sızan kan /tarihi bir eser, mumya odası /belki bir koleksiyoncu tadı küflü damak hazzı /elin uzandığı yumruk, vurmadan /yüzün önünde duran tehditkar şamar 96


/yırtılan mezar toprağı hırsızı bol olsun /sorgusuz, aşüfte, ucuzcu, “ne kadınlar sevmiştim” destanından

/üzerini “siz” ört /lanetinle ısırgan çiğniyor gece /ince bir çizgiyi aşıyorsun git başımdan /yürümek uğruna olmasa başımla gel /yoksa göm gitsin o izi unutuş toprağında /bir sanatçı gibi harekete otağı kur /yastığa, yağa ve kimsesiz yorganlara /göm “büyük iş” i /kapitalist oyununu oynasın “global” den /balıklı sofranın içinden gelip rokası bol /taşlık bir denizin kıyısına boşalan ganimet /dinamitsi bir çöplükte magnum opus** bu da

/oyunun her evresinde /bir ihlalin var yani /aykırı şarap tatları yutkunuyor insan /ne zaman kadehi aklıma vursam 97


/çoklu ruj lekelerinde /kırılıyor insan

/boynunda taşıdığın madalyonun belirsizliğinden yansıyan /hangi yüz /o en doyumsuz

/içinden çıkılmaz denizinin kör karanlığından /hangi kıyısına /şu “ben” i savurur densizin

/oyunlar oynuyorsun /her evresinde ih(ti)lalin kunduzlar var /ve sana rağmen “siz” i kemiriyorlar /sesimden çoğaltıyor şu kalbim çene kemiklerini

/ve sana rağmen şart olsun /ikinci tiz perdeden sonra gözlerine baka baka /sonsuzluk aryaları göndereceğim “siz” e

/tehlike, koridor, ıslık, köpek 98


/sadakat, döküm, ıssız, fanus /girdap, kuşluk, gayret, hayret

/ne çok çağrışıyor tehlike ilk sözcükten başlarken /ışık titriyor koridor yanıyor, bu iki / “imagine all the people” yemin ederim john, üç /yine köpek yine köpek –b- yiyor işte, dört /altın sadakatler eritirdin ya, beş /döküm kalıba uydu söndü şimdi altı /ıssız bir adalet istiyordum ya yedi (başımın etini) /beni milyon bin kere fanuslara tıktılar, sekiz /emilir emilir mor girdap tenim, dokuz /kuşluk semah’ı istiyorum ellerinden, on /gayret bitiyor ama, on bir /hayret itiyor yelkovan on iki (geç olmuş)

/ve sana rağmen “siz” e sayarak /dudaklarım kuruyor dilim kalahari /yetmiş iki satır olurken bulanıyorum gözlerine /dilimde şiirin esâmesi yok hayret /yine neyi imha ettin 99


\yine hangimizi ihlal ettin

Açıklama:

* Ti: “Ti amo” nun “Ti” si. Seni……. Demek. ** Magnum opus: Büyük İş. Simyada madde yapısını değiştirme işlemi.

Sayın Defter Sakinleri,

Her şiirin bir coğrafyası bir de iklimi var. Bunu önemsediğim için yazıyorum.

Bu şiir gittiğim son ülkede, sulu kar yağarken asfalta yazıldı. Bakmayın kâğıda kaleme, her şiir ilkin başka bir dokuya yazılır. İnandığım şiirdir: Çoklu bir sesle çoklara, yokluktan gelip var etmeye uğraşır.

Bu şiir Antagonist* bir bedendir. Onu öldüremeyiz ama “ti” yi kurtarmak olası. Kurtarın !

* Antagonist . Muhalif kişilik. Antik dönemde olumsuz karşıt güç olarak isimlendirilmiştir.

Ömer Serdar (ayvasha) 100


sizin vereceğiniz ve benim almaya niyetli olmadığım ne olabilir 101


zaman elbette kendini açar elbette pınarlar denize

sanıyor musunuz ki ben almayacağım ve sarıldıkça sarılan bir sarmaşık gibi sizi kapsayan dallara sizde ve evrende her yere yalnız sizeliğinizi yalnız bizeliğimiz kadar ‘terra straniera’ (yabancı toprak)

vereceğiniz ne olabilir ki ben almaya niyetli olmayayım ömür kahvaltımda içtiğim en güzel çay hani pencereden açılır da göğsüne insanın bir bahar düşer mevsimdir... tomurcuktur

hiç bir eşya benim için güncelliğinden başka bir şey değil her eşya bir an her hareket bir anlam her duyuş bir kavuşma yapmaya çalıştığım sadece budur bu dünyanın içine atılmışlığımda 102


bir akşamüstü iki gündür kıble rüzgârının ılık nefesi kar kümelerini harman savurur gibi savurur çatıya göğsünü dayayan o rüzgâr gürültüyle nefes alır ve titretir kiremitleri duyuyorum ya hâlâ akşamüstü karşı tepelerde pençe pençe beyazlar, güneşin ardından bakamayan gözlerinde koyu mavi kalmışlar, kalmışlar ki ne kalmışlar

derler ki:

onun ‘kendileri’ ni anlatış biçimi benim bütün gönlümle şuurunu birleştirebilirse insan zaten kendini zaptetmek yerine bıraksa da istemez in ‘bizden’ liğidir size

sessizliğin içindeki an’ ı duyup vaktin fısıltısına o uzak diyarların şarkısı için hâlâ akşamüstü sanır güneşli bir işkence 103


şöyle akşamüstü birden her yere loşluk tedirgin kanatlarında gece telaşı ile uçanlarına yabanda gecelere ölmeyen kıyılar

diyor ki;

‘Ormanda sahanlık bir yerde kuru dallar tutuşur. Bir akşam düşer yamaçlardan, düşer önüne kor. Kor mırıldar türküsünü, nar gözlere yürür, insanın aklını ateşe kor. Bir yıldız okşar başını, bir yabani ulur yakınlardaki patikadan, dal kırılır ateş besler, baş eğilir gönül besler, har yayılır evrene, anlam besler. İşte gidişlerim. Bu kaçmak değildir bir şeyden, tersine kovalamadır. Zamana prangalaşmış bir faninin yoldaşlarına bu kovalamaca, aynı tekneyi paylaştığı forsalara ekmek sağlama telaşıdır. Su sağlama telaşıdır. Ya bu telaş neden... bilmem... bilsem de söylemem. Bu kibir olur. Akşamüstüne ayıp olur.’

insana sözüm günü gün ederken yaşamın göz bebeğinde olduğunu sanan ahmağa retorik sözlerle anlamını şaşırmış toprağa karanlığın ışığı, korkunun güveni, yalnızlığın aşkı beslediği o tüm dünya neşesi şeylere

oburdur evet 104


evet ‘bir çiçeğe ihtilal olur parmaklar gün ışığına değdiği zaman’ evet... evet... evet

dışarıda sırtımdan henüz kalkan yorgun bir toprak ve yaz düşleri gören bir hava başımın üzerinde asılı pırıl pırıl bir dolunay ben yamaca vuran poyrazlı dağ akşamlarının hayalperesti

bilseniz ne çok göz göze gelmişim ‘gizli bir çocuk büyütmüşüm yüreğinizde çatlayan nar seslerinden’

kapital sarhoşluğunun delirttiklerine yıpranan dokularından yükselen kokuşmuşlukla erk bağımlısı uçkuru düşük palabıyıklara kendi çarpık kanunlarını asıl kendi yerlerine

eski bir alfabeyi okuyorum onlardan geleceği öğreniyorum... yapacak bir şey yok insan dinlemeyi de bilebilir-meli-midir mi

105


‘eski bir alfabeyi okumanın, bilinmez ki seni yeniden yaratmak kadar zor olduğu’

biz bir suyun akışına karışılmayacağını biliriz o yolunu kendi bulur onun kanunu yanılmaz bırakalım bu seferlik de böyle olsun insan görmeyi de bilebilir-meli-midir mi

size uçurumun kenarından geldim sözünüzü dinledim özelsiz, ayrıcalık kullanmadan, hiçbir pınarın akışını engellemeden geldim bilmem edebildiniz mi ve döndüğünde çark o ki fark hiç yağdı mı ceplerinize yağmur parçalandı mı suyunuz elleriniz gibi

bize sis diyorlar ‘z’ miz ‘s’ nizden esrik ama olsun

ÖMER SERDAR 106


BİR VEDA

durgun bir andır bu yürekte 107


nasıl başlandığı çoktan unutulmuş bir kilim çözgüsü yıpranmış yorgun çatalağız nehrin döküldüğü yerde

yosunlu bir kayıkhane kokusu hangi kıyı bilinmez hangi denizin esiri hangi suyun boğuntusu hangi selin ezgisi

sonuç yüreğindir senin geçerli sondan öte uzadıkça önemini yitirse de yön yürür bu yolu otopsi raporlarında haritaların

bir vedasın kapat kapını duru ve derin kalsın 108


balıkçı koylarının suskun sisli sabahlarında martılara yansıyan mavin

son uç yüreğindir senin dilersen kopar hangi kast’ a dahilsem yöntemince yak beni hindistan ya da istanbul’ da ne önemi var mesafemin.

ÖMER SERDAR

109


100 ÜNDEN

ne dediğim değil sözüm sandığın 100ünden

ah ! bu iki büklüm kadınlar plajı ah ! kumsalı ezen bu sahtelikler makyajların ağdalı epilasyon çığlıkları atılıp gidilmiş bir oltadan çevreyi kirleten fondöten kutuları sonra gel de yürü üzerine deyişlerin... vay ! yürü de gel zanzibar’ dan ve z(s)aire

ruh mu... sakın sorma onu matematiksel “dj” ler gece gündüz çaldıkları şiirlerde yaşatırlar nasılsa 10ları şairlerin adı saklıdır ya formül kısa ve nettir retorik maskelerle meşru tak ve yeryüzünü kandır kalp paralar gibi harca özgürlüğünü 110


ah ! kazanç sanılan kölelikler ah ! serzenişlerin hainliği vay gördükçe körelen keskin bakış vay bağırdıkça kör bıçakla kesilen ses vay be...

serüvenlerin kesişme noktaları ölüdeniz akşamlarında bir notadır ter içinde “mi” çıkar şakaklarından “si” yi dalgın bir bakış söyler anlamı yoktur bunun da oysa gloria için vardır şarkımı duyar sesimi sözüm sanır ... sana bir yol bulup dil yataklarında söylenmeli sesler mangalında kor gürültüler birinci derecede bir yanıktan vurmalı bakır tenine ne dediğim değil sözüm sandığın 100ünden 111


bir şişe ayrılmalı yavaşça sahilden içinde “imdat” yerine kalabalık dağlanmalar kaçmak istediğimiz ıssız adalarda kırılıp dağılmalı unutulmuş, belleksiz ne varsa dediğim değil, sözüm sandığın 100ünden

ÖMER SERDAR

Vasiyet 112


Geçen Pazar öğle saatlerinde kitap fuarında bir konuşmacıyı izledim. Atatürk’ ün milli mücadelede kendi kendine mırıldandığı bir sözden bahsetmişti. O savaşın en çetin anında Sakarya cephesinde; o, diş-tırnak-kan-toprak mücadelesinde askerinin kendinden mislince üstün olan düşmanı geri püskürtmeye başladığını haber aldığı anda şöyle söylendiği duyulmuş Ata’ nın : Mehmet, Mehmet… uyandın Mehmet, uyandın.

Daha iki gün önce bu “Anı Alıntı”yı kendisinden dinlediğim konuşmacı Attila İlhan Ustaydı. Sonra aşağıda kendisiyle karşılaştık. Söylemeden edemedim: Ne güzel belirttiniz ulusal uykunun tehlikesini ve uyanmanın gücünü. Dedi ki; “Elinizde kalem tutuyorsunuz, onun işe yaraması demek uykudakini dürtmek demek. Durmayın dürtün. ” Gülüştük. Henüz o söylerin bir vasiyet olduğunu bilmiyordum o an. Ölüm haberini aldığım zaman aklıma bu sözleri geldi. Ve hala kalemim elimde ona bakıyorum. Işığına rahmetle sizlerle de paylaşmak istedim. Ömer Serdar

113


Verimli

gör imli diye

ser imli geri imli.

Verimli

şimdi yer imli.

İnanılmalı

114


mağma din imli

imansız bir ver imle.

Verimli.

Yar imli.

Kâr imli. Ömer Serdar

115


Satırların söylediği nedir? Ki bir bileşeni gibi eriyiğin katılsın bütüne. “Yazgısına boyun eğmiş” dediklerini duyuyorum. Oysa bilmeliydiler çoğunu o yaratmıştı yazgısının. Saman sapına ulaşacak yolculuğuna başlarken Haziran tarlasının sarışını, başağının olgunluğuna göre ezilmeden vaktinden önce. Yırtıcı bir kuş havalandı gölgelenen tepelerin birinden, pençeleri taradı saçlarını uzayıp giden yolumda. O anda varoluş başladı çıt çıkarmayan çığlığına. Önce; Dedi ki “hatırla beni" Beni yaralandığında hatırla ki; şu bileşen cümle gibi ulaşayım sana. Ve usulca fısıldayayım aynı formülün iki bilinmeyenine, çözümsüz değiliz. Hayır, şimdi değil. Hayır şimdi. Çözme. Bir paradoksa yardım adına değil, çözme… çözülme...ki başladığımız gibi kalalım. Bütün. Çünkü geçecek. Bütün çünkü gelecek. Korkular, umutsuzluklar, başarısız girişimler, bencillikler, zorlayıcılıklar, bütün çetrefil olumsuzluklar… gül bitleri, tarla haşarıları, tahta kuruları, ceviz kurtları, süneler ve zıtlığın karanlık bekçileri, can sıkan satranç hamleleri, kıvamdayken sönen pipolar, gömleğe düşen kül, açtığı delik, Ceneviz topçuları, Argonotlar, topoğrafik keskinlikler, giderek serinleyen cehennem, eriyen buzlar, savanada annesini kaybetmiş yavru aslan, kirpiklerin kuruduğu çöl rüzgârları… Çözülmeyin. Bir paradoksa yardım adına hiç değil, çözülmeyin… ki başladığınız gibi kalsın. Bütün. Çünkü geçeceksiniz. Aksini dileyemem. Varlığımdır varlık. Kendi yarattığımı bilmesem ona ters bile düşerdim. 116


Ne kadar karbon ne kadar irin korkusu, düşler de o kadar bukağı, o kadar karabasan var. Sonra; Bir daha, belki şimdi sessizliğinin tanrısını anlama vaktidir senindir çıkın hatırla beni… Ömer Serdar

117


"sevdiklerimizi büyütüyoruz kimi zaman hiç bir şey olduklarına kan ayarak"

visibilia ex invisibilibus nesne, nesne olmayandan kaynaklanır ya da varlık evrenin kendisinden dışlanandır sıradan aklın vizyonu bu antagonis benimle misin? sözlük sırasını yitirmiş bir kavram söyleyemediğini biliyorum ama nasıl desem vizyon gerçeği anlamı bağlamaz herakles sütunlarının arasında ne gezer o bağnaz? unuttur bünyene safra birikimini fazla bir şey bırakma ardında bunu düşün düşünce yaratır durum yakarışın yalın halidir düşeceksen düş ama önce cenneti yarat

118


mea kulpa sonsuz bir an' ı çal flüt duraksama derin dondurucuya bırak es' i mevsimi dansına al mışıl gülümset uyuyan ormanını kibrimi tane tane anlatmalıyım sana kesmeden sözümü dinle ki yeterince küçümseyebil beni evet, seni seviyorum mikro kozmos ama nasıl desem anlam gerçeği vizyonu bağlamaz sıradan aklın işidir bu parrhesia yasası işlemez ve iki şey daha aşk ile hakikat.

Ömer Serdar

119


Parrhesia Yasası

Gittikçe daha çok kaşınan bir yaranın yüzeyinde konumlanışımızın sözde bilinç cengâverliği eliyle tırmalanışı, bu sosyal kanamayı devam ettireceğe benziyor. Karmaşayı basitleştirmek yerine basiti karmaşıklaştırmanın bizlere sağlayacağı yeni bir şey de yok. Sadece içimde kalmaması gereken bir nefes kadar dışarıya üfleyeceğim onu. Ne kavramlar ne felsefe ne de edimsel taraftarlığımı kullanacağım. Çükü benim düşünce ve anlam maceramda bütün kahramanlara yer var ve bütün değişimler benim fikrim de olabilir. Belki de bir perişanım ben J. Sartre’ ın cesareti, Hemingway’ in iskemlesi, W. Reich’ ın yaşam enerjisi(orgon)ile kendi kabımı boşaltma girişimim, beni agresif mükemmeliyetçilikten korusun (Amin). O nedenle bir anlamda, özümün sözünü kısa ama en geniş kapsamlı ifadelerle betimlemeye girişmek, sözümün özünü algılatmam için yöntemde böyle bir risk taşıyor. Evet… bir fakir olmak smokinli beylere öfkelenmeyi gerektirmez. Eğer ki bu “maddeden geçkinlik” hali yine bireyin kendi arzusuyla giriştiği bir eylemse hiç gerektirmez. Öfke yapısal bütünümüzün tekerleğiyse, ellerimizin arasına aldığımız başımızın içinde var olduğunu inatla göstermeye çalıştığımız felsefe, onun freni olmalıdır. Ne yakıp yıkmalı, ne de bollukla zehirlenmeliyiz. Sadece kavramsal açıklığı sözcük uçurumlarından uzak tutmak yeterlidir. Müridin aşkı ileri gidince mürşidin nefsini bozmakla kalmaz, müridi de uzletten eder. Kısaca; Defter’ de bir arkadaş Hilmi Yavuz için bir çelişkiyi sıradan bir şekilde betimlediyse, söylemediği kelimelerin hesabını vermesi uğruna ne sabahlara kadar postmodernizmi tartışalım ne de yargılarımızı çorak toprağa fırlatalım. Elimize hayırlı tohumlar sığsın yeter. Hatta gönül ister ki hayırsızın varlığı bir hayrın daha değerini arttırmaktadır… bilinsin ve ona faydamızı arttırsın. Sembolist eylemi anlamak da anlatmak da sabır ve emek işidir. Harflerin mantığı olur mu ? Geçiniz mantığı, harfler bütün bir insanlığın en dizeli sembol edimidir. Çünkü benim siz olduğumu, olabileceğimi, size söyletebilecek tek aracım yine o anlam yongalarıdır . Bu bağlamda; Kısa kesip Aydın havası çalmak zamanı geldiğinde, bir arkadaşın küçük bir düşünce öbeğini memnuniyetle kabul edip masadaki en güzel vazoya taze suyla birlikte koyarak, işi kıvamına bırakmaktan başka işim kalmıyor. Dalından kesik bir çiçek sonunda ölür, hakikat ise daimidir. Bu 120


pasiflik değil, düşünceyi savunma hakkı uğruna yapımında çaba harcanan adil arenaların tozuna su vermektir. Eylemi sorguladım. Kavramlara, içeriklere, bireyselliklere dokunmadım bile. Yanlış anlaşılmasın. Sütten öyle ağzımız yanmış ki yoğurdu üflemeden yiyemiyoruz. Ömer Serdar … ağlamak mı oysa bir servinin dibinde ağlamaktan çok daha fazla şeydi gözleri kapalı kaldıklarında üçüncü dünyaydılar açıldıklarında sırılsıklam mesela azgelişmiş yerlerinden vururlardı insanı güne yenik kaldılar susuzluklara eklenerek mesela ağlamaktan vazgeçtiler doya doya şöyle ve yürekten mes kuraktır şimdi mevsimleri alıkonmuşturlar elâ denize gitmekte olan sular doldururlar tüm çukurları rengârenk açar kaşkolünü geceden sıyrılırken sabah yanaklarının kızarıklığını obur serinler alır yüzünü varsın serseri yeller doğrasın(dır)lar soğuktur... soğuk duyurmaz parçalanmışlıkları kemirilirken bir yandan 121


anlatılamaz kavrulurcasına üşümek lar har yaladığında buz sanılır ilk derin yanıklar böyle yanıltılır lar ağlamaktan vazgeçti dünya oysa bir servinin dibinden çok daha fazlaydılar şeydi gözleri şey…// Ömer Serdar

Humma "...Bizim aramızda ve bizler için dostlar Gelenek ve hayat arasındaki bu uzun yarışmaya aracılık ediyorum..." Apollinaire

Anlatılmaz humma.

Çenesi bağlanmış kuşların kanatlarında özgün yelpazeler taşıyabilirim. Raca' nın fil konforu sarı bozkırına inat titrer gömleğimde. Ha şimdi ha sonra, görünür leopar. Şu izler, diyeceğim bize mi döner ? Öyleyse pençe yakın. Yol, yolcuyu sonunda paralar. Kavuşmak bütüne serpili gevrek susam kokusu. Pençe yakın, seferimin dizine dört ayaklı ahşap sehpa gerek, simidimi satmalıyım. 122


Marifet mi sanılır, çalmamaya sığındığım güfteler ? Gitarımı senfonik bir yaz güneşinde yakmıştım ben. Doygundum ve bir daha... hiç "yanılmadım yalanı" na güldüm katılarak. Kış biterken son ateşe kendi terliklerimi attım. Anlatılmaz... inanmalılar marifetten değildir. Saçlarımı bir gürzün sapına astım.

Bu benim vasat yanım. Belki de kestane satmalıydım. Kış bitimlerinde tedavülden kalkıp sarı yazların içine sızmak için meşru bir öyküm olurdu. Şimdi ise en iyi bildiğim şey, yelkovanı akrepten kaçırmak. Ama hangi kadranın yüzüne düşmeliyim bilmiyorum artık.

Benim de dudaklarına yıldız tozu sürülü çayırlarım oldu. Ben de ülkemin barajlarına biriktim bulut gölgesinde huzurla. Ama hiç bir turnayı incitmedim. Geldiler geçtiler gözlerimin sonsuzluğuna. Başımın eğikliği işte bundandır, işte tam bundan; çünkü turnalar bana, yüksek uçmayı sevdiklerini söylediler.

Büküldü bileğim boynumla birlikte.

"sizin aranızda ve sizler için dostlar yenmek ve yenilmek arasındaki bu hummalı suskuya tefecilik ediyorum..."

"Apollinaire" beni bağışlar !

ömer serdar 123


Gülümsedim

“Her gün kendimi üç nokta üzerinde yoklarım:

Başkaları için bir iş görürken acaba onlara karşı sadık mıyım?

Arkadaşlarımla konuşurken samimi miyim?

Derslerden yeterince bilgi edinebildim mi?”

124


- Her zaman, kendim dahil, o garip fırtına. Kendime kastım erdem değil. Erdem ancak kendimi geçtiğimde başlayabilir.

“Bir şeyi keserken törpüle, oyarken cilala”

- Bu şiir de ne?.

“İnsanların beni tanımamış olmalarından üzüntü duymayın. Onları tanımadığım için ben üzülürüm.”

- Hüznümü anladım.

“Şiir kitabında üç yüz şiir vardır, fakat bir cümle bütün bu şiirlerin özeti olabilir. Fesat düşüncelere sahip olmayın.”

- Gülme öyle.

- Konuşmadan önce davran, davrandıktan sonra konuş ve mümkünse sus.

- Üzücü olmadan keder nasıl yansıtılır?

Peşi sıra üç tümce söyledim. Sonra yanıtladım. 125


Gülümsedim, sustum ve üzüldüm. Kimse kederlenmedi, o hariç. O tırnak içinde “Konfüçyüs” idi. Ömer Serdar

Dertleşmeler 126


“Siz ancak en soylu niteliklerinizin güçlü gerilimi içinde geçmişte neyin büyük, neyin bilinmeye, saklanmaya değer olduğunu varsayabilirsiniz. Evet benzeri benzerle ! Yoksa çekin geçmişi aşağı, kendinize doğru.” (Nietsche)

Ve egemen tarih, yazanının zalim bir yalan olduğunu gözden kaçıranların saflığına tutunur. O doğruyu yazdırmak yerine doğrunun haritasına düşürdüğü izleri kanatır durur.

Ey düşünce... adımlarımızın en güçlü eylemi. Ey düşünce... standart sapmaları kıran adil gürz. Dağ başlarında yalnız gerçek vardır. Yaban, yalın ve düz.

Bana kendi feodal tarihini yazdırma eylem. Düşlerim yorgun, dizlerim yorgun. Sadece bir zıpkın balığıyım ben. Deniz seviyesinin altından, üfleyerek su okları atıyorum.

Bırak artık satırları çekiştirmeyi. Biliyorsun, duygudur söylem... söyler de asla “bir” kalamaz. Anlam: Kalemin kılıçtan keskinliği, gerekirse mürekkebini ıslatıp bozar. Bir satır harakirisyle kendini çözer ve gizler saf bilgeliğe.

127


Anlam:İçimde toplanan duru suya bir yaş bile damlasa, nerede kalır duruluğum?

Söylemimde “gidip de dönmemek” vardı. Kimileri dönmediler, kahraman oldular. Bense, dönmeye tutsak kalacakmışım neredeyse. Fırıl fırıl dönmeye... kim bilir, hangi vahanın bedevisiymişim ben.?!

128


129


130


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.