10
çıkarına feda etmeyecek, ufku değil, ufkun ötesini görebilecek yönetim kadrosu ister. 26.02.2011 tarihinde Türkiye’yi ziyaret eden; hava alanında inerken protokoldekilerin elini sakız çiğneyerek sıkan Fransa Başkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye Cumhurbaşkanının ve Başbakanın yüzüne adeta şu cümleleri
dalga
geçer
gibi
çarpıyordu:
“Sürekli
demokrasinizin
güçlendiğinden ve mükemmelleştiğinden söz ediyorsunuz; o zaman, Avrupa Birliğinizde ne işiniz var? Avrupa Birliği öncelikle bir demokrasi projesidir. Siz belli ki bunu başarmışsınız. Ekonominizin gücünden dem vuruyorsunuz. Bu da Avrupa Birliğinin amaçları arasında; belli ki Siz onu da başarmışsınız”. Ancak gerçek düşüncesini yine şamar gibi söylemekten kaçınmadı. “Türkiye’nin bu ortaklıkta yer almasını doğru (ve mümkün) bulmuyoruz”. Böyle bir cümleyi Alman Şanşölyesi (başbakanı) Angela Merkel söylemişti: “Avrupa Birliği bir Hıristiyan birliğidir; burada Türklerin yeri yoktur”. Sarkozy bu söylemini çok daha ağır bir serzenişle sürdürdü: “Türkler kendilerinin aşağılandığı hissine kapılmaması
için bir çıkar yol
bulunmalıdır”. Bütün bunların altında yatan –yöneticilerimiz ne söylerse söylesin- din farkıdır. Bunu da yadırgamamak gerekir. Çünkü bir kişinin doğumundan ölümüne kadar farklı bir yaşam tarzını getiren bu farklılık, toplumların bir araya gelmesini önleyen en önemli unsur olarak görülmektedir. Dini öğretiyi ve dini yaşam tarzını güçlendirmeye çalışan; bunu bizzat kendi aile bireylerinin giyim kuşamı ile dünyaya göstere bir yönetimi batınını kendi içine alacağına inanıyor musunuz? Açıkça Türkiye’de savaş yolu ile
başaramayacakları
bazı
amaçlarını
gerçekleştirinceye
kadar