LIMITED 4 MART 2017

Page 14

nerede durduklarıyla alakalı daha çok. Hem laik hem etnik, hem Gezi’yle karşıt hem şu sıralar olupbitenlerle kuvvet ve kudret sevici, her hâlükârda bilinçaltıcı ama her daim korkak, her daim güçten yana. Küreselleşmek adına veyahut insanların dünyadaki konumlarını belirlemelerini sağlayan gerçek konular adına yapılanlar, boğucu havayı derinleştiriyor sadece. Üretimlerin içi boşalır mı diyorsanız, üretimlerin içi zaten boş! Bize ne Ai Wei Wei’den!? Biz bu tarafta yaşayanlara gelince, hâlâ ve ısrarla kendimizi konumlandırmaya, duruşumuzu ve olaylara bakışımızı her sergiyle yeniden ve yeniden tarif etmeye çalışıyoruz. Şunu söylüyoruz aslında; coğrafya kaderdir! Ben bıktım bu kader sarmalından ve uzun zamandır ‘görüntü adına’ hiçbir şey üretmiyorum. Elbette bir şeyler görüyorum, ancak bunlar daha çok karabasanlar gibi, bir kere hiç ama hiç ironik değiller! Eğer bir Gandhi ya da Martin Luther King değilseniz, politik sanat adına ürettiğiniz her şey sanat cenahında 'Eh işte...' dercesine acı bir tebessüme yol açmaktan öteye geçmiyor. Yani ne yaparsanız yapın, olmuyor, burada olmuyor, orada olmuyor! Çünkü o zaman şöyle bir durumla karşılaşıyor genç sanatçı; galericisi içerikleri fazla politik bulduğundan, sanatçıyı latte içeriklere bağlı kalması yolunda tembihliyor, daha fazla süt, daha fazla karışım. Kendimizi kandırmayalım, beşikten mezara politik sanatçı Türkiye için olacak bir şey değil. Belki aynı şeyi konuşuyoruz veya birbirinden çok farklı iki şeyi, belki birbirimize yaklaşıyoruz ya da birbirimizden uzaklaşıyoruz. Ortak noktada mantık dahilinde buluştuğumuz tek şey, sanat eserinin ikna ediciliği aslında. Buna sanatçının hayatı, estetiği ya da başka başka unsurlar eklemleniyor. Öyle bir zaman dilimindeyiz ki, toplumsal herhangi bir olay yaşandığında ister istemez önemsediğimiz insanlardan, sanatçılardan yaşananlara dair beyan, düşüncelere destek bekliyoruz. Belki kendimizi yalnız hissetmek istemiyoruz. Beklediğimiz beyanlarla ne kadar aydınlanıyoruz tartışmaya açık olsa da, herkes sadece hazırda bekliyor birileri bir şeyler açıklasa da saflarımızı sıkılaştırsak gibi ilerliyor söylemler. Güncel sanatın dönüşümüne, işlevine dair çeşitli sorular sorarak görüşler, alıntılarla zenginleştirmeye çalıştığım bu yazının da ulaşacağı son durak, zaman olacak sanırım. Zaman, rüzgarın çöllerde kumları şekillendirdiği gibi bizleri ya şekillendiriyor olacak ya da savuracak. Bizleri derken sanat eserini, sanatçıyı, eleştireni, anlayanı, anlamayanı, kabul edeni ve etmeyeni. Hepimiz biziz. Sanatçı olarak anlatmak veya göstermek istediğim nesneyi farklı farklı noktalardan bakarak izleyiciyle paylaşabilirim. Paylaştığım noktada işin içerisine sanat tarihi de giriyor, izleyici de. Toplumun sindirim sistemine ister istemez bağlanıyor belli bir noktasında. Sergileyeceğim mekanın uygunluğu, izleyicinin hassasiyeti, üretenin üretme sebebi...

14

Başlık. Barış Bıçakçı’dan; "'Ben hep bir şarkının ellerindeydim,' diye fısıldadı Başak, 'bu yüzden aranıza karışamadım.' Fısıltısı camda şekilsiz bir buğu olarak kaldı."

ŞENER ÖZMEN, SANATÇININ BEYAZ GÜL OLARAK PORTRESİ, 100 X 100 CM, SANATÇI VE PİLOT GALERİ'NİN İZNİYLE

D

KIVRIM

İlker Cihan Biner ilkerbiner@gmail.com

Sanatın heterotopyaları: Galeriler ve müzeler

WILLEM VAN HAECHT, CORNELIS VAN DER GEEST'IN GALERİSİ, 1628, PANEL ÜZERİNE YAĞLI BOYA

Bir kentin sokaklarında artık kaybolma lüksüne sahip değiliz. Başıboş gezinmeler, her adımda canlanan anılar, yürürken hızla hareketlenen ve nefes alan bedenin yerini bugün stresli koşuşturmalar, duvarlara çarpa çarpa işe yetişmeler, kalabalık arasında yalnız hissedişler veya alışveriş yapmanın dayanılmaz çılgınlığı aldı. Üzerimizde yükselen binaların gölgesinde yaşamaya alıştık. Dev mekânlar çağında yaşıyoruz ve en çok da onların etkisi siniyor bedenimizin üstüne. Plazalar, iş yerleri ya da bürokratik yerlerde geçen hayatlar büsbütün kararırken bu mimari yapıların yaşamlarımızda olan yerini sorgulamamız gerekiyor. Kuşkusuz her yeri kaplayan mevkiler bir anda ortaya çıkmadı ve asırlar öncesine dayanan bir tarihe sahipler. Kabaca geriye doğru gidersek mekân kavramının Ortaçağ’da da var olduğunu görürüz.* En temel özelliği ise alt-üst ilişkisi biçiminde yukarıdan aşağı; kutsal mekânlar, şehir mekânları, kırsal mekânlar olarak dizilip, hiyerarşi ile sabit olma halinin (yerli-yerindelik) kesiştiği yerlerden ibaret olmasıydı. O dönemlerde mefhumun iktidar içeren biçimini Galileo bozdu. Filozof dünyanın güneş etrafında döndüğünü keşfetti ve herhangi bir şeyin yeri artık onun hareketi içerisindeki noktayla belirleniyordu. ‘Uzay-mekânlar’ yaratan Galileo ile birlikte sabitlik ya da yerli-yerindelik çözülmüş mahal veya yer diyebileceğimiz bölgeler oluşmaya başlamıştı. Mekân, doğrudan mahallerle ilişki kurma görevini üstlendi. Galileo sonrası dönemlerde iyice derinleşen bu bağ sarmaşık misali asırlara yayılarak küresel kentleşme formlarını ortaya çıkarttı. Foucault Başka Mekânlara Dair makalesinde yenidünyanın oluşan mekânlarını ‘iç mekân’ ve ‘dış mekân’ olarak ikiye ayırmış; dış mekânlara ise ‘heterotopya’ adını vermişti. Heterojen işleve sahip yerler anlamına da gelen bu kavram tarih boyunca iktidar etkisine sahip oldu. Hapishaneler, akıl hastaneleri, mezarlıklar birer heterotopya iken konsept hâlâ kullanışlılığını sürdürmekte. Algıyı yönlendiren görünürlükler olarak vuku bulan değişebilir veya dinamik niteliklere sahip bu düzenekler her zaman gösteren konumundadır. Bir fonksiyon aygıtları da diyebileceğimiz her bir mevki farklı iktidar rejimlerini işaret eder. Örneğin; bir hasta hastaneye, suçlu hapishaneye, çocuk okula gitmeli, alışveriş için ise alışveriş merkezlerine gidilmeli anlayışından mekânların belirli görevlere ve sınırlara sahip olduğu çıkarımını yapıyoruz. Sanatın da heterotopyalardan nasibini aldığını söylemek zorundayız. Günümüzde sanat piyasası sergi salonlarının duvarlarını süsleyen eserlerle, oraları ziyaret eden seyircilerle ya da mekânı yöneten direktörlerle, küratörlerle belirli bir yönetim anlayışının adıdır. Şirket misali işleyen galeri veya müzelerde sanat kendine yer bularak yaşamdan kopar. Bu anlayış, yani sanatın yalnızca belirli mekânların içine sıkıştırılması meselesi yine Ortaçağ’da başlar. O dönemlerde Kıta Avrupası ülkelerinde prensler ve eğitimli insanlar Wunderkammer (nadire kabinesi) denen yerlerde pek çok nesneyi bir araya getiriyordu: Heykeller, tablolar, tabiat bilimi numuneleri ve ender nesneler (tuhaf şekilli kayalar, el yazmaları gibi). İlk bakışta alana dair kaos izlenimi yanıltıcı gelebilir ama o dönemin âlimleri ahenkli karmaşası içinde nadire kabinelerini mikrokozmos olarak nitelendirmişti. Tam da bu nedenle tek tek nesneler ya da tablolar ancak âlimin her an kâinatın sınırlarını ölçebileceği bir odanın duvarları arasında bir araya gelerek anlam kazanıyordu. 17. yüzyılda Willem Van Haect’in Cornelis Van Der Geest'in Galerisi adlı eserine baktığımızda nadire kabinelerine dair daha somut ve ayrıntılı bilgi edinebiliriz. Eserde çeşitli büyüklükteki resimler, heykeller dikkatimizi çeker ve bunları teker teker ayırt edebilmemiz mümkün değildir. Onlarca heykel, resim arasında masanın etrafında toplanmış asilzade ve sanatçılar göze çarpar. Hakikat ya da sahici anlamlarını ancak nadire kabinesinde mikrokozmos oluşturabilmesinden alan eserler büyük bir ilahi yaratılışı temsil ederken yalnızca uyuyan güzel rolüne bürünen ve uyuklayan resimler ancak ideal bir bağ dokusu gibidir. Günümüzde eserler böyle konumlanmamış olabilir ama sanatla ilgili estetik bakış açımızın, bizi sanat galerisi ya da müzeler inşa etmeye sevk eden ve resmin/eserin sanatçının elinden çıkar çıkmaz duvara asılması gerektiği fikrini olağanlaştıran bakışımızın altında böyle bir tarihsellik yatar. Bir sanat eserinin tüm insan dünyasının hülasasını ve yansımasını içermesi gerekirken tam da durumun tersi söz konusu olup sanat kendine ikinci bir dünya kurmuştur. Bir sanat mekânında gördüğümüz esere uzun bakarız, onu yakalamaya çalışırız ama mekândan çıktıktan sonra o kaybolur ve ellerimiz boş kalır. Estetik çalışmaların galerilerle ya da müzelerle özdeşleşmesi onların odak noktası olarak zayıflamalarına yol açıp, başka bir dünyanın kapılarının kapanmasına etki edebiliyor. Ama başka bir sorunla da karşı karşıyayız: Siyasal İslam'ın çevremizi sardığı bir dönemde yaşıyoruz. Sokaklarda para-militer faşist gruplar kafalarına göre galerileri basabiliyor veya çeşitli sanat fuarlarında eserler iktidar baskısıyla sansürlere maruz kalabiliyor. Baskılarla biçimlenmiş bir siyasi atmosferde heterotopik sanat mekânlarının eleştirisi kimilerine garip gelebilir. Tüm fikri sıkışmalar karşısında eğer ‘ne yapmalı?’ gibi bir soru sorarsanız da size ancak kısmi bir yanıt verebilirim. Şöyle ki; bir sanat eseri cam kavanozlarda saklanması gereken bir ilaç değildir, aksine mevcut algıları, bakışları kırabilen ve yepyeni estetik imkânları aralayan özelliklere sahiptir. Bakış; galeri veya müzeyle bütünleşmiş, duvarda asılı kalmış eserle ilişki kurarak içinde taşıdığı duyguya odaklanıp onu konuşturabilmeli ve estetik deneyimin hikâyesini bir biçimde dışarıya aktarabilmelidir. Böylelikle eseri yutma potansiyeli taşıyan mekânın sınırları bulanıklaşır ve bizler de o çalışmaların üzerimizdeki etkilerini özgürce tartışma fırsatını bulabiliriz. *Mekân kavramı antik çağlardan beri vardı. Bazı antik tiyatrolar, hipodromlar, meydanlar hep o dönemlerde inşa edildi ve bu yerlerde bir takım etkinlik biçimleri paylaşılırdı. Kavramın Ortaçağ’da iyice katılaştırılıp, parçalara ayrılarak bir takım hiyerarşik biçimler haline getirildiğini görürüz.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.