Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı & Karışıklığın Karmaşası-Charles Mackay

Page 1


Sons, ine. © Joh n Willey &

tım A.Ş.

ve Tanı © Scala Yayıncılık 32-61-6 -71 975 ISBN:

kısa alıntılar dışında Tanıtım için yapılacak hiçbir yolla çoğaltılamaz. yayıncının izni olmaksızın Birinci baskı: Ocak 2000

Dizi editörü: Hakan Feyyat

Çeviri: Ali Perşembe, Levent Cinemre Redaksiyon: Oğuz E:-gun, Niyaz Arığ Kapak Uyarlama: Davut Köse Sayfa uygulama: Fatoş Doğan Ofset Hazırlık: Scala Yayıncılık Baskı-Cilt: Melissa Matbaacılık Scala Yayıncılık ve Tanıtım A.Ş. istiklal Caddesi Mis So k. Tan Apt. 6/7-8 Beyoğlu_ 80050 lstanbul Tel: (0212) 251 5126-245 43 89 Faks : (0212) 245 28 43 E-Mail: scala@esco rtn et.cam Web: WWw.scala.com.tr


Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabahkların Çılgınlığı

& Karışıklığın Karmaşası

Martin S. Fridson, Editör

İngilizceden çeviri: Ali Perşembe Levent Cinemre

SCALA YAYINCILIK



İÇİNDEKİLER

önsöz

11

Giriş Budalaların Aleminde

15

Birinci Kısım Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar Kalabalıkların Çılgınlığı

İkinci Kısım Karışıklığın Karmaşası

ve

35

157



ÖNSÖZ Peter L. Bemstein

Bu kitapta yer alan öykülerin yaklaşık üçyüzyıl önce gelişen olayları anlatmakla beraber,. sanki dün, hatta bugün olmuş gibi değerlerini koruması; kitabın neden bu kadar uzun bir süre yahrımcıların ilgisini çekmeyi başardığını açıklamakta­ dır; her şey ne kadar değişirse değişsin o derece aynı kalmak­ tadır. Modern piyasalarımızda hiçbir şeyin büyük farklılıklar yarattığı gözlenmiyor; ne göz kamaştırıcı teknoloji, ne ku­ rumsal egemenlik, ne finansal araçların karmaşıklığı, ne aşı­ rı bilgi yüklemesi, ne küreselleşme ve ne de finansal kurama ilişkin güçlü içsel görüşler. Görünen odur ki, günümüz piyasasındaki davranış bi­ çimlerinin birçok yönü onyedinci yüzyıldakilerden pek de farklı değildir. Spekülatörler hala spekülasyon, riskten kaçı­ nanlar da hala hedging* yapmaya devam etmektedirler. Bu­ gün gördüklerimize .çarpıcı. biçimde benzeyen sadece yah­ rımcı davranışları değildir. İşlem gören belgeler ve tasfiye mekanizmaları bile bunca zaman içinde pek değişmemişlerdir. * Hedging: Mal piyasasında ve borsada, özellikle de gelecekte fiyatta oluşabile­

cek değişimlere karşı güvence amacıyla yapılan bir tür vadeli işlem. Buna göre iki taraf da belirlenmiş bir tarihte, belirlenmiş bir fiyattan alım-satım yapmayı bugünden taahhüt ederler.-Çn.

11


Bu durum ilginç bir soruyu gündeme getirmektedir. Çağdaş piyasalarımız olmasını düşündüğümüzden daha mı az gelişmiştir? Yoksa o eski günlerin pazarları inanmak iste­ diğimizden daha mı ileriydi? Ben, bunun yanıtını okura bıra­ kıyorum. İnsanlığın uzun tarihindeki bu birkaç yüz yılın ortak özel­ likleri, farkedilmesi daha zor bir dramı ortaya çıkarmıştır. Mackay ve de la Vega'nın anlathklan olaylar muhtemelen dörtyüz yıl önce vuku bulamazdı, çünkü o zamanlar mali pazarl.ara şimdiki gibi gereksinim duyulmuyordu. B'.1 olanla­ rın hiçbirinin, lSOO'lü yılların titanları olan Vlll. Henry, Papa il. Julius veya İmparator V. Charles için bir anlamı yoktu. Her iki kitabın da ortak şaşırtıcı özelliği, piyasaların, tarihle­ rinin ilk yıllarında bile çağdaş okurların hiç de yabancısı ol­ madıkları davranış biçimleri sergilemeleridir, Onyedinci yüzyıla kadar olan yazılı tarihin büyük bir bö­ lümünde, zenginliğin kaynaklan çok yavaş biçimde büyü­ müştür. Zenginlik ara sıra el değiştirdiyse de, bunun neden­ leri genellikle finansal işlemler değil, şiddet veya ölüm ol­ muştur. A ncak Columbus onalbncı yüzyılda bir denizaşırı keşifler fırbnası başlathktan sonra, Avrupa'ya yeni zenginlik (müthiş miktarlarda albri ve gümüşe ek olarak yeni toprak­ lar, yeni hammadde kaynaklan, yeni hayvan kaynakları) ak­ maya başlamıştır. Bütün bunların ardından bir çığ gibi gelen teknolojik gelişmeler, sonunda sanayi devrimini başlatmıştır. Günümüzde bir aile, hatta bir ulus, bir diğerini yoksul­ laşbrmadan zenginleşe:1ilmektedir. Ekonomik ve sosyal dö­ nüşüm ün en temel özelliği budur. İlk kez, servet birikiminin mirasa veya talana bağımlı olması SOlJ.a ermiş, veya en azın­ dan talanlar Avrupa kıyılarının çok uzaklarında gerçekleş-

12


miştir. Bu servet havuzu dolup büyüyünce de, girişimcilik mülkiyetin itici gücü haline gelmiştir. Asılzadeler için sonun başlangıçı bu noktadan sonra olmuştur. Karışıklığın Karmaşa­ sı'nın yayınlandığı 1688 yılının aynı zamanda İngilizlerin Stuart'ları kovduğu ve anayasal monarşinin kurulması için ilk adımlan attığı yıl olduğunu belirtelim. Geçmişten bu sarsıcı kopuş, işte modern çağın gerçek başlangıcıdır. Girişim, çoğu kez herhangi bir yatırımcının tek başına toplayabileceğinden daha büyük miktarlarda sermaye ge­ rektirir; yani (;irişim finanse edilmek zorundadır. Maddi var­ lıklara dayanan finansal araç piyasaları bu gereksinime yanıt verir. Bu piyasaların gelişme hızı ve bu piyasalara akıtılan li­ kit sermayenin varlığı, Avrupalılar'ın onyedinci yüzyıldaki zenginleşmede izlediği yolun açık bir kanıtıdır. Bu finansal araçlar bir kere ortaya çıktıktan sonra, varo­ luşlarının nedeni olan bazı varlıklardan bağımsız bir hayat sürdürmekte hiç zaman kaybetmezler. Mackay ve de la Ve­ ga'nın finansal piyasalar oyununun böylesine erken bir aşa­ masında anlattıkları öykülerden çıkarılacak öz budur. Finan­ sal piyasalar tarihindeki diğer öyküler gibi, bu öyküler de o sonucun kalıcılığını kanıtlamaktadır. Beni asıl etkileyen, bu özelliğin ortaya çıkış hızıdır. Okurlara, bu cildin iki değil, üç mücevher içerdiğini vur­ gulamak istiyorum. Martin Fridson'un giriş bölümü sadece Mackay ve de la Vega'ya yazılan bir ek değil, aynı zamanda zenginliğin, aç gözlülüğün, yutturmacaların ve geçmişteki fi­ nansal yeniliklerin bu harikulade tarihini okurken alacağınız keyfin ayrılmaz bir parçasıdır.

13



GİRİŞ BUDALALARIN ALEMİNDE

Financial Times'ın bir editörü tüm zamanların en iyi on yalı­ kitabını seçtiğinde, listesindeki ilk iki isim Joseph de la Vega'nın Karışıklığın Karmaşası ve Charles Mackay'in Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı oldu. Her ne kadar editörün seçtiklerini kronolojik olarak sıra­ lama karan de la Vega (1688) ve Mackay'e (1841) kesin bir üstünlük sağladıysa da, saygınlık uyandıran bu iki yapıt, menkul kıymet piyasalarına ilişkin en değerli kitaplardan oluşan kısa listenin demirbaşlarıdır. Bunların biri veya her ikisi, "Yab.rımcılar için Kitap Listesi", "Yatırımcının Kütüp­ hanesi" ve "Akıllı Yatırım Yapmaya Yönelik Hediyeler" gibi başlıklar taşıyan makalelerde sürekli yer almaktadır. Piyasaların şaşırb.cı ve ayarb.cı özellikleri hiçbir zaman so­ na ermediğinden, yab.rımcılar de la Vega'nın karmaşasıyla ve Mackay'in yanılgılarını el i.�stünde tutmaya devam etmek­ tedir. İzleyiciler, b.pkı 1720'de Güney Denizi Balonu'nun pat­ lamasında atalarının yapb.ğı gibi, 19 Ekim 1987'de Dow Jones Sanayi Ortalamasının 508 puanlık çöküşüne şaşkınlıkla tepki nın

15


göstermişlerdir. Aynı şekilde, yatırımalar, Japonya'nın Nik­ kei 225 endeksine 1990'ın başında nasıl olup da sadece do­ kuz ay içinde %91 daha fazla değer biçildiğini anlayamamış­ lardır. Charles Mackay, bu garip dalgalanmaları kitle histerisinin dönemsel patlamalarına atfeder. Buna karşılık, Joseph de la Vega, bu piyasa sarsıntılarının gerisindeki hilekarlığı göre­ rek, fiyat dalgalanmalarını düzenbaz spekülatörlerin el sana­ tı olarak tanımlar. Eğer borsanın sık sık rastlanan bu istikrarsız davranışları­ nı anlamak isterseniz, her iki açıklama da incelemeye değer. Mackay ve de la Vega'nın klasikleri Yanılgılar ve Karmaşa'dan, piyasanın en büyük uzmanlarınca paha biçilmez olarak değerlendiren, yatırım dehasının ruhu ortaya çıkar. Örneğin, Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı, Bemard Baruch'un en gözde kitabıydı. Kitabın bu­ günkü itibarının bir nedeni de bu ünlü para yöneticisidir. Ba­ ruch, 1932'de kitabın yeniden yayınlanmasını teşvik etmiş ve bir giriş yazısıyla da katkıda bulunmuştur. Günümüzün en başarılı yatırımcılarından biri olan John Templeton, aynı şe­ kilde Mackay'in eserine çok önem vermektedir. Finansal basının sürekli bir izleyicisi iseniz, Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar' a yapılan övgülere devamlı rastlarsınız. Forbes'un sayfalarında, çeşitli köşe yazarları onu "[yatırım] işi ile ilgili en önemli kitap," "her yatırımcının kütüphanesin­ de bulunması ve menkul kıymet piyasalarında yatırım ya­ pan herkesin okumt:Lı gereken bir eser" ve "akıllı yatırıma­ lann gözde metni" olarak vurgulamışlardır. Diğer yayınlar­ daki tipik tanımlamalar arasında "ekonomik budalalığın kut­ sanmış kitabı," şimdiki zamanın farklı olduğunu düşünen 16


herkes için ve "Borsanın Ekim

U 987}' deki düşüşünden önce

okumuş olmayı isteyeceğiriiz bir kitap" ifadeleri yer alır. Diğer bir yorumcu şöyle bir gözlemde bulunmaktadır: "Bir süre

için

Wall Street'te

çalışan

biri,

eninde

sonunda

Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı'na yö­ nelecektir." İlk yayınlandıktan yüz elli yıl sonra bile, Mackay'in spe­ külatif balonlar hakkında anlattıkları, piyasadaki her yeni şişine veya çöküşte

hemen

Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar'ı

dile getirilir. Son yıllarda akla getiren olaylar arasında

altın, Meksika hisse senetleri, gıda şirketi hisseleri, konut ma­ liyetleri, Japon arazi fiyatları,

junk bondlar

(riski de getirisi de

yüksek bono) ve Baring Securities'in çöküşü yer aldı. Mackay'in etkisi, finans piyasalarının çok ötesine uzanır. Medyayı bir araşhrırsanız, bilgisayarların virüslerden korun­ ması, Yüksek Mahkeme Yargıcı Clarence Thomas'ın teyit oturumları, Halley kuyruklu yıldızı, kumarhanelerin çoğal­ ması; Teenage Mutant Ninja Kaplumbağaları ve Power Ran­ gers hakkında çıkan yazılarda

Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlzğı ndan söz edildiğini görürsünüz. '

Yorumcular, Mackay'in anlathklan ile berbat filmlerin şaşır­ hcı gişe başarıları, şiddeti azaltma kampanyaları, ozona veri­ len zarar tarhşmaları, zehirli meyve panikleri, çocuk bakım merkezlerindeki suistimal korkuları ve kanalizasyon arıtma tesislerinin iyileştirilmesi çabaları gibi ilgisiz olgular arasın­ da paralellikler kurmuşlardır. Hatta,

1992'de yayınlanan bir

Ponzi Düzenleri, Ma;·s'tan Gelen İstilacılar & Biraz Da­ ha Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı kitaba,

adı verilmişti. Belki de, Mackay' e gösterilen kültürel sadaka­ tin en büyük kanılı, aynı yıl açılan ve bireylerin kendi sorum-

17


lulukları�ı üstlenmeyi sona erdirdiklerinde neler olup .bite­ ceğini sorgulayan ve Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı adı verilen sanat sergisiydi. Bu kitabın artık bir destan haline geldiğini söylemek abar­ tılı olma.z. Kitap hakkında konuşuldukça hikaye biraz abar­ tılıp süslenmiş ve kaçınılmaz olarak da bazı yerleri anlaşıl­ maz hale gelmiş. Bazı gü venilir.kaynaklar, Olağanüstü Kitle­ sel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı'nın piyasaya ilk kez 1841' de çıktığını göstermekle beraber, ilk basımının diğerleri 1852 olduğunu söylemektedir, bu tarihte ikinci baskısı yapıl­ mıştır. 1991 tarihli bir makale, Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar'ı bir kült klasiği olarak t anımlar ve1956' dan bu yana basılma­ dığını belirtir. Ancak, diğer yazarlar,1974 , 1976, 1980 ve1985 yıllarındaki baskılardan söz etmektedir. (Books in Print ya­ yın tarihlerini 1980, 1986 ve 1991 olarak sıralar.) Karmaşayı artıran bir başka etken de Mackay'in birinci ve ikinci baskı başlıklarının Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar Hakkında Anı­ lar' dan Olağanüstü Kitlesel .Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı Hakkında Anılar' a değiştirilmiş olmasıdır. Anılar kısmı1932 baskısında çıkarılır. Eldeki kay�tların çoğuna göre Bernard Barusch, 1929'da Mackay'in derslerini izleyerek servetini koruyabilmiştir. Bu­ na karşılık, bir dergide, Baruch'un başkalarına verdiği öğüdü kendisinin uygulamayarak piyasaya çöküşten önce girdiğini yazar. Gerçek, Baruch'un1929 hezimetindeı:ı ser vetine bir za­ rar gelmeden sıyrılmış olmasıdır. Bir biyografi yazarına göre, insanlar onu felaket tellallığı yapmaya başlamasından sonra dinlemez olmuşlar, buna yanıt olarak da, Baruch, beyanların­ da daha olumlu bir çizgiye yöneİmiştir. Sonuçta çift yönlü bir destan oluşlU". Bir yandan, hayranları, Baruch'un kısmen 18


Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar'da açıklanan önerileri anımsa­ yarak 1929 krizini önceden gördüğünü söylemektedir; öte

yandan, kütüphane tarihçileri; Baruch'un iyimser yorumları­

nın Mackay'in yerdiği piyasa çılgınlıklarının ta kendisi ol­

duğunu söylerler.

Kaynaklar Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar'ın yazarını bir

ondokuzuncu yüzyıl avukatı, bir İngiliz vakanüvisti ve bir

İskoç gazetecisi olarak ·tanımlar. Ancak, gerçekte, İskoçya

doğumlu olan Mackay, Glasgow Üniversitesi tarafından ve­ rilen "LL.D" derecesini adının sonuna eklemekle beraber,

hiçbir zaman avukatlık yapmamıştır. Şairliği ve şarkı sözü

yazarlığı en az gazeteciliği kadar ünlüdür. Bu ün öyle uçucu­

dur ki, bir alıntıda adı Bemard Mackay olarak geçer.

Hiçbir sır�dan yatırım kitabı bile böylesine devamlı bir

yanlış bilgi akımına maruz kalmamıştır. Olağanüstü Kitlesel

Yanılgılar'ı, ebediyen yanlarında bulunduracaklarını söyle­

yen birçok Y�,brım yöneticisinin de işaret ettiği gibi bu kitap

özel bir sınifa dahildir. Öyleyse bu kitap neden bu kadar

uzun süre popüler olmuştur? Mackay kitabında, menkul kıy­

metlere değer biçmede kullanılabilecek hiçbir trading kuralı veya formülü belirtmemektedir. Yatırımcıların okuma liste­

sinde değişmeksizin duran bir eserin tipik bir yatırım el kita­

bı olmayışı gariptir.

Kuşkusuz, Mackay'iıi. açıkladığı olaylar ilginçtir. Okurlar, onun Hollanda lale soğanı çılgınlığı, Missisipi Projesi ve Gü­ ney Denizi Balonu' na ilişkin renkli tanımlamalarını çok eğlen­ celi bulmaktadır. Ancak, kitap salt eğlence olmanın çok öte­ sindedit. Mackay'in tezi,çöğunluğun yanıldığırtı kanıtlayarak zengin olmayı uman herkese yöneliktir. · Buradaki herkes,

tüm spekülatörlerin ait olduğu bir gruptur, ayrıca finansal 19


alandaki geniş bir yelpaze içinde kafa yoran kişiler de buna dahildir. Bu kişiler, Mackay'in kitabında,çoğunluğun muta­ bık olduğu şeyin yanlış olabileceğinin onayını bulurlar.

Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ın verdiği mesaj, kitlelerin '

bazen akılsızca davrandığını kabul etmenin ötesine gitmek­ tedir.

Mackay'in görüşüne göre, kalabalığın histerisi,

sağduyuya sahip bireyler tarafından kolaylıkla keşfedilebilir. Eğer bu iddia doğru ise müthiş karlar elde edilebilir ve Mac­ kay'in de bunun doğruluğundan bir şüphesi yoktur. Kitlesel yanılgılar o kadar barizdir ki, onları tespit edememek için ancak bir ahmak olmak gerekir. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında yaşam, finansal yo­ rumcular için elbette çok daha basitti. Matematikçi Louis Bachelier hisse senetlerinin fiyatlarının "tesadüfi yönde" dü­ zensiz olarak hareket ettiğini henüz hesaplamamıştı. Bu so­ nuç, piyasanın bir ya da diğer yönde aşın ilerlediği gözlense bile, gelecekte izle:Yeceği yolun.öngörülebileceği konusunda ciddi kuşkular doğuruyordu. Dahası, ekonomistler, ancak Mackay'in ölümünden uzun bir süre sonra spekülatif balon­ lar gerçeğini sorgulamaya başladılar. Yeni teoriler, görünen anlamsız fiyat dalgalanmalarının bile varlık değerlerindeki gerçek değişiklikleri yansıtabileceğini öneriyordu. Daha son­ ra, bu düşünceye tepki olarak, Etkin Olmayan Piyasalar ku­ ramcıları, geçici heves ve budalalıkların önemini yeniden ile­ ri sürdüler. O zamana kadar, gizemli matematiksel yöntem­ ler, piyasayı anlaır,a girişimlerine gölge düşürmüştü. Bu durum, Mackay'in tarihsel öyküsünün özelliğinin tartışmadaki yerini yitirdiği anlamına gelmez. Ancak, onun zamanından bu yana, tartışmanın seviyesi yükselmiştir.

20


Araştırmacılar, yayınlanan kayıtları değerlendirmek için gü­ venilir bir kaynak olarak kabul etmekten çok, onların doğru­ luklarını kontrol etmek gibi zahmetli bir alışkanlık geliştirdi­ ler. Bu değişim sürecinde, ondokuzuncu yüzyılın daha ras­ lantısal araştırma yaklaşımı, Mackay'in işine yaramadı. Brown Üniversitesi'nden P eter M. Garber tarafından ya­ pılan araştırma, Mackay'in lale soğanı çılgınlığı tarihini ikin­ ci el kaynaklardan yarım yamalak derlediğini göstermekte­ dir. Abraham Munting'in lale çılgınlığı hakkında bin sayfalık kitap cildi, gerçekte, konuya temas eden altı sayfanın dışında, botanik bir bilimsel incelem� idi. Dahası, Garber, Mackay'i Johnn Beckmann'ın ondokuzuncu yüzyılın sonlarındaki ese­ rini kendisininmiş gibi yayınlamakla suçlamakta ve akabin­ de Mackay'in versiyonunun da P.T. Bamum tarafından ken­ disininmiş gibi yayınlandığını ilave etmektedir. Daha da kö­ tüsü, Garber'in çok sayıda okurun

Olağanüstü Kitlesel Yanıl­

gılar' da en çek sevdiği anekdotu lfu:letlemesidir. Onun araş­ tırmasında, son derece değerli bir lale soğanını normal bir soğan sanarak yiyen gemicinin bu pahalı yemeği 1634-1637 yılları arasında oluşagelen spekülasyondan muhtemelen da­ ha sonraki bir tarihte midesine indirdiği varsayılmaktadır. Bu önemsiz saptırmalar Garber'in eleştirisinin gerçek amacı değildir. Garber, Mackay tarafından tarihi belirtilen yıllar sırasında lale soğanı fiyatlarında mantıksız bir patlama olduğu fikrine saldırmaktadır. Garber, piyasa hareketlerini titizlikle inceleyerek, bu nadir lale soğanlarının fiyatlarında­ ki nispeten büyük fiyat dalgalanmalarının hem daha önceki hem de daha sonraki dönemlerde olduğunu göstermektedir. Aşın spekülasyonun, 1636-1637 kışında meyhanelerde kurulan

21


gayri-resmi vadeli piyasalarda ticareti yapılan, .daha sıradan çeşitleri etkilediği anlaşılıyor. Garber'ın tüm savları kabul edilse bile, tek bir Semper Au­ gustus soğanının 50.000 dolar eşdeğerine satılmış olması, iş­ lerin zıvanadan çıktığını göstermez mi? Aslında hayır. Gar­ ber son zamanlardaki satışlarda küçük bir miktar zambak soğanının 500.000 dolara müşteri bulduğuna işaret eder. Özel güzelliği olan bir lale soğanının o farklı renk ve biçime sahip türleri üretme gibi bir benzersiz yeteneği vardır. Co­ lumbia Üniversitesi'nden Frederic S. Mishkin, zaman içinde bu türden milyonlarcasının üreyebileceğini belirtmektedir: "Sonuçta, aradan yüzyıl geçse bile üretilen soğanların bi­ rim fiyatları türedikleri orijinal soğanınkinin ancak kü­ çük bir parçası olacak ama, orijinal soğanın fiyatının yüksek olması da tamamen makul karşılanacakhr. Bu­ nun nedeni, orijjnal soğandan üretilen milyonlarca türev soğanın şimdiki değerlerinin gerçekte son derece yüksek bir rakam olabilmesidir."

Tıpkı Garber'in lale çılgınlığını bir efsane olmaktan çıkardığı gibi, Illionis-Urbana Üniversitesi'nden Larry D. Neal, Güney Denizi Balonu'nun sadece vahşi bir çılgınlık veya kitlesel bir dolandırıcılık şeklindeki geleneksel yorumlanışına karşı çık­ maktadır. Onun tahminine göre, Güney Denizi Kumpanyası, hükümetin savaş borçlarını likit ve düşük faizli menkul kıy­ metlere çevirerek başlangıçta yararlı bir amaca hizmet etmiş­ tir. Neal, kumpanyanın kapasitesini abartıp daha fazlasını vadederek yanıldığını söylüyor. 22


Ancak, hiçbir bilimsel karalamanın, yatırımcıların Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar 'a olan düşkünlüğünü bertaraf etmesi mümkün görülmüyor. İnsanlar, çoğunluğun düşün­ cesine rağmen kazanmak için paralarını bahse konu ettikleri sürece, çoğunluğun dönemsel olarak çılgınlaştığı düşüncesi­ ni de benimseyeceklerdir. SpekülaWrler şu düşüncede Kip­ ling ile hemfikirdir: Herkes kendisini kaybederken siz kendi­ nize sahip olabilirseniz, dünya ve �erindeki her şey sizin olur. Günümüzün tüm ekonomik kurallarına ve bilimsd stan­ dartlarına uysa da uymasa da� Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalığın Çılgınlığı'nın yatırımcılara önerilen kitaplar listesindeki yeri hep sağlam kalacaktır. Kitap o ezeli sorunun tam kalbini hedeflemektedir: Alma veya satma zamanının geldiğini gösteren açık ve kesin işaretler var mıdır? Mackay öyküsünde, bir fiyat trendi aşın uzadığında ay­ rıntılı bir analizin gereksiz hale geleceğini kuvvetle savun­ maktadır. Ne var ki, açık olarak aşın şişmiş piyasalar bazen daha da aşırı değerlenme eğilimi gösterirler. Dolayısıyla, Mackay'in kitle histerisini vurgulamasını, Joseph de la Ve­ ga'nın her şeyi soğukkanlılıkla hesaplamaya gösterdiği özen­ le mayalandırmak fena bir fikir olmayacaktır. Karışıklığın Karmaşası nın yazarı, dikkatini daha dar bir alana, kendi çağına ve tek bir menkul kıymet trafiğine, yani Hollanda Doğu Hint Kumpanyası'nın hisse senetleri üzeri­ ne yoğunlaştırır. Ayrıca, de la Vega, olaylara, Amsterdam'da İspanyol Engizisyonu'ndan kaçmış· bir mülteciler toplu­ hiğunda. büyüyen bir şair-işadamının kendine özgü· pers­ pektifinden bakmaktadır. Ancak, yazılışından üçyüzyıl son­ ra, Karışıklığın Karmaşası, asla gündemden düşmeyecek tica­ ri kumarları açıklarken, evrensellik ışıklan saçmaktadır. '

23


Örneğin, de la Vega, günümüzde gözlenen üç tür borsa iş­ lemcisini birbirinden ayırmaktadır. Bazı yatırımcılar, sadece kar paylarını tahsil ederler ve "hisse senedi fiyatındaki hare­ ketlilikle ilgilenmezler". Diğerleri, kısa vadeli ekonomik ve politik tahminlere dayalı tutucu ticari stratejileri izlerler. Üçüncü grup ise doğrudan doğruya spekülatörlerden oluşur. De la Vega, borsanın kendi hakkındaki görüşü olarak ta­ nımladığı temel analizini olayın teknik yönünde;n ayırdeder. Günümüzün, "söylentide al haberde sat'' ilkesini dile getirir. ( Bir olay beklentisi, borsaya olayın kendisinden daha fazla etki yapar. ) Modern ifade şekliyle, "Daha Büyük Budala Ku­ ramı," Vega'nın yatırımcının aşırı yüksek fiyatlarda telaşlan­ masına gerek olmadığı şeklindeki düşüncesine denk düş­ mektedir. ("İnsanların sayısı kadar spekülatör olduğu ve her zaman sizi kaygılanmaktan kurtaracak ahalar bulunduğu gerçeğini bilin ... ") Çağdaş "akıllı para" terimi, de la Vega'ya göre "sonsuz bir taraftar kitlesi"ni cezbeden kurnaz speküla­ törleri gereğince t anımlamaktadır.

Karışıklığın Karmaşası'nı

okuyunca, son üçyüzyıl içinde

menkul kıymetler piyasasına gelen yeniliklerin tümünün rastlantısal bir niteliği olduğu izlenimi edinilir. Hisse senedi piyasasının doğuşunun üzerinden daha yüıyıl geçmeden, vadeli ve opsiyon işlemleri yapılmaya başlandı. Lot altı işlem yapanlar için, gerçek hisselerin onda biri tutarında nominal değeri olan hayali "ducaton hisseleri" vardı. Menkul kıymet denetçileri de, de la Vega'nın gününde sahnedeki yerlerini almışlardı. Aslında onlar, piyasa mani­ pülasyonunu engelleyen, artık kullanımda olmayan, yön­ temler yaratmışlardı. Açığa satışlar yasadışı ilan edilmişti ama yasaları uygulamaya kimse zahmet etmiyordu. Bunun

24


yerine, söz konusu işlemlerde kaybedenlerin yükümlülükle­ rini Frederick şartına başvurarak yerine getirmekten cayma­ larına izin verdiler. Bir kişinin karlarının uçup gibnesi ihtimali, yasalara uy­ mayanlar için etkili bir caydırıcılık gibi görünecekti. Ancak, bugün olduğu gibi o zaman da, piyasa denetimi borsa spe­ külatörlerinin korsanlık eğilimlerini etkisiz hale getiremedi. İşlem yapanlar, çeteler oluşturarak ve sersemletici hilelerle saldırıya geçerek faaliyetlerinin �ôrttrol a'Itına alınmasına karşı durdular. De la Vega'ya göre, ayılar söylentiler yayıp, mevcut teminat sermayesini kilitleyerek boğaları engelledi­ ler ve hazine bonosu fi yatlarını aşağı çekerek bir savaş veya ekonomik kriz korkusu yarattılar. Öte yandan boğalar da, fiktif fiyat kotasyonları yayıp, sahte satın alma emirleri üret­ tiler ve onların saflarına katılıyor görüntüsü vererek ayıları tuzağa düşürdüler. De la Vega'nın kayda aldığı entrikalar öylesine ayrıntılıdır ki, kitabının ismini Danışıkların Döğüşü koyabilirdi. Onun açıkladığına göre, yatırımcıların kafasının karışıklığı, esas olarak bir çılgınlıklar veya yanılmalar sorunu değildir. Bu­ nun yerine, piyasa hareketleri, temel verilere bakmaksızın fi­ yatları hareketlendirınek için özenle hazırlanmış plaı'ıları yansıbnaktadır. Bu düzmeceler yükseliş ve düşüşlere neden olacak gerçek haberlere bağlı olmadığından, ortaya çıkan fi­ yat hareketleri entrikanın dışında kalan kişiler için anlaşıl­ maz olmaktadır. Bugün de, tıpkı de la Vega'nın zamanında olduğu gibi, sersemletilmiş yatırımcılar, görünen kaostan anlam çıkarma­ ya çalışırlar. Fiyatlar ile temel değerler arasındaki oransızlık­ tan kafası karışanlar, fiyat formasyonları arayışına girerler.

25


Belki birkaç gün üst üste düşen bir piyasanın arlık yükselme zamanının geldiğine inanmaktadırlar. Belki de, fiyatların yükselme oranının

o

yükseliş için bir önemi vardır.

Wall Street bilgeliği - her ne ise - büyük ölçüde bu kuşku­ lar etrafında dönmektedir. Ve bu sorular hiçbir zaman bir ya da diğer yönde çözümlenmediği için, yahrım bilgeleri dikkat çekecek ölçüde çelişmeli deyişler geliştirmişlerdir. Bir yaygın kurala göre, yahrımcılar karda beklemeli zararı kısa kesmeli­ dirler. Öte yandan, deneyimli ve ağırbaşlı eskiler şu uyarıda bulunur: "Açgözlüler aç kalır." Diğer bir deyiş şöyledir: "Bo­ ğalar, ayılar ve domuzlar vardır." Öyleyse hangisi doğrudur? Yatırımcılar kardayken hemen nakde çevirme dürtüsüne karşı mı gelmelidirler yoksa parayı alıp tüymek mi gerekir? De la Vega'nın biraz eldeki kuşun daldakinden daha iyi olduğu görüşünün taraftarı olduğunu da kayıtlara geçirelim. ("Kaybedilen

karlar için pişmanlık duymaksızın her kazancı

alın ...") Ancak bazı piyasa guruları, belli bir kavşakta hangi yönde gidileceğinin bilinmesinin, işin kolay kısmı olduğunu iddia etmektedirler. Tüm gereken, piyasa teknisyenlerinin kolayca sağlayabileceği o şaşmaz trading sistemlerinden bi­ ridir. Bu düşünce ekolüne göre herkesin zengin olamayışının gerçek nedeni psikolojiktir. İnsanlar, trading disiplinine uy­ mayı beceremezler, çünkü muhtemelen çocukluklarında ma­ ruz kaldıkları bir travma nedeniyle, duygularına esir düşer­ ler. Neyse ki, hastalığın çaresi vardır. En azından, bir ücret karşılığında biz� çare bulan özel danışmanlar türüne inanı­ yorsak. Bu uzmanlar, yahrımcıların psikolojik danışmanlık yoluyla manbksız dürtülerin üstesinden gelebileceğini ileri sürerler.

26


Doğal olarak, bu tedavi karlı işlem yapma garantisi ver­ mez. Aslında, yabnmcı terapisini destekleyen klinik kanıtlar da zayıfur. Örneğin, eğer karlı işlem yapmak için

(sağlam kafa)

mens sana

zorunlu ise, Buffalo Partners'ın başkanı olan

John Mulheren'in başarısını nasıl açıklayabiliriz? Mulheren, manik depresyonda olduğunu kabul etmekle kalmaz, aynı zamanda bu gerçeği Crazee ismini koyduğu bir dondurma salonu açarak kutlar.

Karışıklığın Karmaşası,

hisse senedi piyasasının psikolojik

boyutunu da ihmal etmez. öte yandan, de la Vega, karlı iş­ lem yapmanın sadece zihinsel engellilerin işi olmadığını hiç­ b'ir zaman varsaym_amıştır.. Ne de olsa, eğer piyasa dalgalan­ maları manbk aleminin ötesinde ise, berrak düşünceli olma­ nın hiçbir yararı yoktur. De la Vega, kendi kendine yeten ya­ tırımcıları, menkul kıymet fiyatlarındaki her dalgalanma ve dönüşü, daima güçlü olan Birileri'ne atfedenlerden daha

az

anlar. Entrikacıların egemen olduğu bir piyasa yaygın olan imajdır, ama manipülasyon ve insider işlemler üzerindeki çağdaş yasaklamaları da unutmamak gerekir. Eğer fiyatlar hiçbir somut neden olmaksızın düşüyorsa, birçok yabrımcı için bunun nedeninin

Birileri'nin fiyatları "aşağı çekmesi" ol­

duğuna inanır. Bir hisse hiçbir habere bağlı olmaksızın üst ta­ raftan kırış yapıyorsa,

Birileri

başkalarının bilmediği bazı

şeyler bilmektedirler. Belki de işin içinde biraz paranoya var­ dır ama, yabrımcılar için kolay olan, zararlarının alçakça bir entrikadan kaynaklandığına inanmakhr. Yasadışı işlem uy­ gulamalarının dönemsel olarak ortaya çıkması, öykünün ina­ nılabilirliğinin devam etmesi için yeterlidir.

27


De la Vega'nın entrikalara verdiği önem, yatırımcıların önemli bir kesimi ile mutlu bir uyum sağlamaktadır. Buna rağmen,

Karışıklığın Karmaşası

dikkatle okunduğunda, piya­

sanın tamamen her şeye gücü yeten hilebazların insafına kal­ masından çok daha karmaşık ve inanılır bir tablo ortaya çı­ kar. De la Vega, ayılarla boğalar arasında geçen sürekli mü­ cadeleyi tanımlar. Sonuçta, hiçbir taraf hisse senedi fiyatları­ nı devamlı bir yönde hareket ettiremez. Ekonomik temeller­ de genel olarak önceden görülmeyen ani değişiklikler, dö­ nemsel olarak bir ya da öbür tarafı üste çıkarır. De la Vega'nın 1688 krizi ile ilgili analizini irdeleyin. Onun görüşüne göre, çöküşten önceki dinginlik, olumlu eko­ nomik görünümü doruğa yükselten bir kredi bolluğu, ulus­ lararası asayiş, elverişli ticaret beklentileri ve iyi demografik oluşumlar bileşimini yansıtıyordu. Daha sonra, daha geniş ticari fırsatlar ve yeni maden cevherlerinin keşfedilmesi yö­ nünde olumlu haberler ulaştı. Yaygınlaşan iyimserlik orta­ mında, olası bir kötü bilançolar sürprizi ile ilgili raporları hiç kimse önemsemedi. De la Vega'ya göre, yatırımcılar, kesin ve yaygın olarak beklenen ama "herkesi şaşırtacak" o mucizevi ekonomik performansı hesaplamalarına kattılar. (Basit man­ tık, bugün de böyle bir olayın her ne kadar piyasa yorumla­ yıcıları için en az üçyüz yıl önceki kadar sorunlu olsa da, çe­ lişkiler içerdiğini ortaya koymaktadır.) O zamanlar ayıların çoğunluğu dahi bu boğa duygusallığına kapılmışlardı. Açığa satmaya istekli olmadıklarından, kötü bilanço raporları ağır satışlar _getirdi Je teminat çağrılarına yol açtı. De la Vega'nın öyküsünde, bu noktaya kadar, kafaların ka­ rışması için bir neden bulunmaz. Piyasa ilk başta mevcut bil­ giler bazında doğru yorumlanarak yükselmişti. Her ne kadar

28


yazarın sağladığı sınırlı bilgilerle yargıya varılması olanaksız olsa da, belki de yatırımcıların beklentileri bir noktada aşırı hale gelmişti. Herhangi bir ölçüde elverişsiz haberler öngö­ rülemezdi. Eğer ayılar, "bu mantıksız aşırılığın başka bir ör­ neğidir" şeklinde mırıldanıp açığa satış yapmış olsaydılar, kolayca donlarını kaybedebilirlerdi. Bu olayda, ayılar boğalaşarak felakete sürüklendiler. O her şeye kabil Birileri bile bütün düzenbazlıklarına rağmen piyasayı hareketlendi­ remediler. Fiyatlardaki değişkenlik (volatilite) de yatırımcıla­ rın mantıksızlığını haklı çıkartamadı. De la Vega'nın anlattık­ larına göre, temel verilerin değişmesi artık fiyatlarda bir re­ vizyonu gerektiriyordu.

1688 krizinin açığa kavuşması, piyasaların mantıklı ve hakça olduğuna inananlar için pek yatıştırıcı olmadı. İlk değerlendirmelere rağmen, Hollanda Doğu Hint Kumpan­ yası'nın karlarının mükemmel olduğu görüldü. Ancak, can­ lanma yerine, piyasada savaş çıkacağı ve artan savunma büt­ çesinin finanse edilmesi için vergi,artırımı:0.yapılaoağına iliş­ kin sahte dedikodular yayıldı. De la Vega'ya göre, ayılar, sa­ vaş söylentilerinin temelsiz olduğundan kuşkulananlar ara­ sında bile panik yaratmayı başardı. Amsterdam borsasını Et­ kin Piyasa hurafeleriyle izleyen, ama ayıların düzmecelerine düşmeyen herhangi bir insanın kafası tamamen karışabilirdi. Eğer Charles Mackay orada olsaydı, yatırımcıların "sürü ha­ linde çılgınlaştığı [ve] yavaş yavaş kendilerine geldikleri" yargısıyla haklı çıkacaktı. Karışıklığın Karmaşası'nın ilk yayınlanışından bu yana ve

Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı'nın ortaya çıkışından yüzelli yıl sonra, insan doğasının çok az değiştiği görülüyor. Dünya ölçeğinde yeni menkul kıymet

29


piyasalarının ortaya çıkışı . eski derslerin tümünü tekrar dile getiriyor. 1993 yılında Latin Amerika kağıtları ile ilgili havai coşkunun yerini, 1994'ün sonunda Meksika'run kendi para birimini aniden devalüe etmesiyle ortaya çıkan geçici şaşkın­ lık aldı. Açıkça söylemek gerekirse, yahnmcı duygularında­ ki dalgalanmalar, John Law ve Missisippi Projesi zamanında oldukları kadar günümüz piyasalarının da bir özelliği. Hat­ ta, Rusya'nın o genç ve değişken borsası Law'un yerine hatı­ rı .sayılır bir halef üretti bile. Gelen haberlere göre, Sergei Mavrodi, yatırımcılara yıllık %3000 getiri garantisi vererek ülkenin en zengin ellinci ada­ mı oldu. Onun aracı MMM denilen gizemli bir yatırım fonu idi. MMM hisseleri herhangi bir borsada işlem görmüyor, Mavrodi tarafından tespit edilen fiyatlarla alınıp satılıyordu. Halka açılımdan altı ay sonra, eski bir matematikçi olan bu girişimci, MMM hisselerini 1 dolardan 60 dolara yükseltti. Fonun maddi varlıkları olduğuna ilişkin kanıtların bulunma­ dığı ortaya çıktığında, kuşkucular, MMM'nin bir Ponzi düz­ mecesi olduğu sonucuna vardılar, Yani, Mavrodi'nin ilk y.atı­ rımcılara sonraki yatırımcılardan yüksek fiyatlarla elde ettiği fonlardan ödeme yaptığından kuşkulandılar. Mavrodi hisse­ lerini geri satın almaya devam edemeyince, fiyat gördüğü en yüksek sevi yeden %99 düşerek 46 cent'e indi. Rusya'da .Ponzi düzmecelerine karşı hiçbir yasa bulun­ maması Mavrodi için şans oldu. Savcılar vergi kaçırmakla suçlamak tehdidinde bulundular ama, 1992-1993'te içeri tık­ ma girişimlerini başaramadılar. Mavrodi, çeteler tarafından ortadan kaldırıldığından yeri boşalmış bir parlamento üye­ liği için adaylığını koydu. Seçimi kazandı ve dokunulmazlık elde etti. 30


Ne ilginçtir ki, yatırımcılar Mavrodi'ye karşı bir kin besle­ miyorlardı. Genç bır dul, fiyatların çöküşünden sonra MMM hisselerini satın almak için yağmur altında kuyrukta bekler­ ken "onun bir piramit düzmecesi olduğunu biliyordum" de­ di. Hissenin ucuz olduğunu ve bir kez daha hızla yükselebi­ leceğini söyledi. Panik başlamadan hemen önce 50.000 dolar net karını alıp kaçmayı beceren bir borsa broker'ı ise tama­ men felsefi bir yorum yaptı: "Kuşkusuz Mavrodi birçok insa­ nı aldattı"; ancak ''beleş öğle yemeği diye bir şey yoktur." (Ekonomist Milton Friedman, kısıtlayıcı engellerden kurta­ rılmış piyasaların şiddetli savunucusu olmasına rağmen, bu sözü yaygınlaştırırken aklında muhtemelen çok farklı şeyler vardı.) Genelde, Ruslar MMM'nin çöküşünde suçu fonun başkanından çok felaket tellallığı yapan hükümet görevlile­ rinde gördüler. Yatırımcıların Mavrodi'ye olan bu sınırsız inançları, de la Vega'nın aklı karışıklarının ve Mackay'in yanıltılanlarının sonsuz olduğunu doğruluyor. Kuramdaki ilerlemelerin, gü­ nümüz ekonomistlerinin kendi öncellerine göre piyasa karı­ şıklıklarını daha mantıklı biçimde algılamalarını mümkün kıldığı belki de doğrudur. Ancak kuramcılar, süslemeli bir mektup zincirinden başka hiçbir şey olmadığını teyit ettikle:­ ri bir düzmecede, yatırımlarının hemen hemen tamamını kaybettikten sonra bile, yeni MMM arzının satın alınması yö­ nünde yaygara yapan yatırımcıları da bir şekilde hesaba kat­ malıdırlar. Bu budalalıkta ısrar edilmesi, gerçekten akıllı bir yatırımcının kitlelerin çılgınlıklarından faydalanabileceği umudunu devam ettirir. Dolayısıyla, Karmaşa ve Yanılg ıfar' da anlatılan olaylar,

uzun yıllar boyunca yatırımcıların okuması önerilen kitaplar

31


listelerindeki yerlerini koruyacakhr. Yırmibirinci yüzyılın Bemard Baruchs'lanna sorulduğunda, bu metinlere sofuca bir bağlılıkla başvuracaklarını s öyl eyeceklerdir Ve bugünün .

acemi işlemcileri, de la Vega ve Mackay'in y a pıtl ar ını tarihi eser oldukları için değil, verdikleri mesajlar her zaman ol­ duğu gibi gerekliliğini koruduğu için haleflerine iletecekler­ dir.

32



Olağanüstü Kitlesel Yanılgılar ve Kalabalıkların Çılgınlığı

Charles Mackay 1841



SUNUŞ

Yazarın önümüzdeki sayfalarda ulaşmaya çalıştığı amaç, çe­ şitli nedenlerin yol açtığı sosyal salgınlara ilişkin en kayda değer olaylan derlemek ve kitlelerin kolayca nasıl baştan çık­ tığını ve kendi tutkuları ve suçları içinde dahi, insanların na­ sıl taklitçi olduklarını ve sürü halinde hareket ettiklerini gös­ termektir. Okur masaya yatırılan konulardan bazılarına yabana ol­ mayabilir, ancak Yazar içerikte yeteri kadar yeni aynnb bu­ lunuşunun takdir edileceğini umut etmekte ve konunun doğru işlenebilmesi için eski kısımların göz ardı edilmiş ola­ mayacağını açıklamaktadır. Güney Denizi çılgınlığı ve Missi­ siri yanılgısı hakkında yazılan bu anılar, başka yerde buluna­ bilecek olan bilgilerden daha çok derli toplu ve detaylıdır. Ay­ nı şey, Almanya' da korkunç bir yayılma gösteren Cadı Çılgınlığı* tarihi için de söylenebilir. Bu korkunç, ancak ilginç konu hakkında yazılan en önemli eser olan Walter Scott'un Şeytana Tapma ve Cadılık Üzerine Yazılar adlı kitabında bile Almanya' da olup bitenlere pek fazla değinilmemişti.

*

Editörün Notu: Bu sayfada adı geçen Cadı Çılgınlığı ve Simya konuları Mac­

kay'in kitabının bu yeni baskıya dahil edilmeyen bölümlerinde işlenmiştir. Bu baskı, sadece spekülasyon ve finansal piyasalarla doğrudan ilgili bölümleri içer­ mektedir.

37


Toplumsal yanılgılar öylesine erken başlamış, öylesine yaygınlaşmış, öylesine uzun sürmüşlerdir ki, bunların tarihi­ ne ilişkin ayrıntıları anlatmak için değil iki üç cilt, elli cilt bi­ le gerekebilirdi. Elinizdeki bir tarih kitabından çok bir yanıl­ gılar derlemesidir. Porson'un bir zamanlar tüm bunları an­ cak beşyüz cilde sığdırabileceğini söylediği gibi, burada ya­ zılanlar insanların budalalıkları hakkında o henüz yazılma­ mış büyük ve dehşet verici kitabın sadece bir bölümüdür! Aralara, budalalık ve yanılgı örneklerinden çok, taklitçilik ve inatçılık hakkında bazı eğlendirici ve hafif olgular serpiştiril­ miştir. Kitabın çizdiği sınırlar dışında kaldığından dolayı dinsel çılgınlıklara kasıtlı olarak değinilmemiştir. Halbuki bunlara ilişkin sadece bir liste çıkarılması bile bir cildi kaplardı. Eğer burada yazılanlar .beğenilirse, yazar başka bir ciltte geçmişin Rosicrucian'ları (doğaüstü felsefesini insan ilişkile­ rine uygulama yolunda kurulan uluslararası bir derneğin üyesi-ç) ve çağımızın Magnetiser'lerini de dahil ederek, Sim­ ya sözde-biliminin gelişimi ve ondan kaynaklanan felsefi ya­ nılgıları ele almaya çalışacakhr.

Londra, 23 Nisan1841

38


İÇİNDEKİLER

MİSSİSSİPPİ PROJESİ John Law; doğumu ve gençlik kariyeri - Law ile Wilson arasındaki Düello - Law'un King's Bench'ten Kaçışı (İngiltere de en yüksek Temyiz Mah'kemesi-ç) - "Land-bank" - Law'un Avrupa kumarha­ nelerinde geçirdiği dönem ve Orleans Dükü ile ilişkisi - XN. Lo­ uis'in hükümdarlığından sonra Fransa'nm durumu - Law tarafın­ dan bu. ülkede oluşturulan kağıt para - Fransız halkının Mississip­ pi Projesi sırasındili coşkusu - Marshal Villars - Law ile görüşmek için uygulanan stratejiler ve verilen rüşvetler - Mississippi hissele­ rinde büyük dalgalanmalar - Korkunç cinayetler - Law'un kurduğu maliye bakanlığı - Paris'te süs eşyası indirimleri - Mali güçlüklerin başlaması - İnsanların bir şaşırtmaca için Mississippi'deki maden­ lerde çalışmaya gönderilmesi - Bankada ödemelerin durdurulması - Law'un bakanlıktan ahlması - Ödemelerin madeni para ile yapıl­ ması - Law ve Kral Naibi'nin şarkılarda hicvedilmesi - Korkunç Mississippi Projesi krizi - Hemen hemen mahvolmuş olan Law'un Venedik'e kaçışı - Kral Naibi'nin ölümü - Law'un tekrar kumara başlamak zorunda kalması - Venedik'te ölümü.

39


GÜNEY DENİZİ BALONU Oxford Dükü Harley tarafından başlablması - Exchange Alley, bü­ yük heyecan sahnesi - Bay Walpole - Sir John Blunt - Hisselere bü­ yük talep - Sayısız Balonlar - Alçakça projelerin ve balonların liste­ si - Güney Denizi hisselerinde büyük yükseliş - Ani düşüş - Genel direktörler toplanbsı - Güney Denizi seferinin korkunç doruğu Toplum üzerindeki etkileri -Avam Kamarası'ndaki gürültü-Şöval­ ye'nin kaçışı - Sir John Blunt'ın kuruntusu - Şövalye'nin Tırle­ mont'ta tekrar yakalanması -Şövalye'nin ikinci kaçışı -Düzmeceye karışanların sorgulanması - Cezalar - Sonuç yorumlan.

LALE ÇILGINLICI Conrad Gesner - Viyana'dan İngiltere'ye getirilen laleler - Hollan­ da'lılann lale hevesi - Lalelerin yüksek değeri - Bir denizci ve bir la­ le hakkında garip bir anektot- Düzenli lale piyasaları - Lalelerin bir spekülasyon aracı olarak kullanılması - Fiyatlarda büyük düşüş Çılgınlığın sonu.

40


PARA ÇILGINLIGI. MİSSİSSİPPİ PROJESİ Yeralh kumpanyaları

birleşip,

Karanlık işler için hisseler dikip, Hava cıvayla şehrin aklını çelerler, önce borç al ı p sonra fiyat öldürürler, Bölün içi boş bir hiçi hisselere, Verin kalabalığı velveleye.

- Defoe

Tek bir adamın kişiliği ve kariyeri 1719

-

1720 yıllarının bü­

yük projesi ile öylesine yakından ilişkilidir ki, Mississippi çıl­ gınlığı tarihine, yaratıcısı John Law'un yaşamıyla girmekten daha uygun bir şey bulunamaz. Tarihçiler, onun bir dolandı­ rıcı mı yoksa deli mi olduğu konusunda görüş birliğine vara­ mazlar. Yaptıklarının aa sonuçiarı hissedilmeye devam eder­ ken bu her iki lakap da yaşamı süresince aamasızca kullanıldı. Ancak gelecek kuşaklar bu suçlamanın adaletsizliğinden kuşkulanarak onun ne bir dolandırıcı ne de bir çılgın ol­ duğunu, aksine aldatan değil aldatılan ve günahkar değil masum olduğuna dair nedenler buldu. O itibarın felsefesini ve gerçek ilkelerini gayet iyi biliyordu. Para dünyasını her­ kesten daha iyi anlıyordu ve eğer sistemi böylesine heybetli

41


42


bir çatırtıyla çöktüyse, onun kusuru aklını çeldiği insanlar­ dan daha fazla değildi. Tüm bir ulusun böyle paragöz bir taş­ kınlığa kapılacağını, güvenin de güvensizlik gibi

sonsuza

dek

büyütülemeyeceğini ve umudun korku kadar aşırıya kaçabi­ leceğini hesaba katmadı. Fransız halkı, masaldaki adam gibi, çılgın hırslarla kavrulurken, altın yumurtlayan tavuğu öldü­ rebileceğini nasıl önceden görebilirdi ki? Onun kaderi, Erie'den Ontario'ya kürek çeken ilk maceraperest gemiciyi hakimiyeti altına aldığı varsayılan yazgı ile aynıydı. Açıldığı nehir geniş ve sakindi; hızlı ve kolay seyrediyordu; onu kim durdurabilirdi? Ne yazık ki çağlayan onu bekliyordu! Böyle­ sine keyifle sürükleyen akıntının, onu felakete götürdüğünü anladığında çok geç olmuştu ve geri dönmeye çabaladığın­ da, akıntının çok şiddetli olduğunu ve her hamlesinde çağla­ yana gittikçe yaklaştığını gördü. Çağlayanın sularıyla birlik­ te aşağıdaki keskin kayaların üzerine düştü. Teknesiyle bir­ likte paramparça olduysa da, o düşüşte çılgınca köpüren su­ lar bir süre daha kaynayıp çalkalandıktan sonra her zaman olduğu gibi yine sakin bir biçimde akıp gittiler. Law ve Fran­ sız halkı için de durum aynıydı. Law gemiciydi, Fransız hal­ kı da ırmak. John Law,

1671'de

Edinburg' da doğdu. Babası, Fife' deki

eski bir ailenin en küçük oğluydu ve ailenin kuyumculuk ve bankerlik işini devam ettiriyordu. İşinde, her vatandaşının arzuladığı gibi isminin önüne bir asalet ünvanı alabilecek ka­ dar bir servet biriktirmişti. Bu amaçla, Batı ve Orta Lothian arasındaki sınırda, Firth of Forth'ta, Lauriston ve Randleston isminde bir malikane satın aldı ve Law of Lauriston ünvanı­ nı edindi. Anılarımızın konusu olan en büyük erkek çocuğu,

43


babasının işine ondört yaşında katıldı ve o zamanların İskoç bankacılığı hakkında bilgi sahibi olmak için üç yıl ölesiye çalıştı. Rakamları çok sevdiğini hep göstermişti ve o genç yaşında matematik becerisi olağanüstü bulunuyordu. Onye­ di yaşına geldiğinde uzun boylu, güçlü ve yakışıklı biriydi; ve yüzü, çiçek hastalığının yara izlerini taşımasına rağmen, zeki, dolu ve tatlı bir ifade yansıtıyordu. İşte bu sıralarda işi·ni ihmal etmeye başladı, burnu büyüdü ve giyiminde aşın gösterişe yöneldi. Hep gözdesi olduğu hanımlar ona Beau Law diye hitap ederlerken, züppeliğinden nefret eden hem­ cinsleri Jessamy John lakabını takmışlardı. 1688 'de babasının ölümü üzerine, artık sıkıcı hale gelmiş olan işlerden elini eteğini çekti ve babadan kalma Lauriston malikanesinin ge­ lirleriyle dünyayı görmek amacıyla Londra'ya hareket etti. Çok genç, çok gururlu, yakışıklı, ve oldukça zengindi, ay­ nı zamanda zincirlenemez bir kişiliği vardı. Bu yüzden Londra'ya varır varmaz har vurup harman savurmaya başla­ ması şaşırtıcı olmasa gerek. Kısa sürede kumarhanelerin mü­ davimi oldu ve anlaşılması güç şans hesaplamalarına dayalı belli bir planı izleyerek, büyük paralar kazanmayı tasarlıyor­ du. Tüm kumarbazlar onun şansına gıptayla bakıyor ve çoğu oyununu izleyerek onun yaptıklarını yapmaya çalışıyorlardı. Gönül işlerinde de aynı derecede şanslıydı ve sosyete bayan­ ları bu genç, zengin, nüktedan ve nazik İskoç'a gülümseyip duruyorlardı. Ancak, tüm bu başarılar felaket yolunu da dö­ şüyordu. Dokuz yıl süren bu zevk ve sefa dolu hayattan son­ ra, artık iflah olmaz bir kumarbaz haline gelmişti. Kumar aş­ kının artma şiddeti ölçüsünde sağduyusu yok oldu. Büyük zararlar ancak daha da büyük risklerle telafi edilebilirdi ve kötü bir gününde, aile mülklerini ipotek etmeden ödeye-

44


meceği miktarda zarar etti. Sonunda bu noktaya sürüklen­ mişti. Aynı anda, gönül işleri de onu sorunlarla yüzyüze ge­ tirdi. Vılliers* adlı bir bayan ile bir aşk ilişkisi veya hafif bir flört, Bay Wılson'un öfkelenmesine yol açtı ve düelloya davet edildi. Law kabul etti ve kötü talihi sonucu rakibini tek kur­ şunda öldürmek zorunda kaldı. Law, aynı gün Bay Wil­ son'un akrabaları tarafından tutuklattırılarak cinayetle yargı­ lanıp suçlu bulundu ve ölüm cezasına mahkum edildi. Su­ çun taammüden adam öldürme olmadığı gerekçesiyle ölüm cezası para cezasına çevrildi. Ölenin erkek kardeşi temyize başvurunca, Law, King's Bench'te gözaltına alındı. Daha son­ ra, hiçbir zaman açıklamadığı bir yolla kaçmayı başardı. Bu­ nun üzerine şerifler-aleyhine dava açıldı ve tutuklanması

için

resmi gazetede adına ödül teklif edildi. Yi.rmisekiz yaşında, ÇC?k uzun boylu, esmer, zayıf, fiziği düzgün, boyu bir metre doksan santimetre civarında, yüzünde çiçek bozuğu izleri olan, uzun burunlu ve yüksek sesle konuşan İskoçyalı Kaptan John Law olarak tanımlandı. Bu onun tanımlanmasından çok bir karikatürü andırdığından, kaçışını sağlamak amacıyla dü­ zenlendiği varsayıldı. John Law, Kıta Avrupası'na ulaşmayı başardı ve orada üç yıl seyahat ederek dikkatinin çoğunu geç­

tiği ülkelerin parasal ve bankacılık işleri ile ilgilenmeye ada­ dı. Birkaç ay Amsterdam' da kaldı ve bir miktar fon spekülas­ yonu yaptı. Sabahları finans ve işlem ilkelerini inceliyor, ak­ şamlarını kumarhanede geçiriyordu. Çoğunluk 1700 yılında Edinburgh' a döndüğüne inanmaktadır.

masını Gerektiren Nedenler ve Öneriler

Ticaret Konseyi Kurul­

adlı yapıtını bu keptte

yayınladığı kesindir. Bu broşür fazla dikkat çekmemiştir.

• Miss Elizabeth Villiers, daha sonra Orkney Kontesi

45


Kısa bir süre sonra, Land-Bank* dediği bir gayrimenkul bankası kurma planlarını yayınladı. Plana göre bankanın ih­ raç edeceği tahvillerin değeri devletin tüm arazilerinin değerini aşmayacak veya o değere eşit olacak, alıcısına belir­

li bir süre sonra o araziye sahip olma hakkını tanıyacak ve normal faiz işletecekti. Proje İskoçya Parlementosu'nun ilgi­ sini çekti ve Squadrone denilen tarafsız bir parti tarafından Law'un projesi doğrultusunda böyle bir banka açılması için önerge verildi. Parlamento, sonunda, bu tür tahvil ihraçları­ nın devletin işi olmadığı yönünde karar aldı. Law, bu projenin suya düşmesi ve Bay Wilson'un öldürül­ mesindeki af girişiminin başarısız olması sonucunda, Avru­ pa Kıtası'na çekilerek tekrar kumar alışkanlığına döndü. On­ dört yıl boyunca Flanders, Hollanda, Almanya, Macaristan, İtalya ve Fransa' da gezip dolaştı. Kısa sürede ticaretin yayı­

lım alanını ve her alanın kaynaklarını inceleyip öğrendi ve hiçbir ülkenin kağıt para birimi olmaksızın gelişemeyeceği düşüncesi kafasına iyice yerleşti. Bu zaman zarfında geçimi­ ni kumardan sağladı. Avrupa başkentlerinin her büyük ku­ marhanesinde tanınıyor, şans oyunlarında herkesten daha becerikli olarak biliniyor ve takdir ediliyordu.

Universelle'de,

Biographie

onu kentin gençliği için tehlikeli bir ziyaretçi

olarak gören sulh hakimleri tarafından önce Venedik, daha sonra da Cenova'dan kovulduğu yazar. Paris'te kaldığı sıra­ da, kendisini sevimsiz ve çirkin biri olarak tanıttığı polis şefi D' Argenson tarafından başkenti terketmesi emredilir. Ama ay!"llmadan önce kumarhane salonlarında Venlome Dükü,

* Günün nüktedanlan buna devlet gemisinin karaya oturup batacağı sand-bnnk (kum kümesi) diyorlardı.

46


Conti Prensi ve eşcinsel Orleans Dükü ile tanışır. Bunlardan sonuncusu daha sonraki kaderini büyük ölçüde etkileyecek­ tir. Orleans Dükü, İskoç serüvencinin hayat dolu oluşundan ve sağduyusundan etkilenmiştir; buna karşılık Law da daha sonra müşterisi olabilecek bu prensin zekası ve yumuşak huyluluğundan hoşnut olur. Sık sık birbirlerinin sosyal çev­ relerinde boy gösterirler ve Law, tahta yakınlığı sayesinde çok geçmeden hükümette önemli bir görev üstlenecek olan bu kişinin aklına finansal doktrinlerini aşılamak için her fır­ satı kullanır. XIV. Louis'in ölümünden kısa bir süre önce veya bazıları­

nın söylediğine göre 1 780 yılında, Law, maliye bakanı Des­ marets'e bir finans projesi önerir. Louis'in proje sahibinin bir Katolik olup olmadığını soruşturduğu ve yanıt olumsuz çı­ kınca onunla herhangi bir ilişkiye girmekten vazgeçtiği anla­ tılır.* Law bu reddedilişten sonra İtalya'ya gider. Aklı hala fi­ nans projeleriyle doludur ve Savoy Dükü Victor Amedeus'a land-bank'ını İtalya'da kurmayı önerir. Dük, kendi domin­ yonlarının böylesine büyük bir projenin gerçekleştirilmesi için çok sınırlı olduğu ve mali bir yıkıma karşı duramayacak kadar zayıf bir hükümdar olduğu yanıtını verir. Ancak, Law' a tekrar Fransa kralını denemesini önerir, çünkü Fransız karakterinin böylesine yeni ve mantıklı bir planı memnuni­ yetle karşılayacağından emindir. • Orleans Dr.şesi Madame' de Baviere ve Kral Naibi arasındaki yazışmalarda an­ latılan bu anekdot, Lord John Russell'ın Utrecht Barış Anlaşmasından Sonra Ana Avrupa Devletleri'nin Tarihi isimli eserinde bilinmeyen bir nedenden ötürü yalan­ lanır. Law'un projesini Desmarets'e önerdiği ve Louis'in dinlemek dahi isteme­ diği hakkında kuşku yoktur. Projenin kabul edilmeyişi için gösterilen neden, bu yobaz ve zorba hükümdarın kişiliğine de uymaktadır.

47


XIV. Louis 1715'te ölür ve tahtın varisi sadece onyedi ya­

şında rüştünü ispat etmemiş bir genç olduğundan, Orleans

Dükü, o büyüyene dek kral naibi olarak hükümetin yöneti­

mini üstlenir. Law artık kendisini daha uygun bir konumda

bulmuştur. Sonunda akıntı onu alıp servete götürecektir.

Kral naibi onun dostu olduğu gibi kuram ve becerilerinden

de haberdardır ve XIV. Louis'in uzun hükümdarlığının aşırı­ lıkları sonucu başı öne eğilen Fransa'nın kaybettiği itibarını geri kazanacak olan her girişimi destekleme eğilimindedir.

Halkın uzun süre baskı altında kalmış nefreti Louis XIV

ölür ölmez su yüzüne çıkmıştı. Hayattayken tarihte benzeri

olmayan bir aşırılıkta yaltaklanılan kral, artık bir tiran, bir

bağnaz ve bir yağmacı olarak lanetleniyordu. Heykelleri taş­

lanıp yıkılıyor, kuklaları yakılıyor, lanetleniyor, adı bencillik ve baskı ile özdeşleştiriliyordu. Ordi.ılaİ'lnın şanı unutulmuş,

aksiliği, aşırılıkları ve gaddarlığı dışında hiçbir şey anımsan­ mıyordu.

Ülkenin maliyesi çok kötü bir durumdaydı. En yükseğin­

den en düşük derecelisine kadar hemen hemen her devlet

görevlisi tarafından sürdürülen israf ve çürümüşlük, Fran­ sa'yı harap olmanın eşiğine getirmişti. Ulusal borç 3 milyar

libreye ulaşırken, gelirler 145 milyon, hükümet harcamaları

y

yılda 142 mil on idi ve kalanlar ancak 3 milyarın faizinin ödenmesine yetiyordu. Kral naibinin ilk sorunu, bu büyük­

lükteki bir felaket için çare bulmaktı ve konsey sorunu ele al­ mak için çok geçmeden toplandı. Dük St. Simon, cüretkar ve

tehlikeli bir çare dışında hiçbir şeyin ülkeyi devrimden kur­ taramayacağı düşüncesindeydi. Kral naibine, genel meclisi

toplama ve ulusal iflas ilan etme öğüdü verdi. Kıvrak bir

zekanın dahi kaçamayacağı sorunlardan uzak durmayı iyi

48


bilen, prensip sahibi bir soylu olan Dük Noailles, tüm ağır­ lığıyla St. Simon'un projesine itiraz etti. Bu projenin çıkar yol olmadığını ve dürüst olmadığı gibi yıkıcı da olacağını anlat­ maya çalışh. Kral naibi de aynı düşüncedeydi ve bu umutsuz çare de suya düştü. Sonunda alınan önlemler de iyi niyetli olmalarına rağmen yaraya tuz b.asmaktan başka bir işe yaramadı. Alınan ilk ve en onursuz önlem, devletin işine yararnayacakh. Yeni para basma talimatı verilmişti ve para birimi beşte bir oranında devalüe edildi. Darphaneye bin adet alhn veya gümüş götü­ renlere, aynı nominal değerde ama alınan madenin sadece beşte dört ağırlığında madeni para verildi. Bu düzenleme ile, hazine yetmiş iki milyon libre kazandı ve ülkenin tüm ticari işlemleri altüst oldu. Küçük bir miktar vergi iskontosu halkın öfkesini dindirdi ve sağlanan küçücük ve kısa vadeli avanta­ ja karşılık potansiyel tehlike unutuldu gitti. Ondan sonra, Adalet Odası, para tüccarları ve maliyeci­ lerin suistimallerini araşhrma talimatı verdi. Vergi tahsil­ darları hiçbir ülkede sevilmezler ama bu dönemde Fran­ sa' dakiler kendilerine karşı beslenen nefreti gerçekten de hakettiler. Genel maliyecilerle,

maltôtiers

denilen tali acenta­

ların tümü yaphklarının hesabını vermeye çağrılır çağrıl­ maz bütün ulusu aşırı bir neşe sardı. Esas olarak bu amaçta kurulan Adalet Qdası'na çok büyük yetkiler verildi. Adalet Odası, maliye bakanının genel denetiminde, Parlamento baş­ kanları ve konseyleri ile Yardım ve Talep Mahkemelerinin yargıçları ve Maliyeciler Odası'nın görevlilerinden oluştu. Halk, uy6ulanacak ceza ve hacizler tutarının beşte biri karşı­ lığında suçlular aleyhine kanıt göstermeye teşvik edildi. Be­ yan edilmemiş, gizli malların bulunmasında yardımcı olan­ lara, bu malların değerlerinin onda biri vaat edildi.

49


Mahkeme tebliğinin yürürlüğe konması sonucunda etki­ lenenlerin dehşete düşmesinin nedenleri, zimmetlerine ge­ çirdiklerinin miktarıyla aynı orandaydı. Yine de hiç sempati görmediler. Onlara karşı açılan takibatlar korkularım haklı çıkarıyordu. Kısa süre sonra Bastil, gönderilen mahkumları almamaya başladı ve tüm ülke cezaevleri, suçlu veya kuşku­ lu kişilerle dolup taştı. Tüm han sahiplerine ve postahane müdürlerine, kaçışları önlemek amacıyla atlıları almama ta­ limatı verildi ve bu kişilere yataklık yapan ve koruyanlara ağır cezalar uygulandı. Bazıları, elleri ayakları bağlanarak teşhir cezasına, bazıları kadırgalarda kürek çekme cezasına ve suçu az olanlar da para ve hapis cezasına çarptırıldı. Sa­ dece zengin bir banker ve başkentten uzak bir eyaletin genel maliyecisi olan Samuel Bernard ölüm cezasına çarptırıldı. Kendi bölgesinin tiran ve zorbası olarak görülen bu kişinin yasadışı karları öylesine büyüktü ki, kaçmasına izin verilme­ si için altı milyon libre ya da 25 0 .000 sterlin rüşvet teklif etti. Rüşvet teklifi reddedildi ve ölüm cezasına çarptırıldı. Bel­ ki de daha fazla suçlu olan diğerleri daha şanslıydı. Suçlula­ rın mülk ve paralan genellikle saklanmış olduğundan haciz­ ler yerine para cezalan daha fazla gelir sağlıyordu . Zamanla hükümetin sert uygulamaları bir nebze gevşetildi ve vergi­ lerle toplanan cezalar ayrıcalık tanımadan eşit olarak toplan­ maya başladı; ama hükümetin her bir departmanı öyle çürü­ müştü ki, ülke hazineye akan tutarlardan çok az yararlana­ bildi. Yağmadan asıl payı saray mensupları ve eşleri ile met­ ıesleri aldılar. Bir para tüccarı, varlığı ve suçu ·ile oranlı ola­ rak oniki milyon libre tutarında vergilendirildi. Hükümette ağırlığı olan bir Kont, tüccarı bularak yüzbin kron karşılığın­ da cezasında indirim sağlayabileceğini söyledi. Tüccarın 50


cevabı şöyleydi: "Çok geç kaldınız dostum, eşinizle ellibine

anlaştım bile."* Bu şekilde yüzseksen milyon libre toplandı ve bunun sek­

sen milyonu hükümet tarafından taahhüt edilen borçların

ödenmesi için kullanıldı. Geriye kalan miktar saray mensup­

larının ceplerine gitti. Konu hakkında yazan Madame de Ma­

intenon şunları söylemektedir: "Her gün kral naibinin yeni bir bağışım duyuyoruz. Zimmetine para geçirenlerden alı­

nan tutarların bu şekilde kullanımı halk arasında mırıldan­ malara neden oluyor." İlk öfke nöbeti geçtikten sonra genel

olarak zayıflara karşı sempatisini dile getiren halk, böylesine

küçük bir amaç için bu kadar şiddet uygulanmasına kızdı.

Parayı bir hırsızdan alıp eliğerinin cebine koymanın adaleti­

ni lanetledi . Birkaç ay içinde, suçu ağır olanların hemen hep­

si cezalandırıldı ve Adalet Odası gözünü daha ufak suçlula­

ra dikti. Sıradan jurnalcilere verilen teşviklerin bir sonucu olarak dürüst kişilikli tüccarlar aleyhine de dolandırıcılık ve şantaj suçlamaları getirildi. Bu tüccarlar, suçsuzluklarını is­

pat etmek için mahkemede tüm faaliyetlerini açığa dökmeye zorlandılar. Her taraftan şikayet sesleri yükselmeye başla­

mıştı ve aradan bir yıl geçtikten sonra, hükümet bu uygula­ masına devam etmeme kararı aldı. Adalet Odası iptal edildi ve henüz cezalandırılmamış olanlar için genel af ilan edildi.

Bu mali karmaşanın ortasında Law sahneye çıktı. Kral na­

ibinden başka hiçkimse ülkenin bu durumuna onun kadar

• Bu anekc;ot, M. de la Hode'nin Orleans'lı Plıilippe'nin Hayatı adlı eserinde anla­ tılmaktadır. Eğer kont ile tüccarın isimleri verilmiş olsaydı, hikdye biraz daha itibar kazanacaktı ama zamanın çoğu kayıtları gibi M. de la Hode'ninkiler de ka­ nıtlardan yoksundu. O zamanlar bu tür anekdotların çoğu için ben trovato (iyi tasarlanmış) olmak yeterliydi; vero (doğru olması) ise ancak ikinci derecede önem­ liydi.

51


üzülmüyor, hiçkimse direksiyona geçip sorumluluk almak için bir şey yapmıyordu. Naip iş hayatından hoşlanmıyor, resmi belgeleri gereğince incelemeden imzalıyor ve kendisi­ nin üstlenmesi gereken işleri başkalarına emanet ediyordu. Makamı tarafından yapılması gereken işler onun için yük ol­ muştu. Birşeylerin yapılması gerektiğini görüyordu ama bu­ nu yapacak enerjiden de rahat ve zevkinden feragat edecek erdemden de yoksundu. Dolayısıyla, bu tür kişiliği olan bir zatın, önceden tanıdığı ve becerilerini takdir ettiği o zeki se­ rüvencinin uygulaması kolay gibi gözüken devasa projeleri­ ne kulak vermesine şaşırmamak gerekir. Law saraya çıktığında son derece nazik karşılandı. Kral naibine, içinde zayıf ve devamlı devalüe edilen bir para biri­ mi yüzünden Fransa'nın başına gelenleri sıralayan iki öneri sundu. Kağıt para ile desteklenmeyen madeni paranın böyle bir ticaret ülkesinin gereksinimleri için çok yetersiz ol­ duğunu ileri sürdü ve kağıt paranın avantajlarını sergilemek için özellikle Büyük Britanya ve Hollanda örneklerini günde­ me getirdi. İtibar konusunda birçok sağlam fikir ileri sürdü ve o sıralar uluslararası arenada çok müşkül bir durumda olan Fransa'nın itibarını geri kazanmak için, kraliyet gelirle­ rini yönetecek ve hem bu gelirleri hem de gayrimenkulleri baz alan tahviller ihraç edecek bir banka kurmasına izin ve­ rilmesi gerektiğini önerdi. Aynca, bu bankanın kralın adına yönetilmesini, ancak Devlet tarafından atanacak komiserle­ rin denetimine tabi tutulmasını önerdi. Bu öneriler değerlendirilirken, Law da para ve ticaret üze­ rine yazdığı denemesini Fransızca'ya çevirdi ve bir banker olarak itibarını tüm ulusa yaymak için her aracı kullandı. Kı­ sa sürede kendisinden söz ettirmeyi başardı. Kral naibinin 52


dostları da bu övgüleri yaymaya devam etti ve herkes, Mös­ yö Lass'tan büyük şeyler beklemeye başladı.* 5 Mayıs 1 716'da, bir kraliyet fermanı yayınlandı ve buna göre, Law, erkek kardeşi ile . birlikte, tahvilleri vergilerin ödenmesiyle alınacak olan Law and Company adıyla bir banka kurmak üzere yetkilendirildi. Sermaye, dörtte biri na­ kit olarak ve geriye kalanı devlet tahvili ile ödenecek olan, herbiri beşyüz libre değerindeki onikibin hisseden oluşan al­ h milyon libre olarak saptandL Güvenilir ve faydalı oldukla­ rı tecrübe ile ortaya çıkmadıkça, öneride istenilen ayrıcalıkla­ rın tamamının verilmesi uygun görülmedi. Law artık kendisini servete götürecek olan trene binmişti. Otuz yıllık deneyimi, bankanın yönetimirı.de ona rehber ola­ cakh. Tüm tahvilleri ihraç edildikleri anda nakit para ile ve o zamanın madeni parası ile ödenecek şekilde düzenledi. Bu ikinci yöntem tam bir deha ürünüydü ve tahvillerinin değerini hemen kıymetli madenlerin üzerine taşıdı. Kıymet­ li madenler, hükümetin dirayetsiz müdaheleleri nedeniyle sürekli değer kaybetmeye mahkumdu. Bin librelik gümüş, bir günde nominal değerinin alhda birine düşebiliyordu; ama Law'un bankasının tahvilleri orijinal değerlerini koru­ yordu. Law, bu arada, eğer bir banker tüm talepleri karşıla­ yacak yeterli teminah olmadan tahvil ihraç ederse, ölmeyi hak eder diye kamuya a,çıklamada bulundu. Sonuçta, tahvil­ lerinin fiyatı hızla yükseldi ve nakit paraya göre yüzde bir daha fazla primli hale geldi. Çok geçmeden, ülke ticareti, • Fransızlar bir türlü beceremedikleri Galya menşeli olmayan ırw sesinden kaçın­ mak için ismini böyle telaffuz ediyorlardı. Proje batınca şakacılar ulusun lasse de lui (halka ondan artık gına geldiği) olduğunu ve bundan sonra onun Mösyö He­ las (Bay Heyhat) diye bilinmesi gerektiğini önerdiler!

53


yapılanların faydasını görmeye başladı. İşler hareketlenmeye ve vergiler düzenli olarak ve hiçbir mırıldanma olmaksızın ödenmeye başladı. Artık bir nebze güven gelmişti ve işler böyle gitmeye devam ederse, bu güven daha da faydalı ola­ caktı. Bir yıl içinde, Law'un tahvilleri yüzde onbeş primli sa­ tılırken, müsrif XIV. Louis'in borçlarını ödemek için ihraç edilen devlet tahvilleri, en az yüzde yetmişsekiz buçuk is­ kontolu işlem görüyorlardı. Aradaki fark o kadar fazlaydı ki, artık Law'u duymayan kalmadı ve itibarı her geçen gün art­ maya devam etti. Çok kısa bir süre içinde Lyons, Rochelle, Tours, Amiens ve Orleans'ta şubeler açtı. Kral naibi, Law'un başarısı karşısında son derece şaşkın­ lığa uğradı ve metal para birimini destekleyecek kağıdın. onun tamamen üstüne çıkabileceği fikrini yavaş yavaş be­ nimsemeye başladı. Bundan sonraki hareketlerini, bu temel hatası üzerine inşa etti. Bu arada Law, adını gelecek kuşakla­ ra taşıyacak ünlü projesini başlattı. Artık kendisine hiç itiraz edemeyecek olan kral naibine, büyük Mississippi ırmağı ve batı yakasındaki Louisiana eyaletine münhasır ticaret imti­ yazı olacak bir şirket kurmayı önerdi. Ülkenin kıymetli ma­ denlerle dolu olduğu söyleniyordu ve münhasır ticaretten sağlanan karlarla desteklenen şirket, tek vergi toplayıcısı ve tek para basan kurum olacaktı. Şirket 1717 Ağustosu'nda ku­ ruldu. Sermaye, pazar değerleri yüz altmışsekiz librenin üs­ tünde olmamasına rağmen, tamamı devlet tahvili ile nomi­ nal değerde ödenecek olan, herbiri beşyüz librelik ikiyüzbin hisseye bölündü. İşte şimdi, tüm ulusu saran çılgın spekülasyon başlamıştı. Law'un bankası ülkeye öyle yarar sağlamıştı ki artık gelecek için vaat ettiği her şeye kolaylıkla inanılıyordu. Kral naibi, bu

54


şanslı proje sahibine her geçen gün yeni imtiyazlar tanıyor­ du. Banka, önce tütün sahşlarının tekelini, sonra altın ve gü­ müş madenlerinin rafine hakkını elde etti ve sonunda da Fransa Kraliyet Bankası olarak ilan edildi. Başarı sarhoşluğu içinde, hem Law ve hem de kral naibi, Law'un eğer bir ban­ ker tüm talepleri karşüayacak.yeterli teminatı olmadan ih­ raçta bulunacak olursa ölmeyi hakeder diye kamuya yüksek sesle yaptığı açıklamayı unuttular. Banka özel bir kuruluş ol­ maktan çıkıp bir kamu kurumu haline gelir gelmez, kral na­ ibi, bir milyar libre değerinde tahvil ihraç etmeye kalktı. Bu, tutarlı ilkelerden ilk sapıştı ve Law'un bunda bir suçu yoktu. Bankanın kontrolü kendi elindeyken, ihraçlar hiçbir zaman altmış milyonu geçmemişti. Law'un bu aşırı artışa karşı çı­ kıp çıkmadığı bilinmemekle beraber, yeni tahviller banka bir kamu kuruluşu olduktan hemen sonra çıkarıldığı için, bura­ da suçlunun kral naibi olduğunu varsaymak daha doğru olur. Law despot bir hükümet altında yaşadığını tespit etmişti ama, böyle bir hükümetin itibar gibi hassas bir yapıya daya­ narak ne kadar tehlikeli olabileceğinin henüz farkında değil­ di. Bunu daha sonra keşfettiğinde kendi zararlı çıktı ve bu arada kral naibi tarafından kendi mantığının onaylamaya­ cağı uygulamalara zorlandı. Ülke sağlam temeli olmayan ve er ya da geç çökeceğinden emin olduğu kağıtlara boğulurken, bu sürece yardımda bulunma zaafını gösterdiği için en kusur­ lu olanlar arasındadır. O anın sunduğu olağanüstü iyi talih gözlerini kamaştırmıştı ve ilerde şu ya da bu nedenle tehlike çanları çaldığında, kafasında patlayacak olan felaketi görme­ sine engel oluyordu. Parlamento, bir yabancı olduğu için elde ettiği nüfuzu kıskanıyor ve bazı projelerinin güvenilirliğinden

55


kuşku duyuyordu. Onun etkisi arttıkça, parlamentonun da düşmanlığı arttı . Şansölye D' Aguesseau, kağıt paranın sü­

rekli yükselmesine, buna karşılık altın ve gümüşün sürekli değer kaybedişine karşı çıktığı için kral naibi tarafından alel­

acele görevinden alındı. Bu, parlamentonun düşmanlığını körüklemekten başka bir işe yaramadı ve hep kral naibinin çıkarlarını koruyan biri olan D' Argenson boşalan şansölye­ liğe atanıp, aynı zamanda maliye bakanı yapıldığında, parla­

mentonun öfkesi daha da şiddetlendi. Yeni bakanın aldığıilk önlemler madeni paranın değerini daha da düşürdü.

tahvillerinin

Devlet

tüketilmesi amacıyla, darphaneye nakit olarak

dörtbin libre nakit ve bin librelik

devlet tahvili

getirenlerin

beŞbin libre tutarında madeni para alabileceği bildirildi. Pa­ ra ve ticaret dünyasının ilkelerinden bihaber olan D' Argen­ son, her ikisine de verdiği büyük zararın farkında olmadan,

dörtbin yeni ve daha büyük olanlardan beşbin yeni ve daha küçük libre yarattığından dolayı böbürleniyordu. Parlamento, pöyle bir sistemin tehlikesini hemen görerek, kral naibine sürekli şikayetlerde bulundu. Naip şikayetleri dikkate almayı reddedince, parlamento, yetkisini cüretkarca ve alışılmışın dışında bir biçimde kullanarak, ödemelerde es­ ki standart dışında hiçbir paranın kullanılmaması talimatını verdi. Kral naibi kararı veto etti. Parlamento direndi ve bir başkasını çıkardı. Kral naibi tekrar imtiyazını kullanarak onu da iptal etti. Bunun üzerine, parlamento muhalefetinin dozu­ nu artırarak 17 Ağustos 1 718 tarihinde başka bir karar çıkar­ dı. Bu karara göre, Law'un bankasının vergi gelirlerinin yö­ netimiyle doğrudan veya dolaylı olarak ilgisi yasaklandı ve tüm yabancıların, kendilerinin veya başkalarının adına dev­ letin maliyesine müdahale etmesi, ağır cezalar konularak

56


yasaklandı. Parlamento, tüm olumsuzlukların arkasında Law'un bulunduğunu ilan etti ve bazı parlamenterler, öfke nöbeti içinde, Law'un mahkemeye çıkarılmasını ve eğer suç­ lu bulunacak olursa, Adalet Sarayı'nın kapısında asılmasını önerdiler. Büyük bir paniğe kapılan Law, Kraliyet Sarayına kaçarak, kral naibinin korumasına sığındı ve parlamentoyu dize ge­ tirecek önlemler alması için ona yalvardı. Ne var ki kral na­ ibi, hem bu konu hakkında kendisine bir şeyler düştüğüne ikna olmadığı için ve hem de ölen kralın çocukları, Maine Dükü ve Thoulouse Kontu'nun meşruiyeti konusunda orta­ ya çıkan tartışmalar nedeniyle, yardım etmeye pek niyetli değildi. Yine de parlamento sonunda sindirildi ve başkanla­ rı ile meclis üyelerinden ikisi tutuklanarak uzak hapishane­ lere gönderildi. Böylece, Law'un başı bir süre için dertten kurtuldu ve ra­ hatlayınca dikkatini, hisseleri parlamentoya rağmen hızla yükselen ünlü Mississippi projesine çevirdi. 1 719 yılının ba­ şında, bir tebliğ yayınlanarak Mississippi Kumpanyası'iı.a, Doğu Hint Adaları, Çin ve Güney Denizi ülkeleri ile yapıla­ cak tüm ticaret haklan ve Colbert tarafından kurulan Fransız Doğu Hindistan Kumpanyası' nın tüm varlık.lan verildi. Şir­ ket, iş hacmindeki bu büyük yükseliş sonucunda daha uy­ gun bir isim olan Hint Adalan Kumpanyası adını aldı ve el­ libin yeni hisse ihraç etti. Law'u çok daha parlak günler bek­ liyordu. Law, her bir beşyüz hisse başına ikiyüz libre yıllık kar payı vaat etti. Bu oran, hisseler karşılığında alınan ama nominal değerinde, ancak 100 libre eden

devlet tahvilleri üze­

rinde yüzde 120 getiri demekti.

57


Halkın zaten uzunca bir süredir devam etmekte olan coş­ kusu, böylesine görkemli bir getiri karşısında daha da ka­ bardı. Ellibin yeni hisse için en az üçyüzbin başvuru yapıldı ve Law'un Rue de Quincampoix'teki evi, istekli başvuru sa­ hipleri tarafından sabahtan akşama kadar dolup taştı. Bunla­ rın tümünü karşılamak mümkün olmadiğından, şanslı yeni hissedarların bir listesinin hazırlanması için birkaç hafta geç­ ti ve bu sürede, halkın sabırsızlığı çılgınlığın doruğuna çıktı. Dükler, markiler, kontlar ve onların düşesleri, markizleri ve kontesleri, sonucu öğrenmek için hergün saatlerce Law'un kapısının önünde beklediler. Sonunda, sayıları binlere varan sıradan insanların bulvardaki izdihamından kaçmak için bu yeni Plutos'un (eski Yunan mitolojisinde zenginlik ve bolluk tanrısı-ç) servet dağıttığı tapınağın sürekli yakınında bulu­ nulmasını sağlayacak apartman dairelerini doldurdular. Her gün, eski hisselerin değeri arttı ve tüm ulusun altın hayalleri ile dolup taşan yeni başvuruların sayısı öylesine çoğaldı ki, ulusal borcun ödenmesi için kral naibinin halkın coşkusun­ dan yararlanabilmesi amacıyla, herbiri beşbin libre değerin­ de, üçyüzbin yeni hisse ihraç edilmesine karar verildi. Bu amaç için onbeş milyar libre gerekiyordu. Millet öylesine is­ tekliydi ki, eğer hükümet onaylasaydı bu tutarın üç katı bile toplanabilirdi. Law, zenginliğe daha doymamıştı ama halk tutku ve hır­ sın doruğuna hızla yaklaşıyordu. Zengini fakiri, herkes bu sı­ nırsız servet vaadinin histerisine kapıldı. Aristokratlar ara­ �mda St. Simon Dükü ile Mareşal Villars hariç, herkes hisse alım satımı ile uğraşıyordu. Her yaş ve cinsiyetten her tür in­ san Mississippi tahvilleri üzerinde spekülasyon yapıyordu. Aracıların faaliyet gösterdiği Rue de Quincampoix dar ve 58


uygunsuz bir sokak olduğundan, kalabalıktan dolayı sürekli kazalar oluyordu. Sokağın normalde yılda bin libre kira geti­ ren evleri oniki veya onaltıbin libreye kadar kiralanabiliyor­ du. Sokakta küçük bir tezgahı bulunan bir ayakkabı tamirci­ si, burayı kiralayarak, broker'lara ve onların müşterilerine yazı malzemesi temin ederek günde yaklaşık 200 libre kaza­ nıyordu. Bir rivayete göre sokakta kamburunu yazı masası olarak spekülatörlere kiralayan birisi, hatırı sayılı kazançlar elde etmişti! İş yapmak için toplanan kişilerin izdihamı, bir o kadar da seyirci cezbetmişti. Ortalık Paris'in hırsız ve hay­ dutları ile kaynıyor, sürekli ayaklanmalar ve kavgalar çıkı­ yordu. Geceleri asayişi sağlamak için çoğu kez bir asker bir­ liğinin gönderilmesi gerekiyordu. İzdihamdan rahatsız olan Law, ikametini Vendôme mey­ danına taşıdı ama kalabalık da onu izlemekte geç kalmadı. Bu geniş meydan, sabahtan akşama kadar dolup taşınca Rue de Quincampoix gibi sıkıştı. Sanki orada hergün bir fuar kuru­ luyordu. İşlemler için kulübeler ve çadırlar kuruldu; yiye­ cek-içecek satıcılarıyla rulet masalarını getiren kumarbazlar meydanın ortasına yerleşip müthiş paralar, daha doğrusu kağıtlar, kazandılar. Gezintiye çıkanlar, bulvarlar ve parklar­ dan vazgeçip arbk hem iş hem de eğlence arayanlar için mo­ da haline gelen Vendôme meydanında yürüyüş yapmayı ter­ cih ediyorlardı. Gün boyunca öylesine çok gürültü oluyordu ki, mahkemesi meydanda yer alan şansölye, avukatları du­ yamadığına dair kral naibine ve belediyeye şikayette bulun­ du. LaH, sıkıntıların giderilmesine yardımcı olmaya istekli olduğunu dile getirdi ve bu amaçla, arkasında birkaç hektar­ lık bahçesi bulunan Soissons Oteli için Carignan Prensi ile bir anlaşma yaptı. Pazarlık sonucunda, Law oteli çok yüksek bir

59


fiyata sahn alırken, o görkemli bahçe Prens için yeni 1'İr kar kapısı oldu. Bu bahçede, güzel heykeller ve çeşitli çeşmeler bulunuyordu ve hepsi büyük bir zevkle döşenmişti. Law ye­ ni ikametgahına yerleşir yerleşmez, Soissons Otelinin bahçe­ si dışında hisse alınıp satılmasını yasaklayan bir yasa çıkarıl­ dı. Bahçenin ortasına, ağaçların arasına, broker'lar için beş­ yüz küçük çadır ve pavyon kuruldu. Renkli çadırlar, üstle­ rinde dalgalanan bayrak ve flamalar, sürekli girip çıkan kala­ balık, ardı arkası kesilmeyen sesler, gürültü, müzik ve kala­ balığın görüntüsünde yansıyan garip iş ve eğlence karışımı çehre, bu yere Parisliler'i kendinden geçiren bir mekan hava­ sı verdi. Carignan Prensi, bu çılgınlık sona erene kadar bü­ yük kazançlar elde etti. Her çadır ayda beşyüz libreye kirala­ nıyordu ve bahçede en az beşyüz tane bulunduğundan, sırf bu kaynaktan elde ettiği aylık gelir,

250.000 libreyi ya da

10.000 sterlini buluyordu. Dürüst bir eski asker olan Mareşal Villars, yurttaşlarını sarmış bulunan budalalığa öylesine öfkeleniyordu ki, konu açıldığında sakin kalamıyordu. Birgün arabasıyla Vendome meydanından geçerken, bu çabuk parlayan centilmen, hal­

kın çılgınlığına öyle bir öfkelendi ki, sürücüsüne birden dur­ masını emrederek, başını arabanın penceresinden dışarı çıka­ rıp onlara iğrenç ihtiraslar konusunda tam yarım saat süren bir "nutuk" çekti. Bu pek akıllıca bir iş değildi. Her yandan gülme ve ıslık sesleri duyuldu ve alay konusu oldu. Daha sonra kafasına doğru atılan maddeleri görünce çareyi mey­ c'.. anı terketmekte buldu. Bir daha da böyle bir şey yapmaya yeltenmedi. Her ikisi de dengeli ve sakin birer düşünce adamı olan M. de la Motte ve Rahip Terrason, sonunda kendilerini bu garip

60


tutkunun kıskacından kurtarabildikleri için birbirlerini kutladılar. Birkaç gün sonra, saygıdeğer Rahip, Mississippi hisseleri almak için gittiği Soissons Oteli'nden çıkarken, La Motte'nin de aynı amaçla oraya girdiğini gördü. Ona, "Hey!" dedi gülerek, "bu sen misin?" "Evet" dedi La Motte, yanın­ dan çabucak geçip gitmeye çabalarken; "bu sen olabilir mi­ sin?" Bu olaydan sonra iki bilim adamı her karşılaştığında, birbirleriyle felsefe, bilim ve din konusunda sohbet ettilerse de, hiçbiri, Mississippi hakkında tek bir kelime dahi telaffuz etmeye cesaret edemedi. Sonunda, konu yine de gündeme geldiğinde, bir insanın bir şeyi yapmayacağına dair asla ye­ min etmemesi gerektiği ve dirayetli insanların bile aşırılığa kaçabilecekleri konusunda mutabakata vardılar. Bu süre zarfında, zenginlik ve bolluk tanrımız Law, bir­ den devletin en önemli kişiliği haline geldi. Saray mensupla­ rı, soylular, piskoposlar ve yargıçlar, Soissons Oteli'ne yığıl­ dılar; donanma ve ordu subayları, sosyete hanımları ve ken­ dilerine miras yoluyla mevki veya kamu işi verilen herkes, dilekçe vererek, Law'un Hint Adaları hisseleri için evinin önünde beklediler. Law öylesine usanmıştı ki, başvuranların onda birini bile göremiyordu ve ona erişmek için insan zekasının bulabileceği her yol denendi. Kral naibinin huzu­ runa alınmak için yarım saat beklediklerinde asaletlerine ha­ lel geldiğini düşünen soylular, Mösyö Law'u görme şansına erişmek için altı saat beklemekten kaçınmıyordu. Sırf isimle­ rinin anons edilmesini sağlamak amacıyla hizmetlilere çok yüksek ücretler ödüyorlardı. Soylu hanımlar, aynı amaçla gülücükleriyle albenilerini kullanma yoluna başvuruyorlar, ama yine de çoğu kabul edilebilmek için haftalar önceden ge­ liyordu. Law kabul ettiği davetlerde çevresini, isimlerinin

61


listeye alınması için sıraya giren bayanlar sardığında, o alı­ şılmış flörtçülüğüne rağmen kaçmak için "zorlanıyordu".

Onunla konuşma fırsahna erişmek için saçma sapan hilelere

başvuruluyordu. Birkaç gün boyunca Law'u evinde ziyaret

edebilmek için çabalayıp başarılı olamayan bir hanım, arhk

ümidini kesip başka bir yola başvurdu. Bu hanım, arabacısı­

na her ikisi de arabadayken Law'u yakın takip alhna alması ve Bay Law'un geldiğini gördüğünde bir direğe çarpıp ara­

bayı devirme talimatı verdi. Arabacı bunu yerine getirme sö­ zü verdi ve kadın, üç gün süreyle kent içinde devrilme fırsa­

tı bekleyerek gezinti yaph durdu. Sonunda, Law'u uzaktan gördü ve ipi çekerek arabacıya "Tanrı aşkına şimdi devir be­

ni" diye bağırdı. Arabacı arabayı bir direğe doğru sürdü, ka­ dın bağırdı, araba devrildi ve "kazayı" gören Law, yardım

için aceleyle olay yerine gitti. Kurnaz kadın, Soissons Oteli' -

ne götürüldü ve Bay Law' dan özür diledikten sonra, oyna­ dığı oyunu açıkladı. Law, gülümsedi ve kadını Hint Adaları

Kumpanyası hisselerinin alıcı listesine kaydetti. Anlahlan

başka bir öykü de Madam de Boucha'ya aittir. Bay Law'un belli bir yerde akşam yemeği davetinde olduğunu bilen bu

kadın, arabasıyla oraya giderek, yangın alarmı verdi. Herkes

kaçarken sadece bu kadının hızla üzerine doğru geldiğini gö­

ren Law kuşkulanıp aksi yöne doğru kaçtı.

Biraz abarhlmış olsalar da, bu özel döneme hakim olan

ruh halini göstermesi açısından kayda alınması gereken da­

ha birçok benzer anektod bulunur.* Kral naibi, bir gün, D'Ar­

genson, Rahip Dubois ve birtakım diğer soyluların huzurunda,

* Meraklı okuyucular, Orleans Düşesi Madam Charlotte Elizabeth de Baviere'in Mek­ tupları'nda, Fransız hanımlarının nasıl hep Law ile birlikte olmak istediklerini, buna karşılık, bazen alçak gönüllü bazen de tam tersi olan Law'un, nasıl hep gü­ lümseyip kızardığını okuyabilirler.

62


en azından düşes düzeyinde bir bayanı Modena' daki kızına eşlik etmesi için atamak istediğini belirtti: "ancak" diye ekle­ di "böyle bir hanımı nerede bulacağımı bilmiyorum". "Ha­ yır" diye yanıt verdi birisi, şaşkınlık içinde, "ben size Fran­ sa' daki bütün düşeslerin nerede bulunacağını söyleyebili­ rim: Bay Law'un bürosuna gitmeniz gerekir; hepsini orada bulabilirsiniz." Ünlü bir doktor olan M. de Chirac, şanssız bir dönemde hisse satın almıştı ve satmak istiyordu. Ancak hisseler iki üç gün daha düşmeye devam etti. Kendisini iyi hissetmeyen bir bayana bakmaya gittiğinde zihni bu konuyla meşguldü. Ora­ ya ulaşıp merdivenleri çıktı ve bayanın nabzını ölçerken "Düşüyor! Düşüyor! Tanrım sürekli düşüyor!" diye haykırdı heyecanla; doktorun kaygısını gözlerinde okuyan bayan, "Oh, M. de Chirac," diye inledi. Ayağa kalkıp yardım çanını

y

çalarak, "Ölüyorum! Ölü orum! düşüyor! düşüyor! düşü­ yor!" "Düşen nedir?" diye sordu doktor, heyecanla. "Nab­ zım! Nabzım!" dedi bayan; "Ölüyor olmalıyım!" "Sakinleşin sevgili madam" dedi M. de Chirac; "Ben hisselerden söz edi­ yordum. İşin doğrusu, çok zarar ettim ve kafam öyle karışık ki ne söylediğimi bilmiyorum."

Hisselerin fiyah bazen birkaç saat içinde yüzde on veya yirmi oranında yükseliyordu ve sabah yataktan sıradan bir insan olarak kalkan insanlar, gece refah ve bolluk içinde ya­ tabiliyordu. Hastalığa yakalanan büyük miktar hisse sahibi birisi, hizmetlisini her biri o zaman sekizbin libreden işlem gören ikiyüzelli hisse satmaya göndermişti. Soissons Ote­ li'nin bahçesine giden hizmetli, varışında fiyahn onbin libre­ ye yükseldiğini gördü. Aradaki ikibin librelik fark. İki yüz el­ li hissede

500.000 libre ya da 20.000 sterline tekabül ediyordu.

63


Hisseleri satıp farkı cebe atan hizmetli kalan parayı işvereni­ ne takdim ederek o gece başka bir ülkenin yolunu tuttu. Law'un arabacısı bile çok kısa süre içinde kendi arabasını alacak kadar para yaptı ve hizmetten ayrılmak için izin iste­ di. Onu çok seven Law, kendisine yeni bir arabacı bulana ka­ dar kalması için neredeyse yalvardı. Arabacı bundan mem­ nun oldu ve gitmeden önceki gece iki eski yoldaşını getirerek Bay Law' a onlardan birisini seçmesini söyledi. Zaman za­ man şanslı olan aşçı kadınlar ve üniformalı uşaklar, kolayca elde edilen servetin sarhoşluğuyla budalaca yanlışlıklar yap­ tılar. Yeni konumlarının şaşaası içinde eski dillerini ve tarzla­ rını koruyarak, herkesin alay konusu oldular. Ancak, soylu­ ların çılgınlığı, hala iğrençliğini koruyordu. St. Simon Dü­ kü'nün anlattığı bir olay, toplumun tümüne bulaşan o an­ lamsız ihtirası bütün çıplaklığıyla gösterir. Andre isimli ka­ raktersiz ve eğitimsiz bir adam, Mississippi tahvilleri üzerin­ de yaptığı iyi zamanlamalı bir dizi spekülasyon yoluyla, kı­ sa sürede inanılmaz derecede bir servet kazandı. St. Si­ mon' un ifadesiyle bu adam dağlarca altın biriktirdi. Zengin­ leşince, geçmişinden utandı ve onu soyluluğa götürecek her­ şeye merak duydu. Henüz üç yaşında olan bir kızı vardı ve aristokrat ama yoksul D'Oyse ailesine, kızının belli koşullar­ la bu ailenin bir üyesi ile evlenmest için teklifte bulundu. Marki D'Oyse bunu utanç içinde kabul etti ve eğer evlilik tö­ renine kadar baba kendisine yüzbin crôwn ve yirmibin libre verecek olursa, oniki yaşına geldiğinde küçük kızla kendisi­ nb evleneceğine söz verdi. Marki o zaman otuzüç yaşınday­ dı. Bu skandalvari anlaşma sonunda imzalandı ve mühür­ lendi, böylelikle spekülatör düğün günü kızının soylulukla evliliğine birkaç milyonluk servet bağışlamayı taahhüt etmiş

64


oldu. Ailenin reisi olan Brancas Dükü, görüşmeler boyunca hep hazır bulundu ve tilin kazançları paylaştı. Konuyu iyi hoş şaka gibi görüp hafifmeşreplikle ele alan St. Simon "in­ sanların bu güzel evliliği kınamaktan sakınmadıklarını" söy­ ler ve "evliliğin Law'un devrilip, hırslı Mösyö Andre'nin ha­ rap olmasından birkaç ay sonra da suya düştüğünü" ekler. öte yandan, soylu ailenin de aldıkları yüzbin crown'ı hiçbir zaman geri ödemedikleri bilinmektedir. Bu onur kırıcı ve saçma olayların arasında, daha ciddi olanları da vardı. Caddelerde, insanların ceplerinde taşıdık­ ları büyük meblağlar (kağıtlar) nedeniyle hergün soygunlar oluyor, sık sık da cinayet işleniyordu. Bu olaylardan bir i, sa­ dece yapılan alçaklığın ölçüsünden değil, aynı zamanda suç­ lunun yüksek sosyal statüsü ve önemli kişilerle ilişkisi nede­ niyle de tüm Fransa'nın dikkatini çekti. Soylu D'Aramberg, DeLigne ve DeMontmorency ailele­ riyle akraba olan Prens d'Horn' un küçük kardeşi Kont d'Horn, biraz müsrif ve müsrif olduğu k adar ilkesiz, sefih karakterli bir gençti. Kendisi kadar havai iki genç adam, Pi­ edmontese kaptanı Mille ve Destampes veya Lestang diye çağrılan bir Felemenk ile birlikte, üstünde büyük meblağlar t aşıdığı bilinen bir broker'ı soyma planlan yaptılar. Kont, onun Hint Adalan Kumpanyası hisselerinden satın almak is­ tiyormuş gibi davrandı ve bu amaçla Vendôme meydanı ci­ varındaki bir

kabare ya

da küçük bir barda görüşmek üzere

randevu aldı. Bundan kuşkulanmayan broker ve Kont d'Hom ve meslektaşları diye tanıttığı iki arkadaşı, tam vak­ tinde randevu yerine geldiler. Birkaç dakikalık görüşme so­ nunda, Kont d'Hom aniden kurbanının üstüne atladı ve ada­ mı göğsünden üç kez hançerledi. Adam yere yıkıldığında

65


Kont kurbanının yüzbin crown değerindeki Mississippi ve Hint Adaları tahvillerinden oluşan portföyünü toplamakla uğraşırken, Piedmont'lu Mille öldüğünden emin olmak için zavallı broker 'ı tekrar tekrar bıçakladı. Ancak broker müca­ deleyi bırakmadı ve canhıraş çığlıklarıyla "kabare" dekilerin yardımına koşmalarını sağladı. Merdivende gözetlemekle görevli diğer katil Lestang, pencereden sıçrayıp kaçtı ama Mille ve Kont d'Hom suç üstü yakalandılar. Gün ortasında ve "kabare" gibi halka açık bir yerde işle­ nen bu cinayet, Paris'te büyük dehşete yol açtı. Katillerin yargılamnası ertesi gün başladı ve kanıtlar çok açık olduğun­ dan, her ikisi de suçlu bulunarak ölüme mahkum edildi. Kont d'Hom'un soylu akrabaları kral naibinin bürosunu dol­ durarak, bu gencin deli olduğunu ileri sürdüler ve merhamet dilediler. Kral naibi, böylesine iğrenç bir olayda adaletin ye­ rini bulmasını istediğinden, onları mümkün olduğunca atlat­ maya çalıştı ama bu nüfuzlu kişilerin ısrarı öyle sessizce bas­ tırılamayacaktı. Sonunda kral naibi ile görüşmeyi başardılar ve ailelerini halk önünde idamın getireceği utançtan kurtar­ masını dilediler. Prenses d'Hom'un ünlü Orleans ailesiyle akraba olduğunu vurgulayarak, bir akrabanın sıradan bir cellatın ellerinde ölmesi halinde, bundan kral naibinin utanç duyacağım eklediler. Ama kral naibi bu girişimlerden etki­ lenmedi ve onlara haklı olarak Comeille'in şu sözleriyle ya­ nıt verdi: "Suç bir utanç kaynağıdır, gurur değil." Verilecek ceza ne tür bir utanç getirecekse bunu akrabalarıy­ la paylaşmaya hazır olduğunu da ekledi. Bu yakarışlar gün­ lerce yinelendiyse de, her seferinde aynı yanıtı aldılar.

66


Sonunda, kral naibinin büyük saygı duyduğu St. Siman Dükü'nü kendi yanlarına çekecek olurlarsa, amaçlarına eri­ şebileceklerini düşündüler. Tam bir aristokrat olan dük, soy­ lu bir suikastçinin sıradan bir suçluya uygulanan biçimde idam edilecek olması karşısında şok oldu ve kral naibine böylesine çok sayıdaki varlıklı ve güçlü aileyi düşman etme­ nin anlamsızlığını belirtti. Aynca, D'Aramberg ailesinin bü­ yük varlık sahibi olduğu Almanya' da işkence tekerleği ile idam edilen bir kişinin, hiçbir akrabasının ailenin o ku­ şağının tamamı ölmeden bir kamu görevlisi olamayacağına dair bir yasa olduğunu ileri sürdü. Bu nedenle, cezanın bo­ yun vurulmasına dönüştürülmesi gerektiğini ve bunun tüm Avrupa'da daha uygun bir yöntem olarak kabul edileceğini düşünüyordu. Kral naibi bu görüşten etkilenmişti ve nere­ deyse razı olacakh, ama cinayete kurban giden kişinin kade­ rine sempati gösteren Law, kral naibine yasaların gereğini uygulaması taraftan olduğunu bildirdi. D'Horn'un akrabalarının artık son bir çaresi kalmışh. Diğer yöntemlerden umudu kalmayan Rohec Montmorency Prensi, suçlunun bulunduğu zindana girmeyi başararak kon­ ta bir fincan zehir verdi ve bunu içerek kendilerini utançtan kurtarmasını talep etti. Kont d'Horn başını çevirerek reddet­ ti. Montmorency bir kez daha ısrar etti ve kontun reddetme­ yi devam ettirmesi üzerine sabrı tükenip arkasını döndü v�: "Öyleyse sefil biri olarak, celladın elleriyle öl" diyerek onu kaderine terketti. D'Horn kral naibine boynunun vurulması dileğiyle baş­ vurduysa da, özel öğretmeni olan kötü şöhretli Rahip Dubo­ is hariç, kral naibinin düşünceleri üzerinde herkesten da­ ha fazla etkili olan Law, D'Hom'un bencil görüşlerine teslim olmaması gerektiği konusunda ısrarlı oldu. Kral naibi zaten

67


işin başından beri aynı görüşteydi ve cinayetten altı gün son­ ra D'Hom ve Mille, Greve · meydanında tekerlek üzerinde idam edildiler. Diğer katil Lestang hiçbir zaman tutuklanma­ dı.

Aceleyle uygulanan bu şiddetli adalet, Paris kamuoyunu

son derece memnun etti. Kral naibini bir soyluyu kayırma­ ması yönünde ikna ettiği için Parisliler'in Mösyö de Quin­

campoix diye hitap ettiği Law bile takdirlerden payını aldı.

Ne var ki, soygun ve cinayetler sona ermediği gibi soyulan

zengin broker 'lara da sempati gösterilmedi. öteden beri za­

ten iyice zayıflamış olan ahlaki değerler, o güne kadar üst sı­ nıfın kepazelikleri ile alt sınıfın saklı kalmış suçları arasında nispeten saf kalmış olan orta sınıfı da hızla sardı. O tehlikeli

kumar aşkı, tüm topluma yayılarak hem kamu hem de birey­ sel değerleri yıktı.

Halkın güveni hfila tamamen yok olmamışken işler bir sü­

re daha iyi gitti ve özellikle Paris bunun olumlu sonuçlarını

hissetti. Her yerden gelen yabancılar, sadece para kazanmak

için değil, aynı zamanda harcamak için de başkente akın et­

ti. Kral naibinin annesi olan Orleans Düşesi, dünyanın her

yerinden akın eden yabancılardan dolayı nüfusun

305.000'e

ulaştığını söylemişti. Gelenlerin konaklaması için, ev sahip­ leri tavan aralarına, mutfaklara ve hatta ahırlara yatak ser­

meye başladı. Kent her türden arabalarla öylesine dolmuştu

ki, ana caddelerde kaza yapma korkusuyla ancak yürüyüş hızıyla hareket edebiliyordu. Ülkedeki dokuma tezgahları,

fiyatı dörde katlanan kağıtlar ile ödemesi yapılan bol miktar­

da dantel, ipek, yünlü ve kadife kumaş üretmek için

olağanüstü bir faaliyetle çalışıyordu. Ekmek, ef .ve sebzeler

önceden olduğundan daha yüksek fiyatla satılırken, işçi

ücretleri de aynı oranla yükseldi. Önceden günde onbeşbin

sous kazanan bir esnaf artık altmış bin kazanıyordu. Her

68


yöne doğru yeni evler inşa ediliyordu ve aldatıcı bir refah güneşi tüm ülke üzerinde parıldıyordu. Herkesin gözü öyle­ sine kamaşmıştı ki hızla yaklaşm akta olan fırtınanın işareti olan ufkun gerisindeki karanlık bulutları kimse göremedi. Sihirli deyneğiyle mucizeler yaratan bir sihirbaz gibi böy­ lesine şaşırtıcı bir değişim yaratan Law' da elbette genel re­ fahtan payını aldı. Eşine ve kızına yüksek soylular kur ya­ parken, düklerin ve prenslerin varisleri onlarla dostluk kur­ maya çabaladı. Fransa'nın değişik yerlerinde iki görkemli malikane satın aldı ve Rosny markizliğini satın almak içiı:ı, Sully Dükü'nün ailesi ile görüşmelerde bulundu. Dini görü­ şü ilerlemesine engel olduğundan, kral naibi, eğer Katolik ol­ duğunu ilan edecek olursa, onu maliye bakanı yapmaya söz verdi. Herhangi bir kumarcıdan daha fazla dini inancı olma­ yan Law, bu isteğe hemen uydu ve Melun katedralinde bü­ yük izleyici topluluğu önünde Tencin Rahibi tarafından kili­ seye kabul edildi.* Ertesi gün, St. Roch bölgesinin fahri kilise görevlisi seçildi ve bu vesileyle beşyüzbin libre tutarında bağışta bulundu. Her zaman çok görkemli olan bağışları hep böyle fiyakalı olmazdı. Sessizce büyük bağışlar yapardı ve büyük sıkıntılara hep yardım ederdi. Law bu sırada devletin en etkili kişisi olmuştu. Orleans Dükü onun yargısına ve projelerinin başarısına öylesine • Bu olaydan sonra ortalıkta şu yergi dolaşmaya başladı: "Foin de ton zele seraphique, Malheureux Abbe de Tencin, Depuis que Law est Catholique, Tout le royaume est Capucin!" Justandsonc'., XV. Loııis'irı Anıları'nda yukarıdaki dizeleri biraz gevşek biraz da kendi ifadesiyle şöyle tercüme etmişti: "Lanet olsun inancına Tencin, Melekvari şevkinle becerdin, İskoç diz çöktü kilisemizde, Hepimiz döndük fakir kapuçinlere!"

69


güveniyordu ki, her konuda ona danışıyordu. Bu konuma sırf servetinin çapıyla değil, aynı zamanda basit ve nazik ki­ şiliği ve sorunlar karşısında gösterdiği tutarlı davranışları sa­ yesinde gelmişti. Karşı cinse karşı o kadar nazik, centilmen ve saygılıydı ki bir aşık bile rahatsızlık duymazdı. Mağrur davrandığı tek an, yaltaklanan soyluların dalkavukluğa va­ ran yılışıklıkları esnasındaydı. Bazen ondan bir şey istedikle­ rinde etrafında fır fır dönmelerinden zevk alıyordu. Paris'i ziyaretleri sırasında onunla görüşmek isteyen yurttaşlarına karşı ise aksine son derece nazik davranıyor, onları dikkatle dinliyordu. Islay Kontu ve daha sonra Argyle Dükü olan Archibald Campbell onu Vendôme meydanındaki malikane­ sinde ziyaret ettiğinde, hepsi de büyük maliyeciyi görmek ve adlarını yeni abone listesinde ilk sıraya yazdırmak isteyen üst sınıfların oluşturduğu büyük bir kalabalığın arasından geçmek zorunda kaldı. Law bu arada kütüphanesinde baba­ dan kalma Lauriston malikanesindeki bahçıvanına lahana ekmesi için mektup yazıyordu! Kont onunla uzunca bir za­ man geçirdi, yurttaşıyla kağıt oynadı ve Paris'ten Law'un doğallığı, sağduyusu ve terbiyesinden hayli etkilenmiş ola­ rak ayrıldı. O zamanlar halkın saflığından yararlanarak kaybettik­ lerini telafi edecek kadar yeterli para kazanan soylular ara­ sında, Bourbon Dükleri de Guiche, de la Force*, de Chaulnes ve d' Antin; Mareşal d'Estrees; Rohan Prensleri de Poix ve de Leon bulunuyordu. Özellikle, XIV. Louis'in Madame de * Oilk de la Force sadece hisse spekülasyonundan değil aynı �:..manda porselen, baharat, vs. ticaretinden de bilyilk paralar kazandı. Paris parlamentosunda onun kalitesinde bir baharat tilccannın asalet Unvanının elinden alınıp alınmaması ge­ rektiği uzunca bir zaman tartışıldı ve sonunda olumsuz karar çıktı. Daha sonra, üzerinde "Şu kuvvete bakın" ( la force kelimesinin anlamı kuvvet -ç) yazan bir baharat balyasını sırtında taşıyan bir sokak hammalı olarak karikatürize edildi.

70


Montespan' dan olan oğlu Bourbon Dükü'nün, Mississippi kağıtları üzerinde yaptiğı spekülasyonlarda şansı çok yaver gitti. Chantilly kraliyet sarayını alışılmamış bir görkemle ye­ niden inşa etti, atlara olan olağanüstü tutkusundan ötürü, tüm Avrupa' da tanınan birçok hara inşa etti ve Fransa' daki cinslerin geliştirilmesi için İngiltere'nin en iyileri arasından yüzelli yarış atim ithal etti. Picardy' deki sayfiye arazilerinin büyük bir bölümünü satin aldı ve Oise ile Somme arasında­ ki değerli toprakların hemen hemen tümüne sahip oldu. Herkes böyle servetler kazanırken, elbette halk da Law'a neredeyse tapıyordu. Krallara bile bu kadar iltifat yapılma­ mışti. Tüm küçük şair ve edebiyatçılar ona övgüler yağdırıp durdular. Onlara göre, Law, ülkenin kurtarıası, Fransa'nın kutsal hamisi idi; tüm sözcüklerinden zeki, bakışlarından iyilik ve hareketlerinden dirayet akıyordu. Her dışarı çık­ tiğında arabasının peşine takılanlar öylesine kalabalık oluş­ turuyordu ki, kral naibi aynı yola çıkmadan önce caddelerin açılması için refakatçi olarak sürekli atlı bir birlik gönderi­ yordu. Paris'in tarihinin hiçbir bölümünde böylesine zarif ve lüks objelerle bezenmemiş olduğu söylenir. Yabancı ülkeler­ den büyük miktarlarda heykeller, tablolar ve kumaşlar ithal ed:ıiyor ve kolayca müşteri buluyordu. Fransızlar'ın herkes­ ten iyi yaptiğı işlerden biri olan mobilya ve süsleme gibi ıvır zıvır artrk aristokrasinin tekelinden çıkmışti, tüccarların ve orta sınıfın evlerinde bol bol rastlanıyordu. Dünyanın en pa­ halı mücevherleri kıtanın en iyi pazarı olan Paris'e getirilip satılıyordu. Kral naibi de bir elmas satin aldı ve bu elmas onun adını alarak uzun süre Fransa tacını süsledi. Kral naibi elmasa iki milyon libre ödemişti ama etrafını saran saray

71


mensupları ve soylular kadar menfaat ve lüks düşkünü biri değildi. Elmas ilk kez teklif edildiğinde ona sahip olmayı çok istemesine rağmen, yönettiği ülkeye karşı görevinin, bir mü­ cevher için kamu bütçesinden böyle bir harcama yapmasına izin .vermediğini ileri sürerek satın almayı reddetmişti. Bu geçerli ve soylu neden, saraydaki bayanları telaşa düşürdü ve birkaç gün boyunca hiç kimsenin onu satın alacak kadar zengin olmadığı ve böylesine nadir bir taşın Fransa'dan çık­ masına izin verilmemesi gerektiğinden başka bir şey konu­ şulmadı. Kral naibi bu sürekli ısrarlara bir süre daha karşı durabildiyse de, zırvalamaktan eksik kalmayan Dük St. Si­ mon, tüm yeteneğini kullanarak, bu önemli işi üstlendi ve Law'un da desteğiyle iyi huylu kral naibini razı etti. Onayını veren naib elmas için ödenecek parayı bulmak için yine Law'un dehasına sığındı. Taşın sahibi, iki milyon libre karşı­ lığında teminat alıp ödeme tarihine kadar yüzde beş faiz ta­ hakkuk ettirirken, aynca taşın traşlanmasından sonra kala­ cak artıkları da almasına izin verildi. St. Simon, Anılar'mda, hiçbir rahatsızlık hissetmeden bu alış verişte oynadığı rolden söz etmektedir. Elmasın, bir frenk eriği büyüklüğünde yu­ varlak, çatlaksız ve saf beyaz bir taş olduğunu tasvir ettikten sonra, kıkırdayarak, kral naibinin böylesine şaşaalı bir alım yapmaya kendi sayesinde ikna olduğunu söyler. Başka bir deyişle, kral naibini görevini feda ederek kamu bütçesinden aşırı bir harcama yapmaya ve bir süs eşyası satın almaya ik­ na etmiş olmaktan gurur duymaktadır. İşler

1720 yılının başına kadar iyi gider. Parlamentonun,

piyasaya böylesine büyük miktarda kağıt çıkarılmasının er ya da geç ülkeyi iflasa götüreceği yönündeki uyarıları dikkate alınmaz. Maliye felsefesi konusunda hiçbir şey bilmeyen kral

72


naibi, böylesine iyi sonuçlar vermiş olan bir sistemin aşırılığa gidemeyeceğini düşünmektedir. Eğer beşyüz milyon kağıdın faydası olduysa, beşyüz milyon daha çıkarmanın ne . zararı olabilir ki? İşte bu, kral naibinin büyük yanılgısı olur ve ne yazık ki Law da herhangi bir engelleme girişiminde bulun­ maz. Halkın olağanüstü hırsı, büyük gafleti devam ettirir; Hint Adaları ve Mississippi hisselerinin fiyatı yükseldikçe, yeni banka tahvilleri ihraç edilir. Bu muhteşem ortamı biraz da Potemkin'in inşa ettiği şahane saraya benzetebiliriz. Rus­ ya'nın o prensvari barbarı, soylu metresini şaşırtmak ve memnun etmek için buzdan bir saray yaptırır. Birbirleri üze­ rine devasa buz blokları istiflenir, sade bir işçilikle İyonik sü­ tunlar dikilip enfes bir kemer altı girişi yapılır, yine buzdan bir kubbe, onu eritecek kadar değil ama pırıl pırıl parlatacak kadar gücü olan güneşte ışıldar. Bu ışıldama, tıpkı kristal ve elmaslardan yapılmış bir saray gibi ta uzaklardan görülür. Ne var ki buzdan saray bir gün güneyden gelen ılık bir esin­ tiyle parçaları dahi toplanamayacak şekilde dağılır. Law ve kağıt sisteminin de akıbeti aynı olacaktır. Çok geçmeden ka­ labalığı saran bir güvensizlik dalgası eser ve kağıttan kubbe artık yükselemeyecek bir şekilde yıkılır. İlk işaretler 1720'nin başlarında gelir. Law' dan istediği fi­ yattan yeni Hint Adaları hisseleri almayı talep eden ve bu iskeği geri çevrilince de kızan Conti Prensi, bankasından o kadar çok nakit çekti ki paraları taşımak için üç araba gerek­ ti. Law, durumu kral naibine şikayet etti ve eğer herkes bu hareketi örnek alacak olursa uğranılacak zararı anlattı. Kral naibi de bunun farkındaydı; Conti Prensi'ne bir talimat gön­ derip ceza olarak yaptıklarının hoşuna gitmediğini bildirdi ve çekmiş olduğu nakdin üçte ikisini bankaya geri ödemesi73


ni emretti. Prens, bu despotik emre uymak zorunda kaldı. Law'un şansına, De Conti halk tarafından sevilen biri değil­ di: herkes onun cimriliğini ve hırsını kınamış, Law' a haksız muamele yapıldığı görüşünde birleşmişti. Ne gariptir ki, bu olaydan böylesine ucuz kurtulduktan sonra bile ne Law ne de kral naibi ihraç etmeye devam ettikleri tahvillerin mikta­ rında bir kısıtlamaya gitmediler. De Conti'nin intikam için başlattığı bu hareket kısa sürede güvensizlik duygularını tat­ min etmek isteyen diğerlerince taklit edilmeye başlandı. Ak­ lı başında olan broker'lar fiyatların ebediyen yükselmeye de­ vam edemeyeceğini anlamışlardı. Fonlarda yaptıkları yük­ sek işlem hacimleriyle tanınan Bourdon ve La Richardiere, tahvillerini sessizce ve her seferinde küçük miktarlarla nak­ de çevirerek yabancı ülkelere göndermeye başladılar. Ayrıca, taşıyabildikleri miktarda kıymetli maden ve pahalı mücev­ her satın alarak, bunları, gizlice İngiltere veya Hollanda'ya gönderdiler. Yaklaşan fırtınanın kokusunu almış bir broker olan Vermalet, değeri yaklaşık bir milyon libre tutarında al­ hn ve gümüş parayı bir çiftçinin arabasında saklayarak üzer­ lerini saman ve inek gübreşi ile örttü. Daha sonra, kirli bir toprak işçisi kıyafetine bürdnerek kıymetli yükünü daha gü­ venli bir yer olan Belçika'ya götürdü. Ondan sonra da Ams­ terdam' a nakletmenin bir yolunu buldu.

O ana kadar herhangi bir nakit sıkıntısı çekilmemişti. An­ cak sistem bir kıtlığa neden olmadan devam edemeyecekti. Her yandan şikayetler yükseliyor, sorular soruluyordu. Kon­ sey alınacak önlemleri uzun süre tartıştı ve görüşlerine baş­ vurulan Law, madeni paranın değerinin kağıtlarınkinin yüz­ de beş alhna düşürülmesi yönünde bir kararname yayınlan­ masını önerdi. Buna göre bir kararname çıkarıldıysa da,

74


amaçlanan etkisi gerçekleşmeyince, bir başkası çıkartılarak düşürülen değer yüzde ona indirildi. Bu arada, banka öde­ melerine de yüz librelik altın ve on librelik gümüş olarak kı­ sıtlama getirildi. Nakit ödemelerin böylesine küçük miktar­ larla sınırlanması bankanın itibarını devam ettirdiyse de, kağıda güvenin yeniden kazanılması için alınan tüm önlem­ ler boşa çıktı. Karşı yöndeki tüm çabalara rağmen kıymetli madenler İngiltere ve Hollanda'ya gönderilmeye devam etti. Ülkede madeni para olarak ne kaldıysa, o da ticari işlemlerin artık gerçekleştirilemeyeceği bir kıtlık yaratıncaya kadar gizlendi. Law bu olağanüstü durumda madeni paranın kullanılmasını yasaklama cüretini gösterdi. Şubat 1720' de, kağıtların itibarı­ nın geri kazanılmasını amaçlamasına rağmen, aksine bir da­ ha kurtarılamayacak bir şekilde yok edilmesine yol açan ve ülkeyi devrimin eşiğine getiren bir kararname yayınlandı. Bu ünlü kararnameye göre, insanların beşyüz libreden (20 ster­ lin) daha fazla madeni para sahibi olması yasaklandı ve bu­ nun üzerindeki tutarlara el konulması ve kişinin ağır para ce­ zasına çarptırılması öngörüldü. Ayrıca, mücevher, kıymetli maden ve taş satın alınması yasaklandı ve tespit edilecek miktarın yarısını ödeme sözü verilerek, ihbarcılar teşvik edil­ di. Bu tarihte eşi bulunmayan tiranlığın karşısında tüm ülke isyan etti. Halka her gün böyle çirkin eziyetler çektirildi. ih­ barcı ve ajanların izinsiz müdahaleleri sonucu ailelerin mah­ remiyeti ihlal edildi. En erdemli ve dürüst kişiler bile bir louis a?tını sahibi olmakla suçlandı. Hizmetkarlar efendileri­ ne ihanet etti, komşular komşularını gözetledi; alıkoyma ve tutuklamalar öylesine çoğaldı ki, mahkemeler iş yoğun­ luğundan bunaldı. Bir arama emri çıkarılması için gereken 75


tek şey bir ihbarcının her hangi bir kişinin evinde para gizle­ diğini söylemesiydi. İngiliz Büyükelçisi Lord Stair, Law'un Katolik dinini benimsemiş olmasının samimiyetine inanma­ manın artık olanak dışı olduğunu, çünkü Aşai Rabbani ayi­ ninde ekmek ve şarabın İsa'nın bedeni ve kanı haline dönüş­ tüğü gibi, Law'un da onca altını kağıda dönüştürerek bir engizisyon başlattığını söyledi. Halkın dile getirdiği her nefret sözcüğü kral naibine ve mutsuz Law' a yöneltiliyordu. Beşyüz librenin üzerindeki hiç bir madeni para yasal değildi ama herkes elinden geldiğince kağıtlardan uzak durmaya çalışıyordu. Kimse elindeki tah­ villerin değerinin yarın ne olacağını bilemiyordu. "Hiçbir zaman", diyordu Duclos, Kral Naipliğinin Gizli Anıları'nda, "ne yapacağı bu kadar belli olmayan bir hükümet ve böyle­ sine eli sıkı ve çılgın bir tiranlık görülmemişti." Zamanın dehşetine tanıklık eden ve o günlere bugün bir hayal gibi ba­ kan biri için, hemen bir devrimin patlak vermemesi, Law ve kral naibinin trajik bir şekilde öldürülmemesi anlaşılır gibi değil. Her ikisi de dehşet içinde olmalarına rağmen, halk sı­ kıcı ve utangaç bir ümitsizlik ve budalaca bir şaşkınlıkla şi­ kayet etmekten başka bir şey yapmadı ve insanların zihinle­ ri öyle pespaye hale geldi ki cesur bir cinayet bile işleyeme­ diler. Bir seferinde bir halk hareketi örgütlenir gibi oldu. Du­ varlara kışkırtıcı yazılar asıldı ve en göze çarpan kişilerin ev­ lerine el ilanları gönderildi. Kral Naipliğinin Anıları nda anla­ tılan bir anektotta şöyle diyordu: "Bay ve bayan, eğer durum değişmezse, cumartesi ve pazar günleri bir Aziz Bartholo­ mew Günü'nün daha yaşanacağını size bildiririz. Sizden, ne kendinizin ve ne de hizmetkarlarınızın karışıklık çıkarma­ masını istiyoruz. Tanrı sizi alevlerden korusun! Bunu komşu'

76


larımza da bildirin. Tarih:

25 Mayıs 1720 Cumartesi". Kente

dolup taşan çok sayıda casus, halk arasında bir güvensizlik ortamı yarattı ve o gece kısa bir sürede yatıştırılan önemsiz bir grubun yarattığı karışıklığa rağmen, başkentte barış bo­ zulmadı. Louisiana veya Mississippi · hisselerinin değeri hızla düş­ müştü ve artık bölgede büyük servet olduğuna ilişkin masal­ lara pek az kişi inanıyordu. Dolayısıyla halkın Mississippi projesine olan güvenini tekrar kazanmak için son bir hamle daha yapıldı. Bu amaçla, Paris'teki tüm yoksulların askere alınması için hükümet talimatı verildi. Sayıları altmış binin üzerindeki ayak takımına, sanki savaş zamanıymış gibi, giy­ si ve alet edevat verilerek, sözde bol olduğu gerekçesiyle, al­ tın madenlerinde çalışmak üzere gemilerle New Orleans'a gönderildi. Bu kişilere ellerinde kazma ve kürekleriyle gün­ lerce caddelerde geçit yaptırı1 dı ve daha sonra küçük müfre­ zeler halinde Amerika'ya sevkedilmek üzere limanlara gön­ derildiler. Bunların üçte ikisi kaçıp tüm ülkeye dağılarak, karşılığı ne olursa olsun aletlerini sattılar ve eski yaşamları­ na geri döndüler. Ondan sonra üç hafta bile geçmeden, bu ki­ şilerin yarısı tekrar Paris'te görüldü. Ancak, bu manevra, Mississippi kağıtlarının fiyatlarına az da olsa bir hareket ge­ tirdi. Saflık ve budalalıklarının sonu gelmeyen birçok kişi, bu yeni diyardaki (Golconda) işlerin, sonunda başlamış ol­ duğuna ve altın ve gümüş külçelerin tekrar Paris'e akacağına inandı. Bir anayasal monarşide, kamu itibarının geri kazanılması için daha güvenilir bazı yöntemler bulunabilirdi. İngiltere de, daha sonraki bir dönemde, yine böyle bir gafletler dizi­ si benzer sıkıntılar yarattığında, alınan önlemler hayli fark-

77


lı olmuştu. Ne yazık

ki, Fransa' da çare sorunu yaratanların

kendisinde aranıyordu. Kral naibinin ülkenin kurtuluşunu amaçlayan keyfi iradesi, ülkeyi daha fazla batağa sokmaktan başka bir işe yaramadı. Tüm ödemelerin kağıt ile yapılması

1.5 milyar 60.000.000 sterlin değerinde tahvil ihraç edildi.

emredildi ve Şubat başıyla Mayıs sonu arasında libre veya

Ancak, tehlike çanları arbk çalmışb ve hiçbir beceri halkın madene dönüştürülemeyen kağıda olan güvenini geri getire­ mezdi. Paris parlamentosunun başkanı Bay Lambert, beş milyon librelik banka tahvili yerine yüzbin libre tutarında al­ bn veya gümüş sahibi olmayı tercih ettiğini kral naibinin yü­ züne söyledi. Hakim olan görüş böyleyken, aşırı miktarlarda tahvil ihraç edilmesi, madeni para ile tedavüldeki tahviller arasındaki dengesizliği daha da artırarak yangını körükledi. Kral naibinin değerini düşürmeyi amaçladığı madeni para­ nın değeri, bu amaca yönelik her girişimin sonunda daha da yükseldi. Şubat ayında, Kraliyet Bankasının Hint Adaları Kumpanyası ile birleştirilmesi önerildi. Bu konuda bir karar­ name yayınlandı ve parlamento tarafından tescil edildi. Tah­ villere devlet garantisi getirildi ve konseyin onayı olmadan yeni tahvil ihracı yapılmayacağı söylendi. Kral naibi, banka­ nın tüm karlarını Law'un elinden aldı ve Hint Adaları Kum­ panyasına devretti. Bu önlem, şirketin Louisiana ve diğer hisselerinin değerinin kısa bir süre için yükselmesine yol aç­ bysa da, halkın uzun süreli güvenini sağlayamadı. Mayıs ayının başında, Law, D'Argenson (Law'un finans yönetimindeki mesai arkadaşı) ve tüm bakanların kabldığı bir devlet konseyi toplandı. Tedavüldeki toplam tahvil tuta­ rının

2,6 milyar libre, madeni paranın ise bu miktarın yarısı­

na bile eşit olmadığı hesaplandı. Çoğunluk bir denge kurul-

78


ması taraftarıydı. Kimisi tahvil fiyatlarının madeni para değerine düşürülmesi gerektiğini, kimisi de madeni paranın nominal değerinin kağıt ile eşitleninceye kadar yükseltilme­ sini önerdi. Law her iki ·projeye de karşı çıkmakla beraber, herhangi bir öneride bulunmadı ve tahvillerin değerinin ya­ rıya düşürülmesi kararlaştırıldı.

21 Mayıs'ta, bu yönde bir

kararname çıkarıldı ve Hint Adalan Kumpanyasının hissele­ ri ile banka tahvillerinin değerinin yıl sonuna kadar nominal değerlerinin yarısına kadar düşürülmesi kararlaştırıldı. Ne var

ki,

parlamento kararnameyi tescil etmeyi reddetti ve bü­

yük arbede çıktı. Ülkenin durumu öylesine tehlike işaretleri veriyordu ki, sükunetin sağlanması amacıyla, konsey yedi gün içinde başka bir kararname yayınlayarak tahvilleri tek­ rar orijinal değerlerine getirdi ve tükürdüğünü yalamak zo­ runda kaldı. Banka aynı gün

(27

Mayıs) madeni para ödemesini dur­

durdu. Law ve D' Argenson'un her ikisi de bakanlıktan alındı. Zayıf, kararsız ve korkak biri olan kral naibi, tüm belaların sorumlulusu olarak Law'u gösterdi ve bunun üzerine Law Kraliyet Sarayında huzura çıkmayı talep ettiğinde reddedil­ di. Ancak, gece yansı kendisine kral naibinin bir görevlisi gönderildi ve gizli bir kapıdan saraya alındı.* Kral naibi onu teselli etmeye çalıştı ve halkın karşısında ona yapmak zorun­ da kaldığı sertlik için her türden bahane gösterdi. Tutumu öylesine değişkendi ki, iki gün sonra, Law'u operaya götü­ rüp kraliyet locasında yanında oturtturarak halkın gözü önünde Law' a itibar gösterdi. Ancak, Law' a karşı beslenen kin öyle kuvvetliydi ki, bu neredeyse ölümüne yol açacaktı.

• Duclos, Kral Naipliğinin Gizli Anıları

79


Arabasının kapısından girerken ahali taşlarla saldırdı ve eğer arabacı arabayı hızla avluya sürüp içerdekiler kapıyı hemen kapamasaydı, muhtemelen dışarı sürüklenip linç edilecekti. Ertesi gün, karısı ve kızı, arabalarıyla at yarışlarından evleri­ ne dönerken yine saldırıya uğradılar. Bu olaylar kral naibine bildirildiğinde, kral naibi Law'un evinin bahçesinde gece ve gündüz nöbet tutmak üzere İsveçli muhafızlardan oluşan güçlü bir müfreze gönderdi. Halkın öfkesi öylesine arttı ki, Law, nöbetçiler olduğu halde kendi evini güvensiz bularak, Kraliyet Sarayı'nda kral naibine ait bir daireye sığındı.

1718 yılında Law'un projelerine karşı çıktığı için görevin­ den alınmış olan Şansölye D'Agueseau, itibarın geri kazanıl­ ması için tekrar göreve çağrıldı. Kral naibi, çürüme dönemi­ nin en yetenekli veya belki de en onurlu insanlarından biri­ ne haksız bir sertlikle muamele ettiğini ve güvensizlik duy­ duğunu çok geç doğruladı. Görevden alındığından beri Fres­ nes' deki kır evine çekilip ağır ama zevkli felsefi çalışmalar yaparken, o işe yaramaz saray mensuplarının ne gibi entrika­ lara muktedir olduklarını unutmuştu. Law'un kendisi ve kral naibinin evine mensup bir centilmen olan Şövalye Conf­ lans, bir posta arabası ile sabık şansölyeyi Paris'e getirmek amacıyla gönderildi. D' Aguesseau, Law'un yöneticisi ol­ duğu bir makama geri çağrılmasını onaylamayan dostlarının tavsiyelerinin aksine, elinden gelen desteği vermeyi kabul et­ ti. Paris' e vardığında, parlamentonun beş meclis üyesi Mali­ ye Komiseri ile görüşmeye davet edildi ve

1 Haziran günü,

tutarı beşyüzbin librenin üzerinde madeni para biriktirmeyi suç sayan yasayı iptal eden bir kararname yayınlandı. Her­ kesin dilediği kadar madeni para biriktirmesine izin verildi.

80


Banknotların geri çekilebilmesi için, yüzde ikibuçuk oranla ve Paris kentinin gelirlerinin teminat olarak gösterilmesi kar­ şılığında, yirmibeş milyon yeni tahvil ihraç edildi. Geri çeki­ len banknotlar, Belediye binası önünde halkın huzurunda yakıldı. Yeni tahvillerin her birinin değeri on libre idi ve bun­ ların karşılığında yeterli miktarda gümüş para sahibi olan banka 1 0 Haziran'da yeniden açıldı. Bu önlemler etkili oldu ve Paris'in tüm sakinleri, küçük miktarlardaki tahvilleri karşılığında madeni para almak için bankaya akın etti. Gümüş bulunmaz hale gelince, ödemeler bakır ile yapıldı. Elli libre karşılığında bozuk parayı zorlukla sürükleyip taşırken ter döken halktan pek az kişi yükünün çok ağır olduğundan şikayet etti. Bankanın çevresindeki ka­ labalık öylesine büyüdü ki, izdiham nedeniyle birinin ölmediği gün geçmedi. 9 Temmuz'da, kalabalık öylesine yo­ ğun ve yaygaracıydı ki, Mazarin Bahçeleri'nin önünde bekle­ yen nöbetçiler, kapıyı kapatarak başkasının girmesine izin vermediler. Toplanan kalabalık öfkelenerek, parmaklıkların arkasından askerleri taşa tuttu. Buna karşılık, askerler de öf­ kelenerek halkın üzerine ateş açma tehdidinde bulundu. İsa­ bet alan askerlerden biri kalabalığa ateş açh ve bir kişi hemen ölürken, bir diğeri ise ciddi biçimde yaralandı. Her an banka­ ya yönelik bir saldırı beklenirken, Mazarin Bahçeleri'nin ka­ pıları açıldığında, süngüleriyle bekleyen askerleri gören ka­ labalık dize geldi ve öfkelerini ancak yuhalama ve homur­ danmalarıyla dile getirdiler. Sekiz

gün sonra toplanan halk öylesine kalabalıkh ki, ban­

kanın kapılarında onbeş kişi ezilerek öldü. Yaklaşık yedi ya da sekiz bin kişilik fena halde öfkeli kalabalık, cesetlerden üçünü

81


sedye ile taşıyarak kral naibinin ve Law'un ülkeyi içine sok­ tuğu felaketi göstermek amacıyla Kraliyet Sarayı'nın bah­ çelerine gi'tti . Efendisinin sarayın avlusundaki arabasında oturmakta olan Law'un arabacısı öylesine coşkulanmıştı ki, ahalinin efendisine zarar vermesini istemediği için, yüksek sesle, hepsinin rezil insanlar olduğunu ve asılmayı hakettik­ lerini söyledi. Bunun üzerine, kalabalık arabanın üzerine at­ ladı ve Law'un arabada olduğunu düşünerek linç etti. Akıl­ sız arabacı da kaçıp yaşamını zor kurtardı. Daha fazla olay olmadan bir askeri birlik daha geldi ve kral naibi kendisine gösterilmek üzere getirilen üç cesetin görkemli bir biçimde gömüleceğini, masraflarını da kendisinin karşılaşaca- ğını söyledikten sonra, kalabalık sessizce dağıldı. Bu gürültü sıra­ sında parlamento oturum halindeydi ve başkan, sorunun ne olduğunu anlamak için dışarı çıktı. Geri döndüğünde, mec­ lis üyelerine, Law'un arabasının kalabalık tarafından parça­ landığını açıkladı. Tüm üyeler aynı anda ayağa kalkarak zevkten yüksek sesle bağırmaya başlayınca, diğerlerinden daha coşkulu olan biri nefretini kusarak

çalandı m ı ? "*

"Ya Law? O da par­

diye sordu.

Herşey, hiç kuşkusuz, ulusa böylesine borçlu olan Hint Adaları Kumpanyasının itibarına bağlıydı. Bu nedenle, ba­ kanlar kurulunda, taahhütlerini yerine getirebilmesi için bu kumpanyaya verilecek imtiyazların en iyi sonuçları doğur-

* Orleans Düşesi bu hikayenin farklı bir versiyonunu öne sürüyor; hangisi doğru olursa olsun, parlamentonun tepkisini bu şekilde göstermesi, aslında yakışıksızdı. Orleans Düşesi, Başkan'ın sevinçten coştuğunu ve hemen kafiyeli bir dize uydurarak salona döndüğünü ve üyelere şöyle bağırdığını söylüyor: "Beyler! Beyler! iyi haber! Lass'ın arabası oldu heder!"

82


ması gerektiği, dolayısıyla tüm deniz ticaretine ilişkin hakların ona verilmesi önerildi ve bu kabul edilip kararnamesi yayın­ landı. Ne var ki, böyle bir önlemle ülkedeki tüm tüccarların mahvolacağı unutuldu. Böylesine büyük bir imtiyaz ulusça genel olarak reddedildi ve kararnamenin tescil edilmesinin reddi için parlamentoya dilekçe üstüne dilekçe sunuldu. Par­ lamento bunun üzerine kararı tescil etmeyince kral naibi, yangını körüklemekten başka bir şey başarmadıklarını belir­ terek, hepsini Blois'e sürgün etti. D'Aguesseau'nun talebi üzerine, sürgün yeri Pontoise' a değiştirildi ve meclis üyeleri, kral naibine karşı muhalefet yapmaya karar verdiler. Bu ge­ çici sürgünü eğlenceli hale getirmek için elden gelen her şey yapıldı. Başkan, Paris'in en sefih şirketlerinin davet edildiği görkemli akşam yemekleri veriyor, her gece hanımlar için konserler, balolar düzenleniyordu. Ağır başlı ve vakur yar­ gıçlar ve meclis üyeleri bile bu bir kaç hafta sürecek zevk ve sefa alemine katılmışlardı. Tek amaç, kral naibine bu sürgü­ nün onların hayahnı hiç etkilemediğini ve eğer isterlerse Pon­ toise'ı Paris'ten daha iyi yaşanacak bir yer haline getirebilecek­ lerini göstermekti. Dünyadaki tüm uluslar arasında kendi kederleri üzerine şarkı söylemeyi en iyi beceren Fransızlar'dır. Hatta bu ülke­ nin tüm tarihinin bu şarkılarda izlenebileceği söylenir. En iyi projelerinin başarısızlığı üzerine Law da artık öfkeye hedef olduğunda, ne ona ne de kral naibine yönelik taşlama ve ka­ rikatürlerin sonu gelmedi. Caddelerde uluorta söylenen şar­ kılardan bazıları terbiye sınırlarını bile aşıyordu. Bunlardan birinde Law'un ihraç ettiği kağıtların kullanılabileceği en ba­ yağı yer tasvir ediliyordu. Ancak Orleans Düşeşinin mektup-


larında muhafaza edilen bir şarkı en iyi ve en yaygınların­ dandı ve Paris'in kavşaklarında aylarca tekerlendi durdu: Lass geldi geleli Nezih kasabamıza, Dedi ki kral naibi Yardım edecek ulusumuza.

Param param pal Yağdı üstümüze para, Yakışır şekilde bir barbara! Başında cezbetti Tüm Fransa'nın parasını, Aldı güvenimizi, Değiştirdi inancını.

Param param pal Dönüverir anında, Yakışır şekilde bir barbara! Lass, şeytanın büyük oğlu Tanıştırdı bize yoksulluğu, Aldı bütün paramızı Vermedi karşılığını. Dedi ki iyi kalpli kral naibimiz,

Param param pal Geri gelecek kaybettiklerimiz Yakışır şekilde bir barbara!

84


Aşağıdaki şiir de aynı tarihlere aittir:

Pazartesi, hisse aldım; Salı, milyon kazandım; Çarşamba, hesaplarımı düzelttim; Perşembe, hizmetkarlar edindim; Cuma, para bana vız gelir; Cumartesi, hastanedeyim. Sıkça yayınlanan ve ·uıusun kendi budalalığının artık far­ kına vardığını, diğer ciddi olaylar kadar açıkça sergileyen ka­ rikatürler arasında bir kopyası da Kral Naipliğinin Anılan nda '

yer alır. Yazar karikatürü şöyle tasvir etmektedir: "Hisse Tan­ rıçası zafer arabasındadır, Budalalık tançası arabanın sürü­ cüsüdür. Arabayı çeken atlar, tahta bacağıyla Mississippi, Güney Denizi, İngiltere Merkez Bankası, Bah Senegal Kum­ panyası ve benzer diğerleridir. Araba hızlı gitmediğinde, bu kumpanyaların temsilcileri, uzun tilki kuyrukları ve kurnaz görünüşleriyle, üzerlerinde kimi hisselerin ismi ve bazen yüksek bazen düşük olan fiyatlarının kazıldığı tekerlek par­ maklıklarını döndürürler. Tekerlekler albnda ezilmekte olan­ lar ise yasal ticaretin malları, defterleri ve hesaplarıdır. Ara­ bayı, her yaş, cins ve durumda insandan oluşmuş korkunç bir kalabalık kovalarken, hepsi servet peşindedir ve araba­ dan dağıblan hisseleri kapışmak için koşuşurken birbirleriy­ le kavga etmektedirler. Bulutların arasında oturmakta olan bir şeytan sabun köpükleri üfürmekte. Zıvanadan çıkmış olan halk patlayıp yok olan bu köpükleri bile toplamak için birbirini ezmektedir. Arabanın geçeceği dar yolu üç kapılı bir bina kapatmaktadır; eğer ilerlenecekse hem halk hem de araba

85


bu üç kapıdan birinden geçmek zorundadır. Birinci kapının üstünde

'Tımarhane', ikincisinin üzerinde 'Hastahane', üçun­ 'Darülaceze' yazmaktadır." Başka bir karikatürde

cüsfülde de

Law, albnda çılgınlık ateşinin yandığı bir kazanda oturmak­ ta, kazanın etrafını saran coşkun bir kalabalık, ateşi körükle­ mek için üzerine albn ve gümüşlerini atarken, karşılığında Law'un bol keseden dağıtbğı kağıt parçalarını almaktadır. Bu coşku sürerken, Law sokaklarda korunmasız gezme­ meye dikkat etti. Kral naibinin malikanesinde emniyetteydi ve dışarı çıkbğında ya

tebdili kıyafet

geziyor ya da kraliyet

arabasında güçlü bir refakatçi grubu eşliğinde dolaşiyordu. Halkın ona karşı beslediği kin ve ellerine düştüğü takdirde başına gelecekler hakkında komik bir anekdot anlatılır. Bour­ sel isimli bir centilmen arabasıyla St. Antoine caddesinden geçerken, kiralık bir araba yolu bkar. Boursel'in hizmetkarı sabırsız bir tavırla kiralık arabanın sürücüsüne yoldan çekil­ mesi için bağırır ve red cevabı aldığında yüzüne vurur. Çı­ kan arbede kalabalığı meydana cezbeder ve Boursel tekrar asayişi sağlamak için arabadan çıkar. Bu kişinin de kendisine hücum edeceğini düşünen sürücü, "İmdat! İmdat! Cinayet! Cinayet! Law ve hizmetkarı beni öldürecekler! İmdat! İm­ dat" diye bağırır. Bunu duyan halk, ellerinde taş ve sopalar­ la hücuma kalkar ama bereket versin ki yakındaki bir Cizvit kilisesinin ardına kadar açık kapısını gören Boursel ve hiz­ metkarı içeri girip sunağa kadar son hızlarıyla koşarlar, sofi:.. ra da kilisenin toplanb odasına girip kapıyı arkalarından ka­ pabrlar. Eğer bunu yapmamış olsalardı linç edilecek bu kişi­ leri daha sonra kalabalığı ikna eden papazlar kurtarır. Hızını alamayanlar Boursel'in dışarıda park ebniş olan arabasını parçalarlar.

86


Paris belediyesinin gelirleriyle teminatlanmış yirmibeş milyona, yüzde iki buçuk gibi düşük bir faiz uygulandığın­ dan, ellerinde büyük miktarlarda Mississippi hissesi bulun­ duranlar elbette buna pek rağbet etmedi. Bu yüzden bu tah­ villeri paraya çevirmek çok güçtü ve çoğunluk Law'un değeri düşen kağıtlarını; geri döner umuduyla tutmaya de­ vam etti. 15 Ağustos'ta, değiştirme işlevini hızlandırmak amacıyla, bin, onbin libre arasında değeri olan tahvillerin, yeni açılacak mevduat hesapları karşılığı veya kumpanya hisselerinin taksitlerinin ödenmesi haricinde kabul edilme­ yeceğine dair bir karar çıkarıldı. Daha sonra Ekim ayında çıkarılan başka bir kararla da bu kağıtların artık Kasım ayından sonra tamamen değersiz kılı­ nacağı duyuruldu. Darphanenin yönetimi, vergi gelirlerinin toplanma işlevi ve tüm diğer avantaj ve imtiyazlar Hint Ada­ ları ve Mississippi kumpanyalarının elinden alındı ve bu şir­ ketler yeniden, birer özel kurum statüsüne döndüler. Bu ar­ tık ,düşmanlarının .eline. geçmiş olan sisteme vurulacak son ölümcül darbeydi. Şirketler ve maliye bakanlığı üzerinde tüm yaptırımı elinden alınan Law'un bütün dokunulmazlık­ larından yoksun olarak yükümlülüklerini yerine getirmesi ,artık olanaksızlaşmıştı. Kamu gafleti doruğundayken karla­ rının yasallığından kuşkulanılanlar; aranıp cezalandırılıyor· lardı. Orijinal hisse sahiplerinin bir listesinin çıkarılması, el­ lerinde bulundurdukları hisselerin tekrar şirkete yatırılması ye hisse alnı.ak için ismini yazdıranların da bu his.seleri, her bir 500 librelik hisse başına 13.500 libre ödeyerek satın alma­ ya mecbur edilmesi emredilmişti. Aslında iskontolu olan,k işlem gören bu hisselere böyle fahiş bir fiyat ödemek isteme­ yen yatırımcılar, pılı pırtılarını toplayıp başka ülkelere göç 87


etmeye çalıştılar. Bunun üzerine, tüm liman ve sınır kapıla­ rındaki yetkililere krallıktan ayrılmak isteyen bu kişilerin he­ men tutuklanıp yanlarında değerli maden veya mücevherat bulundurup bulundurmadıkları veya son zamanlarda yapı­ lan hisse spekülasyonlarında parmakları olup olmadığı anla­ şılana dek göz altında tutulmaları emredildi. Kaçan birkaç kişiye idam cezası verilirken, kalanlar da son derece keyfi bir şekilde yargılandılar. Kendisi de umutsuzluğa düşen Law, hayatından endişe ettiğinden ülkeyi terketmeye karar verdi. İlk önce Paris'ten ayrılıp sayfiye evlerinden birine çekilmek için izin istedi ve kral naibi bunu memnuniyetle kabul etti. Buna rağmen Law'un getirdiği finansal sistemin doğruluk ve etkinliğine olan inancını henüz kaybetmemişti. Artık kendi yaptığı hata­ ları da anlamıştı VE;! hayatının geri kalan yıllarında hep siste­ mi daha emniyetli bir şekilde oturtmayı hayal etti. Law'un prensle olan son görüşmesinde, "Bir çok hata yaptığımı itiraf ediyorum. Ben bir insanım ve her insan hata yapar; ama size bütün ciddiyetimle ilan ediyorum ki, bunların hiçbiri kötü veya dürüst olmayan bir niyetle yapılmamıştır ve hizmet sü­ rem boyunca böyle bir şeye rastlayamazsınız." dediği söyle­ nir. Law'un ayrılışından iki veya üç gün sonra, kral naibi ona bir mektup gönderdi ve istediği an ülkeyi terk edebileceğini, pasaportunun hazırlanmasını emrettiğini ifade etti. Ona iste­ diği takdirde istediği kadar para da verebileceğini bildirdi. Law para teklifini nazikçe geri çevirerek, Bourbon Dükü'nün eşi Madam de Prie'ye .ait olan bir araba ve altı atlı refakat� ile Brüksel' e doğru yola çıktı. Oradan birkaç ay kalacağı ve onu çok zengin sanan kentlilerin büyük dikkatini çekeceği 88


Venedik' e geçti. Ne var ki, bundan daha yanlış bir varsayım olamazdı. Hayatı boyunca kumarbaz olmuş bir insandan beklenmeyecek bir cömertlikle, bir ulusu feda ederek zen'gin olmayı benimsememişti. Halkın Mississippi hisselerine çıl­ gınca saldırışının doruğunda bile Fransa'run projeleri saye­ sinde Avrupa'nın en zengin ve güçlü ülkesi olacağından hiç şüphesi olmamıştı. Bütün kazancını Fransa'da gayrimenkul­ lere yatırmıştı, ki bu da projelerine olangliveninin kesin bir ispatıdır. Sahtekar broker'lar gibi başka ülkelere ne değerli madenler, ne mücevherat, ne de para kaçırmıştı. Bir elmas dı­ şında bütün varlığım Fransa toprağına yatırmıştı ve ayrıl­ dığında beş kuruşu yoktu. Sadece bunu hatırlamak, ona sık ve haksızca yapılan dolandırıcı suçlamalarım geçersiz kılma­ ya yeter. Ülkeden ayrıldığı duyulur duyulmaz tüm malikanelerine ve kıymetli kütüphanesine el konuldu. Yapılanlar arasında en üzücü olanlardan biri, refah döneminde hiçbir zaman ve hiçbir nedenden ötürü el konulamayacağına dair özel bir ka­ rar çıkartılmış olmasına rağmen, beş milyon libre ödeyerek satın aldığı ve eşi ve çocuklarının hayatı için yılda 200.000 librelik (8.000 sterlin) sigortaya el konulmasıydı. Halk Law'un kaçmasına izin verilmesinden hiç hoşnut olmamıştı. Sokaktaki halk ve parlamento onun idam edilişini görmek is­ terdi. Ticari devrimden zarar görmeyen birkaç kişi bu şarla­ tanın ülkeyi terketmiş olmasından memnundu ama servetle­ rini yitiren diğerleri (ki bunların nüfusu çok daha fazlaydı) ülkenin sıkıntılarını bu kadar yakından bilen ve gereken ça­ releri bu kadar iyi tanıyan birinden faydalanılmış olması ge­ rektiğini düşünüyordu.

89


Maliye b a kanlığıyl a kral naibinin genel konseyi arasında yapılan bir toplantı da incelenilen evrakta tedavüldeki tahvil­ lerin 2,7 milyar değerinde olduğu tespit edildi. Kral naibi, bu tahvillerin ihraçlarıyla, ihraç edilm eleri için imzalanan yetki

90


belgeleri arasındaki tarih farkları hakkında sorgulandi. Bü­ tün suçu kendi üzerine alabilirdi, ama orada mevcut olma­ yan birinin de bu suçu paylaşması gerektiği görüşünü tercih etti; Law'un kendisinin onayını müteakiben farklı zamanlar­ da L2 milyarlık tahvil ihraç ettiğini ve kendisinin de (kral na­ ibi) bunun artık geri çevrilemeyeceğini gördüğünde, olayı örtbas etmek için konseyin yetki belgelerindeki tarihleri değiştirdiğini itiraf etti . Hazır başlamışken, aslında kendi aşı­ rılığı ve sabırsızlığı sonucunda Law'un makul spekülasyon sınırlarını aştığını da kabul etseydi, kendi itibarı için de iyi olurdu ama bunu yapmadı. Ortaya çıkan başka bir bilgi de, 1 Ocak 1721 itibariyle ulusal borcun 3,1 milyar libreye (veya 124.000.000 sterlin) ulaştığı ve bu borcun sadece faizinin 3.1 96.000 sterlin tuttuğuydu. Bunun üzerine devletin borçlu olduğu kurum ve kişileri inceleyecek bir komite oluşturuldu. Komite

tüm

alacaklıları, ilk dördü, satın aldık.lan menkul

kıymetler karşılığında bir belge gösterebilenler, biri de bu alımların gerçek ve doğru olduğuna dair bir ispatı olmayan­ lar olmak üzere beş gruba ayıracaktı. Bu son grubun elinde­ ki menkul kıymetler imha edilecek, diğerlerininki son derece ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulacaktı. Komite çalışmaları sonucunda bu menkul kıymetler üzerinde biriken faiz borç­ larını ellialtı milyon libreye indirdi. Bu sonucu da tespit ettik­ leri gasp ve zimmete geçirme vakalarıyla destekledi. Sonuç­ ta, uygulama kararı çıktı ve krallık parlamentoları tarafından tescil edildi. Daha sonra, son kriz döneminde hükümetin maliyeyle alakalı bölümlerinde vuku bulan tüm yolsuzlukları ele ala­ cak Cephane

Odası adı verilen başka bir kurul kurul du . Müra­

caatlar Odası başkanı olan Falhonet, Rahip Clement ve

91


yanlarında çalışan iki katibin ismi bir milyon libreye varan bir zimmete geçirme olayına karışmıştı. İlk ikisine boyun vurma, katiplere de asılma cezası verildiyse de, cezalar daha sonra Bastille cezaevinde müebbet hapse çevrildi. Daha çe­ şitli yolsuzluklar daha tespit edilip para veya hapis cezalan uygulandı. Mississippi çılgınlığında rolü olan herkes gibi, toplumun nefretinden payını alan kral naibi ve Law'un yanında D'Ar­ genson' da vardı. D' Aguesseau'ya yer açmak için Şansölyelik makamını bırakmak zorunda kalmıştı ama kraliyet mühürle­ rinin koruyucusu olarak ünvanını ve istediğinde konsey top­ lantılarına katılma hakkını korumuştu. Ancak o da Paris'ten ayrılıp sayfiyede bir süre için inzivaya çekilmeyi uygun gör­ dü. Ne var ki, emeklilik ona göre değildi ve mutsuzluktan es­ ki hastalığı nüksetti ve on iki aydan az bir süre içinde öldü. Paris halkı ondan öyle nefret ediyordu ki, bu nefretlerini me­ zarına kadar taşıdılar. Cenazesi ailesinin gömülü olduğu St. Nicholas du Chardomi.eret kilisesini geçtiğinde saldırıya uğradı ve en önde giden iki oğlu, kendilerine zarar gelmesin diye arabalarını olanca hızıyla sürerek kaçmak zorunda kal­ dı. Law'a gelince, maliyeyi tekrar yola koymak için bir gün tekrar Fransa'ya çağrılacağı umudunu bir süre daha yaşattı ama kral naibinin, metresi Phalaris Düşesi ile şöminenin önünde sohbet ederken 1723 yılında aniden ölmesiyle, bu umutları da suya düştü ve eski kumarcılık huyuna geri dön­ dü. Birkaç kez neredeyse tek mal varlığı olan elmasını da kaybetmeye ramak kalmışken, akıllı oyunu sayesinde kur­ tuldu. Roma' da alacaklıları tarafından eziyet çektirilmeye başladığında l<openhag'a döndü ve 1 719 yılında Bay Wil92


son'u öldürme suçundan affını kazanmış olduğu için vatanı İngitere'ye dönmek için izin istedi. İngiltere'ye amiralin ge­ misinde getirildiği için bir süre Lordlar Kamarası'nda tartış­ malara yol açtı. Coningsby Kontu, ülkesini ve dinini reddet­ miş birinin böyle bir onura layık olmadığından yakındı ve Güney Denizi Kumpanyası direktörlerinin alçakça manevra­ larının halkı şaşkına çevirdiği bir zamanda, ona çok dikkat edilmesi gerektiğini vurguladı. Konu hakkında bir önerge verdiyse de, Lordlar Kamarası'nda kimse onun gibi endişe­ lenmediği için önerge düştü. Law İngiltere' de dört yıl kaldık­ tan sonra tekrar Venedik'e döndü ve

1729 yılında orada sefil

koşullar altında hayatını kaybetti. Ölümünde onu şu veda mısraları uğurladı: "Güle güle İskoçyalı ünlüye, Eşsiz hesap kitaplarıyla, Düşürdü Fransa'yı hastahaneye, Cebirin kurallarıyla." Hem bankanın hem de Lousianna şirketinin yönetiminde onunla birlikte olan kardeşi Wılliam Law, yolsuzluk suçuyla Bastille cezaevine kondu ama suçlarından hiçbiri ispat edile­ medi. Onbeş ay sonra serbest bırakılarak, Fransa' da hala La­ uriton Markizleri diye bilinen bir ailenin kurucusu oldu. Gelecek bölümde, bu sıralarda İngiliz halkına bulaşan ve benzer koşullar altında ama hükümetin gayretleri ve akıllı davranışı sayesinde Fransa' daki kadar büyük bir felaketle sonuçlanmayan çılgınlığın hikayesini bulacaksınız

93


GÜNEY DENİZİ* BALONU

Yolsuzluk tufan, para hırsı aldı yürüdü Güneşi saklayan alçak sis gibi yayıldı, Devlet adamını, vatanseveri hisse aşkı bürüdü, Soylular, uşaklar paylaşblar pastayı Yargıç,

papazbaşı,

Aldı çekti

ulu dük, kumardalar hepsi,

aşağı Britanya'yı karların cazibesi -Pope

Güney Denizi Kumpanyası,

1 711 yılında ünlü Oxford Kontu

Harley tarafından, Liberal Parti iktidarının çöküşünden son­ ra sarsılan itibarı yeniden sağlamak ve neredeyse on milyon sterline ulaşmış olan ordu ve donanma borçlarıyla diğer kısa vadeli borçları kapatmak için kuruldu. O zamanlar ismi bile olmayan bu ticaret şirketi, hükümetin ödeyeceği yüzde

altı

oranındaki faiz karşılığında hükümet borçlarım üstlendi. Yıl­ da

600.000 sterlini bulan bu faizi ödeyebilmek için şarap, sir­

ke, Hindistan'dan ithalat, ipek, tütün, balina yüzgeçleri ve diğer bazı mallara ],<alıcı vergiler getirdi. Güney denizlerin­ deki tüm ticaretin tekeli bu şirkete verildi ve parlamento ka­ nunlarıyla kurumsallaşan şirket yukarıdaki ünvanın sahibi oldu. Olaya yaltakçıları tarafından "Oxford Kontu'nun Şahe­ seri" ismi takıldı ve tüm bunlardan kendisine en büyük payı çıkaran, bakan Harley oldu. * Tlıe Soutlı-Sea Company 94


Tarihin bu erken dönemlerinde bile, en büyük hayaller bu şirket ve sınırsız zenginlikler diyarı Güney Amerika'nırt hal­ kı tarafından yaratıldı. Peru ve Meksika'nın gümüş maden­ lerinden herkes haberdardı; herkes bu kaynakların bitmez tükenmez olduğuna ve yapılması gereken tek şeyin, İngiliz imalatçılarının bu kıyılara gönderilip yaptıkları iş karşılığın­ da yerlilerden yüz misli değerinde altın ve gümüş almak ol­ duğuna inanıyordu. Trafik akışını sağlamak için İspanya'nın Şili ve Peru' daki dört liman kentinden feragat edeceği habe­ ri hızla yayılıp, kamunun güveni artırılmıştı ve Güney Deni­ zi Kumpanyası'run hisseleri çok rağbet görüyordu. Halbuki İspanya kralı V. Philip'in İspanyol Amerika­ sı'ndaki limanlarında İngilizler' e serbest ticaret hakkı verme­ ye hiçbir niyeti yoktu. Bu doğrultuda görüşmeler başlatıl­ mıştı ama tek sonuç assiento sözleşmesi, yani kolonilere otuz yıl boyunca köle sağlama imtiyazı ve Meksika, Peru ve Şi­ li' ye yılda bir kez yükü tonaj ve değer olarak sınırlı bir gemi yollama hakkı olmuştu. Bu ikinci hak da ancak karların dört­ te birinin İspanya kralına verilmesi ve kalanın ise yüzde beş oranında vergilendirilmesi gibi ağır koşullar karşılığında alınmıştı. Bu Oxford Kontu ve yanındakiler için bir düş kırık­ lığı yaratmış ve aşağıdaki ifade onlara istemedikleri kadar sıkça hatırlatılmıştı:

"Parturiımt montes, nascitur ridiculus mus. "* Yine de Güney Denizi Kumpanyasına olan kamu güveni sar­ sılmadı. Oxford Kontu, İspanya'nın yılda bir gemiye ilave olarak ticari mal taşınması için ilk yıl iki gemiye daha izin

*

D11ğl11r doğurur, şakacı fare doğar. "

95


vereceğini ilan etti ve bu kıyılarda Büyük Britanya ile ticare­ te açık ilan edilen limanların bir listesi debdebeli bir şekilde yayınlandı. Y ıllık geminin ilk seferi 1717 yılına dek yapılma­ dı ve bir sonraki yıl da İspanya ile kopan bağların sonucun­ da da iptal edildi. 1 71 7 yılındaki mevsim açılışında konuşma yapan kral,

kamu borçlarına işaret ederek azaltılmalan için gereken ön­ lemlerin alınması gerektiğini söyledi. İki büyük mali kuruluş olan Güney Denizi Kumpanyası ve Merkez Bankası 20 Ma­ yıs'ta parlamentoya teklifler getirdiler. Güney Denizi Kum­ panyası, yeni hisse ihracı yaparak veya başka bir yöntemle; sermayesini on milyondan oniki milyona çıkarmak istiyordu ve bunun karşılığında da yüzde alh yerine yüzde beş faiz ka­ bul edeceğini bildirdi. Merkez Bankası da benzer avantajları içeren bir teklif yaptı. Lordlar Kamarası teklifleri bir süre tar­ tıştı ve Güney Denizi Yasası, Banka Yasası ve Genel Fonlar Yasası denilen üç yasayı onayladı. İlkine göre, Güney Denizi Kumpanyası'nın talepleri kabul edildi tre Kraliçe Anne'in tahta çıkışının dokuzuncu ve onuncu yıldönümü münasebe­ tiyle düzenlenecek lotaryalardan elde edilecek gelirlerle, ser­ maye artırımı için gereken iki milyon ve tahakkuk etmiş fa­ izleri ödemeye hazır olduğunu bildirdi. İkinci yasaya göre, devlet bankaya olan 1 . 775.027 sterlin, 15 şiling borcu karşı­ lığında daha düşük oranda bir faiz ödeyecek ama iki milyon sterlin tutarında hazine çekini iptal edecek ve bankadan yüz­ de beş faizli ve tamamı, bir yıl önceden bildirilmek suretiyle, ödenecek olan yılda 100.000 sterlin borç alacaktı. Banka aynı zamanda gerekirse, aynı koşullar altında ve yüzde beş faizle, parlamento tarafından itfa edilebilir olan ve 2.500.000 sterli­ ni geçmeyecek miktarlarda borç vermeye hazır olacaktı. Ge96


nel Fonlar Yasası da sözü geçen kaynaklar sayesinde düzel­ tilmesi planlanan çeşitli yetersizlikleri sıralıyordu. Dolayısıyla Güney Denizi Kumpanyası'nın ismi halkın dilinden hiç düşmedi. Her ne kadar Güney Amerika devlet­

leriyle gerçekleştirilen ticaret, şirket gelirlerine pek bir şey eklemediyse de, mali bir kuruluş olarak büyümeye devam ettiler. Hisselere büyük talep vardı ve elde edilen başarılarla canlana,n direktörler nüfuzlarını artırmanın yeni yollarını .

aramaya başladılar. John Law'un Fransız halkını sarıp esir eden Mississippi Projesi, İngiltere' de de aynı şeyleri yapabi­ lecekleri yönünde onlara ilham kaynağı oldu. Projenin bekle­ nen başarısızlığına rağmen, bu onları niyetlerinden alıkoy­

madı. Hüsnü kuruntularının bilgeliği içinde Law'un yaptığı yanlışları yapmayacakları, sistemi ilelebet devam ettirebile­ cekleri ve borç ip ini koparmadan aşırı ölçülere kadar çekebi­ lecekleri hayaline kapıldılar.

Güney Denizi Kumpanyası direktörlerinin ulusal borç­ lan ödemek için tasarladıkları bu ünlü projenin parlall1ento­ ya teklif edilmesi, Law'un itibarının dorukta olduğu, binler­ ce insandan oluşan kalabalığın Quincampoix sokağında kuy­

ruklara girdiği ve çılgın bir hırsla kendi kendilerini mahvet­ me gayretinde oldukları zamana rastgeldi. Bi.ı iki büyük Av­ rupa ülkesinin insanlarının hayran bakışlarında sonsuz bir zenginliğin hayalleri okunuyordu. İngilizler bu maceraya, Fransızlar' dari daha sonra başlamış olsalar dahi kendilerini saran çılgınlıkta Fransızlar'dan eksik kalmadılar.

22 Ocak

1720'de Avam Kamarası, kralın mevsim açılışında yaptığı konuşmanın kamu borçlan ve Güney Denizi Kumpanya­ sı'nın bu borçların ödenmesi amacıyla yaptığı teklif hakkın­ daki kısmını tartışmak üzere bir komite oluşturdu. Bu teklif, 97


şirketin 30.981.712 sterlin tutan devlet borçlarını 1727 yazının ortasına kadar garanti altına alınacak olan yıllık yüzde beş faiz karşılığı üstleneceğini, bu tarihten sonra ödenecek faizin yüzde dörde düşeceğini ve meclisin istediği bir tarihte bu borcun tamamını kapatmakta serbest olduğunu anlatan ay­ rıntılı bir projeyi içeriyordu. Teklif Avam Kamarası'nda çok olumlu karşılanmıştı ama içerde sıkı bağlantıları bulunan Merkez Bankası araya girerek, verilecek imtiyaz ve avantaj­ ların bir kısmından kendilerinin de faydalanması doğrultu­ sunda baskı yaptı. Devlete en zor zamanlarda bile büyük hiz­ metleri geçtiğinin gayet iyi bilindiğini ifade ettiler ve bu tür imtiyazlar verilecekse, böyle bir geçmişi olmayan ve devlet için ne yapacağı henüz belli olmayan bir şirketten önce, ken­ dilerinin tercih edilmesi gerektiğini savundular. Bunun üze­ rine oturumlar beş

gün sonraya ertelendi. Bu süre zarfında

banka yöneticileri kendi projelerini hazırlayacaklardı. Mer­ kez Ba:İı.kası'nm daha avantajlı koşullar teklif edeceğinden korkan Güney Denizi Kumpanyası, teklifini tekrar gözden geÇirerek kabul edilebilirliğini artıracağı umut edilen bir ta­ kım değişiklikler yaph. Yapılan ana değişiklik., hükümete borçların tamamını ödemesi için verilen dört yıllık sürenin yedi yıla çıkartılmasıydı. Sırf bu değişiklik yüzünden kay­ betmek istemeyen Merkez Bankası da yaptığı ilk teklifi göz­ den geçirerek yeni bir teklif yolladı. Her iki kurumdan da bu ikinci teklifleri alan Avam Ka­ marası oturumlarına başladı. Bankanın sözcülüğünü Bay Ro­ bert Walpole, şirketinkini ise Maliye Bakanı Bay Aislabie ya­ pacaktı. 2 Şubat'ta karar çıktı ve şirketin koşullan daha avan­

tajlı bulundu. Bunun üzerine de gereken yasanın hazırlan­ ması için talimat verildi. 98


Borsayı bir heyecan ateşi sarmışh. Bir gün önce yüzo­ tuzdan işlem gören şirket hisseleri, ilk önce üçyüze yükseldi ve yasanın hazırlanış süreci içerisinde de hızla yükselmeye devam etti. Avam Kamarası'nda karşı çıkan hemen hemen tek devlet adamı, Bay Walpole idi. Meslektaşlarını kendileri­ ni bekleyen tehlikeler hakkında ağır ve ciddi bir tavırla uyar­ dı. Ulus, tehlikeli bir iş olan hisse senedi spekülasyonuna sa­ rılacak, ülkenin ticaret ve sanayide göstermiş olduğu deha bu alana saphrılacak, hisse spekülasyonunun uzathğı yem, buna hazır olmayan deneyimsiz insanları zenginlik hayali­ nin peşinde koşturarak kendi kazançlarından da ettirecekti. Projenin en büyük özelliği, beraberinde bu kötülükleri de ge­ tirmesiydi. Halkı heyecana verip hırslandırarak ve amacı için hiçbir zaman yeterli olmayacak olan fonlardan ödenecek kar payları vadederek hisse senedi değerlerini yapay olarak şişi­ recekti. Projenin başarılı olduğu takdirde, şirket yöneticileri­ nin kendilerini hükümetin efendisi olarak · göreceklerini, krallıkta yeni ve mutlak bir aristokraşi.kuracaklarını ve iste­ dikleri gibi yasa çıkartabileceklerini öngördü. Projenin başa­ rısız olması halinde ise tüm ulus mutsuzluğa düşecek, ülke mahvolmanın eşiğine varacaktı. Bu öyle bir gafletti ki, hesap günü geldiğinde, · ki elbet gelecekti, insanlar sanki bir rüya­ dan uyanmışcasına kendilerine bütün bu olan bitenin gerçek olup olmadığını soracaklardı. Ne var ki bütün bu etkileyici konuşma hiçbir şeyi değiştirmedi ve felaket tellallığı yap­ makla suçlandı. Arkadaşları onu, ancak insanların yuvaları­ na girip de onların gözlerinin içine bakacak kadar yaklaştık­ larında inanılmaya başlanan kötülüklerin habercisi Cassand­ ra'ya benzettiler.· Her ne kadar Avam Kamarası eskiden onun ağzından çıkan her kelimeye gösterilecek en büyük özeni

99


göstermişse de, Güney Denizi Kumpanyasına verilen · imti­ yazlar hakkında konuşma yapılacağı duyulur duyulmaz meclisin koltuklan boşalmıştı. Yasanın Avam Kamarası'nda hazırlanmakta olduğu iki aylık zaman zarfında, şirket yöneticileri, arkadaşları ve özel­ likle ünlü başkanları Sör John Blunt tarafından hisse senetle­ rinin fiyatlarının yükseltilmesi için her gayret gösterildi.

Or­

talıkta her türlü söylenti dolaşıyordu. Bunlardan bir tanesi, İspanya ile İngiltere arasında, İspanya'nın tüm kolonilerini serbest ticarete açacağına ve gümüş arzı demirinki kadar bol­ laşıncaya dek Potosi-La-Paz madeninde işlenen tüm gümüş üretiminin İngiltere' ye getirileceğine dair bir anlaşmaydı. İn­ giltere'nin bolca sağlayabileceği pamuk - ve yün karşılığında Meksikalılar'ın altın madenlerini açacağı da bir başkasıydı. Söylenenlere göre, Güney Denizi ülkeleriyle iş yapan bu tüc­ carlar kumpanyası dünyanın görüp görebileceği en zengin şirket olacak, hisselerine yatırılan her bir yüz sterlin yılda yüzlerce daha getirecekti. Bu söylentiler sonucunda hisse fi­ yatları dörtyüze ulaştı ve bir süre dalgalandıktan sonra, yasa Avam Kanwrası'nda 55'e karşı

172

oyla kabul edildiği sıra­

larda üçyüz otuz civarına yerleşti. Lordlar Kamarası da yasayı tarihte görülmemiş bir hız­ la ele aldı. Yasa ilk kez 4, ikinci kez 5 Nisan' da okundu, 6

Ni ­

san' da komiteye verildi ve ayın 7' sinde de üçüncü ve son kez okunarak kabul edildi. Birkaç üye projenin aleyhinde görüş bildirdiyse de, ku­ laklar bunlara hep tıkalıydı ve spekülasyon çılgınlığı bu in­ sanları da sıradan halk kadar sardı. Lord North ve Grey, ya­ sanın doğasının adil olmadığını ve zengini daha zengin, faki­ ri daha fakir yapacağından, sonuçlarının ölümcül olabileceğini

1 00


söylediler. Bu görüşleri Wharton Dükü de destekledi ama Avam Kamarası'nda Walpole'un yapbğı konuşmaların he­ men hemen bir tekrarını yapbğı için gölgede kaldı, Lord North ve Grey kadar bile dinlenilmedi. Kervana Cowper Kontu da kabldı ve yasayı Truva alına benzetti. Aceleyle ge­ tirilip, hayranlık ve coşkuyla şişirilmişti ve ihanet ve yıkımla sona erecekti. Sunderland Kontu bütün itirazlara cevap ver­ meye kalkbğında, yasanın yanında olan seksen üç üyeye kar­ şılık sadece onyedi karşı üye çıkb. Teklif Lordlar Kamarası'nda kabul edildiği gün, kraliyet onayını da aldı ve yasalaşb. Sanki bütün ulus hisse taciri olmuş gibiydi. Exchange Alley (borsa sokağı) hergün kalabalıkla dolup taşıyordu, Cornhill, arabaların bolluğundan geçilemez hale gelmişti. Herkes hisse almaya geliyordu.

O zamanlar yayınlanan bir

sokak türküsünün güftesi "Her budala bir üç kağıtçı olmaya soyundu" diyordu,* "Yıldızlarla soylular sonra Göründüler alt tabaka arasında; Alıp satmaya, görüp duymaya Yahudi olanlar da, olmayanlar da. Hanımlar teşrif etti soylulardan, Hergün inip at arabalarından; Mücevherleri karşılığında Alley' de servet aramaya."

* Bir. Güney Denizi Türküsü; veya Exchange Alley Balonları hakkında Neşeli Yo­ rumlar. O zamanlar yeni olan " Şahane İksir veya Altın Taşı Bulundu" isimli bes­ teye uyarlanmıştı.

1 01


Halkı saran bu ölçüsüz para hırsı Güney Denizi Kum­ panyası ile de sona ermeyecekti, en aşırılara kaçar nitelikteki diğer projeler başlablıyordu. Hisse almak isteyenlerin sıraya konduğu listeler hızla doluyor, muazzam miktarlarda hisse alış verişi oluyordu ve elbette hisse senetlerinin fiyatlarını yapay olarak şişirmek için de elden gelen her şey yapılıyor­ du. Tüm beklentilerin aksine, yasa kraliyet tarafından onay­ landığında Güney Denizi hisselerinin fiyatı düştü. Hisseler

7 Nisan' da üçyüzondan işlem görürken, ertesi gün ikiyüz­ doksana indiler. Direktörler tasarladıkları düzenin karının tadını bir kere almışlardı ve hiçbir gayret gösterme�en fiya­ tın doğal seviyesine inmesine izin vermeyeceklerdi. Hemen elçiler yola çıkarıldı ve projede çıkarı olan herkes etrafında­ kilere Güney Amerika denizlerindeki zenginlikleri abartarak anlattı. Exchange Alley kulağını herşeye diken bir kalabalık­ la doluydu. Yayılan tek bir söylenti bile hemen hisse fiyatla­ rını etkiliyordu. Kont Stanhope' a Fransa' da, Güney Denizle­ rinde yapılan ticareti emniyet allına almak ve büyütmek amacıyla, İspanya'nın Cebeli Tarık ve Mahon Limanı karşılı­ ğında Peru kıyılarında bazı yerleri teklif ettiği söyleniyordu.

O limanlara hizmet verecek yılda bir geminin ve İspanya Kralı'na ödenecek olan karların yüzde yirmibeşi yerine, şir­ ket istediği kadar gemi inşa edip yollayabilecek ve hiçbir krala hiçbir komisyon ödenmeyecekti. "Gözlerinde külçe altınlar dans ediyordu," Elbette bu söylentiler fiyatları tekrar yükseltti. Teklif yasa­ laştıktan beş gün sonra 12 Nisan' da, direktörler, her bir yüz

1 02


sterlin sermaye başına üçyüz ödemek koşuluyla alınabilecek olan bir milyon hisse daha piyasaya sürdüler. Çılgınlık her tabakadan insanı öyle bir sarmışlı ki, bu bir milyon hisseyi salın alabilmek için üç milyon kişi müracaat etti. Ödeme, pe­ şinalı 40 sterlin olmak üzere beş taksitle yapılacaklı. Birkaç gün içinde hisse fiyatları üçyüz kırka yükseldi ve müracaat­ çılara salış, ilk ödemenin iki mislinden yapıldı. Fiyatları da­ ha da yukarı çekmek için 21 Nisan' da toplanan genel kurul yaz ortası kar paylarını yüzde on olarak belirledi ve bundan her hissedarın faydalanacağını bildirdi. Bu açıklamalar para sahibi insanların para hırslarına hitap etme amacına ulaşlı ve yüzde dörtyüzden bir milyon hisse daha arz edildi. Spekü­ lasyon yapmak için halkın her kesiminden gelen öyle büyük bir talep vardı ki, bu oranda bile birkaç saat içinde neredey­ se bir buçuk milyon hisselik müracaat yapıldı. Bu zaman zarfında, her tarafta, sayılamayacak ölçüde çok ortak hisseli şirket kurulmaya başladı. Bu şirketlere, da­ ha sonra hayal edilebileceklerin en uygunu olan Balonlar la­ kabı takıldı. Halklar mutluluğu çoğu zaman taktıkları bu lakaplarda bulurlar. Bunlar arasında Balonlar lakabından da­ ha uygunu bulunamazdı. Bazıları bir iki hafta ayakta kalıp kaybolurken, diğerleri bu kadar kısa bir süre bile yaşayama­ dılar. Ortaya hergün yeni yeni projeler çıkıyordu. En aristok­ rat tabaka bile Cornhill' deki sıradan insanlar kadar spekülas­ yondan kazanç peşine düşmüştü. Galler Prensi'nin dahi bir şirketin yöneticisi olup 40.000 sterlin kazandığı söylenir.* Bridgewater Dükü, Londra ve Westminster'in, Chandos Dükü' de bir başka yerin ıslahı için kendi projelerini

• Coxe'un Walpole'unda, Bakan Craggs ve Lord Stanhope arasındaki yazışmadan. 103


başlatmışlardı. Ortada her biri .birbirinden daha ölçüsüz ve yanıltıcı olan yüze yakın proje vardı. Political State'in (bir ga­ zete) bir ifadesine göre bunlar "kurnaz üç kağıtçılar tarafın­ dan tasarlanmış, sayısız aç gözlü budalanın peşine düştüğü, zaten kötü şöhretlerine de yakışbğı gibi balon ve kandırma­ cadan başka bir şey değildiler". Bu çarpık uygulamaların so­ nucunda birçok budalayı babrdı ve sayısız haydudu zengin edecek olan birbuçuk milyon sterline yakın bir servetin kaza­ nılıp kaybedildiği hesaplanmaktaydı. Bu projelerden bazıları akla yakındı ve eğer halkın bu ka­ dar coşku içinde olmadığı bir zamanda ele alınmış olsalardı, herkese fayda getirebilirlerdi. Ne yazık ki tek amaçları hisse fiyatlarını yükseltmekti. Proje sahipleri meydana gelen bir yükselişte hemen satarak karlarını alıyor ve ertesi gün proje­ ler yok olup gidiyordu. Maitland, kaleme aldığı Londra'nın Tarihi'nde bize, büyük destek gören projelerden birinin "ta­ laştan borsa tahtası yapmak" üzere kurulan bir şirket oldu­ ğunu endişeyle anlabr. Bu elbette bir şakadır ama bundan ancak bir nebze daha akıllı olup, kısa süren ve çökmeden ön­ ce birçok hayab harap eden yüzlerce projenin varlığı hakkın­ da bolca kanıt vardır. Bunlardan bir tanesi bir milyon serma­ yeli, devir daim makinası; bir diğeri, "İngiliz ab yetiştiricili­ ğinin özendirilmesi, vakıf ve kilise arazilerinin ıslahı ve pa­ paz evlerinin restorasyonu" ile alakalı projelerdi. Birinci pro­ jenin, bir zamanlar İngiltere' de çok yaygın bir uğraş olan til­ ki avına meraklı papazlarca tasarlandığı göz önüne alınırsa, kilise mensuplarının kendilerini daha yakından ilgilendiren ikinci proje yerine neden daha çok birincisiyle alakadar ol­ dukları açıklanabilir. Bu şirketin hisseleri kısa sürede tüken­ mişti. Ancakher şeyden daha saçma ve budalaca olanı ve in­ sanların o mutlak çılgınlıklarının en iyi göstergesi, tanınmamış 104


bir maceraperestin "Kimsenin bilmediği bir işi yapan ancak bü­ yük avantajlar sağlayacak bir şirket" ismini koyduğu projeydi. Bunun aklı başında olan hiçbir insanın inanacağı cinsten bir şey olmadığı açık. Ancak, halkın budalalığa gidişini böylesi­ ne cüretkar ve başarılı bir biçimde yönlendiren bu deha, ta­ mhm kitabında gereken sermayenin, 100 sterlinlik beşbin hisseden oluşan yarım milyon sterlin olduğunu ve müracaat edenlerin hisse başına 2 sterlin teminat yahrmaları gerektiği­ ni belirtmişti. Teminatını ödeyen her müracaatçı, hisse başı­ na yılda 100 sterlin alacaklı. Şirketin bu paraları nasıl kaza­ nacağım açıklamaya dahi tenezzül etmemişti ama tüm ayrın­ hların bir ay içinde açıklanacağını ve bakiye 98 sterlinin iste­ neceğini bildirmişti. Bu büyük adam, ertesi gün saat dokuz­ da Comhill' deki bürosunu açh ve kapısındaki kuyruklar sa­ at üçte bittiğinde bin kadar hisseye müracaat edilip teminat­ lar ödendi. Beş saatte 2000 sterlin kazanmışh. Bundan hoşnut olacak kadar felseff dehası vardı ve aynı akşam kıta Avru­ pa' sına tüydü. Ondan bir daha hiç haber alınamadı. Change Alley'yi Güney Denizi'nde bir körfeze benzeten Swift duygularını şöyle ifade ediyor:

"Binlercesi geliyor buraya, Birbirlerini suya itip kakarak. Kürekteler sızdıran sandallarında, Altın avlamak için boğularak. Bir batıyor, biri çıkıyor; Biri denizin dibinde, diğeri gökte; Bir ileri, bir geri; Aklın bittiği yerde sarhoş gibi.

1 05


Pusuda Garraway yamaçları, Batanları bekliyor vahşetin yarışı. Bekle su alan sandalları, Ölüleri soymak amaçları." Çok başarılı olan bir diğer düzmece de "Globe

Ruhsatları"

deneniydi. Bunlar, üzerlerinde "Yelken Ruhsatları" yazan ve Exchange Alley yakınlarında bir meyhane olan Globe'un ar­ ması gibi bir mum mührü taşıyan, kare şeklinde, küçük oyun kağıtlarından başka bir şey değillerdi .. Bu ruhsatlara sahip olanların, ilerde yelken üretecek bir fabrikanın hisseleri için müracaat etme hakkından başka bir şey aldığı yoktu. Bu yelken fabrikası projesi, o zamanlar çok zengin biri olarak ta­ nınan, ancak daha sonra Güney Denizi direktörlerinin zim­ mete para geçirme suçları ile cezalandırılmalarıyla ilişkisi or­ taya çıkan biri tarafından başlatılmıştı. Bu ruhsatlar Alley'de albnış gineye (yirmibir şilin) kadar müşteri bulmuşlardı. Seçkin insanların her iki cinsi de bu balonlarla alakadar­ dı . Erkekler broker'larıyla buluşmak için kahve ve meyhane­ lere, hanımlar aynı amaçla şapkacı ve terzilerine gidiyorlar­ dı. Bu hepsinin müracaat ettikleri düzmece projelere inandı­ ğı anlamına gelmiyordu. Burada tek amaçları, çeşitli düzen­ bazlıklarla prim yapmış hisseleri, saf olan halka daha yüksek fiyattan satmaktı. Borsadaki kalabalık öyle şaşkındı ki aynı balonun hisselerinin fiyatı, sokağın bir ucundan diğerine yüzde on farkedebiliyordu. Aklı başında olanlar, insanları saran bu olağanüstü tutkuyu üzüntü ve endişe içinde seyredi­ yorlardı. Yaklaşmakta olan felaketi parlamento içi ve dışından gören bazıları da vardı. Bay Walpole kasvetli kehanetlerinden

1 06


vazgeçmemişti. Endişeleri, düşünmeyi becerebilen birkaç ki­ şi tarafından paylaşılıyordu ve bütün gücüyle hükümete baskı yapıyorlardı. 11 Haziran' da, parlamentonun tatil dö­ nüşü işe başladığı gün, kral bütün bu yasa dışı proj elerin ka­ mu zararına olduğunu, dolayısıyla haklarında yasal işlem yapılacağını ve onların hisselerini alıp satan broker'ların beş­ yüz sterlin ceza göreceğini ilan eden bir tebliğ yayınladı. Bu tebliğe rağmen, ipsiz sapsız spekülatörler işlemlerine ve müşterilerini yanıltmaya devam ettiler.

12

Temmuz' da özel

bir konsey olarak toplanan Başyargıçlar, patent ve imtiyazlar için verilen tüm dilekçeleri iptal edip bu balon şirketlerin hepsini tasfiye eden bir talimat yayınladı. Lordların tüm ya­ sa dışı projelerin bir listesini içeren talimatının aşağıdaki kopyası, aradaki zaman farkı dikkate alınırsa günümüz için ilgi çekici olmamasına rağmen, halkın dönem dönem benzer faaliyetlere kendini kaptırma eğilimini göstermesi bakımın­ dan ilgi çekicidir: "Konsey Odası, Whitehall (Londra adliyesi-ç) , 12 Temmuz

1720. Huzurlarınızda ekselansları Başyargıçlar Konseyi." "Ekselansları Başyargıçlar Konseyi, çeşitli amaçlarla ortak hisseli sermaye toplayan projeler vasıtasıyla halkın sıkıntıya uğratıldığı ve faaliyete geçmek için müracaatı yapılan patent ve imtiyazların alınacağına dair verdikleri yanıltıcı güvence­ lerden dolayı çoğunluğun para kaybetmiş olmasını göz önünde bulundurarak: ekselansları bu tür talepleri önlemek amacıyla, Ticaret Odası ve Başsavcı ve Yardımcısı'ndan gelen raporlar ve majestelerinin özel konseyinin önerileri doğrul­ tusunda, aşağıda sözü geçen dilekçelerin iptalini emretmiş­ lerdir: 107


1.

Grand Fishery of Great Britain adı altında balıkçılık

ticareti yapma imtiyazı talebiyle birkaç kişinin verdiği dilekçe.

2.

Yeni imtiyazlar talebiyle Royal Fishery of England

şirketinin verdiği dilekçe.

3. Sözü geçen işle iştigal etmek amaayla şirketleşme im­ tiyazı talebiyle, George James'in kendi ve ulusal balıkçılık alan­ larıyla alakadar bazı seçkin kişiler hesabına verdiği dilekçe.

4. Grönland ve diğer balıkçılık alanlarında balina avcı­ lığı yapmak amacıyla şirketleşmek isteyen birkaç tüccar ve dilekçede adı geçen diğer kişilerin verdiği dilekçe.

5. Grönland ile ticaret ve Davis Boğazı'nda balina avcı­ lığı yapmak amacıyla Sör John Lambert ve diğer kişilerin kendi ve diğer birçok tüccar adına verdikleri dilekçe.

6. Grönland ticareti için verilen bir başka dilekçe. 7. Kiralama veya yük taşımacılığı amacıyla gemi satın almak ve inşaatı yapmak için şirketleşmek isteyen birkaç tüc­ car, soylu ve vatandaşın verdiği dilekçe.

8.

Keten ve kenevir ekme imtiyazı talebiyle Samuel

Antrim ve diğerlerinin verdiği dilekçe. 9. Gemi inşaatı yapmak, yelken bezi ve yelken üretme

imtiyazı talebiyle anonim şirket kurma amacıyla birkaç tücc� armatör, yelken bezi ve yelken üreticisinin verdiği dilekçe.

10. Arazi alımında ve yelken ve kaba bez üretiminde kullanılmak üzere borç para almak amacıyla şirketleşmek imtiyazı talebiyle Thomas Boyd, birkaç yüz tüccar, armatör, yelken üreticisi ve dokumacının verdiği dilekçe. 1 1 . Yelken bezi üretmek amacıyla eski Kral William ve Kraliçe Mary tarafından tanınan imtiyazlara sahip olan birkaç kişinin adına, başka hiç kimseye bu imtiyazın verilmemesi,

1 08


mevcut imtiyazlarının teyit edilmesi ve bunlara ek olarak kendilerine pamuk ve ipek üreticiliği imtiyazlarının da ta­ nınması talebiyle verilen dilekçe. 12. İngiltere'nin tamamını kapsayan bir genel yangın si­ gortası şirketinin hissedarı olan birkaç vatandaş ve Londralı tüccar tarafından yukarıda sözü geçen işi yapmak için şirket­ leşme talebiyle verilen dilekçe. 13. İngiltere krallığı dahilinde genel yangın sigortacılığı yapmak amacıyla şirketleşme imtiyazı talebiyle majesteleri­ nin Londra ve dışındaki sadık tebasından birkaçının verdiği dilekçe. 14. Majestelerinin Almanya'daki topraklarıyla ticaret yapmak amacıyla kurulmuş olan 1 .200.000 sterlinlik. bir fo­ nun yatırımcıları olan Thomas Burges ve majestelerinin teba­ sından birkaç kişinin Harburg Company adı altında şirket­ leşmek talebiyle verdikleri dilekçe. 15. Almanya' dan kereste ithal etme imtiyazı talebiyle bir kereste tüccarı olan Edward Jones'un kendi ve başkaları hesabınaverdiği dilekçe. 16. Bir tuz imalathanesi işletmek amacıyla şirketleşme imtiyazı talebiyle birkaç Londralı tüccarın verdiği dilekçe. 17. Boyacıların kullandığı kızıl kök bitkisini ekip yetiş­ tirmek için arazi alımına yetecek miktarda sermaye bulmak amacıyla şirketleşmek imtiyazı talebiyle Londra'lı bir tüccar olan Kaptan Macphedris'in kendisi, birkaç tüccar, terzi, şap­ kacı ve boyacı hesabına verdiği dilekçe. 1 8 . Buluşuyla majestelerine ait tüm topraklarda ve Virginia' da Virginia tütünü hazırlayıp islah etmek ve toz ha-' line getirmek imtiyazı talebiyle Londra'lı tütüncü Joseph Galendo'nun verdiği dilekçe. 1 09


Balon şirketlerin Listesi Aynı emirle, aşağıdaki amaçlarla kurulan balon şirketle­ rin de yasal olmadıkları ilan edildi ve feshedildiler:

1. İsveç demiri ithal etmek. 2. Londra'ya deniz kömürü tedarik etmek. Sermaye: üç milyon. 3. Tüm İngiltere'de ev inşaatı ve restorasyon yapmak. Sermaye: üç milyon. 4.

Muslin kumaş üretmek.

5.

Britanya alüminyum fabrikalarını ıslah etmek ve işlet­ mek.

6. Blanco ve Sal Tartagus adalarını etkin bir şekilde yerleşime açmak. 7.

Deal kentine tatlı su sağlamak.

8.

Flanders danteli ithal etmek.

9. Büyük Britanya arazilerini ıslah etmek. Sermaye: dört milyon.

10. İngiliz atı yetiştiriciliğinin özendirilmesi, vakıf ve kilise arazilerinin ıslahı ve papaz evlerinin restorasyonu.

11. Büyük Britanya'da demir ve çelik üretmek. 12. Flint vilayetinin arazilerini ıslah etmek. Sermaye: bir milyon. 13.

İnşaat yapmak amacıyla arazi satın almak. Sermaye: iki milyon.

14. Kıl ticareti yapmak. 15. Holy Adası'nda tuz üretmek. Sermaye: iki milyon. 16. Malikane alıp satmak ve ipotek karşılığı borç para vermek. 110


17.

Kimsenin bilmediği bir işi yapmak, ancak büyük avan­ tajlar sağlamak.

1 8. 19.

Londra caddelerini kaplamak. Sermaye: iki milyon. Büyük Britanya'nın her tarafında cenaze levazımatçılı­ ğı yapmak

20. 21 .

Arazi alıp satmak ve faiz karşılığı borç para vermek. Büyük Britanya kraliyet balıkçılık alanlarını işletmek. Sermaye: beş milyon.

22.

Gemici maaşlarını sigortalamak.

23.

Sanayicileri teşvik etmek ve onlara yardımcı olmak

24.

Kiralanabilir araziler alıp ıslah etmek. Sermaye: dört

amacıyla kredi büroları kurmak. milyon.

25.

Kuzey İngiltere ve Amerika'dan zift, katran ve diğer gemicilik malzemeleri ithal etmek.

26. 27. 28. 29.

Giyim, kumaş ve kiremit ticareti yapmak. Essex'te bir malikaneyi satın alıp restore etmek. Atları sigortalamak. Sermaye: iki milyon. Yün ihraç edip, bakır, pirinç ve demir ithal etmek. Ser­ maye: dört milyon.

30. 31.

Büyükbir dispanser kurmak. Sermaye: üç milyon. Değirmen inşa etmek ve kurşun madenleri satın almak. Sermaye: iki milyon.

32. 33.

Sabun yapma sanatını geliştirmek. Santa Cruz adasını yerleşime açmak.

34. Derbyshire'de maden açıp kurşun cevheri arıtmak.

35. 36.

Cam şişe ve diğer cam eşya üretmek.

37.

Bahçeleri güzelleştirmek.

Devir daim makinası üretmek. Sermaye: bir milyon.

111


38. Çocukların geleceğini sigorta etmek ve geliştirmek. 39.

Gümrükçülük yapmak ve tüccarlar için iş olanakları araşbrmak.

40.

Kuzey İngiltere'de yün üretmek.

41 .

Virginia' dan ceviz ağacı ithal etmek. Sermaye: iki milyon.

42.

Pamuk ve iplikten Manchester ürünleri üretmek.

43. Joppa ve Castile sabunları üretmek.

44.

Krallığın dökme demir ve çelik üreticilerini ıslah et­ mek. Sermaye: dört milyon.

45. Dantel, kaba bez, patiska, keten bezi, vs. ticareti yap­ mak. Sermaye: iki milyon. 46.

Krallıkta üretilen çeşitli mallan ıslah edip ticaretini yapmak. Sermaye: üç milyon.

47. Londra pazarlarına sığır tedarik etmek.

48.

Ev ve at arabası aynası üretmek. Sermaye: iki milyon.

49. Comwall ve Derbyshire'de kalay ve kurşun madenlerini işletmek.

50.

Kolza yağı üretmek.

51.

Kunduz kürkü ithal etmek Sermaye: iki milyon.

52.

Mukavva ve ambalaj kağıdı üretmek.

53.

Yün üretiminde kullanılan yağlar ve diğer malzemeleri ithal etmek.

54. 55.

İpek üreticilerini geliştirmek ve sayılarını artırmak. Hisse senetleri, yıllık ödenekler ve alacaklar karşılığın­ da borç para vermek.

56.

Dul ve diğer düşkünlere küçük bir iskontoyla ödeme yapmak. Sermaye: iki milyon.

57.

Malt içkileri ıslah etmek. Sermaye: dört milyon.

58.

Büyük bir Amerikan balıkçılık alanı için.

1 12


59. Lincolnshire ovalarını satın alıp ıslah etmek. Sermaye: iki milyon. 60. Büyük Britanya'nın kağıt endüstrisini geliştirmek. 61.

Bottomry Şirketi.

62.

Sıcak havayla malt kurutmak.

63.

Oronooko nehrinde ticaret yapmak.

64.

Colchester ve Büyük Britanya'nın diğer bölgelerinde çuha üretmek.

65. Gemicilik malzemeleri satın almak, erzak tedarik et­ mek ve işçilerin maaşlarını ödemek. 66. Fakir sanat erbabına iş verip tüccarlara ve diğer kişile-

re kol saati yaptırıp satmak. 67. Ziraat ve hayvancılığı geliştirmek. 68. Atlarımızın soyunu iyileştirmek amaçlı başka bir şirket. 69.

At sigortacılığı için başka bir şirket.

70. Büyük Britanya' da mısır ticareti yapmak. 71 . Hizmetkarları tarafından zarara uğratılmış tüm efendi­ leri sigortalam;al<,. Sermaye: üç milyon. 72.

Gayri meşru çocukları alıp yetiştirmek için ev ve has­ tahane yapmak. Sermaye: iki milyon.

73.

Yakmadan ve özünü kaybetmeden ham şekeri beyaz-

latmak.

74. Büyük Britanya' da yol ve rıhtım yapmak. 75. Hırsızlık sigortacılığı yapmak. 76. Kurşundan gümüş çıkarmak. 77. Seramik ve porselen üretmek. Sermaye: bir milyon. 78. Tütün ithal edip yeniden İsveç ve Kuzey Avrupa'ya ih­ raç etmek. Sermaye: dört milyon. 1 13


79. Maden kömürüyle demir üretmek. 80. Londra ve Westminster kentlerini samanla döşemek.

Sermaye: üç mil yon. 81. İrlanda'da yelken ve ambalaj bezi fabrikası açmak. 82. Taş kırma işi yapmak. 83. Gemi satın almak ve gemileri korsanlığa karşı donat-

mak. 84. Galler'den kereste ithal etmek. Sermaye: iki milyon. 85. Kaya tuzu üretmek. 86. Cıvadan biçimlenebilir metal çıkarmak.

Hükümetin yasaklamalarına ve halk arasında aklı hala başında olanların küçümsemesine rağmen, bu balonların sa­ yısına hergün yenileri eklendi . Bu çılgınlık hakkında karika­ türler basan matbaalarla, nükteli şiir ve taşlamalar yayınla­ yan gazeteler gece gündüz çalıştılar. Kurnaz bir üretici, bir köşesinde bir balon şirketin küçük bir karikatürünün ve al­ tında da uygun mısraların bulunduğu oyun kartlarını piya­ saya sürdü. Bu kartlar piyasada çok az bulunuyordu. En meşhur balonlardan bir tanesi, savaş sanatında bir çığır açan yuvarlak ve kare gülle ve mermiler üreten "Puckle'm Maki­ ne Şirketi"ydi. Halkı kandırmaları aşağıdaki mısralarda ifade edildi: "Bu ender buluş değil düşmanları Kandıracak yurttaki budalaları Korkmayın dostlar, bu makine Yaralayacak ancak hisse alanları ."

1 14


1 15


İngiliz Bakır ve Pirinç Şirketi'nin karikatürü, kupa doku­ zunu aşağıdaki dörtlükle süslemişti: "Budala balıklama atlayıp, Bakırına karşı altın gümüş arayıp, Change Alley' de kendini rezil edecek, Zengin madenin saflığını pirinçle kirletecek." Acadia'yı kolonize etmek için kurulmuş olan şirketin ka­ rikatürü, karo sekizde aşağıdaki taşlamayla simgelenmişti: "Oynamak isteyen zenginler, Kuzey Amerika' da yuvarlak bir rakam, Körlemesine cezbetsin hisseler, Ancak eşekler olacak onlara hayran." Her kart benzer biçimde bir düzmeceyi açığa kavuşturu­ yor, pençesine düşen budalalarla dalga gt.�iyordu. Bütün bu projeleri hayata geçirmek için istenen paraların üçyüz mil­ yon sterline ulaştığı hesaplanmıştı. Yine binlerce muhteris ve budala kurbanının tüm serve­ tini yutan Güney Denizi uçurumuna dönelim. 29 Mayıs'ta hisseler beşyüze kadar yükselmişti ve hazine bonoları olan­ ların üçte ikisi, bu menkul kıymetleri Güney Denizi kumpan­ yasının hisseleriyle değiştirmişlerdi. Tüm Mayıs ayı boyunca hisseler yükselmeye devam etmiş ve ayın 28'inde beşyüzelli­ ye ulaşmıştı. Bundan sonraki dört gün içinde hisseler muaz­ zam bir sıçrama yapıp beşyüzelliden sekizyüzdoksana çıktı.

1 16


Genel kanı fiyatların daha fazla yükselemeyeceği idi ve çoğu kimse kar almak amacıyla satışa geçti. Hanover'e gitmekte olan trendeki soylular ve diğer yolcular dahi satmak için sa­ bırsızlanıyorlardı. 3 Haziran' a gelindiğinde, Alley' de o

ka­

dar çok satıcı ve aksine o kadar az alıcı vardı ki hisseler bir­ denbire sekizyüzdoksandan altıyüzkırka düştü. Direktörler endişeleniyorlardı ve broker 'larına alım emirleri verdiler. Bu gayretleri başarıya ulaştı. Akşama doğru güven tekrar yerine gelmişti. Fiyatlar yediyüzelliye çıktı ve şirket 22 Haziran' da tahvil satışlarını dur.durana dek ufak dalgalanmalar olsa da, bu seviyelerde tutundu. Direktörlerin fiyatları şişirmek için uyguladıkları çeşitli taktiklerin ayrıntılarını vermek gereksiz ve sıkıcı olur. Bunun yerine, fiyatın en sonunda yüzde bin prim yaptığını söyle­ mek yeterlidir. Ağustos başında da fiyatlar işte bu seviyedeydi. Artık balon patlamak üzereydi ve sallanıp titremekteydi. Hazine · bonosu sahiplerinin çoğu direktörlere karşı olan hoşnutsuzluklarını dile getirdiler. Hisse almak için yazılan listelerde taraf tutmakla suçladılar. Başkan Sör John Blunt ve diğer birkaç kişinin de hisselerini satmış olduklarının ortaya çıkmasıyla huzur biraz daha bozuldu. Fiyatlar bütün Ağustos boyunca düştü ve 2 Eylül'e gelindiğinde yediyüze inmişti. Artık durum endişe verici hale gelmişti. Kamu güveni­ nin tamamen yok olmasını, eğer mümkünse, önlemek için direktörler 8 Eylül' de Merchant Tailors Hall' da şirket çapın­ da bir genel kurul topladılar. Sabah saat dokuz olduğunda oda hınca hınç dolu, Cheapside içeri giremeyen kalabalığın

1 17


izdihamıyla tıkalıydı ve havada büyük bir heyecan vardı. Çok sayıda direktör ve yandaşı doluşmuşlardı. Oturumu alt­ guvernör olan Sör John Fellowes açtı. Toplantının amacını bildirdikten sonra direktörlerin aldığı önlemleri, yaptıkları­ nın bir listesini, itfa edilebilir ve edilemez olan fonları ve na­ kit aidatları anlattı. Daha sonra, Bakan Craggs, direktörlerin davranışını överek bu mükemmel projenin başarıya ulaşma­ sı için birlik beraberlik içinde olmaktan başka daha iyi bir şey yapılamayacağını ifade eden kısa bir konuşma yaptı. Konuş­ masını, direktörlere mantıklı ve becerikli yönetimlerinden dolayı teşekkür ederek ve şirketin iyiliği ve çıkarları için bu tutum l arının devam etmesini .temenni ederek bitirdi. Parla­ mentoda Güney Denizi Kumpanyası hakkındaki aşırı coşku­ suyla dikkat çeken ve hep doğru zamanda yaptığı kurnazca satışlarla yüklü miktarlarda kar ettiğinden kuşkulanılan Bay Hungerford'un konuşması bu kez çok abartılıydı. Hunger­ ford, birçok toplumun iniş ve çıkışına, çürüyüş ve yeniden canlanışına şahit olmuş biri olarak, Güney Denizi Kumpan­ yası kadar kısa bir süreiçinde bu kadar iyi işler başarmış bir şirket görmemiş olduğunu söyledi. Şirket kraliyet, kilise ve parlamentodan daha iyi işler yapmıştı. Herkesi tek bir çıkar çatısı altında toplamış, tüm iç düşmanlıkları tamamen bitir­ mese de sakinleştirmişti. Hisselerin yükselişi, paralı insan­ ların servetlerini daha da artırmalarını sağlamış, toprak sa­ hipleri topraklarının değerlerinin ikiye üçe katlanışına ta­ nık olmuşlardı. Kilise de faydasını görmüştü. Büyük ka­ zançlar elde eden din adaml arının sayısı pek az değildi. Kısacası, tüm ulus zenginleşmişti ve Hungerford direktör­ lerin bu süreçte kendilerini unutmamış olmalarını umut ediyordu. Konuşmanın, bir taşlamaya yaklaşır derecede

118


aşırılığa kaçan övgülerden oluşan ikinci kısmında, bir mik­ tar ıslıklama olduysa da direktör, arkadaşları ve çıkar sahip­ leri hararetle alkışladılar. Portland Dükü de benzeri bir ko­ nuşma yaptı ve bundan neden şikayetçi olunabileceğini an­ layamadığını ifade etti. Ne de olsa kendisi de karlı bir spekü­ latördü.

/oe Miller'ın Şakaları'ndaki,

okkalı bir yemek yedik­

ten sonra ellerini göbeğinin üstünde kavuşturup, bu dünya­ da aç insanların varlığından şüphe eden belediye meclisi üyesine benzemişti. Bu toplantıda birkaç karar alındı ama bunların hiçbirinin halk üzerinde bir etkisi olmadı. Aynı akşam, hisseler altıyüz­ kırka, ertesi gün de beşyüzkırka düştüler. Daha sonra düşüş her gün devam etti ve dörtyüze varıldı. Parlamento üyesi Bay Broderick, Maliye Bakanı Middleton'a yazdığı ve Coxe'un

Walpole'unda

yayınlanan 13 Eylül tarihli mektupta

şöyıe der: "Güney Denizi direktörlerinin neden bu kadar hız­ lı bir çözülmeye tanık olduklarının nedenleri çeşitlidir. Bu­ nun kendi çıkarlarına uygun olduğu bir zamanda yapılacağı hakkında hiçbir kuşkum yoktu. O kadar aşırı bir borçlanma­ ya gittiler ki tedavülde bunu karşılayacak miktarda gerçek para yoktu. Aklı başında olan insanlar geri çekildiler ve ken­ dilerini, anlayış yetenekleri; para hırsı ve köstebek tepecikle­ rinden yüce dağlar yapmak umuduyla körelmiş olan gaflet içindeki, düşünmekten aciz kitlelerin kayıplarıyla emniyete aldılar. Birçok aile dilenmenin eşiğine geldi. Dehşeti ifade ve öfkeyi tasvir etmek o kadar olanaksız, durum o kadar·umut­ suz ki felaketi önleyecek bir tedbir olo.uğuna inanmadığım­ dan, bundan sonra neler yapılacağını da tahmin edebiliyor­ muşum gibi davranama,m". On gün sonra hisseler haia düş­ mektedir ve şöyle yazmaya devam eder:- "Şirket hala ne

1 19


yapacağı hakkında bir karara varamadı, çünkü öyle bir gir­ daba girdiler ki ne tarafa döneceklerini dahi bilemiyorlar. Kente yeni gelen birkaç centilmenden duyduğum kadarıyla, Güney-Denizi-adamı ismi her ülkede tiksinti uyandırmakta­ dır. Kuyumcuların çoğu kaçmışhr ve diğerleri de kaçacaklar­ dır. Üçte birinin, hayır, dörtte birinin buna dayanabileceğini zannetmiyorum. Başından beri, yargımı, on milyonun (piya­ sada dolaşan mevcut nakdimiz) ikiyüz milyon, ki borcumuz bu miktarı da aşh, yaratamayacağı ilkesi üzerine inşa ettim. Dolayısıyla, bu olay, bu kuşkunun ortaya çıkması ile birlikte o asil devlet mekanizmasının çökmesine neden olacakhr." 12 Eylül' de Bakan Craggs'in girişimleriyle, Güney De­

nizi Kumpanyası ve Merkez Bankası direktörleri arasında birkaç konferans yapıldı. Bunu takiben bankanın alh milyon­ luk şirket tahvilini tedavüle çıkarmayı kabul ettiği söylentisi yayılınca hisse fiyatları alhyüzyetmişe çıkh; ama öğleden sonra, söylentinin aslı olmadığı öğrenildi ve hisseler tekrar beşyüzseksene düştü; ertesi gün beşyüzyetmişe ve yavaş ya­ vaş da dörtyüze.* Bakanlık olup bitenden hayli endişe duyuyordu. Direk­ törler hakarete uğramamak için sokağa çıkamıyorlar, her an tehlikeli ayaklanmalar ve tutuklamalar oluyordu. Hemen

• Gay (şair), o feci yılda genç Craggs' den hediye olarak bir miktar Güney Deni­ zi hissesi almıştı ve bir ara kendisini yirmibin sterlinin sahibi olarak görüyordu. Arkadaşları satması için onu ikna etmeye çalıştılar ama o itibar ve refah rüyala­ rı görüyordu; kendi servetine giden yolu kendisi durduramazdı. Eğer arkadaş­ larını dinleseydi, yüz yıllık yaşam satın alacak kadar parası olurdu. Fenton, "hergün temiz bir gömlek giyecek ve iyi bir biftek yiyecek kadar zengin olabi­ lirdi." der. Ne var ki, bu tavsiyelere uymadı ve önce karını daha sonra anapara­ sını kaybetti ve Gay öyle bir felaketin altında ezildi ki hayatı bile tehlikeye gir­ di.

-Johnson'un Şair Hayat/an.

1 20


geri dönmesi için Hanover' deki krala haberciler gönderildi. Güney Denizi Kumpanyasının tahvillerini tedavüle sürmek için yaptığı teklifin İngiltere Bankası yöneticileri tarafından kabulü için, bilinen nüfuzunu kullanıp baski yapması ama­ cıyla Bay Walpole sayfiyedeki evinden çağrıldı. Merkez Bankası, şirketle ilgili bir işe ve içinden çıkamaya­ cağı bir felakete hiç karışmak istemiyordu ve bu yönde tüm girişimleri açık bir çekince ile karşıladı. Ne var ki, ulusun her tarafından yükselen sesler, bankaya bir kurtarıcı olarak bakı­ yordu. Önemli ne kadar politikacı varsa, hepsinden bu acil durumda yardımları bekleniyordu. Sonunda Bay Walpole ta­ rafından hazırlanan kaba bir sözleşme taslağı bundan böyle yapılacak görüşmelere temel teşkil etti ve halkın paniği biraz da olsa dindi. Ertesi gün,

20 Eylül'de, Güney Denizi Kumpanyası genel

kurulu Merchant Tailors Hali' da toplandı. Toplantıda direk­ törlere, şirketin tahvillerini tedavüle çıkarma veya uygun gördükleri herhangi başka bir amaçla Merkez Bankası ya da başka bir kuruluşla anlaşma yapma yetkisi veren kararlar alındı. Konuşmacılardan biri olan Bay Pulteney, . insanları pençesi altına alan bu olağanüstü paniğe çok şaşırdığını söy­ ledi. İnsanlar, büyük bir felaket içinde oldukları düşüncesi ile panik ve dehşet içinde oraya buraya koşuşturuyorlardı ve olayın şekil ve boyutları hakkında kimse bir tahminde bulu­ namıyordu:

"Gece kadar karanlıkOn kuduruk kadar vahşi-cehennem kadar korkunç."

121


İki gün sonra yapılan Merkez Bankası genel kurulunda başkan, Güney Denizi Kumpanyasının işlerine ilişkin birkaç toplantı hakkında bilgi verdi ve direktörlerin henüz karar ve­ recek bir duruma gelmediklerini düşündüklerini ekledi. Da­ ha sonra, banka yöneticilerine Güney Denizi Kumpanyası di­ rektörleriyle, tedavüle uygun gördükleri herhangi bir koşul ve miktarda tahvil çıkarma konusunda anlaşma yapma yet­ kisi veren bir karar teklif edildi ve tek bir itiraz görmeden ka­ bul edildi. Bu bağlamda, her iki taraf da halkın çıkarına uygun gör­ dükleri takdirde, istedikleri şekilde davranmakta serbest kal­ mışlardı. Sonunda, banka üç milyonluk tahvili her zamanki koşullar olan

%15 teminat, %3 prim ve %5 faizle piyasaya

sürdü. Sabahın ilk saatlerinde, hevesle parasını getiren kala­ balık o kadar büyüktü ki tüm arzın o gün tükeneceği zanne­ dildi, ama işler öğlene doğru değişti. Önlemek için yapılan herşeye rağmen, Güney Denizi hisselerinin fiyatı hızla düş­ meye başladı. Tahvillere olan güven öylesine azalmıştı ki, kuyumcu ve bankalara hücum oldu, hatta büyük miktar borç vermiş olan bazıları kepenk indirip firar etmek zorunda kal­ dı. O zamana kadar şirketin ana veznesi görevini üstlenmiş olan Sword-blade şirketi ödemeleri durdurdu. Bütün bunla­ rı felaketin başlangıcı olarak görenler Merkez Bankası' na hü­ cum ettiler. Banka, sabah topladığından çok daha hızlı bir şe­ kilde ödeme yapmak zorunda kaldı. Ertesi gün

(29 Eylül) bir

tatil günüydü ve bankaya biraz nefes alma fırsatı doğdu. Fır­ tınadan sağ çıkmayı başarmışlardı ama eski rakipleri olan Güney Denizi Kumpanyası büy{ik yara almıştı. Hisse fiyatla­ rı önce yüzelliye ve bir miktar dalgalanmadan sonra yavaş yavaş yüzotuzbeşe düştü. 1 22


Halkın güvenini sağlayamadığını ve yıkıma giden akımı durduramayacağını gören banka, kurtarmayı hedefledikle­ riyle birlikte bu akıntıya kapılıp gitmemek için kısmen taraf olduğu anlaşmaya uymadı. Devam etmek için hiçbir yüküm­ lülükleri yoktu. İçinde bazı önemli noktalar boş bırakılan, çe­ kilmeye karşı cezai bir önlem taşımayan ve ismine banka sözleşmesi denilen şey, kaba bir anlaşma taslağından başka bir şey değildi. Parlamentonun tarihi kayıtlarındaki ifadeleri kullanmak gerekirse, "sonuçta, sekiz aylık bir süre içinde, gi­ zemli zembereklerle şahane bir zirveye kurulup bütün Avru­ pa'run dikkatini üzerine çeken ve beklentilere yön veren, fa­ kat direktörlerinin düzenbaz yönetimi keşfedilir keşfedilmez sahtekarlık, kandırmaca, saflık ve hırstan yapılma temelinin üzerine çöken o muazzam yapının yükselişi, ilerlemesi ve düşüşüne şahit olundu." Ortalığı saran bu tehlikeli yanılgının en hararetli günle­ rinde, tüm ulusun davranış biçimi yozlaşmaya başladı. Suç­ luları bulmak için parlamentonun başlattığı sorgulama, hem suçu işleyenlerin ahlakı hem de aralarından çıktıkları insan­ ların zekasına hakaret niteliğinde rezaletler ortaya çıkardı. Aslında, ortaya çıkan kötülükleri inceleyen bir araştırma yapmak son derece ilginç olurdu. Uluslar, tıpkı bireyler gibi hesap vermeden canını kurtaran çaresiz kumarbazlar haline gelemezler. Eninde sonunda cezalandırılırlar. Ünlü bir ya­ zar* şunları söylerken büyük hata yapmaktadır: "Bir tarihçi için böyle bir çadır hiç uygun değit duygusallık ve hayaller peşinde koşan hiçbir okuyucu, ne bir sıcaklığı, ne rengi ne de

* Smollett.

1 23


süsü olan bu işlemler hakkında, zevksiz bir kepazelik ve ka­ ba bir yozlaşmanın ayrıntılarından başka bir şey olmayan bu tür detaylarla, eğlendirilip ilgisi çekilemez". Aksine, (işi da­ ha hafife almış olsaydı, Smollet de bunu keşfederdi) konu bir romancı için bile fazlasıyla ilginçtir. Yolunan halkın umut­ suzluğunda sıcaklık yok mu? Tüm servetini yitirmiş ve yıkıl­ mış yüzlerce ailenin, bugün dilenci olan dünkü zenginlerin, toplumdan dışlanıp sürülmüş güçlü ve etkili şahsiyetlerin ız­ dıraplarında, ülkenin her yanından yükselen serzeniş ve beddualarda, bütün bunların ortaya koyduğu manzarada hayat yok mu? Birdenbire mantığın kelepçelerinden kurtu­ lup altın rengi bir hayalin peşinden koşan ve batağa saplana­ na dek

ignis fatuus

(atık gazların yanması ile bataklıkların

üzerinde görülen hareketli ışık-çn.) peşini bırakmayan, gaf­ let içindeki bir geyik gibi inatla, o hayalin gerçek olmadığına inanmak istemeyen bir sürü insanı görmek ilginç ve eğitici değil mi? Ne var ki, tarih çoğu kez bu hatalı yaklaşımla ya.,. zılmıştır. Daha da değersiz krallara yalakalık yapmak için beş para etmez saraylıların çevirdiği dalavereler ya da savaş ve kuşatma katliamları hakkındaki kayıtlar, sulandırılıp ifa­ de zenginlikleri ve fantazi cazibesi ile süslenerek, defalarca o kadar çok anlatılmıştır ki, insanların ahlaki değerleri ve refa­ hını en derinden etkileyen olaylar hep kuru, sıkıcı, soğuk ve renksiz bulunmuş, ancak çok kısa bir şekilde değinilmiştir. Bu meşhur balon şişmeye devam ederken, İngiltere tam bir panayıra dönmüştü. Halk adeta galeyana gelmişti. İnsan­ lar artık basiretli bir sanayiinin yavaş ama emin karlarından hoşnut olmuyorlardı. Hemen yarın ulaşılacak sonsuz bir zen­ ginlik umudu, onları bugünden dikkatsiz ve müsrif yapmıştı.

1 24


Ortalığı o güne kadar görülmemiş bir lüks kaplamış, bu lüks zayıf ahlaki değerleri de beraberinde getirmişti. Birdenbire kumar zengini olan cahillerin küstahlığı o kadar yayılmıştı ki, düşünme ve davranış biçimlerinde görgü sahibi insanlar bile utanarak, altının değersiz kişileri toplum ölçeğinde yu­ karı çıkaran bir gücü olduğunu kabul etmişlerdi. Sör Richard Steele'nin ifade ettiği gibi bu "önemsiz yurttaşlar" tarihte ki­ birleriyle anılacaklardı. Parlamento sorgulamasına hedef olan direktörlerin birçoğu düzenbazlıkları değil, küstahlıkla­ rından ötürü suçlanmıştı. Bunlardan biri, cahil bir zenginin tüm gururu içinde atını altınla besleyeceğini söyleyip, kendi­ si bir parça su ve ekmeğe muhtaç olmuştu. Sonuçta her kibir­ li şahsiyetin ayakları yere indirildi, rezil edildi ve cezalarını fakirliğe düşmekle ödediler. Ülkede durum o kadar endişe vericiydi ki, Kral I.Geor­ ge Hanover seyahatini kısa kesti ve alelacele İngiltere'ye dön­ dü.

11 Kasım'da Londra'ya vardı ve 8 Aralık'ta parlamento

oturuma çağrıldı. Bu arada, imparatorluğun her önemli şeh­ rinde halk toplantıları yapılıyor, hileli uygulamalarıyla ülke­ yi yıkımın eşiğine getiren Güney Denizi direktörlerinden adaletin intikam alması için dilekçeler hazırlanıyordu. Kim­ se ulusun da en az Güney Denizi Kumpanyası kadar hatalı olduğunu aklına bile getirmiyordu. Kimse suçu bu cahil ve haris insanlarda aramıyordu. Halbuki, para şehveti ulusun kişiliğindeki her asil değeri yok etmiş, ihtiras milleti öyle sarmıştı ki, halk bu çılgın hevesle, düzenbazların attığı ağa düşmüştü. Bunlardan hiç bahsedilmiyordu. İnsanlar basit, dürüst ve çalışkandılar ve linç edilip asılması gereken hırsız çetelerince yıkıma uğratılmışlardı.

1 25


Ülkede hemen herkes bu görüşü paylaşıyordu. Parlamen­ tonun iki kanadında da durum pek farklı değildi. Güney De­ nizi Kumpanyası direktörlerinin suçu belliydi ve cezalandı­ rılmaları gerekiyordu. Tahttan konuşan kral, içinde bulun­ dukları

bu

durumdan

kurtulmak

ıçın

mantıklı,

öfkelenmeden ve sükunet içinde davranılması gerektiğinin hatırlanacağını umduğunu ifade etti. Ancak bu konuşmaya cevaben yapılan tartışmada bazı konuşmacılar, Güney Deni­ zi projesinin direktörlerine en şiddetli ve hararetli küfürlerle saldırdılar. Bunların en ateşlilerinden biri de Lord Moles­ worth' dü. "Bazıları, haklı olarak ülkeyi içinde bulunduğu bu sıkın­ tılı duruma iten insanlar olarak görülen, Güney Denizi Kum­ panyası direktörlerini cezalandıracak bir yasa bulunmadığı­ nı öne sürdüler. Benim görüşümce, bu insanlar, hiç bir oğulun ellerini babasının kanına bulayacak kadar melun ola­ mayacağını varsayan yasa koyucular yüzünden ana baba ka­ tillerine karşı bir yasası bulunmayan, ama suç işlenir işlen­ mez bu hıyaneti cezalandıracak olan yasayı çıkaran, eski Ro­ ma örneğine bakmalıdırlar. Bu yasaya göre, suçlular ağzı dikili bir çuvala konup Tıber ırmağına atılmışlardı. Güney Denizi projesinin tasarlayıcıları ve yöneticilerine bu ülkenin ana baba katilleri olarak bakıyorum ve bir gübre gibi çuval­ lara konup Thames ırmağına atılışlarını görmek beni mem­ nun eder."

Diğer

üyeler de aynı ölçüde öfkeliydi ve

konuşmalarında yargılanmalarını istediler. Bay Walpole biraz daha ılımlıydı. İlk işlerinin tekrar halkın güvenini kazanmak olduğunu önerdi. "Eğer Londra kenti yanıyor olsaydı, aklı başında olan herkes yangına sebep olanları yakalamaktan

1 26


önce söndürmeye ve yayılmasını önlemeye koşardı. Kamu itibarı tehlikeli bir yara aldı ve kanamaktadır. Önce buna bir çare bulmak gerekir; katiller sonra cezalandırılabilir." 9 Aralık'ta majestelerinin konuşmasına karşı, parlamentonun, sadece ülkenin sıkıntılarına çare bulmakta değil, aynı za­ manda bu sıkıntılara yol açanları da cezalandırmakta kararlı olduğuna dair bir ekleme yapılarak, itirazsız kabul edilen ce­ vabı açıklandı. Sorgulama çok hızlı ilerledi. Direktörlerin tüm yaptıkla­ rını parlamenterlerin önünde açıklamaları emredildi. Felake­ tin asıl nedeninin broker'ların aşağılık taktikleri olduğuna ve kamu itibarının tekrar sağlanması için bu bilinen uygulama­ ların önlenmesi amacıyla bir yasa çıkarılması yönünde karar­ lar alındı. Daha sonra Walpole kalkıp, "daha önce de belirtti­ ği gibi, kamu itibarının tekrar sağlanması amacıyla bir proje üzerinde vakit harcamış olduğunu, ancak bu projenin ger­ çekleştirilmesinin temel bir unsura bağlı olduğun ve bu te­ mel unsur oluşmadan projesini açıklamanın uygun olmaya­ cağını" söyledi. Bu unsur şuydu: "Kamu borç ve yükümlü­ lükleri, tahvil itfaları ve Güney Denizi Kumpanyası ile yapı­ lan diğer sözleşmeler mevcut statülerini koruyacaklar mıy­ dı?" Bu soru ateşli bir tartışma başlattı. Sonunda, alacaklılar Güney Denizi Kumpanyası'nı mahkeme kararıyla muaf tut­ madıkça ve diğer yasalar engellemedikçe tüm bu sözleşme­ lerin mevcut statülerini koruyacağı yönünde 117 ret oyuna karşılık 259 evet oyuyla karar alındı. Ertesi gün, Bay Walpo­ le parlamentoya kamu itibarını tekrar sağlamak amacıyla ta­ sarlamış olduğu projesini açıkladı. Projeye göre, Merkez Ban­ kası' na ve bazı koşullarla Doğu Hindistan Kumpanyası'na 127


dokuzar milyonluk Güney Denizi hissesi aşılanacaktı. Parla­ mento planı olumlu karşıladı. Birkaç itirazdan sonra, bu iki büyük şirketten teklif beklenildiği emredildi. Her ikisi de yardım eli uzatmakta isteksizdi ve genel kurul toplantıların­ da yapılan ateşli, ancak sonuçsuz muhalefete rağmen Güney Denizi tahvillerini tedavüle çıkarmaya razı oldular. Bu karar­ ları komiteye arzedildi, Bay Walpole nezaretinde bir yasa ta­ sarısı hazırlandı ve parlamentonun her iki kanadından da kolayca geçirildi. Aynı zamanda, tüm Güney Denizi direktörler, guvernör ve alt guvernörleri, haznedar, veznedarları ve memurlarının oniki ay boyunca krallıktan ayrılmalarına; aynı şekilde sahip oldukları malikane ve eşyalarını da dışarı taşımalarına kısın­ tı getiren bir yasa tasarısı verildi. Parlamento'nun en etkili üyelerinin hemen hepsi bu yasayı desteklediler. Bakan Craggs'in yerinde oturduğunu gören ve Güney Denizi işin­ deki davranışı hakkında çıkan olumsuz söylentilere inanan Bay Shippen, ona da dokundurma yapmakta kararlıydı.

F rj

Avam Kamarası'nın o eski n� i ve heyecanına tekrar kavuş­ tuğunu ve kamu yaran için birlik ve beraberlik içinde çalıştı­ ğını görmekten memnun olduğunu söyledi. Güney Denizi direktör ve çalışanlarının mal varlıklarını kontrol altına al­ mak gerekliydi "ancak" diye ekledi Bay Craggs'in gözlerinin içine bakarak, "en az direktörler kadar suçlu olan ve zamanı geldiğinde isimlerini açıklamaktan korkmayacağım yüksek makam sahibi kişiler de vardır" . Bay Craggs hiddetle kalka­ rak bu ima, eğer kendisine yönelikse parlamento veya dışında herkesle hesaplaşabileceğini belirtti. Salonda büyük gürültü koptu. Lord Molesworth söz alıp Bay Craggs'in cüretkarlığını 1 28


kınadı ve altmış yaşında biri olarak Bay Craggs'in Avam Ka­ marası' nda kendisine yöneltilecek her soruyu cevaplandıra­ bileceğini ve kendisinden genç olanların da parlamento dı­ şında Bay Craggs'le göğüs göğüse gelmekten kaçmayacakla­ rını söyledi. Yıne salonda düzen bozuldu ve herkes aynı an­ da bağırıp görüş bildirmeye uğraştı. Başkan herkesi boş yere sükunete çağırıyordu. Karmaşa birkaç dakika sürdü ve bu esnada yerlerinde oturanlar, sadece Lord Molesworth ve Bay Craggs' di. Sonunda kürsüye çıkması için yapılan talepler öy­ le şiddetli hale geldi ki, buna uymak zorunda kaldı. Hesap­ laşma tabiriyle dövüşmek isteğini değil herkese hesap vere­ bileceğini ifade etmek istediğini söyledi. Olay burada kapan­ dı ve parlamento Güney Denizi Kumpanyası hakkında nasıl bir soruşturma yürütülmesi gerektiğini, bunun büyük veya dar bir komiteyle mi olacağını tartışmaya koyuldu. Sonunda onüç kişiden oluşan gizli bir komite kuruldu ve üyelere, kişi ve kayıtlar için arama yapma veya çağırma yetkisi verildi. Lordlar Kamarası da en az Avam Kamarası kadar coş­ kulu ve aceleciydi. Rochester Piskoposu projenin bir salgın hastalık gibi olduğunu ileri sürdü. Wharton Dükü, parla­ mentonun bu ihsanların gözünün yaşına bakmaması gerek­ tiğini ve kendisinin bu projeye adı bulaşan en iyi arkadaşın­ dan bile vazgeçebileceğini ekledi. Ulus, utanç verici ve ahlaksız bir biçimde soyulmuştu ve bunu yapanların ne olur-· sa olsun, cezalandırılması gerekiyordu. Lord Stanhope, ister direktör ister değil, suçluların tüm mal varlıklarına el konu­ lup halkın kayıplarını telafi etmek için kullanılmalarını öner­ di.

1 29


Bu süre zarfında halkın heyecanı da en yüksek seviyedeydi. Coxe'un Walpole'undan öğrendiğimize göre, bir Güney Denizi direktörünün ismi bile dolandırıcılık ve hıyanetle eş anlamlı sayılıyordu. İlçelerden, kentlerden, vilayetlerden, ya­ ra alan bu ulusun ihtiyacı olan adaleti ve dolandırıcıların ce­ zalandırılmasını talep eden dilekçeler yağıyordu. Suçluların cezalandırılmasında aşırılığa kaçmayan ılımlı insanlar bile suç ortağı olmakla suçlanıyor, isimsiz mektuplarla ve kamu ilanlarıyla yaralı insanların intikamının hızla alınması için çağrı yapılıyordu. Maliye Bakanı Aislabie ve Bakan Craggs aleyhine yapılan suçlamalar o kadar şiddetli hale gelmişti ki, Lordlar Kamarası bir soruşturma açma kararı aldı. 21 Ocak'ta, Güney Denizi projesinde parmağı olan tüm broker'ların Michaelmas 191 9'tan sonra Maliye Bakanlığı personeli hesabına yaptıkları tüm işlemlerin bir dökümünü parlamen­ toya sunmaları emredildi. Kayıtlar parlamentoya getirildi­ ğinde, Bay Aislabie hesabına yüksek miktarlarda hisse sene­ di aktarılmış olduğu görüldü. İçlerinde büyükbabası ünlü ta­ rihçi olan Bay Edward Gibbon'un da bulunduğu beş Güney Denizi Kumpanyası direktörü tutuklandı. Kont Stanhope'un bir önergesi üzerine, teminat olarak yeterli miktarda bir de­ ğer karşılığı olmadan hisse senedi alımında kullanılmak üze­ re kredi alıp vermek veya Güney Denizi yasa tasarısı hala parlamentodayken, şirket yöneticileri ya da parlamento üye­ leri hesabına herhangi bir Güney Denizi Kumpanyası direk­ törünün veya broker'ının hisse senedi satın alması, kötü ve tehlikeli bir yozlaşma olarak kabul edildi. Bundan birkaç gün sonra çıkan bir kararda da, bazı şirket direktör ve me­ murlarının şirketteki hisselerini el altından satmış olmaları 1 30


dolandırıcılık ve görevi kötüye kullanma olarak kabul edildi ve kamu itibarını sarsan olayların nedenlerinden biri olarak görüldü. Bay Aislabie Maliye Bakanlığı'ndan istifa etti ve hakkında resmi soruşturma açılana dek parlamentoya gitme­ di. Bu arada, şirket haznedarı ve direktörlerin kirli çamaşırla­ rının hepsini bilen Knight tüm defter ve dokümanlarını top­ layıp ülke dışına kaçtı. Kılık değiştirerek, nehirdeki küçük bir tekneyle kaçmak için kiraladığı bir gemiye ulaştı ve Ca­ lais'e gitti. Gizli Komite durumu parlamentoya bildirdiğinde krala iki teklif götürülmesi kararlaştırıldı; birincisi, Knight'ın yakalanması için ödül koyması talebi; ikincisi ise, tüm liman­ ların kapatılıp kıyıların kontrol altına alınarak Knight ve di­ ğer Güney Denizi Kumpanyası mensuplarının krallık dışına çıkmalarını önlenmesi talebiydi. Parlamento'nun bu amaçla görevlendirdiği Bay Methuen teklifi krala götürdüğünde da­ ha kağıdın üzerindeki mürekkep bile kurumamıştı. Aynı ak­ şam yapılan bir kraliyet duyurusuyla Knight'ın yakalanması için ikibin sterlin ödül ilan edildi. Gizli Komite üyelerinden General Ross, kökleri çok derinlere ulaşan bir hiyanet ve do­ landırıcılık vakasını keşfettiklerini, bir ulusu mahvetmek için ancak cehennemde böyle şeylerin tasarlanabileceğini ve za­ manı gelince bunları parlamentoda açıklayacaklarını bildir­ di. Bu arada, Komite yeni bilgiler edinmek amacıyla şirketin bazı direktör ve üst yöneticilerinin göz altına alınıp evrakla­ rına el konulmasının gerekli olduğunu beyan etti. Bu doğrul­ tuda bir yasa tasarısı hazırlandı ve herkesce kabul edildi. Parlamento üyeleri olan Sör Robert Chaplin, Sör Theodore Janssen, Bay Sawbridge ve Bay F. Eyles ile birlikte Güney

131


Denizi Kumpanyası'nın direktörleri ifade vermeye ve yol· suzluklarını anlatmaya çağrıldılar. Sör Theodore Janssen ve Bay Sawbridge savunmalarını kendileri yaptılar ve temize çıkmaya çalıştılar. Meclis onları sabırla dinleyip çekilmeleri­ ni emretti . Daha sonra, görevi kötüye kullandıkları, majeste­ lerinin tebasına ve kamu itibarına büyük zarar verdiklerin­ den dolayı suçlu bulunmalarına dair bir önerge verildi ve

mine contradicente

ne­

(hiç kimse karşı çıkmadan çn.) kabul edil­

di. Sonuçta parlementodan atılıp tutuklandılar. Dört gün sonra, Sör Robert Chaplin ve Bay F. Eyles de parlementodan çıkarıldılar. Aynı zamanda, kralın yurt dışındaki temsilcileri­ ne, eğer Knight o ülkede yerleşmeye kalkarsa İngiltere'ye ia­ de edilmesi için müracaatta bulunma talimatı vermesi için bir teklif yapılması kararlaştırıldı. Kral hemen kabul etti ve kıtanın her bir yöresine ulaklar gönderildi. Tutuklananlar arasında, çoğunluğun değilde herkesin projenin babası olarak gördüğü Sör John Blunt da vardı. Po­ pe'un Allen Lord Bathurst'e gönderdiği mektuba göre bu adam sofu bir kilise mensubu ve çok katı bir inanç sahibiydi: "Tanrı sevmez der Blunt yaşsız gözlerle, Biçareyi aç bırakır ve reddeder iki yüzlülükle Zav allı Blunt! Niye tüm İngiltere ondan nefret eder? Kaderimizde bir büyücü, ona şöyle der: Yolsuzluk tufanı, para hırsı aldı yürüdü Güneşi saklayan alçak sis gibi yayıldı, Dev let ada mını, vatanseveri hisse aşkı bürüdü, Soylular, uşaklar paylaştılar pastayı Yargıç, papazbaşı, ulu dük, kumardalar hepsi,

132


Aldı çekti aşağı Britanya'yı karların cazibesi . Anne ve Edward'ın orduları, Böyle gördü Fransa'nın intikamını. Neydi katibin aklını alan? Ne soylu lüks, ne kentli kazanç, ne de ünvan. Hayır, masum utanıyordu soysuzlaşan meclisten, Bir türlü anlaşamayan vatanseverlerden. Tarafların kavgasını durdurayım diye, Satın aldı hepsini, barış getirdi ülkeye."

Pope 'un Allen Lord Bathurst'e gönderdiği mektup Sir John Blunt, çağın lüks merakı ve kokuşmuşluğu, parlamentodaki taraf tutmalar ve partizancılığın zavallılığı hakkında ardı arkası gelmeyen nutuklar attı. Özellikle büyük ve soylu insanları saran hırstan bahsetti. İlk başta bir katipti, daha sonra ise bir direktör ama o Güney Denizi direktörleri arasında en faal olanıydı. Soyluların para hırsını lanetleme­ ye mesleğinin bu aşamasında mı başladığı bilinmiyor. Yeteri kadar olaya şahit olmuş olmalı ki bu şiddetli suçlamaları ya­ pabilsin. Ama eğer kendisi de aynı beladan muzdarip olma­ saydı, o nutukları elbette daha fazla etkili olurdu. Lordlar Kamarası barosuna tutuklu olarak getirildi ve uzun süren bir sorgulamaya tabi tutuldu. Birçok önemli soruyu da cevapla­ maktan kaçındı. Avam Kamarası tarafından sorgulamasının zaten yapılmış olduğunu ve orada verdiği cevapları hatırla­ yamadığı için dolayı buradaki sorgulamada çelişkili cevaplar verebileceğini söyledi. Bu beyanı zaten kendi içinde suçlulu­ ğunun bir ispabydı ve parlamentoda bir kıpırdanmaya sebep oldu. Ona yeniden, parlamentoya verilen teklifin kolayca ka­ nunlaşması amacıyla hükümet veya parlamento üyelerinden 1 33


herhangi birine hisse senedi sab.p satmadığı sorusunu cevap­ laması emredildiğinde, cevap vermeyi tekrar reddetti. Parlamentoya karşı saygılı olmaya çalışb.ğını ancak kendi kendisini suçlu duruma düşürecek bir cevap verme durumu­ na zorlanmak istemediğini söyledi. Soruyu cevaplaması için bir süre daha ısrar edildikten sonra çekilmesi emredildi. He­ men arkasından bakanlığın dostlarıyla karşıtları arasında şiddetli bir tarb.şma başladı. Sör John Blunt'ın sessiz kalışının hükümetin işine geldiğini gayet iyi bildiği beyan edildi. Whar­ ton Dükü, Kont Stanhope' a bir dokundurma yaptı ve kont da bunu hararetle kınadı.

O kadar kızmıştı ki kanı beynine sıç­

radı ve kendini kötü hissederek parlemento salonunu terke­ dip odasına çekilmek zorunda kaldı. Yüksek tansiyonu erte­ si gün biraz düştü ama ölümünü engelleyemedi. Akşama doğru yeniden başı dönmeye başladı ve öldü. Bu devlet ada­ mının ani ölümü ulusu hayli üzdü. Kral 1. George bu olaydan o kadar çok etkilenmişti ki kendisini dolaba kapattı ve saatler­ ce teselli edilemedi. Şirketin haznedarı Knight, Brüksel' de oturan Bay Leat­ hes adlı bir İngilizin bir yardımcısı tarafından Liege yakınla­ rında Tirlemont' da yakalattırıldı ve Antwerp kalesine kapa­ tıldı. Avusturya mahkemesinde iadesi için yapılan bir çok ta­ lep sonuçsuz çıktı. Knight, Brabant düklüğünün himayesine sığındı ve orada yargılanmayı talep etti.

/oyeuse Entree'nin*

bir maddesine göre Brabant düklüğüne verilen ayrıcalıklar­ dan biri de o ülkede yakalanan her suçlunun yine orada

* Kızını Lüksemburg'lu Wenceslas ile evlendirdikten sonra (1312) o ülkeyi de

düklüğüne katan III. Jean tarafından çıkarılan ve Mutlu Giriş olarak bilinen hak­ lar bildirisi.

1 34


yargılanması hükmüydü. Düklük bu ayrıcalığı kullanmakta ısrarlıydı ve Knight'ı İngiltere'ye iade etmeyi reddetti. İngil­ tere bu yöndeki girişimlerinden vazgeçmedi ama bu arada Knight kaleden kaçmayı başardı.

16 Şubat'ta Gizli Komite parlamentoya ilk raporunu verdi. Soruşturmanın çok zor ve utanç verici koşullar alhnda ya­ pıldığı ve elini athkları herkesin şu veya bu şekilde yasaları bir ucundan deldiği bildiriliyordu Ele geçen belgelerde yalan ve hayali kayıtlar, isimsiz hissedarlardan para girişleri, birçok defa silinmiş veya değiştirilmiş, hatta bazılarında yırhlmış yerler bulunuyordu. Komite aynı zamanda bazı önemli dö­ kümanların da ya tamamen imha edildiğini ya da kaçırılıp saklandığını tespit etti. Araşhrmanın hemen başlangıcında, ele alınan yolsuzlukların çok çeşitli ve kapsamlı olduğunu teşhis etmişlerdi. Yasaları uygulamakla görevlendirilmiş bi­ rçok kişi, binlerce insanın milyon değerindeki servetini yok ederek görevlerini kötüye. kullanmışlardı. Komite, Güney Denizi yasa tek.lifi kabul edilmeden önce şirketin muhasebe kayıtlarında, sahlan

574.500 sterlin değerindeki hisse senedi 1.259.325 sterlinlik bir girdi olduğu­

karşılığında elde edilen

nu buldu: Bu hisseler tamamiyle fiktifti ve yasa tasarısının kabulü için icat edilmişlerdi. Kayıtlara göre, bu hisseler çeşit­ li günlerde % 150' den

%325'e varan primlerle satılmışlardı.

Sermaye arhrmasının yasaklandığı bir dönemde, bu kadar büyük bir miktar sahş yapıldığını görünce şaşıran komite,

tüm işlemleri daha yakından incelemeye karar verdi. Bunun üzerine guvernör, alt-guvernör ve birkaç direktörün ifadesi alındı. Bu girdilerin yapıldığı zamanda şirketin sahip olduğu hisselerin en fazla otuzbin sterlini bulduğu tespit edildi. Ya-

1 35


pıl�n hisse senedi satışlarının karşılığında, hisseler sözde alı­ cıların hesabında şirkette tutulacaktı ama teslimat koşulu ve tarihi üzerinde bir anlaşma getirilmemişti. Aynı zamanda, bu sözde alıcılar şirkete ne bir para ne de teminat yatırmışlardı. Dolayısıyla, yasanın kabul edilmemesi durumunda, eğer his­ selerin değeri düşmüş olsaydı ortaya bir zarar çıkmayacaktı. Ama aksine fiyatlar yükselmiş olsaydı (ki böyle oldu), bu de­ ğer artışı defterlerde gözükecekti. Yasanın kabulünden son­ ra, bu hisselerin değeri Bay Knight tarafından uygun bir şekilde yükseltildi ve farklar alıcılara şirketin nakdinden ödendi. Sör John Blunt, Bay Gibborr ve Bay Knight'ın sorumluluğu altın­ da bulunan bu fiktif hisseler, bazı hükümet üyeleri ve onla­ rın dostlarına yasanın kabul edilmesi için rüşvet olarak veril­ di. Sunderland Kontu'na Platen Kontesi' ne

50.000, Kendal Düşesi'ne 10.000, 10.000, iki yeğenine 10.000, Bakan Craggs'e

30.000, Bay Charles Stanhope' a (Hazinede görevli müdürler­ den bir tanesi) 10.000, Sword-blade şirketine 50.000 hisse ve­ rildi. Bay Stanhope'un aynı zamanda, bazı hisselerdeki fiyat farkı olarak Tumer, Caswall and Co. isimli bir şirket vasıta­ sıyla

250.000 sterlin gibi müthiş bir miktar daha aldığı, ancak

isminin defterlerden kısmen silinip Stangape olarak değişti­ rildiği görüldü. Maliye Bakanı Aislabie, daha da tiksindirici meblağları zimmetine geçirmişti. Güney Denizi direktörleri­ nin kurmuş olduğu adı yukarda zikredilen şirketteki hesabı

794,451 sterlin tutarındaydı. Bunun yanında, yapılacak ikin­ ci halka arzın miktarını izin verilen bir milyondan bir buçuk milyona çıkarma fikrini de o vermişti. Üçüncü arz da aynı iğrençlikle yapılmıştı. Müracaat listesinde Bay Aislabie'nin adı 70.000, Bay Craggs 659.000, Sunderland Kontu

1 36

160.000 ve


Bay Stanhope

47.000 sterlin olarak geçiyordu. Bu raporun ar­

kasından daha önemsiz olan altı rapor daha verildi. Komite sonuncusunu da verdikten sonra, bütün bu olaylarda kilit isim olan Knight'ın yokluğunda sorgulamanın tam yapıla­ madığını da beyan etti. İlk raporun basılıp iki gün sonra ele alınması kararlaşbrıl­ dı. Gergin ve hararetli bir tarbşmadan sonra, olaya karışmış olan parlamento ve hükümet üyeleriyle şirket direktörlerinin suçlu bulunmasına ve verdikleri zararları kendi ceplerinden ödemeye mahkum edilmelerine yönelik bir dizi karar alındı. Yapbklarının yasal olmadığı, tehlikeli yolsuzluklar olduğu ve alınan kararların zarar görenleri rahatlatacağı beyan edil­ di. Savunması alınan ilk kişi Bay Charles Stanhope idi. Stanhope savunmasına, son yıllarda sahip olduğu tüm para­ yı Bay Knight'ın elline verdiğini ve Knigth'ın onun hesabına aldığı hisseler karşılığında da yüklü miktarlar ödemiş oldu­ ğunu söyleyerek başladı. Kendi hesabına Turner, Caswall, and Co. şirketi tarafından alınan hisse senetleri hakkında hi­ çbir bilgisi olmadığını da ekledi. Orada ne yapıldıysa kendi onayı olmadan yapılmış olmalıydı ve bunun sorumluluğu da kendisine yüklenemezdi. Turner and Co. bu suçlamayı kabul etmiş olmasına rağmen, ön yargılı ve taraflı olmayan herkes için, şirketin hesabında Bay Stanhope'un 250.000 ster­ lin alacaklı olduğu gerçeği göz ardı edilemezdi. Stanhope buna rağmen üç oy fazlasıyla beraat etti. Bunun için çok ça­ ba sarfedildi. Chesterfield Kontu'nun oğlu olan Lord Stanho­ pe, tüm kararsız parlamento üyeleriyle görüşüp hitabet sa­ natının tüm hünerlerini göstererek onları ya beraat lehinde

1 37


ya da çekimser oy kullanmaları yönünde ikna etti. Bunun Üzerine daha zayıf olan taşralı üyeler bir çelişki içine düştü­ ler ve sonuç da yukarıda görüldüğü şekilde ortaya çıktı; Be­ raat ülkede büyük bir hoşnutsuzluğa yol açtı. Londra'run her tarafında tehdit çeteleri kuruldu ve özellikle daha da büyük bir suçlunun yargılanmasının arifesinde herkesi bir ayaklan­ ma korkusu sardı. Kurumsal ilkeler yeterli olmasa bile yük­ sek makamı ve derin yükümlülükleri itibarıyla dürüst dav­ ranmış olması beklenen Bay Aislabie, haklı olarak en suçlu kişi olarak görülüyordu. Onun da yargılanmasına Bay Stanho­ pe'un beraatinin ertesi günü başlandı. Havada büyük bir he­ yecan vardı ve parlamentonun lobi ve koridorları sonucu merakla bekleyen kalabalıkla tıka basa doluydu. Tartışma tüm gün sürdü. Bay Aislabie kendine pek yandaş bulamadı. Suçu öyle bariz, öyle utanç vericiydi ki kimsede onun tarafı­ nı

tutacak yüz yoktu. Sonuç olarak, Bay Aislabie'nin kendi

çıkan uğruna Güney Denizi projesinin yıkımını teşvik edip desteklediğine, direktörlerle iş birliği içinde yolsuzluk yapa­ rak, kamu ticareti ve krallığının itibarının göçmesine sebebi­ yet verdiğine; dolayısıyla da yüz kızartıcı . bir şekilde Avam Kamarası'ndan atılmasına, bir yıl boyunca veya parlamento­ nun bir sonraki oturumunun sonuna dek krallıktan dışarı çıkmasına izin verilmeyerek Londra Kulesi'nde hapsolun­ masına ve mal varlığını beyan ederek servetinin tüm zarar görenlere dağıtılmasına itiraz görülmeden karar verildi. Bu karar büyük sevinç yarattı. Gece yansı saat yarımda bildirilmiş olsa da haber kısa sürede tüm kente yayıldı. Çok ki­ şi bir sevinç gösterisi olarak evlerinin tüm ışıklarını yaktı. Er­ tesi gün, Bay Aislabie Kule'ye gönderilirken tepede yuhalayıp

1 38


taş yağmuruna tutmak için çeteler birikti. Bunu başarama­ yan kalabalık, ateşler yakarak etrafında coşkuyla dans etti. Başka yerlerde de ateşler yakılmıştı ve Londra bir panayır yerine benziyordu. İnsanlar sanki büyük bir felaketten kur­ tulmuşcasına birbirlerini kutluyorlardı. Bay Stanhope'un be­ raat edişinden sonra öyle büyük çapta bir öfke birikmişti ki, eğer Bay Aislabie de beraat ettirilseydi neler olabileceğini herhalde kimse tahmin edemezdi. Ertesi

gün,

halkı daha da hoşnut etmek için, Tumer,

Caswall, and Co. dan Bay George Caswall da parlamentodan atılıp Kule'de hapse ve 2�0.000 sterlin iade etmeye mahkum edildi. Daha sonra Gizli Komite'nin verdiği raporun Sunder­ land Kontu ile alakalı olan kısmı ele alındı. Kontu temize çı­ karmak için her şey denendi. Aleyhindeki kanıtlar Sör John Blunt'tan ele geçmiş olduğu için, bir parlamento üyesi ve kralın özel konseyinden bir şahsın onuru söz konusu oldu­ ğunda, böyle bir kişinin sözüne inanılamazdı. Suçlu bulun­ duğu takdirde Muhafazakarlardan birinin bakanlık koltuğu­ na gelebileceği söylentileri nedeniyle, bakanlıktaki bütün yandaşları onun etrafında biraraya geldiler. Sonunda 172 karşıt oya karşılık 233 oyla beraat etti. Ne var ki, ulus hala onun suçlu olduğundan emindi. Her yerde çeşitli hakaretler duyuluyor, yine çeteler oluşturuluyordu; ancak bereket ver­ sin ki bir olay olmadı. İşte o gün Bay Craggs öldü. Halbuki onun yargılanma ta­ rihi de bir sonraki gün olarak belirlenmişti. Genel kanıya gö­ re kendisini zehirlemiş olabilir. Ancak şu da biliniyor ki, beş hafta önce çiçek hastalığından ölen ve Hazine müdürlerinden 1 39


biri olan oğlu için çok üzülmekteydi. Oğlunu çok severdi ve yolsuzlukla kazandığı tüm bu serveti onun için biriktiriyor­ du. Ne var ki, iyiliği için onurunu verip ismini lekelediği o ki­ şi artık yoktu. Suçu daha da açığa çıkıp ceza görme olasılığı arttıkça ruh hali hayli bozuldu ve beyin felci geçirerek vefat etti. Geriye bir buçuk milyonluk bir servet bıraktı ve o para, oluşmasında kilit bir rol oynayan bu gafletten zarar görenlere dağıtıldı. Şirketteki her direktörün vakası tek tek ele alındı. Yol açtıkları zararları kapatmak amacıyla ikimilyon ondörtbin sterlin tutan malvarlıklarına el konuldu; bu miktarın ancak küçük bir parçası hayata tekrar başlayabilmeleri için onlara bırakıldı. 183,000 sterlinlik servetinden Sör John Blunt' a sa­ dece 5,000; 243,000 sterlinlik servetinden Sör John Fellows'a sadece 10,000; yine 243,000 sterlinlik servetinden Sör The­ odore Janssen'e 50,000; 106,000 sterlinden Bay Edward Gib­ bon' a 1 0,000; 72,000 sterlinden Sör John Lambert'e 5,000 ve­ rildi. Bu işlere daha az karışmış olan diğerlerine biraz daha cömert davranıldı. Büyük miktarda para cezasına çarptırıl­ mış Bay Edward Gibbon'ın torunu olan tarihçi Gibbon, Haya­

tının Anıları ve Yazıları

adlı eserinde, o zamanın parlamento

oturumlarını çok ilginç bir şekilde kayda almıştır. Kendisinin tamamiyle ön yargısız bir şahit olmadığını söyler ama o fela­ ket yılları hakkında bir şeyler karalamış olan tüm yazarların da herhangi bir nedenle ön yargılı olduğu göz önüne alınır­ sa, bu büyük tarihçinin yazdıkları hayli önem taşır. Sırf

alteram partem

audi

(tek taraflı dinleme çn.) ilkesi göz önüne alın­

dığında bile görüşleri çok önemlidir. "1716 yılında," der, "büyükbabam Güney Denizi Kumpanyası direktörlerinden

140


biri olarak seçildi. Defterlerine bakılacak olursa, o ölümcül makamı kabul etmeden önce şahsi servetinin 60,000 sterlin olduğu görülür. Ancak bu servet 1720 yılında batan gemisin­ de yitirilecek, otuz yıllık uğraşın meyvesi bir gün içinde yok olacaktır. Güney Denizi projesinin doğrulan veya yanlışları ile büyükbabam ve diğer direktörlerin suçluluğu veya masu­ miyetleri hakkında ben ne yeterli ne de tarafsız bir yargıç olamam. Ne var ki, çağdaş adalet, adalete leke süren ve hat­ ta daha da fazla haksızlığa neden olan, zamanın o şiddetli ve keyfi oturumlarını kınamalıdır. Ulus altın rüyasından parlamento yaygarası kurbanlarını seçtikten sonra uyanmış­ tı ama ne kadar suçlu olurlarsa olsunlar, onları mahkum ede­ cek bir yasa bulunmadığı herkesçe kabul edildi. Lord Moles­ worth'ün taşkın fikirleri tamı tamına uygulamaya konmadı, ama işlenildiği sırada kanunen suç olmayan fiilleri ve cezala­ rı sıralayan bir yasa tasarısı geriye dönük olarak hazırlandı. Yasa yapıcılar direktörlerin yaşamlarına kısıtlamalar getirip, kişiliklerini binbir türlü kepazelikle lekelediler. Yemin edip mal beyanında bulunmaya zorlandılar ve servetlerinin hiçbir kısmının başka bir yere veya yurt dışına transferine izin ve­ rilmedi. Bir suçlamaya karşı herkesin savunma yapmaya hakkı vardır. Bu kişiler de duyulmak için çok çaba sarfettiler. Bu çabaları boşa çıktı. Zorbalar ne savunmalarını ne de ka­ nıtları dinlemek istiyorlardı. İlk olarak, mülklerinin sekizde birinin direktörlerin bundan sonraki yaşamları için yeterli olacağı teklif edildi. Ancak çeşitli miktarlardaki servet ve çe­ şitli derecelerdeki suçlar göz önüne alındığında, sekizde bi­ rin kimileri için çok fazla, kimileri için de çok az olacağı ileri sürüldü. Herkesin kişiliği ve işlediği suç ayrı ayrı ele alındı 141


ama adli bir soruşturmanın sükunet ve ağır başlılığı. yerine otuzüç İngilizin servet ve onuru aceleyle yürütülmüş bir tar­ tışmanın baş konusu yapıldı; komitenin alçak bir üyesi, kötü niyetli bir ifade veya sessiz bir oyla kişisel öfke ve nefretini kusabildi. Yara hakaretle daha da açıldı ve hakaret alayla bir­ likte daha acı hale getirildi. Alay olsun diye 20 sterlin, hatta

1 şilinglik maaşlar bile bağlandı. Bir direktörün başka bir projede kim olduğu bilinmeyen bazılarına zarar verdiğine dair çıkan belirsiz bir rapor bile suçun ispatı sayıldı. Kimi atı­ nı altınla besleyeceğini söylediği için, kimi çok gururlu yetiş­ tirildiğinden bir gün, Hazinede, kendinden kıdemli birine nazik cevap vermeyi reddettiği için yıkıma uğratıldı. Hepsi savunmaları alınmadan, itirazları dinlenmeden suçlanıp keyfi cezalara çarptırıldı ve servetlerinin büyük bir kısmı gasp edildi. Böylesine cüretkar bir zorbalığa parlamentonun her şeye yeten gücüyle kalkan olması eşine çok zor rastlana­ cak bir olaydır. Büyükbabama da yoldaşlarından daha fazla bir hoşgörü gösterileceği beklenemezdi. Tory (Muhafazakar Parti-ç) ilke ve bağlantıları iktidardakilere sevimsiz geliyor­ du. İsmi gizli bir raporda geçiyor ve ondan kuşkulanılıyor­ du. Onun iyi bilinen yetenekleri cehalet ve hatadan af dileye­ mezdi. Bay Gibbon, Güney Denizi direktörlerine karşı yapı­ lan ilk oturumda tutuklananlar arasında ilk sıralardaydı ve nihai kararda ona verilen cezanın çapı suçunun derecesini yansıtıyordu. Avam Kamarası' da yemin ederek yaptığı mal beyanına göre serveti, alacak ve verecekleri hariç, 106.543 sterlin, 5 şiling, 6 pens ti. Bay Gibbon' a tahsis edilecek ödenek olarak 10.000 veya 15.000 sterlin teklif edildiğinde hemen ve itirazsız, küçük olan rakam kabul edilmişti. Parlamentonun

1 42


beceri ve itibarından yoksun bırakmayı beceremediği büyük­ babam işte bu harabe üzerine, o olgun yaşta, yine görkemli bir servet inşa etti. Onaltı yıllık bu çalışma da cömertçe ödül­ lendirildi. İkinci eserinin birincisinden daha küçük olmadığı­ na dair elimde güvenilir bilgiler var." Direktörleri cezalandırdıktan sonra parlamentonun ikinci amacı, kamu itibarını yeniden sağlamaktı. Walpole'un projesi yetersiz bulunup . köşeye atılmıştı. Güney Denizi Kumpanyası'nın 1720 yılı sonu itibariyle sermayesi otuzye­ di milyon sekizyüzbin sterlin olarak hesaplandı. Bu tutarın yirmidört milyon beşyüzbin sterlini hissedarlarındı. Bakiye onüç milyon üçyüzbin sterlin, şirketin kurumsal kapasitesi ve o ulusal gafletin sonucu olarak ettiği kardan oluşuyordu. Bunun sekiz milyon kadarı şirketten alınıp 33 sterlin, 6 şiling, 8 penslik bir kar payı oluşturularak hissedar ve hisse alımı

için adını yazdıranlar arasında paylaştırıldı. Bu büyük bir ra­ hatlık verdi. Buna ek olarak, Güney Denizi Kumpanya­ sı'ndan hisse senedi karşılığında borç para alan herkesin bu miktarların yüzde onu kadar bir teminat ödemek suretiyle borçlarından muaf olacağı bildirildi. Hisse senedi fiyatları­ nın yapay olarak şişirildiği bir zamanda bu şekilde alınan borç miktarı onbir milyondu ve fiyatlar geri doğal seviyele­ rine indiğinde bir milyon yüzbin sterlin sermaye toplanmış oldu. Ancak kamu itibarının tamamen sağlanması çok daha uzun sürdü. Girişim, aynı İkarus gibi çok yükseklere uçup kanatlarındaki mumu eriterek denize düşmüştü ve dalgalar­ la boğuşurken yerinin yeryüzü olduğunu anlamıştı. Bir daha bu kadar yükseklerde uçmaya hiç kalkmayacaktı.

1 43


Bu olaydan sonraki büyük ticari refah zamanlarında da aşırı spekülasyon eğilimleri ortaya çıktı. Bir projedeki başarı­ yı genellikle benzeri tipte başka projeler takip eder. Bir tica­ ret ülkesinde, yaygın taklitçilik her zaman başarıyı dizginle­ yecek ve karlar peşinde aşırı hevesle koşan halkları içinden çıkılması zor çukurlara sürükleyecektir. Güney Denizi proje­ sinin doğurduğu balon şirketlerin benzerlerine ünlü 1825 pa­ niğinde de şahit olduk. Bu sefer de, aynı 1720'de olduğu gi­ bi, dolandırıcılık ve aç gözlülükten yine zengin bir ürün elde etti, ama hesap günü gelip çattığında her ikisi de kaybeden taraf oldu. 1836 yılının projelerinde de felaketin eşiğine ge­ linmesine rağmen çok geç olmadan önüne geçildi.*

*

Güney Denizi projesi 1845 ylına kadar, İngiliz tarihinde, insanların ticari ku­

mar oynama tutkusunun en büyük örneği olarak yerini korudu. Bu kitabın ilk baskısı o ve ertesi yıl Büyük Demiryolları Çılgınlığı patlak vem1eden bir süre önce yapılmıştı.

1 44


LALE ÇILGINLIGI Quis furor, o cives!

-

Lucan*

Lale (söylentiye göre lale ismi, sarık tipini ifade eden Türkçe türban kelimesinden türemiştir**) batı Avrupa'ya 16. yüzyı­ lın ortalarında girmiştir. Laleye ün kazandırma onurunun kendisine ait olduğunu iddia eden (ve bu güzel çiçeğin kısa süre içinde dünyayı birbirine katacağını aklına bile getirme­ yen) Conrad Gesner, bu çiçeği ilk kez 1559 yılında, nadir bu­ lunan egzotik nesneler koleksiyonuyla ünlü Müsteşar Her­ wart'ın Augsburg'daki bahçesinde gördüğünü söylemiştir. Lale soğanlarını bu centilmene;. çiçeğin uzun süredir pek se­ vildiği Konstantinopl' daki bir arkadaşı göndermiştir. Lale, bunu izleyen on-onbir yıl içinde özellikle de Hollandalı ve Alman zenginler tarafından aranan bir çiçek haline gelmiştir. Amsterdam'ın zenginleri doğrudan Konstantinopl' a giderek lale soanları için yüksek paralar ödemişlerdir. İngiltere de ekilen ilk laleler, 1600 yılında Viyana' dan getirilmiştir. 1634'e kadar lalenin ünü yıldan yıla artmış ve artık lale koleksiyo­ nuna sahip olmayan zenginlere kötü gözle bakılır olmuştur. Pompeis' de Angelis ve "De Constantia" adlı bir incelemesi

*

Bu ne delilik, ey vatandaşlar!

-

Lucan

** İngilizce de lale, tulip kelimesiyle ifade ediliyor-çn.

1 45


olan ünlü Lipsius of Lyden dahil birçok bilgili insan lalelere tutkuyla bağlanmışbr. Kısa sürede lale heyecanı toplumun orta sınıflarına sıçramış, fazla zengin olmayan esnaf ve tüc­ car kesimi bile nadir lale koleksiyonları ve bunlar için öde­ dikleri inanılmaz fiyatlar üzerinden birbiriyle rekabet etme­ ye başlamışlardır. Harlearn'li bir tüccarın, üstelik üzerine kar koyup satmak için değil, tanıdıklarının hayranlığını kazan­ mak üzere saklamak için, bir tek lale köküne servetinin yan­ sını verdiği bilinmektedir. Bu çiçeğin Hollandalılar gibi zor beğenen bir halkın gö­ zünde bu kadar değer kazanabilmesi için bazı erdemlerinin olması gerektiği düşünülebilir. Ama lale, ne gülün kokusuna ve güzelliğine sahiptir, ne de "tatlı ıbrşahi" gibi dayanıklıdır. Laleye övgüler yağdıran Cowley'in dediği gibi, Sonra, bütün bu sefahatin üzerine, Zevk düşkünü, kibirli ve eğlenceli, lale çıktı ortaya, Buraya geldi ve kendi renklerini verdi dünyaya. Yeni karışımlarla görünüşünü değiştirdiler. Ona emek verenler hem morunu hem altın sansını gördüler, En sevdiği zengin işlemelerle giydirdiler. Onunsa yaptığı tek iş, gözleri şenlendirmekti Diğer tüm güzellikler, onun gölgesinde eriyip gitti. Çok şiirsel olmayan bu dizeler, bir şairin lale tanımıydı. Beckmann ise, History of Inventions 'ta (Keşifler Tarihi) nesir olarak ya:zmasına rağmen Cowley'in şiirinden daha hoş ve daha doğru bir tanım vermektedir: "Lale kadar, tesadüf ese­ ri olarak ve narinliği veya geçirdiği bir hastalık neticesinde

1 46


çok renk ve çeşit kazanan, çok az bitki vardır. Doğal halinde veya ıslah edilmediği · zamanlarda lale büyük oranda tek renkli, büyük yapraklı ve olağanüstü uzun sapı olan bir çi­ çektir. Islah edilerek narinleştirildiğinde, çiçek düşkünlerinin gözünde çok daha değerli hale gelir. Taç yapraklan küçülür, soluklaşır ve çeşitli renklere bürünür. Şaheser laleler böyle ortaya çıkar: Güzelliği artar ve o kadar narinleşir ki en tecrü­ beli ve dikkatli ellerde bile başka bir yere zor nakledilebilir, hatta bulunduğu yerde nadiren yaşatılabilir." Çoğu insan, bir annenin hastalıklı çocuğunu sağlıklı ço­ cuklarından daha çok sevmesi gibi, kendisine birçok sorun yaşatan bu çiçeğe sevgiyle bağlandı. Aynı şey, nazik laleler üzerine yapılan haksız methiyeler için de geçerlidir. 1634'te Hollandalılar arasında l�ıle tutkusu öyle bir düzeye geldi ki ülkenin esas sanayisi ihmal edildi ve toplumun en alt kesim­ leri bile lale ticareti için kollan sıvadı. Çılgınlık arttıkça fiyat­ lar da yükseldi. 1635 yılında sadece kırk kök lale almak için 1 00.000 florinlik bir serveti ortaya döken insanlar olduğu bi­ liniyordu. Ondan sonra da lalenin,

perit

adı verilen ve 0.065

gramdan küçük olan bir ölçüyle alınıp satılması zorunlu ha­ le geldi. 400 perit'lik Admiral Liefken cinsi bir lalenin fiyatı 4.400 florin, 446

perit'lik Admiral Van der

Ecyk'ın fiyatı 1 .260

florin, 106 peritlik Childer'in fiyatı 1.615 florin, 400 peritlik bir Viceroy'un fiyatı 3.000 florindi. En değerlileri olan 200 pe­ ritlik bir Semper Augustus için 5.500 florin, ucuz bir fiyat sayı­ lıyordu. En çok aranan cins olan

Semper Augustus'un

soğanı,

2.000 florin ediyordu. 1636 yılında bütün Hollanda'da bu cinsten sadece iki kök lale olduğu, üstelik bunların da bu cin­ sin en iyilerinden olmadığı söylenir. Anlatılanlara göre bu

1 47


köklerden biri Amsterdam' daki bir tüccarda, diğeri ise Har­

laem' de bulunuyormuş Lale spekülatörleri bu kökleri o ka­ .

dar çok almak istiyorlarmış ki, Harleam' deki kök için 50 dö­ nüme yakın bir arazi teklif edenler bile çıkmış. Amster­ dam' daki kök, 4.600 florin artı yeni bir araba, iki

gri at ve bir

koşum takımına satılmış. Lale çılgınlığı üzerine bin sayfalık bir kitap kaleme alan zamanın yazarlarından Munting, nadir bulunan Vıceroy cinsi lalenin tek bir kökü karşılığında verilen çeşitli eşyaların listesini ve her birinin fiyatını vermiştir: Florin 4 ton buğday

448

8 ton çavdar

558

4 besili öküz

480

8 besili domuz

240

12 besili koyun

120

2 büyük fıçı şarap 4 fıçı bira 2 fıçı tereyağı

70 32 192

Yarım ton peynir

120

Bir yatak

100

Bir takım elbise

80

Gümüş bir fincan

60 2.500

Bir süreliğine Hollanda' dan ayrılıp tesadüfen lale modası zirvedeyken dönenler, bazen bu konudaki cehaletleri yüzün­ den acayip ikilemlerle karşı karş ıy a kalıyorlardı. Bu konuda Blainville'in Travels (S eyahatler ) adlı kitabında eğlenceli bir anektod vardır. Nadir lalelere sahip olmakla övünen zengin bir tüccara, bir keresinde Yakın Doğu' dan çok değerli bir mal 148


gönderilir. Bir denizci, malın geldiğini haberini vermek için, tüccarın her türlü malın balyalar halinde durduğu deposuna gelir. Bu haberi getirdiği için onu ödüllendirmek isteyen tüc­ car, ona kahvaltıda yemek üzere balık hediye eder. Anlaşıldı­ ğı kadarıyla soğanları çok seven denizci, bu eli açık tüccarın masasının üzerinde, normal soğana çok benzeyen lale soğ­ anını görür ve şüphesiz bu soğanın ipekli ve kadife kumaş­ lar arasında yerinin olmadığını düşünerek, balığın yanında yemek için bir punduna getirip cebine atar. Tüccarın verdiği ödülü alıp kahvaltısını yapmak üzere rıhtıma gider. O daha odadan çıkar çıkmaz tüccar, 3.000 florin veya 280 sterlin kıy­ metindeki

Semper Augustus'unun bıraktığı yerde olmadığını

farkeder. Şirket ayağa kalkar, değerli soğan her yerde aranır ama bulunamaz. Telaştan tüccarın kafası karışmıştır. Yeniden her yer aranır ama yine bulunamaz. Sonunda birinin aklına denizci gelir. Aklına ne geldiği belli olan tüccar, sokağa fırlar. Adamla­ rı da onu takip etmektedir. Sade biri olan denizcinin aklına ise, gizli saklı bir şey yapmak gelmemiştir bile. Halatların üzerinde sakin bir şekilde oturmuş, "soğan"ın son parçasını yutarken bulunur. Bir geminin tüm tayfasının on iki aylık üc­ retine ya da soğanı elinden alınmış tüccarın söylediği gibi, "Orange Prensine ve Stadtholder' deki tüm zevata verilecek zengin bir ziyafete eşdeğer bir kahvaltı" ettiğini, hayal bile edememektedir. Antonius, Kleopatra'nın şerefine içinde inci­ ler çözünmüş şarap içmiş; Sir Richard Whittington Kral Heny V'i aynı şekilde ağırlamış; Kraliçe Elizabeth Kraliyet Borsası'nı açtığında Sir Thomas Gresham onun şerefine için­ de elmas çözünmüş şarap içmişti. İşte bu derbeder Hollanda-

1 49


lı'run kahvaltısı da en az onlar kadar şaşaalıdır. Üstelik bir konuda onlardan da üstündür: Onların içine kattıkları mad­ deler şaraplarının tadını güzelleştirmemiştir ama bizimkinin soğanı, balıkla birlikte gayet lezzetli olmuştur. Bu hikayenin onun açısından en talihsiz yanı ise, tüccarın suçlaması sonu­ cu hapiste birkaç ay geçirmek zorunda kalmasıdır. Bir İngiliz gezgini hakkında da en az bunun kadar komik bir hikaye anlatılır. Amatör bir botanikçi olan bu centilmen, zengin bir Hollandalı'nın evinde bir lale soğanı görür. Soğanın değerinden haberi olmayan centilmen, deney yap­ mak için çakısını çıkarıp kabuğunu soyar. Kabuğu soyulun­ ca. nacmi yarısına inen soğanı iki eşit parçaya böler. Bu arada bu · n2çhul soğan hakkında derin gözlemlerini dile getirmek­ tedir. Birden soğanın sahibi üzerine yürür ve gözlerinde bü­ yük bir öfkeyle, yaptığı şeyin farkında olup olmadığını sorar. Bizim filozof, "Gördüğüm en olağanüstü soğanı soyuyo­ rum" diye cevap vedr. "Hundert tausend duyvel!" (Hay! yüzbin şeytan!) diye bağırır Hollandalı, "o bir Admiral Van der �:1ck." Gezgin, "Teşekkür ederim" der, not defterini çıka­ rıp ismi not alır ve sorar: "Acaba ülkenizde bu amirallere çok rastlanır mı?" "Lanet olsun" diye bağıran Hollandalı, şaşkın bilimadamının yakasını r ..ıttuğu gibi, "Yürü hakimin karşısı­ na, orada görürsün amirali" der. "Yapma, etme" demesine karşın gezgin, sokakta sürüklenerek götürülür. Onları insan­ lar izlemektedir. Hakimin karşısına çıktığında, üzerinde de­ ney yaptığı soğanın 4.000 florin değeıjnde olduğunu hayret­ le öğrenir. Sayabildiği tüm hafifletici sebepleri ileri sürmesi­ ne karşını bu miktarı ödeyecek parayı bulana kadar hapiste kalır. 1 50


Nadir lale cinslerine olan talep, 1636 yılında o kadar art­ mışh ki Amsterdam, Rotterdam, Harlaem, Leyden, Alkrnar, Hoom ve diğer şehirlerdeki borsalarda lale alım-satımı için düzenli pazarlar oluşturuldu. Kumarın belirtileri ilk kez or­ taya çıkmıştı. Zaten yeni bir spekülasyon olanağı konusunda her zaman teyakkuz halinde olan borsa simsarları, fiyatlarda nasıl dalgalanmalar yaratacağını çok iyi bildikleri her türlü yöntemle laleler üzerinde büyük oynamaya başladılar. Ben­ zeri bütün kumar çılgınlıklarında olduğu gibi önceleri herke­ sin güveni yerindeydi ve herkes kazanıyordu. Lale simsarla­ rı fiyatların yükselişine ve düşüşüne oynuyor, düştüğü za­ man alıp yükseldiği zaman satarak büyük paralar kazanıyor­ lardı. Çok kişi zengin oldu. İnsanların önünde baştan çıkarı­ cı bir altın yem vardı ve bal kovanının etrafına toplanan arı­ lar gibi herkes lale pazarına üşüşüyordu. Herkes lale tutku­ sunun sonsuza kadar süreceğini düşünüyordu. Dünyanın her yanından zengin insanlar Hollanda'ya gelerek lale satın almak için ne istenirse ödüyordu. Avrupa'nın bütün zengin­ likleri Zuyder denizinin kıyılarına akacak gibi görünüyordu; bu diyarlarda yoksulluk adeta yasaklanmıştı. Asiller, vatan­ daşlar, çiftçiler, zanaatkarlar, denizciler, hizmetçiler, hatta ba­ ca temizleyicileri bile lalelerle ilgileniyordu. Toplumun bü­ tün kesimlerinden insanlar sahip olduklarını paraya çevirip çiçeğe yatırıyordu. Evler ve araziler, ölü fiyatına sahşa çıka­ rılıyor veya lale pazarındaki ödemeler için kullanılıyordu. Aynı tutku yabancıları da sarmıştı; Hollanda'ya her yerden para akıyordu. Bu paralarla birlikte hayatı idame için gere­ ken şeylerin fiyatı da artmıştı: evlerin ve arazilerin; atların ve arabaların ve her türlü lüks eşyanın değeri yükselmişti.

151


Birkaç ay boyunca Hollanda, Plutus'un avlusuna benzemiş­ ti. Lale alım satım işlemleri o kadar kapsamlı ve karmaşık ha­ le gelmişti ki bu ticareti yapanlara yol gösterici olması ama­ cıyla bazı yasaların çıkarılması zorunlu görülmüştü. Kendini bu ticaretin çıkarlarına adamış noterler ve katipler seçildi. Bazı şehirlerde noter adı bilinmiyordu bile; onun yerini lale noteri almıştı. Lale ticaretinin yapılmadığı küçük kasabalar­ da "gösteri merkezi" olarak genellikle şehrin en önemli ta­ vernası kullanılıyor, lale alım satımları buralarda verilen tan­ tanalı eğlenceler esnasında gerçekleşiyordu. Bazen bu tür ye­ mekli eğlencelere ellerinde lale vazolarıyla iki-üç yüz kişinin geldiği oluyordu. Bu vazolar yemek sırasında zevk vermesi için düzenli aralıkla masaların üzerine diziliyordu. Sonunda ileri görüşlü insanlar bu modanın ebediyen sü­ remeyeceğini anlamaya başladılar. Artık zenginler laleleri kendileri için değil, yüzde yüz karla satmak için alıyordu. Anlaşılmıştı ki sonunda birileri korkunç bir şekilde kaybet­ meye mahkumdu. Bu düşünce yayıldıkça lale fiyatları düş­ meye başladı ve bir daha asla yükselmedi. Güven duygusu azaldı ve dünyanın her yanındaki işlemcilerde bir panik baş­ ladı.

A, sözleşmenin imzalanmasından altı hafta sonra B' den, Semper Augustus almayı ka­ bul etm.işti. B, saptanan zaman geldiğinde ellerinde çiçekle­ riyle hazırdı ama fiyat 300-400 florine düşmüştü ve A, arhk her biri 4.000 florinden on adet

başta saptanan fiyah ödemeyi ve laleleri almayı reddediyor­ du. Gün geçmiyordu ki Hollanda'nın bütün şehirlerinde an­ laşmalar bozulmasın. Daha birkaç ay önce bu diyarda yok­ sulluk diye bir şeyin kalıp kalmadığını soranlar, artık onları

152


satın alırken ödedikleri fiyatın dörtte birini önermelerine karşın ellerinde kimsenin istemediği birkaç sap laleyle kalmışlardı. Izdırap çığlıkları her yanı sarmıştı ve herkes komşusunu suçluyordu. Bu arada zenginleşmeyi başaran az sayıda insan, bunu çevresinden gizliyor ve yatırımlarını İn­ giltere'ye veya başka yerlere kaydırıyordu. Sadece bir mev­ sim için mütevazi şartlarından çıkarak zenginliğe dokunan­ ların çoğu, tekrar eski hayatlarının karanlığına gömüldü. Önemli tüccarlar, dilenciliğin sınırlarına kadar düştü. Ve bir çok asil soyun temsilcisi, mülkünün artık geri dönmemek üzere elinden uçup gittiğine tanık oldu. İlk alarm zilleri çaldığında çeşitli şehirlerdeki lale sahiple­ ri bir araya gelerek eski güvenin tekrar sağlanabilmesi için ne tür önlemler alınması gerektiğini tarhştılar. Genel kabul gö­ ren öneri, Amsterdam'ın her yanından temsilcilerin seçilme­ si ve bu felakete çare bulması için hükümete başvurulması oldu. Hükümet önceleri bu işe karışmak istemedi ve lale sa­ hiplerine kendi aralarında hangi planı uygulayacakları ko­ nusunda anlaşmalarını önerdi. Lale sahipleri çeşitli toplantı­ lar yaptılar ama bu kitlesel yanılgıya düşmüş insanları tat­ min etmeye ya da ortaya çıkan zararın küçük bir bölümünü bile onarmaya yetecek tek bir önlem dahi bulamadılar. Her­ kes şikayet ve serzeniş dilinden konuşuyordu ve bütün top­ lantılar fırtınalı havada geçiyordu. Bir sürü atışmanın, bir sü­ rü kin ve garezin ardından, nihayet, Amsterdam' da toplanan temsilciler, lale çılgınlığının zirvesine yükseldiği devrede, yani 1636 Kasımı'ndan önce yapılan tüm sözleşmelerin geçer­ siz olduğunu ve alıcıların, satıcıya yüzde on ödeme yapmak 153


suretiyle yükümlülüklerinden kurtulacağını kararlaştırdı. Ancak bu karar da kimseyi tatmin etmedi. Ellerinde lalele­ riyle bekleyen satıcılar, tabii ki memnun oltnamışlardı. Alıcı­ lar da kendilerine fazla yüklenildiğini düşünüyorlardı. Bir zamanlar 6.000 florin eden bir lale, artık 500 florine düşmüş­ tü ve yüzde onluk ödeme bile, yeni fiyatın 100 florin üzerin­ de kalıyordu. Ülkenin bütün mahkemelerinde sözleşme ihla­ li davalarının açılması durumu vardı, fakat mahkemeler ku­ mar sözleşmelerini tanımıyordu. Sonunda mesele Hague'deki Eyalet Konseyi'ne götürül­ dü. Herkes bu organın tekrar eski güveni geri getirecek ön­ lemler almasını umuyordu. Giderek artan beklentilere rağmen oradan asla bir karar çıkmadı. Konsey üyeleri hafta­ lar boyu konuyu incelediler ve sonunda üç ay düşündükten sonra, daha fazla bilgi sahibi olmadan nihai bir karar vere­ meyeceklerini açıkladılar. Ancak bu arada satıcıların, daha önce üzerinde anlaştıkları miktar üzerinden alıcıya tanıklar huzurunda alım önerisinde bulunmasını tavsiye ettiler. Eğer alıcı bu öneriyi geri çevirirse, laleler satışa çıkarılacak ve elde edilen fiyatla taahhüt edilen fiyat arasındaki farktan o so­ rumlu tutulacaktı. Bu, daha önce temsilcilerin önerdiği pla­ nın aynısıydı ve işe yaramadığı görülmüştü. Hollanda'da ödemeyi mecbur kılabilecek herhangi bir mahkeme yoktu. Mesele, Amsterdam'da gündeme geldi ama bütün yargıçlar oybirliğiyle müdahale etmeyi reddettiler. Gerekçeleri, kumar sözleşmelerinin kanuni geçerlilik taşımamasıydı. Böylece mesele çözülmeden kaldı. Duruma bir çare bul­ mak, hükümeti aşıyordu. Ani dönüş · sırasında elinde lale

1 54


stoğu bulunacak kadar şanssız olanlar, hasarlarını bilgece sineye çekmek zorunda kaldı; bu işten para kazanmış olan­ lar, bu paraların keyfine baktı. Ve bu şiddetli şoktan büyük hasar gören ülkenin ticaret hayatının tekrar kendine gelmesi için nice yılların geçmesi gerekti. Hollanda örneği, belli ölçülerle İngiltere' de de yaşandı. 1636 yılında laleler Londra Borsa'sında satılıyordu ve borsa

simsarları, lale fiyatını Amsterdam' daki fiktif fiyat düzeyine kadar çıkartmayı kendilerine görev bilmişti. Simsarlar Pa­ ris'te de bir lale çılgınlığı başlatmaya çalıştı. Ancak her iki şehirde de, kısmi bir başarı kazanabildiler. Fakat yaşanan­ ların etkisiyle lale, her zaman çok sevildi ve belli sınıf insan­ lar arasında diğer bütün çiçeklere oranla çok daha fazla ödül­ lendirildi. Hollandalılar hala lalelere olan düşkünlükleriyle tanınmakta ve diğer halklara göre laleye daha fazla bedel ödemeye devam etmektedirler. Zengin İngilizler'in yarış at­ larıyla ya da eski tablolarıyla övünmesi gibi varlıklı Hollan­ dalılar da laleleriyle gurur duyarlar. İlginçtir, günümüzde İngiltere' de bir lale, bir meşe ağacın­ dan çok para kazandırır. Eğer elinizde nadir bulunan bir lale varsa ve bu lale Juvenal'in kuğusu gibi siyahsa, fiyab 4 dönüm ekili arazinin fiyatına eşittir.

Encyclopedia Britanni­

ca'nın üçüncü basımının ek cilt yazarlarından birine göre, İs­ koçya'da 17. yüzyılın sonlarında lale için ödenen en yüksek fiyat, 10 ginedir. Anlaşıldığı kadarıyla o zamanlardan 1769 yılına kadar lalelerin fiyatı, o dönem İngiltere' deki en değer­ li cinsler olan Don

Quevedo ya 2 gine, Valentinier'e ise 2.5 gine '

değer biçilecek kadar düşmüştür. Ancak bu fiyatlar, en düşük fiyatlardır. 1800 yılında tek bir soğanın ortalama fi1 55


yatı, 15 gine idi. 1835 yılında ise Miss Fanny Kemble cinsi tek bir soğan, Londra' daki. bi.r müzayede 75 pounda satılmıştır. Ama en hatırı sayılır değer bu değil, Chelsea, King's Ro­ ad' daki bir bahçıvanın elindeki lalenin fiyatıdır: Bahçıvan, kataloğunda söz konusu laleye 200 gine değer biçmiştir.

156


Karışıklığın Karmaşası

Joseph de la Vega 1 68 8



SUNUŞ*

Joseph Penso de la Vega'nın Confusion de Confusiones (Karışık­ lığın Karmaşası) adlı kitabını bilen herkes, onun edebi açıdan garip ilgileri olduğunu hemen farketmiştir. Bir Portekiz Yahu­ disi tarafından İspanyolca yazılmış ve Amsterdam' da basılmış bir kitaptan bahsediyoruz. Diyaloglar halinde kaleme alınmış ve baştan sona tarihi, mitolojik sözler ve kutsal kitap metinle­ rine benzer cümlelerin bulunduğu bu kitap, esas olarak bor­ sayla ilgilidir ve 1688 gibi erken bir tarihte basılmıştır. Böylesi bir kitap elbette ki ciddi bir açıklamayı hak etmektedir.

I Önce, yazarın mensup olduğu etnik grubu tanımlayarak işe başlayalım. Yazar, Amsterdam' daki Sefardim cemaatine mensuptu. "Sefardim" terimi, ataları İber yarımadasında ya­ şamış Museviler'i tanımlamak için kullanılır. (Orta Avrupa kökenli Yahudiler için kullanılan terim ise, Eşkinazi' dir.) 15. yüzyıl boyunca İspanya ve Portekiz' de Kilise, orada yaşayan Museviler'in (ve Mağribiler'in) Hıristiyanlığı kabul etmesi *Kitabın 1957 baskısına Hermann Kellenbenz'in yazdığı sunuş.

159


için büyük baskı yaptı. Bazıları kabul etti ancak çoğunluk ka­ bul ediyormuş gibi görünerek kendi dinine bağlı kaldı. 1492 yılında Hıristiyanlığa dönmemiş Museviler (ve Mağribiler) İspanya'dan sürülünce, çoğu, Portekiz'e geçti. Ancak 1536 yılında Portekiz'de de engizisyon kurulunca sığınmak için başka bir yer aramaya başladılar. İspanya' da "Christianos nuevos" (Yeni Hıristiyanlar) olarak adlandırılan ve görünüş­ te Hıristiyanlığı kabul edenlerin çoğu da inatçı din kardeşle­ rine katıldı. Bu ikinci göç dalgasıyla ilgili olarak, İspanya ve Portekiz Yahudileri'nin bazılarının, Kuzey Avrupa şehirle­ rinde var olan ve onların girişimci kişiliklerine uygun ekono­ mik fırsatların cazibesine kapılmış olduğu düşüncesi de muh­ temelen doğrudur. Görünüşe göre bütün bu olaylar sırasında de la Vega'nın ailesi, Yeni Hıristiyanlar arasında yer almaktaydı. Aile, önce Portekiz'e göç etmiş, sonra, muhtemelen 1536'dan sonra tek­ rar İspanya'ya dönmüş ve son olarak, 1630 civarında Hollan­ da' ya geçmiştir. Burada, Elbe ve Amstel nehirleri kıyısında yerleşmiş ve kendi geleneklerini açıkça yaşayabilen büyük koloniler bulmuşlardır. Bu göçmenlerin öncüleri 15. yüzyılın sonlarında buralara gelmiştir. Göç dalgası 16. yüzyılda arta­ rak devam etmiş ve Karışıklığın Ka rmaşası nın piyasaya çıktı­ ğı tarihte Kuzey Avrupa' daki Sefardim cemaati, o bölgede sa­ hip olduğu nüfuzun zirvesine ulaşmıştır. Bu kolonilerin ço­ ğunluğu, cemaatlerinin resmi dili olan Portekizce konuşmak­ taydı. Bu yüzden de Musevi olmayanlar, onlara, "Portekizli" ya da "Portekiz Yahudisi" derdi. Ancak cemaat içinde edebi­ yata ilgi duyanlar şiirlerini, oyunlarını, inceleme ve tezlerini ve diğer eserlerini İspanyolca kaleme almayı tercih etmişler­ dir. Büyük olasılıkla bunun nedeni, eğitimli olanların İspan'

1 60


yolca' yı Portekizce ya da Felemenkçe'den daha iyi bilmesi ya da kendi anadilleri ne olursa olsun İspanyolca'nın hepsinin ortak dili olmasıydı. Amsterdam' daki Sefardim göçmenler, Hamburg'takilere göre daha fazla ekonomik fırsata ve daha fazla özgürlüğe sa­ hip olduğu için Elbe nehri kıyısındaki kardeşlerinden daha ileri gittiler. Ancak, Amsterdam' daki Sefardim cemaatine ve­ rilen daha fazla özgürlüğün, 17. yüzyıl Avrupası hayatının genel çerçevesi içinde anlaşılması gerekir. O dönemde Kilise ve loncalar, Yahudiler'in faaliyetlerine çeşitli kısıtlamalar ge­ tiriyordu. Örneğin Amsterdam'ın 29 Mart 1632 tarihli karar­ namesi, yerel lonca üyelerinin iştigal ettiği herhangi bir işle Yahudiler'in uğraşmasını yasaklıyordu. Yahudiler, bu lonca­ lara üye olamıyorlardı. Seyyar satıcılık yapamıyor, peraken­ de satış mağazaları açamıyorlardı. Zanaatçılık ise, ancak dini törenlerine uygun olan ya da lonca halinde örgütlenmemiş alanlarda açıktı. Bu kısıtlamalar çerçevesinde Yahud:ler, ka­ saplık, tavukçuluk, fırıncılık yapıyor ve elmas kesimi işinde çalışabiliyorlardı. Toptan ticaret ve gemicilik alanlarında da bir kısıtlama yoktu. Belirli sayıda Yahudi'ye broker'lık yap­ ma izni verilmişti. Diğerleriyse tefecilik ve döviz alım satımı gibi işler yapıyordu. Yakın zamana kadar Amsterdam' daki Portekiz Yahudile­ ri'nin ekonomik önemi, bilimadamları tarafından biraz abar­ tılırdı. Yeni araştırmalar, bu tür düşünceleri düzeltiyor. Ce­ maatlerin mali durumlarındaki gelişmeler, çeşitli zamanlar­ da sahip oldukları servetin miktarı ve Yahudi olmayanlara ait en büyük kuruluşların sahip olduğu malvarlığı ile karşı­ laştırmalı olarak onların mal varlığının büyüklüğü, Bank of

l61


Amsterdam'ın o zamanki hesap dökümlerinde ve 1631, 1674 ve 1 743 yıllarına ait vergi kayıtlarında net bir biçimde görül­ mektedir. Yeni açığa çıkan bu kaynaklardan görüyoruz ki, en büyük servetler ve en büyük mali işlemler, de .facto olarak yerel hanedan ailesine ve asilzadelere aitti. Ancak Portekizli nüfusun, Amsterdam'ın ekonomik hayahna diğer etnik gruplardan daha büyük katkı yapmış olduğu da bir gerçek­ tir. Son araşhrmalar, Portekiz cemaatinin refahının, esas ola­ rak mal ticaretinden kaynaklandığını ortaya koymuştur: gü: neyden şeker, baharat, tuz, boya, kereste, mücevh.�rat ve de­ ğerli madenler ithalah karşılığında kuzeyin hammaddeleri ve özellikle değerli işlenmiş ürün ihracah.* Yine de bu Portekizliler arasında, spekülasyon dahil ol­ mak üzere şehirdeki finansal etkinliklere katılma konusunda önemli bir eğilim bulunduğu görülmektedir. Kuşkusuz, en azından içinde yaşadıkları kurallar onlara kapıyı bu yönde açmıştır. Ancak, tıpkı gizli Hıristiyanlar gibi, İber yarımada­ sı ülkelerindeki pazarlarda iyi ilişkilere sahip olan Yahudi­ ler'in de kendi inançlarına dönmeleri ya da uzak bölgelere göçmeleri halinde, büyük olasılıkla bu ilişkileri kaybetmiş ol­ dukları da bir gerçektir. En azından Joseph de la Vega'nın bir çağdaşı (değerli bir İngiliz centilmeni, 1701 tarihli Descripti­ on of Holland adlı kitabında), Yahudiler'in bu tür ticarette (hisse senedi spekülasyonu) başta geldiğini ve asıl şirketin, yani East India Company'nin, 20 hissesinden 1 7'sini ellerin­ de bulundurduğu söyleniyor diye yazmaktadır. Dolayısıyla Amsterdam Yahudi cemaatinin mensubu olan Joseph de la * Gemeente-Archief'te saklanan Amsterdam noterlerine ait belgeler kullanıma sunulmadıkça, Sefardimler'in yürüttüğü ticaret konusunda tatmin edici bilgile­ re ulaşamayacağız. Bu konuda arşiv uzmanı Dr. S. Hart ve asistanları tarafından bir çalışma sürdürülmektedir.

1 62


Vega'nın şehirdeki hisse spekülasyonuyla ilgili tatmin edici bilgilere sahip olduğuna inanmak için yeterli nedenimiz mevcuttur.

II De la Vega ailesine ilişkin elimizdeki ilk belgeler, ailenin İs­ panya'da yaşadığını göstermektedir. Yazarımızın babası Isa­ ac Penso ya da Isaac Penso Felix, 1608 yılında İspanya' da doğmuş ve Kordoba eyaletinde küçük bir kasaba olan Espe­ jo da, bir Yeni Hıristiyan olarak yaşamıştır. Penso ismi Por­ tekiz veya Gallego kökenli olduğu için ailesi Portekiz' den gelmiş olmalıdır. Kuzey Portekiz ve Galicia da Penso isimli birkaç köy vardır. Üstelik, Isaac Penso'nun, soyundan geldi­ ğini ileri sürebileceği bir başka aile olan Passarinho ailesinin adı. da, Portekizce' de küçük kuş anlc;unımı. gelmektedir. Ger­ çekten de 16. yüzyılda, özellikle de Portekiz'in İspanya'ya bağlı olduğu yıllar boyunca İspanya'ya göç eden (ya da dö­ nen) bir çok Yeni Hıristiyan ailenin olduğu anlaşılmaktadır. Isaac Penso, Ester de la Vega ile evlenmiştir.* Çiftin ilk oğ­ lu Abraham, babasının soyadım almıştır. Ancak ikinci oğlu ve sonradan Karışıklık'ı yazacak olan Joseph, halkının gele­ neklerine uyarak annesinin soyadım almıştır. Böylece yazarı­ mızın tam ismi, Joseph Penso de la Vega Passarinho olmuştur. • Çiftin dört oğlu, alb kızı oldu. Oğullardan ildsı Amsterd am'da yaşadılar. İkisi ise Londra'ya göçtü. Ancak hepsi de evlilik yoluyla Antwerp'teki Alvares Vega ailesiyle akraba oldular. Bu akrabalık ilişkileri, Isaac Penso'nun kızlarından bi­ rinin yine Vega ailesine gelin gitmesiyle daha da pekişti.

1 63


Bazen buna, diğer soyadı Felix' de eklenmektedir. Ancak ge­ nellikle kısa ismi Joseph de la Vega'yı kullanmıştır. Baba Isaac Penso engizisyon hapishanelerini tecrübe et­ mek gibi bir kadersizliğe uğrayınca, söylentiye göre, eğer serbest bırakılırsa atalarının dinine dönmeye yemin etti. Ger­ çekten de serbest kalınca yeminini yerine getirmesine olanak tanınacak bir yer olan Antwerp'e göç etti. Antwerp'te, 17. yüzyıl sonlarında bile, çoğunluğu Yeni Hıristiyanlar'ın so­ yundan gelme hatırı sayılır bir Portekiz kolonisi vardı. Isaac Penso, bundan sonra ailenin diğer üyelerinin göç etmiş oldu­ ğu Hamburg'ta yaşadı. Hamburg şehri kayıtlarında, daha

1647' de, büyük olasılıkla kardeşi olan Joseph Penso isminde birine rastlanmaktadır. Isaac Penso'nun Hamburg Portekizli­ ler cemaati içindeki yeri konusunda, 1655 yılında 'pamas', yani cemaatin yöneticileri arasına seçildiğini kaydetmek ge­ rekir. Penso, bir süre sonra Amsterdam' a taşınmıştır. Burada, esas olarak bankacılıkla uğraştığı düşünülebilir. Penso bütün işlerinde saygın bir kişi olmuş ve her zaman Yahudi cemaati­ nin saygıdeğer üyelerinden yardım görmüştür. Çeşitli mev­ kilere seçilmiş ve evini dinsel toplantılara açmış bir kişidir. Yaptığı hayır işleriyle öne çıkmış ve Musa şeriatının tefsirinin yapıldığı bir dizi Talmud* akademisinden birinin kuruluşu­ na katkıda bulunmuştur.**

*Museviler'in kanun ve tefsir kitabı-çn. **1683 yılında öldüğünde, Haham Aboab ve Dr. Sarphati de Pina gibi cemaatin saygın kişileri onun anısına konuşmalar yapmıştır. Şair Daniel Levi' de Barrios ile yazarımız Joseph de kişiliği ve yaptıkları konusunda edebi nutuklar yazmış­ lardır.

1 64


111 Joseph'in doğum yeri ve zamanı tam olarak belli değildir.

1650 yılı civarında, muhtemelen ailesi hala Espejo'da yaşar­ ken, daha büyük bir olasılıkla da Kuzey Avrupa'ya göç ettik­ ten sonra doğduğu söylenebilir. Gençliğinde bir süre Leg­ hom' da bulunmuş, sonra Amsterdam' a yerleşmiştir. Hamburg'u da sık ziyaret etmiştir. Kısa süre içinde edebi ye­ tenekleriyle dikkat çekmiştir. 1667 yılında, henüz 17 yaşın­ dayken, Asire

he Tikwab (Umut Mahpusu) isimli

İbranice bir

drama yazmışbr. İbrani şiirinde yeni çağın habercisi olarak görülen bu drama, 1673 yılında Amsterdam'da yayınlanmış­ hr. İlk gençliğinde ailesi tarafından din adamlığına yönlendi­ rilmesine karşın Joseph, işadamı olmuştur. Ancak işlerini yazmaya önemli ölçüde vakit ayırabilecek şekilde düzenle­ meyi başarmıştır. Yazdıkları arasında evlilik şiirleri, prensle­ re hitaben yazılmış şiirler, romanlar, nutuklar ve ahlaki ve felsefi karakter taşıyan denemeler vardır. 1676 yılında İspan­ yol Valisi Manuel de Belmonte'nin kurduğu Academia de los Sitibundos' a seçilmiş ve beğenilerine sunulan şiirleri ödül­ lendiren jüri içinde yer almıştır. Belmonte'nin 1685 yılında kurduğu Academia de los Foridos isimli edebi tarbşma kulü­ bünün sekreteri olmuştur. Karısının doğduğu ve bazı eserle­ rinin basıldığı Antwerp'e, Leghom'a ve muhtemelen Espe­ jo'ya yaphğı seyahatler, onun entellektüel ufuklarını geniş­ letmiştir. De la Vega'nın bilim adamlığı, fantezi gücü, dil kul­ lanma ve edebi biçimler konusundaki yeteneği çağdaşları tarafından övgüye değer bulunmuştur. 1 65


Bu konuda yapılan birçok araşhrmaya rağmen henüz Jo­ seph de la Vega'nın verdiği eserlerin tam bir listesi kesin ola­ rak çıkarılamamışhr. 1683 tarihinde yayınlanan ve romanla­ rının toplandığı Rumbos Pelgrosos (Tehlikeli Yolculuklar} isimli kitaba yazdığı önsözde de la Vega, yazmayı sürdürdü­ ğü yıllar içinde tarih ve çağdaş bilimler öğrencilerine ilginç gelecek konular üzerine, prenslere ve kendi arkadaşlarına iki yüz mektup yazmış olduğunu belirtmiştir. Mektuplarında şükran dolu kişilere olduğu kadar şikayet edenlere, tatmin­ sizlere, aşıklara, neşeli kimselere, din adamlarına, ahlakçıla­ ra ve şairlere yer vermiştir. Daha dikkat çekici ürünleri ara­ sında (yukarıda bahsedilen drama hariç), her ikisi de 1683'te basılan, annesi için yazdığı Oracion Funebre ile babası için yazdığı edebi nutuk sayılabilir. İsveç Kraliçesi Christina'nın Hamburg Valisi Manuel Teixeira'ya ithaf ettiği bir nutku, ay­ nı yıl Academia de los Sitibundos'ta söylemiştir. Portekiz ce­ maatinden Jeronimo Nunes da Costa olarak bilinen Mose Curiel onuruna da Musa'nın ilahi kanunları üzerine bir met­ hiyeyi kaleme almışhr. Bir başka methiyeyi, Viyana'nın Türk­ ler'in kuşatmasından kurtulması üzerine Polonya Kralı Jan Sobieski'ye ithafen yazmışhr. 1683 yılında, daha önce de bah­ sedilen Rumbos Pelgrosos (Tehlikeli Yolculuklar} piyasaya çıkmışhr. İtalyan örneklerine benzetilerek yazılan bu roman­ ların, yeni gösterişli tarzı nedeniyle büyük ilgi uyandırdığı düşünülebilir. De la Vega, 1685 yılında, Academia de los Flo­ ridos'ta yaptığı konuşmaları yayınlamışhr. Bunun ardından da en dikkat çekici ürünü gelmiştir: Amsterdam borsasında­ ki işlemleri konu alan diyaloglardan oluşan ve bizi asıl ilgi­ lendiren eseri olan, 1 688 tarihli Karışıklığın Karmaşası (Con166


fusion de Confusiones ). 1690 yılında İngiliz Kralı William III'e ithafen küçük bir eser kaleme almıştır. Bilindiği kadarıy­ la yayınlanan son eseri, 15 Mart 1692 tarihinde basılan, Ha­ uge'daki Portekiz büyükelçisi Diego de Mendoza Corte Re­ al'e ithafen yaptığı bir konuşmadır. Bundan kısa bir süre son­ ra öldüğü varsayılabilir. Babası gibi Joseph de la Vega' da Amstel' deki Oudekerk mezarlığına gömülmüştür.

IV Çağının geleneklerine uyan Joseph de la Vega'nın Amster­ dam borsası üzerine yazdığı diyalogları birine ithaf ettiği ta­ rih, 24 Mayıs 1688' dir. İthaf edilen kişi, şehrin Portekizli ce­ maatinin önde gelen üyelerinden Duarte Nunes de Costa' dır. De Costa'nın büyükbabası Duarte ve babası Jerol).imo, Porte­ kiz restorasyonu sırasında Kral John IV'ün temsilcileri olarak Hamburg ve Amsterdam' da önemli hizmetler görmüşlerdi. Jeronimo, 1673 yılında Amsterdam'da yeni bir sinagogun te­ melini atan cemaatin mensubuydu. Daha önce de belirtildiği gibi de la Vega, 1683 yılında ona bir methiye yazmıştı. Şimdi i -;e Amsterdam.borsasındaki işlemler üzerine yazılmış bir ki­ tapla, oğlu Duarte (cemaat i .indeki adı Jacob'tu) onurlandı­ rılıyordu. De la Vega'nın çok gurur duyduğu süslü ve göste­ rişli tarzı hakkında iyi bir fikir edinmek için, sadece bu itha­

fa bakmak yeterlidir. Tarzı, onurlandırma konusunda zama­ nının alışılmış cömert tavrını bile geride bırakmaktadır. Bu­ rada 11acciones" (hisse senedi) kelimesi etrafında bir dizi ha­ yali öneri ve karşılaştırma yapmakta, ithaf ettiği kişiyi ve

1 67


kendi atalarını çağrışbracak şekilde "costa" (sahil) ve "paxa­ ro" kelimeleriyle oynamaktadır. Aynı tarzı kitabın giriş bölü­ münde·ve metninde de sürdürmüştür. Bir filozof, bir tüccar ve bir hissedar arasında geçen ve borsa hayahna dair bir re­ sim sunmayı amaçlayan dört diyalog zaman zaman kesil­ mekte ve mitoloji, felsefe, Eski Ahit ve klasik şiir dünyasına doğru hafif ve yapay (tabiri caizse, bilgece) yolculuklara çı­ kılmaktadır. De la Vega böyle yaparak, "kimseyi taklit etme­ diği için kimse tarafından taklit edilmeyen yeni bir tarz" oluşturmayı amaçlamakta ama aslında aşırıya kaçmaktadır. Bu "estilo culto" hedefi fazla karmaşık ve gösterişli bir tarz halini almış; sırf bu yüzden çağdaşı taklitçilerin dikkatini çe­ kemediği gibi günümüz insanı için de anlaşılması çok zor bir yazar olmuştur. Yazar kitabın önsözünde bu diyalogları kaleme almak için üç nedeni olduğunu belirtmiştir: birincisi, kendi zevki için; ikincisi bir bütün olarak bakıldığında döneminin en dürüst ve en yararlı mesleğini borsada işlem yapmayanlara tanıt­ mak isteği; üçüncüsü de, alçakların bu işte kullanmayı iyi bil­ diği hileleri tam oıarak tanımlama arzusu nedeniyle. Son ge­ rekçedeki amacı, kısmen yapılan hileler konusunda bilgi ve­ rerek insanları spekülasyona girmemeleri konusunda uyar­ mak olsa da esas olarak kötülerin maskesini düşürmektir. Borsadaki hayatı bir labirente benzetmekte ve kesinlikle abartmadığı konusunda okuyucuyu temin etmektedir: yaz­ dıkları aşırılık ve mübalağa izlenimi verebilir ama aslında koşulların gerçeğe uygun tanımından öte bir şey değildir. Di­ yaloglara Katışıklığın Karmaşası adını vermiştir çünkü bu fa­ aliyetlerde mantıksız amaçlarla üzeri örtülmemiş hiçbir 1 68


mantıklı hedef; bir kişinin kullanıf da diğerlerinin misliyle karşılık vermediği hiçbir hile yoktur. Böylece borsa mesle­ ğinde insan, kimsenin tam olarak anlayamayacağı ve hiçbir kalemin tüm karmaşasıyla tarumlayamayacağı karanlık bir dünyaya girmektedir. Bu karmaşa açısından bakıldığında de la Vega'nın seçtiği edebi biçim (diyalog), tamamen uygundur. Hipotetik tartış­ ma ortamı, sorunun çeşitli boyutlarını ortaya sermesinde ya­ zara olanak tanımakta, bunu yaparken de doğrudan sergile­ menin getirebileceği kasvetten kaçınmasına imkan vermek­ tedir. Bu biçim ayrıca de la Vega ile sunmaya çalıştığı malze­ me arasındaki özel ilişkiye de uygun düşmektedir. Görünür bir nesnellik sergileyebilmekte ve bunu sürdürebilmekte, öte yandan da bir veya daha çok karakterin ağzından dile getire­ rek kendi görüşlerini açıklayabilmektedir. "Hissedar" tipi­ nin, genellikle yazarın görüşlerini aktardığı araç olduğu gö­ rüşü, genel kabul görmektedir. Aslında İncil' de ve belki de en ünlü örneği Plato'nun Diyalogları olan klasik metinlerde kullanılan diyalog, daha 1688' de dahi uzun bir geçmişe sa­ hip bir edebi biçimdi. Daha sonra, Rönesans döneminde Pet­ rarch, Erasmus ve diğerleri tarafından da kullanılmıştı. Eğer de la Vega İspanyol yazarlarına bakmış olsaydı bu konuda kolaylıkla örnekler bulabilirdi. Santillana Markisi'nin, Juan de Valdes'in yazıları veya ünlü edebi metinlerden biri olan Coloquio de los Perros'un (Köpeklerin Kolokyumu) yazarı Cervantes'in yazdıkları, buna örnek gösterilebilir. Hatta o dönemde teknik sorunlar bile diyalog biçiminde sunulmuş­ tur. Machiavelli'nin, 1519/ 20 tarihli Dell Arte della Guerra'sı­ na (Savaş Sanatı) bakılabilir. 1 69


v De la Vega eserini yayınladığı tarihte, borsada hisse senedi satışı ve spekülasyonunun geçmişi daha bir yüzyılı bile bul­ mamıştı. Elbette mal spekülasyonu daha eskiden beri yapılı­ yordu. 1 6. yüzyılın ortalarından beri Amsterdamlılar hubu­ bat üzerine, sonraları da ringa balığı, baharat, balina yağı ve hatta lale üzerine spekülasyon yapıyordu. Özellikle de Ams­ terdam borsası, bu tür işlerin yapıldığı yerdi. Kurum, War­ moestreet'teki açık hava borsasında başlamış, sonra bir süre Damrak'a geçiş veren "Yeni Köprü" üzerinde devam etmiş, Amsterdam tüccarları 1611 yılında borsa binalarını yapana kadar da Oude Kerk yakınlarındaki "kilise meydanı"nda varlığını sürdürmüştü. Hisse ticareti ve spekülasyonu, ilk kez 1602 yılında, Doğu Hindistan ticareti yapan altı yerel "oda"nın birleşip Dutch East India Company'i (Hollanda Doğu Hindistan Kurnpan­ yası-çn.) oluşturduğu zaman başladı. Resmi açıklamaya göre Birleşik Eyaletler'in (Felemenk Cumhuriyeti-çn.) tüm sakin­ leri Şirket' e ortak olabilirdi. Önceleri, şirkete yapılan ilk oü.e­ meden kaynaklanan haklara, "paerten", "partieen" veya "partijen" denildi. Bu kelime, gemi ile yapılan ticaretteki "or­ taklık" (participation) uygulamasından gelmekteydi. "Actie" (hisse) kelimesinin kullanılmaya başlaması için 1606 yılına kadar beklemek gerekecekti. Ortaklık haklarının ticareti, her hisse sahibinin bir ödeme ya da ücret karşılığında sahip ol'­ duğu hakları kısmen ya da tamamen bir başkasına devir hak­ kıyla mümkündü. Odalar tarafından konulan sermayenin yarısından fazlası Amsterdam odasına kayıtlı olduğu ve 1 70


mülkiyete dair bu oran daha sonra da devam ettiği için hisse ticaretinin en çok geliştiği yer de Amsterdam oldu. Dutch East India Company hisseleri o kadar yoğun olarak alınıp satıldı ki, ilk tescil işlemlerinin tamamlanmasından sa­ dece birkaç gün içinde hisselerin değeri, piyasaya arz fiyatının yüzde 14 veya 15 üzerine çıktı. Bu yükselme eğili­ mi, 1607 yılında hisse fiyatının hemen hemen ikiye katlan­ masına kadar devam etti. Ancak ertesi sene hissenin piyasa değeri, piyasaya arz fiyatının yüzde 130'na tekabül edene ka­ dar düştü. Bunun nedeni, sonradan rakip bir Fransız şirketi­ nin kurulmasına önayak olacak Isaac Le Maire adlı biri tara­ fından organize edilen bir grup spekülatörün yaptığı spekü­ lasyonlardı. Bu ilk "borsa işlemcileri", bir yandan blok hisse satışı yaparken bir yandan da "açığa" satış yaparak ve Dutch Company aleyhine bazı söylentiler yayarak fiyatı baskı altına almayı hedefliyorlardı. Sonunda 27 Şubat 1610 tarihinde bu tür faaliyetleri, özellikle de "windhandel" uygulamasını, yani satıcının sahip olmadığı hisseleri satmasını yasaklayan ilk tebliğ yayınlandı. Ancak hile yapmayan, iyi niyetli (hona fide) hisse sahiplerinin, hisselerinin gelecekte (future) teslim etmek üzere şimdiden satışı serbestti. 1621 yılında, İspanya ile savaşa girilmesinin ardından, yine hava ticaretine (wind trade) karşı ikinci tebliğ de yayınlandı. Ancak bu tür suistimallerin orta­ dan kaldırılamadığı açıktır. Hisse ticaretinin hacmi, tıpkı fiyatlar ve piyasayı "tedirgin" edenlere karşı başvurulacak merciler gibi büyük değişikliklere uğrayacağını gösteriyordu. Anlatıldığı gibi, East India Com­ pany'nin kurulmasından sonraki ilk yıllarda müthiş spekü­ lasyon yapılıyordu. Sonra, 1621 yılında Dutch West lndia 171


Company (Hollanda Batı Hindistan

Kum panyası- çn . ) kuru­

lunca ve hisseleri alınıp satılmaya başlanınca, ticaret tekrar canlandı. Bundan sonra da İspanya Savaşı ve Otuz Yıl Savaş­ ları sırasında, savaşın yol açtığı olaylar nedeniyle

1621-1648

yılları arasında göreli olarak aktif bir dönem yaşandı. Bunu, birkaç on yıl boyunca süren göreli olarak sakin bir dönem izledi. Bu dönem,

1672 krizini izleyen spekülasyonlarla sona 1677 yılında, East

erdi. Yakl aşık kırk yıllık bir aradan sonra,

Irdia Company'nin hissedarlarını korumak amacıyla üçün­ cü tebliğ yayınlandı.

1680'li yıllarda hisse ticareti tekrar hatırı sayılır bir geliş­ me kaydetti ve kamuoyunda ilk kez buradaki sorunlarla ilgi­ li oldukça canlı bir tartışma başladı.

1687 yılında Nicolaas

Muys van Holy adlı Amsterdamlı bir avukat, hava ticareti mesleğinin kötülükleri üzerine bir kitapçık yayınlama konu­ sunda kendini mecbur hissetti. Holy kitapçıkta, hisse ticareti yapan profesyonel borsa ajanlarının olduğunu, bunların Devlet'in ve Şirket'in sırlarını ele geçirmeye çalışarak ve bu "iç" (inside) bi lg ileri kullanarak sıradan yatırımcıya göre da­

ha avantajlı bir konuma geçtiklerini anlatıyordu. Spekülas­

yonu azaltmak için de tüm hisse ticaretinin kayıtlara geçiril­ mesinin yanı sıra vergilen di rilm esini de öneriyordu. Yazar

ayrıca hisse spekülasyonunda, özellikle de "ducaton" hisse­ leri denilen hayali veya fiktif birimler üzerinde yapılan spe­ külasyonda ana rolü oynayanların, "Portekizli Milleti" oldu­

ğunu düşünüyordu. Holy'nin argümanları ciddi bir muhale­ fetle karş ıl aştı ve filtjrlerini eleştirmek üzere birkaç kitapçık yayınlandı. Sonuçta

13 Ocak 1689' da, Amsterdam Yargıcı, iş­

lemler üzerine vergi koyan bir kararname yayınladı.

1 72


De la Vega'nın kitabının piyasaya çıktığı 1680'lerde du­ rum işte böyleydi. Kitaptaki bilgiler, yazarın hisse ticareti ko­ nusunda kişisel tecrübe sahibi olduğunu göstermektedir. Bir yerde, elbette abartılı biçimde, hisse spekülasyonu sayesinde en az beş kere servet sahibi olduğunu, ancak beş kere de bu serveti yitirdiğini söylemektedir. Eğer kitabın edebi fantezi­ lerinin dışına çıkılıp bakılırsa, borsa konusunda oldukça gerçekçi bir tanım bulunacaktır. De la Vega okuyucuyu sadece borsa spekülasyonunun ta­ rihi konusunda değil, o zaman kullanılan çeşitli spekülasyon teknikleri konusunda da bilgilendirmektedir. Üstelik, aynı terimlerle ifade edilmese de borsanın bugün bilinen işlevleri­ nin

17. yüzyılda da varolduğunu görmek yeterince şaşırtıcı­

dır. Ticaret ve finansal işlemler sayesinde Hollandalılar' dan tüm dünyaya yayılmış olan alış-satış farkı (difference), vade uzatımı (prolongation), tasfiye (liquidation), limit, broker gi­ bi terimlerin hala kullanıldığını görmekteyiz. Ayrıca, yükse­ lişe oynayan spekülatörler ve düşüşe oynayan diğer spekü­ latörler

o

zaman da vardı ve onların takipçileri bugün de bro­

ker'lar arasında mevcuttur.

Karışıklığın Karmaşası'nda

sık sık geçen "Frederick şartı"

terimi ise bugünlere gelememiş, sadece yerel ve geçici bir önem kazanmıştır. Bu terim, 162l'de (Frederick Henry o za­ man Genel Vali değildi) başlayan tebliğlerde sık geçen bir maddeye

atıfta

bulunur.

(Benzer maddeler,

Frederick

Henry'nin görevde olduğu sırada yayınlanan 1630 ve 1636 tebliğlerinde de vardır.) Buna göre bir "açığa" satış anlaşma­ sında (muhtemelen başka tür anlaşmalarda da) alıcı taraf, an­ laşmanın gerektirdiği şartları yerine getirmekten sarfınazar

173


edebilir. Yani anlaşmayı reddedebilir ve bu hareketi, mahke­ me tarafından kabul görür. Hangi bireylerin ve işlemlerin tam olarak koruma altına alınacağı konusu mahkemelerde tartışma yaratmış gibi görünmesine karşın açıktır ki amaç, spekülasyonun tehlikesini arbrmaktır. Yani "Frederick şarb­ "nın bir bakıma, 1610 tebliğiyle getirilen ve takip eden tebliğ­ lerde de tekrarlanan "açığa" satış yasağını tamamlamak ve güçlendirmek istediği söylenebilir. De la Vega, muhtemelen avukat olmadığı için, bu tebliğ­ lerden "belirsiz" bir biçimde bahsetmektedir. Bu durum, ki­ tabının sınırlı yanlarından birine işaret eder: Çağdaş okuyu­ cunun Karışıklığın Karmaşası 'ndan alacağı en iyi bilgi, Ams­ terdam borsasında olup bitenin oldukça "gerçekçi" bir tasvi­ ridir. Yazarın bazı ifadeleri arasında tutarsızlık bulunmakta­ dır. Bunun nedeni dikkatsizlik (roman yazarlarının protesto edeceği gibi ) de olabilir, kendi kafasındaki "karışıklık" da ... Bazen bir drama yazarı gibi, muhtemelen belli bir etki yarat­ mak için, abartıya başvurmaktadır. Kitabın akışı ise bu iki özel li ği açıklamak (belki de affettirmek) için kesinlikle etkili olmaktadır. Kitaptan da açıkça anlaşılacağı üzere de la Vega önceleri muhtemelen Londra'ya giden ve orada yeni yeni başlayan hisse spekülasyonuyla uğraşmak isteyen kardeşi ve "Portekizli milleti"nden di ğ erleri için bir tür el kitabı yazma­ yı düşünmüştü. Ancak sonradan, yeterince uzun olan oriji­ nal taslaktan "edebi" bir ürün çıkarmaya karar verdi. Kitap­ taki kan kırmızısı pasaj lar temizlendikten sonra kalan pembe paragrafların birbirine biçilmiş gibi uyması çarpıcıdır. M uh­ temelen baştaki bölümler ilk düşünülen el kitabına yakınken son bölümler ilk düşünülen biçi me dahil değillerdi. Son ola­ rak kitap, özel koşullardan kaynaklanan bazı çelişkiler de ta1 74


şımaktadır. De la Vega'nın kitabı yazmaya başladığı zaman­ la bitirdiği (ya da gerekli düzeltmeleri yaptığı) tarih arasın­ da, East India Company krizi çıkmıştır. Dördüncü diyalogda bu talihsiz dönemi anlatan uzun bir paragraf vardır. Bütün bunlar dışında·de la Vega'nın tarif ettiği işlemlerin aşırı karmaşıklığı ve kimi zaman da kullandığı tumturaklı dil nedeniyle çevirmenlerin özgürlüğü kısıtlanmıştır. Belli bö­ lümleri açıklamak umuduyla kelimeler, tamlamalar, kimi zaman bütün olarak cümleler parantez içinde metne eklen­ miştir. Bazen de cümleler veya bölümler kısmen daha serbest biçimde çevrilmiştir. Bilim adamları, orijinal İspanyolca' da da, sonradan yapılan Almanca ve Felemenkçe çevirilerinde de edebi bir çeviri bulamayacaktır. Ancak elbette de la Ve­ ga'nın düşüncelerini doğru biçimde sunmak amacıyla gere­ ken tüm çaba gösterilmiştir.

VI* Karışıklığın Karmaşası' ında yer alan Amsterdam borsasındaki işlemlere ilişkin verilerin anlaşılması, kitaptaki şu ifade veya imaların açıklanmasına bağlıdır:

1. Burada sözkonusu olan menkul kıymet, 1 602' de kuru­ lan ve kısa sürede büyüyen Dutch East India Company ad­ lı şirketin hissesidir. Dutch West India Company'nin hisse­ si, çok daha az role sahiptir. Bu şirket, East India' dan daha * Bu bölümün teknik özelliği nedeniyle ve Amerikan gramerine uygun hale getirmeyi arzu ettiğim için, bana bu çalışmada büyük ölçüde yardımcı olan Dr. Cole ve Dr. Redlich'in sağladıkları cümle yapılarını kullanmaktan memnuniyet duydum

1 75


sonra, 1621' de kurulmuş ve daha az başarılı olmuştur. Ayrı­ ca 1674'te yeniden yapılanmıştır ve yeni hisseleri manipülas­ yona daha az dayanıklıdır. Devlet tahvillerinden bir ya da iki kez söz edilmiştir ama belli ki düzenli olarak alınıp satılmak­ tadır. East India Company'nin de tahvilleri vardı ama bunlar de la Vega tarafından özel olarak belirtilmemiştir. West India Company'nin hisseleri, anlaşılmaktadır ki, "ihraç tarihi" ne göre ticarete konu olmuştur. Genel Meclis'in 1621'de yayınladığı bir tebliğinde şöyle denilmektedir: "Bazı kişilerin kurulacak olan Batı Hindistan şirketinin henüz ödenmemiş, tescil edilmemiş ve devri yapılmamış hisseleri­ ni, şirketin kuruluşundan hemen sonra teslim edilmek üzere sattığı anlaşılmaktadır. Bu tür faaliyetler otoritemizin, karar­ lılığımızın ve iyi niyetimizin sarsılmasına hizmet eder." Bu olay, devri mümkün hisselere sahip ilk şirketin kuruluşun­ dan sadece 19 yıl sonra yaşanmıştır.* 2. East India Company hissesinin nominal değeri, 500 Fe­ lemenk poundu ya da 3.000 guldendi. 1688'de ise yaklaşık olarak bu değerin yüzde 580 fazlasına kote edilmişti. Bir his­ senin piyasa değeri de paralel olarak 17.000 guldeni geçmiş­ ti. Belkide birim fiyatının bu kadar yüksek olmasının, iyi ni­ yetli alım-satımlara (hona fide) alternatif olarak spekülatif araçların gelişmesiyle bir ilgisi vardı. 3. Şirket ilk kurulduğunda "hisseler" ülkenin bazı şehir­ lerinde bulunan tüccarlar tarafından satın alınmıştı. Çeşitli • Bu tebliğde yer alan East India Company hisselerini alan ve satanların daha önceki tebliğlerde getirilen cezalardan kaçınmak için birlikte hareket etme ko­ nusunda anlaştıklarına ilişkin bilgiler, Hollandalılar'ın süratle tepki veren deha­ sını ortaya seriyor: Bu anlaşmayla taraflar, yasaklanan işlemler konusunda yet­ kililere bilgi verme fırsatını değerlendirmeyeceklerini ve kesilen cezalan payla­ şacaklarını kabul ediyorlar.

1 76


cemaatlerdeki hissedar tüccarlar, birbirinden farklı yerel odalar şeklinde örgütlenmişti. Şirketin yönetimine de bu şe­ kilde katılıyorlardı. Toplam hisse miktarı içindeki en büyük pay, Amsterdam'a aitti. Ancak başka yerlere ait hisseler, kimi zaman Amsterdam fiyatlarından şaşırhcı ölçüde farklı fiyat­ larla alınıp satılıyordu. Yine de de la Vega tartışmasını hemen hemen tamamen Amsterdam' daki duruma göre yapıyordu.

4. Amsterdam'daki piyasanın unsurları şunlardı: zengin yatırımcılar; genelde şehrin tüccarlarından oluşan arızi spe­ külatörler; hisse üzerinde ya da onun yerini tutan diğer araç­ lar üzerinde oynayan kalıcı spekülatörler; Bank of Amster­ dam; hisse teminatı karşılığında kredi verenler (bunlar da bi­ rey olarak "zengin yatırımcılar" sınıfına giriyordu); çeşitli tür "broker"lar; gerçek hisselerin alım satım "farkları" (differen­ ces) üzerinden işlem yapan "rescounter"lar ve alım-satım "farkını"

1688' den kısa bir süre önce ducaton hisselere uyar­

layan en az bir kişi.

5. Amsterdam piyasasında çeşitli işlem türleri vardı. a. Nakit ödeme karşılığında gerçek hisse satışı. b. Hisse karşılığı ödenmesi gereken paranın beşte dör­ dü oranına kadar bireylerden borç alındığı satışlar. c. Gelecekteki (future) ödeme gününün (yani aylık dü­ zenli takas tarihlerinin ötesine geçen vadelerin) belirtildiği işlemler. Görünüşe göre 1:

t

vadeli işlemler hem spekülatörler

• Heqging: Mal piyasasında ve borsada, özellikle de gelecekte fiyatta oluşabile­ cek değişimlere karşı güvence amacıyla yapılan bir tür vadeli işlem. Buna göre iki taraf da belirlenmiş bir tarihte, belirlenmiş bir fiyattan alım-satım yapmayı bugünden taahhüt ederler.-çn. **Alıcılar da ipotek koyabiliyordu.

1 77


hem de menkul kıymet teminatı karşılığında kredi verenler tarafından spekülasyon amacıyla ve riski dengeleme (hed­ ging)* için yapılıyordu. De la Vega, kredi verenlerin bu tür sözleşmeler aracılığıyla her zaman hedging yaptığını ima ediyor. Forward (ilerde teslim şartlı) sözleşmesi süresince sa­ tıcıya, 1610 gibi erken bir tarihte sözü geçen (o yıl yayınlanan tebliğde belirtilmişti), borcu karşılamak üzere ipotek koyma izni verilmekteydi.** Ayrıca bir vadeli sözleşmenin hitam tarihinin iki tarafın da onayıyla ertelenmesi uygulamasına da sıkça başvuruluyordu. Bu uygulamaya, "vade uzatımı" (prolongation) adı verilmişti. Vadeli satışların çoğunluğunu, devletin ve şehrin yasa­ larınca yasaklanmasına rağmen, "in blanco" (veya açığa sa­ tış) satışlar oluşturuyordu. d.

Opsiyon* sözleşmeleri vardı. Bu sözleşmeler, en

azından iki varyasyondan oluşuyordu: bugün bile varlıkları­ nı sürdüren "call" ve "put" varyasyonları. "Call" v'aryasyo­ nunda taraflardan biri, belirli bir fiyattan ve belirlenmiş ta­ rihte diğer tarafın daveti üzerine belirli bir miktar hissenin teslimatını taahhüt ediyordu. "Put" varyasyonunda ise taraf­ lardan biri, önceden belirlenmiş zaman ve fiyattan belirli bir miktar hisseyi teslim ederse, diğer taraf bunu kabul etmeyi taahhüt ediyordu. (Açıktır ki bunlar da bir tür vadeli işlem­ dir.) De la Vega bir iki yerde bu sözleşmelerin "iki taraflı" sı­ nın da yapıldığını, yani sözleşmenin taraflarından birinin hisse senedinin kabulünü veya teslimini taahhüt ettiğini ima ediyor ama konuya bir açıklık getirmiyor.

*Option; Ahoya tanınan yasal bekleme süresi,satın alma ya da satma hakkı

1 78


Tüm "call" ve "put" işlemlerinde avantajlı taraf diğerine bir prim ödüyordu. Prim miktarı, bir dizi koşula göre belirle­ niyordu: sözleşmenin süresinin uzunluğu; hisseyi satan tara­ fın hissenin değerindeki gelişmeler konusundaki tahmini; aynı zamanda yapılan diğer benzer sözleşmelerin sayısı ve önemsiz olmayan diğer etkenler. Opsiyonlu işlemler kimi zaman

iyi niyetli

(bona fide) ya­

tırımcılar tarafından hedging amacıyla da yapılıyordu ama genel olarak bu işlemin amacı, spekülasyondan başka bir şey değildi. Bir "call" sözleşmesinin alıcı tarafını (aynı günü­ müzde mal piyasasındaki vadeli alım satım işlemlerinde ol­ duğu gibi) asıl ilgilendiren şey belirlenmiş zaman ve fiyattan hisseleri ele geçirmek değil, sözleşmedeki fiyatla sözleşme­ deki zaman geldiğinde piyasada oluşacak fiyat arasındaki farktı . Aynı şey opsiyonlu işlemlere hedging amacıyla başvu­ ranlar için de geçerliydi: ilgilendikleri şey hisseleri mülkiyet­ lerine almak ya da ellerinden çıkarmak değildi. e. Bunlar dışında, "ducaton" hisselerin alım satımı var­ dı.(1688' de, bu işlemlere başlanalı çok uzun zaman geçme­ mişti. De la Vega tam kitabını yazarken yaşanan borsa çökü­ şünde de artık bu tür işlemler bırakılmıştı.) "Ducaton" hisse ticaretinin, de la Vega'nın belirttiği ölçüde çok yapılıp yapıl­ madığı, biraz belirsiz bir konudur. Dönem üzerinde çalışma­ lar yapan araştırmacılar, "ducaton" hisselerin fiktif hisseler olduğunu söylemişlerdir. Ama de la Vega, "büyük miktarda hisse alıp ducaton hisse satanlardan" ve "büyük miktarda hisse sattığı için "ducaton" hisse alanlardan" büyük bir ke­ sinlikle bahsetmiştir. Yazar buradaki, "alan" ve "satan"söz­ cüklerini, açık veya fazla pozisyonları anlatmak için kullan-

1 79


mış olabilir. Her halükarda en yetkin otoritelerin belirttiğine göre bu tür "işlemlerde" hissenin nominal değeri, gerçek East India hissesinin değerinin onda birine eşitti. Elbette menkul kıy­ metin taraflar arasında fiziki olarak el değiştirmesi beklenmi­ yordu. İşlemin özü, aylık takas günlerinden birinde karın ya da zararın hesaplanmasından ibaretti. İşlemle ilgili belgeler, taraflar arasında düzenleniyordu. Anlaşmada belirtilen takas günü geldiğinde tahmin edilen değerle gerçekleşen de­ ğer arasındaki "fark", yanlış tahminde bulunan tarafça diğe­ rine ödeniyordu. Bu işlem, hissenin geleceği konusunda oy­ nanan kumardan başka bir şey değildi ve elbette ducaton . hisselerin değeri, büyük ölçüde gerçek hisselerin değerine bağımlıydı. De la Vega saptanan takas tarihi geldiğinde fiktif hissenin fiyatının nasıl belirlendiğini anlatmaktadır. Bu mesele, iki saygın kişinin ismen belirlenmesiyle çözülmekteydi. Yazar bir başka yerde de bu fiyatlar belirlenip işlemler sona erdiri­ lirken borsada oluşan karmaşa ve heyecan havasından bah­ setmektedir. Bir borsa yetkilisi elindeki çubuğu havaya kal­ dırarak o gün yapılması gereken işlemlerin resmi olarak so­ na erdiğini gösteriyordu. İşlem yapmakta olan bazıları bu çubuğun kaldırılmasını geciktirmeye, diğerleri ise hızlandır­ maya çalışıyordu. Ve spekülatörler, arzularını yüksek sesler­ le ifade ediyorlardı. De la Vega ayrıca, ducaton hisse alıp satamayacak durum­ daki sokak spekülatörlerinin aynı işlemi daha düşük fiyatlar­ la gerçek hisselerde yaptığını belirtmiştir. Ancak burada bi­ raz mübalağaya kaçmış olabilir.

6. Özel olarak belirtmek gerekir ki yapılan spekülasyon­ ların çoğu, Amerikalılar'ın alıştığı işlemlerden farklı bir 1 80


karakter taşımaktaydı. En azından zihinsel yapıları farklıydı. Amerika' da takaslar günlük yapıldığı için, ödünç hisselerle yapılan bazı işlemler dışındaki alım ve satımlar, fiili alım-sa­ tımlar olarak düşünülür. 17. yüzyıl Amsterdam'ında (ve son­ raki yüzyıllar boyunca bütün Avrupa' da) ise spekülatörler, tahmin ettikleri değerle gerçekleşen değer arasındaki "farkı" dikkate alırlardı: kişinin ödemeyi, satmayı, hisseyi karşılığında teslim ya da tesellüm etmeyi kabul ettiği fiyatla belirlenen zamanda oluşan fiyat arasındaki "fark" . Aylık olarak yapılan takas sistemi de bu tür bir düşünce ve işlem biçiminin gelişmesi içih elverişli zemini yaratmıştı. Bu süre içinde çeşitli hamleler yapılabilir, pozisyonlar değiş­ tirilebilir ve yapılan bazı işlemlerle diğerleri dengelenebilir ya da "ortadan kaldırılabilirdi". Bu tip "clearing" olanağı, de la Vega'nın 'SÖZÜIJ.Ü ettiği "rescounter''lann ortaya çıkmasının da nedenidir. Yazar bu kişileri, "taahhütleri (görünüşe göre spekülatörlerin taahhüt­ lerini) karşılıklı olarak dengelemek, yani 'rescount' ve ortaya çıkan farkları ödemek ya da tahsil etmekle . iştigal eden bro­ ker'lar" olarak tanımlamıştır. "Rescontranten" işlemlerinin geçmişinin 1 7. yüzyılın başlarına kadar gittiği bilinmesine karşın de la Vega'nın anlatımı, bu faaliyetin daha yeni bir fa­ aliyet olduğunu ima etmektedir. Ancak bu anlatım, clearing şirketlerinin, yazarın kimi yerlerde belirttiği gibi piyasada gösterdikleri geniş faaliyetin nasıl meydana geldiğini açıkla­ yamamaktadır. De la Vega, ducaton hisselerle ilgili sözleşmelere nezaret etmek, bunları kayda geçirmek gibi işlerin bir "genel vezne­ dar" tarafından yapıldığını da belirtmektedir.

7. Daha önce de belirtildiği gibi, takas ve ödeme günü ay-

181


da bir gelmekteydi. Gerçek hisseler için vade tarihi ayın 20'si, ödemeler için ayın 25'iydi. Görünüşe göre ducaton his­ selerdeki tasfiye tarihi her ayın ilk günüydü ama de la Vega bir yerde ayın başında ve ortasında ducaton hisselerle ilgili işlemlerin yapıldığını anlatmaktadır.

8. Belli ki Bank of Amsterdam' daki hesaplar ödemelerde sıklıkla kullanılıyordu. Hisselerin "Banka'da ödenebilir" ol­ duğu söyleniyor. Opsiyon sözleşmelerindeki primlerin de he­ men Banka'ya transferinin istendiği belirtiliyor. Banka müşterileri için ayrıca de la Vega'nm "vadeli hesap" (time accounts) dediği şeyi de sağlıyordu. Görünüşe göre bu hesaplar, aylık takas günlerine, zaman anlaşmalarına ve hü­ kümetin açığa satışı engelleme çabalarına (bu konuda daha geniş bilgi hemen verilecek) göre tutulan ve yarı resmi bir karakter taşıyan hesaplardı. Anlaşıldığı kadarıyla satıcı, Ban­ ka'ya verdiği bir ihbarnameyle açığa satış yapmadığını gös­ teriyor, Banka' da ödeme gerçekleşene kadar bu ihbarnameyi saklıyordu. Benzer şekilde alıcı, ödeyeceği miktarın bir kıs­ mını borç aldığında da Banka' da "vadeli hesap" tutulduğu anlaşılmaktadır. Şirket hisseleri, ciro edilebilir bir kıymet değildi. Hisse sa­ tışı ya da diğer devir yöntemleri, ancak alıcı ve satıcının bir­ likte Şirket bürosunda bulunması, işlemle ilgili bilgilerin Şir­ ket defterine, Şirket'in yetkilisi tarafından kaydedilmesi ko­ şuluyla yapılabiliyordu. (Bu uygulama bir zamanlar özel bankerlerde veya ilk ticari bankalarda bulunan hesaplarda kullanılan transfer yöntemiydi. Kıta Avrupası'ndaki

ciro uy­

gulaması ile günümüzde çeklerde "kullanılan emrine ödeyi­ niz" sözleri de bu prosedürün izlerini taşımaktadır.)

182


9. Alım ve satımlar genellikle birkaç türü bulunan broker' lar aracılığıyla yapılıyordu (ama bu zorunlu değildi). Yemin­ li veya serbest broker'lar vardı. Hükümetten ruhsat almış olan yeminli broker'ların sayısı sınırlıydı ve kendi hesapları­ na işlem yapmaları yasaktı. Serbest broker'lar ise sayıca daha fazlaydı. Hükümet onları yeminliler kadar çok kontrol etme­ se de bu broker 'lar, de la Vega' dan iyi bir rating almış du­ rumdalar. Broker'lar arasındaki diğer bir ayrım, boğalar (bulls) ve ayılar (bears) ayrımıydı. Bu ayrımın yeminlilerle serbest broker'lar arasında olup olmadığı ya da böylesi ittifakların neden meydana geldiği belirtilmemiş. Ancak bunun nedeni, ortamı yakından tanıyan de la Vega'nın sık sık tasvir ettiği gibi ayılarla boğalar arasındaki yoğun rekabet koşulları ol­ malı. Ancak serbest broker'lann kendi hesaplarına yaptığı alım-satımın da bunda etkisi olabilir. Muhtemelen speküla­ törler kimi zaman broker 'ları gerçek müttefikleri olarak gö­ rüyorlardı. Ancak yazarın anlattığı bazı olaylarda bu ittifak­ ların çok kesin olmadığı ve broker'ların taraf değiştirdiği gö­ rülmektedir.

10. İşlemler, Amsterdam'daki çeşitli yerlerde yapılıyordu. Öğleden önce genellikle eski su bendi yakınındaki belli bir dış mekanda yapılan işlemler, öğleden sonra Borsa binasına taşınıyordu. Ancak yazar, başka yerlerde yapılan anlaşma­ lardan da örnekler vermektedir: kahvehanelerde, evlerde ve hatta yatakta!

11. Anlaşıldığı kadarıyla menkul kıymetlerin güvenliği ile ilgili birkaç yasal kısıtlama vardı. a. Yasal yükümlülüklerini yerine getirmeyen bir kişi, müflis ilan edilebilirdi. Aynı şey mal piyasası, arazi alım satı­ mı gibi konularda da geçerliydi.

1 83


b. Hem yeminli hem de serbest broker'lann kendi hesap­ larına alım-salım yapmasını engellemek için çeşitli girişimler­ de bulunuluyordu. Görünüşe göre yasalar, yeminli broker'la­ rın bu sınırlamaya uymasını sağlayacak kadar güçlüydü. An­ cak serbest broker'lar kimi zaman ismen farklı şirketler kura­ rak spekülasyon yapıyorlardı. öte yandan de la Vega çoğu bro­ ker' ın kendi çıkarına spekülasyon yaptığını belirtmektedir. c. Daha önce de belirtildiği gibi açığa satışı engellemek için ciddi bir çaba gösteriliyordu. Daha Hollanda'da hisse alım-satımının ilk yılları olan 1610'da Genel Meclis bu tür bütün anlaşmaları yasaklayan bir tebliğ yayınlamıştı. Bu tebliğ, zaman zaman yeniden yayınlanırdı. Bunun dışında 1620 yılından itibaren spekülatörlerin "Frederick şartı"na başvurmasına izin veren, yani belli tür sözleşmelerin hü­ kümlerini yerine getirmekten kaçınmalarını sağlayan tebliğ­ ler de vardı. Ancak yine de asıl zorlayıcı gücün piyasanın kendisi ol­ duğu görülüyordu. Anlaşıldığı kadarıyla hiçbir devlet yetki­ lisi piyasaya müdahale etmeyi kendi görevi olarak görme­ mişti. De la Vega' da mahkemeye intikal eden bazı olaylar (bunlar da büyük olasılıkla bireyler tarafından mahkemeye götürülmüştü) dışında herhangi birine resmi işlem yapıldığı­ na dair örnek vermiyor. Bu olaylar da, teknik açıdan yasadı­ şı olan bir işlemde fazla zarara uğradığını düşünen speküla­ törün "Frederick şartı"na başvurmasından ibaretti. Bazı spe­ külatörler, gerçekten de böyle yapmışlardı. Ancak tebliğlerde ele alındığı düşünülen işlemler konu­ sundaki belirsizlik, 1688 yılında hala sürüyordu; mahkemele­ rin kararları açık değildi. De la Vega ne tür kararlar alındığını

1 84


göstermeye çalışmak için önemli bir zaman harcamıştır. Du­ caton hisseler ve diğer fiktif birimlerle ilgili işlemlerin yasa­ dışı sayıldığı açıktır. Opsiyon sözleşmeleri, şaibeli görülü­ yordu. Hatta vadeli satışlarda ve şirket bürosunda alıcıların "vadeli hesaplan" kullanılarak yapılan işlemlerde, gerçek hisseleri satanların bile yaptıkları işlemin yasal olduğunu ka­ nıtlaması gerekebiliyordu. Daha 1613'te yapılmaya başlanan, belli şartlar karşılanıncaya kadar malın üçüncü şahsın kont­ rolünde tutulmasını içeren bu tür anlaşmalar, malını o anda satmak isteyen hisse sahibinin "çağrısına" karşı bir koruma sağlamak amacıyla yapılıyordu Anlaşıldığı kadarıyla yayınlanan tebliğlerin genel amacı, hisselerin piyasa değerlerinin yapay olarak baskı altına alın­ masını - günümüzdeki deyimiyle "piyasayı tedirgin etmek'' engellemekti. Yetkililer bu amacı gerçekleştirmek için kişinin gerçekten sahip olmadığı şeyi satmasını yasaklıyor ve tebliğ­ lerin yasakladığı türde sözleşmelerin hükümlerini yerine ge­ tirmekten kaçınan tarafı desteklemeyi kabıı.l ediyorlardı. 1610' da ve daha sonraki yıllarda getirilene benzer bir yasak­ lama, önce mal piyasasında kullanılmış, ancak bundan sonra hisse alım-satımında kullanılmaya başlanmıştı.

VII Son olarak kitabın değeri ve önemi sorgulanabilir: Kanşıklı­ ğın Karmaşası, zamanında nasıl bir etki yaratmıştı? Amaçları­ nı

yerine getirmiş miydi?

İlk soru konusunda elimizde fazla

bilgi yok. Elimizde, kitabın spekülatörler veya borsayla ilgili

1 85


kişilerin çoğunun konuştuğu düşünülebilecek bir dilde (Fe­ lemenkçe) değil de İspanyolca yazılmış olması; biçim olarak da el kitabından mübalağalı bir edebi metne dönüşmüş olması gibi iki olgu var. Bunlar, kitabın de la Vega'nın çağdaşlarınca yaygın olarak okunduğu veya onların fikirleri veya amaçları üzerine geniş bir etkisi olduğu iddiasına karşı ileri sürülebi­ lecek olgulardır. Yazar henüz kitabı yazmaktayken piyasayı sarsan kriz ile ertesi yıl hisse senedi satışına getirilen verginin birleşik etkisi, muhtemelen

Karışıklığın Karmaşası

unutulana

kadar, spekülasyon ruhunu bir süre için bozmuştu. Görüldü­ ğü kadarıyla kitap, 20. yüzyılın bilimadamlarınca ele alınana kadar kısmen ya da tamamen Felemenkçe'ye çevrilmemiştir. Oysa

1939 yılında yapılan Felemenkçe çevirisinin de so­

rumluluğunu taşıyan iktisat ve ticaret tarihi öğrencileri açı­ sından, kitabın ciddi bir önemi vardır. Amsterdam'dak.i his­ se alım-satımıyla

Karışıklığın Karmaşası

başka bir kitap ve

ölçüsünde ilgilenen

17. yüzyıl dünyasında Amsterdam'da ol­

duğu ölçüde gelişmiş bu tür bir iş alanı bulunmamaktadır. Şüphesiz dikkatli inceleyicilerin görebileceği gibi hisse tica­ retinin kısa sürede bu kadar teferruatlı hale gelmesini sağla­ yan bir ortamın varlığı da kitabın önemini azaltmamaktadır. Nitekim Hollandalılar, "Portekizli milleti"nden insanların da yardımıyla, günümüz işlemcilerinin bile daha iyisini nadiren geliştirdiği prosedür ve manevraları, birkaç on yıl içinde o ortam sayesinde bu ölçüde geliştirme imkanı bulmuşlardır. HERMANN KELLENBENZ

Würzburg, Ocak, 1957.

1 86


KARIŞIKLIGIN KARMAŞASI

Birinci Diyalog (Kitabın başında tüccar, meslektaşlarının faaliyetleri için iyi bir sembol oluşturan tüccarların tanrısı Mercury'nin simgele­ ri üzerine konuşur. Filozof ise "nakit'', "banka" ve diğer iş te­ rimleriyle ilgili nüktedan mecazlarda bulunarak, alimlerin hayatının huzur dolu olduğunu vurgular. Hissedar gelerek konuşmanın belli bir iş alanına, hisselere yönlenmesini sağlar. Filozof bu noktada bir soru sorar:)

Filozof Peki sık sık insanların bahsettiğine tanık olduğum

ama ne anladığım ne de anlamak için bir gayret sarfettiğim bu iş nasıl bir iştir? Konunun detaylarını içeren ve kavran­ masını kolaylaşhran herhangi bir kitap elime geçmedi.

Hissedar:

Dostum Greybeard,* öncelikle, eğer Avrupa'nın

en adil ve en hilekar, dünyanın en asil ve en kötü şöhretli, yer­ yüzünün en halis ve en bayağı işi olan bu muamma meslek hakkında bir şey bilmiyorsan, cahil biri olduğunu söylemeli­ yim. Bu meslek akademik öğrenimin özü ve sahtekarlığın mü­ kemmel bir numunesidir; entelektüellerin mihenktaşı, küstah­ ların mezartaşıdır; her türlü faydanın hazinesi ve felaketlerin kaynağıdır ve son olarak mitolojideki asla huzur bulamayan Sisyphus ile sürekli dönen bir tekerleğe zincirlenmiş Ixion'un bir suretidir. *Greybread: Gri sakal. Filozofun gri bir sakala sahip olduğu ima edilerek çağrı­ şım oyunu yapılıyor-çn. 1 87


Filozof Merakım, senin bu hilekarlıkla ilgili kısa bir tanım ve bu muamma konusunda özlü bir yorum yapmanı hak et­ miyor mu?

Tüccar:

Süreli ve ısrarlı olarak talimat istenmesi, malların

yüklenmesi, senet alıp vermek gibi işler üzerime büyük bir yük bindirdiği için benim isteğim de bu yönde. Üzerimdeki bu iş yükü, para kazanmak ve bu usandırıcı işlerden sıyrıl­ mak için, zarar etıne riski taşısa bile, başka yollar aramama neden oluyor.

Hissedar: Bu yeni işin en iyi ve en kabule şayan yanı, insa­ nın risk almadan zengin olabilmesidir. Gerçekten de serma­ yenizi tehlikeye atınadan; muhabirlerle ilişkiye geçmek ve peşin ödemeler, depolar, posta, veznedarlar, ertelenen öde­ meler ve diğer tahmin edilemeyecek şeylerle uğraşmak zo­ runda kalmadan servet edinme şansınız var. Eğer işler yo­ lunda gitınezse yapacağınız tek şey, isminizi değiştirmektir. Tıpkı, ciddi hastalık geçiren Yahudiler'in tedavi görebilmek için isimlerini değiştirmesi gibi, kendini zor durumda bulan bir spekülatörün de tüm tehditlerden ve azap veren huzur­ suzluktan kaçmak için ismini değiştirmesi yeterlidir.

Filozof Peki hangi ismi alacak? Philip, Leonardo veya Diego mu?

Hissedar:

Hayır, kendini kurtarmak için dizlerinin üzerine

çökmesi ya da atasözünde olduğu gibi, "Villa Diego çorabı giy­ mesine"* gerek yok. Terörden kaçmak ve hakkındaki tüm takip­ leri sona erdirmek için Frederick** ismine sığınması yeterlidir... • Burada geçen İspanyol atasözü, iki türlü de söylenir: Tomar/as de Villadiego ve­ ya Tomar /as Calzas de Villadiego. İkisinin de anlamı, ardına bakmadan kaçmak­ tır. Villa Diego, Burgos eyaletindeki bir kenttir. Burada yaşayan Yahudiler, cal­ zas adı verilen bir tür kısa pantolon giyerlermiş. Bu şekilde de Kastilyalılar dan kaçmak için her zaman giyinik durumda olurlar ve gerektiği anda arka­ larına bakmadan kaçarlarmış. •• İsmin tam hali Frederick Henry. Sunuş bölümüne bakınız. 1 88


Bu mesleğin kökenleri hakkındaki isteklerinizi cevaplan­ dıracağım ve hisselerin sadece aptallar için değil, aynı za­ manda zeki insanlar için de var olduğunu göreceksiniz. 1602 yılında birkaç Hollandalı tüccar bir şirket kurdu. Ül­ kenin en zengin insanları bu şirketle ilgilendiler ve toplam 64.3 ton altınlık (6.4 milyon florinden fazla) bir sermaye top­ landı. Birkaç gemi inşa edildi ve 1604 yılında bu gemile� Hint Adaları'nda Don Kişot tarzı bir macera aramak için yola çık­ tı. Şirket'in mülkiyeti, parçalara bölündü. Her parçanın de­ ğeri (kazanç veya kar üzerinde hak iddia etme imkanı tanı­ yan bu parçalara actie (hisse) deniyordu) 500 (Felemenk) po­ und veya 3.000 florindi.* Ancak maddi durumları, niyetleri ve gelecek beklentileri uyarınca tam bir hisse değil, hisselerin kesirlerine talip olanlar da vardı. Gemiler, yeldeğirmenleriy­ le veya büyücü devlerle karşılaşmadan yolculuklarını ta­ mamladılar. Bu başarılı yolculuklar, muzaffer fetihler ve ge­ tirilen zengin kargolar, Caesar'ın veni, vidi, vici sözünün göl­ gede kaldığını ve ciddi bir kar yapıldığını (bu durum, yeni teşebbüsleri teşvik etmiştir) gösteriyordu. Karın dağıtımı, şirketin sermayesinin artmasını sağlamak için 1612 yılına ka­ dar ertelendi. Şirket yönetimi o yıl yüzde 57,5, 1613'te de yüzde 42,5 kar dağıttı. Böylece yatırdıkları parayı geri alan hissedarlar için bundan sonra gelecek para, havadan kazana­ cakları paraydı. Şirket aşama aşama öyle bir boyuta ulaştı ki tarihte ün kazanmış bütün parlak teşebbüsleri bile geride bıraktı. Her yıl yeni yükler ve yeni zenginlikler geliyor, (bunlardan elde * Bundan sonra yazarın pound olarak andığı para birimi, Felemenk poundu ola­ rak anlaşılmalıdır.

1 89


edilen karlar) dağıtılıyor ya da yönetimin uyması gereken koşullar çerçevesinde yapılan harcamalar için kullanılıyor­ du. (Kar payları, yöneticilerin uygun bulduğu yöntemlerle, kimi zaman karanfil baharatı, kimi zamansa tahvil şeklinde genellikle de para olarak ödeniyordu.) Şirket'in kurulduğu tarihten bu konuşmanın olduğu güne kadar geçen zamanda dağıtılan kar paylarının miktarı yüzde

1 .482,5 yi buldu, ser­

maye ise beşe katlandı. Bu hazine (hemen) her yıl meyve ver­ diği için bir ağaca benzetiliyordu. Bazı yıllar sadece çiçek ve­ rirken bazı yıllar da, dalları altın ve zümrütlerle dolu olan Sibylines'le* yarışan, yılda iki yada üç kez meyve veren Ura­ ba** ağacına benziyordu. Bazıları da tüm dallarında (ilgi alanlarında) olan bütün olayların bilgisine sahip olduğu için, Şirket'i cennette bulunan iyi ile kötüyü birbirinden ayıran ağaca benzetiyordu. Ama bence Şirket, hayat ağacına benzi­ yor çünkü sayısız insan onun gölgesinde geçimini sağlıyor. Ağacın meyveleriyle doyan ve köklerini çekip çıkarmak için ısrar etmeyenler. . . gayet iyi bir şey yaptıklarını kabul edecek­ lerdir.

Filozof

Sanırım

usque ad ultimas differentias***

Şirket'in,

hisselerinin, ilkelerinin, ününün, başarısının, yaptıklarının, gelişmesinin, yönetiminin, kar dağıtımının ve istikrarının an­ lamını tam olarak anladım. Ama bütün bunların, anlattığın şu gizemli işle, bahsettiğin o hilelerle, v,ıırguladığın zorluk­ larla, risk altında bulunmakla, isim değiştirmekle ve beni al­ lak bullak eden, kendimden geçiren, kafamı karıştıran bütün o diğer abartılarla ne ilgisi var? *Sibylines ile ilgili yorumlar, keşifler çağında birçok örneği basılan bir edebiyat türü olan efsaneyle karışık seyahat kitaplarının birinden alınmış olmalıdır. **Uraba, Columbia nın bir eyaletidir. ***En uç farklılıklara kadar.

1 90


Hissedar: Bunun gizemli, hatta Avrupa'nın en adil ve asil ve aynı zamanda dünyanın en yanlış ve kötü ünlü işi oldu­ ğuna (ilişkin iddialarıma) dönelim. Bu işin kaçınılmaz olarak bir oyuna, (ilgili) tüccarların da birer spekülatöre dönüşmüş olduğu düşünülürse, paradoksun gerçekliği anlaşılabilir ha­ le gelir. Eğer her şey tüccarların spekülatörlere dönüşmesiy­ le bitmiş olsaydı, bunun zararına katlanılabilirdi ama daha kötüsü, broker'ların bir kısmı iskambil oyunundaki hilecile­ re dönüştüler. Böylece çiçekleri ellerinde tutarken meyveler­ den oldular.* Bu dikkate değer olguyu daha iyi anlayabilmek için bor­ sada üç tür insanın bulunduğunu gözlemek gerekir. Mesle­ ğin prensleri birinci sınıfa, tüccarlar ikinci sınıfa, spekülatör­ ler ise üçüncü sınıfa dahildir. Her yıl paranın kralları ve büyük kapitalistler, miras edin­ dikleri ya da kendi paralarıyla satın aldıkları hisselerden ge­ len karları memnuniyetle alırlar. Hissenin fiyat hareketleriy­ le ilgilenmezler. Çıkarları hisseyi satmakta değil kar payı da­ ğıtımından aldıkları gelirde olduğu için hissenin fiyatının yükselmesi onlar için... sadece hisseyi satmış olsalardı elde edecekleri daha yüksek gelirden kaynaklanan hayali bir eğlencedir. İkinci sınıf, (500 pound'a) hisse satın alan ve kendi adları­ na devrettiren (çünkü Hindistan' dan güzel haberler gelmesi­ ni ya da Avrupa' da barış anlaşması imzalanmasını bekle­ mektedirler) tüccarlardan oluşur. Tahminleri doğru çıkıp fi­ yat yükseldiğinde hisseyi satarlar. Ya da nakit parayla hisse *Yazar burada İspanyolca flor kelimesiyle bir oyun yapıyor. Kelime hem "çiçek", hem de "bir hilebazın numarası" anlamına geliyor.

191


alıp fiyatın yükseleceği daha sonraki bir tarihte (o tarihte ge­ çerli olacak fiyat belirlenerek) teslim edilmek koşuluyla he­ men satarlar. Böyle davranmalarının nedeni, (ekonomik ve­ ya politik) koşulların değişeceğinden veya (olumsuz) haber­ lerin duyulacağından korkmalarıdır. Bunlar, (geçici olarak) yahrdıkları paranın elde ettiği faizle tatmin olurlar. Karları kadar risklerini de değerlendirir, az fakat güvenli (göreli ola­ rak) kazanç sağlamak isterler. Vadeli sözleşmenin diğer tara­ fının borçlarını ödeme iktidarını kaybetmesinden başka bir risk alhna girmek ve tahmin edilemeyecek olaylar nedeniyle ortaya çıkanlar dışında başka bir endişe taşımak istemezler. Kumarbazlar ve hilebazlar ise üçüncü sınıfa girer. Ka­ zançlarının boyutlarını kendileri belirlemeye çalışırlar ve bu­ nun için de ... çarkıfeleğin çarkını çevirirler. Ah o dolandırıcı­ lar! Ah, o düzenbazlar nasıl bir hayat yaratmışlardır! Girit la­ birenti bile onların kafalarındaki labirentten daha karmaşık değildir... Bir ya da yirmi hisse alırlar (yirmi hisseye genellikle "bö­ lük" denir) ve ayın yirminci günü (teslimat günü) yaklaştı­ ğında tasfiye için ortada sadece üç olasılık vardır. Birincisi, alış fiyatına göre kar veya zararın ortaya çıkacağı şekilde hisselerin satışı; ikincisi, değerlerinin beşte dördü karşılığın­ da hisselerin rehin verilmesi (en zengin tüccarlar bile kredi itibarlarına zarar vermeden bu yönteme başvururlar); son olarak, alıcının hisseleri ismine devrini yaphrması ve alış fi­ yatını Banka' da ödenebilir hale getirmesi (bu yöntemi ancak çok varlıklı insanlar uygulayabilir çünkü günümüzde bir "bölük", yüz bin ducattan fazla etmektedir). 1 92


Tasfiye günü yaklaşır da hisseler alıcı tarafından alınmaz ya da rehin. verilmezse, o zaman satılmaları gerekir. Fiyatlar­ da düşüş beklentisi içinde olan spekülatörler (yani ayılar) bu durumun farkında oldukları için, hisselerin alış fiyahndan daha düşük bir fiyata sahlmasını sağlamak amacıyla fiyatın hızla düşmesine çalışırlar. (Böylece bazı spekülatörler için ciddi zorluklar ortaya çıkar) ... Bu tür zorluklarla karşılaşanlar içinde bazıları (elbette ah­ laksız kimseler) şu düşünceyle kendilerini kurtarmanın yo­ lunu bulurlar: Alicı, aldığı şey için ödeme yapmak zorunda değil ve bu alım sonucu ben kaybediyorum; o halde ben de ödemek zo­ runda değilim. Filozof Dehşetengiz bir utanmazlık, duyulmamış çılgın­ lık, müthiş bir delilik! . .. Spekülatörün yaphğı alım için öde­ me yapmak zorunda olmadığını söylüyorsun. Oysa ben bu­ nun nedenini anlamıyorum. Sanırım Bartolus ya da Baldus* gibi bir hakime başvuracakhr.

Hissedar:

İşte esas nokta ve bütün işin özü burası. Bu tür

karışık şeyler konusunda senin Thales bile bir şey bilmez. Sociates'ten öğrenilecek tek erdem ise, bir şey bilmediğimiz­ dir. Solon, iyi yasalar yapan tek kişi değildir. Orange-Nassau Meclisi'nin parlayan bir yıldızı olan Frederick Henry'de bu eyaletlerde geçerli olmak üzere bir kural yürürlüğe (iyi bir nedenle) koymuştur. Buna göre, ileride teslim edilmek üzere hisse satan ama bu hisseleri vadeli hesaba yahrmayanlann (sahip olmadığı bir şeyi sathğı için}, alıcının belirlenen zamanda hisseleri almama tehlikesine açık olması gereki­ yor.** Spekülatörler bu hükmün (hükme, ünlü valinin adına • Bartolus (ölümü 1329) ve öğrencisi Baldus (ölümü 1400), 14. yüzyılın önemli hakimlerindendi. 17. yüzyılda da hayli saygı görürlerdi. ** Sunuş bölümüne bakınız.

1 93


atfen, "Frederick şartı" denirdi) korunmasına sığındıkları zaman fırbnalar diner, saldırılar biter ve rahatsızlık sona erer... Bu tür operasyonlar, borsanın derin ve tehlikeli sularında gerçekleşir. Su boyunlarına ulaştığında, yüzücüler ancak canlarım kurtarabileceklerini hesap ederler. Bu yüzden de hiç rahatsızlık duymadan gördükleri en iyi çareye başvurur · ­ ve yüzme sanatının tehlikelerden kaçm�ktan ibaret ol

d�g�

nu söylerler... (En şaşırtıcı şey de) bazen parası elinden alınan kişinin, henüz aradan altı ay bile geçmemişken aynı kişiyle tekrar sözleşme yapmasıdır. Aslında onun elinden alınan pa­ ra, yeni işlemler yapmak için gereken krediyi oluşturmuştur, böylece daha fazla para kaybetmesinin aleti olma konumuna gelir. Bir zarar durumunda, zarara uğrayan kişinin en azın­ dan o anda ödeyebileceğini ödemesi ve yarası tazeyken yeni­ den aynı şekilde yaralanmaması beklenir. Ama "Bir kere ze­ hirlenen

...

"* özdeyişinde de belirtildiği gibi tutkunun gücü,

özdeyişlerin uyarılarını aşıyor, saflık ve baştan çıkma, her­ hangi bir şekilde önlenemiyor. Bu saçmalığın (yani Frederick şartına başvurup sonra yi­ ne spekülasyona yönelmenin) genel bir durum olduğunu söylemiyorum. Sözkonusu tebliğe (açığa satışları yasakla­ yan) ancak zorunda kaldığı zaman, yani işlemlerinde ancak öngörülemeyen zararlar olduğunda başvuran çok sayıda ki­ şi var. Diğer insanlar ise ellerindekileri satıp yükümlülükle­ rini kısmen de olsa yerine getiriyor, böylece kötü kaderin sil­ lesini yiyorlar. Ama aynı zamanda garip bir adamın, bir *Yazar burada Quien hace un cesto, hara ciento diyen.yani, bir kere yapan her za­

man yapar anlamına gelen İspanyol özdeyişinden alınlı yapıyor.

1 94


arkadaşımın, Elias gibi ölüleri canlandırmak niyetiyle değil canlıları gömmek için, evinde bir aşağı bir yukarı dolaşarak zararın getirdiği ısbraptan kurtulduğunu da bili yorum. Ar­ kadaşım, yarım saat bu şekilde kendi kendine konuştuktan sonra umutsuzluğunu anlatmaktan ziyade rahatladığını gös­ terecek şekilde beş-allı kere iç çekti. Bunun, kreditörleriyle bir tür anlaşmaya vardığının göstergesi olup olmadığı soru­ suna, şöyle cevap verdi: "Tam tersine, tam da bu anda borcu­ mu ödememeye karar verdim. Çünkü huzurumun ve elim­ deki avantajın değeri, kredi itibarımdan ve onurumdan daha fazla." Sizi temin ederim ki bu öykü ve bu akıl almaz ve bek­ lenmedik laf karşısında öyle bir kahkahaya boğuldum ki ne­ redeyse gözyaşlarım su gibi akacakh. Gerçek şu ki Jonas gibi tehlikenin ortasında horlayarak uyuyan birçok kişi ve Adem kendi çıplaklığından utanırken, borsada paralarını (kreditör­ lerinin zararına) elinde tutmaktan utanmayanlar var...

Filozof

İtiraf edeyim ki eğer üç büyük engel beni önleme­

seydi, doğal eğilimlerime rağmen ben de (borsada) şansımı deneyebilirdim. Birinci engel: Her rüzgarın fırhnaya yol açlığı, her dalga­ nın bahrabileceği, tehlikeli bir gemiye binip binmemem ge­ rektiğini düşünürüm. İkinci engel: Sınırlı sermayemle, ancak ünümü anlamsız yere tehlikeye atmayı göze alabilirsem kazanabilirim. Oysa karşılığında zenginlik kazanmadan ... kendini aşağılanmış görmek, ne kadar manasız ve boş bir şey. Üçüncü engel: Bu meslekle uğraşmak., bence bir filozofa yakışmaz. Üstelik çevremdeki insanların mütevazı durumu herkesçe bilindiğine göre sakalıma güvenip bana kredi verecek

1 95


birini (çünkü kendi paramla hisse alamayacağımı bilirler) bulamam. Sakalım Dinyzos hikayesindeki Aesculapius'un sakalı gibi altından olmadığı takdirde, kimse bana güvenip Don Juan de Castro'ya* verildiği gibi borç vermez...

Hissedar: Teknik ayrıntılara girmeden bile senin bu şüphe­ lerini yok edebilirim . . . İlk tehlike bertaraf edildi çünkü kaza­ lara karşı gemiyi koruyacak halatlar ve fırtınaya dayanacak çapalar var. Eğer "opsies" veya prim verirsen sadece sınırlı bir riske girmiş olursun. Kazancın ise bütün umutlarını ve hayallerini aşabilir. Bu önlemler ışığında ikinci çekincen de itirazın kalıyor. İlk seferinde "opsies" araalığıyla kazanmasan bile kredini riske, ününü tehlikeye abyor sayılmazsın. O durumda daha sonraki bir tarih için prim vermeye devam edersin. Birkaç yıl boyunca istediğin fiyabn oluşmasını sağlayacak lütufkar bir olay meydana gelmeden bütün paranı kaybetmen, çok kü­ çük bir olasılık. Sözleşmeler, prim nedeniyle imzalandığı, prim ödeyenler de cömert ve öngörü sahibi olarak ün kazan­ dığı için sözleşmelerinin vadelerini uzatır, yeni sözleşmeler yapmaya devam edersin. Böylece bir sözleşmen on olur ve iş iyi ve basit bir sonuca varır. Eğer bütün işlemlerinde şansın (sürekli) kötü gider ve insanlar senin sallantıda olduğunu düşünmeye başlarsa, primlerle kumar oynamaya başlarsın (yani, prim miktarı kadar borç alırsın). Bu uygulama genel bir nitelik kazandığı için sana borç verecek ( ve gururun in­ cinmeden kazanabileceğin şekilde zor zamanlarında seni destekleyecek) birileri bulunur. * De la Vega burada, 1500-1548 yılları arasında yaşamış alim ve kaşif Juan de Castro'ya atıfta bulunuyor.

1 96


Üçüncü çekince, yani spekülasyonun bir filozof için uy­ gun olmadığı düşüncesi de seni bağlamamalı. Çünkü borsa, her türlü hayvana tapınılan Mısır tapınaklarına benzer. Her­ kül tapınağında sineklere tapınılmadığı doğru ama borsada sayısız insan paranın üzerindeki sineği* yakalamak için Her­ kül kudretiyle savaşıyor. Çoğu spekülatör bu amaçla ortalığa zehirler ve görünmez tehditler saçıyor... Eğer "opsies" denilen şeyi (daha ayrıntılı) açıklamam ge­ rekirse, prim ödemeleri yoluyla hisselerini güvenceye almak veya kar etmek için verilen paradır derim. Primler, karlı bir konjonktürde mutlu seferler olarak görülür, fırtına sırasında da güvenlik çapası olarak kullanılır. Şu anda hissenin fiyatı 580. (Varsayalım ki) Hindistan'dan gelecek verimli kargolar, Şirket'in işlerinin iyi gitmesi, malla­ rının itibarı, yüksek kar payları ve Avrupa'da barış olacağı gibi beklentiler nedeniyle fiyatın daha da yükseleceğini dü­ şünüyorum. Ama yine de beklentilerim boş çıkarsa zarara uğramamak ve rahatsız edici bir durumda kalmamak için hisse almamaya karar veriyorum. Bu durumda opsiyonlu iş­ lem yapmaya hazır insanlara gider ve ileri bir tarihte bana ta­ nesi 600' den hisse teslimatı taahhüdü karşısında ne kadar (prim) istediklerini sorarım. Onlarla prim miktarı üzerinde anlaştıktan sonra derhal bu miktarı Banka' da onların hesabı­ na geçer ve bu miktardan daha fazla kaybetmemin mümkün olmayacağından emin olurum. Eğer hissenin fiyatı 600'ü ge­ çerse, bu miktarın hepsi benim karımdır.

• De la Vega burada yine kelime oyunu yapıyor. Kullandığı İspanyolca kelime

mosca, hem "para", hem de "sinek" anlamına geliyor.

1 97


Fiyat düşse bile korkmama, onurum konusunda endişe­ lenmeme veya sükunetimi bozacak şekilde dehşete kapılma­ ma gerek yoktur. Eğer fiyat 600 civarında dolanıyorsa fikrimi değiştir(ebil)ir ve sonuçların benim beklediğim kadar olum­ lu olmadığını düşünürüm. (Bu durum da iki seçeneğim var.) Riske girmeden hisselerin (vadeli) sahşlarını yaparım(yapa­ bilirim). Böylece fiyattaki her düşüş benim karım olur. Ya da başka bir opsiyonlu sözleşme imzalarım. önceki sözleşmede primi alan taraf belirlenen fiyat karşılığında hisseleri teslim etmekle yükümlüydü. Bense fiyat yükseldiği zaman sadece primi kaybediyordum. Şimdi eğer hissenin fiyahnın düşece­ ğine karar vermişsem, aynı işi (tersinden) ben yapabilirim. Belli bir fiyattan hisseleri teslim etme hakkı karşılığında ben prim ödeyebilirim ... ; ya da bu dönem içinde şansımın dön­ mesini beklemek yerine bir dizi başarılı ters hamle yapıp kendimi güvenceye alabilirim. Bu arada primi alan kişiye ödeme, belirlenmiş olan ileri bir tarihte yapılacakhr. Risk onundur. Yüreğinde korkuyla parayı bekler. Hollandalılar, opsiyon sözleşmelerine, "opsies" der. Bu kelime, seçim anlamına gelen, Latince

optio'dan

türemiştir.

Çünkü primi ödeyen kişinin, (sırasıyla) hisseleri primi alan tarafa teslim etmeyi ya da ondan talep etmeyi seçme hakkı vardır.* Ünlü Calepino**

optio

(seçim) kelimesinin, optare'den

* Burada "sırasıyla" kelimesi olmazsa, cümle günümüzde straddling adı verilen uygulamaya, yani "prim ödenerek kazanılan alma" veya "talep etme" hakkına atıfta bulunuyormuş gibi yorumlanabilir. Ancak kitabın başka bir yerinde bu yönteme ilişkin açık bir abf bulunmamaktadır. Bu yüzden cümleyi iki alternatif sözleşme türünden bahseden bir cümle olarak yorumlamak, bizce en doğrusudur. ** Ambrosio Calespino (1435-1511). İtalyanca-Latince sözlük yayınlamış bir İtalyan yazar. 198


(istemek) geldiğini söylüyor ama gerçek etimolojik köken burada gösterilmiştir. Çünkü primi ödeyen kişi, en çok iste­ diği şeyi seçebilir ve yanlış karar verme halinde, (ilk) seçti­ ğinden her zaman vazgeçebilir...

İkinci Diyalog Hissedar:

Borsada hareketlerin açıklanamaz ve hiçbir şeyin

yerinde durmaz olduğu sonucuna varmaması için buradaki fiyatların yükseliş ve düşüşlerinin üçer nedeninin olduğunun dikkate alınması, bunun hesaba katılması gerekir:

Hindis­ tan' daki koşullar, Avrupa politikası ve borsanın kendi öngörüleri.

Bu son neden konusunda, gelen haberler genellikle pek önemli değildir çünkü aksi istikamette davranacak dengele­ yici kuvvetler mevcuttur. Akıllı bir spekülatörün Hindistan'la temasa geçerek İngil­ tere, Halep veya başka bir yer kanalıyla haber almak istiyor­ sa, orada sükunetin sürüp sürmediğini, Şirket'in işlerinin iyi gidip gitmediğini, Japonya' daki, İran' daki, Çin' deki faaliyet­ lerinin olumlu bir şekilde devam edip etmediğini, bir sütü geminin anavatana doğru yola çıkıp çıkmadığını ve bu gemi­ lerin, başta baharat olmak üzere zengin yüklerle dolu olup olmadığını öğrenmek isti yorsa, bazı zorluklarla karşılaşsa dahi bütün bunlar hakkında bilgi alabileceği biliniyor. Ama bu bilgiye sahip olsa bile kör bir güvenle, hırslı bir şekilde spekülasyon yapması mantıklı olmaz. Eğer spekülatör, Sene­ ca' nın masanın mideden daha büyük olmaması yolundaki tavsiyesini gözardı eder ve (mali) kudretinin izin verdiğinden

199


fazla bir yükün altına girerse, bu yükün altında ezilmesi ve kimse Atlas olmadığı için, dünyayı omuzlarından düşürme­ si kaçınılmazdır. Haberlerin iyi ve doğru olduğunu (ancak özel mektuplar­ dan ve geçici olarak elde edilebilecek bir bilgi), raporların tam zamanında ulaşarak gemilerin varışlarını bildirdiğini kabul etsek bile bu haberin alındığı tarihten sonra, ancak (Şirket tarafından) ticaretin tamamlanmasından önce meyda­ na gelen bir olay, bu muhteşem ve memnuniyet verici gidişa­ tı mahvedebilir. Örneğin gemiler bir limanın içinde bile batıp umutları söndürebilir. Ayrıca Hindistan'la ilgili her şey olumlu gidiyor olsa da Avrupa' daki koşullarla ilgilenmek gerekir: herhangi bir ülke­ nin deniz kuvvetlerinin endişe verici şekilde silahlanıp silah­ lanmadığı, müttefik ülkelerde tedirginliğe neden olabilecek bir şeylerin olup olmadığı ve diğer (savaşa ilişkin) hazırlıkla­ rın hisse fiyatlarında bir çöküşe yol açıp açmayacağı. Böyle­ ce, çeşitli durumlarda spekülatörlerin bir kısmının Hindis­ tan'dan gelen haberler üzerine alım yaptığını, diğer bir kısım spekülatörün ise Avrupa'daki belirsiz ortam nedeniyle satış yaptığını görüyoruz. Çünkü ikinci durumda, ithalattan (karlı) bir gelir elde edilmesi olasılığı azalırken, vergilerin yükselmesi nedeniyle (Avrupa' daki) maliyetler yükselir. Prenslerin en gizli niyetlerini öğrenmek için elimizde mü­ kemmel araçlar olsa bile (ancak gerçekleştikten üç gün sonra şehrin banliyölerinde duyulan Babil'in zaptı gibi bir olaydan farklı olmalı elbette), spekülatörlerin pozisyonları değişir, kararları belirsizleşir...

200


Borsa işindeki zorluklar ve korkulanın başa gelmesi, ... bazı şeyler öğretmiştir.... (Spekülasyonun) birinci ilkesi: Asla

başka birine hisse alması ya da satması için tavsiyede bulunma. Çünkü algılama yeteneği zayıfladığı anda en karlı tavsiyeler bile tersi sonuçlar verebilir. İkinci ilke: Bütün kazançları, kaçırılan karlar konusunda piş­ manlık duymadan kabul et. Çünkü balık, senin düşündüğün­ den çok daha önce kaçabilir. Akıllı davranmak, olumlu kon­ jonktürün ve iyi şansın devam etmesini ummak yerine mümkün olanla yetinmesini bilmektir. Üçüncü ilke: Borsadan elde edilen kar, cinlerin hazinesine benzer. Karlar bir anda yakuta, sonra kömüre, sonra elmasa, sonra çakmak taşına, sonra sabah çiyine ve en sonra da göz­ yaşına dönüşebilir. Dördüncü ilke: Bu oyunda kazanmak isteyenin sabrı ve pa­ rası olmalıdır. Çünkü fiyatların hareketsiz kaldığı ve söylen­ tilerin gerçeğe dayandığı anlar çok azdır. Kötü kaderden dehşete kapılmayıp rüzgarın karşısında nasıl durulacağını bilenler, gök gürültüsünden korkarak kaçmaya çalışan ge­ yiklere değil, ona kükreyerek cevap veren aslanlara benzer. Umudunu kaybetmeyenlerin galip geleceği ve işlemlere baş­ lamadan önce elde etmeyi öngördüğü miktar kadar parayı kazanacağı kesindir. Birçok insan kendini aptal yerine koyar çünkü bazı spekülatörleri hayaller, bazılarını kehanetler, ba­ zılarını illüzyonlar, bazılarını o anda hissetiği şeyler ve sayı­ sız insanı da kuruntuları yönlendirir. Tüccar: (Görünüşe göre) bu düzenbazlığın içindeki insan­ lar, içlerinde onlara doğru yolu gösteren bir ışık olduğuna inanan İngiliz Quaker'larına benziyor. (Anlattığına göre)

20 1


borsadaki insanlar tamamen budala, huzursuz, deli, gurur ve kibirle dolu insanlar. Sebebini bilmeden satış, nedensiz yere alış yapıyorlar. Doğruyu kendileri buluyor fakat yanıl­ dıkları zaman kendi hataları olmuyor. Ruhlarının kendileri­ ne yol göstereceğini farzediyorlar. Fakat (anlaşıldığı kadarıy­ la) bu ruh bazen insanları kandıran Ahab'ın, bazen de öfke kusan Saul'un ruhu oluyor. Hissedar: Mükemmel bir tasvir. Rüyasında Nabukadne­ zar'ın heykelini gören bir spekülatör, hemen hisselerini sat­ mıştı. Rüyasında heykel bir çakıl taşı tarafından devriliyor­ muş. Demek ki Çin' deki işler yolunda gitmeyecekti ve Hin­ distan' dan gemiler geldiği zaman da bir çöküş olacaktı ... (Bir başka) spekülatör de kendisini hangi düşüncenin doğru, hangisinin yanlış yönlendirdiğini bilmeden, kafası karışık bir şekilde Borsa binasına girmişti. Sonra bir anda esin geldi ve Vende los Kirios* (bu terim, anlamını kimsenin anlayamadığı bir borsa terimidir) diye bağırdı. Bunu öyle bir duyguyla yaptı ki sanki bir bulutun hareketini gözlemlemiş ya da yoldan geçen bir cenaze arabası görmüştü. Sahneye çıkan bir başka boğa güreşçigi de, gerçekten sa­ kin olmaya çalışıyordu. En iyi karı nasıl elde edebileceğini düşünür gibi kararsızlık içindeydi. Tırnaklarını kemiriyor, parmaklarını çekiştiriyor, gözlerini kapatıyor, ortada dolaşıp kendi kendine konuşuyor, dişi ağrıyormuş gibi elini çenesine götürüyor, düşünceli bir çehreye bürünüyor, parmağıyla tempo tutuyor, alnını oğuşturuyor ve tüm bu hareketler es­ nasında, sanki talihin kuşunun hareketini hızlandırabi!irmiş gibi gizemli bir şekilde öksürüyordu. Birden şiddetli jestlerle * Terimin Felemenkçe karşılığı, Verkoop de Kirien' dir. 202


kalabalığa doğru koştu. Bir eliyle parmaklarını şıkırdatırken diğer eliyle de insanları küçümseyen davranışlarda bulunu­ yordu. Hisselere sanki kek ve kurabiyeymiş gibi davranarak işlem yapmaya başladı. Durmaksızın alıyor,* mümkün oldu­

ğunca çok alıyor, kulağına trompetinin çağrısırı:ın ulaşması

dışında herhangi bir nedeni yokken önüne ne gelirse alıyor­ du. Koşulları lehine çevirmek istedikçe borsadaki insanlar üzerinde garip etkiler bırakıyordu, çünkü onlar adamın trompetinin doğru olduğu kadar aptalca şeyler yapmasına neden olabileceğini düşünüyorlardı. Bir başkası, tamamen sakinmiş gibi insanların yanına yaklaşmışb.. Bir anda heyecanlandı ve hisseleri herhangi bir neden olmaksızın satmaya başladı. Bu davranışının ardında, parmaklarıyla yokladığı palto düğmelerinin tek sayıda olma­ sı dışında görünür bir neden yoktu. Kazanırsa her düğmenin birer gül goncası olduğunu düşünecek, kaybederse hepsinin diken olduğuna inanacaktı. Spekülatörler, bu tür aşırı davranışlara karşı güvence ara­ ma hatasına düşmezler. Fiyatların düşmesi yönünde bir eği­ lim varken hangi durumlarda yükseldiğini veya bir patlama döneminde neden düştüğünü keşfetme konusunda çok zeki­ dirler. "Antiperistasis" ** yoluyla bilimadamları karşıt güçle­ rin daha kuvvetli olduğunu anlarlar. Hava alevlerle mücade­ le ederken, kıvılcımlar daha şiddetli çakar. . . (Spekülatörler, kendi isteklerine karşı sonuçlardan) korktukları için, zafer kazanmak için daha büyük çaba gösterirler. • De la Vega burada, a resto abierto terimini kullanıyor. Sonra da parantez içinde ekliyor, "bizim hilebazların lisanı budur." •• Karşıt hareket anlamına gelen Yunanca bir kelime.

203


Bazen fiyatlar sakindir. Borsa'yı etkileyen olumlu ya da olumsuz bir haber yoktur... Birden fırtınayı önceden haber veren bir bulut belirir. Satıcılar bir araya gelip durumun be­ lirsizliğinden ve felaket olasılıklarından konuşmaya başlar­ lar. Göz açıp kapayana kadar boğalar bu sızıntıyı kapatmak ve bu yüz karası lekeyi ortadan silmek için ileriye atılırlar. Aynı Hades'in girişinde canavarlara, iblislere, centaur'lara rastlayınca korkmadan ve endişesinin cesaretini yok etmesi� ne izin vermeden cüretle kılıcını çeken Aeneas' a benzerler. Çatışma devam eder. Sonunda fiyat, karmaşadan önceki dü­ zeyinin üzerine çıkar. Çünkü bu saldırı, herhangi bir entrika­ dan şüphelenmeyen, savaşmayı düşünmeyen ve her zaman­ ki barışçı yöntemlerini izleyen borsa işlemcilerini uyandır­ mıştır. Tüm güçleriyle konuya dahil olur ve zayıf bir durumu kurtarmaktan gurur duyarlar. Sonuçta engel avantaj haline gelir ve alıcıları cehenneme göndermeye kararlı gibi görünen güçler, sadece onları cesaretlendirmiş olur. Bütün bu saçmalıklara, karmaşaya, çılgınlığa, şüphelere ve kar konusundaki belirsizliklere rağmen etkili insanların hangi politik ve mesleki fikirlere sahip olduğunu anlamanın araçları da yok değildir. Olup bitenleri bilinçli bir şekilde, kör tutkuya ve rahatsız edici bir inatçılığa kapılmadan izle­ yenler, her zaman olmasa bile sayısız kere doğru seçimi ya­ pacaklardır. Bu gözlemlerin bir sonucu olarak, aynı zamanda hiçbir sezgi gücünün buradaki oyunu algılayamayacağını ve hiçbir bilimin burada yeterli olmadığını göreceklerdir. (Bor­ sadaki) zengin insanların da olumsuz bir gidişat varken kar­ şıt etkiler aradığı ve Borsa'nın hastalığı da aynı Asya' da cüz­ zamlılara yapılan tedavide olduğu gibi... zehirli bir ilaçla ... yapıldığı için kötü haberler ölümcül kabul edilmez.

204


Bu kumar cehenneminde, kararlarında ve bence kaderle­ rinde birbirinin panzehiri olacak şekilde karşı karşıya duran iki tür spekülatörün bulunduğunu belirtmekte fayda var. Bunlardan ilkine, boğalar ya da

liejhebberen

(Felemenkçe' de

"sevgililer" anlamına gelir) denir. Onlar, sanki ülkenin, dev­ letin ve Şirket'in sevgilileriymiş gibi işlemlerine alımla başla­ yan Borsa üyeleridir. Hep hisse fiyatlarının artmasını isterler. Güzel haberlerin etkisiyle piyasanın bir anda karışmasını ve fiyatların hızla yükselmesini beklerler. İkinci kesime de ayı­ lar ya da contremine (Hindistan'ın bir maden olarak görülme­ si ve bu kesimin de bu madenden azami faydayı almaya ça­ lışması olgusundan hareketle açıklanan bir isim) denir. Ayı­ lar işlemlerine hep satarak başlarlar. Hatta bazıları, sadece misyonu yani memleketini yakıp yıkma görevini paylaştığı için Alcibiades'e aşık olan Atinalı Timon' u bile geride bırakır. Ayılardan, vebadan kaçıldığı gibi kaçılmalıdır. Sadece bir

bichile (Hollandalı çocukların "kelebeğe" verdikleri isim) ya­ kalamak gibi olağanüstü durumlarda onların yanında yer alınmalıdır. Bu terim, uygun bir şekilde harekete geçilmez ve hemen sarıp sarmalanmazsa kaçıp gidecek hızlı bir kar şan­ sını ifade etmek için kullanılır. Boğalar hiçbir şeyden korkmayan zürafalara veya ayna­ sında kadınları gerçekte olduklarından çok daha güzel gös­ terebilen Cologne Prensi'nin büyücüsüne benzerler. Her şeyi sever, her şeyi över, her şeyi abartırlar. Priene kuşatması sıra­ sında üzeri buğdayla örtülmüş kum tepelerini gösteren Bi­ as'ın bu kadar zengin bir kentin kuşatmada açlıktan teslim olmayacağını söyleyip Alyattes büyükelçisini kandırması gibi boğalar da insanları kendi numaralarının zenginlik 205


demek olduğuna ve ürünün mezarlarda yetiştiğine inandı­ rırlar. İblislerin saldırısına uğradıklarında da, yerliler gibi, onları enfes yemekler olarak görürler... Ateşten etkilenmez,

ani yenilgilerden bile rahatsız olmazlar... . Ayılar ise, bunun tersine, tamamen korku, dehşet ve ger­ ginlik tarafından yönetilirler. Pireyi deve yapar, basit bir ağız münakaşasını isyan sanır, belirsiz gölgeleri kaos işareti ola­ rak algılarlar. Ama eğer Afrika'da eşek gibi insana hizmet eden koyunlar, hatta at yerine geçen koçlar varsa ayıların en ufak cüceyi bile dev yerine koymasında mucizevi bir yan gö­ rülebilir mi? . . . Eudicus'un anlattığına göre Hestiaeotis'te Ceron v e Me­ lan adı verilen iki kuyu varmış. Eğer bir koyun Ceron' dan su içerse beyazlaşır, Melan'dan içerse siyahlaşır, ikisinden bir­ den içerse de gözün gördüğü en ilginç renklere bürünür­ müş.* Eğer bu işte başarılı olmak istiyorsanız, sürekli olarak

liejhebberen kuyusundan içmeyin çünkü her zaman beyaz ol­ mak iyi değildir. Ama aynı şekilde hep contreminers kuyu­ sundan da içmeyin çünkü kuzgun gibi siyah olmak da iyi de­ ğildir... Kısacası sürekli Ceron ya da Melan' dan içmeyin; ter­ sine doğal eğilim olarak yükselişe, ancak belli bazı durum­ larda da düşüşe oynayın çünkü tecrübenin gösterdiğine göre genellikle boğalar kazanır, ayılar kaybeder. Şirket, yaşlı dallarından biri kesildiğinde hiç beklenmedik şekilde (ve hızla) yeni bir dal çıkaran (mitolojideki) ölümsüz

* Bu hikaye, Pliny, Natura/ History, kitap 31, bölüm 9'dan alınmışbr. Pliny başka bir açıklamada bulunmadan "Eudicus"tan bahsetmektedir. 206

.


ağaç gibidir. Bu yüzden de onun gidişatından endişe etmeye gerek yoktur, çünkü o bütün engelleri, yeni bir gelişme ile anında aşar. Bu nedenle, işte bu çizgiyi izler ve ayaklarınızı bu izlere basarsanız, dürüst ya da gayrı dürüst niyetlerle oynasanız bile beklentilerinizin gerçekleştiğini görürsünüz. Eğer adil olmayan niyetlerle hareket ederseniz, olumsuz gelişmelerle karşılaştığınızda Frederick Henry'nin kuralı yardımınıza ko­ şar. Dürüst bir alıcı hisseleri teslim alabilir veya onları rehin verebilir. (Sonunda işlemden) karlı çıkmanız neredeyse ke­ sindir. Operasyonu tehlikeye atacak ve gözümüzü korkuta­ cak tek şey, savaş (ki Tanrı savaş etmeyi yasaklamıştır), üste­ lik şiddetli bir savaştır. Değişik akıntılara dikkat edilmesi ve yelkenin rüzgara gö­ re açılması gerekir. Eskiden borsayı yirmi spekülatör yönlen­ diriyordu. En küçük bir gelişme bile etkili olduğu için fiyat­ lar, bir kuruntu yüzünden yüzde 30, bir mektup yüzünden yüzde 50 düşebiliyordu. Bugünse borsada spekülatör sayısı kadar tüccar (bu oyunu para hırsı nedeniyle değil de sadece eğlence için oynayanlar, diğerlerinden kolaylıkla ayırdedile­ bilir) var ve bunlar boşuna korkuları nedeniyle hazin dene­ yimler yaşadılar. Bu nedenle herkes hisselerini büyük bir dikkatle izliyor ve gerçek bir zararı çok acı verici buluyor. Ama sadece bir tehditten korkmak, acı ve üzüntüyü iki kez ve henüz gerçekleşmeden yaşamak anlamına geliyor... Hisselerin fiyatının yüksek olması, buna alışmamış kişi­ lerde tedirginliğe neden olabilir. Ancak mantıklı insanların bundan korkmaması gerekir. Çünkü her geçen gün Şirket da­ ha başarılı, devlet daha zengin oluyor. Üstelik sabit getirili 207


yatırımlardan elde edilen gelirler, yabrım yapma yollarını daraltacak şekilde giderek azalıyor. Normal kredilere uygu­ lanan faiz oranı, yıllık yüzde 3. Eğer yatırımcı güvenli bir ya­ brım yapmak isterse, bu oran yüzde 2,5'e iniyor. Bu yüzden de en varlıklılar bile hisse almak zorunda kalıyor. Oysa fiyat­ lar düştüğünde zarar etmemek için onlara hisse satmayan in­ sanlar da var. Bu insanlar fiyatlar yükseldiğinde de (kazanç elde etmek için) hisselerini satmıyorlar çünkü paraları için daha güvenli bir yabrım bilmiyorlar. Üstelik bu yabrımda sermayeleri (mümkün olan) en hızlı biçimde kaybettiklerini geri kazanabilir. Çünkü (borsada) aktif olan bir insan, her za­ man parasının kontrolünü elinde tutar. Hızlı satış imkanı, hisselerin değerini öylesine artırıyor ki

g

Amsterdam odasında geçerli olan hisse fiyatları, tüm di er odalardan daha yüksektir.* Bunun tek nedeni, diğer şehirler­ de spekülasyon olmamasıdır. Küçük bazı harcamalar dışında dağıtılan kar payları bütün odalarda aynıdır ama yine de Amsterdam odasına göre Zeeland odasındaki hisse fiyatları yüzde 150, Enkhuysen fiyatları yüzde 80, Hoom yüzde 75, Rotterdam yüzde 30, Delft yüzde 70 daha düşüktür. (Amsterdam borsasındaki) fiyat hareketlerinin, bir gün doğuya, ertesi gün batıya akan Moelin nehrinin hareketine benzemesi zorunlu değildir. Aynı şekilde, otuz yıl boyunca suyun yükselip, yine aynı süre boyunca alçaldığı İran kuyu­ suyla da benzerlik taşımaz. Fiyatlardaki azalışın bir sınırının

• Farklı Hollanda şehirlerinde bulu.nan hissedarlar, "odalar" halinde örgütlenip şirket yetkililerini seçerek şirketin yönetimine odalar halinde katılırlardı. Bir odaya ait hisseler, başka bir odaya devredilemiyordu.

208


olması zorunlu değildir.Ama aynı sınırsızlık ihtimali, yükse­ liş için de geçerlidir. Tüccarın biri Goa' dan paha biçilmez bir mücevher alıp bunu Hindistan' dan Fransa' ya getirdiğinde, Fransızlar'ın kralı kendisini azarlamış: "Bütün servetini nasıl bu taşa yahrıp riske atabilirsin?" Tüccar, akıllıca ve nazik bir cevap vermiş: "Bunu yaparken aklımda hep Majesteleri var­ dı." Demek ki aşın yüksek fiyatların sizi tedirgin etmemesi

lazım. Hisselere delicesine tutkun borsa prensleri ve mani­ pülasyon kralları hiç eksik olmaz. Bilin ki ne kadar insan var­ sa o kadar da spekülatör vardır ve her zaman sizi endişeleri­ nizden arındıracak alıcılar çıkacaktır... Borsada bir olayın beklentisi, olayın gerçekleşmesinden daha büyük etki yaratır. Yüksek bir kar payı ve zengin bir it­ halat bekleniyorsa hisselerin fiyatı artar ama bu beklenti ger­ çeğe dönüştüğünde genellikle fiyat düşer. Çünkü aradan ge­ çen zaman içinde olumlu gelişme konusundaki sevinç ve bu _ şanslı olay konusundaki zafer sevinci azalmıştır. Bu olgunun çok anlaşılır nedenleri vardır. Koşullar tehdit edici bir hal al­ dığında ayılar genellikle çöküşten korkar ve böyle bir ortam içinde yer almak istemezler. Bu arada boğalar, her zamanki gibi işlerin gidişatı konusunda iyimserliklerini korurlar. On­ ların bu yaklaşımı o kadar (bilinçsiz bir) güvenle doludur ki daha az olumlu haberler bile onları etkileyip endişeye sev­ ketmez. Ama gemiler gelip kar payları açıklandığında satıcı­ ların cesareti artar. Alıcıların (boğaların) birkaç ay boyunca (yeni) bir elverişli olay beklentisi içinde olamayacağını hesaplarlar. Böylece yapraklar en küçük bir soğukta titreme­ ye, en minik bir gölge korku doğurmaya başlar (bir tarafın hisseleri bıraktığı, diğer tarafınsa elinin tersiyle ittiği böylesi

209


bir durumda fiyatların düşmesi, mucize sayılmaz). Zeki in­ sanlar kaderin getirdiği olaylardan akıllıca yararlanmasını bilirler... Çünkü ani bir değişim olursa (spekülatörler) elleri­ ni (taşın altından) çekemez ve en iyi halde bile kollarını güç­ lükle kurtarabilirler...

Tüccar:

(Açıklamalarından anladığım kadarıyla) Borsa' da

kullanılan terimler dikkatli biçimde seçilmemiş. Dikkat edi­ yorum da Yunanca ile Arapça karışımı bir dil kullanılıyor ve en tecrübeli insanların bile bu dili anlamak için bir sözlüğe ihtiyacı var... Tanrı kadar anlaşılmaz olan hiçbir terim yok. Borsada konuşulan dil ve lehçe karışımının yarattığı karışık­ lığı duydukça, kendimi Babil Kulesi'nin inşaatında sandım. Bazen opsie gibi Latince kelimeler, kimi zaman bichile gibi Fe­ lemenkçe sözcükler, bazen de

surplus * gibi Fransızca terim­

ler kullanıyorlar.

Hissedar:

Borsa' daki dil karmaşasının sorumlusu ben de­

ğilim. İşin gereklilikleri nedeniyle oluşan jargona, zaman içinde alışılıyor ve pratik olduğu görülüyor. Terimleri mali­ yet fiyatına satıyor ve onları geliştirmek ve açıklamak dışın­ da bir kar da etmiyorum...

Filozof (Borsa' daki uygulamalara dönersek, bir sorum var. İ ddia ediyorsun ki) beklenmedik haberlerin gelmesi ne­ deniyle hisse almayı akıllıca bulmayanlarla, satmanın zama­ nının olmadığını düşünenlerin (acemiler ya da şüphe içinde olanların) alıcılarla ve satıcılarla konuşup görüşlerini ve ne­ denlerini değerlendirmeleri ve en iyi işlemi yapmaları için

"Surplus" terimi, sözleşme hükümlerinin yerine getirilmesi sırasında ortaya çıkan farkları ifade ebnek için kullanılan bir terimdir.

*

210


bu tür çabalardan sonra harekete geçmeleri gerekir. (Bu, ge­ leneklere aykırıdır. ) Spekülatörlerin sırlarını bana anlatma zorunda olup olmadıkları veya bir spekülasyonun bu tür bir iletişim beklentisi üzerine kurulup kurulamayacağını öğren­ mek isterim. Kendin de servetlerin göz açıp kapayana kadar kaçırılabileceğini ifade ettiğine göre, bu tür konuşmalarla za­ man kaybetmek nasıl mantıklı bir yöntem olabilir? ... (Ama bu soruya cevap vermeden önce bazı yorumlarda bulunmak istiyorum. Örneğin görünüşe göre) ayıların satış yapmasını gerektiren nedenler ortadan kalktıktan sonra da satışlarını sürdürmesi, felsefeye pek uygun düşmüyor. Çün­ kü filozoflar, belirli bir neden ortadan kalkınca, etkilerinin de ortadan kalkacağını öğretirler. Oysa ayılar satışa inatla de­ vam ettiklerine göre, neden ortadan kalktığı halde etkileri sürüyor demektir. Ayrıca felsefe, farklı etkilerin farklı neden­ lere dayanacağını öğretir... Oysa borsada aynı haber üzerine bazıları alım yaparken diğerleri satış yapıyor. Demek ki aynı neden farklı etkiler doğuruyor ... Ama (borsada) benim felsefeme ters düşmeyen. .. bazı davranışlar da var. Bunlardan biri, çok canlı biçimde tasvir ettiğin, ayıların saldırılarına karşı boğaların gösterdiği dire­ niş. Bunun sonucunda en büyük tehlikede bile fiyatlar yük­ seliyor ... Bu iki tarafın sözleriyle, elleriyle, ayaklarıyla, zihin­ sel çabalarıyla ve servetlerini riske atmak pahasına mücade­ le etmeleri, beni şaşırtmıyor... (Bu verili durum karşısında sa­ nıyorum) belli bazı haberlerin bazı spekülatörlerce olumlu, diğerlerince olumsuz görülmesine de şaşırmamalıyım. Olgu­ lar,- tutkular tarafından değiştirilir ve her insana farklı bir ışıkla görünür...

21 1


Küçük işlemler yapma tavsiyeni, ben de tasdik ediyorum. Bu durum, benim kişiliğime de uyuyor. Aynca felsefe, ... mi­ denin aşın gıdayı sindiremediğini ... (dolayısıyla, mümkün olan) tüm kazancı ve avantajı elde etmeden de (sınırlı mik­ tarda) karla yetinmenin doğru olduğunu öğretir... Borsada spekülatörler bir başarısızlığı yüze yenmiş bir tokat olarak adlandırıyor. Kendini tokatlara açan kişi, bence aptaldır... Son olarak seni temin ederim ki kişisel eğilimim, her za­ man fiyatların yükselmesi doğrultusundadır. Ama ayılarla da konuşacağım. Onlar hep kötümser oluyorlar ve ben sava­ şın sıcağında taraflardan uzakta olmak isterim.

Hissedar:

Şimdiye kadar kimsenin hakkında yazmadığı*

borsaya ait bilgilerin herkes tarafından öğrenilmesi için bu diyalogları Fransızca'ya çevirmeye karar verdim. Kelime oyunlarına dayalı birçok paragraf çevrilemeyeceği için bazı anektodlar eklemenin, derin bilgi ve düşünceleri uyumlu ve zarif bir sunumla yuvarlamanın uygun olacağını düşün­ düm . . . Borsada şakalardan kaçınılamaz. Bunlar, mesleğin asıl çe­

kici tarafıdır. Bu yüzden Borsa'yı tanımlarken bu tür kinaye­ lerden bahsetmemek olmaz. Bu konuda savunma yapmak is­ temiyorum. Sadece bildiriyorum. Ya da daha iyisini söyle­ mek gerekirse, yapılabilecek saldırıların belirli kişilere yön­ lenmemesi ve belirli bir hedefi vurmaması için okumu hava­ ya fırlatıyorum.

* Kitabın Almanca baskısına yazdığı önsözde Pringsheim şöyle diyor: "Yazarın bu cümlesi doğru değildir. Hisse spekülasyonunu anlatan birkaç kitapçık, 1642-1687 yıllan arasında yayınlanmıştır. Yazar ya bunu bilmiyor ya da onlan ciddiye almadığı için anmıyor." Die Verwirrung der Verwirrııngerı ... s. 89 212


Size gerçekçi bir tanımlama yapacağıma söz verdim. Bazı olguları tam olarak yeniden üretmeden bunu yapamam. Bu çabama karşılık gerçeğe asıl ihanet edenin, onu saklayanlar değil, kısırlaştıranlar olduğuna ilişkin şiddetli eleştiriler ge­ lirse, sizi temin ederim ki bildiğim en küçük bir detayı bile atlamayacağını. Ele aldığım meseleler ahlaka aykırı olmadı­ ğı sürece bu taahhüdüme bağlı kalacağım ...

Üçüncü Diyalog Hissedar: Bu muhteşem dünya tiyatrosunun sahnelenmesin­ de çeşitli roller alan insanların oynadığı en büyük komedi, borsada oynanan oyundur. Spekülatörler, taklit edilemez bir moda halinde çeşitli numaralar konusunda uzmanlaşmıştır; mesleklerini icra ederler ve her türlü zulaya, gizlenen ger­ çeklere, çekişmelere, tahriklere, istihzalara, boş konuşmalara, şiddetli tutkulara, danışıklı dövüşlere, ihanetlere, birbirini al­ datmalara hatta trajik sonlara bahaneler bulurlar. Horace bir şarkısında, her zaman oturduğu muhteşem bir tiyatroda oyuncular tarafından eğlendirilen ve oyunun karmaşıklığına hayranlık duyan bir aptalın sevincini şöyle yüceltmiştir:

Qui se credebat miros audire tragedo In Vacuo laetus sessor, plausoque theatro. * Akademisyenlerin dehasını bile geride bırakan skeçleri din­ lemekten daha eğlenceli bir şey olamaz. * Beyit, Horace, Epistulae, II, 2, 129 da n alınmıştır. Şaşırtıo bir trajedi duyduğuna inanıyordu Kapalı bir boşluk olan tiyatrodaki mutlu seyirci

213


Borsayı bütünüyle temsil eden drama, "Sarayda Karma­ şa" ise; boğaları "Daha Çok Kar İçin Daha Çok Acı"; ayıları "Vahşi Canavar, Şimşeğin Çakması ve Taş"; ilgisiz kişileri "Oyun Aptallara Göredir"; becerikli kumarbazları "Hayat Yok, Onur Var"; Frederick'leri " İsminin Talihi ve Talihsizli­ ği"; şanslı spekülatörleri "Tanrı'nın Oğlu Talihini Açsın"; şanssız spekülatörleri "Kaderin Sillesi" oyunları temsil eder. Son olarak, bildiğim her şeyi titizlikle öğretmeme karşın, si­ ze her şeyi vermek isterken aslında hiçbir şey vermemiş ol­ duğumu düşündüğüm için, "Her Şeyi Ver, Hiçbir Şey Ver­ me" oyununu sahnelemek üzere olduğum düşünülürse, si­ zin de "Gözü Açılaıi.lar"piyesini oynamanız lazım;*

Filozof O halde benim oynayacağım oyun, "Dün Gece Ne Oldu"** oyunudur. Çünkü dün gece rahatlığım huzursuzlu­ ğa, sükunetim umutsuzluğa, korkum istihzaya, bilgim ceha­ lete, temkinli halim cinnete, şerefim şerefsizliğe dönüştü. Bir spekülatör beni aldatb; bir dolandırıcının sözüne inandım; bir düzenbaz ünümü çaldı. Hisseler üzerinde konuşan ve cari fiyatın

576 olduğunu

söyleyen birkaç arkadaşa rastladım . Onlara göre bu fiyat korkaklar için aşırı, cesurlar içinse düşükçe bir fiyatlı. Aynı şeyi düşünen ben de fikirlerimin teyit edildiğini duymaktan

* De la Vega, zamanın İspanyol piyeslerinden bahsediyor olabilir. Saydığı oyun­ ların ilk beşi, şunlar olabilir: Antonio Mira de Amescua (1570-1640) nın El Pala­ cio Confuso, Geronomo de Villayzan (1604-1633) ın Sulfrir par querer Mas, Pedro Calderon de la Barca'nın (1600-1681) La Fiera, el Raya y la Piedra, Francisco de Ro­ jas y Zorilla'nın(1607-1648) Entre Bobos Anda el Juego ve Juan Perez de Montal­ ban'ın (1602-1638) No Hay Vida Coıno la Honra. ** Antonio Coello (1600-1653), böyle bir oyun yazmıştır. Oyunun İspanyolca adı, Lo que Passa en ııııa Noclıe'dir 2 14


memnun oldum. Yükselişe oynamam tavsiyesini gayet iyi hatıılruhğım ve ülkeyi ve Şirket'i seven kesimi desteklemek istediğim için ülkenin yıkılmasını isteyen bir ayıya karşı dü­ şüncelerimi göstermek amacıyla (5)86 teklif ettim. Teklif ağzımdan çıkmıştı ki aceleyle ve heyecanla hisselerin benim olduğu söylendi. Diğerleri, kendi tedirginlikleri ve benim cü­ retim nedeniyle öylesine gürültü yaptılar, öyle bağm:p çağır­ dılar, öyle gülüştüler ki, sadece utanç ve öfkeden değil, aptal­ lığını yüzünden de yüzüm kızardı. Elimden paramı aldıklarını düşünerek bütün geceyi hu­ zursuz bir şekilde geçirdim. Sabah şafak söker sökmez de ka­ ğıdın değerini araştırmaya başladırrı. Alçağın biri (ciddi miy­ di yoksa sadece bana işkence yapmak için mi söyledi, bilmi­ yorum), fiyatın (5)64 olduğunu ve kısa sürede (5)20 ye düşe­ bileceğini söyledi. Orada ölüp gitmemem, ya da en azından fenalık geçirmemem, mucizeydi... Tüccar: O sefiller (fazla heyecanlanmış olduğumuz için) kırmızı tarantulanın bizi de ısırması gerektiğini söyledi ve konuşmayı "opsies" meselesine getirdi.* (Arkadaşımız) filo­ zofta yarattıkları üzüntü nedeniyle onlara çok kızdım ve Ekim ayında (5)80' den teslim için verilebilecek en yüksek prim miktarını sordum. Bir tanesi kendisini herhangi bir oranla bağlamak istemediğim ama primin yüzde 20 olacağı­ nı tahmin ettiğini söyleyerek kurnazca karşılık verdi. Yüzde 15 önerdim. Riski, bana iyilik olsun diye aldığını belirterek önerimi kabul etti. Bu nezaketi için ona şükran duyuyordum ki bugün primin en fazla yüzde 9 olduğunu öğrendim. •

Burada tüccann biz olarak konuşması, önceki gece filozofun rastladığı birkaç

arkadaş arasında onun da bulunduğunu gösteriyor.

215


Ama bu nahoş duruma karşın arkadaşımız (filozof) kadar yüksekten düşmemiş olmakla teselli buluyorum. Çünkü kaybedebileceğim miktarı biliyorum. Fark da yüzde 6 dan fazla değil. Oysa o şimdiden 10 pound kaybetmiş durumda ve daha zararının ne kadar olacağını ve ne kadar süreceğini bilmiyor.*

Hissedar: Kendini fazla övmeyesin diye hemen belirtmek isterim ki, onun sıkıntısı, senin kızgınlığından daha öne ge­ çebilir. Borsa'nın ihlal edilemez kurallarından biri (olan tica­ ri teamül), hata yapan tarafın, bunun sonuçlarına katlanma­ ya zorlanmamasıdır. O gün geçerli fiyatlar üzerinden yapıl­ mayan bir işlem için yüzde 10 (değerin) hata payı tanınır. Beklenmedik haberlerin gelmesi durumunda vicdansız bor­ sacılar (o gün oluşan) fiyatın üzerinde ya da altında öneriler­ de bulunarak alıcı veya satıcıları cezbetmeye çalışabilirler. Ancak (numara yapan kişi açısından) avantajlı bir durum ol­ masa da karşı taraf hata yaptığını anladığı anda ona işlemle ilgili bilgi vermesi gerekir. Piyasanın öngörülemeyen olayla­ ra tepkisi çok değişik olmakla birlikte, pratik, bu kesin kura­ lın devam etmesini gerektirmiştir. Dolayısıyla (filozof) hem hisseler için 576 dan fazla ödeme yapmaya zorlanamaz hem de işlemden tamamen vazgeçebilir. Üstelik ilk kez işlem yap­ tığı ve işadamı olmadığı genel olarak bilindiği için, teklifi in­ kar etmesi ve zarardan kurtulması da çok kolaydır.

* Burada, yukarıda sayılan olaylardaki zarar hesaplanıyor. Filozof, hissenin pi­ yasa fiyab 576 iken 586 ödemiş, dolayısıyla başlangıçta 10 pound kaybetmişti. Tüccarsa yüzde 9 ödeyebilecekken yüzde 15 prim ödemiş, dolayısıyla bilgisizli­ ği ya da ihmalkarlığı nedeniyle yüzde 6 kayba uğramışb.

216


(Borsa' da hız ve dürüstlüğün genel kabul gördüğünden emin olun. Örneğin) beklenmedik haberler geldiği zaman borsadaki koşuşturmayı izlemek enfes bir şeydir. Kimse an­ lık tutkuları nedeniyle vermiş olduğu karan değiştirmez ve yüzde 50 fiyat farkı olsa bile sözünü kutsal kabul eder. Şahit­ liğine başvurulabilecek broker'ların aracılığı olmadan, tüc­ carların kendi aralarında müthiş miktarda alım-sahm yap­ masına karşın herhangi bir karışıklık veya kavga meydana gelmez... Böylesi bir dürüstlük, işbirliği ve titizlik, saygın ve şaşır­ hcı bir şeydir. Ama kredibiliten tehlike alhnda değilken ve itibarın da pek zarar görmeyecek gibiyken, Borsadaki ticari teamüllere göre varolmayan taahhütlere ilişkin ödeme yap­ maya gelince, bunun adı cömertlik değil delilik; titizlik değil müsriflik; cesurluk değil Don Kişotvari bir aptallıkhr... Borsa, bir oyuna benzetilebilir. Bazı oyuncular prensler gi­ bi davranıp güçlerini şefkatle, tatlılıklarını zekayla birleştire­ bilir. Ama daha oyun başlamadan bile itibarlarını veya işleri­ ne bağlılıklarını kaybedenler de vardır. Borsa'yı gözleyen, oradaki kabalığı inceleyen akıllı bir adam, Borsa' daki kumarın ölüm gibi herkesi birbiriyle eşit kıldığını söylemişti ... (Ayrıca belirtmem gerekir ki) hisse fiyatlarında yüzde 20'lik bir düşüş ciddi bir çöküş sayılmaz ... Umutsuzluğa ka­ pılıp kaderine küsmen gerekmez çünkü fiyat bir gecede yüz­ de 20 düşebileceği gibi yine aynı sürede yüzde 50 artabilir de ... (Ama yine de en iyisi, hisse spekülasyonuna hiç karışma­ ırtakhr.) İnsanın Borsa' dan (geçici olarak) çekilebileceğini dü­ şünmesi ya da diğer spekülatörlerle görüşmeyi keserek 2 17


beyninin huzura yeniden kavuşacağını varsayması, büyük bir hatadır. Eğer kötü kader sürekli olarak peşindeyse, dağda ya da ormanda şimşeğin çarpması ya da vahşi hayvanların saldırması gibi üzerine çökebilir... Üstelik (paranın tadını al­ dıktan sonra) Borsa' dan çekilebileceğini düşünmek, aptallık­ tır... Borsa'nın bu (büyülü) çevresine (bir kez) giren kişi, bu ebedi tahrike kapılmış, anahtarı okyanusun dibinde olan ve parmaklıkları. hiçbir zaman aralanmayan bir hücreye girmiş demektir...

Tüccar:

(Senin bazı düşüncelerin konusundaki) çekincele­

rimden vazgeçiyor... ve bana sadece "Doğu" ve "Ban" keli­ melerinin anlamını açıklamanı istiyorum.

Hissedar:

"Doğu" ve "Batı", Hollandaca kısaltmalardır.

Şimdiye kadar üzerinde konuştuğumuz "Şirket", işlerinin Hint Adaları'nda olması nedeniyle, artık "Doğu Şirketi" ola­ rak adlandırılıyor. Bir de Antiller 'deki* işleri nedeniyle "Ban Şirketi" diye adlandırılan bir başka şirket var. Bu ikinci Şirket,

1621 yılında, 120-130 ton alnnlık bir ser­

mayeyle kuruldu. Kısa zamanda işleri o kadar iyiye gitti ki Doğu ile Batı'nın hisseleri aynı değere geldi. Hatta Ban Şirke­ ti'nin hisselerinin değerli bir hazine olacağı düşünüldü. Ama durum değişti. Şirket karanfil baharan işini kaybetti, Brezil­ ya' dan çıkmak zorunda kaldı, zenginlik ve refah uçup gitti, başarı ve şan yok oldu ve Şirket hakkındaki düşünceler öyle­ sine değişti ki hisseleri yüzde

3,1/8' den satılmaya başlandı.

Satıcılar, daha da zarar edebileceklerinden korkuyorlardı.

* Enst Indies: Doğu veya Bab Hint Adalan. West lndies: Büyük ve Küçük Antiller. Şirketlerin doğu ve bab diye adlandırılmasının nedeni, east kelimesinin doğu, west kelimesinin bab demek olmasıdır-çn.

218


1674 yılında Bewinthebberen (Felemenkçe'de "müdür" an­ lamına gelen ve her iki Şirket'te de kullanılan unvan), devam eden zararları önlemek ve kayıpları gidermek için bir reorga­ nizasyon önerisinde bulundular. Buna göre ilgili tarafların katkılarıyla şirketin tehlike hattına girmiş olan sermayesi ar­ tırılacaktı. Bu katkılara Bijlegb deniyordu. Reorganizasyonu kabul etmeyen hissedarlarsa resmi yetkililer tarafından his­ selerini satmaya zorlanacaktı. Ama bu konuda bir istisna ta­ nınmıştı: hisseler, küçük bir transfer komisyonuyla diğer odalara devredilebilecekti. Şirket'in, üç tür yükümlülüğü vardı: birincisi, ister miras yoluyla edinmiş ister kendi satınalmış olsun, msse-sahipleri­ ne yönelik yükümlülükler; ikincisi, Şirket'e borç verenlerin tatmin edilmesi yükümlülüğü ki, düşük faizle Şirket'e para veren bu varlıklı insanları tatmin etmek için faizlerin öden­ mesi gerekiyordu; üçüncüsü, yapılan ticareti geliştirmek için gemiler teminat gösterilerek alınan büyük miktarlı krediler. Reorganizasyon çerçevesinde hissedarlar, yüzde 4 oranın­ da nakit ödemede bulunmak zorundaydılar. Bunun karşılı­ ğında kendilerine, eski hisselerinin nominal değerlerinin yüzde 15'i değerinde yeni hisse verilecekti. Şirket'e kredi açanlarsa, yüzde 8 oranında yeni para koyacak, karşılığında da hesaplarındaki paranın yüzde 30'u oranında (yeni) hisse alacaklardı. Deniz ticareti kredileri konusunda, eski krediler­ le yeni krediler farklı muameleye tabi tutulacaktı. Eski kredi­ lere yüzde S'lik nakit karşılığı olarak yüzde 30 oranında his­ se verilirken, daha yeni kredilere (bunların sahiplerine) ise, herhangi bir indirim yapılmaksızın, yüzde 50 nakit, yüzde 50 hisse verilecekti. 219


Bu reorganizasyon, 70 ton alhna maloldu. Gerekli değer­ lendirmelerden sonra yukarıda bahsedilen ayırımlar gerçek­ leştirildi. Şirket'in karıyla da zararıyla da ilgili oldukları için en az korunanlar, hissedarlar olmuştu. Şirkete borç verenler, kar veya zarar hesabı yapmayıp sadece küçük bir faizle ye­ tindikleri için, daha likit varlıkları karşılığında daha düşük bir zararla kurtulmuşlardı. Gemiler teminat gösterilerek alı­ nan kredilerin sahipleri ise bu işten en karlı çıkanlar olmuş­ lardı çünkü vadeleri, şirkete verilen borçlardan daha yakın­ ci;. Yine aynı nedenle, yukarıda belirtildiği gibi eski krediler­ le yeni krediler arasında da bir ayrım yapılmıştı.

Bu işlemler sonucunda Şirket, yeni bir hayata başladı. (Bununla baraber aradan geçen 14 yılda o kadar az kar payı dağıtıldı ki, toplam miktar yüzde 26'yı geçmedi.) Hisse fiya­ tı, Gine ve Curaçao'dan büyük miktarda kargo geleceği umuduyla yüzde 10 -arth. Sözleşmede ihmal edilen bazı hu­ suslar olmasına karşın (artık bu da anlatılmalı), insanlar par­ lak bir gelecek inancı içindedirler. Sorunlu sözleşmede (ki Şirket'in önemli işlerinden çoğu bu sözleşme çerçevesinde yapılıyordu), birkaç Hollandalı tüccarın Curaçao'dan sabit bir fiyata zenci köle alması zorun­ luluğu vardı. Tüccarlar, Gine kıyılarından Şirket'in taşıyabi­ leceği kadar çok zenci alacaklardı. Tüccarlar köleleri (İspan­ yol) Antiller'de tekrar sathkları için bu madde gereğince en az Şirket kadar kazanç elde ediyorlardı. (Bu işi sürdürmek için İspanya' da bir temsilcinin bulunması ve krala belli bir vergi ödenmesi gerekiyordu.) Bu hisselerde spekülasyonun temelini, bu düzenleme oluşturuyordu. Hisse fiyatları, artan nakliye riskinden ve 220


(o zamanlar kaçınılmaz olan) Avrupa' daki (politik) karışık­ lıkların yarattığı vergi artışı dezavantajından olumsuz etkile­ niyordu... (Ayrıca belirtmeliyim ki) barış ve devletin güvenliği iki şirketin de yararına olmasına rağmen her birini farklı etkile­ yen ve fiyatlarının (birbirinden bağımsız olarak) düşmesine ya da artmasına neden olan özel koşullar da var. Buna ek ola­ rak bazı gruplar da oluşmuştu. (Genellikle bunlara "Cabalas" deniyor. Bu terimin cabal* kelimesinden mi, yoksa Cabiloso kelimesinden mi türetildiğini bilmiyorum.)Bu grupların ma­ nevraları sayesinde "Doğu" hisselerine sahip olanların, "Ba­ tı"daki konumlarını güçlendirmek için yükümlülüklerinden sıyrılmaları ve tersi mümkün olabiliyor. Borsa bir hisseden ötekine döner ve hisselerden biri, ötekinin fiyatını yukarı doğru zorlamak için nakit karşılığında çokça satılırsa, diğer hisseden alan ya da diğer spekülatörlere, onların aldıkları malları rehin alarak borç veren spekülatörler, (ilk hissenin) fi­ yatında ani bir düşüş olacağından korkar ve saldırıların da­ ha da artacağından endişe duyarlar. Bu yüzden de (ikinci hisseden) daha çok satış yaparlar. Böylece bu kağıdın tadı azalır ve fiyatı düşer. Bu (Batı) hisseler, "Doğu" hisseleri gibi 500 pound (nomi­ nal değer) üzerinden değil, 1.000 pound üzerinden işlem gö­ rür... Aslında bu hisse, eğer alım-satım konusunda bir risk yoksa bile değeri (Doğu hissesinden) çok daha az olmasına karşın kısa bir süre için FOO pound' dan işlem gördü. Ama

* Caba/: "Tam" anlamına gelen İspanyolca kelime. C11lıiloso: "Entrika düzenleyen insanlar" anlamına gelen İspanyolca kelime.

221


bazı tamahkar tüccarların broker'lık komisyonunun yarıya indirilmesini (Doğu hisseleri için alınan

3 gulden yerine her

iki taraftan da hisse başına sadece 1,5 gulden) istemeleri ne­ deniyle broker 'lar aynı iş için

6 gulden kazanabilmek ama­

cıyla her sözleşmenin en az 1 .000 pound olmasr gereğiyle karşı karşıya kaldılar. Bu komisyon, hisselerin değeri açısın­ dan değilse de, sözleşme yapmak için ilk bakışta fazla gibi görünebilir. Ama aralarında üstad olarak görülen bazı broker'ların ilkelerine, mesleklerine, faaliyetlerine bağlılığı ve hevesi de aynı ölçüde fazladır. (İtiraf edildiği gibi) ortala­ ma dürüstlük sahibi bir broker'ın bile müşterisinin parasının ederini alması konusunda gösterdiği hassasiyet, yine aynı öl­ çüde çoktur. "Batı" hisselerinde de "Doğu" hisselerinde kullanılan nu­ maralar aynı ölçüde geçerli olduğu ve bu hisselerde de eşit ölçüde dürüst ve hilekar alım-satım yapıldığı için, şehrin en büyük ortak paydası olan ve dünyada en çok tanınan bu nu­ maralar üzerinde konuşmaya devam edelim ...

Tüccar: Eğer arkadaşımız için büyük bir sorun yaratmaya­ caksa borsa işlemlerinin yapıldığı yerleri, yöntemleri, işlerin nasıl yapıldığını da öğrenmek isterim. Borsanın kökenini, ya­ ratıcılarını ve karmaşasını bilmemize karşın henüz iş anlaş­ maları ve rekabetin geçtiği yer hakkında bir şey bilmiyoruz.

Hissedar:

İş öylesine sürekli ve kesintisiz biçimde devam

eden bir iştir

ki, yapıldığı yer hakkında tam bir şey söylene­

mez. Ama Bent ve Borsa binası, işin en çok yürütüldüğü yer­

10-12 arasında, Borsa' da da 12-14 arasında yapılır.

lerdir. Bent'te öğleye doğru saat öğleden sonra

222


Bent, Saray'ın (yani, belediye binasının) karşısındaki meydandır. Felemenkçe' de (Dam-çn.) sellere karşı yapılan seti ifade eder. Bir zamanlar, asıl ismi Amstel Dam olan bu şehri Amstel nehrinin taşkınlarından korumak için sarayın yanında bir su bendi varmış. Oyun, bu meydanda sabah saatlerinde başlar. Öğle vakti Borsa'nın kapılarının kapanmasına kadar sürer.* Sonra da kalabalık geç kalıp ceza ödememek için büyük bir aceleyle toplanır. Bundan sonra mücadele Borsa binasına taşınır. Bu­ rada tamamen tükenen kişilere karşı bile silahlar indirilmez ve bu büyük heyecan yaşanırken kimsenin kendini tekrar to­ parlamasına izin verilmez. Borsa, sütunlarla çevrilmiş kapalı bir binadır. (Bazı kimse­ ler onlar sanki birer ateş sütunuymuş gibi bu sütunlar karşı­ sında eğilir, bazılan da sanki birer bulutmuş gibi onların ar­ dına saklanır.) "Borsa" ismi, onun tüccarları bir para kesesi gibi toplamasıyla ya da burada herkesin kendi kesesini dol­ durmak için hevesle çalışmasıyla açıklanır. Birçok oyuncu­ nun derisini Borsa' da bırakarak buradan ayrılmasının nede­ ni, "purse" (kese) kelimesinin, Yunanca'da deri anlamına gelmesidir (gayet normal) ... {Borsa'da) işlemlerin yapılış tarzı, oyunun kendisi kadar saçmadır. Yakın Doğu'da (Levant-çn.) anlaşmalar, bir baş ha­ reketiyle yapılır. Burada ise anlaşmanın göstergesi, tokalaş­ ma ve küçük sillelerdir. Ama ne acılı silleler! Sillelerin va­ adettiği zafer için gayret eden çoğu kişinin kaderi, feleğin sil­ lesinin matemini tutmak olmuştur... * Burada "kapıların kapanması", binanın sadece ceza ödemeleri için açık olına­ sıru ifade ediyor.

223


Bir Borsa üyesi elini açıp diğeri onun elini tuttuğunda, belli miktarda hisseyi, belli bir fiyattan satmış demektir. İkin­ ci tokalaşma, bu anlaşmayı teyid eder. Yeni bir tokalaşmayla yeni bir sahş önerilir, bunu bir teklif izler. Eller, sille atmak ve yemekten dolayı kızarmışhr (utançla kabul ediyorum ki en saygıdeğer insanlar bile böyle sille atarak uygunsuz bir şekil­ de iş yapıyor). Tokalaşmayı bağırış, bağırışı aşağılamalar, aşağılamaları edepsiz hareketler izler. Sonra da işlem bitene kadar daha fazla hakaret, bağırış, itiş-kakış ve tokalaşmalar sürer gider. Kutsal Kitap'ta birinin ancak şaşırdığında ya da bir şeyi kutlarken el çırphğını okumuştum. Buradaysa (Bor­ sa' da ) insanlar eğlendikleri zaman da şaşırdıkları zaman da ellerini çırparlar. . . Bazısı yapılan hileyi alkışlar, bazısı zarar ettiğine şaşırdığı için ellerini oğuşturur. Hem komediyi alkış­ lar, hem de (umutları) yıkıldığında şaşkınlığını. el oğuştur­ masıyla gösterirler... (Burada filozof hissedarın bu canlı tasvirini klasik resim­ lerle karşılaşhrmak için söze girer. Sonra hissedar yine de­ vam eder:) Yaphğım sunum için daha büyük bir alkış almak amacıy­ la, size spekülatörlerin gerginliğini ve iş yaparken başvur­ dukları huzursuz hareketleri anlatmak istiyorum. Sürekli faali­ yet içinde oldukları için, hiç tereddüt etmeden onlara

eylemci

adının verilmesi gerektiğini düşünüyorum ... Kendi faaliyet­ leri konusundaki düşünceleri, fantezilerini o kadar etkile­ miştir ki, (iddiaya göre) uykularında bile faaliyette bulun­ makta, işlem yapmakta ve karşılıklı itişip kakışmaktadırlar. Bir keresinde iki arkadaşım birlikte yahp uyumuşlar. Bir tanesi ötekinin başına öyle bir vurmuş ki kafası şişmiş. Öteki de bağırışlarıyla arkadaşını uyandırmış. Uyandığında, yemin billah, o silleyle bir işlemi sona erdirdiğini anlatmış.

224


Bu spekülatör, ikinci bir Pythagoras'tır. Biri horoz gibi bağı­

rarak, biri de vurarak diğerini uyandırıyor. Portekizce' de her

ikisine de "gallo" denir. . .

Spekülatörler konuştuklarında hisselerden bahsederler; bir iş için bir yere gidiyorlarsa, bunun sebebi hisselerdir; ol­ dukları yerde duruyorlarsa yularları hisselerin elindedir; bir yere bakıyorlarsa, gördükleri şey hisselerdir; derin düşünce­ lere dalmışlarsa, düşündükleri şey, hisselerdir; yemekte, gı­ daları hisselerdir; çalışıyorlarsa ya da kendinden geçmiş dü­ şünüyorlarsa, hisseleri düşünüyorlar demektir; ateşli fante­ zilerinde hisselerle ilgilenirler; hatta ecelleri kapıya geldiğin­ de son endişeleri hisselerdir... Ama bütün bu acayiplikleri bile geride bırakan . . . en ina­ nılmaz şey (bu konu aşırı abartıdan da öte, insana tuhaf ge­ lir), spekülatörün kendi iyiliğine karşı mücadele etmesi, ken­ di isteğiyle savaşması, kendi umutlarına karşı durması, ken­ di rahatına karşı hareket etmesi ve kendi kararlarıyla arası­ nın açık olmasıdır... Her spekülatörün, gözlemcilerin şaşkın bakıŞları altında kendisiyle kavga eden bir insan görüntüsü verecek kadar iki ayrı beden taşıyormuş gibi göründüğü bir­ çok olay yaşanmıştır. Örneğin, eğer borsada satışa yönelik bir atmosfer varken spekülatörü alım yapmaya itecek bir ha­ ber gelmişse, mantığıyla nedenleri arasında bir çatışma yaşa­ nır.

Mantığı, bir yandan gelen bilgi nedeniyle ona alım yap­

masını söylerken, bir yandan da Borsa'daki eğilim nedeniyle satış yapmasını fısıldar.

Tüccar:

Borsa' daki faaliyetlerin tarzı, yeri ve şimdi de hu­

zursuz karakteri hakkında bilgi sahibi olduk Ama ha.La ben Borsa işlemlerinin nasıl sonuçlandığını, hisselerin nasıl devre­ dildiğini ve ödemenin nasıl yapıldığını öğrenmek istiyorum .

225


Hissedar: Size Borsa' da yer alan üç sınıftan bahsetmiştim. Birinci sınıf büyük kapitalistler ya da Borsa'nın prensleri; ikincisi tüccarlar; üçüncüsü de profesyonel spekülatörlerdi. Bu meslekte prenslerin asaletini koruyan, ellerindeki kral servetlerin faiziyle yaşayan kapitalistlerdir. İşlemlerle ilgili bütün sorunlardan kaçınmak için asla Borsa'ya bizzat gel­ mez, avantajlı olduğuna inandıkları emirleri en iyi şekliyle yerine getirmeye çalışan broker'lara verirler. Bazen, daha ön... ceden karar verilmiş bir eğilimin Borsa' da da geçerli olduğu bir durumda, verilen emri tam olarak yerine getirmek müm­ kündür. Ama kurnaz broker'ların, emir sahibinin amacının yönünü hissetmek zorunda kalıp, emri (öngörülemeyecek şekilde) fazla avantaj sağlayamadan ve zorlukla yerine geti­ recek biçimde bu karmaşayı işlemine yansıttığı durumlar da vardır. Büyük finansmancılar gibi bazı tüccarlar da Borsa'ya biz­ zat gelmez ve emirlerini broker'lara verirler. Bunlara göre orada kendilerine yönelik saldırılara, hakaretlere ve bağırış­ lara izin vermek, uygun değildir. Bu tür nahoş olayların hep­ sinden kaçınmak için, Borsa' daki kalabalıktan da kaçarlar. Ancak (spekülatörler gibi) her gün Borsa'ya giden başka tüc­ carlar da vardır. Bu şekilde avantajı saygınlığa, kan edebe tercih ettiklerini göstermelerinin beş nedeni vardır. Birincisi, broker komisyonu ödemek istemez ve böylece kendi çevre­ sindeki tüccarlarla doğrudan iş yaparak bazı fazladan işler­ den ve sorunlardan kaçınmış olurlar. İkincisi, bir eli tutmak­ tan ve

o

ele ulaşmak için gayret göstermekten hoşlanan

(samimi) insanlar oldukları için el sıkışmanın tadına varmayı severler. Üçüncüsü, (eğer bir broker'la çalışmaya karar

226


vermişlerse} onunla kişisel temas kurmanın avantajını yaşar­ lar. Bu durum her zaman onlara, kendi broker'ının, başka bir broker'a önerebileceğinden en az yarım puan fazla bir avan­ taj sağlar. Bunun nedeni, öteki broker'ın (bile) kendisini gü­ venilir görüp görmediğini bilmeyen broker'ın, tüccarları gü­ venilir müşteri olarak görmesidir. Broker, başka broker'la ça­ lışırken komisyonunun sadece yarısını alır ama bir tüccarla işlem yaparken iki taraftan da komisyon alır. Dördüncüsü, fi­ yatlar düşse·de yükselse de tüccarlar fiyatların gidişab konu­ sunda bilgi almak için Borsa'ya gelirler. Borsa' daki bütün ka­ labalığın bu etkili adamların çevresini sararak onların istedi­ ği işlemleri yapmayı arzu etmesi nedeniyle, tüccarların (di­ ğer işlemler için) insanların niyetlerini öğrenmesi, haberleri dakika dakika takip etmesi ve avantajlı sözleşmeler yapması çok kolaydır. Beşincisi, mesleğin virtuosi (erdemlileri-çn.) ve kıdemlileri oldukları ve kimse kendilerinden daha becerikli olmadığı için en iyi olasılıkları kendilerinin hissedeceklerine inanırlar. Basiretli bir adamın vereceği tavsiye, "seni ilgilendiren şe­ yi izle"dir. Bu işteki becerikli insanlar, bu tavsiyeyi uygular­ lar. Çünkü kendi avantajları konusunda kimsenin onlardan daha hassas olmayacağına ve kimsenin bir servet kazanma fırsabnı kendilerinden daha iyi yakalayamayacağına inanır­ lar. . . Tamahkar olmadıkları halde, emirlerini, istekli olduğu ka­ dar dürüst, dürüst olduğu kadar da dakik yerine getirebile­ ceğinden şüphesi bulunm ayan diğer kimselere (broker'lara) vermeyen spekülatörlerin varlığı beni şaşırtıyor. Ama bu tü r bazı spekülatörlerden asıl şikayetim, broker 'ı memnun etme

227


bahanesiyle ona yakın (gerçekten broker'ın lehine davranma niyeti olmasa da) davranmasıdır. Bir ya da birkaç hisse al­ ması için ona emir verir ama emrin gerçekleşeceği anda Bor­ sa' ya gelir, zavallı broker'a verdiği yetkiden daha yüksek bir teklifle bizzat ortaya çıkar ve yüzüne gülerek onu aldatır. Eğer yerine getirileceği anda engel olacaksan, emri vermenin yararı nedir? Daha yüksek bir fiyat verildiğinde hisselerin, yüzüne gülündüğü kadar aldatılan ve samimi olduğu kadar hilekarca davranılan broker'a değil, spekülatöre akacağı bel­ li değil midir? Hisseler üzerinde üç tür işlem yapıldığını söylemiştik. Aynı şekilde üç tür takasın yapıldığını bilmelisiniz. Birincisi, doğrudan devirlerdir. Bunun için hisseleri satan· kişinin Şir­ ket'in muhteşem binası içindeki büroya gitmesi ve orada his­ seyi alıcının ya da kreditörün hesabına devretmesi gerekir. (Daha önce de belirtildiği gibi en varlıklı insanlar bile kredi itibarlarını tehlikeye atmadan hisse rehniyle borç alma yön­ temini kullanıyorlar.) İlgili miktar, banka parası olarak öden­ dikten sonra, Banka yetkilileri ödemenin gerektiği gibi yapıl­ dığını belgelerler (bütün bu prosedürün bizim aramızdaki adı, "hisseyi nakde çevirmek"tir).* Bu işlem, alıcının acelesi olup olmadığına ve satıcının para ihtiyacına göre az ya da çok titizlikle yapılır ve işlemlerin bazen aceleyle, bazen de dikkatsizce gerçekleştirildiğine ilişkin şikayetler olur. İkinci tür takas, tasfiye günlerinde yapılır. Bundan anlaşı­ lan (ya da en azından anlaşılması gereken), hisselerin (ilgili) işlemin yapıldığı ayın yirminci gününde teslim edilmesi, ödemenin de aynı ayın yirmi beşinci gününde yapılmasıdır.

*

Pringsheim'in Almanca çeviriye yazdığı sunuşa bakınız.

228


Ama takas konusunda düzensizlik, ihmalkarlık ve karışıklık yüzünden, kimse hisseleri teslim etmesi gereken zamanda teslim etmeyip, parayı ödemesi gereken zamanda da ödemi­ yor. Rescounters dediğimiz broker'lar vardır, bunlar bu gün­ lerde taraflar arasındaki karşılıklı yükümlülükleri dengele­ yerek tasfiyesini sağlar ve bu işlemlerden doğan farkları alır ve öderler. Bunlar arasında işlerini sürüncemeye ve belirsiz­ liğe bırakarak kazanç arayan adamlar olduğu için, onlarla iş yapanların nazik ve hürmetli davranmaktan ziyade avantaj­ larını ve çıkarlarını iyi takip etmesi gerekir. Üçüncü tür takas, il.eriki bir tarihte yapılan takastır. Bu iş­ lemde, (talep eden) insanın kredi itibarını zedeleyebileceği ve ününü tehlikeye atabileceği için onaylamadığım gizemli ertelemelere başvurulmadığı takdirde, hisselerin teslimi ve ödemesi sözleşmede belirtilen ayın yirminci ve yirmibeşinci gününde yapılır. Bu vadeli sözleşmeler için broker'lar, işle­ me ilişkin geleneksel madde ve koşulların yer aldığı basılı sözleşme formları kullanırlar. Bu formlarda, sadece isimler, ta­ rihler ve fiyatlar boş bırakılmışhr. Taraflar, formlardan iki nüsha doldurup imzaladıktan sonra birer nüshayı birbirine verirler. (Daha sonra) işlemden doğan kar veya zararın resco­ unters tarafından tayin edilmesiyle birlikte, imza atanlar el­ lerindeki nüshaları tekrar değiştirirler. Opsiyonlu sözleşmeler için, primin ne zaman ve nerede öde­ neceğini ve imzacıların yükümlülüklerinin neler olduğunu gösteren başka bir tür sözleşme formu vardır. Rehin formları da diğerlerinden farklıdır. Bu işlem için, herhangi bir tered­ düt veya anlaşmazlık olmamasını teminen, kdr payıyla ilgili düzenlemelerin ve diğer detayların yazıldığı damgalı kağıt­ lar kullanılır.

229


Farkların ödenmesiyle sonuçlandırılacak her tür speküla­ tif işlemin karakteri nedeniyle, nakit işlemlerdeki kuralların çok uygun olmadığını söylerken haklısın.* Ancak bu itiraz, satıcının hisseleri alıcının vadeli hesabına onbeş gün içinde devretmediği takdirde geçerlidir. Devrederse alıcı hisseleri almakla yükümlüdür. Aksi takdirde kendini müflis ilan et­ miş olur. Bu kuralın satıcı için değil, sadece alıcı için geçerli olduğu düşüncesi genel kabul görmüş olmakla birlikte, bu durum kötü uygulamalar yüzünde1 ortaya çıkmış bir hatadır. Avu­ katların belirttiğine göre alıcı gibi satıcının da (Frederick Henry'nin tebliğinde öngörüldüğü şekliyle) itiraz etmeye hakkı vardır. Ayrıca insanlar, satıcının aynı hisseleri (kendisinden alan kişiden) tekrar satınalması durumunda da bu kuralın geçer­ li olmayacağını varsayarlar. Şüphesiz bu da bir hatadır. (Ör­ neğin) (5) 40'a hisse alıp bunu (5) 20'ye satıp, sonra da tanık­ ların huzurunda bu satışın önceden aldığım hisselerle kapa­ tılacağını açıklarsam, tebliğ uygulanmaz. Bu işlemle kendi­ mi, (nominal değerin) yüzde 20 oranındaki zararıma ilişkin farkların borçlusu olarak ilan etmiş olurum. Bu durumda da borcu kabul etmiş olduğum için itiraz hakkım olmaz. Ya far­ kı öderim ya da kendimi müflis ilan etmiş olurum. Ama bi­ rinden 40' a hisse alıp bununla ilgili herhangi bir açıklamada bulunmadan başka bir hisseyi başka birine (bu işlemlerde satıcı olarak adı geçmeyen biri) 20'ye satarsam, (yükümlü-

* Bu paragraftaki "kural" terimi, Frederick Henry'nin tebliğini ifade ediyor. Sunuş bölümüne bakınız.

230


lükten) kendimi kurtarmak için kendimi müflis ilan etmeme ya da el sıkışmaktan kaçmak için ortadan kaybolmama gerek kalmaz; (tebliğdeki kurala başvurabilirim). Kuralın

opsiyonlu sözleşmelere uygulanıp uygulanamaya­

cağı konusunda ise, uzmanların görüşleri çok farklıdır. Bu konuda örnek oluşturan bir karar görmedim. Bu yüzden in­ sanın doğru bir sonuca varması için birçok davayı gözden geçirmesi gerekir. Hukuk uzmanlarının tümü, bu kuralın (sözleşmedeki) alıcıya olduğu kadar satıcıya da uygulanabi­ leceği konusunda hemfikirler. Oysa uygulamada yargıçlar genellikle abayı yükümlülüklerinden kurtarırken satıcıyı (sözleşmeye) bağımlı kılan kararlar vermişlerdir. (Eğer kura­

y

lın hem alıcı a hem de satıcıya uygulanacağı varsayımı doğ­ ruysa) "cali" primini almışsam takas gününde hisseleri tes­ lim etmek zorunda kalacağımı, "put" primini almışsam da takas gününde önerilen hisseleri kabul etmek zorunda kala­ cağımı düşünebilirim. Ama tam tersine kuralın sadece saha­ ya uygulanacağı görüşü doğruysa, "call" primi aldığım za­ man aslında satıcı olmuş olduğum için, kuralın (sığınacak yer arayan bir kişi olarak bana) faydası dokunmayacaktır. Oysa "put"primi almışsam, o zaman alıcı sayıldığım için ku­ ralın bana yardımı olacaktır. Ancak "put" primi konusunda da önemli görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Bilimadamları kuralla ilgili herhangi bir (yasal) hak talebinde bulunmanın mümkün olmayacağını ileri sürerken mahkemeler buna ay­ kırı kararlar veriyor. Böylece hukukla mahkeme kararlan, kuralla kararların nedenleri arasında çelişmeler meydana geliyor. Teori belirsizliğini korurken kimse mahkeme karar­ larının hangi şekilde olması gerektiğini bilmiyor.

23 1


Ancak put primini ödeyen kişinin elinde sözleşmenin im­ zalandığı gün hisse varsa ve bu sayede onları bana vermeyi önerip öneriden sonraki onbeş gün içinde de hisseleri hesa­ bıma devrederse, bu durumda kuralın uygulanması bana pek mümkün görünmüyor. Bazılarına göre primi ödeyen ki­ şinin, sözleşmeyi imzaladığı gün değil de hisseleri devretme­ ye hazır olduğunu beyan ettiği gün hisselerin elinde olması, kuralın uygulanmasına yönelik itirazları geçersiz kılması için yeterlidir. Rehin konusunda da mahkemelerde benzer bir belirsizlik bulunuyor. Hisselerin değerinin borca temel teşkil eden de­ ğerin altına düşmesi halinde rehin verenin aradaki farkı öde­ mesi ya da kendini müflis ilan etmesi genel kabul görüyor. Ama bazı spekülatif beyinlerin ileri sürdüğüne göre (şüphe­ siz bu belirsizlik, kendi konumlarını haklı çıkaracak olgula­ tın çok az olması nedeniyledir), hisseler, rehin karşılığı borç veren kişi olarak benim açtığım vadeli hesaba rehin anlaşma­ sından sonra onbeş gün içinde devredilmediyse ve ödeme gününe kadar borcu alan kişinin hesabında kalıyorsa, kendi­ mi olası bir zarardan kurtarmak* ve aynı zamanda kar etmek için (kurala göre) itirazımı yapabilirim. En eğlendirici şey ve komedinin zirvesi, müşteriye saygı­ nın yok olduğu, etraftan çekinme diye bir şeyin kalmadığı; seslerinin giderek daha arsız, hakaretlerinin daha şiddetli ve tokalaşmalarının daha saçma olduğu bir ortamda, bir işlem

* Görünüşe göre de la Vega burada yasal bir cezadan bahsediyor. Çünkü his­ selerin değeri, borcun hesaplandığı değerden aşağı inmiş ve hald hisseleri elin­ de tutan borçlu, fiktif bir temel üzerinden borçlanmış durumdadır. Böylece açığa sabş yapmış, ya da elinde hisse olmadan "cali" primini almış, kişi duru­ muna düşmüştür.

232


nedeniyle birbirini gagalayıp duran iki broker dır. Bro­ ker'lardan biri 500 pound önerir ve diğeri kabul eder (Borsa dilinde buna Serpilladas* denir) veya biri hisseler için özel bir fiyat teklif eder, diğeri de buna ters bir şekilde, "hisseler se­ nindir" (borsa lisanına göre bunun anlamı, elde' dir) şeklinde karşılık verir. Hisseler, ister "ele geçirilmiş", isterse "çalınmış" olsun, etraflarındaki Borsa halkı birbiriyle çekişmektedir ve bu meraklı kalabalık öyle bir ses çıkarmaktadır ki gören ce­ hennem açılmış da Cehennem Melekleri (Furies)** kavga et­ mek için dışarı çıkmış sanır... İki tür broker vardır. Bazıları, yetkililer tarafından atan­ mıştır ve kendi hesaplarına işlem yapmayacakları konusun­ da yemin ettikleri için 1'yeminli" diye adlandırılır. Sayıları sı­ nırlıdır ve ancak ölüm ya da çok

az

tanınan özel ayrıcalıklar

nedeniyle değişir. Diğer tür broker'lara ise "serbest" broker denir. . . Diğer broker'ların karlarını ellerinden kaptıklarını göstermek için onlara bir de, "asalak" (drones)*** denir. Ser­ best broker'lar dava edilirse, (yeminli broker'ların) kazancı­ nı azaltmak nedeniyle ceza ödemek durumunda kalırlar ama sadece kişisel intikam duygusu nedeniyle bu tür bir yola baş­ vurulur.

Normalde kendi hesaplarına çalışan yeminli

broker'lardan ziyade serbest broker'lara göz yumulur. Sayısız serbest broker vardır. (Bazı durumlarda) bu mes­ lek, varlığını kaybetmiş işadamları için başvurulabilecek tek meslek, harap olmuş kariyerler için sığınılabilecek tek alan­ dır. Borsacılık o kadar canlı ve yaygın bir iştir ki sayısız * Ser pilladas, İspanyolca'da, "işi bitmiş" veya, "paketlenmiş" demektir. ** Furies: Yunan efsanelerine göre suçluları cezalandırmakla görevli, yılan saçlı üç tanrıça; öfkeli ve şirret kadın-çn. Drone kelimesinin diğer anlamı da, "bal yapmayan, iğnesiz bir cins erkek arı" -çn. ***

233


serbest broker olmasına karşın, kimsenin öldürmek için yi­ yeu soyguncu veya yemek için öldüren avcı olmalarına gerek kalmadan herkes de geçimlerini sağlamaktadır. Hepsi de ya­ şar, gelişir, kendilerini diğerlerinden ayırdetmek için bir şey­ ler yapar ve resmi görevli olma eksikliklerini karşılamak için büyük çaba gösterirler. Müşterileriyle öylesine ilgili, onlara öylesine bağlı görünürler ki ünleri konusundaki eksiklerini gayretleriyle, (maddi servetleriyle vermeleri gereken) güven­ lik (duygusu) konusundaki eksiklerini de işe bağlılıklarıyla kapatırlar. . . .

Filozof

(Bize henüz anlatmadığın borsayla ilgili bir başka

mesele daha var.) O talihsiz akşam beni sıkıntıya sokan sefil­ ler,

ducaton hisse

diye bir şeyden bahsettiler. Bize bunun ne

demek olduğunu anlatmadan tatmin olmayacağım.

Hissedar: Bazı borsacılar, normal hisselerle (bunlara, büyük ödenmiş hisse de denir) oynamanın zayıf kaynakları

ya da

için çok tüketici olduğunu gördüler. Bu yüzden de küçük hisseleri içeren, daha az tehlikeli bir oyun oynamaya başladı­ lar. Tam hisse fiyatının bir puan düşmesi ya da çıkması sonu­ cu insan 30 gulden kaybedebilecekken, küçük hisselerde bu risk, her puan için sadece bir ducaton' a (3 gulden) iniyordu.

Ducaton hisse alım-satımı denen bu yeni spekülasyon,

1683'te

başladı. İşlemlerin basit bir şekilde çözümlenmesi için, Genel Veznedar denen adamın yardımına başvuruldu. Bu adam, daha önce sadece sözlü anlaşmalara yapıldığı gibi, bütün sözleşmeleri deftere kaydetti . Kaydedilen bütün sözleşmeler için, iki taraftan da bir

placa*

aldı. İşlem son haliyle deftere

kaydedilmeden önce, veznedar iki tarafla da konuşuyordu. • Placa,Hollandalılar'ın stuiver dediği küçük madeni paraların İspanyolca karşılığı.

234


Bu tür işlem yapanların bir aydan daha uzun işlemlere razı olduğu pek görülmüyordu çünkü bu insanların kaynaklan yeterli değildi. Her ayın birinci günü Borsa saati öğleden sonra 13.30'u gösterince veznedar iki tarafsız borsacıdan bü­ yük hisselerin fiyatlarını öğreniyor ve bu fiyat doğrultusun­ da küçük hisselerin fiyatını belirliyordu. Bu komediye, "çu­ buğu kaldırmak'' adı verildi çünkü ortaya çıkan gürültü ne­ deniyle bu uygulamaya son verilmeden önce, veznedarın bir çubuğu havaya kaldırması yöntemi kullanılırdı. Fiyatın tes­ pit edilmesinin ardından işlemlerin sona erdirilmesi gelirdi (ancak işlemler ayın ortalarına kadar çözümlenemezdi). Ödeme nakit olarak yapılır ve büyük hisselerdeki ödemeye göre çok daha titiz davranılırdı. Hatta en deneyimli işadam­ ları bile bu titizlikten etkilenerek işin şaibeli konumunu gö­ zardı ederek küçük hisse spekülasyonuna katılır ve bunu

(fa­

aliyetleriyle) onaylamış olurlardı. Son beş yıldır bu tip hisse ticareti (esas olarak gürültücü ve sürat-i intikal yeteneğine sahip bir grup çerçevesinde) öy­ lesine gelişti ki kadınlar, yaşlı kadın ve erkekler ile çocuklar bile bununla ilgilendiler... Böylece bazı hasarları azaltmak için geliştirilmiş bir araç, aslında riski yaygınlaştırmış oldu. Spekülasyon öylesine yayıldı ki artık insanlar sanki ellerin­ dekiler kibritmiş gibi bölük (ducaton) hisselerle alım satım yapıyor. Bu işle ilgilenenlerin günün birinde mahvolacağın­ dan korkuyorum . * ..

Bir ayna kırıldığında, kristalin her parçası ayna olarak kalmaya devam eder. Aradaki tek fark, küçük parçalar insanı * 1688 de bu tür spekülasyondan vazgeçilmesi konusunda yapılanlar için kitabın orijinal baskısı bkz: s.40

235


daha minyatür halde yansıtırken daha büyük parçalar, daha büyük yansıtır. .. Hisseler de aynalara benzer. En azından yansıtılan nesnenin havada asılı göründüğü ya da bakanla­ rın kendilerini havada uçuyormuş gibi gördükleri için gül­ mekten kırıldıkları türden özel aynalara. Veya bir kuyunun üzerinde ileri geri gidip geldiğinde birinin öldüğüne, başka birinin hayatta kaldığına işaret eden Achaia aynası gibidirler. Korku dolu insanlar bu aynayı (büyük "Doğu" hisseleri) kı­ rarak 500 pound'luk büyük hisselerin her birinden 5.000 adet küçük hisse çıkacak şekilde kristali kesmişlerdir. Bunu ya­ parken niyetleri hisse ticaretini daha az riskli bir hale getir­ mekti ama yaptıkları, bir işlemden birçok işlem, bir aynadan birçok ayna çıkması dışında bir sonuç vermedi. . . Neredeyse bütün spekülatörlerin küçük hisse alım-satı­ mında bu kadar hevesle rol almasının nedeni, büyük hisse alıcılarının bu hisseleri küçük hisse olarak satma istekleridir (çünkü her ayın ilk günlerinde küçük hisselerin fiyatları bü­ yük hisselerden daha fazladır).* Bu işlemden kar ettikçe, har­ canan emeğe de işlemin değersizliğine ve riskine de dikkat etmezler. Gürültüyü, bağırışları ve takas gününde geçerli olan itiş­ kakışı artıran şey, hisselerin bir grup spekülatörden başka bir grup spekülatöre erdemli olmayan bir şekilde devridir (bu hisselerle yapılan tek işlem budur). (Hafta içi günlerde takas işlemleri Borsa' da, pazar günleri ise ana caddede yapılır.) Ortaya çıkan gürültü o kadar büyüktür ki bazı insanlar sal­ dırıya uğradıklarını sanır, bazıları da

kim vurduya gitmekten

• Bu fark, aylık takas günlerindeki farktan kaynaklanıyor olabilir.

236


korkar. Büyük hisse alıp ducaton hisse satanlar, küçük hisse­ lerden biraz daha kar sağladıktan sonra büyük hisse işlemle­ rine devam edebilmek için çubuğun biraz daha aşağıda dur­ masını (yani alım-satımın birkaç dakika daha sürmesini) sağlamaya çalışırlar. Tersine ducaton hisse alıp büyük hisse (açığa) satanlar da karlarını emniyet altına almak için çubu­ ğun bir an önce kalkmasını isterler. Bunlar, daha fazla kar sağlamak için büyük hisselerle yaptıkları işlemlerin sonuç­ lanmasını bekleyeceklerdir. . . Thomas de Vega, gölde yüzmek için doktorlardan izin is­ teyen ama su boğazına kadar yükselince aklına ve sağlığına tekrar kavuşup o şekilde kalan bir aptalın hareketini anlat­ mıştır. Aynı bu aptal gibi hisselerle kumar oynayarak kendi­ ni bu (spekülasyon) denize atan, sonra da su sırtına kadar yükselince ayağını tekrar yere basan ne kadar çok hasta in­ san vardır, bir bilseniz. En kötüsü de bu girdaba atladıkların­ da sersemler ve çarenin ne olacağını bilmezler. Timsah hak­ kında söylenen şey, onun yavruyken en küçük, ama büyüdü­ ğünde en büyük kertenkele cinsi hayvan olduğudur. Küçük ducaton hisselerle işe başlayanlar da en kurnaz sp ekülatörle­ rin numaralarını geliştirirler ve kimse bu durumdan rahatsız olmaz ya da özür dileme zorunluluğu duymaz ... Spekülatörler, büyük hisse işlemlerinden vazgeçerek kaçı­ nılmaz kaderlerinden kaçtıklarına ve kendilerini hisse kuma­ rının prangalarından kurtardıklarına ilişkin boş bir inanç bes­ lerler. Ducaton hisse alım-satımıyla uğraşbklarında ıstırapları­ nı biraz ertelemekten başka bir sonuç elde edemeyeceklerini kısa sürede keşfedeceklerdir. . . Daha önce de belirttiğim gibi spekülatörler, herhangi bir (belirli) kaybın kendilerine verdi­ ği zararı hafifletmek için sayısız işlem yaparlar... Zararımız

237


gözlerimizden bile belli olduğu halde işin içine giderek daha çok batarız. Tanrı bizi her şeyimizi kaybetmekten korusun! Bu kumardan alınan zevk öyle bir noktaya gelmiştir ki ducaton hisseyle oynamayanlar ortaya bir ;'stuiver"sürer, bunu da yapacak koşullan olmayanlar daha küçük madeni paralar sürer. Bu dünyayı hiç bilmeyen ve en iyi durumda bi­ le cep harçlıklarından başka bir şeyi olmayan çocuklar bile büyük hisselerin fiyatlarındaki bir puanlık yükseliş ve düşü­ şün, kendi küçük hisselerinin belli bir miktarına denk geldi­

ğini bilirler... Bir yabancıyı Amsterdam

sokaklarında dolaştı­

rıp ona nerede olduğunu sorduğunuzda alacağınız cevap, "spekülatörlerin arasında" olacaktır çünkü (şehirde) hisse­ lerden konuşulmayan tek bir köşebaşı bile yoktur. Bu tür bir spekülasyonun (ducaton hisse spekülasyonu) ortaya çıkmasının iki ana nedeni, broker'ların kar hırsı ve kuman icat eden diğer insanların ihtiyacıdır. Bu konuyu bi­ raz daha açmak için broker'ların kar hırslarının üç nedeni ol­ duğunun ve bu nedenler yüzünden birçok kişinin mahvol­ duğunu söylemek gerekir. Birincisi, broker'lık komisyonu kazanmak isterler; ikincisi, fiyat dalgalanmaları üzerinden (kendi hesaplarına) çabuk kar etmek isterler ve üçüncüsü, ra­ hat bir hayat yaşamak isterler.

(1 ) Bütün bu sonuçlara (bir seferde) varmaya çalışır­ larsa kolayca başarısızlığa uğrayabilirler. Çünkü büyük bir broker'lık komisyonu almak için (kendi hesaplarına) çok miktarda hisse almaları ya da önermeleri gerekir. Bu durumda kolayca yakalanabilirler (veya, Felemenkçe deyişiyle, "asıla­ bilirler"). Demek ki (sürekli) yeni haberlere bağımlı ve zara­ ra açık insanlardır.

238


(2) Fiyat hareketleri aracılığıyla, yani müşterilerinden büyük miktarlı emirler alıp bu emirleri yerine . getirirken (kendi hesaplarına) büyük miktarda spekülasyon yaparak hızlı kazanç elde etme peşinde olan broker'lar da aynı kade­

ri paylaşırlar. Çünkü (müşteri adına alınmış) bu hisseleri kendi adlarına tutmayı düşünmemelerine rağmen, bu zaman içinde {hisseler kendi üzerlerindeyken) aniden gelişecek olaylan öngöremeyebilirler.

(3) Tüm değişimleri cesaret ve akılla karşılamak için gö­ nüllü olarak kendini mesleğine adayan broker, daha çok tat­ min duyacak, hamlelerinde daha güçlü olacaktır. Ama so­ nunda (o da) mesleğinin, her zaman insanı karanlıkta bıra­ kan, yani her zaman riskli, yani her zaman ürkütücü bir mes­ lek olduğunu itiraf etmek zorunda kalacaktır. Yukarıda sayılan üç yöntemden ikincisini kullanarak ka­ zanç elde etmek için, broker 'ın borsada sevilen biri olması gerekir. Çünkü eğer işlem tamamlanınca müşterileri konu­ sunda sorulara muhatap olursa, sözleşmeleri onun adına im­ zalayacak ve işlemin gerçek karakterini saklı tutacak iyi bir arkadaşının yardımına ihtiyaç duyacaktır. Emirlerin bu şekil­ de saklanması ve perdelenmesi öylesine yaygındır ki saf in­ sanlara zarar veren bir şey olmasına karşın tüccarlar bile bu manevraya başvurmaktadır. Tüccarlar, fiyatta değişiklik yapması kesin bir olaydan ha­ berdar olunca, bu değişiklikten kar elde etmek için broker'lara giderler. Ancak broker'lar verilen emri tamamlamadan önce isimlerinin ortaya çıkmaması gerekmektedir çünkü mali va­ ziyetten emin değildir ya da fiyat emrin yerine getirilmesin­ den önce değişebilecektir...

239


Bir broker bu tür bir emir aldığında,* olayın diğerleri ta­ rafından farkedilmesi korkusuyla ve (sonradan) emri yerine getirmekle suçlanmamak için işlemi sonuçlandırmaya cesa­ ret edemez. Fiyattaki (olası) bir tepki den veya diğerlerinin dikkatini çekmekten çekinir. Konuyu fazla soruşturursa müşterisinin kimliğinin açığa çıkacağını ve (bunun üzerine) kimsenin kendi hesabına ona hisse satmayacağını düşünür. Böylece kendi çıkarlarıyla sadakati, tutkularıyla korkuları, kar etme isteğiyle bilinci çatışmaya başlar. Sonunda broker meseleyi, onun kendi hesabına binlerce pound'luk ducaton hisse satması sayesinde kendisinin perde arkasında kalabil­ diği bir arkadaşına açmaya karar verir. Ducaton kumarını keşfedenler broker'lar olmasına karşın daha elverişsiz konumdaki insanlar da oynuyor. Emin olun bu kumardan elde edilen karın büyük kısmı, kağıt ve zar oyunlarına, şaraba, ziyafetlere, hediyelere, arabalara, parlak kumaşlara ve diğer lüks eşyalara gidiyor. Ama aynı zaman­ da sadece aileleri için yeterli kazanç sağlamak isteyen sayısız insan da var... Bazıları zevk için oynar; bazıları gösteriş, bazıları da eli sı­

kı olduğu için küçük hisselerle kumara girer. Çok az sayıda kişi de (borsada) hayatını kazanmaya çalışır. Eğer kötü şans onları vurursa ve düşüşlerini engelleyemezlerse, en azından onurlarını kurtarırlar. Primleri alıp, yatırdıkları parayı yeni­ leyip, farkları ödediklerinde kızgınlıklar yok olur, sorunları hallolur, karmaşa biter ve saldırı geri çekilir. ilişkili üzerinde etkili olabilecek bir olayı, özel

* De la Vega burada uzunca açıkladığı bir konuyu, broker'ın boğalarla olduğunu ima ediyor. Hissenin fiyatı vaka şeklinde ele almış.

240


Çoğu kişinin bu girdaba atlamasının nedeni, bu durum­ dur (yani tam bir çöküşten kaçınma olanağı). Ve ducaton his­ selerle oynamayanları saymak, oynayanları saymaktan daha kolaydır.

Dördüncü Diyalog Hissedar: İlk diyalogda borsanın doğuşunu ve etimolojisini, Şirket'in zenginliklerini, ... spekülasyonun genişlemesini ve primli işlemleri anlattım. Bu arada başkalarını dolandırmak için başvurulan manevraları da biraz ele aldım. İkinci diyalogda fiyatların istikrarsızlığını ve bunun ne­ denlerini açıklayarak başarılı spekülasyonun nasıl yapılabi­ leceği konusunda tavsiyelerde bulundum, çıkış ve inişlerin nedenlerine değindim, ayıların korkularından, boğaların ce­ sur yaklaşımlarından bahsederek boğaların girişimciliğinin sonuçl arını, ayıların çekingen davranışlarının önemini dile getirdim; borsadaki karışıklıkların işaretlerine ve akıl ermez­ liğine, spekülasyonun çılgınlığına ve saçmalığına, borsada kullanılan lisana ve artık gelenekselleşmiş terimlere değin­ dim. Üçüncü diyalogda size çeşitli işlemleri açıklamaya, (oyu­ nun) bazı kurallarını öğretmeye ve bu mesleğe ilişkin bazı uygulamaları anlaşılır kılmaya başladım. Sözleşmelerin adaletinden, teslimat vadesinden, hisselerin devir yerin­ den, mesleğin yapıldığı mekandan, (Borsa' daki) ahlaksız davranışlardan, huzursuzluktan, kabalıktan, tokalaşmalar­ dan, Borsa çılgınlığından kurtulmanın imkansızlığından,

24 1


West Indian Company' den, ducaton hisse spekülasyonunun ilkelerinden, borsacı çeşitlerinden, takasın ertelenmesinden, broker çeşitlerinden, onların vicdanından, riskinden ve aşırı cesare�lerinden bahsettim. Demek ki artık geriye işin en spe­ külatif kısmı kaldı: Borsa labirentinin en karmaşık ve şeytani mekanizmaları olan ve olası en kurnazca yaklaşımı gerekti­ ren Borsa işlemlerinin zirveleri, Borsa operasyonlarının şahi­ kaları kaldı. .. (Örneğin) on ya da yirmi insan Borsa' da bir araya gelip bir grup (daha önce de belirtildiği gibi buna Cabala adı veri­ liyor) oluştursun. Bu grup, hisse satmanın doğru olduğunu düşündüğü zaman bu hedefi uyanık bir şekilde yerine getir­ mek için biraz daha düşünmesi gerekir. Grup üyeleri ancak sonuçlarını öngörebildikleri zaman, yani şanssız tesadüflere uğramadan başarının garanti olduğunu hesapladıkları za­ man harekete geçerler. Üyeler (ayılar grubunun üyeleri) ilk darbeyi vadeli satış­ larla yaparak nakit satışları daha büyük bir sıkıntı anına sak­ larlar. Vadeleri çeşitli aylara yayılan 50.000 pound'luk satış yaptıklarında fiyatın biraz düşebileceğini de düşünürler. Bu düşme eğilimi yayılır, ayılar (grubu) diğer spekülatörlerden de yardım alır ve katılımın bu kadar genişlemesiyle (meka­ nizmanın) hedefine varması kesinleşir. Maiyetindeki sayısız insan nedeniyle "Kuyruklu Dük'' adını alan Savoylu Amadeo 1 gibi, bu tür manevraların liderlerine de "Kuyruklu Prens" adı konabilir. Kendilerini takip eden sayısız insan nedeniyle, veya takipçilerinin onlara yapışması nedeniyle, veya bu takipçilerin liderin kaftanının eteğini taşımaları nedeniyle aynı terim ayı­ ların liderlerine de uygulanabilir. Hakim eğilimleri takip 242


etmek için fırsat kollayan birçok insanın var olması, bu kü­ çük grubun bir ordu haline gelişi, beni hiç şaşırtmıyor. (Çoğu insan) sadece başkalarının yaptığı şeyleri yapmayı ve sadece onları takip etmeyi düşünür... (Ayılar grubunun) ilk numarası şöyledir: Büyük sermaye sahiplerinin hisseleri nakit parayla alıp vadeli satarak yatır­ dıkları paranın faiziyle (faize eşit miktarlı bir fiyat artışıyla) tatmin olacak şekilde sözleşme vadelerini defalarca uzatma­ larını önlemek için, grup hissenin o anki nakit satış fiyatın­ dan, vadeli satışlar ayarlar. Daha büyük bir kar için belli bir faiz zararına katlanırlar. Bu halleriyle de etin gölgesini daha büyük gördüğü için elindeki eti başkalarına kaptıran Ezop'un köpeğine benzerler. İkinci olarak, grubun güvendiği bir broker' a, asıl amaanı ortaya koymadan bir boğadan hisse alması emri verilir. Bro­ ker, herkese duyurarak aynı hisseleri tekrar satar. Bu arada boğaların bile sahş yaptığı duyurulur. Broker, bir boğadan al­ dığı hisseleri bir başka boğaya satmaya çalışırken, ikinci boğa, ilk boğanın satış yaptığı söylentilerinin doğru olduğu­ nu görür. Bunun üzerine kendisi de hisselerini satar. Herkes korkuya kapılarak diğerinden önce satmaya çalışır, satınal tavsiyelerine kulak verilmez. Bu tür bir paniğe, "işkence"* deriz. Sayısız borsacı, en küçük bir şüphe ortaya çıktığında, hemen dizlerinin üzerine çöker. . . Üçüncü olarak ayılar grubu hisse rehniyle geçinen var­ lıklı insanlardan birine birkaç blo)< nakit hisse satışı yapar. Bu insanların nakit parayla aldıkları hisseleri vadeli olarak

• İspanyolca terim, tener calcetas

243


sattıkları (doğal olarak) bilindiği için, grup (o günün) hisse fiyatları belirlenmeden (Borsa' da temsil edilen) bütün şirket­ lerin temsilcilerine çok gizli bir mesaj iletmesini (bu manev­ ranın gerçekleştirilmesiyle görevlendirilmiş) broker'ına tem­ bihler. Bu mesaj, büyük sermayedarın önemli bir haber alma­ sı ve bu haber nedeniyle elindeki hisseleri satmasiyla ilgilidir ve kısa zamanda

herkesin bildiği bir sır

olacaktır. Bunun ar­

dından satış gerçekleştiğinde, numara doğrulanmış, amaca ulaşılmış, korku yaygınlaşmış olur ve fiyatların çökmesi an meselesi haline gelir. Ama bu panik, spekülatörler koruyucu­ larının görüşlerinin değişmesinden şüphelendiği ve zeminle­ rinin sarsıldığını gördükleri zaman kolayca açıklanabilir. Dördüncü olarak, kampanyanın başlangıcında grup Borsa'da bulunabilecek tüm parayı borç alır ve bu parayla hisse alacağını hissettirir. Ama bunun ardından büyük satışlar gelir. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuştur. Birincisi, Borsa önemli haberler nedeniyle ilk planın değiştiğini düşünür; ikincisi, boğaların hisselerini rehine vererek para bulmalarının önüne geçilmiş olur. Bu durumda boğalar hisse almak için pa­ ralan olmadığından satmak zorunda kalırlar (aksi takdirde de yedinci aşamada anlab.lacak tuzağa düşmüş olurlar). Beşinci aşama, prim ödeyenlerin call haklarını kullanma­ ları durumunda hisseleri satmaları yönünde baskı oluştur­ mak için, mümkün olan en geniş düzeyde call opsiyonu sat­ maktan (borçlanılabilir kaynakları tüketmek suretiyle) iba­ rettir. Alb.ncı aşama, prim alanları (bunların boğalar olduğu dü­ şünülür) daha fazla hisse almaya cesaret edemez hale getirene kadar mümkün olduğu kadar çok sayıda put sözleşmesine 244


girmektir. (Böylece büyük oranda elleri bağlanmıştır) çünkü zaten (put) primini aldıkları hisseler kendilerine önerildiğin­ de) o hisseleri almak zorundadırlar. Bu durumda fiyatların düşmesi üzerine yapılacak bir spekülasyonun önü artık açıl­ mıştır ve başarı neredeyse kesindir. Vadeli call sözleşmesiyle alım yapıp sabit (vadeli) bir terminle satış yapan, ya da put sözleşmesiyle satış yapıp sabit (vadeli) terminle alım yapan­ ların, spekülasyonlarının yönünü değiştirdiklerini söyleriz. (Se­ çilen) yönün yanlış çıktığı ve böylece doğru yönün kaçırıldı­ ğı böyle bir değişiklik, pek yapılmaz. Yedinci aşama, boğaların kuşatmayı yarmak için hisseye ihtiyacı olduğu saptamasından kaynaklanır. Bu durumda ayılar onlara para sağlayacaktır. Ayılar sonra da rehinli his­ seleri tekrar satar ve satıştan aldıkları para ile hisseler için verdikleri borç arasındaki farkları kullanarak yeni call ve put

operasyonlarına girebilirler.* Ne şeytanca bir numara. Ölümsüzlük vaadinde bulunu­ luyor ama verilen şey, ölüm. Ayılar, daha önceden boğaların almış oldukları hisseler karşılığında (rehin alarak) onlara borç vermek suretiyle boğalara can katmış gibi görünüyorlar. (Sonra dönüp aynı hisseleri satınca) boğalar, daha önce rehi­ ne verdikleri hisseleri tekrar almak zorunda kalıyorlar... Şimdi ayıların elinde hisse kalmamasına rağmen, sanki çok malları varmış gibi bir görüntü vermekten hiç yüzleri

* Bu çeviri, İspanyolca metindeki gibidir. Ama Almanca çevirmen, burada de la Vega'nın ikili bir hata yaptığı kanısındadır: ilk cümlede "hisse" yerine "para" yazmalı ve cali ve put operasyonlarına bulunduğu atfın gereksiz ve hatta ilgisiz bir düşünce olduğunu görmeliydi. 245


kızarmaz. Bir oyunda topun yere vurup zıplaması gibi hisse­ lerin haftada elli kez el değiştirmesi sık rastlanan bir şeydir ve bu el değiştirme sadece hisselerle yapılan bu işin ne kadar zarar gördüğünün işaretidir . . . Ayıların, ittifak tarafından des­ teklendikleri zamanda bir hisse alıp on hisse satmasının an­ lamı nedir? Rehinli hisseleri hemen elden çıkarmalarının ne anlamı vardır? (Bu durumda) insan endişesini nasıl bastıra­ bilir ve feryat etmekten nasıl vazgeçebilir? . . . Dört hisse aynı anda satılırken, eğer ben bir hissenin alımını

(iyi niyetli)

bir

alım olarak göremezsem, on hissenin aynı zamanda teslim edildiği bir işlemde bir hissenin ele alınmasını

(iyi niyetli) bir

alım olarak değerlendiremezsem, bilimadamları bunu yanlış bulabilir mi? Sekizinci numara, şudur: eğer bizzat spekülatörler tara­ fından yaratılmış bir haberin yayılması önemliyse, bir mek­ tup yazılıp bunun tesadüfen doğru bir noktada yere düşü­ rülmesi ayarlanır. Mektubu bulan kişi, kendini bir hazine bulmuş gibi hisseder ama aslında bulduğu şey, mahvına se­ bep olacak bir Uriah mektubudur. Kendi isteğiyle mektubun içeriğini arkadaşlarına anlatır ve ayılar grubunun bu tür bir haber aldığında neden satışa geçeceğini açıklar. Ve aynı gün Borsa' da bir fırtına koparsa haber doğrulanmış, şüpheler gi­ derilmiş ve kuruntular açıklanmış olur... Dokuzuncu adımda grup, masrafı kendi tarafından karşı­ lanmak üzere yargılarına güvenilen, ilişkilerine itibar edilen ve daha önce hisselerle asla oynamamış bir arkadaşlarına bir­ iki lot hisse sattırır. Bu manevranın �kasındaki fikir, yeni bir şeyin hemen dikkat çekeceği, bu kişinin (satış) kararının şaş­ kınlık yaratacağı ve önemli sonuçlar doğuracağı inancıdır...

246


Onuncu numara, yakın bir arkadaşın kulağına, kazanmak istiyorsa, satış yapmasının gerektiğini (böyle bir şey duymak için kulaklarını dört açmış herkesin duyabileceği şekilde) fı­ sıldarnaktır. .. Kehanetler, taşların bile dilinin çözüleceğini, atasözleri de yerin bile kulağının olduğunu söyler; bizim ent­ rikacılar için, bu olgu, tecrübeyle sabittir. Eğer sırları yayılır­ sa, tavsiyeleri de uygun görülecek ve bloklar halinde hisse sattıkları ortaya çıkınca taşlarla yer karşılıklı konuşmaya baş­ layacak; insanlar (fısıldanmış) iddiaların gizli nedenlerini araştırmaya başlayacak; biri verdiği tüyo için arkadaşına minnet duyacak ve yakın bir arkadaşa ihanet etmek müm­ kün görülmediğinden manevra başarıya ulaşacak, balık zo­ kayı yutacak, ağlar dolacak, zafer kutlamaları yapılacak ve grup amacına, çok avantajlı bir şekilde ulaşacaktır. On birinci aşamada, Contremine (yani grup), hedefini gerçekleştirmek için şu numarayı yapar: düşmanlarım, Jere­ miah'ın bir oka benzettiği dilleriyle yaralamak onlara yetme­ diği için, artık dişleriyle ... ve argümanlarıyla savaşacaklardır. Kendi düşüncelerinin ciddi değerlendirmeler temelinde ol­ duğunu ve esas itibariyle Şirket'in durumuna bağlı olmadı­ ğını ima etmek için kamu kağıtlarını satmaya başlarlar. Böy­ lece boğalar, devlette bir anlaşmazlık olduğuna, dikkatli olunması gerektiğine ve muhtemel bir savaşa işar�t eden şeyler olduğuna inandırılır... Uzun ve kısa vadeli kamu ka-· ğıtlarının satışının hisselerle fazla ilgisi bulunmadığı sanıla­ bilir ama kim böyle düşünürse, yanılıyor demektir. . . Bizim spekülatörlerimiz (yani boğalar) hisselerle ilgili işlemlerde felce uğrar, ve takip ettikleri hedef (piyasayı korumak) onla­ rın gücünü keser; tüm bunlar, ülkeye zarar verecek, Şirket"i

247


tehdit edecek, borsayı çökertecek tehlikeli bir ortamın oluş­ tuğuna ilişkin uydurma bir iddiadan kaynaklanır. Son olarak grup on ikinci manevrasını gerçekleştirir. Piya­ sanın eğilimini iyi ölçmek için, ayılar bile (büyük operasyon­ larına başlamadan önce) işe alımla başlar ve (önerilen) her şeyi alırlar. Fiyat yükselirse hemen karı cebe indirirler. Düşü­ yorsa düşme eğilimini güçlendirmekten memnun bir şekilde zararına satarlar. Üstelik hassas kamuoyunun bu konuya olan ilgisi, zaten onların yararınadır çünkü spekülatörler za­ rarına satış yaptıklarında insanlar koşulların gerçekten ciddi olduğunu düşünürler. Tereddüt içindeki unsurları etkilemek için kullanılabilecek en güçlü hilelerden biri, budur. Hassas unsurlar, ayıların alım yaptığını gördüklerinde sonradan sat­ mak için mi aldıklarını, yoksa fikirlerinin mi değiştiğini ya da sonradan pozisyon değiştirip alıma mı geçeceklerini bil­ mezler. Grup kendini böyle göstermeye karar verirse, piyasa fiyatından daha yüksek bir fiyat önerir (buna fiyatı şişirmek deriz). Fiyatı bu şekilde etkileyerek daha yükse� bir düzey­ den (açığa) satış yapar ve sonunda kazanırlar. Tanrı, bir ne­ fesle Adem'in ciğerlerini şişirerek ona can vermiştir ama bu ayılar fiyatları şişirerek birçok insanın canını almışlardır. Tüccar: Peki zavallı boğaların bu manevralara karşı (sa­ vunmak için) silahları yok mu? Hissedar: Elbette var. En cüretli saldırılara karşı bile koru­ ma sağlayan şeyler var. Hatta en kurnazlara hocalık yapacak kişiler var. Ancak burada da aynı (ayıların numaralarında gördüğümüz) araçlar kullanıldığı için iki taraflı bu manevra­ ların sonunda aynı pozisyona (daha önce anlatıldığı gibi, ah­ laki açıdan kabul edilemez olma noktasına) gelmelerinden 248


korkarım. Bu yüzden de sözü uzatmaktan ve tekrardan ka­ çınmak için boğaların aldıkları önlemleri geçip, (bunun yeri­ ne) eğer biraz vicdan sahibi olsalardı, kendilerine övgü yağ­ dırabileceğim birkaç şeytan broker'ın* yapbklannı anlataça­ ğım. örneğin bir broker, 20 hisse satma emri alır. Eğer broker boğalara mensup biriyse ter içinde korkudan hiddete, hid­ detten öfkeye geçer. Çünkü önce kendi adına almış olduğu hisseleri satarsa bunun duyulacağından ve kendisinin (yasa­ lara aykırı hareket nedeniyle) suçlanacağından korkar. Eğer kendi hisselerini satmaz da müşterinin emrini yerine getirir­ se, bunun sonucunda meydana gelecek sabşların ardından fiyabn düşeceğinden ve kendi hisselerini ancak zararına el­ den çıkarabileceğinden korkar. Sonunda dürüst davranma­ ya ... ve çıkarlarını bırakıp kendine emanet edilen emri yerine getirmenin yollarını aramaya başlar. Bunun tek nedeni, kor­ kusudur. (Ama) insanlar bu ikiyüzlülüğün kokusunu alırlar. Ayılar grubu tekrar cesarete gelir ve bağırışlar başlar: "Sahil­ de korsanlar var." Başkaları da, "Böyle bir kişinin bağırsakla­ rı müshille temizlenmeli." "Gizli müşterileri için ne kadar da çok sabş yapıyor" diye bağırır. Üçüncü biri, "Arkadaş amel olmuş galiba" derken, başka biri, "Yumurtaların üzerine yat­ mış" diye söylenir. Sonuçta herkes, hep birlikte, "Bu adam Borsa'yı zehirliyor" der. Bunlar, spekülatörlerimizin bu tür durumlarda kullandığı geleneksel terimlerdir. Ama tüm bunlar bizim suskun broker'ı etkilemez çünkü emri elden

• De la Vega bu bölümde, kendi hesaplanna işlem yapan "serbest" diye tanını· !anan broker'lan anlatıyor.

241)


gel diğince iyi bir şekilde yerine getirdiğinde kendisini rahat­ sız edebilecek tek şey, emrin gerçekleştirilmeden önce bilin­ mesidir. Bu da çok can yakan bir arı değildir ve kalbini dağ­ lamadığı için broker da kendini herhangi bir zarara meydan vermeyen iyiliksever biri olarak görür. . . Sözkonusu broker iyi bir kar beklediği için kendi hesabı­ na işlem yapmaktadır. Eğer lfendi işlemlerine ters yönde bir emir alırsa, kalbi atmaya, görünüşü değişmeye, dili peltek­ leşmeye, boğazı kurumaya, sesi korku dolu çıkmaya, nefesi durmaya başlar. Ve eğer. . . tehlikeden kaçma konusunda be­ cerikli biri değilse ... , telef olup gider ve bir aptal gibi ölür... Bu sondan kaçmak için kendi hisselerini gizlice satar. Adama zarar vermeden, onun boynuna sarılmış yılanı öldürmeye çalışmaktadır. Belirli bir emirle ilgili olarak, hasar vermeye­ cek şekilde hareket ederken, bir yandan da (kendisi) kaybet­ memeye uğraşmaktadır. Bu tür sorunlardan kaçınmak ve (sadece müşteriler adına çalışarak) kalbine indirmeyecek şe­ kilde davranmak, çok daha iyidiı:. İtibarını tehlikeye atarsa, mesleğinden olursa ve böylece de geçimini sağlama imka­ nından mahrum kalırsa, biraz para kazanmanın (ki aslında kazandığı pek bir şey de yoktur) ona ne yararı olur ki? ... Bencil olmayan bir broker'ın büyük bir emri zekice yerine getirmeye gayret etmesi, çok daha önemlidir. Eğer broker alım yapmaya çalışıyorsa..., tüm çabası, bir miktar hisseyi hemen almaya yöneliktir. Böylece talihi yaver giderse kalan hisseleri de (mantıklı bir fiyata) alabileceğini düşünür. Niye­ tini gizlemek için kimi zaman hisse satmayı, kimi zaman da almayı teklif eder. Eğer hisseler ona gelirse, amacını başarıyla

250


yerine getirmiştir. Eğer almış olduğu hisseleri (almakla gö­ revlendirildiği hisseleri) ondan almak isteyen biri çıkarsa, (Borsa' da oluşan) fiyatı etkilemeden iki kez broker komisyo­ nu kazanmış olur.* Broker, hayranlık uyandıran bir çeviklik­ le hamlesini yapmış ve öyle memnun edici bir performans sergilemiştir ki insan onun her zaman başarılı olmamasına hayıflanabilir... (Kimi zaman broker'ın gösterdiği) cesaret ve yarahcılık, Borsa' da koşulların olumsuz geliştiği dönemlerde bile başa­ rılı sonuçlar alınmasına neden olabilir. Bu başarı çok daha hayranlık uyandıran bir başarı olur. Kendi adına fiyatların düşüşüne oynayan bir broker 'ı, hiçbir şey bir, satış emri alması kadar neşelendiremez. Spekülatörlerimiz sık sık, Felemenkçe

coffy,

Levanten­

ler' ce kahve denilen özel bir içeceğin servis edildiği,

coffy­ huysen ya da kahvehane adı verilen yerlere giderler. Bu sıcak salonlar, kışın zaman geçirmek için çok rahat yerlerdir. Üste­ lik çeşitli eğlenceler de eksik değildir. Orada kitap okuyabi­ lir, çeşitli oyunlar oynayabilir, gelip gidenlerle oturup iş ko­ nuşabilirsiniz. Bazıları çikolata, bazıları kahve, süt veya çay içer ve hemen herkes sohbet esnasında sigara tüttürür. Üste­ lik bunların hepsinin masrafı da düşüktür. İnsanlar buralar­ da haberleri öğrenip alım-satım konusunda pazarlık ederler. Bir boğa, Borsa'run açık olduğu saatlerde bu tür bir kahve­ haneye girdiğinde oradaki insanlar ona hisse fiyatlarını sorar. O da piyasa fiyatının üzerine yüzde bir-iki ekleme yaparak

• Broker'ın alım emrinin ardından o anda ortaya çıkabilecek satış emirlerini de karşılaması için kendisine yetki verildiği varsayılıyor.

25 1


verilecek emirleri kaydetmek için bir defter çıkarır. Alım istekleri artar ve durum fiyatların daha da yükseleceği bek­ lentisini güçlendirir (bu konuda hepimiz birbirimize benze­ riz: fiyat biraz yükseldiği zaman, daha da yükselip ulaşama­ yacağımız noktalara çıkacağını düşünürüz). Bu yüzden kur­ naz broker' a alım emirleri verilir. Ama şeytani bir maharetle amacına ulaşmaya çalışan broker, kendisine çok fazla başka emrin de verildiğini, bu yüzden de artık emirleri alamayaca­ ğını bildirir. Bu açıklamanın doğruluğuna inanan saf istekli­ nin alım arzusu daha da artar ve gidip başka bir broker'a sı­ nırsız bir emir verir. Daha önce meseleyle ilgisi olmayan bu broker fiyatın artması için yeni sebepler ortaya çıktığını sana­ rak daha yüksek bir fiyata alım yapar ve böylece alım arzu­ sunu daha da artırır. Fiyat artmış, hile başarıyla taçlanmıştır. İlkin çılgınlık olarak görülen şey artık zekanın bir göstergesi haline gelmiştir... Bu çevrelerde yapılan en hünerli numaralardan biri, ken­ dini ayı gibi gösteren bazı boğaların numaralarıdır.

İki

ne­

denle bu numaraya başvurulur. Birincisi, rakipler (gerçek ayılar), eğer çekinik duran ve kendini gizleyenlerden hisse al(abilir)ırlarsa, diğerlerinin (boğaların) fikirlerini değiştire­ ceklerini düşünürler. Bu şekilde rakipleri, kendilerine gümüş köprüler yapmak yerine yerlerde sürüklenecektir. . . Ama şimdi boğalar fiyatları değiştirirler, böylece ayıların (kendile­ rine boyun eğdirmek amacıyla) açığa sattığı hisseleri yerine koymak için ağır bir bedel ödemesini sağlarlar. Böylece boğalar hedeflerine ulaşmış ve kendilerini başka türlü göste­ rerek kötü niyetli rakiplerini yenmiş, dikkatli hamlelerle ken­ dilerini aldatmaya çalışan düşmanlarını aldatmış olurlar. 252


İkincisi, aniden gelişen konjonktürlerde paniğe neden ol­ madan sahş yapmak için bu numaraya başvurulur. Bu (belir­ li) spekülatörlerin Contremine' e dahil oldukları belli olduğu için, fikirlerinin arkasında durarak belli fedakarlıklara katla­ nacakları varsayımıyla boğalar, onların teklif ettiği hisseleri almak amacıyla etraflarında hiddetle dolaşırlar. Bir broker, Borsa' da nelerin olup bittiğini öğrenmeye çalı­ şıyordur. Bir grup insanın (onlardan yükselen pis ter kokula­ rının farkın a bile varmadan) arasına kafasını sokarak 588 önerildiğini ama kimsenin bu fiyah kabul etmediğini öğre­

nir. Sonra gidip sanki bir şey bilmiyormuş gibi diğer bir gru­ bun arasına kahlıp fiyat sınırlaması olmayan bir emir almış gibi davranarak 8.5 önerir. Onu izleyenler kendisinden daha fazla cesaret gösterip

9 önerirler. Sonunda numara başarıya

ulaşmış, övgü ve alkışla karşılanmışhr. Ölü balıkların arasına bir tane çarpan yılan balığı konulursa, onun vücut hareketle­ ri diğer balıkları da hareket ettirir. Aynı şekilde boğalar da bu broker'ın sesi, yalanlan ve cesaretiyle uyandırılana kadar ölü gibidirler. Yaphğı her şey enerjik ve canlı bir şekilde yapıl­ mıştır ve onun bu hareketli, neşeli hali, bir ölüyü bile canlan­ dırabilir. Kurt gören koyun sürüsünün sesini kestiği ve ken­ disine bakılan bir kurbağanın solduğu bir yerde böylesi bir durumda ayıların bile sessizleşip solmalan, ne kadar da mü­ kemmeldir. .

.

Bir alım ya da satış emrinin yerine getirilmesine ilişkin (ge­ nelde kullanılan) üç formül vardır. Ek bir açıklama yapm aksı­ zın (satıcı) şöyle der: "Hisseleri sana şu fiyattan satıyorum" ya da, "Şu fiyattan veriyorum" . Ya da, "Şu fiyata kim almak ister· se, ona veririm" denir. (Bunun dışında çok tehlikeli o l d u kl a rı

2� 1


için genel olarak kullanılmayan formüller de vardı.). Sadece, "Hisseleri veriyorum" diyen birinin, önerilen her türlü fiyatı kabul ederek hisseleri teslim etmekten kaçışı yoktur. Sonra­ dan bu alışverişten pişmanlık duysa bile arkadaşlık gerekçe­ siyle yükümlülüğünden kurtulamaz. Dua etmek, şikayet et­ mek ve yaptığı işin sonuçlarına katlanmak dışında hiçbir şansı kalmamıştır. "Hisseleri kim isterse ona veririm" diyen birisi de kendini büyük tehlikeye atmış demektir. ÇÜ.nkü Borsa' da, sanki günlük ekmeklerini bu tür ifadelerden

çıka­

racaklarmış gibi dikkatle böyle şeyler söyleyenleri bekleyen insanlar vardır. Bu tür insanların statülerinin düşük, ünleri­ nin kötü ve güvenilirliklerinin çok

az

olduğu bilindiğinden

saygın işlemler yapmaya pek cesaret edemezler. Ama bizim yüksekten atan adamımızın yaptığı gibi cömert bir teklif duyduklarında hemen, "Hisseler benimdir" diye bağırarak üzerine atlarlar. Böylece adamımız düşüncesiz davranışı so­ nucu nedamet bile getiremeden kendine (aşırı) güveni nede­ niyle cezalandırılmış olur. Sadece, "Veririm" diyenler de benzer bir amaçla aynı şeyi yapmış olurlar. . . Ancak onların amacı satmak değil, fiyatla­ rın hareketlenmesini sağlamaktır. Eğer hisseleri almak iste­ yen biri çıkarsa, (bizimkinin) tam cevabı, "Veririm, ama sana değil" dir. Sadece, "Veririm" demiş olduğu için de bir şeye zorlanamaz. Böylece her zaman elinde iki tarafı keskin bir kı­ lıçla savaşa girmiş olur. (İsimleri yeterince tanınmış) bazı broker'ların, sözleşme­ lerini

X.X. emrine diye imzalamaları, beni şaşırtmıyor. Onla­

rı bu şekilde davranmaya iten şey, kendi hesaplarına işlem yapma isteğidir. Bu tür bir imzayı seçmelerinin nedeni ise

254


işlemin sadece müşterinin emri nedeniyle yapıldığını ima et­ mektir. Böylece bu adamlar p ara hırslarını nasıl perdeleye­ ceklerini ve ahmaklıklarını nasıl ·sergileyeceklerini iyi anla­ mış durumdadırlar. Girişimci ruh sahibi bazı broker'ların uzun bir süreden beri, bir tanesi gerçek broker'lık hizmeti veren, bir diğeri de kendi hesaplarına Borsa' da işlem yap an (iki ayrı) şirket işlet­ tiklerini öğrenmek, beni daha çok şaşırttı. Bunlar, hisselerin teslimatıyla sırasında kendilerini şirketin müdürü olarak be­ lirtiyor, isim değişikliğinin gerçek bir değişikliğe tekabül et­ tiği fikrini savunuyorlar. Adam, karısıyla birlikte geldiği handa, tek kişilik ücret ödemek istemiş. Gerekçesi de Tan­ rı'nın, adamla karısının tek bir beden olduğuna ilişkin sö­ züymüş. Ama hanın sahibi ortada kendi zararına bir laf sala­ tası olduğunu farkettiğinde, onların p aralarını geri verip on bir kişilik p ara ödemeleri gerektiğini söylemiş. Eğer iki kişi­ nin tek kişi olduğu iddia edilebilirse, iki tane bir rakamını yanyana koyduğunda da on bir ettiği söylenebilir demiş. Gö­ rünüşe göre bu sanatkar broker'ların hileleri han sahibinin kurnazlığıyla paralel. Çünkü her ikisi de aynı anda beş kişi­ nin rolünü oynayabileceklerini, tek başlarına beş kişinin ye­ rini tutabileceklerini düşünüyorlar: broker, tüccar, sözleşme yapan kişi, avukat ve hakim ... Borsa' daki fraksiyonların herhangi birinin dehşete düş­ mesine neden olan tek şey etkili ve saygın bir broker'ın, ki­ min koruması altında olursa olsun, kendilerini terk etmesi­ dir. Böyle bir broker, Borsa'nın en zengin, en seçkin ve en gi­ rişimci insanıdır (böyle varsayabiliriz). Boğalar onun müşte­ risidirler ve müşterilerin çıkarlarına hevesle ve adil biçimde

255


hizmet etmek, onun tek amacıdır. Günün birinde, dahi bir ayı hisse fiyatlarının dalgalanmaya başlayacağını farkeder. Fiyat düşmesini teşvik etmek için (dürüst) bir broker 'a, müş­ terisinin ismini açıklamamak kaydıyla on hisse satması em­ rini verir. Broker, arkadaşlarının (boğaların) zararına sebep olacağı belli olduğu halde dürüstçe, zekice ve ihtiyatla emri yerine getirir çünkü tek istediği, komisyonunu almaktır. Ta­ kipçileri, şaşırır ve sahşı müşteri için yapıp yapmadığını so­ rar. Elinde yeni. haber olup olmadığını öğrenmek ister. Başka sahş yapıp yapmayacağını merak eder. Bizimki sessizliğini bozmaz. Bu durumda (düşüncelerinin değişmesi ve kendile­ rine ihanet etmesi nedeniyle ona kızan) eski arkadaşları, ma­ kul bir neden olmaksızın kendilerini terkederek nankörlük yapmakla suçlayıp onun başına dert açmak ve karlı bir sahş yapmasını engellemek için fiyahn artmasını sağlarlar. Akıllı­ ca saklanan gerçek ortaya çıkınca, emri veren ayı hedefine ulaşmış, fiyatların değişmesini sağlamış ve büyük başarısıy­ la övünme şansını yakalamış olur... (Yeni numaralar) keşfetme konusunda tükenmez birer kaynak olan birçok broker vardır. Ama tam da bu nedenle amaçlarına ulaşamazlar. Boğalar, her biri tek başına fiyatları yukarı çekmeye yetecek bin söylenti yayarlar. Contremine ise borsada kötü rüzgarların esmesi için bin hile yapar. Tesa­ düfen de olsa bu uydurmaların biri doğrulansa bile o gerçek, (tahmin edilebileceğinden) daha küçük bir sonuç doğurur. Örneğin, eğer durumun korkulduğu kadar olumsuz olmadı­ ğı ortaya çıkarsa, ortamın kötüleşmesine karşın fiyatlar yük­ selir. Diğer taraftan olumlu bir olay meydana gelir ama bek­ lentilerin gerisine düşerse, fiyat da düşer. 256


(Fiyat yükselişine oynayan) kurnaz bir broker 2.000 pound'luk hisse almak durumundaysa, en azından 20.000 pound'luk hisse alacağı izlenimi uyandırmak için, önce 1 .000 pound'luk alır. İster kendini takip etmek, isterse de yaltak­ lanmak için olsun, başka bir broker'ın da alım yaphğını gör­ düğünde ona yaklaşır ve kısık (ama ne diyeceğini merak edenlerin duymasına yetecek kadar da yüksek) bir sesle kız­ dığını ifade eder. Daha alacağı çok hissenin olduğunu ve bir huzursuzluk doğduğu anda işlemin başarısızlıkla sonuçla­ nıp zararın kaçınılmaz olacağını, bu nedenle kendisini mah­ vetmemesi ve fiyatları etkilememesi için Tanrı'nın adını ana­ rak ona yalvarır. Bir anda (varsayılan) eğilim çerçevesinde beklenen kardan yararlanmak için herkes alıma geçer. Bu nu­ maranın başarısı kesin olmamakla birlikte, denemeye değer. Havva'ya "Yasak

Meyve"yi yiyip

ölümsüz olmasını söyle­

yen, Şeytan'dır. Eğer ölümsüzlük mümkün olsaydı, Şeytan bu tavsiyeyi yapmazdı çünkü O, ancak kendi lehine tavsiye­ lerde bulunur. Borsa' daki şeytanlar konusunda da aynı şey geçerlidir. Ama eğer bu şeytanlar (yukarıda açıklandığı gibi) hisseleri kendi almak için arkadaşlarını almamaya ikna et­ meye çalışıyorlarsa ve onların fiyatları etkilememesini isti­ yorlarsa, fiyatları kendileri değiştirecek şekilde rol yaparlar. Bu yapaylıkta, ilahi bir şeyler vardır... Cömert bir broker, bir yakınına iyilik yapmak istiyorsa ge­ rekli bilgiyi vermeden önce, kulaklarını dört açıp (böyle önemli bir bilgiyi) öğrenmek için bekliyenlerin duymaması için ona belki de yüz defa yaklaşmak zorundadır. Yine de du­ yulma ihtimali korkusu yüzünden . . . kelimeler kısaltılarak 257


kullanılır. Bu nedenle de yanlış anlamalar olur çünkü genel­ likle anlatılmak istenen şeyin tam tersi anlaşılır. Bir gün, ken­ di işleriyle meşgul olan bir adama, beklentisinin ne olduğu­ nu sormuştum. Heyecanla, "Ven"* diye cevap verdi. Ben de beni çağırdığını sanarak onu takip ettim ve bana başka bir şey söylemeden birçok hisse aldığını gördüm. Bu yüzden de "Ven" diyerek onu takip etmemi istediğini varsaydım ve onun yaptığı alımların, benim de almam anlamına geldiği sonucunu çıkardım. Bu çıkarımlardan yeterince tatmin ola­ rak biraz hisse aldım. Tam o sırada bana tavsiyede bulunan kişinin sekiz hisse sattığını gördüm. (Bu açık ihanete) çok gü­ cenerek, yapacağı operasyona benim de katılmamı tavsiye edip sonra da beni çok kırıcı bir şekilde aldattığı için kendi­ sine sitem ettim. Ama bana aldığı hisseleri, rakiplerinin po­ zisyonunu sarsmak için aldığını söyledi (bu sözünü, yaptığı yeni satışlarla da teyit etti). Aynca bana birkaç defa "Ven" di­ yerek benim de satış yapmamı yeterince tavsiye ettiğini, baş­

ka birinin tavsiyeyi duymasını önlemek için daha açık bir şe­ kilde konuşamayacağını anlattı... (Gerçek niyetlerini hoşgörü görüntüsünün altına gizleyen bazı) broker'ların şu yaptığı, yani ellerinde bir alım emri var­ ken yakın bir arkadaşlarına gidip satmasını tavsiye etmesi, üstelik böyle yapmanın onursuzluk olduğu düşünülürse, adice bir alçaklıktan başka bir şey değildir. Daha da kötüsü, durumdan şüphe duymayan birini aldatmak sanki çok zor

• Ven, İspanyolca, "gelmek" anlamına gelen veııir'in veya "satmak" anlamına ge­ len vendre'ın da kısaltılmışı olabilir.

258


bir şeymiş gibi, hisselerin satışını başka biri aracılığıyla ilgili kişi üzerinde baskı kurarak yaptırırlar... Tüccar: Bu kadar kısa bir süre içinde böylesine acınası bir çöküşe neden olan hisse fiyatlarındaki (son) düşüşün neden­ lerini anlatarak konuyu dikkatle dinlemiş olmamızın ödül­ lendirilmesini istiyoruz. Hissedar: Elbette, bunu büyük bir zevkle yaparım. Beni daha sakin dinlemeniz için fiyatın daha önce düştüğü 365'ten 465'e tırmandığını ve bu düzeyde tutunduğunu söy­ lemem gerekir. Ancak Şeytan'ın boğaların yoluna birçok tu­ zak yerleştirdiğini de bilin ... Eski Ahit'in Eyüp kitabında Şeytan, Tanrı'ya dünyada avare avare dolaştığını söyler. İna­ nıyorum ki bizim talihsiz olaylar başlamadan hemen önce Şeytan karayı ve denizi ziyaret etmiş. Çünkü buralardan ge­ len kötü haberler, ölümcül olayların da başlangıcı oldu. Ka­ rada her yer sakin ve huzurluydu; Borsa' da bol miktarda pa­ ra ve kredi bulunabiliyordu; parlak birihracat beklentisi var­ dı; güçlü bir girişimcilik ruhu (kendini gösteriyordu); ünlü li­ derlerin emrindeki kuvvetli ordular ülkeyi koruyordu; olumlu haberler, daha önce eşine rastlanmamış iş bilgileri­ miz, artan bir nüfusumuz, güçlü bir filomuz ve avantajlı itti­ faklarımız vardı. Dolayısıyla ortada en küçük bir endişe ve kaygı yoktu, en küçük bir bulut, en hafif bir gölge görünmü­ yordu. Ümit Bumu valisinden (Fransız gemileri aracılığıyla) de­ niz yoluyla bir mektup geldi. Mektupta Hindistan' da işlerin, herkesin isteyebileceği gibi gittiği ve oradan Capetown' a zengin yüklerle dolu gemilerin geldiği belirtiliyordu. Bu gü· zel koşullar, kısmen Çin pazarının açılmasına, kısmen d t•


yeni madenlerin bulunmasına bağlanıyordu. Her halde her­ kes, iyi bir sonuç ve olumlu bir ekonomik ortam beklentisi içindeydi. Geniş çevrelerde, herkesi şaşırtacak kadar büyük bir mucize bekleniyordu. Bu olumlu beklentilere ters düşen tek bir gelişme vardı. Bu, en çok yük taşıyan gemilerden birinin, tehlikeli kargo lis­ tesi nedeniyle Capetown'dan Batavia'ya dönmek zorunda kalmasıyla ilgili bir haberdi. Ama geminin birkaç ay sonra Batavia' dan yola çıkacak birkaç daha küçük gemiyle birlikte geleceği varsayıldığından, bu rahatsız edici olay bile pek dik­ kate alınmadı. Naa Schepen adı verilen bu küçük gemiler dört ton (altın) değerinde kargoyla birlikte East India şirketi­ nin Hollanda' daki müdürleri için bilançoları, defterleri ve tu­ tulan kayıtları getirecekti . İlk filonun varışından birkaç gün önce oldukça güvenilir olan bir rapor kulaktan kulağa yayıl­ dı. Buna göre ilk filo, kumlu bir yerde karaya oturmuştu ama batma tehlikesi yoktu. Başka bir rapora göre de geri dönen gemi, filoyla birlikte yola çıkmıştı. Boğalar için kabul edilebi­ lir ve kar paylarını etkileyeceği için önemli olan bu tür haber­ ler, Borsa' daki şeytani ruhu uyandırmıştı. Kutlamalara katıl­ mayan herkese aptal muamelesi yapılıyor, hisse satanlara inatçı ve kendi çıkarlarının düşmanı gözüyle bakılıyor, her satış işlemi, ahmaklık, çılgınlık ve suç olarak görülüyordu. Gemiler güven içinde limana geldi. Şirket müdürleri, ge­ len mektupların bazılarını okudular. Yükün (Hindistan' dan satın alınan ve

inkoop

denilen malların) geçen seneki gibi 50

ton değil, 34 ton altın değerinde olduğuna ilişkin söylentiler yayılınca hava değişti, iyimserlik bitti. Ama yine de eğer Contremine yükselişe oynamamış olsaydı darbe bu kadar

260


şiddetli olmayacaktı. Çünkü muazzam beklentilerden kafa­ ları karıştığı için bir fiyat savaşı başlatmaya cesaret edeme­ mişlerdi. Contermine açığa satış yapsaydı fiyatlar ilk hare­ kette yüzde 20 düştüğünde (yükümlülüklerini yerine getir­ mek için açığı kapatacak) yeterli bir avantaj yakalamış ola­ caklar ve karı da cebe indireceklerdi. Fiyatların çöküşü bu kadar şiddetli olmayacaktı. Ama bazı insanlar daha fazla kaybetmemek için, bazıları herhangi bir zararla karşılaşma­ mak için, bazıları da bir şeyler kazanmak için salınca, sahş eğilimi genellik kazandı ve sıkınh her yere yansıdı. Önerilen hisseleri kabule zorunlu (önceden yaptıkları sözleşmeler ne­ deniyle) olanlar, yükümlülüklerini karşılamak için tekrar sat­ tılar. Rehinle hisse alanlar, hisselerin değeri verilen borcu karşılamadığı için sath İar. Hisse alanlar, satarak zarar ettiler ve bu zararlarını kapatmak için daha fazla hisse sathlar. Açı­ ğa sahş yapmış olan birkaç kişi, kar beklentisiyle ve şansları­ nı biraz daha zorlayarak fiyatların daha da düşmesine (bile­ rek) neden oldular. Sonunda insanlar ellerindeki hisselerle, birilerinin alıcıların yerini söylemesi için yardım dilenmeye çıktılar. Öylesine bir panik, öylesine açıklanamaz bir şok dal­ gası yayıldı ki sanki bütün dünya unufak olacak, yeryüzü su­ larırı. altında kalacak ve cennet yere düşecekti. Şirket'in ikinci dizi mektubunun içeriği duyulunca, genel atmosfer biraz düzeldi. Anlaşıldığı kadarıyla (bu yılın ithala­ tı olan)

34 tonluk malın satışından, geçen yılki 50 tonluk mal

kadar gelir elde edilecekti (çünkü fiyatlar artmıştı). Bu du­ rumda ayılar tekrar bir araya gelip boğaların nefes almasına fırsat vermemek için savaş çıkacağı söylentisini yaydılar. (Söylediklerine göre) göz önünde bulundurulması gereken

261


gizli hazırlıklar yapıldığını biliyorlardı. Bunun ardından ver­ giler çığ gibi büyür, insanların sırtına binen yükler inanılmaz ölçüde artar, bütün Avrupa hararetlenir, her yer sefalet, terör ve hasardan geçilmezdi. Contremine'in nasıl oyunlar yaptı­ ğını bilenler bile, tedirgin oldular. (Bunun sonucunda da) ayılar piyasa fiyatlarının kontrolünü ele geçirdiler. Durumu öylesine iyi yönlendirdiler ki, borçlarını ödeyebilen birkaç kişi kalsın diye kendilerini dizginleyerek nakit satış yapma­ dılar. Böylece borsa biraz önce anlattığım kötü duruma geldi. Vazgeçilmez olarak bilinen bazı kişiler bile aşın alım opsi­ yonları için tanınan kalkanın arkasına sığındılar (Frederick Henry tebliğindeki şarta başvurdular). David'i yatakta ara­ yan Saul'un bir heykel bulmasına ilişkin anlamlı özdeyiş, bu­ rada doğrulandı. Borsa' da artık insanlar değil, taşlar vardı; en güçlü destekçileri bile ince çubuklar gibi çöküp gitmişler­ di. Ducaton hisse spekülasyonundaki hasar, daha da rahat­ sızlık vericiydi. ([Bu fiktif birimler üzerine yapılan] spekülas­ yon, mahkeme kararlarında kumar ya da bahis olarak kabul ediliyordu. Dolayısıyla ducaton sözleşmeleri, gerçek sözleş­ meler olarak görülmÜyordu.) Bu yüzden ödemeden kaçın­ mak için Frederick Henry'nin tebliğine başvurmaya bile ge­ rek kalmamıştı. Cüzdanları boşaltan bu olaylar sırasında 500 pound'luk (3.000 gulden) bir hissenin değeri önce 300, sonra da 500 gul­ den azalırken spekülatörlerin davranışları da tamamen fark­ lılaşıyordu. Onuruna düşkün birkaç kişi, bütün borcunu ödedi. Diğerleri, en azından bir kısmı, servetleri yettiği kadar ödedi. Bunun dışında, işin bir anda durması (artık kimse iş

262


konuşmuyordu) nedeniyle bir şey ödemeyen ama karşıda­ kinden de bir şey istemeyenler vardı. Bir grup broker, iflas et­ tiği için bir şey ödeyemedi. Başka bir grup ise iş bağlantıları zayıfladığı ve kaynakları yetersiz kaldığı için ödemeyi red­ detti. Ödemelerini tatil etmeleriyle övünen bazı kimseler, kendilerine kredi verenleri aldatmak için para işinin pislik­ ten başka bir şey olmadığını söyleme yüzsüzlüğüne kadar vardırdılar. Eğer bu insanlar kuruntulu olacakları yerde bi­ raz nazik olsalardı, en azından insanın tozdan ibaret olduğu­ nu söyler ve kreditörlerini tatmin etmek için, ellerinden baş­ ka bir şey gelmediğinden kendileri neden ibaretse onu, yani tozu onlara verir, böylece başka tür fedakarlıklar yerine be­ denlerini surtmuş olurlardı. . . (East India Company'nin) yaptığı ithalatın müthiş güzel sonuçlar sağladığı ortaya çıktı. Ama burada... ışık (Gide­ on'un ordusu gibi) çömleklerin içinde saklıydı. İthal edilmiş malların miktarları biliniyor ama değerleri bilinmiyordu. Ce­ sur spekülatörler (size anlattığım gibi) işlemin değil, onu giz­ leyen örtünün şaşağasıru görüyordu. (Hindistan'dan gelen) son mektuplar incelenince kargoların satışının mükemmel gelir getirdiği anlaşıldı. Çömlek kırılmış, ışık görülmüştü ama tam o anda, ayılar trompeti ellerine alıp savaş ilan edi­ leceğini söylemeye başladılar. Borsayı mahveden bu insanların olacak şeylerin ötesinde, sadece gerçekleşme ihtimali olan şeyler üzerinde de hakimi­ yet kurma noktasına gelmeleri ne büyük bir zalimliktir. Ayı­ lar, (belli koşullarda) Birleşik Eyaletler'in savaş ilan edebile­ ceğini biliyordu ve bu öngörü onlar için savaşın ilanını açık­ lamak için yeterliydi. Yine de ben buna değil, savaşın sadece

263


olasılığı varken, onların savaşın çıkmasını hemen hemen ke­ sin gibi görmt:!lerine şaşırıyorum ... İşte arkadaşlar, borsadaki son talihsiz olaylar hakkında söylemem gereken her şey bu kadar. Ama anlattıklarım sade­ ce olayların solgun bir resmini sunuyor size . . . Spekülasyona herkes karıştı. Başladığında, Borsa neşeli bir resimdi; bittiğinde, hüzünlü .. .

Audaces fortuna juvat...

sö­

zünün, Şirket konusunda geçerliliği yoktur çünkü hisselerini alıp satanların halinden biliyoruz ki cüretliler kazanamadı, tersine güçleri kesildi. (Ama yine de) bu zorluklara rağmen, size düşüşe değil, yükselişe oynamanızı tavsiye ederim. Sözlerimin samimiliği, bana zarar veren bir şeyi tavsiye etmemden ve beni mahve­ den bir şey hakkında iyi düşünmemden bellidir. Tam da be­ nim kötü kaderim yüzünden size iyi olanı tavsiye ediyo­ rum . ..

Borsanın tekrar canlanmaya başladığını görmeniz için,

savaş endişesi nedeniyle yüzde 180 düşen hisse fiyatlarının, savaşın ilan edilmesinden sonra tekrar (nominal değeri üze­ rinden) yüzde 100 arttığına dikkatinizi çekerim... Beni özellikle üzen şey, birçok iyi insanın ve birçok kişinin küçük bir sermayeyle geçimlerini sağladığı ducaton spekü­ lasyonunun birdenbire sona ermesi. Kökleri ölmüş bir ağacın ilk fırtınada yıkılabileceği kimsenin aklına gelmez; yüksek fi­ yatlar birden gerilemeye başlar... Asıl hazin olan, felaketin isimleri, hayalleri, kişileri, servetleri ve şöhretleri bir darbey­ le yok etmesi. Julius Caesar sabit olmayan ay yılının yerine, ekinoksların (gündüzle gecenin eşit olduğu günler-ç.) hep aynı günlere denk geldiği

365 gün 6 saat süren sabit astronomik yılı geçir­

mek için matematikçi Sosigenes'in yardımına başvurmuştu.

264


Tüm festivallerin günlerinin değişmesi ve takvime iki ay ek­ lenmesi için bir geçiş yılı öngörülmüş, buna da

Karmaşa Yılı

(Year of Confusion) adı verilmişti. Ducaton spekülatörleri, ·

Eylül ayının birinci gününde işlemlerinin tasfiyesinin ta­ mamlanması gerektiğini biliyorlardı. Onlar da bir astrono­ mun mevsimleri değiştirerek Eylül ayının (takas süresinin) Kasım' a kadar uzatmasını çok arzularlardı. Bunun nedeni, fi­ yatların düzelip düzelmeyeceğini ve kaygılarının sona erip ermeyeceğini görmekti. Onların bu isteği yerine getirilmedi ve takvim değişmedi ama aynı etki, yine de yaratılmıştı. O yıl, bütün şanssız spekülatörler için karmaşa yılı oldu. Krizi, hepsi bir ağızdan, labirentlerin labirenti, terörlerin terörü,

karmaşaların karmaşası

ilan ettiler...

Artık açıklamalarıma son veriyorum. Çünkü acılar ruhu­ mu yaralıyor. Arkadaşlığımın bir nişanesi olarak, belli bazı gemilerin 1594'teki yolculuklarından sonra (daha önce de be­ lirttiğim gibi) 1602' de Genel Meclis emriyle kurulan ve Por­ tekiz ile İspanyalılar'ın büyük muhalefetine rağmen birçok krallığı fethedip birçok kralın haracını alabilecek bir konuma �elen (aldı da) ünlü Şirket'in anlattığım gelişimi konusunda gösterdiğim hissiyatı, kabul etmenizi rica ediyorum ... Haritalarda

Terra incognita adı verilen henüz keşfedilme­

miş bölgelerin etrafı, gösterişli noktalarla çizilir. Borsa' da da benim henüz keşfedemediğim birçok gizli operasyon var. Ben de yeni araştırmalar sonucunda size bilgi verebilecek duruma gelene kadar coğrafyacıların yaptığını yapıyor ve bazı şeyleri ince çizgiler arasında gösteriyorum. Umarım ar­ kadaşlarım olarak anlatımımın eksikliklerini affeder ve eği­ timli insanlar olarak hatalarımı telafi edersiniz.

265


Tüccar: Kendi adıma bu tavsiyen için teşekkür ederim. İşi severim ama kumardan nefret ederim. Sanırım melekelerim, böylesine karmaşık işlemler için yeterli değil. Spekülasyon konusunda bilgi almak istediğimde neredeyse kendimi kay­ bedecek duruma gelmişsem, Borsa işlemlerinin benim için ne gibi bir önemi olduğunu anlayabilirsin. İhtimal, elinde hisse bulunduran ve bunlarla dürüst işlemler yapan biri ola­ cağım ama spekülatör olmayacağıma eminim ... Filozof: Ben de aynı şeyi yapacağım çünkü tehlikeleri sa­ vuşturmak ve fırtınalara direnmek için fazlasıyla yaşlıyım. Tanrı'yı memnun edene kadar ve para kazanmaktan ziyade kendimi kurtarmak için, onları huzur içinde elden çıkartana kadar, hisselerim bende kalacak. .. Bütün felsefe okulları ru­ hun bedenden, hayatın ölümden ve varolanın varolmayan­ dan daha asil olduğunu öğretir. Borsaya gelince, varolmaya­ nın varolandan daha iyi olduğunu söyleyen Platoncu müzis­ yenin paradoksal fikrine katılıyorum. Spekülasyon yapma­ manın çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. Elbette (bunu söylerken), hisselerle yapılan dürüst işlemlerden değil, ger­ çek spekülasyondan bahsediyorum. Dürüst işlemlerde adil olan ne varsa, spekülasyonda şaibeye dönüşüyor....

266




KARIŞIKLARIN KARMAŞASI'NIN SUNUŞUNDA YARARLANILAN KAYNAKLAR

AMZALAK, MüSES BENSABAT, Joseph de la Vega e o Seu Livro Confu sion de Confusiones (Lizbon, 1 925), s . 1 6.Vega'nın eserlerinin liste­ sini de içeriyor. --

As Operaçoes de Bolsa Segundo Iosseplı de la Vega ou ]ose da

Veiga

Economis ta Portugues de Seculo XVII (Lizbon, 1926), s. 32.

"Joseph de la Vega and Stock Exchange Operations in the Seven

--

teenth Century (Essays in Honour of the Very Rev. Dr. J. H. Hertz [Londra, 1944], s.33-49.

BARBOUR, VIOLET, Capitalism in Amsterdam in the Seventeenth Century (Baltimore, 1950), s. 171. (The Johns Hopkins University Studies in Historical and Political Science, ser. 67, no.1.).

BLOOM, HERBERT IvAN, Tlıe Economic Activities of tlıe Jews of Ams terda m in the Seventeentlı and Eighteenth Centıır ies (Williamsport, Pa.,

1937),

s.

332.

COLE, ARTHUR HARRISON, Tlıe Great Mirror of Folly (Ret Groote

Taferrel der Dwaaslıeid)

(Boston),

1 949),

s. 40. (The Kress Library of

Business anda Economics, Publication no. 6).

DıLLEN, }OHANNES GERARD VAN, Hsaac le Maire et le Comınerce des Actions de la Com pagni e des Indes Orientales, Revue di

Histoire Moderne X (1 935), s. 1 21 -1 37. ,

269


--"Termijnhandel te Amstcrdam in de 1 6de en 11omist, LXXXVI ( 1 92 7 ), s. 503-523.

1 7re Eeuw, De

Eco

EHRENBERG, RICHARD, "Die Amsterdamer Aktien spekulation im 17. Jahrundert", Jalırbiicher für Nationalökonomie und Statistik, 3. ser., vol. 3 (1 982), s. 809-826.

]ONGH, J. DE, De Nederslansche Makelaardij. . . met een Voor Woord van P. A. Diepenhorst (Haarlern, 1 949), s. 262.

KELLENBENZ, HERMANN, Unternelımerkrafte im HamburgerPortugal­ und Bpanienbandel,

1590-1625 (Hamburg, 1954), s. 424.

LASPEYRES, ETIENNE, Gesclıiclıte der Volkswirtschtliften Anshauungen der Niederlander und ihrer Literatur zur Zeit der Republik (Leipzig), 1863), s.363. (Fürstlich Jablonowski'schen Fesellchaft zu Leipzig, XI).

SAMUEL, LUDWIG, Die Effektenskepulation im 1 7. und 18. /ahrhundert (Berlin, 1924), s. 192. (Betriebs- und Finanzwirtschaftlich Forsc hungen, II. serle, heft.

13).

SAYOUS, ANDRE EMiLE, "La Bourse df' Amsterdam ou XVII Siecle", Revue de Paris,

1900, vol. 3, s. 772-784.

--"Die Grossen Handler und Kapitalisten in Amsterdam gegen En de des Secnzehnten und Wahrend des Siebzehnten Jahrnhun derts'', Weltwirschaftliches Archiv, 46.bd, heft 3 ( 1937), s. 685-711; 47.bd, heft ı (1938) s. 115-144. --"Le Speculation sur Marchandises dans les Provinces-Unies au XVII Siecle" Bijdragen voor Vaderlandsche Geschiedenis en Oudbeikunde, vol. IV, 3 (1903), s. 24-36.

SMITH, MARIUS FRANCISCUS JüHANNES, Tijd-Affaires in Effecten aan de Amsterdamsche Beurs (Hague, 1 91 9), s.234.

VAN DIAZ, A. M., "Over de Vermogens Toestand der Astredamsche Joden in de

17. en de 1 8. Eeuw", Tijdslırıft var Gesclıiedenis, vol. 51

(1 936), s. 165-176.

270


VECA, ]OSEPH DE LA, Confusion de Confusiones ...

berdrek vmı den

Spamısclıen Tekt met Nederlandsclıe Vertaling inle id ing en toeliclıtin gen door Dr. M. F.

/. Smith; vertaling door D r. G. ].

G eers (The Hague,

1939), s. 297. (Nederlandsch Economisch-Historisch Archief. Werken,

10).

Die Verwimmg der Verwirrungen; Vier Dialoge über die Börse in

--

Amsterdam. Nach dem Spanischen original ... iibersetzt und eingeleitet von Dr. Otto Pringsheim (Breslua, 1 91 9), s. 233.

VERGOUWEN, J. P., De Geschiedenis der Makeleerdij in te Lande tat 1813 (Hague, 1 945), s. 1 55.

Assurartien hier

27 1


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.