Arka Pencere - Sayi 132

Page 21

Tarkovski filmlerinin, ‘tasavvufi okuma’ya uğratılmasına hiçbir itirazım yok ama bu çabanın sonucunda ortaya İslami sinema için bir modelin çıkabileceğine inanmak, kusura bakılmasın ama tamamen beyhude bir iştir.

İ

slami camiada sinema sanatı üzerine kalem oynatıp düşünce geliştirmeye çalışanların bir kısmının, özellikle de genç ve orta kuşağa mensup yazarların, beyazperdedeki ‘hikmet ve hakikat’ arayışlarına Andrey Tarkovski’den başlamaları, dahası kendilerini böyle bir zorunluluk içinde hissetmeleri bana hep hüzün vermiştir. Bu bağlanma çabasında derin bir çaresizlik hissinin etkili olduğunu düşünürüm. Bir model bulma gayreti, bir köke sarılma ihtiyacı, bir usta edinme çırpınışı… Kuşkusuz ki sinema dili anlamında yalnız İslamcılara değil, çok geniş bir düşünsel yelpazeye ilham kaynağı olabilir Tarkovski… Onun en genel tanımla ‘şiirsel gerçeklik’ başlığı altında toplanabilecek yapıtları, Müslüman, Hıristiyan, Musevi, Budist, Şamanist, Komünist, Anarşist, Nihilist, Ateist, Deist vb. her kesimden sinemacı için yol gösterici özellikler taşıyabilir, neresinden bakılsa büyük bir sinemacı vardır karşımızda ama yola Tarkovski’yle çıkan İslamcı bir sinemacının yarı yolda kalacağı da çok açıktır. Peki örneğin neden Bergman’a, Bresson’a, Angelopoulos’a, Kiarostami’ye ya da Erksan’a değil de ille Tarkovski’ye meyletmeye çalışır İslamcı yazar çizerler? Neil Armstrong’un uzayda, Kaptan Cousteau’nun okyanusun derinlerinde ezan sesi duyup Müslüman olmaya karar vermiş olmaları (!!!) gibi bir durum mu söz konusudur, “Tarkovski, en güzel sanat eserinin Allah’a dua etmek olduğunu söylemiştir” türünden garip iddialarda da… “Zaman Zaman İçinde” başlıklı günlüklerinde (Afa Yay., 1994), “Din insan tarafından güçlüyü tanımlamak için yaratılmış bir alandır”, “Ardında yatanı kavramayacak durumda olan insan için bilinmeyen, Tanrı’dır. Ahlaki anlamda Tanrı, sevgidir”, “İyi bir zamanda misyoner olabilirdim”, “Şimdi yalnızca bir dahi

insanlığı kurtarabilir -bir peygamber değil, hayır!- yeni bir manevi ideal formüle edebilecek bir dahi. Fakat bu Mesih nerede? Bize geriye sadece onurumuzla ölmek kaldı”, “Ben ne azizim ne de melek. Ben tek korkusu sevdikleri tarafından acı çektirilmek olan bir egoistim” şeklinde laflar eden Tarkovski, bizim İslamcı sinemacılarımıza nasıl bir ışık tutabilir acaba, çıkmazdan kurtulmak için nasıl bir yol gösterebilir, benim için ciddi merak konusudur. Tarkovski, Hıristiyanlığın tahrif edilmiş olduğunu düşünen, Tanrı’ya inanmak isteyen, Tanrı’yı arayan ama bir türlü bulamayan, ‘kötü bir zamanda yaşadığı’ için acı duyan bir yarı-Hıristiyan’dı… Bir tür Dostoyevski sendromu içinde olduğu da söylenebilir: Tanrı’ya inanmak istemiş ama becerememişti. Aynı zamanda da kimi sıkıntılar çekmekle birlikte hiçbir zaman büyük baskılar yaşamamış bir Sovyet yurttaşıydı. SSCB’den belli şikayetleri vardı, örneğin “Bu nasıl bir ülkedir ki benim sırtımdan para kazanmak istemiyor” vb. demiş, kendi parasızlığından da yaka silkmiş, film çekim süreçlerindeki bürokratik engellerden sıkça söz etmişti ama öncelikli derdi komünizm, sosyalizm ya da parti değil, umudunu kaybetmiş ve aydın tavrı göstermeyen aydınlardı. Hiçbir zaman cezaevine girmedi ya da akıl hastanesine kapatılmadı, polis baskısı yaşamadı, sürgüne gönderilmedi, tam tersine sinema sanatına büyük katkılarından ötürü Lenin Nişanı’yla ödüllendirildi. Mistik yanları vardı kuşkusuz ki ama bu da onu, -gençliğinde bir dönem Arapça kurslarına devam etmesinin ‘işe geldiği gibi’ yorumlanması dışındatasavvuf ve tarikat ehli yapmaya yetecek oranda değildi. Kısacası, bizim İslamcılarımızın işine yarayacak ölçüde bir

‘muhalif’ değildi Andrey Tarkovski. Tarkovski filmlerinin, ‘tasavvufi okuma’ya uğratılmasına hiçbir itirazım yok ama bu çabanın sonucunda ortaya İslami sinema için bir modelin çıkabileceğine inanmak, kusura bakılmasın ama tamamen beyhude bir iştir. Döne döne sinemanın gerçekçi bir sanat olması gerektiğini savunan, bunu yaparken ‘gerçeğin yansımaları’nı da araştıran Tarkovski’den fizik ötesi manalar çıkarmaya çalışmak, uzunca ama dar bir çıkmaz sokağa girmekle eş anlamlıdır. “Mühürlenmiş Zaman”da (Afa Yay., 1992) “Ben halkımın bir parçasıyım. Aynı topraklar üzerinde yurttaşlarımla birlikte yaşadım ve onlarla -yaşımla orantılı olarak- aynı tarihi deneyimleri edindim, aynı yaşam süreçlerini gözlemledim ve yansıttım. Ve şimdi de burada, Batıda bile, halkımın bir evladı olarak yaşıyorum. Onun küçük bir damlası, ufacık bir parçasıyım; kökleri kültürel ve tarihi geleneklerin derinliklerinde yatan düşüncelerini dile getirmeyi umuyorum” diyen bir Rus sanatçı, Türk sinemasına elbette ki genel ölçülerde yön gösterebilir, göstermelidir, göstermiştir de ama özel olarak İslami sinemaya sunabileceği bir ‘mucize’ olabileceği kanısında değilim açıkçası. Hele bir de “Koca bir evreni içinde taşıyan insan: İşte benim tek ilgi odağım. Zira hayat, her zaman hayal gücümüzden daha zengindir. Bu yüzden gerçek bir sanatçı, ancak kendisi açısından hayati bir zorunluluksa yaratma hakkına sahiptir. Ben de sinema sanatıyla seyirciye, hayatın gerçek akışını neredeyse hiç bozmadan aktarma yeteneğini taşımak istiyordum” dediği düşünülürse… İslami sinema camiasında bir Tarkovski’dir tutturulmuş gidiyor gitmesine de, nereye kadar? Haftaya görüşmek üzere. Sinema salonunu en son siz terk edin!

k 04 - 10 Mayıs 2012 / arkapencere

21


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.