Aktivist 4. Sayı

Page 1

Digital Dergi 3.Sayı Kasım Aralık 2013

www.aktivistanbul.com

Timur Tiryaki

Hangi konuda değer üretmek istiyorsunuz?

Mustafa Acunbay Yazdı

dünyayı kim kurtaracak?

Doğal Doğum Dosyası Dr.Hakan Çoker ile Doğal Doğum Üzerine En kutsal meslek: Doula Hizmeti Hamilelikte aylara göre beslenme Blogcu Anne’ye sorduk

nedir şu

dijital ajans dedikleri?

Cemalnur Sargut

Çocuklara ölüm, cinsellik ve soyut kavramlar nasıl anlatılır?

Mustafa Emin Palaz’dan

Girişimcilere Özel İpuçları

BARIŞ SOYDAN

Ve…

İrfan Özata

“Sihirli değnek sensin!”

Altan Tanrıkulu Canku Yaşlak Denise Lawrence Funda Bilgili Hakan Ayvaz Hande Ceyhun Hande Tanrıkulu Hilal Çetinder Şebnem Aybar


çok değerliyiz!!!

kendi hayatları üstünde duranlar! merak edenler! sorgulayanlar! denemeyi, bi’bakıp çıkmayı sevenler! Türkiye’nin değerlere odaklanan ilk dergisi Aktivist sizin için burada! can-ı gönülden üye olmak için burayı tıklayın!


YAYINCI Büyük Harfler İçerik ve İletişim Tasarımı

GENEL YAYIN YÖNETİMİ VE YAZI İŞLER Büyük Harfler İçerik ve İletişim Tasarımı Görsel Sanat Yönetmeni ve Grafik Tasarım Atakan Palaz Web Tasarım Hakan Sert Sosyal Medya Burçin Önay Hukuk Danışmanları Av. Emir Budak Av. F. Çağdaş YILMAZ Av. Uygar GÜNERBÜYÜK Yazarlar Altan Tanrıkulu Barış Soydan Burçin Önay CankuYaşlak Dicle T. Uludağ Feryal Çeviköz Funda Bilgili Hakan Ayvaz Hande A. Ceyhun Hande Tanrıkulu Hilal Çetinder Mustafa Acunbay Mustafa Emin Palaz Osman C. Aydoğmuş Şebnem Aybar Timur Tiryaki Ümit Yontar Mehmet Özdemir

Katkıda Bulunanlar Bi’fark Yarat Biletix Brahma Kumaris Denise Lawrence Derin PR Dr.Metin Kerem Harun Özakıncı İdefix İstanbul Doğum Akademisi Kadıköy Belediyesi Kültür A.Ş. Liv Hospital Nefes Yayınları Oyunculuk Dergisi Özlem Süer Seda Bahtiyar Tatay Şaylan Yılmaz TEMA Yapı Kredi Yayınları

Basın ve Halkla İlişkiler www.buyukharfler.com Reklam Rezervasyon Tel: 0 216 417 25 21 Yönetim Yeri Altıntepe Mah. Bağdat Cad. No: 57/12 Maltepe - İstanbul Tel: 0 216 417 25 21 info@aktivistanbul.com www.aktivistanbul.com Yayın Türü: Digital, süreli, 2 aylık www.buyukharfler.com Aktivist Dergisi, Büyük Harfler İçerik ve İletişim Tasarımı tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf, harita, illüstrasyon ve konuların her hakkı saklıdır. İzinsiz, kaynak gösterilerek dahi alıntı yapılamaz.

DEĞERLİ OKURLARIMIZ, HER TÜRLÜ FİKİR, ELEŞTİRİ, ÖNERİ VE KONU PAYLAŞIMINIZA AÇIĞIZ. LÜTFEN BİZE KATILIN: bence@aktivistanbul.com

Editörden İYİLİK GÜZELLİK! Herkese Merhaba! Çabucak gelen kış kimimizi sevindirdi kimimizin de karalar bağlamasına sebep oldu. Oysa kış güzeldir, ev demektir, her şeyin sonunda aynı sofra etrafında buluşmak demektir. O halde hepimize huzur dolu, sıcacık bir kış mevsimi dileriz. Yazın aldığımız kararlar, yaptığımız planlar hep kış için değil miydi? İster Ağustos Böceği olalım ister Karınca; yolu yok: O planlar hayata geçecek!  Biz de 3. sayımızın içeriğini hazırlarken, her zamanki gibi değerlerimize ve ilham vermeye odaklandık. Eleştirirken, bilgilendirirken, akıllarda yeni pencereler açarken yine iyi ve güzel bir dünya düşledik. Yaz boyu kurduğumuz hayallerin peşine düştüğümüzde ceplerimizde iyilik, güzellik olsun istedik. Cemalnur Sargut’la konuştuk. Bize tasavvuf bilgilerinin ışığında kalplerimizi temiz tutmayı anlattı. İrfan Özata, sevdiğimiz şarkılarını bize ulaştırana kadar hangi yollardan geçtiğini paylaştı, onu dinlerken aile olmanın önemini bir kez daha kavradık. Doğal doğum konusu uzun zamandır gündemimizdeydi. Doğal doğum aktivistleri “Her normal doğum, doğal doğum değildir” diyorlardı. Bir bildikleri vardır diye düşündük; Dr.Hakan Çoker’e sorduk. Yine son zamanlarda adı sıkça geçen “Doula” hizmetini, bize Şaylan Yılmaz anlattı. Blogcu Anne, yeni anne olan kadınların yüreğine su serpti verdiği röportajda. Yazarlarımızın her biri, bir başka konuya ışık tuttu. Kariyer, girişim, futbol, gençlik, sinema, İstanbul, ilişkiler, moda, sağlık… Kendi uzmanlık alanlarında, bizlere ilham verdiler. Ve şimdi yola çıktığımız niyetin rotasını hiç değiştirmeden, aynı şeyi söylüyoruz. Deneyimle… Katıl… Hiç olmazsa “Bi’bakıp çık!”

Teşekkür: Her zaman olduğu gibi yapıcı eleştirileriyle bizi iyiye yönelten, konu önerileriyle merak edilenleri kavramamızı sağlayan tüm dostlarımıza ve üçüncü sayımızda değerli paylaşımlarıyla bizlerle birlikte olan tüm kişi ve kurumlara teşekkür ederiz. info@aktivistanbul.com adresiyle bize her konuda yazabilirsiniz.

Sevgilerimizle, Aktivist Dergi Ekibi


Röportajlar

irfan özata

“Sihirli

değnek sensin!”

“her vajinal doğum, doğal doğum değildir!”

Cemalnur Sargut

Dr.Hakan Çoker:

42

Röportajlar

72

64


BLOGCU ANNE “İlk danıştığım insan eşim oluyor…”

52 dünyanın kutsal mesleklerinden: Doula

Şaylan Yılmaz

NEDİR ŞU

DİJİTAL AJANS

96 84

DEDİKLERİ?

Behice Sayat

Kuklacı iki kere Etkinlikler oyuncu... Psk. Zeren Kadıoğlu

16

Fatih Kolçak

Röportajlar

Röportajlar

48


küçük olunca hız artıyor

Mustafa Emin Palaz

Hakan Ayvaz

30

28

24

BARIŞ SOYDAN

Gelen Gideni

Aratır canku yaşlak

26

nikita’nın makası Şebnem Aybar

38

YAŞAM

YAŞAM

sözün bittiği yerdeyiz


Mustafa Acunbay

36 Real bu!

Ne yapsa yeridir...

altan tanrıkulu

70 Hamileler hangi dönemde nasıl beslenmeli?

50

Uzm. Dr. Seda Bahtiyar Tatay

Gurur Canbaş hande ceyhun

33 Bedenimiz en dürüst organı hangisidir? Funda Bilgili

80 Hangi konuda değer üretmek istiyorsunuz? Timur Tiryaki

20

YAŞAM

YAŞAM

Zeki Yaşamın Hüküm Sürdüğü Nükleer Başlıklı Gezegen...


vitrin

Boyner Evde ’den sofistike renkler, dokunuşlar

Ev tekstilinden mobilyaya, mutfak aksesuarlarından dekorasyona kadar uzanan zengin ürün yelpazesi ve her sezon yenilenen konseptleriyle evlerin çehresini küçük dokunuşlarla değiştiren Boyner Evde, 2013-2014 Sonbahar-Kış Koleksiyonu ile kış renklerine bürünerek evlerimizi ısıtıyor. Her sezon değişen konseptleri ile evlere özgün tasarımlar sunan Boyner Evde’nin 2013-2014 Sonbahar-Kış Koleksiyonu sevenleriyle buluşuyor. Dekorasyon trendlerini özgün çizgilerle buluşturan Boyner Evde bu sezon, dokuların ve renklerin eşsiz buluşmasına yer açarak, kışın soğuğunu sıcak renklerle kombinliyor.

Sağlıklı bir kışa hazırlık için Siemens katı meyve sıkacağı

Siemens ME200C0TR katı meyve sıkacağı üstün performans ve kaliteyi mükemmel bir tasarımla birleştiriyor. Yenilikçi Aktif Motor sistemi, bütün parçalar doğru şekilde monte edilmeden cihazın çalışmasını önlediği için, son derece emniyetli ve pratik bir kullanım imkânı sunuyor. Kaymayı önleyen vakumlu ayaklar sarsıntıyı önlüyor, meyve suyu etrafa sıçramıyor, mutfak tezgâhına dökülmüyor. Yüksek performans sağlayan 700 W motor gücü ve beyaz ve vişne kırmızısı renklere sahip estetik tasarımı ile dikkat çeken katı meyve sıkacağının geniş meyve ve sebze besleme ağzı, meyvelerin bütün olarak sıkılabilmesini sağlıyor ve meyve sıkacağının tüm parçaları ve aksesuarları çıkarılarak bulaşık makinesinde yıkanabiliyor

Tunçmatik’in yepyeni mobil şarj cihazlarını yanınızdan ayıramayacaksınız!

Tunçmatik, özellikle akıllı telefon kullanıcılarını sevindirecek mobil şarj cihazlarını kullanıcıların beğenisine sunuyor! Türkiye’nin 44 yıldır enerji çözümleri markası olan Tunçmatik, bu kez de Slim Powerbox 3800 ve Powertube 2600 ürünleriyle neredeyse her gün yaşadığınız şarj sorununu ortadan kaldırıyor. Tunçmatik, Powerbox ve Powertube ile depolanmış enerjiyi kullanarak mobil cihazlarınızı dilediğiniz zaman, dilediğiniz yerde şarj edebilmenin ayrıcalığını sunuyor.

8

Temmuz - Ağustos / 2013


Ada Esintisini Evinize Taşıyan Sabunlar

Tanıtım Atölyesi, Natura Foam çatısı altında el yapımı doğal zeytinyağlı sabunlardaki ürün gamı ve hizmet çeşitliliğini geliştirerek internetten satışa başladı. Tanıtım Atölyesi’nin bir markası olan Natura Foam, Gökçeada’nın doğal sızma zeytinyağları, keçi sütleri ve yağmur suları kullanılarak üretiliyor. Keçi sütü ve bal dışında hiçbir hayvansal madde ve sentetik koruyucu kullanılmayan sabunlar tamamen bitkisel yağlar, çiçek yağları, meyve yağları ve parçacıklarının karışımları kullanılarak soğuk yöntem ile baştan sona el yapımı olarak üretiliyor.

Kilye ile mevsiminde, doğal ve katkısız ürünler artık çok daha yakın

Ürün gamını oluştururken Gelibolu Yarımadası’nda üretilen doğal gıdaların eski zamanlardaki çeşitliliği ve yapılışlarındaki sadeliği, basitliği yakalamaya çalışan Kilye’nin; erken/geç hasat sızma zeytinyağı, sofralık zeytin çeşitleri, zeytin ezmesi, domates konservesi, domates salçası, pekmez, tahin, üzüm ve meyvelerden kompostolar, közlenmiş biber konservesi, reçeller ve marmelatlar, ve zeytin ağacından özel üretilen tabaklardan oluşan 32 çeşit ürünü artık www.kilye. com.tr de lezzet severlerle buluşuyor. Kilye’nin ürün gamına yeni eklenen ekşi pekmez, dalında güneşte kurutulmuş kuru üzüm ve “Kilye Taş Fırından” serisi ile ev yapımı Kilye gevrekler, galetalar, taş fırından köy ekmeği de www.kilye.com.tr den ulaşabileceğiniz lezzetler arasında yer alıyor.

Profesyonel kalitede fotoğraf çekimi ve anında sosyal medyada paylaşım için: Samsung NX2000

Samsung NX2000, günlük yaşamlarını sosyal medyada paylaşmaktan hoşlanan fotoğraf tutkunlarına hitap ediyor. Samsung Electronics’in Samsung SMART Camera teknolojisiyle geliştirdiği akıllı fotoğraf makinesi NX2000; şık, ince ve kompakt bir tasarım sunuyor. NX2000 ile profesyonel kalitede çektiğiniz fotoğrafları anında sosyal medyada paylaşabilir, akıllı telefon ya da tabletinize transfer edebilirsiniz. NX2000’in; klasik tarzı sevenler için siyah, minimalist bir görünümü tercih edenler için ise beyaz renk seçenekleri bulunuyor.

9


Bird yeni sezon için kapılarını açtı

mekan

Eşsiz Lezzetlerin Buluşma Noktası “Lasagrada Brasserie”

İşletmeciliğini ünlü oyuncu Cenk Torun’un yaptığı, Chill out, pop ve Lounge müziklerinin renk kattığı mekânın menüsü; kahvaltı, sandviç, ara sıcak, başlangıç, salata, makarna, ana yemekler ve tatlı gibi pek çok farklı alternatif sunuyor. Beğendili börek, kabaklı kalamar tava, thai tavuk salata, mantı, dana jambonlu farfalle, ıslak köfte, çökertme kebabı, dana kaburga, fırında levrek, lavantalı krem brule, balkabağı tatin gibi birbirinden farklı lezzetler bulunan menüsüyle fark yaratıyor. Şarap kavında da iddialı olan mekân, butik firmaların en iyi şaraplarını, en özel kupajlarını menüsüne koyarken, bunun dışında standart alkollü içeceklerden oluşan bar menüsü ve özel kokteylleri ile de göz dolduruyor.

Le Pain Quotidien’ den organik ekmekler ile sonbahar

Le Pain Quotidien sonbaharın soğuk ve kasvetli havasını, fırından yeni çıkmış çıtır çıtır organik ekmekleriyle ısıtacak! Başta un olmak üzere, lezzetli ekmeğin her önemli malzemesinde, Le Pain Quotidien’in tercihi sertifikalı doğal ürünlerden yana. Taş ile öğütülen organik unun mayalanarak hazırlanıyor, lezzet tutkunlarıyla buluşuyor ve kolay sindirimi ile müdavimlerin sofralarında fark yaratıyor. Doğal maya içeren ve özgün tariflerine uygun biçimde, keten sepetlerde yavaş yavaş, titizce mayalanıp özel fırınlarda pişirilen bu ekmekler, raflarımızda her gün taze olarak günlük sunuluyor.

10

Temmuz - Ağustos / 2013

Lezzet, keyif ve eğlenceden vazgeçemeyenlerin adresi Bird yeni sezona merhaba dedi Tarihi dokusu ve büyüleyici atmosferi ile İstanbul’un en renkli semtlerinden biri olan Beyoğlu’nun Şişhane Bölgesi’nde konuklarını ağırlayan Bird, yeni sezon için kapılarını açtı. Şık ve sıcak dekorasyonunu koruyan Bird’ün Vietnam ağırlıklı Uzakdoğu mutfağına ait mönüsü eklenen yeni lezzetlerle yine iddialı. Yemek mönüsüne Bird’e özel kokteyller ve geniş şarap kavı da eşlik ediyor. Bird, öğle yemeklerinde de leziz tatlar eşliğinde günün stresinden bir an olsun uzaklaşmak isteyenler için adeta bir sığınak.


Dünya’nın lezzetleri iki dilim arasında!

Gourmet Garage Sandwiches, dünya lezzetlerini bir araya getirdi! Birbirinden lezzetli damak zevkleri olan ülke ve şehirlerden esinlenerek hazırladığı sandviçler ile tüketicileri ülkeler arası bir lezzet yolculuğuna çıkartıyor. Meze ve zeytinyağlı çeşitleri, lokal ve import alkollü içkiler, unlu mamuller, yanı sıra “şarküteri- restoran” konsepti ile beğeni toplayan ve İstanbullar için vazgeçilmez lezzetler sunan Gourmet Garage, dünya lezzetlerini bir araya getirdiği sandviç konseptli yeni mekanı “Gourmet Garage Sandwiches” gün içinde keyifli ve lezzet dolu molalar vermek isteyenler için hizmet vermeye başlayacak. Malzemelerine göre soğuk sandviçleri şehirler ile adlandıran, sıcak sandviçlerde ise ülke isimlerini kullanan Gorumet Garage Sandwiches, eğlenceli ve bir o kadar da merak uyandırıcı tatlara ev sahipliği yapıyor…

Damak tadını eski anılarla çoğaltanların balıkçısı: “Şaşkın Balık Suadiye”

Şaşkın Balık Suadiye, farklı reçeteleri ve alışkın olduğumuz lezzetleri ile Suadiye Tonozlu Sokak’ta... Yenilenen dekorasyonu ve parmak ısırtan menüsüyle balık severlere, sıcacık atmosferi ve samimi servis anlayışıyla hizmet veren Şaşkın Balık, yaratıcı yemeklerine yenilerini ekledi. Şaşkın Nazik, Balık Mantı, Levrek Sarma ve Şaşkın İçli Köfte ile “İlla ki balık” diyenler için, tanıdık lezzetlere balık tadı veren Şaşkın Balık, soğuk mezeleri, ege otları, ara sıcakları ve salatalarıyla özlemi duyulan eski balıkçılarla hasret gidermenizi sağlıyor. Tava, ızgara ve buğulama teknikleriyle pişirilen balıklar, mevsimine göre çeşitlilik kazanıyor. Taze sebzelerle hazırlanan balık Çorbası ve Karaköy’ün “Balık Ekmek”i de Şaşkın Balık’ın menüsündeki yerlerini alıyor.

11


siftah köşesi

Başarılı bir restorasyon ile Eski bir Rum evinden günün her saati rahatlıkla vakit geçirilebilecek bir bistroya dönüştürülmüş Red House Bistro… Sizleri evinizin konforu ve temizliğinde eşsiz lezzetler ile buluşturacak bu şirin Bistronun güzel havalarda bahçesinde, geri kalan zamanlarda kapalı kısmının eşsiz ambiyansında sevdikleriniz ile unutulmaz saatler geçirebilirsiniz. Misafirlerinin, özel kutlamalarında ya da günlük temponun stresinden arınmak için dostlarla yaptıkları küçük kaçamaklarında, onları birkaç saatliğine de olsa hayatın karmaşasından koparıp götürecek büyüsünün yanı sıra profesyonel, güler yüzlü kadrosu; hızlı, eksiksiz servisi ve eşsiz müzikleri ile kolaylıkla müdavimi olabileceğiniz bir yer.

12

Temmuz - Ağustos / 2013

Red House Bistro, dört katlı cumbalı bir binada, içine girdiğiniz anda kendinizi hoş bir nostalji rüzgarına bırakacağınız bir mekan olarak Nisan ayından bu yana Kadıköy’de misafirlerini ağırlıyor.

Mekânın menüsü de kendisi gibi çok özel. Güzel bir kırmızı yahut beyaz şarabın yanına eşlik için alabileceğiniz Bacon ve poşe yumurtalı fırında kuşkonmaz… Balkabağı yatağında kuşkonmazlı ahtapot… Sotelenmiş, Alman makarnalı hardal kremalı mantar… Taze mozzarella, domates ve fesleğen tabağı… Pita ekmeğinde fesleğen soslu karides çeşitleri; başlangıç için başınızı döndürecek lezzetler…

Yaratıcı Kombinasyonlarla Ana Yemekler Ana yemek olarak tercih edebileceğiniz ŞARAP SOSLU TAVUK ( Patates püresi ve Marsala şarap soslu tavuk göğsü ile ), VIENNA ŞNİTZEL (Közlenmiş yaprak biber, yumurta ve kızarmış patates ile ), STEAK VENEDİK (Kuşkonmaz başları ve bearnaise soslu isteğine göre pişirilmiş ), ÇITIR SOMON ( Kuşkonmaz ve patates püresiyle ) gibi tadı damağınızda kalacak değişik lezzetler ya da pizza ve makarna gibi her damak tadına hitap eden tanıdık tatlar menüde mevcut.


Formuna dikkat eden ama aynı zamanda lezzetten ödün vermek istemeyen titiz misafirleri için hazırladığı salata çeşitleri de ayrı bir yazı konusu olacak kadar çok. Hamburger, sandviç çeşitleri ve atıştırmalıklar, yine Red House Bistro farkı ile hazırlanmış.

Çok Aç Değilim… Combo tabağı (soğan halkası, çıtır tavuk, patates kızartması, sosis pane), Çıtır tavuk lollipop, Ekmek çanağında çedar peynirli chili ve tortilla cipsi, Mantar kremalı tavuklu calzone Bacon parçacıklı patates kızartması ya da Lavaş Kızan… “Çok Aç Değilim”, ben Red House Bistro’da keyif çatmaya geldim diyenler için… Red House Bistro İstanbul’da bir Paris bistro havası yaşamak istediğinizde sizleri bekliyor.

Red House Bistro Caferağa Mahallesi Damacı Sokak No.6 Kadıköy/İSTANBUL Telefon: 0 216 336 06 52 info@redhouse-bistro.com www.redhouse-bistro.com

13


Serda Kranda serda@aktivistanbul.com

14

Temmuz - AÄ&#x;ustos / 2013


Annem babama kızdığı zamanlarda şöyle der, “Şu adamın karısı olacağıma, keşke kızı olsaydım…” Bu serzenişte çok kıymetli bir bilgi gizli aslında. Sosyal kimliklerimiz, statümüz ile karakterlerimiz arasındaki farkları gözlemlediğimizde; bu değişimi fark etmek mümkün… İlişkilerimize azıcık yakından baktığımızda, ağır basan hallerine göre tavır ve yaklaşımlarımızın değiştiğini hemen fark edebiliriz. Sokakta karşıdan karşıya geçmekte olan yaşlı bir kimseye yardım etmek için hiç şüphesiz harekete geçen biz, iş yerindeki arkadaşımızın basit bir ricasından akıl almaz fesatlıklar üretebiliriz… Annemiz bizden çamaşırları asmamızı istediğinde bin dereden su getirirken, sevgilimiz için kendimizi dolma sararken bulabiliriz… Babayken son derece şefkatli, korumacı ve hassasken, “eş” kimliğimizde duyarsız, kaba ya da saygısız olabiliriz. Arkadaşlarımız için eşi bulunmaz, neşeli ve güvenilir bir dostken; iş yaşamımızda gerçek bir canavara dönüşüyor olabiliriz. Çok mu abarttım… Biz hangisiyiz? Sevgi dolu ve anlayışlı mı, dürüst ve cömert mi, kolayca yalan söyleyebilen, menfaatperest ve hırslı mı? Saygılı ve ilgili mi? Cana yakın ve güvenilir mi? Riyakâr mı, garantici mi? İlişkilerimizin tümünde sergilediğimiz davranışları şekillendiren kişilik özelliklerimizi alt alta yazarak bir liste yapsak; öyle sanıyorum ki ortaya hastalıklı bir tablo çıkabilir. Çünkü toplumsal rollerimizin ve ilişki durumlarımızın belirlediği tutum ve tepkilerimiz çoğu zaman çelişkilerle dolu. Ve bu listeye dikkatle bakacak olursak, kendi var oluşumuzu özgürce ve güvenle ortaya koyabildiğimiz durumlarda, iyi niyetli ve pozitif bireyler olduğumuzun ama duygusal zaaflarımızın, egomuzun, kompleks ve beklentilerimizin ağır bastığı durumlarda nasıl bir hırs küpüne dönüştüğümüzün, çoğu zaman tanınmaz hale geldiğimizin ve hatta bu berbat tavır ve düşüncelerimizle kendimizden nasıl uzaklaştığımızın farkına varabiliriz.

Huzurun anahtarı iki kelimede olabilir: “Tutarlılık ve Denge”… Yani “İçte sulh, dışta sulh!” Doğanın hâlihazırda bize verdiği şeyler ve sonradan kazandıklarımızı üst üste koyunca çoğu zaman şahane insanlar olduğumuzu görebiliriz. Ama 21.yüzyıl; insan ve kendisi arasındaki yolu tuzaklarla doldurdu. Öyle sanıyorum ki, kişinin kendi içinde dengede kalabilmesi için kendiyle ilgili emin ve mutlu olduğu bir karara varması gerekiyor. Rollerimizin yarattığı algı ve kalıplar, rollerin gerektirdiği davranış modelleri, yaklaşımlar bizi bizden alıkoyuyor. İş yaşamının travmatik ilişkileri, aile içi duygusal hiyerarşi, arkadaşlıkların göbeğinde yer alan kişisel çıkarlar ve bencil tutumlar… Her birimizi biraz fesat biraz hesapçı yaptı

sanki. Tüm doğamızı özgürce yaşayabildiğimiz alanlar küçüldükçe küçüldü. Dünyanın büyük bir çoğunluğu kendi içinde mutlu değil. İlişkiler anlamsız öğelerin, yanıltıcı dengesi üzerine kurulu. Sanki insanlarda aramızda gizli bir anlaşma var. “Tencere dibin kara, seninki benden kara”… Tarafların birbirleri hakkındaki bilgi ve çıkarımları üzerinden sağlanan yapmacık barış ortamı, aslında derin bir soğuk savaş halinde herkesin içini kemiriyor. Peki… Siz en çok halinizi seviyorsunuz. Hangi halinizde mutlu, huzurlu ve sakinsiniz. Belki bunu fark edebilmek üzerine yoğunlaşabiliriz… Sizi bir serçeyken akbabaya dönüştüren durumlar hangileri. Ne oluyor da bir anda gönlünüze o perde iniyor? Evet, elbette hayatta kalabilmek için, o iş yerinde kariyer yapabilmek için, sevgilinizle ilişkinizde ipleri elinizde tutmak için, yolda sol şeride geçebilmek için, ay sonunu getirebilmek için… Mutlu bir serçe olmak yetmeyebilir. İçimizde hayvanlar âleminden farklı kareler canlanabilir…

Ama peki, eni sonu… Ben kimim? Sahip olduğum değerler, tutum ve davranışlar birbirini beslemek yerine çürütüyor mu? O zaman nasıl tutarlı ve dengede olacağım? Eşim, çocuklarım, iş yerimdeki insanlar, sokaktaki etkileşimlerim… Birbiriyle tutarlı davranışlar gösterebilmem için ne yapmam gerekiyor? Elbette hepimiz iyi insanlarız… Ama bazen… ☺ Hani diyorlar ya, dünyada bir uyanış ve aydınlanma yaşanacak diye. Bu uyanış ve aydınlanma, bir kitle hareketi olup, kıtalara yayılıp, dünyayı etkisine alıp, bizim ayaklarımıza kadar gelip, “E, mecbuuuuur, iyi insan olmayacan da ne yapacan. Olacan elbeeeet” diye gerçekleşmeyecek. Bu bir Gangnam Style olmayacak ya da yırtık kot modası ya da “Brokoli ye, kanser olma” gibi bir bilgi de olmayacak… Bu, kişisel bir uyanış olacak. Bireylerin birbirleriyle etkileşimleri ile değişecek dünya. Ve her birimiz bunun bir parçası, hizmetkârı olacağız. Yazarımız Mustafa Acunbay bu ayki yazısında soruyor ya “Dünyayı kim kurtaracak” diye… Evet, her birimiz tek tek gerçekleştireceğiz bunu… Vazgeçerek olacak. Erdemli davranışlara tutunarak olacak. Kendimizle barışarak olacak. Vazifeye atılmak için, içinde bulunacağımız vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmediğimizde olacak. Kalıplardan kurtulduğumuzda, zayıf ya da güçsüz görünmeyi umursamadığımızda, yürümeye yeni başladığımız zamanlardaki heyecanı yeniden ruhumuza kattığımızda, insanlarla girdiğimiz üstünlük mücadelesinin anlamsızlığını kavradığımızda, herkesin annesinin gözünde biricik olduğunu hissettiğimizde… Bağışlamanın, anlayış göstermenin, hoşlukla kucak açmanın basitliğini kavradığımızda… “Ben kimim?” sorusunun cevabını dışarda değil; içerde aradığımızda, orada bulduğumuzda…

15


röportaj

Picasso “12 yaşında Rafael gibi çizebiliyordum ama bir çocuk gibi çizebilmek için bir ömür harcadım” der. İlk bakışta çok kolay, yalın, düz varlıklarmış gibi gelen çocuklarımız, aslında onlarla sohbet etmeye başladığımızda, bizlere ne diyeceğimizi bilemediğimiz sorular sorabiliyor, söylediğimiz şeylerle hiç düşünmediğimiz çıkarımlar yapabiliyor ve asla tam olarak tatmin olmuyorlar. Öyle sanıyoruz ki, onların kafaları başka çalışıyor. İç dünyaları, zihinsel süzgeçleri ve ruhsal kütüphaneleri bizimkilerden çok farklı. Üstelik, işin en ilginç tarafı bizler de bir zamanlar öyleydik. Bu nedenle Picasso’nun sözü, bize çok derinlikli bir güzelliği, adına meslek sırrı dediğimiz bir ömürlük çabayı anlatır. Biz de çocuklar neyi nasıl anlar, nasıl yorumlar ya da biz hangi sorularına nasıl cevap vermeliyiz… Bir bilene soralım dedik. İstanbul’un en yeni hastanelerinden Liv Hospital’da görev yapan Çocuk ve Ergen Klinik Psikoloğu Zeren Kadıoğlu, sorularımızı cevapladı. 16

Temmuz - Ağustos / 2013


Çocukların Ölüm Karşısındaki Tepkileri/ Çocuklarda Dini-Soyut Kavramların Gelişimi Aktivist: Çocuklar iç dünyalarında ölümü nasıl algılıyor, nereye koyuyorlar sizce? Zeren Kadıoğlu: Çocuklar için ölümün kalıcı ve değiştirilemez bir olgu olarak kavranabilmesi ancak 7 yaşlarında gerçekleşmektedir. Bu yaşa kadar olan çocuklar, ölen kişinin geri geleceğini düşünebilirler. Ölen kişiye karşı özlem duyabilirler ancak bir taraftan onun tekrar canlanabileceğini de düşünebilirler. Okul dönemi çocukları ölümün bir son olduğunu anlarlar. Bazen ölen kişinin ebeveyn gibi çok yakın bir kişi olması durumunda suçluluk hissedebilirler. Anne-baba gibi çok yakın kişilerin ölmesinden endişe edebilirler. Aktivist: Çocuk, ölüm nedir diye sorduğunda ona bunu nasıl anlatmalıyız? Zeren Kadıoğlu: Her ailenin kendi kültürel değer ve inançları ve çocuğun yaş ve gelişimsel düzeyi doğrultusunda şekillenen kendine özgü, ölüm haberini iletme yöntemleri vardır. Kötü habere çocuğunuzu alıştırmak için başlangıç yapabilirsiniz, örneğin “Çok üzücü bir olay oldu, …. öldü.” Okul öncesi çağ çocuğunuz için “Öldü” kelimesinin anlamını açıklamanız gerekir. “Öldü”, “artık yaşamıyor” şeklinde tanımlanabilir. Ölen kişinin artık nefes almayacağını, yürüyemeyeceğini, konuşamayacağı söylenebilir. “Gitti”, “uykuya yattı” gibi belirsiz ve karmaşık ifadeler küçük çocukların sevdiklerinin bir gün uyanacaklarını düşünmelerine ya da uykudan endişe etmelerine neden olabilir. Aktivist: Çocuklar yas tutar mı? Onlara ne şekilde yardımcı olabiliriz? Zeren Kadıoğlu: Çocuklar da yas yaşarlar ancak yaşadıkları yasın özellikleri yetişkinlerinkinden farklıdır. Örneğin ölüm haberini duyduktan sonra hiçbir şey olmamış gibi oyun oynayabilirler. Hastalık ve kaza gibi olaylardan daha çok korkmaya başlarlar. Anne-babalarının başına kötü bir şey gelmesinden endişe duyarlar. Ölen kişi yakın biri ise “Benimle kim ilgilenecek ?” gibi endişeler duyarlar. Yorgun ve sıkkın olduklarını ifade edebilirler ve bazen uyku bozuklukları görülebilir. Ölen kişiyi özleyip, sık sık düşünebilirler. Oyunlarında bu temayı işleyebilirler. Dikkatlerini yoğunlaştırmada zorluk ya da aşırı hareketlilik gözlemlenebilir. Akademik alanda zorluklar gözükebilir. Bazı çocuklar ise öfkeli, saldırgan ve yıkıcı davranışlar sergileyebilirler. Aktivist: Ebeveynler travmayı aşmak için cennetten bahsetmeyi, daha sonra kavuşulacağını söylemeyi tercih ediyorlar. Bu doğru bir yaklaşım mı? Zeren Kadıoğlu: Özellikle okul öncesi dönemde olan çocuklar henüz cennet, cehennem, ölüm ve sonrası gibi soyut kavramları anlayacak düzeyde olmadığı için bu tarz cümleler onun kafasını karıştırabilir. Örneğin cennetin çok güzel bir yer olduğunu anlayan çocuk, o zaman ben de ölüp cennete gitmek istiyorum, diye düşünebilir. Ya da cehennemden bahsedildiğinde aşırı bir korkuya, endişeye kapılabilir. Benzer biçimde bazı ebeveynlerin ‘Allah

baba şöyledir, Allah dede böyle yapar’ şeklindeki sözleri de çocuklarda zihin karışıklığına yol açabilir çünkü çocuklar yedi yaşından önce somut olmayan kavramları anlamakta zorlanır. Özellikle din ile ilgili konularda Allah, melekler, ölüm, cennet, cehennem, peygamberler gibi konuları idrak edemezler. Aktivist: Hepimizin bildiği gibi şimdiki çocuklar çok farklı. Kızım bana Allah’ı sorduğunda daha 2,5 yaşındaydı. Ve Allah’ı insanlaştırdığını fark ettim. Tabii, dini inançlarımız gereği kolaylıkla geçiştiremediğimiz de bir konu. Ne söylemeliyiz Allah hakkında? Zeren Kadıoğlu: Okul öncesi dönemde ‹Allah nerede, neden göremiyoruz?’ gibi sorular soran çocuklar zihinlerinde bu inancı somutlaştırmaya çalışmaktadırlar. Çocuklara uzun açıklamalar yapmak yerine zorlandıkları ve çocuğun zihninin karıştığını hissettikleri noktalarda samimi olarak ‘bilemiyorum’ denmesi daha doğrudur. Çocukların soruları çok ayrıntılara girmeden, mümkün olduğunca çocuğu korkutmadan, örnekler verilerek cevaplandırılmalıdır. Eğer çocuğun yaşı çok küçükse ve anlayamayacağı konuda soru sorduysa, “Biraz daha büyünce daha iyi anlayabilirsin” diyebilirsiniz. Çocuğun bu gibi soyut kavramları anlayabilmesi için duygusal ve bilişsel olarak hazır olması beklenmelidir. Özellikle kaygı düzeyi yüksek olan çocuklara bu konuda daha dikkatli açıklamalar yapmak gerekir. Çünkü kaygılı çocuklarda bazı soyut açıklamalar çocuğun psikolojik bir takım sıkıntılar yaşamasına neden olabilir.

Çocuklara Cinsellik Nasıl Anlatılmalı? Aktivist: Cinsellik ile ilgili sorular da ebeveynlerin en çok zorlandığı konular arasında. Kadın ve erkek cinsel organlarındaki farklılıkları gördüklerinde sorular da başlıyor. Yetişkinlerin bu konudaki tavrı nasıl olmalı? Zeren Kadıoğlu: Genelde çocukların cinsellikle ilgili merakı 3-4 yaşlarındayken başlar. Öncelikle çocuğunuza bu konuyu sade bir dille anlatmanız uygundur. Onlara karşı dürüst olun ve anlaşılmaz bir nokta bırakmayın. Anlatımınızda bilimsel kaynaklardan veya bu konuda yazılmış çocuklar için başvuru kitaplarından yararlanabilirsiniz. Bir kerede tüm bilgileri anlatmaya çalışırsanız çocuğunuzun kafasını iyice karıştırabilirsiniz. Sorularına verdiğiniz cevaplarda onun yaşını temel almak önemlidir. Sorduğu bir soruyu doğru cevaplamakta tereddüt ettiğinizde bu konuyu araştırmak için çocuğunuzdan biraz izin isteyebilirsiniz. Doğru kaynaklardan yararlanarak veya bir terapiste danışarak bilgilerinizi doğrulayın. Aktivist: Kendi cinsel kimliklerini ve cinsel organlarını keşfetme süreçleri nasıl gelişiyor? Ebeveynler bu dönemde nasıl bir tutum izlemeli? Zeren Kadıoğlu: Çocuğunuzun cinselliği akranlarından öğrenmesi sorunlar yaşamasına neden olabilir çünkü aldığı bilginin ne kadar doğru olduğunu bilemeyiz. Bu nedenle onunla konuşurken, bazı konuların özel olduğunu ve herkesle konuşulmaması gerektiğini söylemeliyiz. Sizinle bu konudaki iletişiminin açık olması için “Sorun varsa bizimle rahatça paylaşabilirsin” demeniz etkili olur.

17


Aktivist: Aynı konu çerçevesinde, “mahrem” kavramını idrak etmesini nasıl sağlayabiliriz? Zeren Kadıoğlu: Çocukların mahrem kavramını öğrenebilmeleri için odaların özel olduğunu ona anlatın. Sizin odanıza girerken oranın tıpkı kendisininki gibi özel olduğunu ve izin alması gerektiğini vurgulayın. Eğer odanıza izinsiz girmeye devam ediyorsa bu durumun hoşunuza gitmediğini ona söz ve davranışlarınızla hissettirin. Benzer biçimde 3-4 yaşından sonra onunla çıplak banyoya girmeniz doğru bir davranış olmaz. Bu yaşlardan itibaren eğer banyo yapmasına yardım etmeniz gerekiyorsa çıplak olmamanız daha doğru olacaktır. Banyonun mahremiyet alanı olduğunu ona hissettirin ve siz de onun mahremiyetine saygı duyun. Yine, çocuğunuza bedenimizde bize özel alanlar olduğunu ve bunu başkasına göstermenin yanlış bir davranış olduğunu söyleyin. Aktivist: “Ben nasıl doğdum” sorusunun cevabı nasıl olmalı? Zeren Kadıoğlu: Çocuğun nasıl dünyaya geldiği ile ilgili sorular karşısında ebeveynler ya çocuğa kızarlar ya da duymazdan gelirler ve geçiştirmeye çalışırlar. “Seni leylekler getirdi” gibi gerçek olmayan hikâyeler uydururlar. Çocuklara yaşlarına uygun olarak anlayabilecekleri şekilde gerçekleri anlatmak gereklidir. Cevaplar, baştan savma bir kaç sözle değil, çocuğun anlayabileceği açık ve net anlatımlar olmalıdır. Böylece çocuk cinselliği normal ve doğal bir olay olarak algılar. “Anne- baba birbirini sevdiği için birlikte yatar ve daha sonra çocuk olur”, “Birbirini seven iki insan sevgilerini sarılarak ve öpüşerek gösterir” gibi cümlelerle cinselliği, sevgiyi ifade etmenin bir şekli olarak anlatmak doğru olur. Ebeveyn, kız ve erkeğin bedenlerinin birbirinden farklı olduğunu anlatabilir. “Ben nasıl oldum” sorularına; “Annedeki yumurta babanın küçük tohumu ile bir araya gelir ve anne karnına yerleşir” cümlesi ile cevap vermek uygundur. Bu anlatımla birlikte, hamile bir kadının bebeği vücudunda nerede taşıdığını ve zaman içinde bebeğin nasıl büyüdüğünü gösteren resimler kullanılabilir. Aktivist: Çocuklar ile ilgili en zorlayıcı durumlardan biri de, çocukta var olan “kısasa kısas” bilinci. “O bana vurdu, ben de ona vurdum”. Sanki zihinleri bir çeşit adalet mekanizması kurulmuş gibi. Ebeveynler de hem çocuk kendini ezdirmesin hem de karşılık vermeden bunu başarsın istiyor. Çocuklar arasında adalet nasıl sağlanır? Zeren Kadıoğlu: Fiziksel şiddet göstermenin yanlış ve kabul edilemez bir davranış şekli olduğu her zaman çocuğa anlatılmalıdır. Hoşuna gitmeyen ya da haklı olduğunu düşündüğü durumlar olduğunda önemli olan çocuğa bu durumla başa çıkabilecek beceriler kazandırmaktır. Bu bağlamdaki sosyal becerilerin gelişmesi için anne-babanın model olması ve kendi davranışları da önem taşımaktadır. Unutmamak gerekir ki çocuğun yaşıtlarıyla olan ilişkilerine ayna tutan kendi ailesi içerisindeki ilişkilerdir. Dolayısıyla kendi akran ilişkilerinde de çocuğu iyi gözlemlemek ve gereken yerlerde çocuğun kendisinin düşünmesini sağlayıp “Sen de arkadaşına vurmak yerine ne yapabilirdin?”, “Sence nasıl davranmak daha doğru olurdu” gibi düşüncelerle doğru davranışın yerleşmesini sağlayabilirler. 18

Temmuz - Ağustos / 2013

Aktivist: Fakirlik, hastalık, engelliler vs… Çocuklara hayatın gerçeklerini anlatırken ne kadar gerçekçi olmalıyız? Zeren Kadıoğlu: Çocuklar bu konularla ilgili soru sorduğunda dürüst olmakta bir sakınca yoktur. Önemli olan nokta çocuğun anlayabileceği tarzda açıklamalar yapmak ve yaşının üzerinde anlayamayacağı ya da belirsizlik yaratabilecek detaylara girmemektir. Bir diğer önemli nokta da olumsuz durumlardan bahsederken (örn. hastalık) onu kaygılandırmayacak şekilde, tarafsız olarak anlatmaktır. Aktivist: Artık televizyon evlerimizin içinde, özellikle haber bültenlerinin çocuklarda negatif duygu durumları yarattığını düşünüyorum. Ebeveynlere bu konuda neler önerirsiniz? Zeren Kadıoğlu: Çocuklara, özellikle de okul öncesi dönemdeyseler, ancak ebeveynlerinin varlığında televizyon seyrettirmek uygundur. İlkokul çağı çocuklarına bile haber programlarını yalnız başlarına seyrettirmek çocukta kaygı yaratabilir. Bazı olayları yanlış değerlendirmesine neden olabilir. Ebeveyn çocuğun yanında bulunduğunda gereken yerlerde müdahale yaparak onun anlayabileceği düzeyde seyrettikleriyle ilgili bilgi verebilir ya da yaşını aştığını düşündüğü konular televizyonda işlendiğinde çocuğun izlemesine engel olabilir. Ancak elbette en doğrusu her çocuğun televizyonu belirli sınırlar içerisinde, ebeveyn gözetiminde ve yaşına uygun programları seyretmesidir.

Zeren Kadıoğlu


AÇIK GARDIROP

Kullanmadığınız ya da kullanılabilir durumdaki kıyafetlerinizi ihtiyaç sahiplerine ulaştırıyoruz. Evinizden aldığımız kıyafetler Açık Gardırop’ta yeni sahipleriyle buluşuyor. Kadıköy Belediyesi Sosyal Destek Merkezi Özbey Caddesi No: 111 Fikirtepe/Kadıköy 545 72 28

19


Timur Tiryaki timur@basariakademisi.com

Hangi sektörde ilerlemeliyim? Yeteneklerim ve İsteklerim ile Nasıl Para Kazanırım?

Ne yapmak istiyorum?

Yeteneklerim neler? Kariyerime nasıl yön vermeliyim?

İş hayatının daha fazla proje odaklı olacağı, daha esnek saatlerde çalışılacağı, konular arasında insanların seçim yapmakta biraz daha özgür olacağı gibi öngörüler dolaşa dursun tüm gençlerin (ve hatta birçok çalışanın) hangi sektörde ilerlemeliyim, kariyerime nasıl yön vermeyelim gibi soruları devam etmektedir. 20

Temmuz - Ağustos / 2013


Geleceğinizi Planlamak:

Hangi konuda değer üretmek istiyorsunuz? Bu sorulara bir parça yardımcı olacak bazı bakış açıları şunlar:

hangi değerleri temsil etmek istiyorlar düşünmeleri gerekiyor.

Kariyer planlama ve meslek seçimi konusunda gelecekte insanlar daha şanslı olacaklar. Yaşam boyu öğrenme merkezleri, akademik sertifika programları, yüksek lisans programları, tekrar üniversiteye dönüp baştan okumak gibi konuların Türkiye’de de yaygınlaşmasını bekliyoruz ki bunun sinyallerini de görüyoruz. Dolayısıyla ömrünüzün sonuna kadar, eğitim gördüğünüz bölümün meslek alanı içerisinde kalmak zorunda değilsiniz. Mes-

İş dünyası hiyerarşi (kıdem) ve güç üzerine kurulu

lekler arası sentezler ve geçişler çok daha fazla olacak. Eskilerden kalan “bir mesleğin olsunda kolunda bileziğin olsun” mantığı hızla değişmekte. Ne okuduğunuzdan çok hayatta

egolojik

değerleri temsil ederken, insanoğlu artık bir ekosistemin parçası olduğu bilinci ile doğaya, dünyaya zarar vermeyen hatta tersine fayda sağlayan ekolojik değere doğru kaymaktadır. Değerler konusunda düşünmek, hangi konuda değer katmak istediğine karar vermek aynı zamanda güçlü yanlar konusu ile kesişmektedir. Güçlü yanlarınız, yetenekli olduğunuz konular üzerinde ne kadar çalıştığınızdır. Türkiye’de kültürel olarak yeteneğe, çalışmaktan daha fazla değer veriyoruz. Hâlbuki çalışmanın, çabalamanın, istikrarın, bir yola baş koymanın ne kadar önemli bir değer olduğunu da unutmamamız gerekiyor.

ne yapmak istediğiniz önemli hale gelmeye başladı. Şirketler bölümlerinizden daha fazla kişilik özelliklerinize, vizyonunuza ve şimdiye kadar yapmış olduklarınıza bakmaktadır.

Talep

Yapmak için karşılığında para alabileceğiniz talep gören işler

Hayatınızda alan değişiklikleri yapabilirsiniz ama şirketler geçmek istediğiniz alana dair ilginizi gösteren belirli eylemlere bakacaklardır. Mesela finanstan satışa geçmek isteyen biri, bir satış konferansına katılmış mıydı? Ya da satış kitapları okumuşmuydu? En azından insanları ikna edebiliyor muydu ve ikna etmenin dinamiklerinin bir parça da olsa farkında mıydı gibi soruları kendinize yöneltebilirsiniz.

Nasıl Para Kazanırım Değil: Nasıl Değer Katarım

Yetenek

Neyi çok iyi yapabiliyorsunuz?

Büyük Başarılar

İstek

Ne yapmak istiyorsunuz?

Hayatımda hangi değerlere ne kadar öncelik vereceğim? Ben yaşamımda hangi değerleri temsil edeceğim? Gençlere öncelikle tavsiyem, “Nasıl para kazanırım?” sorusundan önce “Nasıl değer katarım?”ı sormaları. Ve elbette “değer” kavramının ne olduğunu düşünmelerini öneriyorum. Ekonomik değer, sosyal değer, ekolojik değer ve insani değerler kavramlarını sorgulamaları ve anlamaları gerekiyor. Hayatlarında hangi değerlere ne kadar öncelik verecekler düşünmeleri,

Stephen Covey’in kariyer planlaması ve yetenek seçimi ile ilgili öneri ise şudur. 3 tane birbiri ile kesişen küme düşünün. Bu çemberler; yeteneklerim, isteklerim ve piyasa talebi olsun. 3 kümenin kesişimi olan yani yetenekli olduğunuz, yapmak istediğiniz ve piyasanın talep ettiği konulara odaklanırsanız çok başarılı olursunuz der.

21


Hangi Dünyada Yer Almak İstiyorsunuz? Mavi? Turuncu? Yeşil? PWC öngörüsüne göre 2020’ye doğru dünyadaki şirketleri 3 ana kategori altında toplayabileceğiz. Mavi dünya, turuncu dünya ve yeşil dünya. Mavi dünya, dev, uluslararası şirketler. Burada kurumsallık, profesyonellik, verimlilik gibi ilkeler ışığında yüksek rekabet içerisinde hareket eden, ülkelerden bile büyük şirketlerden bahsediliyor. Turuncu dünya, ağırlıkla mavi dünyanın alt hizmetlerini karşılayan girişimcilerin ve serbest çalışanların sunduğu hizmetler. Bu tarz firmalarda çalışan firmalar daha az kurumsal ve daha esnek çalışma dinamikleri ile çalışıyor olmaları bekleniyor. Yeşil dünya ise ana iş modeli çevresel, sürdürülebilir işler, ekolojik, enerji, toplumu bilinçlendirme konuları etrafında yapılacak girişimler, sosyal girişimler ve gelişmiş versiyon sivil toplum örgütleri olacak. Kariyerlerimizi bu 3 farklı dünya etrafında planlamaya başlayacağız ve her birinin beklentileri ve sundukları farklı olacak. Hangi dünyanın içinde yer almak istediğinizi güçlü yanlarınız, isteklerinizi göz önünde bulundurarak değerlendirmeniz gerekiyor.

Öneriler Gençlere ya da kariyerinin başındaki kişilere yönelik daha da somut bazı öneriler de bulunmak gerekirse şunları söyleyebilirim: İşe alımlarda olumsuzluk ya da algı problemleri yaratan durumlara bakalım: • Üniversite yılları boyunca hiç iş/staj tecrübesi olmaması (gerekiyorsa gidip kapalı çarşıda gönüllü çalışsaydı…) • Birer aylık stajlar (bir aylık staj ortamı tanımanıza ve değer katmanıza pek yeterli olmaz) • Yüz bin tane eğitime katılmış ve hiçbir projede aktif rol/sorumluluk almamış kişiler. (Her çiçekten bal almayı seven bu model iş yapmaya gelince pek etkin olamaz, çok şey bilen ama yapamayan kişiler)

Gelelim avantajlı kişilere: • Üniversite yıllarında, yaz aylarında minimum 2ay ve üzerinde çalışmış/staj yapmış kişiler, • Okul zamanı part-time çalışmış olan kişiler, • Kulüplerde aktif rol almış kişiler, • CV’sinde staj yaptığı / part time çalıştığı yerlerden yönetici referansı yazabilen kişiler

Bütün bunlar iş görüşmelerinde büyük bir avantaj ve öncelik ile başlamanızı sağlayacaktır. Stajlarınızı farklı alanlarda yapmış olmanız olumsuz bir durum değildir, hangi alanda çalışmak istediğinize karar vermek için farklı yolları denemiş olabilirsiniz. Şunu unutmayın: Kariyer yolculuğunuz aslında bir kendini keşfetme sürecidir ve son derece zevkli, heyecanlı bir yolculuktur. Herkese iyi yolculuklar. 22

Temmuz - Ağustos / 2013


23


Barış Soydan baris.soydan@sabah.com.tr

değil mi

Borçları nasıl ödemeli? Ticaretle uğraşıyorum ve zorlu ekonomik koşullar altında alacak verecek dengesini tutturmakta güçlük çekiyorum. Bu nedenle satın aldığım bazı hizmetlerin ödemelerini geciktiriyorum. Çünkü bütün borçlarımı zamanında ödersem, iş yapmaya devam etmek için gereken malzemeleri almakta ve çalışanların ücretlerini ödemekte zorlanırım. Üstelik kendi yaşamımı idame ettirmek için de elimde bir miktar para tutmak zorundayım. Bu nedenle beni sıkıştıranların borçlarını ödemeye öncelik veriyor, bekleyebilecek durumda olanların veya bahanelerime itiraz etmeyenlerin ödemelerini erteliyorum. Şirketi ayakta tutmayı beceriyorum ama etik mi davranıyorum? (S.K.) Şirketinizi ve yaşamınızı idame ettirmek için verdiğiniz çabayı saygıyla karşılıyorum ama alacaklılarınızın kendi yaşamlarını idame ettirme hakkı ne olacak peki? “Onlar da benim gibi davranıp kendi borçlarını ertelesinler”, diyeceksiniz ama herkes sizin gibi yaparsa ticaret hayatı içinden çıkılmaz bir hal almaz mı? (Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma, der insanlığın en eski etik ilkelerinden biri.) Telefonda “sıkıştıranların” parasını ödeyip, kibar davrananların borcunu geciktirmek, insanları kibarlıklarından ötürü cezalandırmaktan başka bir şey değil. Bana kalırsa, ödemelerinizi daha mantıklı kriterlere bağlamanın zamanı gelmiş de geçiyor. Aksi takdirde insanların yaka silktiği, ticari itibarı yerlerde sürünen bir girişimci olmak üzeresiniz. (Yoksa çoktan oldunuz mu?) Paranın dini imanı olmaz ama ahlakı bal gibi olur.

Aklınıza takılan soruları Barış Soydan'a sorun; Etik mi Değil mi cevaplasın. 24

Temmuz - Ağustos / 2013

etik mi

Çalınan çeyrek altının parasını kim ödemeli? Lise arkadaşımızın bebeği oldu. Birkaç kişi bir araya gelerek bir çeyrek altın aldık. Fakat günlük hayatın koşturmacası içinde bir türlü bir araya gelip genç anne babayı ziyarete gidemedik. Sonunda içimizden biri, altını teslim etme görevini üstlendi. Fakat ziyarete gidemeden, bindiği dolmuşta çaldırdı! O akşam bizi arayıp suçun kendisinde olduğunu, en kısa zamanda yeni bir çeyrek altın alıp vereceğini söyledi. Fakat gruptan başka bir arkadaşımız ertesi sabah hepimize e-mail göndererek, yeni altını da ortaklaşa almamız gerektiğini savundu. Bu fikir bana saçma geliyor. Bence altını kim çaldırdıysa o almalı. Sizce kim haklı? (A.Ş.) Arkadaşınız haklı. Eğer çeyrek altını alır almaz genç anne babaya vermeye gitseydiniz, hırsızlık olayı yaşanmayacaktı. Ama buna üşendiniz ve dostlukların tazelenmesine olanak tanıyan hoş bir ritüeli sanki bir angaryaymış gibi arkadaşınıza yıktınız. Unutmayın ki, “görevlilerin” (Görev kelimesini kullanan sizsiniz: “Altını teslim etme görevi”) başlarına gelen kazaların zararını genellikle onu görevlendirenler karşılar. Hırsızların soyduğu bankanın zararını şube müdürü değil banka tazmin eder; kaza yapan belediye otobüsünü şoför değil belediye tamir ettirir vb. Peki ama altını çaldıranın hiç mi sorumluluğu yok? Var elbette. Ama acaba ne kadar? İllaki bir oran vereceksek, bence yüzde 25’ten fazla değil. Öyleyse çeyrek altının bedelinin yüzde 25’ini, çaldıran arkadaşınız ödemeli. Kalanı kendi aranızda bölüşmelisiniz. Tamamlayıcı bilgi: Sınıf arkadaşları kendi aralarında kısa süre tartıştıktan sonra üç-beş liranın hesabını yapmak yerine, yeni alınacak çeyrek altının bedelini eşit şekilde bölüşmeye karar verdiler. Fakat hikâye burada bitmedi. Çeyrek altını çaldıran kişi, paranın çoktan toplanmış olduğunu duyunca şaşırdı ama tüm sorumluluğun kendisinde olduğunda ısrar etti. Ve kendi cebinden bir çeyrek altın daha aldı. (Üçüncü altın!) Ve genç anne-babayı ziyarete gidip altınları verdi. Bu sefer hiç zaman kaybetmeden.


Barış Soydan’ın “Şemsiye Hırsızları”nı sevindirecek yorumu, kafaları çok karıştıracak! Sizce şemsiye çalmak etik mi?

5 liralık şemsiye bilmecesi İzmir’i geçen ay göle çeviren yağmura sokakta yakalandım. Hazırlıksız çıktığım için yolda karşıma çıkan ilk işportacıdan ucuza bir şemsiye aldım. Bu sayede ıslanmaktan kurtuldum. Arkadaşımla buluşacağım kahveye varınca şemsiyeyi şemsiyeliğe bıraktım. İki saat sonra çıkarken yerinde yoktu. Benimkiyle aynı tipte başka şemsiyeler vardı fakat renkleri farklıydı. Dışarıda yağmur devam ediyordu. Islanmayı göze alamadığım için şemsiyelikten başka bir şemsiye alıp çıktım. Islanmaktan kurtuldum ama vicdanımın sızısından kurtulamıyorum. Etik açıdan ne dersiniz? (T. İ.) Rahat olun, derim. Benim çocukluğumda şemsiyeler epey pahalıydı, palto alınır gibi alınır, en az birkaç sene kullanılırlardı. Ama ekonomistlerin “Çin etkisi” dediği şey, şemsiyede de kuralları değiştirdi. Fiyatları o kadar düştü ki, bir paket sigaradan ucuza satılır oldular. (İzmir’i bilmiyorum ama İstanbul’da fiyatları 5 lirayı geçmiyor.) Evet, kaliteli ve pahalı şemsiyeler hâlâ var ama birçok insan şemsiyesini artık, yağmur bastırdığında mantar gibi bitiveren sokak satıcılarından alıyor. Üç-beş kullanımdan sonra bozulup atılacak 5 liralık bir şemsiyenin başkası tarafından alınması hırsızlık olarak değerlendirilebilir mi? “Şemsiyem çalındı” diye karakola başvurmayacağınıza göre bu soruya “Evet” demek zor. Bana kalırsa burada hırsızlık değil bir değiş-tokuş ilişkisi var. Islanmak istemeyen biri sizin şemsiyenizi almış olmalı. Siz de ıslanmamak için bir başkasının şemsiyesini almışsınız. Sizin şemsiyesini aldığınız müşteri de bir başkasının şemsiyesini alırsa hiç kimse ıslanmamış olur. Şemsiyelikteki son şemsiyenin sahibi dışında. Ona sıra geldiğinde de yağmur muhtemelen çoktan durmuş olur… Böyle baktığımızda ortada etiğe aykırı bir şey yok. Ama dikkat: Bu formül, 5 liralık, 5-10 kullanımdan sonra bozulan şemsiyeler için geçerli. Şemsiyelikteki Burberry’ye sakın dokunmayın!

Tablet bilgisayar etiği Kız arkadaşımın tablet bilgisayarını arada sırada ben de kullanıyorum. Facebook sayfasını hep açık buluyorum. Bugüne kadar bakmış değilim ama bilgisayarı benim de kullandığımı bile bile açık bırakması, özel bir şey bulunmadığı, bakabileceğim anlamına gelmez mi? (Ü.G.) Gelmez. Çantasını açık bırakmasının “Çantamı karıştırabilirsiniz” anlamına gelmeyeceği gibi. Başkasının e-mail’ini, Facebook’unu, cep telefonunu karıştırmanın, çantasını, çekmecesini karıştırmaktan farkı yok. Yapmayın.

Etik teriminin Yunanca Töre sözcüğünden türediğini ve felsefenin dört ana dalından biri olduğunu biliyor muydunuz? Halkın kendi içinde oluşturduğu etik kurallar, toplumlara göre farklılık gösterir ve ülkemizde, etik ile ahlak kavramı eş anlamlı olarak kullanılır.

25


Gelen Gideni

Canku Yaşlak cankuyaslak@hotmail.com

Geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Topuk Yaylası Kamp ve Dinlenme Tesislerine gittim. Spor için mükemmel bir ortam. Göl kenarında yeşillikler ve ormandan gelen o müthiş çam kokularıyla birlikte oksijen miktarı ciğerlerinizde tavan yaparken futbolun mucizevî mücadele ruhunu sonuna kadar bedeninizde hissetmeniz mümkün. Göle karşı verdiğimiz kahve molasında düşündüm. Sporcu olmak; her köşesinde açlık, fakirlik ve savaş olan, çevre ve hava kirliliği yüzünden tüm nefretini biz insanlara kusan bu zalim dünyada yapılabilecek en mantıklı şey herhalde. Düşünsenize; hayatınız boyunca hem kötü alışkanlıklardan uzak duracak, hem fit bir görünüme sahip olacak, hem de tüm bunları yaparken para kazanabileceksiniz. Bu gerçekten müthiş… Tabii ki para konusu açıldığında işler biraz değişiyor. Bazı spor branşlarında ortalama ücretler kazanılırken başta futbol olmak üzere popüler spor dallarında dudak uçuklatan paralar ödeniyor. Topuk Yaylası tesislerindeyken bir Anadolu futbol takımı da kamp için oradaydı. Biz kahvelerimizi yudumlarken genç futbolcuların çığlıklarını duymaya başladık. Seslerin geldiği yöne doğru baktığımda futbolcuların kaslarını adeta yaktığı zorlu bir antrenman yaptıklarını gördüm. Dizleri hafif kırık ayak parmak uçları üzerinde sabit koşu yapıyorlardı. Antrenörleri düdük çaldığında 10 saniye boyunca çığlıklarla durdukları yerde amiyane tabirle tepiniyor ikinci düdükte duruyorlar ve bu çalışmanın bir an önce bitmesini istiyorlardı. Antrenör “Neden bağırıyorsunuz? Dünyanın en güzel mesleğini yapıyorsunuz. Eğer işinizde başarılı olursanız her zaman sağlıklı olacaksınız. En güzel kızlarla çıkacaksınız. En güzel evlerde oturup en güzel arabalara sahip olacaksınız.” Dedi. Bu cümleyi duyduğumda kafama bir balyoz indi sanki. Sokak aralarında plastik yamuk toplarla futbol oynamış bir çocukluğun ardından, bizim için futbol gol attıktan sonra takım arkadaşlarımla birlikte kendimi çamura atmakken, endüstriyelleşen yeni dünya düzeni futbol motivasyonunu bile paraya çevirmişti.

26

Temmuz - Ağustos / 2013

Aratır Gareth Bale – Tottenham Hotspur’dan Real Marid’e 100.000.000 Euro Benim için bir efsane olan Ryan Giggs’in ardından Galler futbolunun dünyaya sunduğu yeni efsane Gareth Bale transfer döneminin bitimine yakın dönemde belki de hayatındaki en güzel golü attı ve 100 milyon Euro gibi akıl almaz bir ücretle yıldızlar topluluğu Los Galacticos’a transfer oldu. Peki, Gareth Bale Real Madrid’de ne kadar yararlı olacak? Tabii ki bunu zaman gösterecek ama Galli oyuncunun handikapları yok değil. Gareth Bale 2008 yılından bu yana tam 9 kez önemli sakatlıklar geçirdi. Premiere Lig’de Tottenham formasıyla hem lig hem lig kupası hem federasyon kupası hem de Avrupa kupalarında mücadele eden Bale, yoğun maç temposuna çoğu zaman ayak uydursa da sakatlıklar belli zamanlarda başını ağrıtmadı değil. Bu sakatlıklardan en önemlisi ise belli aralıklarla sırtında nükseden problem. Yakın zamanda Büyük Britanya Olimpiyat Takımı’na seçildiği halde son anda sırtındaki sakatlık nedeniyle kadrodan çıkarılan Gareth Bale, İngiliz taraftarları hayal kırıklığına uğratmıştı. Sırtındaki sakatlığın bir türlü iyileşmemesinin en büyük sebebi ise Galli yıldızın rugby sevdası. Boş zamanlarında rugby oynayan Bale, iyileşme sürecinin tamamlanmasına bir anlamda izin vermiyor. Bir dönem İngiliz basınında Bale ile takım doktoru arasında rugbyden vazgeçmesi konusunda önemli bir tartışma yaşandığı haberleri de yer almıştı.


Gelelim transferin Real Madrid tarafına. Dünya basınında Gareth Bale’in Cristiano Ronaldo yeteneklerine sahip bir oyuncu olduğu söylense de istatistikler basın mensupları kadar iyimser değil. Her ikisi de kanat oyuncusu olmasına rağmen örneğin; geçtiğimiz sezon Gareth Bale 44 maçta 26 gol atarken Ronaldo maç başına 1 gol ortalamasını yakalayarak 55 maçta 55 kez ağları havalandırmayı başardı. (Hatta bu yazı yazıldığı sıralarda Portekizli yıldız 203. maçında 203. golünü atıyordu) Gareth Bale kanat oyuncusu olmanın yanı sıra ofansa büyük katkı sağlayan tam donanımlı bir bek olarak da oynayabiliyor. Real Madrid Teknik Direktörü Ancelotti, Bale’yi çoğu zaman bek olarak da sahaya sürebilir zira ezeli rakipleri Barcelona son dönemde bek oyuncusu Jordi Alba’nın gollerinden faydalanıyor. Bana kalırsa Gareth Bale Ronaldo ile birlikte kanatların tek hâkimi olacak. Uzun zamandır takımda yer alan Arjantinli Di Maria’nın ise formayı yeniden sırtına geçirmesi zor gibi. Mesut Özil – Real Madrid’ten Arsenal’e 50.000.000 Euro Türk futbol medyasının övmeye doyamadığı Mesut Özil İspanya’da geçirdiği 4 sezonun ardından beklenmedik bir anda Gunners’a transfer oldu. Almanya’nın Werder Bremen takımında yıldızı parlayan Mesut Özil o yıllarda milli takım seçimini Almanya’dan yana kullandığından beri bana artık pek Türk gibi gelmiyor. Dünyada bu durumun pek çok örneği var, Ryan Giggs ve Gareth Bale İngiltere Milli takımında oynama şansları olmasına rağmen seçim haklarını Bayraklarına bağlı oldukları Galler’den yana kullandılar. Ryan Giggs şimdiye kadar Galler Formasıyla ne Avrupa ne de Dünya Kupası kazandı. Muhtemelen Gareth Bale de göremeyecek ama ulus ve bayrağa olan bağlılık bambaşka bir duygu. Mesut geçtiğimiz sezon Real Madrid’de oynadığı 51 maçta 10 gol atarken 24 asist yaptı. Kariyerinde ise sahaya çıktığı 301 maçta 43 gol kaydederken tam 139 kez takım arkadaşlarını golle buluşturan pası verdi. Bana göre Real Madrid adına çok önemli bir kayıp Mesut. Sezonun ilerleyen dönemlerinde İspanyol ekibinin özellikle başa baş giden Barcelona çekişmesinde geride kalabileceğini düşünüyorum. Çünkü uzun zamandır Mesut Özil yüzünden forma şansı bulamayan Kaka’nın Mesut’tan birkaç gün öncesinde efsaneleştiği Milan’a transfer olmasıyla orta sahadaki tüm yük, Hırvat oyuncu Luca Modric’in omuzlarına bindi. Geçtiğimiz sezonlarda tıpkı Gareth Bale gibi Tottenham’dan Real Madrid’e transfer olan genç oyuncunun sakatlanma ya da ceza alması halinde İspanyol ekibinin orta sahası tam bir muamma olacak.

Gelelim Arsenal cephesine. Transfer dönemi başladığında taraftarlar başta Arsene Wenger olmak üzere Arsenal teknik heyetine tepkiliydiler. Özellikle Van Persie’nin Manchester United’a kaptırılmasının ardından Gunners taraftarı tribünlerde işi bir adım ileriye götürdü ve “Spend some f.cking Money” yani “Artık para harcayın!” tezahüratını yapmaya başladı. Şampiyonlar Ligi Play-Off turunda Fenerbahçe ile eşleşen Arsenal’de teknik direktörü Arsene Wenger’e maç öncesi basın mensupları tarafından “Taraftar takımdan memnun değil. Neden transfer yapmıyorsunuz?” sorusu sorulduğunda, “Taraftarın işi takımı desteklemek, benimkiyse transfer yapmak. Bu yüzden herkes kendi işine baksa iyi olur” açıklamasıyla 17 yıl boyunca nasıl bir Premiere Lig takımının başında durulabileceğini bir kez daha ispatlamış oldu. İlerleyen günlerde ise Arsenal taraftarının beklentisinin çok üzerindeki Mesut Özil transferi gerçekleşti. Yani kurt teknik adam baskılara aldırmaksızın doğru zamanı bekledi ve hedefi tam on ikiden vurmuş oldu. Mesut’un Arsenal’de yapacakları bana göre devrim niteliğinde olacak çünkü İngiliz ekibi savunma ve ofans dengesini iyi yakalamış bir ekip. Kanatlar ve beklerin sürekli işlediği Arsenal’de Mesut’un takımı çok daha ileriye taşıyacağı kaçınılmaz bir gerçek. Yolu açık olsun... Ancak transfer döneminin en gözde iki isminden bahsederken şunu da söylemek isterim ki, 100 milyon Euro alan bir futbolcu, asla bir taraftarın stat kapısında saatlerce bekledikten sonra tünelden çıkıp sahanın yeşilini gördüğü anda yaşadığı duyguyu hissedemez… Gelelim yazının özüne. Aslında iki tarafta da 50 milyon Euro harcamış iki takım var. Arsenal Mesut için 50 Milyon Euro öderken Real Madrid de Mesut üzerinden kazandığı 50 milyonun üzerine bir o kadar daha ekleyerek Gareth Bale’i kadrosuna kattı. İki tarafın gerçek anlamda ne kadar kazanacağını ise zaman gösterecek. 27


Mustafa Emin Palaz mustep@gmail.com

küçük olunca hız artıyor

Atom fil diye bir şey duyduk mu? Hayır! Atom karınca vardır. Çünkü karıncalar daha yalın yapıdadırlar ve hız kabiliyetleri daha çoktur. Taşıtlar da böyledir. Tırlarla küçük arabaların manevra kabiliyeti, pratiklikleri kıyaslanamaz bile!

28

Temmuz - Ağustos / 2013


Aletlere bakalım. 500 gramlık ve 25 gramlık iki çekiç düşünün. Biri duvara çivi çakmaya yararken, diğeriyle altın plakalara zarif süsler yaratabilirsiniz! Farklılık açısından katma değeri yüksek sonuçlar, küçük boyutlu şeylerden geliyor. Kaufmann Vakfı’nın araştırmalarına göre ABD’deki bütün büyük işlerin büyük ve yerleşik firmalarca değil, startup’larca (yeni başlamış işletmeler) yaratıldığı görülmüş. Benzer durum ülkemizde de geçerli olsa gerek. Avrupa Birliği İnovasyon Endeksi’nde ekonomisinin %99’u KOBİ’lerden oluşan Türkiye 8. sırada, gayet yüksek bir sıra. Çalıştığım kurumlardan, müşterilerimden gözlediğim kadarıyla firma büyüdükçe hareket kabiliyeti, karar süreci daralıyor. Öyle ki büyük bir kuruma verdiğim teklifin görüşülmesi birkaç ay sürmüşken, danışanım olan küçük ölçekli bir firma 1 ay içinde tüm yönetim yapısını değiştirdi. Peki, ideal hep küçükler mi? İdeali, karışım sanırım. Tıpkı Y ve X kuşaklarının harmanı gibi. Kenneth Morse, Optimist Dergisi ile röportaj yapmıştı Mart 2013’te, oradan bazı notlarımı paylaşmak istedim. Ağızları açık bıraktıracak bir kariyere sahip Morse’un tespitine göre “Deneyimsiz, genç üniversite öğrencilerinden oluşan ekipler ne kadar hevesli olsalar da nadiren büyük ve sürdürülebilir firmalar kurabiliyorlar.” Birkaç yıl önce bir proje geliştirmiştim. Yanımda olan, fikrini en sık sorduğum kişi dünyaya benim gibi bakmayan birisiydi. Benden çok daha deneyimliydi, ben ne kadar uçuk düşünüyorsam, o ise o derece ağırkanlıydı, temkinliydi… Güzel gelişmeler kaydetmiştik. Bir yakınım 30’una yeni girdi. Birçok büyük kurumun projelerine ajanslık yapıyor. Ortağına borçluymuş bu durumu, onunla zıt görüşlere sahip, hatta gayet eski nesil olan ortağına. Onun iş ve hayat deneyimi, hem vizyon sağlıyor hem ayağının yere daha sağlam basmasına yardımcı oluyor. Deneyim demişken, bir gün çok başarılı bir işadamıyla röportaj yapılmış ve sor-

muş gazeteci; “başarınızı neye borçlusunuz” diye. “Doğru kararlara” demiş ünlü ve başarılı iş adamı. “Doğru kararlarınızı neye borçlusunuz” diye sormuş gazeteci. “Deneyime” diye cevaplamış işadamı. “Deneyiminizi neye borçlusunuz” diye sormuş gazeteci. “Yanlış kararlara, hatalarıma borçluyum!” Morse da bu konuda şöyle düşünüyor; “Bir şirket deneyip de başarısız olduğunda eleştirilmemeli, kutlanmalı. Başarısızlık öğrenmedir. Kişisel olarak ‘daha önce denemiş’, yetişkin takımlara yatırım yapmayı tercih ederim. Denemek ve başarısız olmak, paha biçilemez bir deneyim olabilir.” Ülkemizde de ünü bilinen yazar Og Mandino’nun sözü geldi aklıma; “Hata yapmamış biri, hiçbir şey yapmamış biridir.” Bu hatalarımız, bizi yetiştirir. Global olarak girişimcilerin düştüğü bir hataya da değinmiş: “Buluş yapanlar, çığır açan fikirlerini nadiren kendi kendilerine ticarileşebiliyorlar. Ancak buluş yapan birinin, buluşunu laboratuvarın rahat atmosferinden piyasanın amansız ortamına taşıyacak girişimciler ve kurum içi girişimcilerle takım oluşturması gerekir.” Yani ürünümüzü ticarileştiremezsek, hiçbir anlamı kalmıyor. Ticarileştirme ve pazarlama üzerine gördüğüm en güzel öğüttü sanırım; “İncül âlem olsan, cevahirin önünde misin?” Uzun yıllar önce bir yerden duymuştum, anlamı “Âlemin incisi olsan, mücevhercinin önünde misin?”. (değilsen bir anlamın kalmıyor) Hem katıldığım seminerlerde hem de benim konuşmacı olduğum seminerlerde en sık gelen sorulardan biri, nasıl girişimci olunmalı diye. Morse buna da yorumda bulunmuş: “Türkiye’deki girişimciler Tanrı gibi yaratmalı, kral gibi yönetmeli, köle gibi çalışmalı!” Üzerine apayrı yazılar, hatta kitap yazılabilir. Peki ya destekler, teşvikler, hibeler? Bu konuda görüşümü daha önce yazdım mı bir yerlerde hatırlamıyorum ama seminerlerimde ya da seanslarımda bahsediyordum. Destekler bizi destekleyebilir ancak birçok girişimcimiz bu hibe

ve kredilere endeksli projeler geliştiriyor. Kendi başımıza yol almak yerine taşıma sular arıyoruz. Devletin yeni girişimlere yapabileceği en güzel desteği uygulamalı girişimcilik eğitimi olarak görüyorum. Tabii bunda da yetkin eğitmen bulmak çok zor! Maalesef konuk uzman olarak gittiğim eğitimlerin birçoğunda yetkinlik çok aşağı seviyelerdeydi. Peki, eğitimin haricinde nakdi destekler nasıl olabilir? Morse süper önerilerde bulunuyor:  Demode olmuş, gereksiz düzenlemeleri kaldırıp kuralları net olarak belirlemek ve yoldan çekilmek,  Genç şirketlerden satın alma yapmak,  Satın alma süreçlerinde hızlı karar vermek,  Hantal tedarik ve satın alma süreçlerini ortadan kaldırıp zamanında ödeme yapmak (30 gün mesela) Sanırım bu önerileri Barrack Obama’ya danışmanlığı sırasında paylaştığı şeylerdi. Ama ülkemiz için de geçerli! Mesela girişimciliği destekleyici bir projenin fizibilitesi için KOSGEB’den bir doküman istemiştim. Bir ay kadar sürmemişti, yolladığım e-posta 4 ayrı adrese aktarıla aktarıla, en sonunda Girişimciliği Geliştirme Birimi tarafından reddedilmişti. Tek kelimelik özet; hantallıktı. Genç şirketlerden satın almaların yapılabilmesi için bazı yeterlilik sınamaları ile yola başlanabilir. Satın alma süreçleri ve özellikle ödemelerdeki yavaşlıktan tek bir sonuç görüyorum; küçük işletmeler büyükleri (konumuz gereği de devlet babayı) finanse ediyor. Ve diyor ki “Girişimciliği desteklemek ve teşvik etmenin en iyi yolu iş dostu bir eko sistem yaratmaktan geçer.” O ekosistemi yaşayabilmemiz ümidiyle, Keyifli üretimler diliyorum.

29


Hakan Ayvaz hakan.ayvaz@yandex.com

Sözün Bittiği Yerdeyiz

Geçen sayımızdan bu güne neler oldu? Şöyle bir göz atmakta fayda var. Ağustos ayının ortasında iyice belirginleşen hareketlenme ile Amerikan Doları kuru 2 TL’nin üstünde seyretmeye başladı. Biliyorsunuz, döviz kurunu belirli seviyelerde tutabilmenin yolları var. Merkez Bankası, iki silahla kuru, sağlıklı seviyelerde tutabiliyor. Elindeki mevcut döviz rezervlerinin bir kısmını piyasada satabildiği gibi, TL’ye talep yaratmak için faiz oranını değiştirebiliyor. Merkez Bankasının elindeki döviz rezervleri oldukça değerli. Dolayısı ile çok dikkatle kullanılması gerekiyor. Faiz silahını çektiği anda ise artışın kredi faiz oranlarına yansıması kaçınılmaz. İki silahın da hedefle beraber etkilediği alanlar var. Merkez Bankası, bu sefer bazı politik sebeplerden dolayı sadece “rezerv” silahını kullanabildi. İlk denemeleri başarılı olmayan rezervden satış müdahaleleri, uygun dış piyasa koşulları ile birlikte kullanıldığında etkisini gösterdi ve dövizin tansiyonu düşürülebildi. Ekonomik veriler açısından son derece zorlanan Amerikan ekonomisinin daha ne sürprizler yaşatacağını yaşayıp göreceğiz. Ancak, Türkiye ekonomisi üzerindeki döviz kuru hassasiyetinin gerek teknik gerekse psikolojik olarak yüksek düzeyde devam ettiğini görebilmemiz açısından önemli bir dönemdi. Şunu unutmamak gerek; geçen yazımda da belirttiğim gibi, ülke dış borcu el değiştirmiş, özel sektör borçluluğu ile birlikte düşünüldüğünde milli borç devam etmiştir. Yükselen kur, düşen kar marjları ile boğuşan özel sektör bilançolarını direkt zarar sonucuna sürükleyebiliyor. Etkilerini yılın son çeyreğinde çok daha belirgin olarak izleyeceğiz. Görüşmeyeli iki önemli konu ülke gündemini meşgul etti. Ekonomiyi direk etkileme potansiyeli olan bu iki konudan birisi gündemden kalktı, en azından bir süreliğine. Türkiye ve özellikle İstanbul iki farklı medeniyet arasındaki en önemli köprü. Bazen kültürel, bazen sportif ve bazen de siyasi görevler üstlenmek durumunda kalıyor Türkiye. Siyasi unsurlar genellikle ister istemez odağında kaldığımız durumlar aslında. Kültürel ve sportif unsurlar ise gönüllü olduğumuz, yıllardır peşinde koştuğumuz organizasyonlar. Yine bir Olimpiyat Komitesi kararı ve yine hüsran yaşandı. Yarattığı ekonomik hareketlilik tartışılmaz olan 2020 olimpiyatlarını kaybettik. Tüm dünyanın ve tüm medeniyetlerin etkinliğini kabul ettiği İstanbul için olimpiyat nişanı, başka sefere kaldı. Hazır olmadığımızı çok iyi bildiğimiz bu girişimlerin ne olursa olsun gündemi meşgul ettiği ve topluma umut aşıladığı bir gerçek. Ancak, şunu da belirtmekte fayda görüyorum, hazır olduğumuzda ve olimpiyatları İstanbul’da organize ettiğimizde tüm dünyanın artık İstanbul’dan başka bir yerde yapmak istemeyeceğine de eminim. Siyasi unsurların en acımasız olanı ile ilgili gelişen gündem bir süre bizleri meşgul etmeyi başardı. Hatta siz bu yazıyı okurken

30

Temmuz - Ağustos / 2013


Evet, sözün bittiği yerdeyiz. Artık, rakamların konuştuğu, işleyişin mekanik düzenle hareket edebildiği, sistemin sistemle konuştuğu, kriterlerin esnemediği, eski ve köklü kavramının önemini yitirdiği, sözün bittiği bir piyasa ekonomisi yaşanıyor Türkiye’de.

tekrar ısınmış bile olabilir. Evet, savaş. İçerisinde bulunduğumuz coğrafya sebebi ile hiçbir zaman çok uzağında kalamadığımız en acımasız ve en sıcak siyasi gündemle meşgul olduk bir süre. Halkına kimyasal silah kullandığı tespit edilen Suriye’ye müdahale ve Türkiye olarak bu işin içerisinde olma iştahımız iş dünyası ve vatandaşımızın oldukça canını sıktı. Hatırlayanlar olacaktır, bir koyup on alacağız diye müdahil olmaya can attığımız ve ardından büyük zararını gördüğümüz benzer manzaraların üstü yeterince tozlanmadı. Bu sefer, savaş meraklısı olmayan ve genel ekonomik pozisyon olarak ülkesinin böyle bir uzak cephe savaşını kaldıramayacağını görebilen Amerikan başkanına takıldı müdahale. Siz ne dersiniz bilemiyorum ama ben, savaşın gündemden tamamen kalktığını söyleyemiyorum.

diğer sektörlerde ise marjların yaşam sınırlarını zorlayacağını belirtmek istiyorum. Geçmiş, itibar ve saygınlığın avantaj getiremeyeceği ruhsuz bir dönemden söz ediyorum.

Gündemin çok hızlı değişebildiği bir ortamda yaşıyoruz. Türkiye, aynı zamanda gündem yaratma uzmanlarının son derece aktif rol aldığı dinamik bir ülke. Çok az okuyan ama medya organlarını son derece aktif kullanan, gündem girdabına girip en uzak köşeden çıkmaktan korkmayan ilginç bir toplumsal yapı hâkim. Bu sebeple, yapılan her değerlendirmenin “normal şartlar altında” olduğunu unutmamanızı tavsiye ediyorum. Ve değişen şartlarda ne olabileceğini de kimsenin tahmin edemeyeceğini asla unutmamanızı öneriyorum. Bu sebeple, karar verirken prensiplerinizden kopmadan değerlendirmenizi yapınız, kararlarınızı veriniz.

-

Evet, sözün bittiği yerdeyiz. Artık, rakamların konuştuğu, işleyişin mekanik düzenle hareket edebildiği, sistemin sistemle konuştuğu, kriterlerin esnemediği, eski ve köklü kavramının önemini yitirdiği, sözün bittiği bir piyasa ekonomisi yaşanıyor Türkiye’de. Artık, yaşatmak, taşımak, idare etmek, kurtarmak, çözüm üretmek fiillerinin kaybolmaya başladığı bir ortamın hâkim olmaya başladığını izliyoruz. Yazılı olmayan piyasa kurallarının artık unutulduğu, hatırlayanın kalmadığı bir ticaret düzeninin hâkim olduğu gerçeğinin altını çizmek istiyorum. Ve bu yeni anlayışın önderliğini devletin yaptığını izliyoruz baskın şekilde. Bütün bunları neden yazıyorum ve neden yazıma bu başlığı uygun gördüm? Zorlu bir dönemin eşiğinde olduğumuzu belirtmek istiyorum. Piyasa koşullarının ağırlaşacağı, rekabetin üst düzeye çıkacağı, kuralların güçlü lehinde işletileceği ve esnafın iyiden iyiye zorlanacağı bir dönem bu. Lokomotif sektörlerin kar marjını maksimize edeceği,

Peki, ne yapacağız? Yapabileceğimiz bir şeyler olmalı, değil mi? Elbette. - -

-

- -

-

-

-

-

Yatırımlarımızda likiditeye önem verelim. Likide etmenin zor olacağı veya kayıplar olabileceği bir dönem olacak. Yeni borçlanma kararlarımızı alırken tekrar tekrar düşünelim. Mümkünse rezervsiz borçlanmadan kaçalım. Yani, karşılığı olmayan borçlanmalardan kaçınalım. Analizleri dikkatle inceleyelim ama yorumlarla hareket etmeyelim, kararlar almayalım. Daha önce denediğimiz ve kendimizi güvende hissettiğimiz pozisyonları koruyalım. Atılım için uygun bir dönem olmayabilir. İşletmemizin günlük hayatını en ince ayrıntısına kadar analiz edelim, izleyelim. Kontrolü elden bırakmayalım. Karsızlık hastalığına yakalandıysak ve çıkış formüllerinin sonuçlarını net olarak göremiyorsak tasfiye sürecinden kaçınmayalım. Bazen kaybı minimize etmek en büyük kazançtır. Kredi kartlarımızdan mümkün olduğunca kurtulmaya çalışalım. Gelirimiz çerçevesinde kredi kartı kullanımı prensibini benimseyelim. Bu çok önemli. Düşük kredi faizleri çoğu zaman cezbedici olabiliyor. Ancak şunu unutmayalım; son derece likit bir borçla likiditesi düşük olabilecek bir mal edinme kararı için kritik bir dönem. Kısa vadeli kazanç getirme potansiyelinin her zaman büyük zarar potansiyeli taşıdığını unutmayın lütfen. İştahımızı kontrol altında tutalım. Spekülasyondan uzak kalmaya çalışalım. Yeterince net veriye sahip olamayabiliriz ve tahminlerimizin tam tersi ile sonuçlanabilir. Dikkat.

Evet, şimdilik bu kadar. Dikkatli olduğumuz takdirde, para ile sağlıklı bir ilişki tesis ettiğimiz sürece, yaşamın çok güzel, çok keyifli olduğunu unutmayın. Maillerinizi bekliyorum. 31


!?

EY OKUR BAMBAŞKA BİR OKUMA DENEYİMİNE

HAZIR MISIN

Aktivist Dergisi bir Büyük Harfler İçerik ve İletişim Tasarımı Projesidir. Bağdat Cad. Nokta İş Hanı No:57/12 Altıntepe İstanbul 0 216 417 25 21 info@buyukharfler.com


Evvel zamanda bir yolculuk… Kendi şehrimizde bir seyyah olarak… Var mısınız? Merak ediyor musunuz? Hazır mısınız?

Evvel Zaman Içinde...

33


Hande Ceyhun handeceyhun@gmail.com

bundan 800.000 yıl önce Istanbul’da hayat varmıs desem...

Sene 1907. Bağdat Demiryolu inşaatının ortasından yarıp geçtiği yükseltilerden Pendik- Kaynarca mevkiinde hummalı bir çalışma var, sıcak güneşin altında terleyen işçiler homurdanıyor, rayların geceye dek döşenmesi gerekli. Ama ekipteki bir mühendis ortalarda görünmüyor; o az ilerideki tümseklerin ardı sıra dizili küçük oyuntulardan birinin içerisinde hayatının keşfini yapmakla meşgul.

KATMANLARIN EN DERİNİDEN BAŞLAYALIM: “TAŞ DEVRİNDE İSTANBUL” İstanbul ve çevresinin tarih öncesi dönemlere ait ilk keşfi işte o günlerde bu mühendis tarafından tesadüfen gerçekleştirilmiş. Özellikle Fikirtepe ve çevresini araştıran bu ileri görüşlü genç adam, buradan topladığı malzemeleri tarihçi Mordtmann’a verir; yaşadığı dönemde bu tip konularda uzman bir Türk tarihçi bulamadığından olsa gerek... Bu buluntular Neolitik döneme ait olarak sınıflandırılıp bugün de halen sergilenmekte oldukları Stockholm Müzesine gönderilir. Bu durumda bir bakıma iyi de yapılır diyebiliriz, malum bugün bile böylesi önemli buluntulardan çanakçömlek diye bahsedilip önemsenmiyor olduğuna göre… İstanbul ve çevresinin arkeolojisiyle ilgili ilk sistemli ve kapsamlı araştırma projesi İ.Ü Prehistorya Anabilim Dalı’nın girişimiyle 1979 yılında başlatılmış olan Marmara- Trakya Araştırmaları Projesi olmuş. Bu dönemde Pendik, Tuzla, Kaynarca, Yarımburgaz mağaraları, Kumburgaz ve Silivri arasındaki Marmara kıyı şeridi, Çekmece gölleri ile Ağaçlı, Karadeniz kıyı şeridi arasındaki bölgeler incelenmiş. Ancak bu çabalar yine aynı yerde gelip tıkanmış, bu kültürel miraslar ile ilgili çalışmalar bahsi geçen bölgelerde başlayan turistik ve endüstriyel gelişmelerin gölgesinde kalmış. Bu projenin en önemli sonucu İstanbul bölgesinde yerleşimin Mezotik Çağ’a tarihlenmesi olmuş. Bir başka deyişle İstanbul tarihi Taş Devrine dek uzanıyor. Hoş bana sorarsanız, İstanbul eşi benzeri görülmemiş bir Taş devrini bugün de yaşıyor ama bozuntuya vermiyor. Bu projeler kapsamında Yarımburgaz Mağaraları ve Pendik civarında ilk kazılar yapılmış. Yarımburgaz Mağaraları’nda yapılan kazının olağanüstü önemli bir sonucu var; bu kazılar ile Orta pleistosen döneme dek ulaşılmış. 34

Temmuz - Ağustos / 2013

Şimdi tabii bu şekilde yazdığımda arkeoloji ile kişisel bir ilgisi olmayan kişilere göre hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Oysa bu demektir ki; bundan yaklaşık 800.000 yıl önce, bakın sekiz yüz bin yıl diyorum, İstanbul’da hayat varmış. Afrika’dan çıkan ilk insanların, Neandertal olarak bilinen insan grubunun ve Homo Sapienslerin, Avrupa’ya geçerken kullandıkları yolun bir bölümü de şu an yaşadığımız topraklarmış. Üstelik bu insanlar, İstanbul çevresinde uzun süre de konaklamışlar. Yani tam buradan geçerken, tam da geçip dünyaya yayılmaları gerekirken, bu güzelliğe dayanamayıp demek ki, yerleşmeye karar vermişler. Anlayacağınız İstanbul’dan vazgeçmek o kadar kolay değil, ne geçmişte ne de şimdi. Benim bu küçük araştırma okumalarından anladığım o ki İstanbul’un arkeolojik tarihini araştırmaya yönelik doğru dürüst hiçbir şey yapılmamış. İlk zamanlar bir heves edilmiş ancak sonra bu idealizm kentleşmeye yenilmiş. Buluntular ancak ve tesadüfen hadi en olmadı kişisel gayretlerle devam etmiş hep. Bu tesadüfler kimi zaman bir apartman inşaatının temelinde, kimi zaman bir sarnıcın dibinde, kimi zaman açılan bir kuyunun karanlığında bulunmuş. Araştırmalar ara ara devam etmiş ama yeni keşifler yapmak için sistemli bir şekilde değil, tesadüfen bulunan paha biçilemez kültürel miraslarımızı biraz olsun kurtarabilme amacıyla. Mesela 1992 yılında İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin Pendik Höyüğü’ndeki kurtarma çalışmaları kazılarına başlanmış. Neden mi? Çeşitli nedenlerle koruma altına alınamayan Neolitik Çağ Pendik Höyüğü’nün üzerine SSK’nın hastane yapma kararı üzerine -evet şaka değil, yazım yanlışı da yok maalesef doğru- . Bu çalışmalarda oldukça geniş bir alan taranmış ve M.Ö 6400-5900 yılları arasındaki dönemi yansıtan Fikirtepe Kültürüne ait çok sayıda yapı kalıntısı, mezar ve bulgu topluluğu ortaya çıkarılmış. Ve işte böylece de nihayete ermiş. Bu tarihten sonra, şimdi yazacağım da inanılmaz ama maalesef gerçek, 1992 deki çalışmalardan sonra Yenikapı kurtarma kazılarına dek, rastlantısal bazı bulguların dışında bir araştırma yapılmamış. Yani tesadüfen Marmaray çalışması orada başlamasa yine bir şey yapılmayacakmış.


Günümüzde İstanbul’un tarih öncesi dönemine ait çalışmalar Yenikapı- Marmaray ve tüp geçit çalışmalarıyla beraber sürüyor. Çalışmaların sürdüğü bu alan bir zamanlar Roma-Bizans döneminin önemli bir limanı imiş. Burası Osmanlı döneminde doldurulup liman vasfını yitirmiş. O zamanki adı Theodosius Limanı. Marmaray’ın yapımına başlandıktan sonra ilk buluntular keşfedildiğinde inşaat durdurulmuş ve arkeolojik çalışmalar kurtarma çalışmaları adı altında başlamış. İlk zamanlar yapılan kurtarma kazısı olarak başlayan bu çalışma ortaya çıkan sonuçların çok daha eski çağlara uzanmasıyla genişletilmiş. Kazılar İstanbul’un tarihini 8500 yıl önceye götürdü. Bu kazılardan evvel herhangi bir bilgi kaynağında araştırma yapanlar İstanbul’un tarihinin Megara Kolonisiyle başladığı bilgisiyle karşılaşıyordu, şimdi öyle anlaşılıyor ki bu tarih yeniden yazılacak. Ben bundan sonraki buluntular için 3. Köprü ve havalimanı inşaatlarından ümitliyim. İnanıyorum ki bu projelerin yapımları sırasında; “ Tarihin başlangıcında Afrika’dan yola çıkan ve buradan dünyaya yayılarak bilinen tüm uygarlıkların çekirdeği olacak olan Homo sapienslere, yani atalarımıza ait ve çok önemli keşiflerde bulunacağız. Hatta öyle sanıyorum ki bizler bu inşaatları aslında Arkeoloji bilimine gecikmiş birer katkı sunmak için yapıyoruz. …. Benim bu defalık anlatacaklarım bu kadar. Bu anlattıklarım belki biraz az gelmiş olabilir, diyebilirsiniz ki “ Eh yani bu muydu yani yaptıracağın yolculuk, burasından mı büktün zamanı, kırdığın kısır döngü yerine kattığın heyecan hani?” İşte ben de tam o kısımlara geleceğim bundan sonra. Bir sonraki yazımda Marmaray kurtarma çalışmaları esnasında bulunan keşiflerden bahsedeceğim detaylı. Şimdilik sadece ufak bir başlangıç yapalım. Tarihi gerçekleri bir yana bırakıp efsanelere bir göz atalım. Bakalım söylenceler İstanbul hakkında ne anlatır?

Serinin 1.Bölümü

ANLAT İSTANBUL… EFSANELER… M.Ö 356-323 yılları arasında yaşayan, zekâsı, bilgisi ve gücüyle dünyanın en büyük komutanlarından biri olan Makedonya Kralı Büyük İskender halk arasında efsanevi bir kişiliğe büründürülmüş iki kıtayı birbirine bağlayan İstanbul Boğazı’nın oluşumu bile halk muhayyilesinde kendisine bağlanmıştır. İstanbul Boğazı İstanbul’u üçüncü defa bina ve imar eden Makedonya Kralı Büyük İskender’dir. İskender cihana baş eğdirmiş olduğu halde, bugünkü Yunanistan kıyılarında yer alan, Halkedonya ile Simirna’nın ( İzmir ) sahibi Kıdafe ( Khadefia ) kendisine baş eğmemişti. İzmir’deki kale harabesi ona nispet edilerek hala Kadife Kale olarak anılmaktadır. İskender Kıdafe’yi merak ederek kılık değiştirip yakından görmek maksadıyla divanına vardıysa da fark edilerek yakalanmış ve hapsedilmiştir. Kıdafe onu bir süre hapis tuttuktan sonra bir daha kendisine kılıç çekmeyeceğine yemin ettirerek serbest bıraktı. İskender daha sonra intikam almak istediyse de yemini buna mani oluyordu. Nihayet onunla birlikte bulunan hızır ona bir akıl öğretti. O zamanlar Karadeniz Boğaz’ı henüz mevcut değildi. Karadeniz’in yüksekliği ise Marmara ve Akdeniz’den fazla idi. İskender hemen yedi yüz bin kişi toplayıp askerlerini de bunlara katarak boğazı kazdırdı. Karadeniz’den hücum eden sular, Sarayburnu’nda kurulmuş olan şehirle Halkedonya’yı ve Kıdafe’ye ait yedi yüz şehri mahvedip halkını ve askerini boğdu. Sular yatıştıktan sonra İskender İstanbul’u yeniden kurdu. Nitekim Septe boğazını açıp Akdeniz’le Okyanus’u birleştiren de İskender’dir.

Yüzyılların hikâyeleridir onlar çünkü. 35


Mustafa Acunbay mustafa.acunbay@yervegok.com

Sana değer veriyorum, çünkü evrende erişebildiğim ve gözlemleyebildiğim alanda yaşam üreten ve yaşamı ayakta tutmaya çalışan nadir, hatta tek gezegen sensin. Senin çabana saygı duyuyor ve seni destekliyorum...

Zeki Yaşamın Hüküm Sürdüğü Nükleer Başlıklı Gezegen... Yaşam üreten bir gezegende insanın kendisini ‘üstün varlık’ olarak nitelendirmesi onun zeki olduğunun mu göstergesidir yoksa kibirli olduğunun mu? Benim düşünceme göre ikincisi... Zira yaşama karşı “sana her şeyi yapma hakkım var, çünkü üstünüm,” gibi bir yaklaşımda zekâ yoktur. Zekâ yüksek olasılıkla şöyle demeyi tercih edecektir: “Sana değer veriyorum, çünkü evrende erişebildiğim ve gözlemleyebildiğim alanda yaşam üreten ve yaşamı ayakta tutmaya çalışan nadir, hatta tek gezegen sensin. Senin çabana saygı duyuyor ve seni destekliyorum...” Günümüzde en az 10 ülkenin nükleer silaha ve tek başına nükleer silah üretme teknolojisine sahip olduğu biliniyor(*). Tabii müttefiklik gibi nedenlerle bu 10 ülkeden nükleer silah temin etmiş başka ülkelerin de olma olasılığı yüksektir. Hollywood filmlerinin zihnimize yerleştirmeye çalıştığı dünya dışı -büyük ölçek göktaşı çarpması veya dünya dışından gelebilecek saldırı gibi- tehditlere karşı nükleer silahlarla çözüm üretilebileceği safsatasına inananlardan değilseniz görmezden gelinecek bir sorun gibi durmuyor... Günümüz teknolojisi ile bir nükleer silah 50 Megaton(**) gücünde üretilebiliyor. Bu 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagazaki’ye atılanların 250 katı bir gücü ifade eder. Amacım kesinlikle kötü hissetmenize neden olmak değil ama ölçüyü verebilmek için şunu da eklemeliyim: Savaş sırasında ABD tarafından kullanılan 20 Kilotonluk bomba ilk patladığında, olasılıkla ilk beş saniye içinde, 70.000 insanı buharlaştırdı. Buharlaşma ifadesini ne yazık ki mecaz olarak kullanmıyoruz. Bu 70.000 insanın iskelet sistemi dışında bedenlerinden geride hiçbir şey kalmadığı anlamına geliyor. İzleyen günlerde, türev etkiler de katıldığında ölümlerin sayısının 500.000’i geçtiğini belirtiyor kaynaklar. Bu etkinin 250 katının nasıl bir şey olabileceğini hayal edin! Dil bilimci, savaş karşıtı aktivist ve yazar Noam Chomsky, ‘Nükleer Savaş ve Çevre Felaketi’ isimli, Laray Polk ile yapılmış söyleşiyi ve ilişkili belgeleri ihtiva eden kitabında mevcut durumda nükleer risklerin küresel boyuttaki pozisyonunun bir resmini çizerken aynı zamanda iş dünyası, politika, üniversiteler arasındaki para ve çıkara dayalı girift bağlara değinmiş... Kitapta fizikçi Lawrence Krauss’tan alıntılanan örnekte günümüzdeki nükleer silahların kullanılması durumundaki etkilere dikkat çekilerek Pakistan ve Hindistan arasındaki olası sınırlı bir nükleer atışma baz alınmış. Bu tür bir nükleer atışmada sadece 100 savaş başlığının kullanılması durumunda dahi küresel iklimin en az on yıl boyunca ciddi şekilde bozulacağı ve stratosfere en az 5 milyon ton duman saçılacağı sonucuna varıldığı, bu dumanın küresel tarım üzerindeki etkisi ile de yaklaşık bir milyar insanın yaşamını yitireceği belirtilmiş. * ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa, Hindistan, Pakistan, Kuzey Kore, İsrail ve kesin olmamakla beraber nükleer silaha sahip olduğu iddia edilen İran...

36

Temmuz - Ağustos / 2013


Peki bu ciddi küresel sorunu çözmek için bir adım atılıyor mu? Bu şartlarda politikacılardan da küresel sorunlara yönelik dürüst Hayır, atılmıyor! çözümler üretmelerini beklemek güçlü bir olasılık gibi durmuyor. ABD ve AB’nin İran’ın nükleer teknoloji ile çalışmasını engelleme çalışmasını bu kapsamda değerlendiremeyiz, zira bölgede İsrail, 4- Bilim çevreleri, üniversiteler? Hindistan ve Pakistan’ın hali hazırda nükleer silah üretebildiğini En azından bilim çevreleri bir şeyler yapabilir, yapmalı, öyle değil biliyoruz. Bu çabanın sorun çözmekle ilgisi olmadığı, politik bir mi? Akıl bunu gerektirir. Fakat burada da işin içine mali ilişkiler strateji olduğu açık. giriyor. Önemli araştırma çalışmaları da yüksek maliyetler gerektirdiğinden iş dünyasının çıkarları kalburüstü üniversitelere Nükleer silah sorununu ve benzeri küresel ölçekli sorunları kim, ve araştırma kurumlarına da kolaylıkla nüfuz edebiliyor. nasıl çözecek? Olasılıklara bir göz atalım: 5- Medya? Medyanın tek başına bir sorun çözücü misyonu olamaz belki 1- İş dünyası? fakat sorunu çözebilecek bir odak için güçlü bir araç olma poİmkânsız gibi görünüyor. Küresel sorunlar çıkar ve kar odaklı bu tansiyeli olduğu söylenebilir. kesimin bugüne kadar dürüst manada umurunda olmadı, bundan Geniş kitlelere erişim gücü göz önünde tutulduğunda ve aslen sonrası için bir tavır değişikliği pek olası gözükmüyor. doğru biçimde kullanılıyor olabilseydi medyanın toplumları aydınlatma yönünde çok güçlü bir etkisi olabileceğinden bahse2- Eğitimli, gelir düzeyi görece yüksek elitler? debiliriz. Çoğunlukla büyük problemlerin çözümlenememesi ile eğitim ek- Elbette günümüzde bu şekilde işleyen bir ana medyadan söz sikliği arasında bir bağ kurarız. Fakat bu o kadar da doğru değil. edemiyoruz. Üniversite ve bilim çevrelerinden çok daha deÇünkü eğitimli, elit kesim olarak adlandırdığımız topluluğun bü- rin bir şekilde iş dünyası çıkarları ve politik çıkarlar tarafından yük bölümü iş dünyasına hizmet ederek hayatını idame ettiriyor yönlendirilen bir medyanın insanlığa dair bir sorunu çözmeye ve başlangıçta farklı, dürüst bakış açılarına sahip olsa bile zaman katkıda bulunması için en hafif ifadeyle daha epey beklememiz içinde iş dünyasının kendi doğrularına adapte oluyor. Bu kesim gerekecek. genellikle henüz iş dünyasına geçiş yapmadığı üniversite sürecinde muhalif düşüncelerini özgürce dile getirip tepki gösteriyor. Sonra- 6- Entellektüeller? sında ise gitgide daha orta yollu bir tavır takınmak zorunda kalıyor İşe yarar gibi duran kavramların içinin boşaltılması çağımızın veya fikirleri tümden değişiyor.. yaygınlaşan trendlerinden... Eğer dürüst ve işe yarar şeyler söyYani bu gruptan da fazla bir şey beklemek gerçekçi gözükmüyor. lüyorsanız fakat bu güç odaklarının işine gelmiyorsa göz önünde bir entelektüel olma şansınız neredeyse sıfır. Göz önünde ol3- Politikacılar? mak için güç odağının “bunu söyle, bundan bahset, bunu yaz,” Demokratik sistemde yöneticilerin seçildiği politik çevreler sodediklerinden hiç olmazsa aralara serpiştirmek gerekirken “sarunların çözümü için toplum tarafından en fazla beklenti duyulan kesim. Fakat işler hiç de olması gerektiği gibi yürümüyor. Politik kın şu konulara girme,” dedikleri de sanki hiç yoklarmış gibi çevrelerle iş dünyası arasında mali kaynaklara dayalı ilişkiler poli- görmezden gelinmeli... tik çevrelerin başlangıçta çok idealist yaklaşımları olsa bile -ki çok azında samimi bir idealist tavır gözlemliyoruz- zaman içinde toplum yararını ikinci plana atmalarına neden oluyor. Chomsky’nin söyleşisinde verdiği şu örneğe bakalım: “2004 yılında ABD’nin Irak’ın Felluce kentinde yaptığı bombalama sonrası bebek ölümü, kanser ve lösemi vakalarındaki artışın 1945’te Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan bombalar sonrasında sağ kalanlar arasında görülen bu tip vakalardan daha fazla olduğunu belirten Irak ve İngiliz doktorların raporuna göre Irak’taki olayda kanser vakalarının dört kat arttığı, 14 yaş altında ise 12 kat arttığı söyleniyor.” Ve bir tane daha: “2008 Aralık-2009 Ocak aylarında Gazze’ye yapılan ABD destekli İsrail saldırılarından sonra Norveçli doktorların hazırladığı raporda kimsenin daha önce görmediği ölümcül etkileri bulunan savaş gereçlerinin kullanıldığı belirtiliyor.” ABD hükümeti sonradan ‘Agent Orange’ maddesi içinde, bilinen en ölümcül kanser yapıcılardan biri olan dioksin kullanıldığın farkında olmadığını açıkladı.

Chomsky entelektüel kavramına karşı şu güzel tespiti yapmış: “...İç görü, anlayış, yaratıcı zeka ve benzer niteliklerle daha yakından ilintili, farklı bir kavram icat edebiliriz, ama bu entellektüelden farklı bir kavram olacaktır...” Sonuç olarak, kimin entelektüel olacağını dahi belirleyen güçler mevcutken küresel, büyük problemleri çözmek ile entellektüellik arasında gerçekçi bir bağ kurmak işe yarar durmuyor.

7- Dürüst muhalifler?

Onları çevre örgütlerinde, haksızlıklara dürüstçe tavır koyabilen aktivist hareketlerde, iş dünyasından destek alamadığı için cılız kalan politik hareketlerde, mali destek görmeden kendi olanaklarıyla ilerlemeye çalışan basın organlarında görebiliyoruz. Fakat seslerini geniş kitlelere ulaştıramıyorlar.

Sesini ulaştırmada biraz başarılı olan dürüst muhalifler ise risk olarak görüldüğünden tarihin her döneminde olduğu gibi günüBugünlerde aynı ülke, Suriye’de kullanılan kimyasal silahlarla ilgili müzde de cezalandırılıyor. olarak bu silahların kullanımına göz yumamayacaklarından bahseZeki yaşamın hüküm sürdüğü, kendisini üstün varlık olarak nidiyor. teleyen insanların yaşadığı gezegende hayati küresel sorunları İktidar sahiplerinin benzer, dürüst olmayan tavırlarına örnekler çözebilecek kimse yok gibi gözüküyor... sayıca çok artırılabilir. Ya da öyle mi? Siz ne dersiniz? ** 1 Megaton = 1 Milyon Ton TNT patlama gücü 1 Kiloton = 1000 Ton TNT patlama gücü

37


Nikita’nın Makası

Şebnem Aybar sebnemaybar@gmail.com

“Dokunduğumuz her kadın/adamı o gecelik kedimiz yapalım, sonra kapı önüne bırakalım. Belediye gelsin toplasın.” Bazen... Neyse geç bazeni, aslında çoğu zaman aklıma çöküyor; yapmacık, -mış gibi, kopyala yapıştır hayatlar. Herkes okuduğu bir romanın kahramanı, izlediği filmin baş oyuncusu ya da kötü adamı, kandırılan kadını, zengin çocuğu olmak istemeyi, roman ya da film bittiğinde bitiremiyor gibi... Ben de, sen de öyleyiz. Kendimizi haddinden fazla önemsemeyi, abartmayı, her şeye vakıf, biricik algılamayı biliyoruz. Hatta “kendimize acımak” tan bile haz duyuyoruz; o çok seksi ve “cool” duruşun maskesi “hüzünlü haller”e bayılıyoruz çoğu zaman. İçimiz çömlek fırını gibi yanarken, kulakları tırmalayan şen kahkahalar atmayı çok iyi beceriyoruz. Dışımıza bitiyoruz, onu allayıp pulluyoruz, güya içimizin aynası yapıyoruz; içimiz yeterince sarışınmış, aykırıymış, biçimliymiş gibi... Oysa ne kadar organımız varsa hepsi sıkıştırmış yüreğimizi. Küçücük kalmış. Öyle küçültmüşüz ki alanını, beyine oksijen pompalayamaz olmuş. İçimiz çürüyor, dışımız parladıkça... Her sabah aynada gördüğümüz suret “kendimiz” miyiz? Yoksa o “çoğunluğun 38

Temmuz - Ağustos / 2013

vücuduma sahip olabilirsin ama ruhuma

NNASLA...! olmamızı istediği” roman kahramanı mı?

Sende olmayan bir seni seviyorsun. Sen olamayan halinle başka sen gibiler buluyorsun. Kendi olanla ez kaza karşılaştığında, ondan kendi gibi olduğu için ürküyorsun belki. “Ben”i seviyorum revaçta artık, “seni seviyorum” eziklik olmuş. Kendimizi koyduğumuz katın üzerine çatı koyup kapatmışız galiba, herkesin manzarası kendine göre leb-i derya, kimse rodoşose oturmuyor her ne hikmetse. Kimse kimseyi tanımak için çaba sarf etmiyor. İnsanlardan öte kedileri, köpekleri dost edinmeye başladık. Sadakati köpekten, sıcaklığı kediden bekliyoruz. Konuşmadan sırnaşsınlar bize istiyoruz. Onlara gıpta ediyoruz. Köpek köpek gibi çünkü kedi de kedi. Oysa sen? Sen nesin? Ne gibisin?

“ben ilişki insanı değilim”... Bugün gel, yarın, belki yarından da yakın bir vakitte kendine git tekrar. Kendimizden başkası konuşmasın, düşünmesin, ağlamasın, sızlamasın... o başkaları bizim şartlarımızda yaşasın. Bizim olanı sevsin, bizim olanla mutlu olsun, o kadarıyla yetinsin, sevinsin, üstüne bir de takdir etsin. Kendini bıraksın bizim kapımızdan girerken. Almaya değil vermeye girsin. Almak isterse bir “höst” diyelim ona kibarca. Kibarca evet, bunun jargonunu da bulmuşuz. “ben ilişki insanı değilim”... Bugün gel, yarın, belki yarından da yakın bir vakitte kendine git tekrar. Beni bunaltma hikâyenle, sadece dinlerim. İçime sindirmem. Hikâyeni paylaştıkça çünkü beni sen yapacaksın ve o sonra büyüyecek belki de “biz” olacak; oysa ben beni seviyorum, seni sevmeye


vaktim yok. “Biz” olmaya korkuyorum. “Biz”de ruh var çünkü. Vücuduma sahip ol ama ruhuma nnasla... Yanımda uyu en fazla; ben sana “ sen benim kadınımsın/ erkeğimsin” muamelesini, aynı yolun tabelasıyız hissiyatını bir sevişmelik yaşatayım. Sağa dönülmezlerimiz, sola dönülmezlerimiz olmasın o anlık. İkimiz de çıkmaz sokak tabelası olalım. Anlaşalım gel. Birbirimize evimizde beslediğimiz kedi köpekten aldığımız tensel hazdan daha fazlasını vermemizin gereği yok. Gereksinmemiz yok nihayetinde -zannımız o-. Öpelim birbirimizi, kendine iyi bak diyelim ve çıkıp, çekip gidelim... Çıkıp aynı börekçide sabah kahvaltısı edelim bir başımıza. Üzerine, takımı bozulmuş kahve fincanlarından arta kalan bir tanesi ile kahve yudumlayalım. Kahveyi “nasıl” içtiğimizi kimse sormasın, bilmesin. Hatta kahve yapıp getirenimiz olmasın. Akşam iş dönüşleri, hayvanımız bizi karşılasın, bize sürünsün, eve geldik diye sevinsin. Onu okşayıp yemek kabını dolduralım. O kap dolu olsun yeter onun bizi sevmesi için. Ayak ucumuza kıvrılsın, karşılığında. Bize muhtaç olanı, tuhaf bir acımayla karışık sahiplenmeyle sevelim. “Bensiz ne yapar o” yu yaşatsın bize. İşte tam da bu nedenle belki de insan biriktirmekten korkalım. “Ya sahibim olursa zamanla?”, ya da “ya ben onun sahibi olursam?” ürkekliği ile “ilişki insan”ı olmamayı seçelim. Başka başka boyun kokularından parfüm eksperi olalım. Her sevişmeden sonra, yastıklardan topladığımız başka renk saç teli olsun. Her evine girdiğimizin evcil

hayvanını seviyor-muş gibi yapalım. Ya da önce evcil hayvanımızı sevmesini sağlayalım evimize gelenin, sonra nasılsa yatağımızın yolunu bu sevimlilikle buldururuz.

Asgari müştereklerin en asgarisinde kalsın mümkünse ileriye dönük hayallerin kurulması safhası. “Kereviz pişen bir evde asla oturmam”da direterek oturalım yanında, “kereviz pişen bir evde oturabilir miyim acaba?”yı düşlemeye bile yeltenmeyelim. Ya da diğer taraftan, kerevizden vazgeçmeyelim, o hoşlanmıyor diye. Aman huzurumuz bozulmasın. Alıştığımız tarafından başka yerden kalkmayalım yataktan. Bizi acıtan, inciten o kadın/adam bize dersimizi vermiş olsun zamanında! Ve bundan sonra kim çıkarsa çıksın karşımıza hep “bir daha canımı acıttırmayacağım” sözünü hatırlayalım, manasız, sebepsiz, gereksiz. Herkesi O zannedelim. Başka kadınlarda, başka adamlarda sevmeye kalkalım O’nu, ezmeye kalkalım O’nu. Karşımıza çıkan herkesten onun intikamını alalım. Onun canını acıtmak

adına, bu acıdan haberi dahi olmayan kalpleri kıralım. “Bir daha asla”, “bundan sonra böyle”lerle tüketelim güzelim yazları, baharları.. İçki masası dostlukları ile genişlesin en fazla ruhumuz. Onlarla inelim derine. Dokunduğumuz her kadın/adamı o gecelik kedimiz yapalım, sonra kapı önüne bırakalım. Belediye gelsin toplasın. Sonra o masadakiler sorsun bize “nasıldı?” diye... Nasıl olduğunu bir çırpıda çözmüşüz edasıyla ahkâm keselim... “karı duygusala bağladı” diyelim.. “herif serserinin teki”, diyelim; “bu kadına para yetiştiremem” diyelim, “bu adam eve bakmaz, sorumsuz” diyelim; “kadın çok soğuktu” diyelim; “adam sarar bana” diyelim; “kadının memeleri iyiydi bir tek” diyelim; “adamın ağzı kokuyordu” diyelim... NASIL biri olduğunun kitabını yazalım iki paragrafla... Böyle böyle sıkıştırsın içki sofralarının artığı midemiz, bağırsaklarımız yüreğimizi. Boğalım onu aside, gaza. Küçülsün kepaze. Küçülsün ki anlayarak, tadarak, yorularak, vererek sevemesin. Selam vermenin aciziyet, selam almanın kibir olduğu bir zaman diliminde tutmuş birilerinin ruhunu sevmeye çalışıyoruz... Babasız çocuklar doğurmanın medeniyet olarak addedildiği coğrafyaların, yastıklardan saç teli toplayıcıları olalım. Aşktan gebermenin ezikliği ile dalga geçilen sofralara oturalım. Bu galeyana biz de katılalım. Biz def olup gidelim en iyisi... Biz ruhlardan korkalım. Öcüler bizi yemesin. 39


40

Temmuz - AÄ&#x;ustos / 2013


doÄ&#x;um 41


röportaj

“her vajinal doğum, doğal doğum değildir!”

“Erken yatırıp ağrı kesicilerle uyuşturmak... Bu ağrının kesilmesi ne pahasına..? Kimse bilmiyor! Veya rutin uygulamalar, herkese lavman herkese vajinal kesi, serum, anestezi… Dolayısıyla her vajinal doğum doğal doğum değildir. Yani karşı olunan nokta şu ki her kadına uygulanan rutin müdahalelerin, fabrikasyon üretim yapılır gibi yapılmaması gerekir. Bunlar doğumun doğallığını bozar.” 42

Temmuz - Ağustos / 2013


Aktivist: İstanbul Doğum Akademisi nasıl ortaya çıktı? Dr.Hakan Çoker: Doğuma hazırlık eğitimlerime 2006 yılında Marmaris’te başladım, iki tane uluslararası sertifikasyonu bitirdim, bu duyulmaya başladıkça İstanbul’dan da kurslara ve doğuma gelen oldu. Bu süreçten sonra çalışmalarımıza 2010 yılında Psikodramatist Neşe Karabekir ile birlikte İstanbul’da devam ettik ve birlikte İstanbul Doğum Akademisi’ni kurduk. Kendisi şu anda doğum psikoloğu olarak Türkiye’de tek isimdir. Şimdi bir yandan doğuma hazırlık eğitimlerinin standartlaşmasına çalışırken bir yandan da “eğitici” eğitimine başladık. Bu eğitici eğitimler ile kursumuza gelen yogilere, hemşirelere, kadın doğum uzmanlarına ve psikologlara doğuma hazırlık ve destek programımızı öğretiyoruz. Aktivist: Sizce eksik olan neydi? Neden böyle bir yerin varlığına gerek gördünüz? Dr.Hakan Çoker: Amacımız “ kadının gücünü kadına hatırlatacak “ başka merkezler de oluşması. Verdiğimiz eğitimin temelinde bir kadının içindeki doğum yapma gücünü ona hatırlatmak, onun kendine güvenmesini sağlamak, bunu talep etmesini öğretmek. Bir kadının adeta bir proje yönetir gibi kendi doğumunu yönetmesi gerekiyor. Çünkü sistem artık kadınların çabuk doğurması, ne olursa olsun doğurması, bir şekilde doğurması, sezaryenler yapılması, yani ne olursa olsun bebeklerin çıkması üzerine kurulu. Tabii ki burada bebeğin ve annenin sağlıklı olması da mühim. Ama sağlık tanımı bu değildir. Sağlık tanımında bütünsel bir anlayış vardır ve bu bütünsel yaklaşım içinde beden sağlığı kadar ruh sağlığı da önemlidir. Sistemin atladığı şey budur. Aktivist: Sistemin, doğumun ruhsal yanlarını göz önüne almadığını mı düşünüyorsunuz? Dr.Hakan Çoker: Doğum gibi bir olayda işin içine hayaller ve duygular da girer. Annenin hayal ettiği gibi bir doğum yapmak istemesi, doğumda annenin ve babanın ihtiyaçları, bebeğin ihtiyaçları ve tüm bunların yanı sıra doktorun da ihtiyaçları vardır. Doğum sonrasında tüm bu ihtiyaçların eksiksiz tamamlanması, sonradan dönüp bakıldığında eksik bir şeyler kalmaması gerekir. Keşke öyle yapmasaydık dememek gerekir. O sebeple biz eğitim sürecimiz ile amaçladığımız sistemimize “keşkesiz doğum” adını verdik.

Aktivist: Son zamanlarda doğum olayı magazinel bir hal aldı. Düşündüğünüzde milyonlarca yıldır kadınlar doğurmuş, sade süssüz ve doğal bir şekilde ve soy devam etmiş. Şimdi neden bir takım değişiklikler ve ayarlamalar yapılıyor, bir yerlerde bir şeyler aksadı mı ki neden bu uğraş? Dr.Hakan Çoker: İşte bu insanoğlunun doğal süreci bozmasıdır. Bozduk biz o süreci, dedik ki kadına: “Sen doğuramazsın, ben seni doğurturum”. Ona yardıma ihtiyacı olduğunu, aksi halde kendi başına doğuramayacağını empoze ettik. Hatta işi daha da ileri götürüp “Doğum bir hastalık gibidir, tehlikelidir, sen hiç uğraşma sezaryen ol ve riske atma” diye inandırdık. Bu sezaryen hikâyesi ortalama 20 yıl önce başladı ve son 12 yılda da arttı. Bu durum son 4-5 yıldır geri döndürülmeye çalışılıyor ama bir nesli biz korkuttuk, şimdi o nesil doğurmaya hazırlanıyor, o neslin anneleri doğumu bir travma gibi hatırlıyor. Eğer bu kadınlar, hiçbir uygarlık ile karşılaşmamış olsaydı buna gerek kalmazdı. Diğer tüm memeliler gibi doğurabileceklerdi. Ama maalesef doğduğundan beri negatif hipnoz altında bu konuda. Kadında bir doğal doğum korkusu oluştu. Bizler bu korkuyu yenip onun yerine doğumdaki ihtiyaçlarını anlatıyor, enerjisini doğru şekilde yönlendirmesini sağlıyoruz.

“Biz kontrol eden kadından doğumun içine giren ve ne gelirse onu almaya hazır olan bir kadına geçiş sürecini öğretiyoruz.” Aktivist: Bu negatif hipnozdan çıkmaları için ne gibi şeyler yapıyorsunuz? Dr.Hakan Çoker: Bunu “ Profesyonel Doğuma Hazırlık Eğitimi” ile veriyoruz. Bunu adı hamile eğitimi değildir. Bu kendi içerisinde çok faktörlüdür. Diğer eğitimlere benzemez. Mesela kadın doğum uzmanları, doğuma hazırlık eğitmeni değildir. Onların o kısa zamanda öğretebildikleri ancak doğumda rahat ol, rahat bırak kendini ve doğurabil demektir. Hatta sen kendini bana bırak ben her şeyi yaparım diyorlar. Bu şu demek sen bütün gücünü bana ver, ben senin adına senin bedeninle ilgili karar vereyim. Hem de tıbbi bir zorunluluk yokken. Ama buna gerek yok, doğum bir hastalık değil, hiç müdahale edilmese zaten % 90 kendi başına da doğum yapar kadınlar. Biz bunu değiştirmeye çalışıyor ona kendi içinde binlerce yıldır var olan doğum yapabilme gücünü hatırlatıyoruz. Bunu hatırlamasını sağlıyor ve gerçekleştirebilecekleri bir ekiple çalışmasına yardımcı oluyoruz. Aktivist: Keşkesiz Doğum Eğitiminizde neler var? Dr.Hakan Çoker: Bizim yaklaşık 20 saat süren bir destek programımız var. Programa eşler ile birlikte geliniyor. Program 3 uzman tarafından veriliyor. Biri benim Kadın Doğum Uzmanı ve Doğum Eğitmeni olarak eğitimdeyim, diğeri Hamile ve Doğum psikoloğu Neşe Karabekir ve üçüncüsü de ebelerimiz, Arzu Atar 43


ve Serpil Varlık. Her birimiz ayrı konularda eğitim veriyoruz. Keşkesiz doğuma hazırlık ve destek programından çıkarken ise şunu öğreniyorlar; doğum şeklim ne olursa olsun, önce sağlıklı, tercihlerime saygı duyulan ve sonrasında pişmanlık yaşamayacağım, doğum deneyimini olması gerektiği gibi yaşayabileceğim bir doğum yapmak istiyorum diyorlar. İkinci olarak da şunu öğreniyor doğumla ilgili bir şey bilmeme gerek yok, ne kadar ilginç değil mi, öğrenmeye geliyor ama çıkarken oh diyor bir şey öğrenmeme gerek yokmuş, zaten bu bilgi genlerimde mevcutmuş. Aktivist: Doğum anı, insanın kendini ana bırakması için uygun mu sizce Dr.Hakan Çoker: İşte burada biraz zorlanıyoruz, çünkü kursun çoğu bırakma ve anı yaşama üzerine kurulu. Biz bunu öğretmeye çalışıyoruz, doğuma beklentisiz girip, doğumu geldiği gibi yaşamak. Tüm memelilerde bu böyledir. Ama sistem kendinizi kontrol etmeniz gerektiğini öğretirDaha çok sol beyinin aktif olduğu hesaplamalar, planlamalar, yetişmeler, koşturmalar hâkim olur hayata. Ama doğumda hiçbir şeyi kontrol edemezsiniz. Önceden hazırlıklarınızı kontrol eder sonrasını bırakırsınız. Biz kontrol eden kadından doğumun içine giren ve ne gelirse onu almaya hazır olan bir kadına geçiş sürecini öğretiyoruz. Biz bu geçişi yaşayan kadınlara doğumdan bir aşk ve coşku içinde çıkmayı garanti ediyoruz. Başından beri size açıklamaya çalıştığım “keşkesiz doğum” bu zaten. Annenin doğuma aktif katıldığı, olası durumlardan haberdar edildiği, doğum hormonlarının aktif salgılandığı, doğum sonrasında bebeğin anne kucağıyla derhal buluştuğu ve mümkün olduğu kadar uzun süre ayrılmadığı bir doğum şekli. Aslında doğumun kendisi yani. Unutulduğu için bunları yeni isimlerle hatırlatmaya çalışıyoruz.

“Sezaryen Doktorların Kolayına Geliyor!” Aktivist: Bu kontrol kaygısının temelinde, en kıymetli en hayati konuda karar verici olmak ile alakalı bir güven kaybı da var diye düşünebilir miyiz? Çünkü belki sorumluluk almak istemiyor, başkaları karar versin istiyor.

44

Temmuz - Ağustos / 2013

Dr.Hakan Çoker: Eğitimin bir amacı da size kararlara aktif katılacak kadar bilgi vermek. Nerede ne olacağını bilince kararlara katılma sansınız artıyor. Aileye sorumluluk almak zorunda olduklarını hatırlatıyoruz. Sezaryen oranlarının çok artmasının bir sebebi de bu. Aileler garantili bir doğum istiyorlar. Ama bu mümkün değildir. Çünkü doğum ancak hayat kadar garantili olabilir. Siz bana 15 dakika sonra yaşayacağınız garantisini edin, ben de doğumu edeyim. Sezaryen sanılanın aksine garantili değildir sezaryende anne ölümleri normalden 4-5 kat fazladır. Çünkü işin içine anestezi girer. O yüzden aile sorumluluk almayı öğrenmek zorundadır. Eğitimlerde öğrenilen bir şey de şudur. Doğumdaki sorumluluğu paylaşmayı öğrenmek. Anne babalar hep güvenilecek bir doktor arar, oysa tüm doktorlar aynı tıbbi eğitimi alırlar. Eğitimden sonra ise ebeveynler, doktora güven verir, burada seninle sorumluluğu paylaşacağım, bilinçliyim, elbette doğumumda riskler var evet ama ihmal olmadığı sürece bunları paylaşacağım der. Aktivist: Sezaryen doktorları kolayına geliyor mu? Dr.Hakan Çoker: Evet. Geliyor. Nedenleri var. Şöyle ki; Riskler var evet. Normal doğumda ufacık bir şey olduğunda aileler dava açmaya meyillidir, bu durumda doktorlar sezaryeni seçiyor çünkü sezaryen ile dava edilen doktor yok ama normal doğum da var. Diğer etmen sistemin sürümden kazanma ve kazandırmaya çalışma politikası. Artık tüm hastaneler para basma makineleri haline geldi. Devlet hastanelerindeki performans sistemleri var, belli bir sayıyı yakalayamazsanız evinize daha az ekmek götürüyorsunuz. Sezaryene ve normal doğuma aynı performans puanı veriliyor normal doğum 10 saat iken sezaryen 2 saat sürüyor. Ayrıca aileler de istiyor. Çünkü özellikle devlet hastanelerinde doğuma zorlanan kadınların başına gelen olumsuzluklar ile ilgili basında çıkan haberler kadınları buna sevk ediyor. Aktivist: Suni sancı doğal doğum sayılır mı? Dr.Hakan Çoker: Dünyada tek doğal doğum normal vajinal doğumdur. Normal doğumun adı da şekli değişti, erkenden yatırıp serum takıp doğurtmaya normal doğum diyorlar. Erken yatırıp ağrı kesicilerle uyuşturmak. Bu ağrının kesilmesi ne pahasına kimse bilmiyor. Veya rutin uygulamaları herkese lavman herkese vajinal kesi, serum, anestezi, dolayısıyla her vajinal doğum doğal doğum değildir. Yani karşı olunan nokta şu ki her kadına


uygulanan rutin müdahalelerin fabrikasyon üretim yapılır gibi yapılmaması gerekir. Bunlar doğumun doğallığını bozar. Eğer siz gerekli desteği sağlarsanız zaten bu müdahalelerin 80’i yapılmayacak. Bizde müdahale olarak en fazla vajinal kesi yapılır. Biz kendi doğumlarımızda bunu % 12lerin altına indirdik ve eğitim alan doktorlar da ilk hafta eğitimi tamamladıktan sonra döndükleri hastanelerde bunu bıraktılar ve gördüler ki kadınlar hakikaten büyük abartılı yırtıklar olmadan doğurabiliyorlar. Ama bize bunun tam tersi öğretilmişti. Bunun engellemenin tek yolu kadına doğru eğitimi vermek, doğuma zorlamamak, kendi içgüdüsüyle doğumuna izin vermek. Aktivist: Yırtık dediğiniz şey, olay esnasında gerçekleşiyor ama acımaz mı? Dr.Hakan Çoker: Her iki durumda da hiç bir şekilde ağrımaz. Kadınlar vajinal yırtık kelimesinden çok korkuyor. Ben kursta şöyle diyorum başını çarpıp ta dikiş atılan var mı? Hepsi el kaldırıyor e yırtık da işte o. Korkutucu değil, vajinali de aynı. Hiç korkutucu değil. Dikiş atılır 10 gün sonra izi bile kalmaz. Oysa vajinal kesi çok daha büyük bir yırtık. Bunlar derece derecedir sakin bir doğumda en fazla ikinci derece olur, oysa kesi direk 3. den başlıyor.

“İlk Defa Erkeklere Doğum Anlatılıyor” Aktivist: Eğitimleriniz grup halinde mi yapılıyor? Yoksa çiftler mi geliyor? Dr.Hakan Çoker: Bazen çiftler, bazen de eşlerin işi olması durumunda sadece anneler gelir. Ama biz çift gelinmesini öneriyoruz. Ve evet gruplar halinde dersler veriyoruz, 6-10 kişilik. Grup içi dinamikler de ayrı bir eğitim oluyor. Bireysel eğitimlerden çok grup tercih ederiz. Anneler eğitim alıyor. Gevşeme ve nefes teknikleri öğrenip kendimi bırakacağım, desteğimi doğru seçeceğim, doktora tercihlerimi anlatacağım, bunlara ulaşmak için doktorla birlikte sorumluluğu paylaşacağım gibi. Babaların aldığı eğitimde de çok önemli bir şey öğreniyor babalar, bir kere

hayatlarında ilk defa biri onlara doğumu anlatıyor. Ona yüklenen koruyucu rol genellikle babaları korkutuyor. Aktivist: Korku, acı, hamilelik boyunca süren duygusal hassasiyet durumu… Doğum travmatik bir süreç mi? Dr.Hakan Çoker: Şu çok önemli, aileler doğum ile ilgili geçmişten getirdiği bir sürü şeyi doğum odasına dek taşıyor. Hamilelik zamanı tüm bu travmaların temizlenmesi için büyük bir fırsat, bütün duygular bilinçaltından bilinç üstüne yükselmiş durumda çünkü. O sebeple her şeye ağlanır, hormonlardan ziyade. Bilinçaltının canlanması ve sağ beynin çok aktif olmasıdır o gözyaşlarının sebebi. Bu bir fırsattır, bilincimizi tazelemek ve temizlemek için. Neşe hanımın bir cümlesi var hamileler ağlasın artık diyor.  Bu dönemde eğer destek alırsanız, Profesyonel birinin yanında bu duygularınızı konuşursanız ve o sizde bu duygunun kaynağına ulaşıp duygunun algılanmasını değiştirir. Bu değişince olumsuz duygular doğuma ve bebeğe taşınmaz. Bunu yapmazsanız geçmişten gelen bu duyguları ki bunlar zincirleme reaksiyon gibidir; doğum şekliniz mesela annenizle ilişkilerinizi belirler, anneyle bir negatif ilişkiniz varsa hamilelik bunu çözmenin zamanıdır. Hatta geçmişte anneniz ile anneannenizin yaşadığı jenerasyonlardan birbirine RNAlarla geçen bilgiler vardır bütün bunlar hamilelikte canlanır ve siz bunlar ile ilgili profesyonel olarak çalışıp bu fırsatı kullanırsanız doğum odasına götürmezsiniz. Eğer yapamazsanız her bir doğum odasında ayrı travma festivali yaşanır. Aktivist: Bize biraz da doula hizmetinizden bahsedebilir misiniz? Dr.Hakan Çoker: Bizim programımızın bir diğer farkı da ebelerimizdir. Çünkü kanıta dayalı tıp diyor ki doğumda birebir destek alırsanız müdahale az olur, sezaryen oranı azalır, daha az ağrı kesici istersiniz ve daha coşkulu bir doğum yaşarsınız. Birebir destek ne demektir, sizi tanıyan, 24 saat, başından sonuna orada olan bir kişinin olması demektir. Bunun ideali de ebelerdir. Hastane doğumlarında maalesef ebeler birebir kadının yanında olacak şekilde görevlendirilmiyorlar. Daha çok serviste görevli bir ebe oluyor. Bunlar hem birden çok hastaya bakar hem dosyalarla uğraşır. Üstelik doğuma giren doktorlar, ebeler, hemşireler kendi travmalarıyla ilgili dahi çalışmamışlardır. Dolayısıyla kendi travmasını da doğuma sokar ve anneye doğru desteği veremez. Bu yüzden biz diyoruz ki her anneye travma45


ağrıları biz çektik. Sen erkek olduğun için anlamıyorsun”. Şimdi bakın bedeninizde görevini yaparken ağrıyan hiçbir yer yok, o yüzden ağrı olması imkânsız ama tabii o ağrıyı açalım biraz, dayanılmaz müthiş acılardan bahsediyoruz, doğumun kendi kuralına aykırı öylesi acılar.

sız, ilaç dışı rahatlatıcı telkinleri bilen bir ebe gerekir. Bunun adı doulalıktır. Yurtdışındaki hastanelerde ebeler ve doktorlar haricinde doula sistemi yıllarca gelişti şu anda oturdu. Doulalık eğitimi yaklaşık bir yıl süren bir eğitimdir, bu eğitimi biz akademimizde veriyoruz.

“Doğumda beynin en ilkel bölgesi çalışır” Aktivist: Doğumu anlatır mısınız? Dr.Hakan Çoker: Ben size bir doğum sancısı ve ağrısı anlatamam çünkü doğumun ağrılı bir şey olmadığını düşünüyorum. Bunu söyleyince bütün kadınlar diyor ki “Hadi canım o

Dr.Hakan Çoker 46

Temmuz - Ağustos / 2013

Aktivist: Hiç inandırıcı gelmedi☺ Dr.Hakan Çoker: Doğumu yaparken çalışan sistem beynin ilkel bir bölgesi bu yüzden bütün memelilerde ortak hormonlar salgılanır doğururken, bir kediyle aynı hormon aynı rahim kasılması yaşanır. Dolayısıyla hiçbir memeli bağırmadan doğuruyorsa doğum da ağrılı değil demektir. Doğumda baskılar olur. Her kasılmada bebek başını rahim ağzına iter, eğer kadın korkmuyorsa kendini yumuşacık bırakır ve bebeğin geçişine izin verir. Korku rahim ağzını kasar kasınca rahim daha fazla itmek zorunda kalır ve daha fazla baskı hisseder ve rahim bir dirence karşı çalışmaya başlar o zamanda hissedilen baskı duygusu yerini ağrıya bırakır; bu biraz da kadının algısına bağlıdır. Kadına sürekli ağrı anlatıldığı için o her şeyi ağrı sanır. Bu kısır döngüyü kırarsanız ağrılar geçer. Korku kırılınca ki bu da bilgi, eğitim ve çalışmayla olur, her bir dalgada rahim ağzı dirençsiz açar kendini. Dalgaları coşkuyla karşılar çünkü her bir dalga bebeği iter ve anneye daha çok yaklaştırır. Anne öğrendiği nefes ve gevşeme teknikleriyle kendini bırakıp bütün oksijenin bebeğe gitmesini sağlar ve sonunda sadece kendini bırakarak doğum yapar ıkınmasına bile gerek kalmaz. Bir tek insanoğlu doğumun ağrılı olduğuna inanır ama tüm bunlar doğumun kendi akışıyla çelişkilidir. Doğum sizi güvenli bir yere götürecek kadar sizi uyarır amacı odur, evet baskıyı hissediyorsun, “Güvenli bir yere git” uyarısıdır onlar. Kendinizi rahatlıkla bırakırsanız doğurabilme gücünüz içinizde vardır.

“Bu söylediklerimin hepsini kadınlardan öğrendim” Doğal, ağrısız ve korkusuz bir doğum için doğuma, bedene, bebeğe ve sisteme güvenmeniz ve tüm bunları uygulayabilecek mahrem ve optimum doğum koşullarının sağlandığı bir yerde olmanız gerekir. Bunlardan biri bozulduğunda kasılmaları ağrı olarak algılamanız artar. Dünyada bir sürü kadın var ki “Evet çok yoruldum, terledim bazen yapamayacağım gibi geldi ama halledebildiğimi gördüm akışa bıraktım özgürce rahat olabileceğim pozisyonları seçtim ve gülerek coşkuyla doğum yaptım” der. Hatta bunlar çevremizdeler ama gizliyorlar çünkü anlaşılacaklarını düşünmüyorlar. Ve bakın 2. 3. 4. doğumlar daha az ağrılı olur çünkü anne öğrenir ve bırakır. Ama biliyorum yine de okuyanlar diyecek ki bu bir erkek bakış açısıdır ama bilsinler ki ben bunları kadınlardan öğrendim. Sonuçta geldiğimiz nokta bir sıfat konulmuş; suda doğum, epidural doğum, tamamen müdahalesiz doğum şu bu, biz bunları bıraktık artık hayalimiz, doğum sırasında mahremiyetlerin ve tercihlerinin önemsendiği bir merkezde kadının ve bebeğin olduğu keşkelerin olmadığı bir doğumdur.



röportaj

Hande Tanrıkulu

BLOGCU ANNE

“İlk danıştığım insan eşim oluyor…”

“Diğer annelerden çok şey öğrendim, hala da öğreniyorum. Hepimizin birbirinden öğrenecek çok şeyimiz var bence…” Sosyal medya tuhaf şey... İnsan takip ettiği kişilerin hayatını birlikte yaşıyor sanki. Mutluluklarına, hastalıklara, yenilen yemeklere içilen kahvelere ortak oluyorsunuz. Çok keyifli. Sıkıldığınızda takibi bırakıyorsunuz, hop bitti gitti.

Blogcu Anne olarak tanınan Elif Doğan da onlardan biri… Blogu, twitleri ve instagramdaki fotoğraflarıyla hayatını ve annelik macerasını gün be gün izliyoruz. Aktivist’te doğum dosyası olunca, Türkiye’nin en çok takip edilen annelerinden birini burada ağırlamamak olmazdı.

Blogcu Anne Elif Doğan, kendi deneyimlerini bizlerle paylaştı.

Aktivist: Siz blog yazmaya başladığınızda bu kadar popüler bir blog yazarı olacağınızı tahmin ediyor muydunuz? Sizi bu kadar sevdiren ve takip ettiren ne sizce? Blogcu Anne: Popüler olacak mıyım diye düşünmedim ama ilk andan itibaren yapmak istediğimin bu olduğunu ve yapmakta geciktiğimi hissettim nedense. Blog yazana kadar yazı yazmakla ilgili olumlu düşüncelerim yoktu ancak bilgisayarın başına oturunca “Benim yapmam gereken buymuş meğer” dedi48

Temmuz - Ağustos / 2013

ğimi çok iyi hatırlıyorum. Aktivist: Yazdığınız yazılara, twitlere ya da fotoğraflarınıza olumsuz yorumlar, eleştiriler aldığınız oluyor mu? Bu durumda ne yapıyorsunuz? Blogcu Anne: Elbette oluyor. Sonuçta herkes sizinle aynı fikirde olmak ya da yaptıklarınızı onaylamak/beğenmek zorunda değil. Hakaret içermeyen yorumlara bir şey yapmıyorum. Alenen ve sadece saldırmak için yazanları blokluyorum.

Aktivist: Yazılarınızı kitap haline getirme fikri nasıl ortaya çıktı? Blog açma

konusunda olduğu gibi yine bir arkadaş tavsiyesi miydi? Blogcu Anne: Hayır, bu hep aklımda olan bir şeydi. Hatta blog yazmadan önce de “şu dünyada bir basılı kitabım olsa” derdim, ne hakkında olacağını bile bilmeden… Blog yazmaya başladıktan bir süre sonra yazıları kitaplaştırmayı düşündüm. Ancak sadece derleme olmasını istemedim. Baktım ki ortaya bir konsept çıkıyor (Bir nevi “Blogcu Anne’den Özlü Sözler) onları bir araya topladım. Sonunda kitap oldu.

Aktivist: Kitabınızı okudum, hatta size imzalatma ve sizinle tanışma şansım oldu ve bu beni çok mutlu etti. Ayrıca kitabınızı çok beğendim. Eminim kitap hakkında en çok duyduğunuz söz “samimiyet” olmuştur. Bir yıllık bir anne olarak insanın yaşayıp yüksek sesle söyleyemediği birçok konuyu siz açık açık ve tüm içtenliğinizle yazmışsınız. Ailenizden, eşinizden ve aile büyüklerinden çok bahsediyorsunuz, yazdıklarınıza kızanlar, olumsuz eleştirenler oldu mu? Blogcu Anne: Hayır olmadı. Blogda olsun, kitapta olsun ilk danıştığım insan eşim oluyor. Sonuçta ortada olanlar ikimizin çocukları, hepimizin hayatı. Bir yandan herkesin yaşadığı şeyleri yaşıyorken özel hayatın sınırlarını da hatırlıyorsunuz tabii ki.


En basit şeyi bile karmaşık hale getiriyoruz.

Aktivist: Kitabı çok beğendim ama en çok “ Açık Mektuplar” bölümünü beğendim. Anne olunca her bir mektubun çıktısını alıp ilgilisine vermek lazım bence. Sizce anneliği eski zamanlara göre bu kadar zorlaştıran şey nedir? Babaanneniz altı çocuğunu büyütürken hiç şikâyet etmemiştir eminim, şimdi biz neden bu kadar zorlanıyoruz? Blogcu Anne: Çok şey biliyoruz. Etraftan çok fazla uyaran alıyoruz. En basit şeyi bile karmaşık hale getiriyoruz. Dolayısıyla başarısızlık şansımız da çok oluyor. Halbuki daha az şey bilsek ya da bazı şeyleri değiştiremeyeceğimizi kabul etsek daha kolay olacak her şey.

larda püf noktaları verebilir misiniz? Sizin için birkaç boşluklu sorunsal hazırladık:-)

Aktivist: Kitap yazmaya devam ediyor musunuz? Anneliğin rengârenk kitabını da yazacak mısınız? Blogcu Anne: Şu anda ikinci kitabımı yazıyorum diyemem ancak aklımda dolaşan tilkiler var, evet…

Hazır mama kullanmak zorundaysanız kendinizi suçlamayın. Hazır mamalar iyi ki var, ya olmasaydı?

Aktivist: Siz rüştünü ispat etmiş bir annesiniz:-) Peki, sizin diğer annelerden öğrendiğiniz neler var? Blogcu Anne: İlk bebeğimin birinci doğum gününü kutladığımızda “Çok şükür bugünü de gördük, çocuğu sağ salim bir yaşına getirdim” demiştim. O zaman rüştümü ispatladığımı düşünmüştüm her nedense. Hâlbuki bunun bir skalası yok aslında... Elinizden geleni yapmak yeterli olmalı. Diğer annelerden çok şey öğrendim, hala da öğreniyorum. Hepimizin birbirinden öğrenecek çok şeyimiz var bence…

Emzirme zamanlarında canınızın istediğini yapın. Doktor “sessiz bir ortamda emzirin” dedi diye kendinizi izole etmeyin. Emzirmeden keyif almalısınız ki bebeğiniz de verimli bir şekilde emsin. Eyvah sütüm yetecek mi Bunu artık geride bırakmamız lazım. Gerçekten yetmezse zaten çözümü var; hepten rafa kalkmalı bu endişe. Kaldı ki yetmemesi annenin suçu değil.

Aktivist: Bebeğiyle yeni kucaklaşmış dolayısıyla bu süreci ilk kez deneyimleyen anne ve babalara önerileriniz neler? Blogcu Anne: Kendilerine haksızlık etmesinler. Beklentilerini düşürsünler. Bebekleri uyumuyorsa, “gerektiği gibi” kilo almıyorsa, gazı varsa, kısacası “bebek olmanın gereğini yapıyorsa” bunun sebebini kendilerinde aramasınlar. Ve yardım almaktan, en azından istemekten çekinmesinler. Her zaman yardıma koşacak birileri olmayabiliyor etrafta, ancak tek bir bebeğe bile tek başına bakmak yeterince zor bir iş. Sırf bu bile takdire şayan. Aktivist: Anneler bebeğe, bebekler yeni dünyaya alışırken bize bazı konu-

Bebekle aynı odada yatmak Canınız istiyorsa yapın. Kimi bu anların tadını çıkarmak ister, kimi yatak odasının kendine kalmasını. İçinizden geldiği gibi hareket edin. Ya uyurken bebeğime bir şey olursa Hiç böyle kötü düşüncelere gerek yok. İyi bir bebek doktoru anneyi dinleyen, endişelerine kulak veren doktordur Babalar yeni anneye tolerans göstermeli. Hele de ilk zamanlar hiç kolay değil. Her kafadan bir ses çıkıyor, doğru olanı bulmak için yüreğinin sesini dinle… 49


konuk yazar

Hamileler hangi dönemde nasıl beslenmeli? Anne adaylarının hamileliklerinin başından itibaren en çok merak ettikleri konulardan biri bebeklerinin sağlıklı dünyaya gelebilmesi için nasıl beslenmek zorunda oldukları. Kadıköy Şifa Ataşehir Hastanesi Beslenme ve Diyet Uzmanı Seda Bahtiyar Tatay anne adayları için her dönemi kapsayan beslenme önerileri hazırladı!

I Trimester – Hamileliğin ilk üç aylık döneminde nasıl beslenmeli? Günlük enerji ihtiyacı kişisel olarak değişmekle beraber hamilelikte artması gerekir. Ama bu sınırsız yemek anlamına veya iki kişilik yemek anlamına gelmez. Günlük 1.trimester da 100 kalorilik bir artış bu ihtiyacı karşılamaya yeter. Hamileler için günlük 2500- 2700 arası kalori tüketilmesi önerilmektedir. Bunun çeşitli yiyecek kaynaklarında gelmesi gerekliliğini unutmamak gerekir. Bir hamilenin ne kadar yediğinden çok ne yediğinin önemi aslında daha fazladır. Birçok önemli vitamin, mineral ve nutrientler hamilelik öncesine göre bu dönemde daha fazla önem kazanır. Bunları tamamlayabilmek için temek besin gruplarını günlük beslenme düzenine katmak ve prenatal multivitaminlerin kullanılması önerilir. Bazı mineraller vardır ki hamilelik döneminde özellikle büyük önem taşırlar. Özellikle besin değeri yüksek gıdalar tüketmek, proteinden ve kalsiyumdan zenginden beslenmek gerekliliği artar. Folik asit annenin kan volümünü artırmak ve bebeği nöral tüp deformasyonlarına karşı korumak için gereklidir. Sadece besinler bu dönemde ki artmış ihtiyacı karşılamaya yetmezler. Bu yüzden hamile kalmayı planlayan anne adaylarına 3 ay önceden folik asit kullanımı hamileliğin ilk 3 ayına kadar önerilir. Mide bulantılarını engellemek için soğuk ve kokusuz yiyecekler tercih edilmelidir. Özelikle zencefil çayı bu dönemde ki bulantı şikâyetlerinin giderilmesine yardımcı olur. Mide yanması gibi durumların önüne geçebilmek için bir oturuşta aşırı büyük porsiyon yemekten ve gece yatmaya yakın (en azından yatmadan 2 saat önce yeme olayı bitirilmelidir) yemek yemekten kaçınılmalıdır. Fazla baharatlı ve acılı ve asitli yiyeceklerden kaçınılmalıdır. Ayrıca kafein alımının da kontrol altına alınması mide yanmalarını kontrol altına almaya yardımcı olacaktır.

Bu dönemde uzak durulması gereken yiyecekler Ton balığı, kılıç balığı gibi ağır metal içeren balık türleri, suşi gibi çiğ yenen balıklar, şarküteri etleri gibi az pişmiş etler ve çiğ yumurta Yumuşak ve pastörize edilmemiş peynir türleri ve sütler.

50

Temmuz - Ağustos / 2013


Alkol ve kafein tüketimine özellikle özen gösterilmeli ve hamilelik haberi alınır alınmaz alkol tüketimi tamamen kesilmeli, kafein alımı ise mümküm olduğunca kısıtlanmalıdır.

II Trimester - Hamileliğin ikinci üç aylık döneminde nasıl beslenmeli? Bu dönemde doktorunuzun izin verdiği oranda düzenli egzersiz yapmaya, sağlıklı beslenme programınızı uygulamaya devam edin. Bu dönemde doktorunuzun önerdiği pre-natal multi vitamininizi, folik asitinizi ve demir desteğinizi almaya devam etmelisiniz . Kansızlık yani Anemia hamilelikte görülen en yaygın problemlerden biridir. Dolayısıyla bu dönemde demirden zengin beslenmek eğer gerekiyor ise doktorunuz tarafından demir desteği almak önerilebilir. Beslenmenizi 3 Ana öğün ve 2-3 ara öğün olacak şekilde düzenlemeye çalışın.

Beslenme ve Diyet Uzmanı Seda Bahtiyar Tatay

Bu dönemde günlük toplam kalori ihtiyacındaki artış 100 kaloriden 300 kaloriye çıkarılmalıdır. Yani günlük ortalama 2500 kalori tüketen bir hamilenin ihtiyacı bu dönemde 2800 kaloriye çıkar. Düşük kaloriden kaçınılmalıdır unutmayın annenin yağ depoları bebek için çok büyük önem taşır. Düşük kalorili beslenmeler kanda keton oranın artmasına ve bebekte zeka geriliklerine yol açabilmektedir.

Doktorunuzun izin verdiği oranda hafif zorlanmadan yapabileğiniz egzersizler (yavaş yürüyüşler,yüzme gibi) sizin ve bebeğinizin sağlığına çok şey katacaktır.Bunların yanında hamilelik yogası ,pilates gibi egzersizler de önerilen egzersizler içerisinde yer alır. Proteinden, liften,kalsiyumdan ve kompleks karbonhidratlardan zengin besin değeri yüksek gıdalardan oluşan beslenmeniz bu dönemde bebeğin gelişimi üzerine büyük etkilere sahiptir. Bu konuda size uygun beslenme programı için bir beslenme uzmanına danışabilirsiniz. Pastorize edilmemiş gıdalardan,çiğ veya az pişmiş et, tavuk veya balığa özellikle dikkat edilmelidir. Evde pişirme tekniklerinde çiğ yenecek sebzelerin özellikle bu tür besinlerle temas etmemesine, farklı kesme tahtası ve bıçak kullanmaya özen gösterilmelidir.

III Trimester - Hamileliğin son üç aylık döneminde nasıl beslenmeli? Diğer dönemlerde olduğu gibi sağlıklı beslenme kuralları içerisinde beslenmeye devam edilmelidir.

Sebze ve Meyveler— Günlük 7 porsiyon civarında bu 2 besin grubunda tüketilmesi önerilir. (örneğin 3 porsiyon meyve ve 4 porsiyon sebze gibi) Sebze ve meyveler lif ,vitamin ve mineral depolarıdır. C vitamininden zengin olup bebeğinizin ve sizin diş ve diğer dokularınınızın daha sağlıklı olmasına destek olur. C vitamini aynı zamanda yara iyileşmesini hızlandıracağı gibi demirinde emilimini artırır. C vitamininden zengin sebze ve meyvelere örnek olarak çilek,kavun,portakal,domates,biber,yeşillikler,lahana ve brokoli sayılabilir. Sebze ve meyveler ayrıca beslenmenize lif ve mineral desteği sağlayarak daha enerjik olmanızı sağlar Buna ek olarak koyu yeşil sebzeler A vitamininden, demirden ve folik asit gibi hamilelik dönemi için çok önemli nutrientleri içerir.

1 porsiyon meyve = 1 orta boy elma, 1 / 2 muz , 1/2 su bardağı meyve salatası, 3/4 su bardağı meyve suyu 1 porsiyon sebze = 1 su bardağı doğranmış yeşil yapraklılar, 4 yemek kaşığı pişmiş sebze yemeği Tahıl Grubu - Hamilelerin bu gruptan günlük 6-9 porsiyon yemeleri önerilir. Bu grupta bulunan tam buğday ekmeği, bulgur,musliler,yulaf gevrekleri, esmer pirinç, B vitaminlerinden,folik asitten ,minerallerden ve lif açısından çok zengindir. Folik asit annenin kan volumünü artırmak ve bebeği nöral tüp deformasyonlarına karşı korumak için gereklidir. Sadece besinler bu dönemde ki artmış ihtiyacı karşılamaya yetmezler. Bu yüzden hamile kalmayı planlayan anne adaylarına 3 ay önceden folik asit kullanımı hamileliğin ilk 3 ayına kadar önerilir. Kahvaltı gevrekleri özellikle folik asit destekli oldukları için bu dönemde önem kazanırlar.

1 porsyon tahıl grubu = 1 dilim ekmek, 3 yemek kaşığı bulgur pilavı veya esmer (kabuklu pirinç), 1/2 su bardağı yulaf ezmesi Süt ve süt ürünleri Grubu — Günlük 4 porsiyon kadar bu gruptan tüketmek gerekir. Bu gruba süt,yoğurt,,peynir ve diğer sütten yapılmış ürünler dahil edilebilir. . Süt ürünleri, bebeğin ve sizin dişleriniz ve kemiklerinizin sağlığı açısından gereken kalsiyum desteğini sağlar. Ayrıca A, D ve B vitaminlerininde de zengindir. 18 yaşının üstünde ki hamilelerin günlük kalsiyum ihtiyaci 1000mg ,18 yaş altı ise 1300mg dır. Kalsiyumdan zengin diğer yiyecekler ise koyu yeşil renkli sebzeler,kurufasülye,bezelye,fındık,fıstık ve tofudur Eğer sütü sindirememe gibi bir durumunuz yani laktoz intoleransınız varsa laktozsuz süt tüketimine ağırlık verebilirsiniz.

1 porsiyon süt grubu = 1 su bardağı yoğurt,1 su bardağı süt,1 ince dilim (30 gr) pastörüze peynir Protein/ Et Grubu — Günlük ortalama 10-12 porsiyon et grubundan tüketim önerilir. Protein büyümeyi desteklediği için bu dönemdeki protein ihtiyaci normalde daha fazladır. Hergün düzenli çok yağlı ve derili olmayan tavuk,et,köfte ve balık tüketimine özen gösterilmelidir. Ayrıca yumurta ,badem,fındık,gibi çerezler,kurubaklagiller ve bezelye de zengin protein kaynaklarıdırlar. Protein kaynaklarının aynı zamanda B vitaminden ve demirden zengin oldukları unutulmamalıdır.

1 porsiyon et grubu = 1 yumurta, 1 yumurta büyüklüğünde köfte, 30 gr et, 4 yemek kaşığı pişmiş kurubaklagil, 6-8 tane badem

51


röportaj Dicle Temizalan Uludağ

Dünyanın kutsal mesleklerinden: Doula

Doula, bir çocuk dünyaya getiren annenin rahatını koruyan ve doğum ortamının şefkat ve mahremiyet içinde olmasına destek veren o “görünmez eldir”… Türkiye’nin ilk sertifikalı doula’larından olan Şaylan Yılmaz, hamilelere daha rahat bir doğum ortamı sağlamayı amaçlayan bu şefkatli hizmetle ilgili tüm merak ettiklerimize yanıtlar verdi… Sesi, nezaketi ve dinginliğiyle bizi kendisine hayran bırakan Yin Yoga ve Hamilelik Yogası eğitmeni Şaylan Yılmaz, Yoga’dan içine işleyen duyarlılığı ve farkındalığı sentezleyerek hamilelerin yararına sunmanın güzel bir yolunu bulmuş: Doula olarak hizmet vermek. Doula ne demek? Eski Yunanca’dan gelen bir kelime ve “kadına hizmet eden kadın” demek. Amerika’da uzun yıllardan beri yeniden canlandırılmış çok köklü bir meslek. Özellikle doğal doğum tercih etmek isteyen annelerin mutlaka yanlarında bu52

Temmuz - Ağustos / 2013

lunması istediği bir kadın doula. Ancak, her türlü doğumda da seve seve bulunan kadınlar doula’lar. Eğitmleri gereği, en önde tuttukları amaçları, anneyi koşulsuz ve şartsız desteklemek ve rahat ettirmek. Öyleyse doula’lar yalnızca doğal doğumlara girmezler, her doğuma girebilirler…. Evet, kesinlikle. Doula’nın görevi kesinlikle anne için bir “doğal doğum” hayali yaratıp anneyi o hayalin içine itmek değildir. Doğumun şekline yalnızca anne ve doktoru birlikte karar verebilir. Tüm seçimleri yapan yine annedir ve onun için geçerli sağlık koşullarıdır. Anne hangi seçime karar kılmışsa,


kez gördükleri bir hadise. Ancak, anne tarafından bakıldığında, belki bir, belki iki, belki de üç kez yaşayabileceği, çok özel bir deneyim bu. Nikahı gibi, belki ilk birlikte oluşu gibi, hiç unutmayacağı özel bir deneyimdir doğum. Annenin ve ailesinin, bu özel deneyimi, içine sindire sindire, olanları fark ederek yaşamaya hakkı olmalı.

Bir annenin, bu olayın aslında bir hak ve seçim olduğunu fark edebilmesi de kendiliğinden olmuyor Bu nedenle doula’lar, anneleri hastane prosedürleri hakkında da önceden bilgilendirir ve annenin tercihlerine uyulmasını sağlayacak gerekli yasal ayrıntıları da öğrenmesini sağlarlar. Bir annenin, bu olayın aslında bir hak ve seçim olduğunu fark edebilmesi de kendiliğinden olmuyor: Ya zaten hayatını hep böyle bir farkındalık içinde yaşıyor olması gerekir, ya da bir doğum eğitimine katılıp bu farkındalığı edinmesi gerekir.

Doula’nın ebeden farkı, bütün bir doğum boyunca doula’nın anneyle birlikte kalabiliyor olması.

doula onu o yolda, o ortamda destekler.

Doula, olağanüstü doğum mucizesinin hakkıyla gerçekleşebileceği, mahrem ve dingin bir ortamın sağlanmasını da göz önünde bulundurur. Doktorun ve ebe-hemşirelerin, medikal ve teknik işlerini bir anlamda daha rahat yapabilmelerini de sağlayan doula, anne adayına ve ailesine gereken tüm duygusal desteği verir ve gerektiği yerde, teknik bilgiler de vererek anneyi ve ailesini rahatlatır. Doula, bundan öte, teknik ayrıntıların ve acelenin bazen kenara itebildiği, olağanüstü doğum mucizesinin hakkıyla gerçekleşebileceği, mahrem ve dingin bir ortamın sağlanmasını da göz önünde bulundurur.

Anne, kendisini doğumun derin büyüsüne daha kolay bir şekilde teslim edebiliyor. Doula’nın doğuma kattığı fark nedir? Doğum yapan kadının çeşitli hizmetlere ihtiyacı oluyor. Doktor, kendi işiyle ilgilenmek zorundadır. Hemşireler ve ebe-hemşireler için de aynısı geçerli. Doğuma katılan aile fertleri de çok heyecanlı olabiliyor. Dolayısıyla, annenin ve ailesinin rahatı ve huzuruyla ilgilenebilecek, sakin ve tarafsız bir insanın orada bulunması çok büyük bir avantaj sağlayabiliyor. Anne, kendisini doğumun derin büyüsüne daha kolay bir şekilde teslim edebiliyor.

Nikahı gibi, belki ilk birlikte oluşu gibi, hiç unutmayacağı özel bir deneyimdir doğum. Hastane görevlileri, yani doktorlar ve hemşireler, hastanede çalışan ebeler, orada, medikal bir süreci yönetmekle ve devam ettirmekle yükümlüler. Onlar için doğum, daha ziyade teknik ve medikal bir hadisedir. Ve bu, her gün kim bilir kaç

Ebeyle doula arasındaki fark nedir? Farkları şu: Doula medikal bir eğitim almıyor ve daha çok işin psikolojik, destek kısmında. Ebeyse, medikal bir eğitimden geçtiğinden, annenin rahim ağzı açıklığını, bebeğin kalp atışlarını kontrol edebiliyor. Ama, nasıl ki bir doktor, bir hemşire, aynı anda pek çok hamileden sorumluysa, bir ebe de aynı anda birden fazla hamileden sorumlu. Bütün kattaki hamilelerin rahim ağzı açıklıklarını ve bebek kalp atışlarını kontrol ediyor ve doğum süreci boyunca annenin yanında kalmıyor. Dolayısıyla, annenin yanında, ona yardım edebilecek birisi yoksa, her ne kadar ebe gelse bile, anne, doğumun çoğu süresinde yine yalnız kalıyor.

Burada, annenin kaygılarını, kasılmaların yoğunluğunu onunla paylaşacak, hastane sürecini, prosedürünü bilen birisine ihtiyaç duyuyor. Burada, annenin kaygılarını, kasılmaların yoğunluğunu onunla paylaşacak, hastane sürecini, prosedürünü bilen birisine ihtiyaç duyuyor. İşte bu noktada doula devreye giriyor. Doula’nın ebeden farkı, bütün bir doğum boyunca doula’nın anneyle birlikte kalabiliyor olması.

Bizi ve hizmetimizi bir kez deneyimlemiş doktorlar, özellikle kaygı düzeyi yüksek hamilelere bizi mutlaka öneriyorlar. Doktorlar kimlere doula hizmeti almasını öneriyor? Bizi ve hizmetimizi bir kez deneyimlemiş doktorlar, özellikle kaygı düzeyi yüksek hamilelere bizi mutlaka öneriyorlar. Neden? Bizler, doula olarak annenin ve doğumda bulunan aile fertlerinin neredeyse tüm teknik sorularına yanıt verebiliriz ve bilgimizi aşan sorularda da anneyle hastane çalışanları arasında bir köprü oluşturabiliriz. Annenin kafasında daha soru işareti oluşmadan, gerekli bilgileri verebilir ve anneyi sakinleştirebiliriz. Gerektiğinde masajla, aromaterapi ve nefes egzersizleriyle annenin dikkatini yeniden doğumun o derin dalgasına yönlendirebiliyoruz. Böylece herkes kendi işine rahatça odaklanabilir ve gereksiz stres ortamı yaratılmamış olur.

Pırıl pırıl, güzeller güzeli ve yepyeni bir canın, bir insanın dünyaya gelmesi, o kadar yoğun ve güzel bir deneyimdir ki… Doula’ya göre bir doğum nedir? En az üç yeni kişinin ortaya çıktığı büyülü ve unutulmaz bir mucizedir. Doğum, yalnızca bir bebeğin, annesinin bedeninden çıkması olayı değildir. Pırıl pırıl, güzel ve yepyeni bir canın, bir insanın dünyaya gelmesi, o kadar yoğun ve güzel bir deneyimdir ki, anne ve baba da o doğumhaneden yepyeni birer insan 53


olarak çıkarlar ve varsa daha önceki çocukları da bir ablaya veya ağabeye dönüşür. Yanlarında bulunmuş ve onlarla bu deneyimi paylaşmış doula da her seferinde eşsiz bir deneyime tanık olur.

Annenin doğum anında ve doğum anına gelene kadar, aslında odaklandığı tek şey, bedenindeki hisler ve içindeki bebeğin hareketleri Anne doğumda nelere odaklanıyor? Anne, doğumu gerçekleştiren kişi, her şeyi yapan, başrolde olan kişi o. Annenin doğum anında ve doğum anına gelene kadar, tüm hamileliği boyunca, aslında odaklandığı tek şey, bedenindeki hisler ve içindeki bebeğin hareketleri. Bedenindeki hislere odaklanmayı bilen bir anne için doğum, çok daha kolay ve bilinçli oluyor. Bedeni ve bebeği, ona nasıl davranması gerektiğini söylüyor. İçgüdülerine güvenen anne de bebeği, nasıl davranmasını istiyorsa, öyle davranmaya odaklanır. Örneğin: Bebeği, annenin ayağa kalkmasını istiyorsa, ayağa kalkmak istediğini, kendi bedeninde fark edebilecek kadar, kendini ve bebeği dinlemeye alışık olmalı anne. Duyarlılık geliştirmesi gerekiyor yani… Evet, çünkü fark etmek ve dinlemek hiç de öyle kolay bir şeyler değil. O yüzden doula’yla doğuma girmeye karar veren annelerle mutlaka ön görüşmeler yapıyoruz ve bağımızı koparmıyoruz. Anneye herhangi bir eğitim veriyor musunuz? Tanıştıktan sonra derin bir güven bağı oluşabilmesi ve anneyle ailesinin en gerekli bilgileri edinebilmesi için bilgilendirici toplantılarımız ve çalıştığımız DO-UM merkezinde eğlenceli eğitimlerimiz oluyor. Doula’sı olduğum anne adayları, beni istedikleri her saatte arayarak da akıllarına takılan her türlü soruyu sorabilirler.

Ayrıca, hamile yogasına devam eden bir anne, bedenini dinlemeyi, doğum pozisyonlarını, nefes tekniklerini ve kendini rahatlatmak için çeşitli meditasyon tekniklerini de öğreniyor. Siz aynı zamanda yoga eğitmenisiniz ve hamile yogası dersleri veriyorsunuz. Bunun da faydası oluyor mu?

Hem de nasıl! Hamileliği boyunca düzenli hamile yogası dersime katılan hamilelerimle öyle rahat ve derin bir bağımız oluşuyor ki, doğum gününde o deneyimi kardeşçe bir sıcaklık içinde yaşayabiliyoruz. Ayrıca, hamile yogasına devam eden bir anne, bedenini dinlemeyi, doğum pozisyonlarını, nefes tekniklerini ve kendini rahatlatmak için çeşitli meditasyon tekniklerini de öğreniyor. Bu bilgileri de bol bol tekrar yaparak bedeninde içselleştirdiğinde, doğumda bunlar kendiliğinden devreye giriyor ve büyük bir kolaylık sağlıyor.

Elbette. Annenin mutlaka kendi doktoruna bizi anlatıp tanıştırmasını tercih ederiz. Doktorla da tanışıyor musunuz? Elbette. Annenin mutlaka kendi doktoruna bizi anlatıp tanıştırmasını tercih ederiz. Anne, doktor ve doula’dan oluşan üçlü görüşmeler yapmak en iyisidir. Her şey baştan net bir şekilde konuşulursa, doğum günü herhangi bir karışıklık olmaz. Ancak, anne bizi doula yerine, “arkadaşı” olarak tanıtırsa, doğum anı geldiğinde annenin yanında olamayız. Annenin, bu noktada cesaretini toplayıp bir adım atması gerekiyor.

Doğum yapmak, kadın olmak çok güçlü bir varlık olmak demektir. Anneleri, doula’larını sahiplenmeleri konusunda nasıl cesaretlendirmeyi düşünüyorsunuz? Aslında, bilgilendirme, yani eğitim aşamasında yapmaya çalıştığımız, annelerin kendi güçlerini yeniden ellerine almalarını sağlamak. Anneler, şunu yeniden hatırlamalı: Doğum yapmak, kadın olmak çok güçlü bir varlık olmak demektir.

Özellikle şimdiki dünyanın bu modern, hızlı, medikal hastane hayatında, doula’nın doldurabileceği bir boşluk oluşuyor: O da duygusal destek ve hizmet. Doula’nın doğum ortamına katkısına devam edelim…. Özellikle şimdiki dünyanın bu modern, hızlı, medikal hastane hayatında, doula’nın doldurabileceği bir boşluk oluşuyor: O da duygusal destek ve hizmet. Annenin kendini dinleyebilmesi için uygun ortamı sağlayabilmek gerekiyor ve anneye hizmet etmek demek de, bu ortamı sağlamak demek.

Bu hizmet, odanın ışığını kapatmak ve anneyi sakin tutmak olabilir. Bu, odaya giriş çıkışı azaltıp trafiği yavaşlatmak olabilir. Hizmet derken, buna neler giriyor, somut örnekler verebilir misiniz? Bu hizmet, odanın ışığını kapatmak ve anneyi sakin tutmak olabilir. Bu, odaya giriş çıkışı azaltıp trafiği yavaşlatmak olabilir. Bu, odada konuşan insanların sesini yavaş kullanmaları için hatırlatmada bulunmak olabilir. Anneye masaj yapmak, kendini gevşetmesini sağlamak olabilir. Sadece bir bardak su getirmek, alnındaki teri silmek olabilir. İlk çocuğuyla ilgilenmek olabilir. Kısacası, herhangi bir şekilde, anneye servis vermek, yardım etmek. 54

Temmuz - Ağustos / 2013


Türkiye’nin ilk doula’sı Julia Steils Paçacıoğlu’ndan eğitim aldım. Anneyi her zaman yakından gözlemliyor musunuz? Evet, tabii ki. Annedeki değişimlerin farkına varmak da bizim görevimiz. Bazen hisler çok yoğunlaştığında, annenin dikkati nefesinde kopabiliyor ve başka yerlere, düşüncelere kayabiliyor. Bu durumda, anneyi yeniden bedene, bedenindeki hislere döndürmek üzere ona rehberlik edebiliyoruz. Çok etkileyici….. Peki, eğitimizi nereden ve kimden aldınız? Türkiye’nin ilk doula’sı Julia Steils Paçacıoğlu’ndan eğitim aldım. Julia, eşi ve çocuğuyla Türkiye’de yaşayan, eğitimleri düzenleyen ve yürüten değerli insan. Her yıl yeni dönem eğitimler açılıyor. Ayrıntılı bilgi için burayı tıklayabilirsiniz: http:// www.icseldogum.com/docs/index.php?idx=12 Eğitim ne kadar sürüyor? Yaklaşık bir yıl kadar.

21 Eylül’de yeni doula adayları ve eski mezunların bir araya gelip tanışarak yeni eğitim yılını açacaklar. Eğitim hangi mekanda gerçekleşiyor? Eğitim birkaç düzeyde ilerliyor: Hafta sonu eğitimleri, İnternet üzerinden paylaşımlar ve mezuniyet sonrası sürdürülen iletişim şeklinde canlı tutuluyor. Hafta sonu eğitimlerimiz için, sevgili arkadaşlarım Nur Sakallı ve Başak Kutlu Atay’ın birlikte kurdukları DO-UM merkezini kullanıyoruz. Yeri, İstanbul Emirgan’da. Ayrıntı için: http://www.do-um.com/Etkinlik/Icsel-Dogum-Doula-Egitimi-2013-Mart-Donemi_75.aspx Yeni dönem eğitimi ne zaman başlıyor? 21 Eylül’de yeni doula adayları ve eski mezunların bir araya gelip tanışarak yeni eğitim yılını açacaklar. Doula eğitimi başvuru formu için: do-um@do-um.com Doula Eğitimi nelerden oluşuyor? Eğitimin yarısı, doğum psikolojisi, doğum fizyolojisi ve anatomisi gibi teorik bilgilerden, diğer yarısı da, içsel sorgulama sürecinden geçerek kendimizi derinden gözlemleyip tanıdığımız bir dönemden ve çalışmalardan oluşuyor. Mezun olanlar da, yeni öğrencilere akıl hocalığı yapmaya başlıyor. Julia da daima hepimizle iletişimde olmaya devam ediyor. Kısacası, kadınların yeniden uyandırılan beden bilgelikleri ve kadınlık güçleri, kadından kadına aktarılmaya devam ediyor ve bir ağaç gibi yeşeriyor diyebiliriz.

Kendimizi sorgulamak, her annenin kendi tercihine samimi bir saygı duymamızı ve kendi doğrularımızı ona hiçbir şekilde empoze etmeyi aklımızın ucundan bile geçirmememizi sağlıyor. Her insan eşsizdir ve öyle olması da güzeldir. Doula neden kendini sorgulama sürecinden geçmeli? Doğumla ilgili içindeki düşünceleri, yargıları, inançları ortaya çıkarıp sorgulamalı ki, bunların değişmez, katı gerçekler mi olduğunu, yoksa herkese göre değişebilen esnek gerçekler

mi olduğunu görebilsin, anlayabilsin. Bunun mesleğinize ne gibi bir faydası oluyor? Kendimizi sorgulamak, her annenin kendi tercihine samimi bir saygı duymamızı ve kendi doğrularımızı ona hiçbir şekilde empoze etmeyi aklımızın ucundan bile geçirmememizi sağlıyor. Her insan eşsizdir ve öyle olması da güzeldir.

Farklı iki alan için iki çeşit doulalık var: Doğumdan önce yardım eden Prenatal Doula ve doğum sonrası yardım eden Postpartum Doula. Pekiyi, doula sadece doğumda mı yardım eder? Farklı iki alan için iki çeşit doulalık var: Doğumdan önce yardım eden Prenatal Doula ve doğum sonrası yardım eden Postpartum Doula. Kısaca, Doğum Doulası ve Loğusa Doulası diyebiliriz. Doğum Doulası: Doğum Doulası, yani şu anda Türkiye’de servis veren bizler, doğumdan önce birkaç kez anneyle buluşuyoruz. Bunlar, anneyi tanıyabilmek ve annenin bizi tanımasına izin verebilmek için, o enerjiyi uyumlayabilmek, herkesin birbiriyle rahat ettiğinden emin olabilmek için, ön buluşmalar. Bazı kilit noktalar üzerinde konuşuyoruz. Çünkü doğum yoğun bir ortam ve o yoğun ortamda kişilerin birbirine karşılıklı güvenebilmesi çok önemli. O yüzden doğum öncesi buluşmalar, karşılıklı güvenin tohumunun atıldığı zamanlardır.

Bebeğin beslenmesi, kilo alması, dışkılaması ne durumda, annenin kanamaları, göğüsleri ne durumda, normalin dışında giden bir durum var mı, yardım edebileceğimiz bir şey var mı diye bakıyoruz. Doğum başlayınca: Doğum başladığında anne bizi haberdar ediyor ve onunla ya evinde ya da hastanede buluşuyoruz. Doğumdan sonraki doula ziyaretleri: Doğumdan sonra, bir ya da iki kez veya annenin ihtiyaç hissettiği kadar, an55


neyle buluşuyoruz. Birincisi hemen doğumdan sonraki gün hastanede oluyor. Yardım edebileceğimiz bir şey var mı, bebeğin emzirilmesiyle ilgili bir sıkıntı var mı diye gözden geçiriyoruz. İkinci olarak, doğumdan bir hafta sonra evine gidip bakıyoruz: Bebeğin beslenmesi, kilo alması, dışkılaması ne durumda, annenin kanamaları, göğüsleri ne durumda, normalin dışında giden bir durum var mı, yardım edebileceğimiz bir şey var mı diye bakıyoruz. Ayrıca, bizim eğitimimiz dışında yardım alınması gereken, ters giden bir durum varsa, anneyi yönlendirebileceğimiz birileri var mı, onu gözden geçiriyoruz. Türkiye’de servis veren doula’ların sistemi bu.

Türkiye’de bir kadın doğum yaptığında, ya kayınvalidesi, ya annesi ya ablası, mutlaka tanıdığı birisi yanında oluyor ve doğumdan sonra, annenin tüm ihtiyaçları karşılıyor. Loğusa Doulası: Lohusa doulası, şu ana kadar Türkiye’de tek başına hiç görevde bulunmadı. Bunu nedeni de Türkiye’de akrabalık ilişkilerinin çok birbirini destekler şekilde devam ediyor olması. Türkiye’de bir kadın doğum yaptığında, ya kayınvalidesi, ya annesi ya ablası, mutlaka tanıdığı birisi yanında oluyor ve doğumdan sonra, annenin tüm ihtiyaçları karşılıyor. O yüzden bize düşen, ancak doğumdan sonra bir veya iki kez anneyi ziyaret edip emzirmeyle ilgili bir sıkıntı varsa, en azından anneyi bir emzirme danışmanına yönlendirmek olabilir, bir doğum sonrası depresyonu varsa, anneyi psikolojik destek almaya yönlendirmek olabilir.

Ama anne çok yolun başında olduğundan, özellikle ilk doğumuysa, oldukça şaşkın olduğundan, kendinden belki çok emin olmadığından, herkese kulak vermeye çalışır ve bir noktadan sonra kafası karışır. Loğusa Doulası’nın diğer ülkelerdeki durumu nedir? Yurt dışında, loğusa, yani postpartum doulası dediğimiz kişi, belki doğuma girmemiş, ama doğum sonrası destek veren bir doula’ysa eğer, evin temizliğini yapıyor, evin yemeğini pişiriyor, çamaşırını, bulaşığını yıkıyor, evin ilk bebeğiyle ilgileniyor, gelen giden varsa, onlara yardımcı oluyor. Ancak, buna Türkiye’de pek fazla ihtiyaç olmuyor. O yüzden daha çok doğum öncesinde ve doğum anında yardıma odaklanıyoruz.

Talep eden annelere, ister doğum öncesi, ister doğum sonrası, isterse de, hem doğum öncesi, hem de doğum sonrası destek verebiliyoruz. Doğum sonrasında annenin yanında akrabaları yerine bir doula bulunsa, bence, tarafsız bir bakış açısı olduğundan, daha az stres yaratıyor olabilir. Sizce nasıl olur? Şöyle ki, evde kaç kişi varsa, o kadar kişilik de deneyim oluyor ve herkes,

56

Temmuz - Ağustos / 2013

kendi deneyimini, iyi niyetle de olsa, paylaşmak istiyor. Ama anne çok yolun başında olduğundan, özellikle ilk doğumuysa, oldukça şaşkın olduğundan, kendinden belki çok emin olmadığından, herkese kulak vermeye çalışır ve bir noktadan sonra kafası karışır. Zaten uykusuzluğun, doğum sonrası hormon değişiminin getirdiği etkiyle, başarısızlık hislerinin aşılanmasıyla bazen doğum sonrası depresyonu daha yoğun tetiklenebiliyor. Ama değdim gibi, doğumdan sonra doula istemek, tercihe kalmış. Bizler, hem doğum öncesi, hem de doğum sonrası dönem için doulalık eğitimleri alıyoruz. Talep eden annelere, ister doğum öncesi, ister doğum sonrası, isterse de, hem doğum öncesi, hem de doğum sonrası destek verebiliyoruz.

Dışarıdan konuşan birçok insan olduğunda… Dışarıdan konuşan birçok insan olduğunda, bebeği ve kendi annelik sezgisini dinlemek yerine, dışarıdan konuşan diğer anneleri dinlemeye başladığında, annenin öğrenme akışı yine sekteye uğruyor, ya da anneyle bebeğin arasındaki o özel iletişimin güçlenmesi, daha uzun bir sürece yayılıyor. Postpartum Doula burada da yine, annenin kendi sezgilerini dinleyebileceği, aynı doğum anındaki gibi o mahrem alanı yaratmaya çalışıyor. Anne sadece bebeğini ve kendini dinlesin, diğer yapılması gereken işleri doula halletsin, evde “görünmeyen el” olsun ki, anne bebeğiyle ilgili yapılması gerekenleri yapabilsin.

Emzirmeyle ilgili, anne sütünün değişen evreleriyle ilgili, bebeğin dışkılamasıyla ilgili farklı aşamaları öğreniyoruz. Bebeklerle de ilgili oldukça bilginiz var anladığım kadarıyla…. Emzirmeyle ilgili, anne sütünün değişen evreleriyle ilgili, bebeğin dışkılamasıyla ilgili farklı aşamaları öğreniyoruz. İlk beş günle ondan sonraki kakanın arasındaki farklarını öğreniyoruz. Örneğin, bebeğin bağırsaklarının anne sütüyle dolmasıyla birlikte kakanın nasıl değiştiğini, ilk doğan bebeğin ne sıklıkta çiş ve kaka yapacağını, emmesi arttıkça bunun nasıl değiştiğini ayırt edebiliyoruz. Veya ilk başta emen bebekle, daha geç emen bir bebeği ayırt edebiliyoruz. Ama ilk doğumunu ve emzirme deneyimini yaşayan bir anne, bunlara aşina değildir. Bu yüzden bazen desteğe ihtiyacı olabilir. Ancak, doula, ek olarak emzirme danışmanlığı eğitimi almamışsa, en iyisi anneyi, bu konuyla başa çıkabilecek bir kişiye yönlendirmesi ve önlem alması için


aileyi uyarmasıdır. Hem doula, hem emzirme danışmanı olan birkaç doula arkadaşımız mevcut.

Bunun karşılıklı bir öğrenme süreci olduğunu ve her öğrenme sürecinde olduğu gibi, bunun da sabır gerektirdiğini anlatıp aslında doğum anında yarattığımıza benzer, dinlemeyle dolu, duyarlı bir ortam yaratmaya çalışıyoruz. Emzirmek de başlı başına öğrenilmesi gereken bir sanat olabiliyor, değil mi? Olabiliyor, evet. Bebekler ilk doğduklarında, damak yapıları oturmamış oluyor, çene kasları yeterince güçlü olmuyor. Dolayısıyla o kadar rahat emmeyi öğrenemeyebiliyor bebek. Kimisi bir anda yakalayabiliyor memeyi, ama kimisi için bu o kadar kolay olmuyor. O zaman annenin çok sabırlı olması gerekiyor. Birkaç başarısız denemeden sonra anne bu konudaki cesaretini kaybettiğinde de, bebeğin emmeyi öğrenme süreci kesintiye uğrayabiliyor.

Aslında doğum anında yarattığımıza benzer, dinlemeyle dolu, duyarlı ve mahrem bir ortam yaratmaya çalışıyoruz. En azından bu ufak tefek bilgileri paylaşıp bebeğin memeyi doğru yakalaması için annenin, bebeği rahat ettiği bir açıda tutmasını önerip yardım ediyoruz. Anneye, bebeğin başta içinde bulunduğu doğal güçsüzlüğü anlatıp sabırlı olması konusunda onu motive ederiz. Bir anne başta emzirmeyi nasıl bilmiyorsa, bebeğin de emmeyi henüz bilmediğini, bunun karşılıklı bir öğrenme süreci olduğunu ve her öğrenme sürecinde olduğu gibi, bunun da sabır gerektirdiğini anlatıp aslında doğum anında yarattığımıza benzer, dinlemeyle dolu, duyarlı ve mahrem bir ortam yaratmaya çalışıyoruz.

Bu nedenle de, nasıl bebeği yaparken, mahremiyete ihtiyaç duyuluyorsa, doğururken de yine bu mahremiyet ihtiyacının olması gayet doğaldır. Özellikle doğum için birkaç kez “mahrem” kelimesini kullandınız, neden? Doğum anında yoğun olarak salgılanan oksitosin hormonu, bize doğumun gerçekte nasıl bir ortamdan, sahneden geldiğini hatırlatıyor: Bebeğin yolunun, yani rahim ağzının açılabilmesi için beden oksitosin adında, çok kıymetli bir hormonu salgılamaya başlar ve bebek de böylece doğum kanalından aşağıya inebilir. Peki nedir bu oksitosin hormonu? Bebeğin oluşumuna neden olan, kadınla erkeğin sevişme anının mahremiyetinde salgılanan hormondur. Ve bu sevişme anında, kadınla erkek yine mahrem, sessiz ve hafif loş bir ortamda bulunur ve böyle bir ortamda da oksitosin hormonu rahatça salgılanabilir. Bu nedenle de, nasıl bebeği yaparken, mahremiyete ihtiyaç duyuluyorsa, doğururken de yine bu mahremiyet ihtiyacının olması gayet doğaldır. Doula da, bu mahremiyete saygı gösterip böyle bir ihtiyacın farkında olmayan kişilere de, en azından kendi hal ve tavrıyla bunu hatırlatan kişidir. Pekiyi Şaylan Hanım, gelecekteki projeleriniz nelerdir?

Çok yakında Nefess Yoga stüdyosunda, yoga eğitmenleri için hamilelik yogası eğitmenlik eğitimi düzenleyeceğim. Doula bilgileriyle yogayı birleştirerek doğumun büyüsünü anlatacağım yoga eğitmenlerine. Hamile yogasına katılmak isteyen anne adayları sizi nerelerde bulabilir? İstanbul’dayım. Moda’da Nefess Yoga Stüdyosu’nda, Emirgan’da Do-um Öncesi ve Sonrası Destek Merkezi’nde ve Cihangir Yoga’da bulabilirler. Onun haricinde, özel ders talebi olursa, annelerle bire bir çalışma imkanım oluyor. Stüdyolarda genelde grup halinde dersler oluyor. Özellikle bire bir ders yaptığımızda, annenin sorularına daha rahat cevap verebiliyorum. Annenin halinden, tavrından, ruh durumundan neye ihtiyacı olduğunu açıkça görerek iletişim kurabiliyorum. Özel dersleri bu anlamda daha yararlı buluyorum. Anne Bebek Yogası Nedir ve İstanbul’da Nerelerde Veriliyor? Anne bebek yogası, sürekli evde durmaktan biraz sıkılmış annelerin, bebekleriyle birlikte yeni bir iletişim ve oyun şekli keşfedebilecekleri, oyunlu ve şarkılı bir yoga türüdür. Sima İbrahimiye Ölçer tarafından, Nefess Yoga Stüdyosu’nda, Yoga Time’da ve Do-Um’da veriliyor. Doğumla ilgili önerebileceğiniz film ve kitaplar nelerdir? “İçgüdüsel Doğum”, Pam England, Rob Horowitz, Kuraldışı. Doğum yapacak veya yapmış, hatta tüm kadınlara önerebileceğimiz, çok ilham verici bir kitap. Sanatla kadının içgüdüsel gücünü parlatmak üzere bir yaklaşım öneriyor. Film olarak “Birth Day”, Naoli Vinaver Lopez, dilini bilmeye gerek yok. Bir doğum ebesinin kendi güzel, sakin ve yumuşak bir suda doğumu. “What Babies Want”, Noah Wyle. Sevgi dolu bir doğum belgeseli. Bir bebeğin ihtiyaçlarının karşılanmasının önemini anlatıyor. Neticede vardığı nokta, bir bebek sevilmek, duyulmak, görülmek ve anlaşılmak ister. “The Business of Being Born”, Abby Epstein. Günümüze kadar pek çok kez değişen doğum şekillerinin espirili ve zaman zaman şok edici bir tarihçesi, eleştirel bir bakış açısı. “Birth As We Know It”, Eleno Tonetti-Vladimirova. Son derece sakin ve meditatif suda doğum görüntüleri ve rutinleşmiş, medikal doğum görüntülerinin eleştirel bir karşılaştırması. “Doğal Doğum Felsefesi”, Yrd. Doç. Dr. Gülay Rathfisch. Hem içgüdülere, hem de medikal teknik bilgilere yer veren, değerli bir kaynak.

Paraşütle atlamaya ne kadar hazırlanabilirsiniz ki? Son Olarak: Anneler doğuma Hazırlanmak için Ne yapabilir? Doğuma hazırlanmak demek, aslında teslim olmaya hazırlanmak demek. Bir insan nasıl hazırlanabilirse teslim olmaya, anne de doğuma o kadar hazırlanabilir? Doula olarak, anneyle hazırlık sürecimiz içinde, aslında hiçbir şeye tam olarak hazırlanamayacağımızı, bir bilinmezin içine girdiğimizi ve bunu kabullenmeyi öğrenmemiz gerektiğini sezdirmeye çalışırız. Paraşütle atlamaya ne kadar hazırlanabilirsiniz ki? (gizemli şekilde gülümseyerek) Ayrıntılı bilgi için: saylan.yilmaz@gmail.com www.icseldogum.com 57


Hande Tanrıkulu hande.tanrikulu@gmail.com

Hep kızım olsun isterdim ben. Küçükken, daha ne evlilik ne de çocuk fikri aklımda yokken. Sonra hamile olduğumu öğrendim, dünyalar benim oldu, hep derler ya kız erkek fark etmiyor o andan sonra... Aynen öyle oldu, istek aynı olsa da içimdeki his değişti, oğlum olacaktı hissediyordum. Rüyamda bile gördüm ve Altan’a söyledim. “Rüyamda erkek bir bebek vardı kucağımda” dedim. Çok merakta bırakmadı Emir bizi ve 12. Haftada doktorumuzdan da duyduk haberi. Altan hep dalga geçer benimle, “Doktor söylediğinde Hande şoka girdi 10 saniye çıkamadı” diye. Hissetmiş bile olsam gerçekten şok etkisi yaratmadı değil ama gerçekten 10 saniye sürdü. Sonra herkese müjdeli haberi verdim, “Şehzade annesi” oluyorum dedim ☺ Hamilelik bence annenin bireysel bir süreci… Baba ultrasonda görmenin ya da hareketler başladığında dokunup hissetmenin dışında çok dâhil olamıyor. Evet, bir bebek geliyor ama doğana kadar babanın hayatında çok fazla bir değişiklik yaratmıyor (tabii anne sürekli aşerip gece yarıları onu dışarıda koşturmuyorsa ☺) Ne zaman ki bebek doğuyor hatta birazcık büyüyor, babanın hayatına asıl o zaman tam anlamıyla giriyor. Ama asıl

58

Temmuz - Ağustos / 2013

ve

babalar oğulları önemli olan babanın bebeğin gelişimindeki yeri ve değeri.

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki babanın yakın ilgisi, çocuğun sosyal, fiziki ve duygusal gelişimini olumlu yönde etkiliyor. Özellikle ilk aylarda baba

tarafından yoğun ilgi ve bakım gören bebeklerin çevreleriyle iletişim kurmada daha istekli, özellikle bireyselleşme ve kendini ifade etmede daha başarılı olduğu görülmüş. Çünkü biz anneler daha korumacı ve denetleyiciyken babalar çocuklara çevreyi keşfetmede ve öğrenmede daha geniş alan bırakarak onları, birey olma yolunda bilerek ya da bilmeyerek daha iyi hazırlıyorlar. Emir zaman zaman göbek bağı hala bana bağlı gibi hissettirse de babasına çok düşkün bir bebek- bir çocuk. Çok şanslı ki babası ona çok zaman ayırabiliyor… Ve bunun pozitif etkileri o kadar gözle görülüyor ki... Bir anne olarak beni çok mutlu ediyor. Aralarında kimsenin kolay anlayamayacağı bir iletişim var. Bazen göz göze gelip anlaşıyorlar ki bunun için daha çok küçük diyebilirsiniz. Birlikte oynadıkları oyunlar, koşturmacalar, şarkılar ve tabii kahkahalar… Bebekler genellikle anne der ilk olarak, Emir baba dedi ve o kadar da güzel bir tonda söyledi ki ömre bedel… Aramızda bir oyun var; bazen Altan bazen ben Emir’i kovalıyoruz, O da kim kovalıyorsa diğerine koşup sarılıyor, bir nevi kurtarıcı oluyor koştuğu kişi. Yakalayan gıdıklama ödülünü kazanıyor ve başlıyor kahkaha. Gülmekten nerdeyse katılsa da hiç bitmesin istiyor bu oyun ve koşturmaya kaçmaya devam ediyor. Altan herkesi hayrete düşürdü Emir’e karşı olan davranışlarıyla, bu hayret olumlu anlamda tabii ki. Sanırım insan çocuk sahibi olmadan anne babaların neler yaşadığının tam anlamıyla farkına varamıyor ve çocuklara karşı sabırlı ve anlayışlı olamayabiliyor. Ama anne ya da baba olduğunuzda sadece ailedeki değil toplumdaki yeriniz değişiyor. Koşturan, sorular soran, bazen yaramaz, bazen huysuz çocuklar ve onların anne babalarını daha iyi anlıyorsunuz. Parkta düşen bir çocuk gördüğünüzde sizin çocuğunuz düşmüş gibi hissedebiliyorsunuz ve hemen koşuyorsunuz yardıma, anne baba olmasam da yardım ederim diyebilirsiniz ama inanın çocuğun yanan canını içinizde hissediyorsunuz bu kez. Altan beni de şaşırttı tabii ki; Emir’i ayağında salladı, gazını çıkardı, dişleri kaşınırken sadece o kaşıdığında rahatladı. Onun için bir şarkı yazdı ve ne zaman söylese Emir’i sakinleştirdi. Parmak oyunları, kaçamak yedirdiği çikolatalar ve benimle olan uyumu bence onu çok iyi bir babadan fazlası yaptı. Artık onlar çok iyi bir ikili ve biliyorum ki aralarındaki bu bağ her gün daha da güçlenecek. Emir babasını değiştiren bir bebek oldu, bence büyüdüğünde bununla gurur duyacak.



Çocuklar İçin Doğal Afetlerde Kurtarılacak İlk Üç Şey: Okul Çantaları, Kitapları, Şeker ve Çikolataları Birleşmiş Milletler tarafından ilan edilen ve Ekim ayının 13’ünde kutlanan “Uluslararası Afet Zararlarının Azaltılması Günü“ kapsamında Aksigorta tarafından yaptırılan araştırma, çocukların afetlere nasıl baktığını gösterdi. Yöntem Araştırma Şirketi tarafından yapılan araştırma, çocuklarla ailelerinin doğal afet karşısındaki bilinç ve tutumlarını karşılaştırma fırsatı sunuyor. 7-9 yaş arasında çocuklarda okul çantası ile şeker çikolata ve gofret birinci sırada “Doğal afetlerde yanınıza alacağınız ilk 3 şey” sorusunda çocukların yanıtlarında okul çantası % 50’lik bir oranla öne çıkıyor, okul çantasını % 49 ile “kitaplarım” takip ediyor. Şeker, çikolata ve gofret ise % 34’lük bir oranla 3. sırada yer alıyor. Şeker, çikolata ve gofret 7-9 yaş arasındaki çocuklar için okul çantalarıyla birlikte % 42’şer oranla deprem anında yanlarına alacakları arasında ilk sıraya yükseliyor. 10-12 yaş grubundaki çocuklar, ilk sırada % 61’lik bir oranla “kitaplarım”, % 59 ile “okul çantam” derken, üçüncü olarak cep telefonlarını (% 46) alacaklarını belirtiyor. Cep telefonu 7-9 yaş grubunda % 13 ile alt sıralara düşüyor. 7-9 yaş grubunun üçüncü olarak yanına alacağını söylediği şey ise % 29’luk bir oranla “en sevdiğim oyuncaklarımdan (araba ve bebek) biri”, % 26 ile “boya kalemlerim” takip ediyor.

Kids Nook Çocuk Kitabevi ve Masal Atölyesi... “Masallar çocuklara uyumaları, yetişkinlere de uyanmaları için anlatılır. “ Jorge Bucay Kids Nook Çocuk Kitabevi ve Masal Atölyesi, donanımlı ekibi ile geçmişi yüzyıllar öncesine dayanan masal anlatıcılığı sanatını korumayı ve geliştirmeyi hedef alan, 0-12 yaş aralığındaki çocuklara kitap okuma sevgisi ve alışkanlığı kazandırabilmek için özel olarak tasarlanmış bir mekân. Bahçesinde yaşlı bir ıhlamur ağacı bulunan bu masalsı mekân sadece bir çocuk kitabevi değil ayrıca masal atölyesi ve parti evi olarak da tercih ediliyor. Akatlar’da hizmet veren iki katlı bu şirin mekânın giriş katında yerli -yabancı yazar ve yayınevlerine ait farklı dillerde yayınlanmış 3000’e yakın çocuk kitabından oluşan bir kitabevi bulunuyor. Mekânın üst katında ise 50 çocuk kapasiteli, görsel materyallerle zenginleştirilmiş bir atölye sınıfı mevcut. Kids Nook’un kadrosunda yer alan Amerikalı Masal Anlatıcı Elizabeth, ünlü tiyatro pedagogu ve hikâye anlatıcısı Nazlı Çevik, Türkiye’nin en ünlü çocuk kitapları yazarı Sara Şahinkanat ve oyuncu Beste Bereket en çok dikkat çeken isimler arasında yer alıyor... Kids Nook’un tüm özel etkinliklerini Facebook sayfası ve Instagram sayfalarından takip edebilir ya da 0212 324 07 06’ nolu telefondan bilgi alabilirsiniz.

60

Temmuz - Ağustos / 2013


Continental, araçlarını kışa hazırlayan sürücüleri uyarıyor: Kış Lastiği İçin Kar Yağmasını Beklemeyin! 35m’ye düşmektedir. Aradaki 8 metrelik fark ciddi kazaların önlenmesi anlamına gelmektedir. • Buzlu zeminde ise 30km/h süratte standart lastik ile fren mesafesi 68m iken kış lastiği ile bu mesafe 57m’ye düşmektedir. Buzlu zeminde araçların 30 km’den daha hızlı yol aldıklarını düşündüğümüzde, iki lastiğin durma mesafesi arasındaki fark iyice açılmaktadır ve daha olumsuz sonuçlar “Mevsimine uygun lastik seçimi, güvenli ortaya çıkmaktadır. sürüşün ilk adımıdır.” • Kış lastiklerinin blok desenlerinin üzerinde bulunan derin yivler, lastiğin yere yapışmasını sağlayarak ekstra bir tutunNiçin Kış Lastiği Kullanmalısınız? • Yaz lastiklerinin yere temas eden yüzeyi +7 derece- ma sağlamaktadır. den itibaren sertleşir. Bu nedenle ıslak ve soğuk yolda yeterli kavrama sağlamaz. Kış lastikleri ise yapılarındaki Kış Sezonunda Dikkat Edilmesi Gereken doğal kauçuk payları sayesinde düşük ısılarda bile es- Özel Noktalar: • Kış sezonunda her zaman 4 lastiğin de kış lastiği olmasına nekleşirler ve tutuşları artar. • Kışın yaz lastikleri ile fren mesafesi uzar, virajlarda araç dikkat edilmeli. Kış lastikleri Ekim ayı ile Nisan ayı arasında merkezkaç kuvvetinin etkisi ile daha fazla dışarıya doğ- kullanılabilir. ru savrulur ve önden veya arkadan kaymalar artar. Bu • Kış Lastiği adı gibi kışın kullanılmaya uygun lastiktir. Araca nedenle kış lastiği kullanılması sürücü ve sürüş güvenliği takılması için karın yağmasını beklememek gerekir. • Kış lastiklerinin üstün tutunma ve kavrama özellikleri, saaçısından hayati önem taşır. • Karla kaplı bir zeminde 50km/h süratte standart las- dece karlı ve buzlu zeminde değil, ısının +7 dereceye düştik ile fren mesafesi 43m iken kış lastiği ile bu mesafe tüğü tüm hava ve yol şartlarında geçerlidir. Dünyanın en büyük lastik üreticilerinden Continental, kış lastiği kullanımının geçtiğimiz yıl yolcu ve yük taşıyan ticari araçlara zorunlu hale getirilmesinden sonra, aynı uygulamanın binek araçlara da getirilmesine dair desteğini sürdürüyor.

61


haberler

onal Journal of Cancer adlı bilimsel makale dergisi araştırmacıların fasulye türlerinin ve mercimeğin göğüs kanserini önleyici etkileri olabileceğine dair bazı çalışmalar bulunduğunu duyuruyor.

Kadınlar için

9 süper gıda

Tükettiğimiz gıdalar ile sağlıklı kalmak arasındaki güçlü bağı hepimiz bilsek de iş uygulamaya gelince başarılı olamıyoruz. Doğru seçilen gıdalar ile hem sağlıklı, hem fit, hem de genç kalmanın mümkün olduğunu söyleyen Anadolu Sağlık Merkezi Ataşehir Tıp Merkezi Diyetisyeni Nilay Keçeci, sofralardan eksik edilmemesi gereken 9 süper gıda önerisi ve bunların faydalarını sıraladı: Brokoli Özellikle cilt sağlığı üzerinde olumlu etkisi olan brokoli, antioksidan özelliği ile cilt yenilenmesini hızlandırır ve yaşlanmayı geciktirir. Cildimizi esnek tutar, morarma ve çürümenin önüne geçer, kansere karşı korur. Akne oluşumunu önler, cilt kuruluğunu azaltır. Bunun yanında mide ve bağırsak sistemimizin düzenlenmesinde de olumlu etkileri vardır. Havuç A vitamini içeriği de yüksek olarak bilinen havuç, hem sinir sistemi hem göz hem de cildimiz için oldukça önemli bir gıdadır. Cilde parlaklık verir, nem kazanmasını sağlar ve yenilenmesine yardımcı olur. Kabızlığa iyi gelir, kalp dostudur ve iltihabik hastalıklarda etkilidir. Kivi Kivi hem vücudu mutluluk veren seratonin hormonunun salgılanmasına yardımcı olur

62

Temmuz - Ağustos / 2013

hemde cildi güzelleştirir ve besler, kolestrerol düşürücü ve tansiyon düşürücü etkileri bulunmaktadır. C vitamini içeriği yüksek olan kivinin içeriği hücre DNA sını korur, kan şekeri regülasyonuna yardımcıdır Düşük yağlı yoğurt Yoğurtta bulunan faydalı bakteriler barsakları ve sindirim sistemini düzenliyor ve rahatlama sağlıyor. Bunun yanında kadınlarda mide ülseri ve vajina enfeksiyonu risklerini azaltıyor. Henüz kanıtlanmamış olmakla birlikte, haftada üç ila beş kez tüketilen az yağlı yoğurdun kadınlarda göğüs kanseri riskini azalttığı yolunda görüşler var. Yağlı balıklar Balıkların en faydalı yeri olan omega-3 yağ asitlerini haftada iki üç kez yiyerek almak mümkün. Somon, sardalye vb. gibi balık çeşitleri, hücre zarını güçlendirdikleri gibi, kalp hastalığı, hipertansiyon, depresyon, eklem ağrısı gibi rahatsızlıklara karşı korunmaya katkıda bulunuyorlar. Fasulye Protein ve lif açısından son derece zengin olan fasulyeyi haftada üç dört kez tüketmekte fayda var. Fasulye kalp krizi ve göğüs kanseri riskini azaltmakla kalmıyor ayrıca kadınlık hormonlarının dengeli ve istikrarlı olmasına da katkıda bulunuyor. Uluslararası kanser araştırmalarına yer veren Internati-

Tüm kırmızılar Kadınların domates, kan portakalı ve karpuz gibi likopen zengini gıdaları haftada üç - beş kez tüketmeleri tavsiye ediliyor. Güçlü bir antioksidan olan likopenin erkeklerde prostat kanseri riskini azalttığı gibi, kadınlarda da meme kanseri riskini azalttığını ortaya koyan yeni araştırmalar var. D vitamini ile takviye edilmiş az yağlı süt veya portakal suyu Kadınların günde belirli miktarlarda D vitaminine ihtiyacı bulunuyor. Kalsiyumun kemiklere faydalı olabilmesi için barsaklardan emilmesi gerekiyor. D vitamini alımı kadınlarda kalsiyum kaybı nedeniyle kemik kırılmalarına kadar olumsuz sonuçlara yol açabilen osteoporozun yanı sıra şeker hastalığı, multipl skleroz (MS), göğüs, kolon ve yumurtalık kanseri risklerini de azaltıyor. Kaliforniya Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar D vitaminin barsak ve yumurtalık kanserini önleme potansiyeli olduğunu ortaya koydu. Çilek ve böğürtlen Çilek, böğürtlen, kızılcık ve ahududu gibi meyveler aynı şarapta olduğu gibi anti kanserojen özelliklere sahip ve hücre onarıcı olduğu bilinen antokyan maddesini içerirler. Antokyanlar meme, mide ve bağırsak kanseri risklerini azaltan önemli antioksidanlar arasındadır. C vitamini ve folik asit açısından çok zengin olan bu meyveler, cildin yaşlanmaya karşı korunmasına da katkıda bulunuyorlar. Nilay Keçeci


Yekta Kopan’ın yeni romanı raflarda! 2004 yılında yayımlanan İçimde Kim Var ile öyküdeki başarısını roman türüne aktaran Yekta Kopan, yeni kitabı Aile Çay Bahçesi’yle okura ikinci romanını sunuyor. “ Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin biriciği. Babasının... Sahi ben babamın neyiydim? Bütün bu hikâyenin içinde benim rolüm neydi, diye düşündüm hep. Benim repliklerimi kim yazmıştı, mizansenlerimi kim belirlemişti? Sahneye hangi taraftan gireceğime, uslu kızı oynarken neler giyeceğime, içimdeki kötülüğü kusmaya başladığımda nelerden soyunacağıma kim karar vermişti? Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya çalışırdım. Saatçi Nejat Bey ile ev hanımı Meral Hanım’ın kızı Müzeyyen’i bana anlatabilecek bir cümle.” Yekta Kopan’ın yeni romanı Aile Çay Bahçesi’nin, çoğu kadının kendinden izler bulacağı unutulmaz bir kahramanı var: Müzeyyen... Aile yaşamının gizli şiddetine başkaldıran, kardeşinin doğumuyla kendi varlığının silinmeye başladığını hisseden bir kadın... Kopan’ın romanı, güçlü, okuru kıskaca alan bir anlatımla sarsıcı bir finale uzanıyor. Çoğu roman kolayca tarif edilebilir, el yordamıyla bir takım kalıplardan faydalanarak romana referans yaratmayı başarırsınız. Ancak bu Aile Çay Bahçesi için mümkün değil! Çünkü bu roman, okuyanın hayatına sinerek herkes için başka bir hikâyeye bürünüyor. Herkesin kendi gerçeklerine…

Camus’nun doğum günü Paris’te kutlanıyor! Varoluşçu edebiyatın en önemli isimlerinden, ünlü yazar Albert Camus’nun 100. doğum günü nedeniyle, Karibu Turizm ve Can Yayınları ortaklaşa bir Paris gezisi düzenliyor. Dört gün sürecek olan gezi, Yekta Kopan’ın önderliğinde düzenlenecek. Gezi kapsamında, Camus’nun izini sürerken onun yürüdüğü sokaklarda dolaşılacak, Camus’nun Yabancı’yı yazarken kaldığı Hotel Mercure’ün yanı sıra, Sartre ve Simon de Beauvoir gibi ünlü isimlerle uzun edebiyat sohbetlerini gerçekleştirdiği Cafe de Flore ve Les Deux Magots gibi simgesel mekânlar gezilecek. Bu keyifli gezide Yekta Kopan, hem Camus’yu anlatacak hem de onun kitaplarından okumalar gerçekleştirecek. Camus kitapları ile özdeşleşmiş Gallimard Yayınevi, Camus’nun eserlerinin sergilediği tiyatrolar ve çok daha fazlası da tur sırasındaki duraklar arasında olacak. Sadece 16 kişinin katılabileceği tur, 6 – 9 Kasım 2013 tarihleri arasında. Ayrıntılı bilgiye www.karibu.com. tr’den ve 0549 233 90 99 numaralı telefondan ulaşılabilir.

63


röportaj

“Sihirli

değnek sensin!”

Onu keşfettiğimde, kim olduğunu bilmiyordum. Ama bir hafta boyunca hangi şarkıya dikkat kesilsem; altından hep onun adı çıkıyordu. Önce Sezen Aksu’nun “Ah Mazi”sini dinledim ondan, sonra “Es”i… Radyoda Yanlış Fotoğraf çaldığında da kim bu yahu dediğimi hatırlıyorum. İlginç sesi ve inceden alaturka yorumuyla, İrfan Özata kısa sürede kalbimizi kazandı. 64

Temmuz - Ağustos / 2013

Albümünde Volkan Ökten, İsmail Soyberk, İsmail Tunçbilek, Hüsnü Şenlendirici, Gökhan Şahin, Bahadır Tanrıgelmiş gibi isimler var… İrfan Özata, güzel şarkılarıyla bize daha çok eşlik edecek gibi görünüyor. Nasıl başladı müzik maceranız? Önce Bursa Güzel Sanatlar Lisesi, sonra


dü. Onunla da Bursa’dan tanışıyoruz. N’apıyorsun burada, dedi; gelsene beraber çalalım söyleyelim, insanlar saksafon flüt duysun dedi. Ben de ona burada barlarda çalmaya başladım, fırsatım olursa gelirim dedim ama akşamına çaldığım yerde aksilik oldu. E hadi gideyim, eğlenirim düşündüm. Orada Soundcheck yaptım… Oradaki herkes kalmamı istedi. O gün bugün beraber çalıyoruz. Oradan, benim o küçük çalışmalarımdan “İrfan diye biri geldi, her türlü çalıyor” fısıltıları yayıldı. Bir anda herkesin arkasında çalıp söylemeye başladım. Öyle böyle derken bir anda Sezen Aksu’ya kadar gitti… Çok heyecanlı olmalı… Bir arkadaş aradı. Sezen’e çalar mısın dedi. “Ne diyorsun, ömür boyu çalarım” dedim. Sonra oradan mevzu büyüdü. Dediler ki Sezen’e bir potpori yapacağız sen söyle şarkıları ama Sezen’in tonunda. Olur, dedim. 17-18 parça arka arkaya 1 saat içinde söyledim kayıtları, alındı yolladık. Ben de orkestradayım. Ya dedi bu çocuk ne adar güzel söylemiş şarkıları dedi... Aykut Gürel “O çocuğun kim olduğunu biliyor musun?” diye sorunca, “Çok acayip, fena bir şey bu” dedi Sezen Aksu. Bizim İrfan senin saksafoncu diye beni gösterdi Aykut Gürel, aferin oğlum dedi, yanına çağırdı beraber şarkılar söyledik. Sonra iş buraya kadar geldi. Başka kimlerle çalıştınız? Yaklaşık 4 yıl Kutsi, 3,5 sene Ziynet Sali, 6-7 sene Fettah Can, Kerem Cem, Nez sonra Fatih Ahıskalı ve Yeni Türkü ile çalıştım. Hep enstrümanist miydiniz? Bazılarında hem enstrüman hem vokaldim. Ve sahnede ara verdiklerinde şarkı söylüyordum. Kurtarıcı gibiydim. Ama sonradan insanların da talebi üzerine kendim çıkmak istedim. Dinleyicilerden çok fazla geri dönüş almaya başladım. “Şarkıları sen söyleyince bir başka oluyor” sözleri geliyordu. Hep zamanı var diyordum işte o zaman geldi yavaş yavaş. 3 sene çalıştık. 150’ye yakın müzisyenin olduğu, Türkiye’nin en iyi müzisyenlerinin çaldığı bir proje oldu. En son, kardeşim Neslihan tam albüm çıkarmayalım da bir single yapalım dedi. Oysa ben 13 şarkılık bir albüm çıkarayım insanlar dinlesin istiyordum. Öyle bir deneyelim dedik, sanırım güzel de oldu. Nasıl gidiyor? Ölçüyorsunuz mutlaka? Fettah Can ile de devam ediyorum, çalıyorum, söylüyorum ve insanlar o konserlerde benimle birlikte şarkılarıma eşlik ediyorlar. Ve şunu duyuyorum “Ben iki aydır seni dinliyorum ama seni tanımıyorum” Yani sürekli bir şarkı var, dinliyoruz ama kim olduğunu bilmiyoruz diyorlar. Ben de yavaş yavaş ilerlemeyi istediğimizi söylüyorum. Emin adımlarla yürümek istiyorum.

“Yıllarca doğru insanın karşıma çıkmasını bekledim, o doğru insan da kardeşim oldu” Uludağ Üniversitesi Müzik öğretmenliği okudum. Tabii okurken, Bursa’da her gece çaldım. Hatta gündüz bir yerde, akşam bir yerde, gece bir yerde çalıyordum. Sabah da hortlak gibi kalkıyordum.☺ Aklımda hep İstanbul vardı. Sonrasında bir gün artık tamam dedim. O dönem Fatih Ürek ile çalışıyordum. Tünele doğru yürürken Fettah Can gör-

Albümü hazırlarken destek aldığınız birileri oldu mu? Valla kendi müzisyen çevrem ve arkadaşlarımdan başka kimse olmadı. En büyük destekçim Gökhan Şahin. Tüm bu şarkıların sözlerini yazan, albümdeki 8-9 şarkının sözünü yazan biri, Murat Boz – Bulmaca, Demet Akalın – Giderli Şarkılar gibi şarkıların yazarı. Müzikten kazandığınızı yine müziğe yatırdınız öyle mi? Evet. Kendimiz yaptık bu işi. Aslına bakarsanız ben yıllarca bekledim bir adam çıksın karşıma da bu adam çok yetenekli desin ve bana bir albüm yapılsın falan diye… Fatih Ürek ile başladım çalışmaya 3,5 sene kadar 65


çalıştık. O ilk beni keşfettiğinde Bursa’ya gelmişti ben bir yerde çalıyordum bana çalar mısın, vokal yapar mısın dedi. Ben de kabul ettim. Sahneye çıktım 800 – 900 kişi vardı. Herkes ayağa kalktı alkışladı ve o da “Ben bir adam buldum, onu parlatacağım” diye düşündü. Bu adamın Sezen Aksu’ya gitmesi gerekiyor ve ben bu kış götüreceğim dedi. Ama kısmet olmadı. Ben de yıllarca doğru insanın karşıma çıkmasını bekledim, o doğru insan da kardeşim oldu. Ben işi bitirdim, mutfak tarafını bitirdim, müzisyenlik, şarkılar, besteler, çaldırdık, güzel aranjeler, iyi müzik… İnsanlar iyi müzik dinlesin, hem de halkın dinleyebileceği ve kulağa aşina olabileceği herkesin bir ağızdan söyleyebileceği müzikler yaptık. Albümde çok değerli müzisyenler var, onları bir araya getirmek zahmetli olmadı mı? 6 sene halk müziği çaldım, pop, rock… Çalmadığım tarz da yok. O yüzden birçok müziği harmanlamaya başladım. Ve aranjör arkadaşlarımı da seçerken her şarkı için özel aranjör buldum. Kişiye özel gibi oldu. Kendi kendimize daha

güzel oluyor elbette ama çok da yorucu. Madden de manen de yoruyor. Benim işim müzik yapmaktı. Git çal. ☺ Sonra 10 kişiyi birden ara, organize et. Tabii işin içinde arkadaşlık da var. Ve adamların bir şekilde para kazanması gerekiyor ama sağolsunlar hepsi benim albümüme çalarken hep öncelik verdiler. Başkasının albümüne çalar gibi değillerdi. Hepsi çok çalıştılar “Aaa İrfan’ın şarkısı, iyi çalmamız lazım” dediler. Öyle bir izlenim bırakmışım insanlarda.

“Yapımcımız Ailemiz” “İnsan bir şeye karar verdiği zaman bütün evren onu hayata geçirmek için çalışırmış” sizinki de biraz olmuş… Yorulmuşsunuz ama değmiş. Peki aileniz nasıl yaklaştı size? Destek oldular mı? Hani hep söylenir ya ben küçük yaşlardan beri şarkı söylerim diye. O bende de aynıydı. Ben kendimi hep şarkı söyleyerek hatırlarım. Misafir gelir, hadi 66

Temmuz - Ağustos / 2013

bir şarkı söyle denir. Artık misafirliklerden nefret ederdim çünkü herkes onları eğlendirmemi beklerd☺ Babam ve annem çok desteklediler. Hiç korkmadılar. Senden sadece müzisyen olur dediler. Mesela çok büyük bir yol ayrımı var benim için. Sürekli bir yerlerde okuduk, babam memur. Hakkâri, Manisa, Bilecik, Balıkesir sürekli gezdik. En son Bilecik’teydik. Orta sonda falandık. O aralar düğünlerde şarkı söylüyordum falan. Babam bir gün beni Unkapanı’na getirdi. İstanbul’a gezmeye gelmiştik, gel dedi bir Unkapanı’na gidelim dedi. Tuttu elimden götürdü bana şarkı söylettiler. Bir yerle anlaşıldı. Çok ünlü bir firmaydı, şarkılar hazırlandı; bunu söyler falan dediler. Ben Güzel Sanatlar’ı kazanınca annem, bu çocuk okusun; yollamıyorum oraya dedi. Hakikaten o dönem çıksaydım Küçük İrfan olarak çıkacaktım… Babanız da şahaneymiş... Anneniz de… Evet, hakikaten öyle. Babam “Oğlum ben burada kalırsam gerçekten hayallerini yapamayacaksın. Güzel Sanatlar diye bir okul varmış” dedi, “orada insanlar müzisyen oluyormuş işin ilmini bilimini öğrenirsin” dedi. O bir yol ayrımıydı… Ve okula bir girdik, ilk gün insanlar şarkılar söylüyorlar, müzik yapıyorlar… Nereye geldim ben cennet gibi dedim… En büyük destekçi onlardır. Hala da destek olurlar. Klibimiz için annemiz kredi çekti mesela. Aslında yapımcımız ailemiz☺ Çok güzel bir hikâye olmuş☺ Hala da onlar destekliyorlar. Albümü nasıl çıkaracağız diye düşünürken, babam yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin. Madem bir kredi daha çekelim, albümünü de yapalım dedi. Çünkü sponsor bulmak çok zor. İnsanlar arkamızda büyük dağlar var sanıyorlar. Oysa sadece ailemiz var. Şaşırıyorlar, Kral Pop, PowerTurk.. Nasıl çıktınız diyorlar? Biz sadece iyi niyetle müzik yapıyoruz. Levent Yüksel ile Emre Altuğ’un karışımı gibi bir sesiniz var. Levent Yükselin sesindeki yırtık hal, Emre Altuğ’un da alaturka namelerine yatkınlığı. Güzel bir karışım. Onun sebebi çocukluğumdan beri birçok müzik dinlemem ve çok fazla insana çalmamla sanırım. Şu sıra nerede çalışıyorsunuz?


Fettah Can ile birlikteyim. O nerede çıkıyorsa ben de onunla birlikteyim. Albümle birlikte kendi konserlerimiz başlayacak. Biz biraz kapalı kutu gibi çıkalım istedim. Bir deneme yaptık, face’e yazdık İrfan çıksın şarkı söylesin istiyorsunuz. Hadi bir deneme yapalım dedik. Bütün salon doldu… Ahmet Kural, Fettah Can, tanıdık bütün müzisyen camiası. Ben konser verdiğimde halk gelir sanıyordum; çok önemli müzisyenler ve tiyatrocular geldi. Ben ne olduğunu şaşırdım İrfan olmuş, hadi artık çık, yap bir şeyler, diyorlar ama çok zor bu aşamalar çok zor. Çünkü destekçi yok; en önemli şey maddiyat. Klibi izleyenler sponsor var sanıyor. Oysa biz kendimiz yaptık. Sponsor olmak isteyenler de çok müdahale etmek istediler, müziğimize karışmak istediler. Onu da ben istemedim. Çünkü ben müzisyenim… Birçok büyük sanatçının sahne repertuarını bile yaptım… Müziğim konusunda karar verici olarak kalmak istedik açıkçası. Hangi enstrümanları duyacağız? Hep akustik çalıştık. Davul, bas gitar, klavye, ud, klarnet, yan flüt, saksafon. Hepsi canlı çalındı. 90’lardaki tınıyı yakalamak istedik. Çünkü biz ne dinlersek dinleyelim 90’lara döndüğümüzde başka bir şey, bir sıcaklık hissederiz. Yeni tarz müziklerde bunu yakalayabiliyoruz. Dünya müziğinde de bu kayıp var. Türk müziği, sanat müziğinden de gelen aşinalıkla 90’lardaki müzik o tadı aldı. Ben de onu istedim. Madem müzisyenim, o zaman müzikaliteden ödün vermemeliyim. Ne çalınacaksa bunun gerçek olması lazım. Dinleyen o sıcaklığını alsın istedim. Bu yüzden 3 sene sürdü albüm. Ve aranjörlere şunu söyledim; herkes dinlemeli bu işi. Makineden değil, her şeyi çaldıralım. İnsanlar alışmışlar, maliyeti de düşürmek için her şeyi

makineden yapıyorlar. Ama bizim albümde Volkan Ökten, İsmail Soyberk, İsmail Tunçbilek, Hüsnü Şenlendirici mi istersiniz… Herkes var… Dünyanın sayılı müzisyenleri bunlar. Benim bir hayalim var mesela. Yıllardır albüm alırım ve bakarım kim çalmış… Her müzisyenin bir arzusudur; o adamlarda aynı sahnede olmak. Ve biz abi kardeş gibiyiz. Mesela Bahadır Tanrıgelmiş yaptı Lafın Tamamı’nın aranjesini… Ne çaldıracağız dedi. Her şey canlı olacak dedim. En büyüklere çaldıracağım dedim. E para? Dedi. Çalışacağım kazanacağım dedim. Ve o insanlar da çok yardımcı oldu gerçekten. Bu insanlar herkese çalan insanlar değil. Öğlen 12.30’da İsmail Tunçbilek’i hiçbir yere götüremezsiniz. Adam uykudan kalktı geldi. Başkası olsa gelmezdim dedi. Müzisyenler tarafından da bir saygınlık bir değer oluşmuş. Sağ olsunlar. İnsanın en büyük sermayesi kendisi… Şartların çok olumsuz olduğu bir noktada, insanların sizi seviyor olması büyük fark yaratıyor hakikaten… Sen çok iyi yerlere geleceksin. Hep bunu duydum insanlardan. Sağ olsunlar, bunu oldurmak için de benim yanımda da durdular. Bir akşam, umutlarım çok kırılmıştı. Uğraşıyorduk, çok çalışıyorduk ama bir türlü o sihirli değnek karşımıza çıkmıyordu. O gece Gökhan Şahin, ne bekliyorsun; öyle bir sihirli değnek yok… O sihirli değnek sensin; ne yaparsan kendine yaparsın, kendin yaparsın dedi… Hayaliniz, idealiniz ne? Bir adam var, gerçekten iyi müzisyen desinler... Bu bana yeter. Müzik çok ilginç… Mesela bir adamı sırf o şarkıyı söylüyor diye hayatınız boyunca hatırlıyor; seviyorsunuz. Tek şarkı yetiyor birini hayat boyu kalbinizde taşımak için… Evet… Mesela Hotel California… Tek şarkı… Tek adam… Yıllar geçiyor, her yeni nesil dönüp yine o adamı, o şarkıyı dinliyor…

Gelelim Aktivist’in Anketine…

İstanbul’un Sokak lezzetleri arasındaki favoriniz? Tantuni, kokoreç Buluşmalarınızda hangi semti? Taksim Anadolu Yakası mı Avrupa mı? Avrupa Biri size İstanbul’u gezdirecek olsa bu kim olsun isterdiniz? Sezen Aksu Siz kime İstanbul’u gezdirmek isterdiniz? Daha kendim bile gezmedim valla, çalıştım hep; gezmedik hiç☺ İçinde İstanbul geçen en sevdiğiniz şarkı: Levent Yüksel – İstanbul İstanbul’da asla değişmesin dediğiniz yer: Taksimdeki eski taşların değişmemesini hiç istemezdim. Mesela yolda bir kadın geldi, bakımlı falan… Avrupa’da şu an o taşlardan diziyorlar; bizde olanı söküp saçma sapan şeyler koyuyorlar dedi. Benim için o taşlar çok özeldi… Yeni taşlar tuzak gibi, bir basıyorsunuz; su sıçratıyor. O eski dokuların, şehrin kimliğinin korunmasını istiyorum. Mesela AKM’nin hızla hayata döndürülmesini istiyoruz. İstanbul’un En Çok Neye İhtiyacı Var? Saygıya 67


Burçin Onay onayburcin@gmail.com

“Balık dediğin keyif işidir.. Mezeni yerken, rakını yudumlarken denizi göreceksin arkadaş!” diyenlerin sözlerini boşa çıkarırcasına Ataşehir’in orta yerinde bir balık restoranı açıldı. Öyle yabancı olduğumuz bir isim de değil. 2004 yılından beri Küçükyalı sahilde hizmet veren Foça Balık Restaurant, bundan iki yıl kadar önce de ikinci şubesi için Ataşehir’i tercih etti. Mavi ve beyaz renklerinin hâkimiyetinde, insana huzur veren sıcacık bir atmosferi var. Dekorasyonda detaylara önem verilmiş. Füzyon cam tekniği ile çalışılmış duvar süsleri mekâna bambaşka bir hava katmış. Foça Balık’ın mutfağında ve tüm lezzetlerde şef EnginTutkun’un imzası var. Farklı tatlar denemekten korkmayan, yenilikçi ve yaratıcı bir şef Tutkun. Klasik balık mezeleri ile yetinemeyen şef, haftada en az bir adet yeni meze kazandırıyormuş menüye. Belki de bu sebeple ile Foça Balık’ın menüsü nitelik ve nicelik bakımından oldukça zengin.

YARATICI LEZZETLER Denediğim arasıcaklar arasında öyle bir şey vardı ki, aklımı başımdan aldı diyebilirim. Tabak masaya geldiği an Şef ’e olan saygım bir kat daha arttı. Henüz bir ismi olmayan, tabiri caizse “dumanı üstünde” yepyeni bir arasıcaktı bu. Her şeyden önce sunumuna hayran kalıyor insan. Kat kat dizilmiş jumbo karidesler ve en üstte bulunan kibrit patatesler ile tamamlanmış; enfes bir kuleyi andırıyor. Tadı damağımda kalan bir diğer arasıcak ise balıklı içli köfteydi. Özel sosu ile zenginleşen bu lezzet topları denemeye değer. 68

Temmuz - Ağustos / 2013


ÇOCUKLU AİLELER İÇİN Anne babalar gidecekleri mekânları seçerken çocuk odası olup olmadığına çok özen gösterirler. Foça Balık’ın çocuk odası, ebeveynlerin çocuklarını gönül rahatlığı ile teslim edebilecekleri tecrübeli bir gözetmen eşliğinde kontrol ediliyor. Geniş bir alana yayılan oyun odası, playstation’dan langırta kadar, çocukların kaliteli ve keyifli vakit geçirebileceği her türlü oyun malzemesi ile dolu. Duydum ki, Foça Balık Restaurant’a yalnızca çocukları istiyor diye giden aileler bile varmış. Bu bir mekân için çok güzel bir artı demek. Açıldığı günden bu yana çizgisini hiç bozmayan Foça Balık’ın Ataşehir’de de aynı kalite ile devam ettiğini ve hatta kendisini her geçen gün biraz daha fazla geliştirdiğini görmek beni çok mutlu etti. Eksi olarak nitelendirebileceğim tek şey, karşısında bulunan inşaatlarının henüz bitmemiş olması ancak site yapımı tamamlandıktan ve peyzaj çalışmaları yapıldıktan sonra eminim bu küçük sorun da ortadan kalkacaktır. Çok uzaklara gitmeden de balığın keyfini çıkarmak isteyenlere Foça Balık Restaurant’ı denemelerini tavsiye ediyorum. Şimdiden afiyet olsun!

Foça Fish Gourmet

Adres: K.BakkalköyMh. Ahmet YeseviCd. Doruk Sk. 7/D Ataşehir Tel: 0216 577 86 86 www.focarestaurant.com

69


Altan Tanrıkulu altant@hurriyet.com.tr

Real bu!

Ne yapsa yeridir... Eylül ayının ilk günlerinde dünya televizyonları bir spor haberini, bir transferi “Flaş” olarak duyurdular. Belki de en önemli dizilerin, canlı yayınların, talk-show’ların içine alt yazı soktular. Real Madrid Tottenham’ın sol kanat oyuncusu Gareth Bale’i transfer etmişti. Ödenen bonservis ücreti ise çılgınlıktaki son noktaydı; tam 100 milyon Euro… Messi ve Cristiano Ronaldo’nun gölgede kalmasına yol açan, tüm dünyada “Real Başkanı Perez ne yapıyor?” sorusunun sorulmasına yol açan bu inanılmaz transfer sadece Beyaz Şimşekler’in kadrosunu güçlendirmek amacıyla yaptığı bir hareket değildi. Eski bir siyasetçi olan Florentino Perez’in “Los Galaktikos”u tekrar oluşturma adına yaptığı belki de en çarpıcı hamleydi. Perez’in üç Türk isim; Hamit, Nuri ve Mesut’u takımdan yollaması açıkçası Real’e olan sempatimi yok etmişti… Galatasaray karşısında Bale’siz maça başladılar ve 6 gol attılar. Kopenhag karşısında da farklı değillerdi. Bale olmadan 4 gollü bir galibiyet aldılar. Bayern ve Barça’yla birlikte Şampiyonlar Ligi’nin en büyük favorisi olduklarını yine gösterdiler. Perez’in aldığı oyunculara ve ödediği paralara bakınca Real Madrid’in neden dünyanın en popüler takımı olduğunu

"Fotolar bana ait.. Gsaray'ın Real'e 6-1 yenildiği maçtan.. İlki Drogba ve Ronaldo.. İkincisi 100 milyon euro'luk adam Bale oyuna girerken.."

70

Temmuz - Ağustos / 2013

dından çok mutsuz olduğunu söyledi.. Ama Perez onu da susturacak, hatta mutlu edecek bir hamle yaptı ve dev bir yeni sözleşme uzattı önüne. Bale’i aldıktan 3 gün sonra dünyanın en değerli iki oyuncusundan biriyle olan kontratını 5 yıl daha uzattı..

daha iyi anlıyoruz. C.Ronaldo, Kaka, Zidane, Luis Figo, Ronaldo, David Beckham, Benzema, Sergio Ramos, Xabi Alonso, Robinho, Owen ilk akla gelen dünya yıldızları. Geçen yılı ligi Barça’ya kaptıran, Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Dortmund’a elenen Real Madrid’in amacı bu sezon tüm kupaları kazanmak. Dünyanın en ünlü teknik adamı Mourinho’yu gönderip Paris Saint Germain’i yıllar sonra şampiyonluğa taşıyan Carlo Ancelotti’yi olaylı bir şekilde transfer ettiler. Orada bile hamleleri çılgıncaydı. Kural tanımaz davrandılar.. Madrid’in oyun sisteminde en önemli isim kuşkusuz C.Ronaldo. Dünyanın en iyi futbolcusu bence Cristiano.. Mesut’un Arsenal’e gönderilmesinin ar-

La Liga’ya çok iyi başladıkları söylenemez. İlk 7 hafta tüm maçlarını kazanan Barça ve Atletico’nun 5 puan gerisindeler. Son iki maçlarını Ronaldo’nun son saniye golleriyle kazandılar. Tüm bunlara karşın her zaman favori olmanın ağırlını taşıyorlar. Statları hep dolu. Reytinglerde hep en üstteler. Sponsor anlaşmalarında, televizyon yayın haklarında hep en fazla payı alıyorlar. Doğal olarak da yaptıkları transferler çılgınca rakamlara ulaşıyor. Ancelotti’nin oynatmaya çalıştığı sistemi ya da bu sezon Real’in neler yapacağını çok fazla tartışmaya gerek yok bu satırlarda. Son 9 Şampiyonlar Ligi finalinin 7’sini yerinde izlemiş biri olarak Ronaldo-Bale ikilisini Lizbon’da görecemizi sanıyorum. Rakip olarak Bayern ve Barça favori gibi duruyor. Ama benim gönlüm Chelsea veya Arsenal’den yana. Real’e karşı Mourinho… Ya da Bale’e karşı Özil… Kulağa çok hoş geliyor en büyük kupanın finalinin senaryosu için.



röportaj

gülü görün,

dikenini değil

Bazı kavramlar vardır, içinde bulundukları cümlenin kaderini belirlerler. Tıpkı, içlerinde bulundukları insanın kaderini değiştirdikleri gibi… Üstelik bu kavramlar, hepimizin aşina olduğu, kimi zaman hasretini çektiğimiz, kimi zaman dizginlemeye çalıştığımız çok değerli hasletleri ifade eder. Onlar ne mi? Dürüstlük, merhamet, saygı, sabır, talih, kader, vicdan, tevazu… Cemalnur Sargut’a bir televizyon programında rastlamıştım. O kadar sakin, o kadar doğallıkla anlatıyordu ki insani halleri; “Evet” dedim kendi kendime, “Dünya güzelliklerle dolu…” Cemalnur Sargut o güzelliklerden biri… Bize öyle güzel şeyler anlattı ki, içimize su serpildi. Aktivist: Biz Türkler, sahip olduğu değerler açısından çok ilginciz aslında, gerek dini inançlarımızın getirdikleri gerekse kültürel edinimlerimizle baktığınızda, Türk insanını değerler açısından siz nasıl görüyorsunuz? CEMALNUR SARGUT: Türk insanı için İslam çok doğru bir dindir çünkü anane ve gelenekleriyle Türk insanı manevi değerlerle de yetiştiği için, kelimelerinde bile farkında olmadan manevi ifadeleri kullandığı için değerleri aslında biliyor hatta farkında olmadan biliyor. Hadiselerle de ve yaşla da bu değerler daha aşikâr ortaya çıkar. Eğer kesin ve kati manevi görüşü yoksa o zaman zorluk çeker. Onun haricinde kendisi normal bir insansa, yani hiçbir yola sapmamışsa, mutlaka o ailesinden gelen ve diline düşen kelimelerden oluşan değerleri yaşamaya başlar. Onun için Türk insanı İslam açısından, mana açısından Allah’a en yakın insandır diye düşünüyorum ben. Aktivist: Her birimiz ailelerimiz tarafından büyütülürken ya da okullarımızda, yarı terbiye yarı adet açısından bir şekilde eğitiliyoruz. Peki, zaman içinde o güzel hasletleri yitirdiğimizi düşünüyor musunuz? CEMALNUR SARGUT: Tabii ki gençlik yaşlarında vücutta ego çok hakim olduğu için, bazen o değerlerimizi göz ardı edebiliyoruz ama insanlar yaşlanmaya başladıkları zaman ellerinde olmadan o değerleri hatırlarlar. Ben burada Yahya Kemal’in kendisiyle ilgili bir hatıratından çok etkilenmiştim, Yahya Kemal diyor ki: “Annem beni büyütürken,” --onlar batılılar--, “iki sevgiyle büyüttü, bir tanesi Peygamber Sevgisi bir tanesi II. Murat Sevgisi.” Çünkü o ülkeyi alan Padişah II. Murat, “Sonra ben komünist oldum, dinsiz oldum, ateist oldum, geldim Paris’te yaşadım, taa

72

Temmuz - Ağustos / 2013


tekrar İstanbul’a döndüğümde ve Galata Köprüsü’nün üzerine çıktığımda, bir anda annemin o bana bütün hatırlattığı değerler gönlümün içine düştü. İstanbul’un muazzam güzelliği ile de birleşti.” Demek ki bir hatırlatıcı sebep ona tekrar o değerleri hatırlatır, eğer gönlü mühürlü değilse, o zaman o değerlerle de yavaş yavaş yaşamaya başlar. Aktivist: Özellikle de İstanbul’a baktığımızda toplumsal yaşamın, ikili ilişkilerin geçmişe nazaran daha zor idare edildiğini görüyor ve deneyimliyoruz. Siz en çok nelerin eksikliğini görüyorsunuz? CEMALNUR SARGUT: Aslında bütün negatif görülen şeyleri pozitif hale getirmek kişinin elindedir. Mesela İstanbul’un muazzam güzelliğinin yanında, gülün dikeni gibi bir trafiği var ama eğer trafikten nefret etmeyip, trafikteki durmalar esnasında manevi sohbetlerle ya da ihtiyacı olan şeyleri dinler, güzel bir musikiyle kendi içini rahatlatırsa, o trafik cehennem değil, cennet olmaya başlar. Demek ki, İstanbul’un zorluklarını ve insanların getirdikleri negatif enerjiyi Aşkla Sevgiyle ve birazcık da zevk alacağımız şeylerle meşgul olmak suretiyle pozitife çevirmek mümkün. Onun için gülün dikenini değil, gülü görmeyi Allah nasip etsin. Aktivist: Sizce 21. yy insanının en çok hangi değerlere ihtiyacı var? CEMALNUR SARGUT: Bizim 21. yy insanının en çok birlik ve beraberliğe ihtiyacı var. Aslında bütün asırlarda bu böyle olmuş ama birlik ve beraberlik deyince, aynı düşüncede olan beş kişinin bir araya gelmesine ben birlik ve beraberlik demiyorum. Birlik ve beraberlik farklı düşüncelere hürmet etmek demektir. Mücadele ederken, farklılıkları hoş görerek mücadele etmeyi öğrenmek demek, şiddetle değil sevgi ve aşkla mücadele etmek demektir. Bence şu anda en fazla ihtiyacımız olan değerler: Aşk, sevgi, yumuşaklık, birliktelik, farklılıkları hoş görmek, hoş görü sevgisi ve Allah’ın “Son nefese kadar tövbe kapısı açıktır” ayetini hatırlayarak, daima suçlu olanlara suçlu gözüyle bakmayıp, onun tövbe kapısında affedileceği düşüncesiyle hareket etmek lazım. Aktivist: İslam dinine biraz giriş yapmak istiyorum; son günlerde tüm çatışmaların altından bir şekilde İslam’a dayanan sözler, anlayışlar çıkıyor. İslami bilgilerle toplum hayatı nasıl ele alınır? CEMALNUR SARGUT: Bilakis, İslam bilgilerinde toplum birliği bütünlüğü, toplum sevgisi, Allah Aşkı, Allah Aşkından dolayı her şeyi sevmek bütün yaratılmışı, yani bitkisinden, böceğinden, elbisesinden, masasına kadar her şeyi sevebilmek kabiliyeti gelişir. Fakat bugün yaşadığımız İslam, İslam gibi değil de daha ziyade Cahiliye Devri gibi bir hayat yaşadı-

ğımız için, adına İslam diyoruz ama İslam değil anlattıklarımız ve yaşadıklarımız, onun için sorumlu olan bizleriz diye düşünüyorum. Onun için kabahat İslam’da değil, bizim Müslümanlığımızdadır ve bugün Müslümanlığı yaşayan ülkelerin yanlış İslam uygulamalarındadır. Teslim olmayı, Allah’a teslim olmayı ve yaratılmışı hoş görmeyi beceremediğimiz sürece bize “hakiki Müslüman” denmesi mümkün değildir. Aktivist: Biliyorsunuz İslam ile Kadın sürekli yan yana ama bir o kadar da karşı karşıyaymış gibi bir algı var. Bize gerçek İslam’ın kadına bakışını anlatabilir misiniz? CEMALNUR SARGUT: İslam kadın erkek ayırımı yapmaz, ruh İslam için önemlidir. Kuran-ı Kerim hepimizin aynı ruhtan yaratıldığını ve kadın erkek ayırımının sadece gelip geçici ve hatta rüya olan dünya için geçerli olduğunu ve öbür âlemde bu ayırımın kalkacağını söyler. Ayrıca İslam nefsin derecelerini anlatırken “Mutmainne” yani, “Allah’tan emin olma” derecesine gelmiş insanın cinsiyetinin kalktığını da söyler. Peygamberin

Birlik ve beraberlik farklı düşüncelere hürmet etmek demektir. uygulamalarına bakarsak ki, asıl gaye olan Kuran’ı Peygamberin uygulamalarından idrak etmek lazım. Kendisini tartaklayan eşine dahi, kayınvalidesi üzülüp “Ne yapıyorsun? O karşındaki Peygamber” deyince, “Bırakın yapsın Anacığım, bana bundan daha ağır muamele edene de ben dayanırım çünkü ben Allah’ın, ‘ailesine iyi davrananı severim’ ayetine uyanlardanım” demesi beni çok etkiler her zaman. Demek ki, insana hürmet, insana saygı kadın erkek ayırımı yapmadan karşındakini hoş görmek, bunu Allah’ın bir ismi olarak algılayarak, bırakın şiddet muamelesini, koruyarak severek muamele etmek İslam’ın hakikatidir. Ama bugün anane ve gelenekleri yüzünden kadını ezen kötü muamele eden, bunu da “Müslümanım onun için böyle yapıyorum” diyen insanların ne büyük vebal altında olduklarını düşünün. Değil şiddet, yani kendisine kötü muamele edeni bile hoş gören bir dinin evlatlarıyken, şiddete başvurmak ve buna “din” adını takmak o insan için artık bu dünyadan başka bir dünyayı tanımadığının göstergesidir. Aktivist: Tasavvuf hoşgörü, tevazu, bağışlama gibi kavramları nasıl ele alır? CEMALNUR SARGUT: Çok güzel ele alır Tasavvuf. Tasavvuf demek zaten hoşgörü demektir, hoşgörü demek de bütün yapılanları beğenmek ve alkışlamak demek değildir, zalimin zulmüne eşlik etmek demek değildir. İçimizden zalimlerin de olabileceği73


ne inanmak ve onların da dünyada yaşadığını ve yaşamalarının mecburiyet olduğunu ve beni tekâmül ettirmek için ona da ihtiyacımız olduğunu hissetmek demektir. Yoksa zulümle mücadele hoşgörüsüzlük demek değildir, o yüzden hoşgörü İslam’ın en önemli kavramlarından biridir. Tasavvuf İslam’ın kavramlarını daha derinlemesine idrak etmeyi sağlar ve yaşamayı sağlar. Yoksa hoşgörü tasavvufun değil İslam’ın kavramıdır fakat tasavvuf da bunu yaşam biçimi haline geçirir. Tevazu ise, yani Derviş olmak tasavvufta baştan aşağı tevazu gerektirir ama tevazu iki büklüm olmak demek değildir çünkü bu da kambur yapar. Aslında tevazudan

Kendisine kötü muamele edeni bile hoş gören bir dinin evlatlarıyken, şiddete başvurmak ve buna “din” adını takmak o insan için artık bu dünyadan başka bir dünyayı tanımadığının göstergesidir. kasıt, kendine kötü muamele edenin bile lüzumlu olduğunu idrak ederek, kimseye kızmamayı öğrenmek demektir çünkü “ben” lik insanı felakete götürür. Mevlana Hazretleri “ben” likçi insanı, “At idrarını yapmış, içine saman çöpü düşmüş ve üzerine de bir sinek oturmuş, ‘Var mı benim gibi kaptan-ı derya’ diye geziyor” diye tarif ediyor. Gölge gibi olduğumuz bu dünyada bir saniye sonramızı bile programlayamadığımız bu âlemde, neyimizle “ben” lik yapıp övüneceğiz orasını da düşünmek lazım. Bağışlamaya gelince, bağışlamak zaten bir mecburiyettir. Yani, ben her zaman söylüyorum, “Affedemiyorum” diyen insanın, günde beş kere namazda “Allah’ım beni affetme çünkü ben daha senin yarattığını bile affedemiyorum” demesinden başka bir şey değildir. Yapanın, yaptıranın Allah olduğunu bildiğimize göre, kime kızacağız? Kimi bağışlamaya kalkacağız? Haşa! Bağışlama görevi Allah’a aittir, bize hoş görmekten başka bir vazife düşmez. 74

Temmuz - Ağustos / 2013

Aktivist: 21. yy İstanbul’u ile sizin yıllardır anlattığınız insan sanki bir arada olamazmış, bu kadar naif ve derinlikli birini dünya yutarmış gibi geliyor insana. Siz bunun nasıl mümkün olacağını düşünüyorsunuz? CEMALNUR SARGUT: Bilakis, tasavvuf ehli dünyadaki en kuvvetli insandır çünkü “esir” değildir hâlbuki 21. yy insanı çok esir. Paranın esiri, egosunun esiri, benliğinin, “başka insanlar beğensin” lerin esiri, hâlbuki sizin zayıf naif gördüğünüz tasavvuf ehli hiçbir şeyin tesirinde kalmaz sinek gibi yani, ona kötü muamele edenlere şükreder, kötü bir hadiseyle karşılaştığı zaman, yatıp kalkıp sevinir, onun aleyhinde konuşuldu mu “yaşasın aleyhimde konuşuluyor” der. Onu yıkacak hiçbir şey olmaz, onun için o zayıf, naif değil, o dünyanın en kuvvetli insanıdır. 21. yy insanı ise bu esaretten kurtulmadıkça, nefsinin gördüğü bu kin, nefret, hırs, öfke, kıskançlık, benlik esaretlerinden kurtulmadıkça, bu insan için hayat çok zor, Allah kolaylık versin. Aktivist: İnsan hayat içinde var olmaya çalışırken kimi zaman çok katı, kimi zaman kindar, kimi zaman çok zorba olabiliyor. Ama aynı insanların son derece merhametli, sevgi dolu olduğu haller de yaşanıyor. Siz insanın içinde savrulduğu ruhsal halleri, o dönemdeki kararlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? CEMALNUR SARGUT: Bütün bunları yaşaması gerekir insanın, insan tekdüze değildir. İnsanın içinde kıskançlık da olur ama bunu tekâmül ettirmek için uğraşır, nefret de olur, bunu tekâmül ettirmek için uğraşır. Bütün bunlar Allah’la ilgili bilgi eksikliğinden oluşan şeylerdir. Yavaş yavaş merhameti artar, eğer Allah aşkı çoğalırsa pozitif mefhumlar onda artar, negatif mefhumlar azalır. Pozitif mefhumlar artarsa sıkıntı, bela, iç huzursuzlukları azalır çünkü artık 21. yy Yale Üniversitesi’nin bir asırdır yaptığı araştırma sonucunda; mutluluğun dışarıdan, eğlenceler, gezmeler, içmelerle alakalı olmadığı, mutluluğun başkasına yardım etmek, başkasını memnun etmek şeklinde huzura varmak olduğu anlaşılmış. Bunu tasavvuf asırlardır söylüyor, keşke bu kadar para harcamasaydı Yale Üniversitesi ya da Harvard, biz söylerdik. Hakikaten mutluluk başkasına hürmet etmek, saygı duymaktır. Bunu yaptığınız zaman içinizde sonsuz bir huzur başlar. O şekilde yaşamayı inşallah öğrenecek insanlar. Aktivist: Vicdan nedir, herkesin vicdan ayarı aynı değil maalesef. Bunun ayrımı sizce nasıl yapılacaktır? CEMALNUR SARGUT: Valla Mutasavvıflar vicdanı “kalbin ruha bakan yönünün aktif olması” oalrak tarif ediyorlar. Ruh vücuttaki tek diri ve Allah’a ait yönümüzdür. Eğer kalp nefse bakarsa, egoya ve benliğe bakarsa bu vicdansızlıktır. Kalp diri olan ruha bakarsa, ruhla temas ettiği için daima doğruya yönelir ve yanlış yaptığı zaman da çok üzüntü duyar, buna vicdan denir. Ama insanların vicdan anlayışı, herkesin ruhu aynı derinlikte değildir. Nasıl ki herkesin Allah anlayışı farklı olduğu gibi, her-


kesin vicdan anlayışı da farklıdır. Olsun, mesela bir katilin hırsızlık yapması, yani katilliğe öldürmeye giderken hırsızlık yapmayı tercih etmesi, onun vicdanlı olduğunu gösterir. Benim ise haramdan uzak durmam benim vicdanlı olduğumu gösterir. Herkesin vicdan anlayışına hürmet edip, “daha yanlış olandan” bizi koruması için dua etmemiz lazım. Aktivist: Sabır, sabretmek doğru bir karar mıdır? Sabrın da insanı aldatabilen, gerçekleri gözden kaçırmasına neden olabilecek yanları olabiliyor. Sabrın ölçüsü var mıdır? CEMALNUR SARGUT: Aslında sabır denen şey sizin anlattığınız gibi değil. Sabır hadiselerle mücadele etmeyi bırakmak demek değildir. Bilakis, mücadeleyi arttırmak fakat içinde hadiselerin tesirine karşı sabırlı olmak demektir. Bu yüzden aktif olmayı pasifize etmez sabırlı olmak. Bilakis, aktiflik artar, insan mücadele etmeyi arttırır fakat bir taraftan da hadiselerden etkilenmeme sabrını gösterir, burası çok önemli. İkincisi; Sabır sadece maddi şeylerde olmaz, asıl sabır dünya nimetlerine karşı onları istememek sabrını göstermektir. İşte ona sahip olduğumuz zaman da harikulade bir insan oluruz. Aktivist: “Kul hakkı” nedir? CEMALNUR SARGUT: Kul hakkı çok önemlidir, dinimizin en önemli mefhumudur. Allah iki şeyi yasaklıyor, “Diğer her şeyi affederim” diyor. Birinci, “Kul hakkı” ikincisi, “Şirk koşmak” yani, “Benden çok başkasını sevmeyin” diyor Allah. Kul hakkı şudur; Toplu iğne bile kul hakkıdır, yani sen birinin helal etmeden toplu iğnesini almışsan, o sana kul hakkıdır. Aleyhte konuşmak, dedikodu etmek, başkalarının parasını yemek, başkalarının eşine göz dikmek, yani en küçüğünden en büyüğüne karşımızdaki insanın kalbini kırıp, ona zarar verecek her şey o kulun hakkıdır ve biz bu hakkı ödemeden gidersek, Allah bu hakkı bize ödetecektir muhakkak. Aktivist: Gönül almak, hatır saymak, vefa gibi kavramların özellikle İstanbul’da değerini yitirdiğini düşünüyorum. Bize bu kavramların önemini anlatabilir misiniz? CEMALNUR SARGUT: Bazı çevrelerde belki değerini yitirmiş ama bizim çevrelerde çok yitirmemiş oluyor. Onun için tasavvufun her yerde gelişmesi gerektiğine inanıyorum ben, enstitülerle yayılması gerektiğine inanıyorum. Bu söylediğiniz, sizin de methettiğiniz ve değerini yitiriyor diye üzüldüğünüz kavramlar aslında bizim içimizde var, herkeste var. Fakat benlik ve ego bu kavramları örtüyor, işte tasavvuf insanı benlik ve egodan kurtarıp başkaları için yaşama zevkini insana aşıladığı için, bu kavramları ortaya çıkarmasına sebep olur ve insanları mutlu eder. Yani, insanların mutsuzluğu ego vasıtasıyla, bu kavramlardan, kendilerinde var olan, ortaya çıkmak için insanı zorlayan, bu kavramları zorla susturma75


sıyla olur. Diliyorum ki bu tasavvuf anlayışı gelişsin, birlik, hoşgörü, insanlar arasındaki sevgi gelişsin, yaratanın aşkı gelişsin ve Peygamber hakikati gelişsin ve bu kavramlar da egonun üstüne geçsin, inşallah.

Mutluluk başkasına hürmet etmek, saygı duymaktır. Aktivist: İnsanın yaratılış ve varoluş serüvenine bakıldığında, sizce hayat adil mi? CEMALNUR SARGUT: Valla hayat çok adil, adil olmayan biziz çünkü biz bakış açımızla adaleti yok ediyoruz. Aslında Allah’ın takdir-i İlahi’sinde hiçbir eksiklik ve yanlışlık yok. Allah her tarafa eşit şekilde rahmetini yağdırıyor ama benim toprağım mümbit değilse yapacak bir şey yok. Yani, ben nefsimle… nasıl doğduğum anda bağırarak çağırarak istiyorsam ve hiç kimseye hürmet etmiyorsam, bunu her anımda her yaş seviyesinde gösterirsem, o zaman işte söylediğiniz gibi adil olamıyorum. Adil olamadığım zaman da, ben adaleti uygulayamadığım için, dünyada sanki Allah adaletsizmiş gibi idrak ediliyor, burada çok büyük bir hata var. İkincisi; hiçbir şey alttan bakıldığı gibi değildir. Alttan kulun bakışı, bir saniye sonra nefsinin haz edeceği şeyleri ister. Allah’ın bakışıysa onun ömrünün sonuna kadar rahat edeceği şekilde ona istetmeye yöneliktir. Onun için görünüşte Allah adil değilmiş kul adilmiş gibi gözükür, aslında sonuca bakarsanız en adil Allah’tır, kulun istediği kendi için hiç de adil değildir. Bunu idrak ettiğiniz zaman çok zevkli bir hayat yaşıyorsunuz. Aktivist: Son yıllarda herkes özlü sözler, kişisel gelişim, tasavvuf ve benzeri yenileşim ve değişim bilgilerine ilgi duyuyor ama aldığımız bilgileri içselleştirmekte ve hayatımıza katmakta bir o kadar başarılı olamadığımız da oluyor. Hayatın gerçekleri, menfaat, güç ve para vs. insana yakışan iyiliğe güzelliğe, hayra hizmet eden konularla karşılaştırdığımızda, kalbimizin sesini duyamadığımız oluyor. Bize bu konuda ilham verir misiniz? CEMALNUR SARGUT: Tasavvuf aslında bir felsefe değildir, tabii bu işin bir felsefesi var nasıl yapıldığını anlatan. Tasavvuf bir yaşam biçimidir, yani söylediğiniz şeyi uygulamadığınız zaman sırtınızda kızgın bir yük haline gelir. Onun için o şeyi söylemek değil, onu yaşamak önemlidir, yaşayan Kuran-ı Kerim olmak, yaşayan Mesnevi olmak önemlidir. Maalesef bizde çok konuşmak ama az iş yapmak gibi bir gidişat var, yani son gün76

Temmuz - Ağustos / 2013

lerde bunu çok görüyorum, herkes memleketi kurtarıyor sözleriyle, herkes Allah Peygamber aşkından bahsediyor, birçok cümlenin altına Hz. Mevlana yazılıyor hiç alakası olmadığı halde. Bunları yapmak yerine Tasavvufu, yani Kuran’ı yaşamak çok daha önemli. Yani, ben sabredebiliyor muyum? Yalan söylemeden yaşayabiliyor muyum? Bana kötü muamele edene kızmayabiliyor muyum? İşte bütün bu mefhumları yavaş yavaş Allah aşkıyla ve O’nu tanıdığımız için yaşamaya başlarsak, o zaman inşallah faydalı bir vücut olarak herkesin Sevgilisi olacağız. Aktivist: Son olarak ibadet denince, oruç, dua, namaz gibi dini ritüeller geliyor akla, aslında ibadet nedir? Neler ibadet yerine geçer? CEMALNUR SARGUT: Allah’la beraber oldurtan ve Allah’ı bize hatırlatan her şey ibadettir. Çalışmak en büyük ibadettir, mesela birisi birine kötülük yaparken orada zalime “yapma” diyebilmek en büyük ibadettir. Birisi zor durumdaysa onun yanına koşmak en büyük ibadettir. Nefsinin istediği şeyleri yapmamak en büyük ibadettir. Mesela nefsinin istemediği birisi sana kötü muamele etti, sen de ondan nefret ediyorsun ve konuşmak istemiyorsun, Allah için onunla konuşmak ve “Üç günden fazla Mümin Müminle dargın olmaz” hadisine uymak, ondan daha büyük bir ibadet ben düşünemiyorum. O halde bize zor gelen şeyleri yapmak, nefsimizi beslememek, egoist olmamak, her şeyde Allah’la ilişki kurmak, hepsi birer ibadettir. Daimi hayat yaşamak ibadettir.


Mezarsız Ölüler Jean Paul Sartre

. . Oyun. Iki Perde. Biletler Biletix ve GRI Sahne gisesinde.

Yazan: Jean Paul Sartre Yöneten: Ümit Dogan Yönetmen Yardımcısı: Sevda Ertas Dekor Tasarım: Ümit Dogan Dekor Uygulama: Haluk Yüz Oyuncular: Berna Küçülmez, Mehmet Günal, Mehmet Zeki Giritli, Özgür Sahin, Seda Yüz, Ümit Dogan


Ümit Yontar hiç kafan yok

berber darlanması Çok sevgili berberler ve kuaförler konfedarasyonları üyesi okurlarım, 70 yıl yaşamayı başarabilen bir insanın; 5 yılı en eğlenceli ama en hatırlanamazından olan bebeklik-çocukluk kısmında -hatırlayanlar da hep yalan söyler, çapraz sorgu yapın hep çelişki-, 26 yılı en tatlı anında alarm sesiyle ırzına geçilen uykuda, diğer 5 yılı da kirli detaylarla dolu tuvaletlerde geçermiş. Hiç üşenmedim, araştırdım; berber koltuğunda geçirdiğimiz yılları mamafih bulamadım. Koskoca Zülfü Livaneli‘nin bulamadığı bu gerçeği ben nasıl bulayım diye bir noktadan sonra da araştırmak istemedim. Ömrümüzün büyük bir kısmını kapsayan; ergenlikte ailenin başlattığı, okul sıralarında öğretmenlerin devraldığı, yetişkinlikte insan kaynakları uzmanlarının devam ettirdiği hayat sorgulamaları için berber koltuklarının çok faideli olduğu gerçeğini gözardı etmeden, her berbere gidişte bu sorguya çekilme endişesini yaşamaktan bıktığımı da belirtmek isterim. Ki yine bu endişeyi yaşadığım bir anda; intikam zamanı diyerek mahallenin berber koltuğuna oturdum. Sizli bizli hoşgeldiniz beşgittinizli karşılamadan sonra dünyanın konfordan en nasibini almamış koltuğuna geçtim. Sizli bizli hitap saçlar nasıl olsun abi cümlesiyle, asker arkadaşı kıvamına geldi ve saçlar da dökülmüş diyerek tepe noktasına ulaştı. Haaa öyle oldu dedim ciddiyetimi koruyarak. Sinsi planıma geçmek için, hayatıma dair soracağı sorular tahmin ettiğimden daha hızlı geldi. Boynuma doladığı hışırtılı önlüğe toplu iğne kakıtırken ismin ne dedi. Ağzımdan Napol çıktı. Sarımsı yeşil gözlerinde oluşan merakla, hiç duymadım böyle bir isim, nerelisin diye ekledi üstünde dünyanın kılını barındıran kör makası alırken. Olur da bir gün, insan nesli yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalırsa -ne güzel olur ha-, bu makaslarda birikmiş DNA kalıntılarıyla milyar tane insan klonlanabilir sanırım. Neyse; Fransız göçmeniyiz, bizimkiler Napolyon torunlarıymış -çüş artık!-, 1800lerde İngilizlerin baskısı yüzünden çoluk çocuğu Osmanlı’ya göndermişler, malum Osmanlı imparatorları azınlıklara sevimli davranıyor o dönemler. Bizimkiler de gemilerle göç edip İzmir’e yerlemiş, tabi para da çok olunca yol boyu tedirgin olmuşlar; gavuruz diye. Şimdi anlatırlar bazen; şu anda içinde bulunduğumuz berber dükkanın falan eskiden hep bizimmiş dedim. Bağlar, bostanlar, zeytinlikler. Komili falan hep bizimmiş de Koç’lara devretmek zorunda kalmışız baskı yüzünden. Sonrasında Meşrutiyetti, Tanzimattı, Dünya Savaşı derken hep yağmalanmışız dediğimde adam üçüncü sigarasını yakıyordu, darlandı zaar. O kadar acı çekmiş bizimkiler ama zamanında gördükleri ilgiden ötürü Türklere karşı hiçbir zaman nefret veya kin beslememiş aksine bu ülkenin kalkınması için çok

78

Temmuz - Ağustos / 2013


çalışmışlar diye ekledim. Zamanla Türkleşmişler ve çok çalışmanın itibardan ziyade bir kayıp olduğunu idrak edip, birkaç zengini dolandırmaya çalışmışlar, sonrasında da yedikleri haltlar ayyuka çıkınca sürgüne gönderilmişler diye ekledim gözlerime sevimli bir hüzün yerleştirerek. Aynada kendimi görünce, bir ara ben bile ciddi ciddi hüzünlendim. İlgisini cezbeden historik bir hikaye kakıttığımdan olsa gerek, bana bir çay söyledi. Şimdi nerede oturuyorsunuz dediğinde, İzmir’i hemen hemen hiç bilmediğim için, Bostanlı’da dede yadigarı bir rum evi var oradayız dedim. Yalanlar yalanlar çok zevkli tabi, allahtan bir ara rutubetten kokuşmuş havlulardan birini almak için dükkanın önüne çıktı. Yalanlı dolanlı hayat senaryosuna eklenti bulabilmek için güzel fırsat oldu. Ne iş yapıyorsun ya deyince, birazcık yutkunarak İzmir Protestan Kilisesi’nde başpsikoposun danışmanlığını yapıyorum; işte halkla ilişkiler, medeniyet köprüsü gibi şeyler dedim. Bugüne kadar koltuğuna oturan en havalı müşterisinin ben olduğunu o an anladım. Çayınız çok güzelmiş, hangi çaycıdan söylediniz giderken oturup bir çay içeyim dediğimde; olur mu abicim, ayıp ediyorsun diyerek diyafondan “berbere iki tavşan kanı”nı karşı tarafa iletti. Sene olmuş 2013, hala mı diyafon diyecektim ama; ne kadar nostaljik, diyafon kullanıyor oluşunuz çok hoşuma gitti dedim. -Çocukken, bu diyafonlarla az çaycı delirtmedik ha- Saç traşım bitti; tezgahtaki saç döküntülerini süpürdüğü tüyden yapılmış tüy dağıtıcısıyla -ne saçma di miyüzümü gözümü temizledi sözüm ona. Ense durumunu göstermek için eline bir ayna aldı -zaten bitmiş traş, olmamış desem çaren var mı arkadaş?- nasıl olmuş mu dedi. Ah şahane olmuş, elinize sağlık diye sahte bir gülümse ile ayaklanıyordum ki durdurdu. Pamuklu ispirtoyla -ispirtolu pamuk da olabilir- oramı buramı yaktıktan sonra; bir gün klisenize gelip iki istavroz çıkarsak, üç beş mum yakıp ayininize katılsak dedi -tabiki demedi, yok artık:)-. Medeniyetler ittifakı üzerine hoşgörü nutuklarından sonra borcumu sorduğumda, olmaz valla bu benden, ayağın alışsın diyerek pohpohladı. Lan dedim, adamı kandırdım, bir de üstüne bedava traş oldum, çok ağır bir intikam oldu, Beren Saat bile daha az intikamcı diye iç sesimle vicdanlı günah çıkarması yaptım. Bunları yapmayı çok isterdim ama berberlerde oluşan mesleki sorgu teknikleri yüzünden ismimden, mesleğime, maaşıma, oturduğum evin kirasından ailemin yaşadığı ikamete kadar her bişeyimi anlatmak zorunda kaldım. Nerden, nasıl alıyorlar bu teknikleri bilmiyorum ama gözümdeki en büyük sorguculardan birisi Jack Bauer diğeri de berberler. Saygım sonsuz, konfedarasyon hakkınız! 79


Bedenimiz en dürüst organı hangisidir?

Funda Bilgili fundabilgili@fundabilgili.com

eller, ayaklar, oturuş biçimleri neleri ele verir?

Bu soruyu seminerlerimde her soruşumda en çok aldığım yanıt gözlerdir. “Gözler kalbin aynasıdır, yalan nedir bilmez onlar…” deriz şarkılarda bile. Ama ne yazık ki gözler yalan söylemeyi bilir! Sosyal bir varlık olarak kontrol etmeyi ilk öğrendiğimiz organlarımızdandır gözler. Düşünün; terfi ettiğiniz günün akşamı, en yakın arkadaşınızın annesinin vefat ettiğini öğrendiniz ve başsağlığına gittiniz. İçinize sığmayan devasa sevince rağmen gözlerinizden okunan hüzündür. Çünkü hepimiz böyle bir zamanda gözlerimizden

organları kontrol etmek için bir çaba harcayıp dilediğimiz gibi yönlendirmeye çalışırken, ayaklarımız aklımıza bile gelmez. Zaten beden dili ile ilgili yorumlanan kısımlar daha ziyade belin üzerindeki kısımdır. Bu yüzdendir ki, profesyonel beden dili yorumcuları, yorumlarında ayakları fazlasıyla dikkate alırlar. Dürüstlük sıralamasında ayakları, eller ve gözler takip eder. Çok sevinçli olduğumuzda ayaklarımız yere basmaz, bulutların üzerinde yürürüz. Deyimler ayakların önemini gayet

anlama konusunda iyi bir yol göstericidirler. İyi gittiğini kabul ettiğiniz bir toplantı düşünün. İş arkadaşınızın üst bedeni tümüyle size dönük, aynalama yapıyor. Mimiklere bakınca da her şey yolunda görünüyor. Ancak ayaklar yorumunuzu bir anda değiştirilebilir! Karşınızdaki kişinin ayakları kapıya bakıyorsa biraz daha dikkatli değerlendirin. Arkadaşınız bir ayağını yere vuruyor ya da hafif hafif sallanıyorsa ve özellikle de bunu çıkışa doğru yapıyorsa sembolik olarak kaçıyordur! Bedeni orada olan biri fikren tamamen başka bir

okunması gerekenin mutluluk değil acı olduğunu biliriz. Ya da tersini düşünelim; sevgilinizden ayrıldığınız gün en yakın arkadaşınızın düğününe gittiniz. Gözünüzde yaş mı olur yoksa gülümseyen yüzünüze yakışan gülümseyen gözler mi? Elbette ikinci seçenek. Çünkü biliriz ki, sevdiklerimizin mutlulukları paylaşılmak içindir. Acımızla o sevinci gölgelemeyiz. Eller der kimi katılımcılar da. Oysa ellerimiz de kontrol altında tuttuğumuz organlarımızdır. İçinde bulunduğumuz ortama göre uygun bir dil konuşturmayı başarırız. Beden dili eğitimleri esnasında da doğru kullanma konusunda en çok titizlik gösterilen konulardan biridir elleri düzgün kullanabilmek. Peki ayaklara ne dersiniz? İlk bakışta akla gelmeyen, oysa dürüstlüğüyle diğer organlara fark atan organdır ayaklar. Neden biliyor musunuz? Bir organ beyinden ne kadar uzaksa, ona hakim olmak o kadar güçtür. Yani; diğer

güzel anlatırlar aslında. Usta poker oyuncuları, beden dili yorumlama konusunda oldukça iyidirler. Çok iyi mimik okurlar. Ama yorumları yüz ile sınırlı kalmaz. “Mutlu ayak” adını taktıkları bir durum vardır. Rakip oyuncunun eli kuvvetli olduğunda uyanık olmaları için onlara bir işarettir sıçrayan, tempo tutan ve sürekli kıpırdayan ayaklar.

yerde olabilir ve bacaklar da bu konuda oldukça samimi rehberlerdir. Özellikle çekingen biriyseniz, yeni ortamlara katılırken sıkıntı duyuyorsanız yine ayaklardan yardım alabilirsiniz. İki arkadaş konuşurken aralarına katılıp sohbete ortak olmak istiyorsunuz ama nasıl karşılanacağınız konusunda emin değilsiniz. Ayaklarını okuyarak sonuca ulaşabilirsiniz. Siz yanlarına gittiğiniz zaman sadece üst bedenleriyle size dönüyor ayaklarında her hangi bir değişiklik olmuyorsa, sizi pek de aralarına almak istemiyorlar demektir. Çünkü sizin de sohbete katılmanızı isterlerse, ayakları açılacak, yönleri sizi gösterecek ve sizi de aralarına alacaklarının sözsüz işaretlerini vereceklerdir. Sacayağı şeklinde bir duruş kalabalık gruplarda da yolunda giden iletişimin işaretidir. Ayakların açıklığı ve yönü kişiler arası iletişim konusunda değerli ipuçları içerir. Dışarıda kalanları anlamak için de yine ayaklara bakabiliriz.

80

Temmuz - Ağustos / 2013

“Siz yanlarına gittiğiniz zaman sadece üst bedenleriyle size dönüyor ayaklarında her hangi bir değişiklik olmuyorsa, sizi pek de aralarına almak istemiyorlar demektir.”

İş hayatında da bize pek çok değerli ipucu sunar ayaklar. Özellikle toplantılarda iş arkadaşlarınızın sıkılıp sıkılmadığını


“Beden dilinde alan genişletmenin iki anlamı vardır. Yüksek özgüven ya da saldırganlık.” Ayak kilitleri de adeta açık ve kapalı levhası gibi asılı kalırlar iletişimde. Ayak bileklerini sıkıca birbirine yapıştırarak çaprazlayan kişi size “iletişime kapalıyım” levhasıyla karşılık veriyordur. O bilekler açılmadan iletişimi sağlıklı sürdürebilmek mümkün değildir. Gerildiğinizde de ayak bileklerinizi çaprazlama yoluna gidersiniz. Uçağın iniş ve kalkışlarında uçaktan korkan yolculara dikkat ederseniz, ayak bileklerinin çaprazlandığını görürsünüz. Dişçiden korkan biri de dişçiye gittiği zaman benzer bir

davranış sergileyecektir. İş mülakatlarında da sıkça karşılaşılan bir durumdur. Aday, kendisini rahatsız eden bir soruyla karşılaştığında ayak bileklerini çaprazlar.

Bacak Bacak Üstüne Atmak Madem ayaklar iletişimde bu kadar önemli bir yer kaplıyor, üzerinde durmamız gereken önemli bir konu daha var: Bacak bacak üstüne atmak. Üzerinde en çok konuşulan, tartışılan, yorumlanan konulardan biri bu. Bacak bacak üstüne atmak iletişime kapalı olduğumuzun bir göstergesi mi? Kadın ve erkekte ortak yorumlanacak durumlar olduğu gibi tamamen ayrı değerlendirilmesi gereken durumlar da var. “Bacaklarınızı açarak oturmak sizce doğru mu?”. Bu sorunun iki cevabı var! Evet ve hayır! Kadın ve erkek okurların yanıtlarının aynı olmadığı sorulardan biri.

Bizim kültürümüz de dahil olmak üzere pek çok kültürde kadınların bacaklarını açarak oturması hoş karşılanmazken, erkekler söz konusu olduğunda hoşgörünün sınırları epey genişlemektedir. Bu da bizi hayatımızın erişkinlik döneminde belli kalıplara dikkat etme gibi bir durumla karşı karşıya bırakır. Bir erkek için bacak bacak üstüne atmak fiziksel bir zorunluluk değilken kadın söz konusu olduğunda durum farklılık gösterir. Bacaklarını açarak oturması hoş karşılanmayan kadın için, bacak bacak üstüne atmak, fiziksel bir rahatlamadır. Kadından bacaklarını kapalı tutması beklenir. Bacaklarınızı birleştirip uzun süre oturduğunuzda bunun fiziksel olarak çok da rahat bir oturuş olmadığını fark etmeniz uzun sürmez. Ağrıyan bacaklarınız size pozisyon değiştirmeniz uyarısını gönderir. Bacak bacak üstüne atmak ise

yorumlamamız nasıl olmalı? Öncelikle bacak bacak üstüne atma jestini tek başına iletişime kapalılık işareti olarak almamamız gerektiğini bilmek gerek. Bu jest, diğer iletişime kapalılık jestlerini destekler biçimdeyse o yönde değerlendirilebilir. Bacak bacak üstüne atan kişinin aynı zamanda kollarını da kavuşturması gibi. Ancak tek başına asla bu anlamı içermez. Kadın ya da erkek fark etmez, uzun süre aynı pozisyonda kalan insanlarda rahatlama amaçlı yapılan bir jesttir. Bacaklarını açarak oturmak alan genişletmektir. Beden dilinde alan genişletmenin iki anlamı vardır. Yüksek özgüven ya da saldırganlık. Amerikan stili 4 şeklinde bacak bacak üstüne atma yine alan genişletmeden ötürü özgüven ve bir par-

sizi rahatlatacak bir zorunluluğa dönüşür. Yapılan araştırmalar, uzun masa örtülerinin bulunduğu restoranlarda kadınların da tıpkı erkekler gibi bacaklarını açarak oturduğunu göstermiştir. Oysa masa örtülerinin kısa olduğu restoranlarda kadınlar bacak üstüne atmayı tercih ederler. ( Yoksa zorunda kalırlar mı demeliyim?) Kimi toplumlarda ise bu konunun üzerinde sandığımızdan daha fazla durulmuştur. İngiliz kraliyet ailesinin kadınları bu konuda bizim kadar şanslı değillerdir. Geçen yüzyılda kraliyet ailesinin kadınları bacak bacak üstüne atarak oturamazlardı. Bugün bile Kraliçe Elizabeth’in bacak bacak üstüne atmış fotoğraflarını görmeyiz. Aslında günümüzün modern dünyasında eskisi kadar katı bir kural olmasa da hala etkisini gösterir toplum baskısı. Şartlar eşit olsa, kadınlar ve erkekler bacak bacak üstüne atma ve bacaklarını açarak oturma konusunda benzer davranışlar gösterirler. Ancak şartlar eşit değil. Peki, bu durumda

ça katı tutum ya da saldırganlık içerebilir. Amerikan stili bacak bacak üstüne atmış bir kişi, aynı zamanda elleriyle de ayak bileğini kavramışsa, inatçılık ve saldırganlık daha aktif hale gelir. Ancak bu oturuşların nerede ve ne zaman değerlendirildiği de dikkate alınmalı. Evinizde ve iş yerinizde farklı yorumlarda bulunmak olasıdır. Ayrıca iddialı, yüksek özgüvenli kadınların da erkeklerin ağırlıkla kullandığı Amerikan tipi bacak bacak üstüne atmayı tercih etmesi sıkça rastlanan bir durum. Özellikle satış personeline verdiğim eğitimlerde, iyi satış yapan kadın çalışanların ağırlıklı bu oturuşu tercih ettiğini gözlemledim. Peki, kendini rahatsız ve sıkışmış hisseden insanlar nasıl oturur sizce? Ayaklarıyla sandalyenin arkasına sarılmış, dizlerini adeta silah olarak ortaya çıkarmış oturduğu sandalyenin kollarından destek alan birini görürseniz bu kişinin kendini rahatsız hissettiğini anlayabilirsiniz.

81


Brahma Kumaris Meditasyon ve Kişisel Değişim Derneği olarak bu yaz çok değerli “Denise Lawrence”ı ağırladık. Aşağıda, Denise Lawrence’ın” Yaşayan Değerler(Living Values)” projesi kapsamında “özgürlük” üzerine yaptığı bir konuşmanın metne aktarılmış hali yer almaktadır, Keyifle okumanız dileğiyle…

Özgürlük Özgürlük ve diğer değerlerin hayatımızda uygulanabilmesi için cesaret adımları atılması gerekir. Şöyle bir deyiş vardır: “Bir adımı cesaretle atarsan, bin adım yardım gelir” Özgürlüğün çeşitli boyutları vardır. Bir boyutu da içimizdeki özgürlüktür. Ruhsal özgürlük, öz varlığımız olmak ve gerçekte nasıl isek kendimizi öyle ifade etmektir. İçimizdeki bağlardan özgür olduğumuzda var olan özgürlüktür bu... Peki, bu bağlar neler olabilir? Bu bağlar çeşitli seviyelerdedir. İlk seviye, kendine dair olan bağdır. Esasen bu, kendine dair yanlış idraktir. Nasıl ‘yanlış ben’ e sahip oluruz? Bu birçok yolla oluşabilir. Bir kısmı yetiştirilme tarzımızdan ya da farklı insanlar tarafından, ismimiz, ırkımız, sosyal konumuza göre “Sen böylesin, hayattan beklentilerin bu olabilir” diye bize anlatılanlardan kaynaklanabilir. Ve anlatılanlar arasında hatalı bilgilerin olma ihtimali çok yüksektir. Kendinizi dışsal görünür öğeler olarak düşünmek öz varlığınıza bir sınırlama getirir ve sınırlamalar kendinize dair özgürlük algınızın azalmasına neden olur.

Bu bedende, çevrenizdeki tüm insanlar, sosyal statünüz, durumlar ve kalıtımsal özellikleriniz ile birlikte hala özgür olabilir misiniz? Zor olan işte budur! İçimizdeki özgürlüğü nasıl

elde ederiz? Dışarıdan “Sen şu ülkedensin, cinsiyetin şu, eğitim seviyen şu…” denir. Toplumsal olarak bir algı yaratılır ve eğer siz “Evet, bu gerçek” derseniz; bir çeşit 82

Temmuz - Ağustos / 2013

hapishane ile sınırlanıyorsunuz gibidir. Aslında böyle olmak zorunda değildir; her birimiz bir takım genellemelere tabi olarak yaşıyoruz sadece… Var olan genellemelerden nasıl kurtuluruz? Bu biraz düşünme ve anlayış gerektirir ve meditasyon bize bu konuda yardımcı olur. İçsel özgürlük olduğunda; kendimden farklı olan insanlarla özdeşleşmem mümkün olur; çünkü ortak olan ruhsallıkla bağlantı kurarım. O zaman, insanların sınırlamalar nedeniyle geçici olarak örtülmüş ne kadar çok ortak noktası olduğuna şaşırırsınız! Başkalarına dışsal görüntüye dair filtreler ile baktığımızda hapis kalırız ve onları da hapsederiz; onlara farklı bakıp farklı davranırız… Bir hapishane daha vardır; mizacımızın hapishanesi. ”İnsan doğası değişmez, onlar ne ise odur” diyebilirsiniz… Fakat ruhsallıkta böyle bir söylem sorgulanır. ”Gerçekten bu benim doğam /mizacım mı? Bu, gerçekten olduğum gibi olma özgürlüğü mü? Yoksa yıllar boyunca üzerime giydiğim bir şey mi?”. Ve biz de “Evet,” deriz, “Üzerine giydiğin bir şey ve onu bırakabilme seçeneğine de sahipsin.” Bu sınırlamalara başka hiçbir seçeneğimiz olmadığı düşüncesiyle kapılırız, fakat bir kere öz varlığımızın gerçekliğini deneyimlemeye başladığımızda, aslında seçme şan-

sımızın olduğunu anlarız. Meditasyonda gerçekten siz olmanın anlamını deneyimlersiniz… Özgür olduğunuzda nasıl olduğunuz ile içinde yaşadığınız bu görünmeyen sınırlamaları yaratan durumların etkisi altında olduğunuz zamanki farkı görürsünüz. Bu farkı gördüğünüzde, seçim yapmanız gerektiğini hissedersiniz; sadece bir seçeneğiniz yoktur… Özgür olmayı seçmiyorsanız eğer, bağ içinde olmayı seçiyorsanız, bir şekilde acı çekmeyi seçiyorsunuz demektir. Kendimize karşı dürüst olursak ama yine de o seçimi yaparsak; içimizden bir şey hemen “Bir dakika,” der; “Bu nasıl bir seçim? Bunu nasıl seçebilirsin?” ve biz tekrar değerlendiririz… Belki de içsel olarak özgürleşmiş birisi ile karşılaşırız; dışarıda hiçbir şeyini değiştirmeyen, hala aynı insanlarla yaşayan, aynı işi yapan, görevlerini yerine getiren, ama kalbini özgürleştiren biri… Çünkü kim olduğunu biliyordur ve bir şekilde özgürlüğünü almak için orada bulunan durumlardan ürkmüyordur. Özgürlük fikri veya hissi üzerine meditasyon yaptığınızı düşünün. Meditasyonun başlangıcında, ne yapmanız gerektiğini bilmiyor gibisinizdir. Ama bu düşüncede kalın ve içinizde derinlere doğru gidin ve özgürlüğün sizin için gerçekten ne anlama geldiğini düşünün… Bir ya da başka bir bağın baskısını işaret eden alanları gösteren dü-


şüncelerin zihninizde belirmeye başladığını göreceksiniz. Ne kadar sıklıkla birisi kendine “Sadece bu kişiler değişse, ben özgür olabilirdim,” ya da “Daha iyi durumda olabilirdim” diyordur. Daha derin düşünürsek; özgür olmak gerçekten neye benzer? Hayatıma nasıl yansır? Özgürlüğün bir işareti: ne olursa olsun, kim ne derse desin ondan etkilenmemektir. Birisi bize bir şey söylediğinde bunu hakaret olarak algılamak özgür olmadığımızın bir işaretidir. Bize doğru olmayan bir şey söylediğinde, ya da herhangi bir durumda, eğer gerçek varlığıma dokunabiliyorsam ve özgürsem; onların ne dediği benim ya da diğerleri için bir fark yaratmayacaktır. Bu, özgürlüğümün işaretidir. Hepimiz böyle hissedebilsek ne güzel olurdu. Meditasyon yapmamızın nedeni budur: bakıp, araştırıp, nerede özgür olmadığımı anlayabilmek! Eğer birisinin etkisi altında kalırsam, yanlış bulduğum bir şeyi o kişi bana yaptırırsa ve ben de “İyi ama o bana söylediği için yaptım” dersem; bu özgürlük değildir. “Hayır; ben bunu yapmayacağım” demek seçimine sahibiz. Fakat neden böyle yapmayız? Çünkü çoğunlukla onların öfkelenmesinden korkarız.

Özgürlük ve diğer değerlerin hayatımızda uygulanabilmesi için cesaret adımları atılması gerekir. Şöyle bir deyiş vardır: “Bir adımı cesaretle atarsan, bin adım yardım gelir”. Fakat

özgürlüğün göstergesi olan o ilk adım, çok enerji ve cesaret gerektirir. Bu cesareti nasıl ediniriz? Bir bölümü içimize dönmek ve “Evet, bunlar benim iki seçeneğim” diyebilmektir. “Ya bu kişinin etkisi altında kalacağım ve yanlış bir şey yapacağım ki bu onlara ait değil bana ait hatalı bir eylem olacak… Yapmak istediğim şey bu muydu?” Ve “İyi ama bu onun suçu!” dersek bana “Hayır, değil. Hayır deme seçimine sahiptin ve yapmadın” diye cevap gelir. Bir bölümü de sorumluluk almak ve “Diğer kişi yapmamı istedi ve ben de yaptım.” gibi mazeretler sunamayacağımı anlamaktır. O zaman, kişinin özgürlüğünü sağlayabilmesi için gerekli olgunluğun bir bölümü de “Ne yaparsam; onun sonuçlarına katlanacağım” gerçeğinin bilincinde olmaktır. Özgürlük bayrağı artık bir kez içimde yükseldikten sonra, onurlu bir eylem olarak

görmediğim bir şey yapmam istendiğinde, o kişinin tepkilerinden bağımsız olarak hayır diyebilirsem; elde edeceğim sonuç saf eylemleriminkidir. Ve o kadar özgür olurum ki, artık kimse prensiplerime aykırı olan hiçbir şeyi bana yaptırmayı düşünmeyecektir bile. Bu aynı zamanda çok yüce bir güçtür; diğer bir deyişle özgürlük sadece bir değer değildir; bir güç şeklini de alabilir. Öyleyse, araya giren nedir? Çoğunlukla korku… Birisi sizi etkilemek istediğinde bu girişim genellikle bir çeşit görünmez tehdit

İçsel özgürlüğümü kazanabilmek için yapmam gereken çok önemli bir nokta; hiçbir şiddet çeşidinden korkmamak ya da tehdit hissetmemektir. Bu da hoş görebilme özelliğine sahip olmam gerektiği anlamına gelir. İstediğini yapmadığım için bana bağıran veya kötü davranan birini hoş görebilmeliyim. Böylesi, vicdanımla ters düşmekten daha iyidir. Böylesi, yanlış bir şey yapmanın sonuçlarına katlanmaktan daha iyidir.

Basit bir meditasyon deneyimi *Odaklanacağınız bir nokta olursa dikkatiniz dağılmaz. *Hafif bir arka plan müziği, size yardımcı olur. *Biz gözlerinizi açık tutmanızı tavsiye ederiz. *Rahat bir şekilde, sırtınız dik olarak oturun. *Yavaş yavaş odağınızı bedeninizden, vücudunuzun üst kısmına, başınıza doğru yönlendirin, *Ve bir noktayı hayal ederek gündelik düşüncelerinize bir süre için ara vermeye çalışın. *Bu süre boyunca bir nokta gibi olduğunuzu düşünün; gereksiz herşeye nokta koyun; zihninizi boşatın ve nokta olmanın sessizliğini ve huzurunu hissetmeye çalışın… içerir. Biz, tehdit ile ilişkimizin ne olduğu üzerine düşünmeliyiz. Ne kadar süre ile bu görünmez tehditlere maruz kalacağım? Yapmam gereken ilk şey, kendime “Biri bana baskı ile bir şey yaptırmaya çalıştığında, bu tehdittir” demektir ve sonra benim bir seçme şansım vardır; buna tabi olacak mıyım, olmayacak mıyım? Çoğunlukla insanlar, birinin onlara kızma olasılığından ürkerler. Öfkeden korkarız ve bu şiddet durumu veya ortamı insanları kontrol etme yollarından biridir.

Böyle yapmak ve özgürlüğümü korumak, çok hassas olan ve zor kazanılan özgürlüğümü atmaktan daha iyidir. Değerlere dayalı bir toplum yaratmak için bireylerden başlamak ve içsel bir çalışma gerekir. Elbette bu cesaret gerektirir, ama diğer şeylerde olduğu gibi, başlangıçta küçük adımlar atarız… Küçük adımlarda kendimizi rahat hissettiğimizde, bunu farklı alanlarda uygulamamız da kolaylaşır. Bir kere özgürlüğün bizim için önemli bir özellik olduğunu ve onu kullanmak için sorumlu olduğumuz düşüncesini başkalarının zihninde yaratabildiğimizde; o artık bize verilir. Kimse onu sizden geri almak istemez. Ama biz o ilk cesaret adımını atmalıyız. O zaman başkaları o özgürlüğe değer verir, sever. “Senin sahip olduğunu biz de istiyoruz” derler ve siz de başkalarına ilham veren bir örnek olursunuz.

Denise Lawrence (40 yılı aşkın bir süredir dünya çapında bir konuşmacı ve Brahma Kumaris Dünya Ruhsallık Üniversitesi’nde meditasyon öğretmenidir. Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Almanya’da yaşamış ve Eğitimde Değerler ve Ruhsallık konularında 10 kitap yazmıştır.) 83


röportaj

NEDİR ŞU DİJİTAL AJANS DEDİKLERİ? İnternet dünyası biz “kullanıcılar” için, sürprizlerle ve fırsatlarla dolu. Sosyal ağlar sayesinde sevdiğimiz ünlü ve başarılı kişileri takip edebiliyor, onlarla diyalog kurabiliyoruz… İhtiyaçlarımız için ilk önce “Google”a bakıyoruz. Neyi aradıysak, o bizi tüm gün takip ediyor, biz internette gezinirken… Reklamlar, içerikler, yorumlar… Her yerden bir bilgi, bir haber çıkıyor karşımıza… Sahi internette işler nasıl dönüyor? Dijital Ajans kavramı o kadar yeni ki, 2010 yılında İstanbul’da kurulan Bi’Fark Yarat sektörün eskilerindenmiş gibi duruyor☺Dijital İletişim Ajansı Bi’Fark Yarat’ın kurucularından Behice Sayat, sorularımızı cevapladı…

84

Temmuz - Ağustos / 2013


İnternetteki Ajanınız! Aktivist: Öncelikle, dijital ajans nedir? Neler yaparlar? Behice Sayat: Dijital ajanslar, isimlerinden de belli olduğu üzere internetin merkezde olduğu dijital dünyada markaların/ kişilerin adına çalışırlar. Bu sosyal medya yönetiminden, dijital PR’a yapılacak yarışmalardan, uygulamaların yazılımına kadar bir çok alanda olabilir. Ben dijital ajanslar için internetteki ajanınız demeyi çok seviyorum. Çünkü sadece sizinle ilgili gözlemlemekle ve adınıza hareket etmekle kalmazlar. Bir diğer önemli görevleri de hızla gelişen bu dünyada markanız adına yeni gelişmeleri izlemeleri ve bu gelişmeler ile ilgili yönlendirme yapmalarıdır. Aktivist: Bize takip edildiğimiz hissini veren şeyler yaşıyoruz. Google’da portakallı kek arıyoruz, Facebook bize sağda kek sayfalarının reklamını gösteriyor. Nasıl oluyor bunlar? Behice Sayat: Tüm bunların temelinde bilgisayar teknolojilerindeki gelişiminin “bilgi”nin dağıtım hızı ve yapısında yaptığı değişiklik yatıyor. Şöyle örnek verebiliriz, 1954 yılında 5 MB veriyi taşımak için buzdolabı boyutunda bir sürücü gerekiyordu, bugün 16 GB veriyi her birimiz USB’lerimizde taşıyabiliyoruz. İnternete saniyede yüklenen veri ise 339 Gigabitlik(Gbps). Dolayısıyla bilginin dağılım hızında bir devrim var. Bilgi artık rahat ulaşılabilir ve yönetilebilir durumda. Bu süreç devam ediyor. Biz tüketiciler de dijital alanda bir iz bırakıyoruz, aradığımız bilgilerle, yaptığımız yorumlarla vs. Bu izler aynı zamanda ihtiyaçlarımızı gösteriyor. Başarıya ulaşmak isteyen markalar bu ihtiyaçları doğru takip ederek, size en hızlı bir biçimde ihtiyacınızı sunmak durumunda. Aktivist: Türkiye’deki internet kullanıcılarını algı, davranış, alışkanlık olarak nasıl yorumluyorsunuz? Behice Sayat: Türkiye özellikle 2004 sonrasında bu sürece çok hızlı adapte oldu. 30 milyon facebook kullanıcısı, 9 milyona yakın twitter hesabı bunun en önemli göstergeleri. Ülkemizdeki tüketiciler yeniliklerden hoşlanıyor, denemekten çekinmiyor ve markalarla sosyal medya üzerinden ilişki kurmayı seviyor.

Aktivist: İnternet hayatımıza gireli beri en itibarlı dönemini yaşıyor. Artık şirketlerin pazarlama, tanıtım hatta satış stratejileri büyük oranda internet odaklı geliştiriliyor. Dijital ajanslar da, bu konuda şirketlerin adeta sağ kolu olarak yeni bir sektör yarattılar. Bu süreç nasıl oluştu, değerlendirebilir misiniz? Behice Sayat: Dünya bildiğimiz anlamıyla internetle yani ‘World Wide Web’ deyimiyle 1991’de tanıştı.1994 yılında tüm dünyada internetteki site sayısı 10 bine, host sayısı ise 3 milyona ulaşmıştı ve yeni bir iletişim biçimi sayısal olarak da kuruluyordu. Türkiye’de biz bu süreci 2000’lerde yaşamaya başladık. “www” olgusu bu yıllarda hayatımıza girdi. Bu internetin temelinin oluştuğu dönemdi. Bu dönemin ardından 2008 yılına kadar bir pişme dönemi oldu diyebiliriz. Bunun ana nedeni altyapı sistemlerin oturmasıdır. İnternetin hızı ve kullanımı arttı. Dijital ajansların ağırlığını gösterdiği dönem de budur. Ancak pazarlama ve tanıtım faaliyetlerini internet odaklı geliştiğini söylememiz mümkün değil. Bizim önerdiğimiz de zaten doğru bir pazarlama iletişimi stratejisi için tek bir temel üzerinden değil, birçok kanalın birbirine paralel kullanılmasıdır. Aktivist: Dijital mecralardaki reklam kanalları hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Behice Sayat: Dijital dünyada ana reklam kanalları medya satın alma, arama motoru reklamları ve sosyal medya reklamlarıdır. Ancak dijital dünyanın bildiğimiz reklam, PR gibi geleneksel iletişim kanallarının yapısında da ciddi bir değişiklik yarattığını, dolayısıyla “eski” klasik reklam ve PR özelliklerinin bir kısmını dijitale aktardığını söyleyebiliriz.

açılmış paylaşım siteleri ve forumlar çok yardımcı oluyor. Önemli bir diğer nokta da görüşlerinizi deneyimlerinizi yazmaktan çekinmeyin, yaşadıklarınız, olumlu olumsuz paylaşım olacak. Aktivist: Şirketler tarafına geri dönersek… Adwords’ün alametleri nelerdir? Behice Sayat: Adwords arama motoru reklamcılığının adıdır aslında. Türkiye’de arama motoru pazarı ağırlıklı Google tarafından domine ediliyor. Artık hepimiz biliyoruz ki bir şeyi, herhangi bir şeyi, ev, alışveriş, hediye... öncelikle Google’a yazıyoruz. Google belli parametreler belirleyerek sizin aradığınız kelimeye en uygun hizmet ya da ürünü karşınıza çıkarmayı amaçlıyor. Arama tuşuna bastığınızda hafif pembe zeminiyle ilk 3’te çıkan ya da yan tarafta çıkan reklamlar bu amaçla orada. Adwordste başarının sırrı ise, dijital dünyada olduğu gibi “ihtiyacı” olan kişilerin karşısına “ihtiyaç duyulan” ürün ve hizmetleri çıkarmaktan geçiyor. Aktivist: İyi bir Dijital PR için neler önerirsiniz? Behice Sayat: Bilginin yapısındaki ve hızındaki değişim ciddi bir bilgi kirliliği de

Aktivist: Peki biz tüketicilere, internette karşımıza çıkan ürün, hizmet ve şirketlerin ne derece güvenilir olduğunu anlayabilmemiz için birkaç ipucu verebilir misiniz? Behice Sayat: Önerdiğimiz temelde bir “arama motoru” araştırmasıdır. Bunu tüm tüketiciler her marka ve konu ile ilgili yapabilirler. Ayrıca konulara özel forumlar, bloglar bir diğer deneyim alınabilecek kaynaklar. Örneğin bugün tatile gitmek istediğinizde sırf bu konuda 85


yorumların tümü, bu itibarın yönetimi ise onların yarattığı algının ölçümlenmesi ve yönetilmesi olarak özetlenebilir. Dijital İtibarın ana yaklaşımını ise tıpkı geleneksel medyada olduğu gibi açık dürüst ve samimi bir iletişimin yürütülmesi oluşturuyor. Bu nedenle samimi olmak, anında cevap verebilmek, özetle her tüketicinin değerli olduğunu hissettirmek çok önemli.

yarattı. Dolayısıyla en önemli şey doğru, “paylaşılabilir” içerik yaratabilmekten geçiyor. Bu geleneksel PR kadar dijital PR için de temel gösterge. Diğer adımı ise hangi mecralarda dağıtacağınız. Hedefleme yapmanız ve hedef tüketicileriniz sizi göreceği mecraları seçmeniz, içeriğinizi her mecranın diline uygun hale getirmeniz çok önemli. Diğer adımı ise yaptığınız dijital PR’ı ölçümlemeniz ve geri bildirim almanız. Aktivist: Twitter’da çok da şahane olmayan hesapların on binlerce takipçisi olduğunu görebiliyoruz. Twitter takipçi arttırma konusunda neler yapılıyor? Behice Sayat: Tüm sosyal araçlarda olduğu gibi twitterda da büyümenizin yolu “etkili ve okuyan kişinin işine yarayacak” içerikten geçiyor. Ancak her sosyal ağda olduğu gibi twitterın da kendi yapısına uygun içerikler girmeniz gerekiyor, twitterda da alternatif bakış açıları sağlayacağınız kısa girişler çok önemli. Elbette yine bu sosyal ağa özel, TT olma çalışmaları, hashtag yönetimi, takip çalışmaları vb. yapacaklarınızın sadece minik bir bölümü. Burada dikkat edilmesi gereken etik bir biçimde tüketicilerin sayfa takibine kendilerinin karar vermeleri. Sektör içinde biliyoruz ki tüketicilerin otomatik olarak takip ettirilmesi gibi kimi etik olmayan uygulamalar yapılıyor. Bu konunun da sektörün güçlenmesi ile aşılacağına inanıyoruz. Aktivist: Son zamanların popüler kavramı Dijital İtibar nedir? Bu konuda nasıl çalışmalar yapılıyor? Behice Sayat: Dijital itibar, marka ve kişiler hakkında dijitalde başkalarının yazdığı 86

Temmuz - Ağustos / 2013

“İnternet tüketicinin kral olduğu bir dünya” Aktivist: Özellikle sosyal medya, şirketler için hedef kitlesinden direkt bildirim ve dönüş alabildikleri bir yer. Tüketiciler, sosyal medyayı “tüketici hakları” konusunda ne şekilde kullanmalılar? Behice Sayat: Tüketiciler ile interaksiyonun arttığı markaların canlı varlıklar halini aldığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu nedenle tüketicilerin deneyimlerini sosyal medyada paylaşmasını çok destekliyoruz. Eğer ki bir marka ile ilgili bir görüşünüz var ise –sadece herhangi bir sorun yaşadığınızda değil, bunu o markanın sosyal ağlarına mesaj atarak ya da forumlarda yazarak belirtin. Ayrıca herhangi bir sorun durumunda da tüketici hakları için kurulan özel internet sitelerinden yazabilirsiniz. Aktivist: Dijital PR çalışması yaptırmak isteyen bir şirket, ajansta neler aramalı? Behice Sayat: Öncelikle dijitalin tüm kanallarının bir bütün olduğunu söylemek

isterim. Yani sadece dijital PR hizmeti ile değil, dijital dünyanın tüm imkânlarından marka stratejisine uygun bir biçimde ve tüketicinin ihtiyaçlarını doğru anlayarak ilerlemek gerekiyor. Bir dijital ajansta bence aranacak en önemli özellik ise, “iyi strateji üretebilmesi” ve bu stratejiye uygun “iyi içerik” üretebilmesidir. Bu özelliğin üstüne teknik olarak iyi bir yapılarının olmasının da eklenmesi de gerekiyor. Ajansın yeteneklerinin yanı sıra kültürünün de çok önemli olduğuna inanıyorum. Ajans kültürünün; yaratıcılığa açık, meraklı ve başarı odaklı olması halinde ancak başarının geliştirebileceğini düşünüyorum. Aktivist: Peki, son olarak… Biz “hedef kitle”☺ Yani elbet birilerinin hedefiyizdir☺ İnternette ne görünce ne anlamalıyız? Behice Sayat: İnternet tüketicinin kral olduğu bir dünya. Öncelikle sizin ihtiyaçlarınıza cevap verecek bir alan kurmalısınız. Örneğin tüm sosyal ağlarda olmaktan yoruluyorsanız kendi istediğiniz sosyal ağı seçerek sevdiklerinizle bir bağ yaratabilirsiniz. Keza kendinizi geliştirmek istediğiniz alanlarla ilgili ülkemizde çok değerli forumlar ve çok değerli bloglar var. Burada yeni insanlar ve görüşlerle tanışabilirsiniz. Aynı zamanda online dergi ve gazeteleri buradan takip edebilir, satın almak istediğiniz herhangi bir hizmet ile ilgili paylaşılan deneyimleri okuyabilirsiniz. Temel önerim, dijital dünya içerisinde kendi ihtiyaçlarınıza özel bir dünya yaratmanız.

Bi’ Fark Yarat Hakkında:

Bi’ Fark Yarat, 2010 yılında 2 bilgisayar mühendisliği ve 1 sosyoloji&psikoloji kökenine sahip pazarlama iletişimi uzmanı tarafından kurulmuş; bütünleşik pazarlama iletişimi vizyonu ile çalışan bir “dijital iletişim ajansı”dır. Bi’ fark yarat, yeni nesil pazarlama iletişimi dünyasında yaşadığımıza inanır. Yeni Nesil Pazarlama İletişimi derken sadece yeni nesil araçlar ile dijital iletişimde bi’ fark yaratmak değil, bütünleşik pazarlama iletişimi vizyonu ile tüm mecraların birbirine entegre kullanılması, ölçümlenebilirlik, verimlilik takibi gibi önemli yeni nesil pazarlama iletişimi kurallarını hayata geçirir.

Detaylı bilgi için: www.bifarkyarat.com


Akıllı Email Gönderimleri

+ 0 0 60 BAL

GLŞOTERİ MÜ

R E L K İ L L E Z ! Ö Z Ü Ş İ Y M A Ş R İ L A E Y G A L N E EN KO ve www.DirectIQ.com


konuk yazar

estetik operasyonlar öncesi ruhsal ve bedensel hazırlık

“Estetik ameliyatlar fiziksel bir sorunu çözer ve buna bağlı olarak bir özgüven aşısı yapar. Ancak var olan duygusal problemlerin çözümünü bu tür bir operasyonda aramak yanlış.” 88

Temmuz - Ağustos / 2013


Günümüzde giderek yaygınlaşan estetik operasyonlar yavaş yavaş hepimizin hayatına bir köşesinden giriyor. Ancak bu tür işlemlerden istenen sonuçları elde edebilmek için hem beklentilerimizi ve ruhsal süreçlerimizi, hem de bedenimizi yapılacak işleme hazırlamamız gerekiyor. Estetik operasyonlarda başarı, büyük oranda işi yapan cerrahla ilgili olmasına rağmen hastanın alacağı kimi önlemler de başarıda büyük rol oynuyor. Bu önlemlerin neler olduğunu Plastik ve Rekonstrüktif Cerrah Op. Dr. Metin Kerem anlatıyor.

1. Ruhsal Hazırlık Estetik operasyonları aklından geçiren kişilerin öncelikle bunu gerçekten isteyip istemediğini netleştirmesi gerekiyor. Bu süreçte unutulmaması gereken nokta bu kararı kişinin tek başına vermesi gerektiğidir. Spekülasyona bu kadar açık bir konuda çevredeki insanların kulaktan dolma bazı bilgilerle kafa karışıklığı yaratmasına izin vermemek gerekiyor. Doğruları duyabileceğiniz en yetkili ağız, güvendiğiniz plastik cerrah(lar)tır. Unutmayın ki bu işi hiç kimse onlar kadar iyi bilmiyor! Op. Dr. Metin Kerem, “Estetik operasyonlar öncesinde hastanın operasyondan ne beklediğini net olarak ortaya koyması gerekir” diyor. “Bu beklentiler, operasyon öncesi görüşmede doktorla enine boyuna tartışılarak ameliyatın bu istekleri ne ölçüde karşılayacağı kesin olarak anlaşılmalıdır. Beklentilerle vaatlerin buluşmadığı bir görüşmeden çıkan bir operasyon kararı hüsranla sonuçlanacaktır.” Doktor seçiminin önemine de işaret eden Dr. Kerem, “Her şeyden önce doktorunuzun gerçekten estetik konusunda tecrübesi olan bir Plastik ve Rekonstrüktif Cerrah olduğundan emin olmalısınız” diyor. “Günümüzde vasıfsız kişiler tarafından yapılmaya çalışılan estetik ameliyatların kötü sonuçlarıyla karşılaşıyoruz. Buna engel olmanın en iyi yolu hastanın doktorunu araştırmasıdır. Teknoloji çağında bu çok kolay. Ayrıca doktorunuza operasyonla ilgili her türlü detayı sormalısınız. Hiçbir doktor size ne kadar çok soru sordu diye kızmaz. Zaten bu konuda bir tepki görüyorsanız yanlış yerdesiniz demektir.” Bir diğer önemli konu da kişinin doktora güven duyması. Op. Dr. Metin Kerem’e göre bu, operasyonun öncesinde ve sonrasında ruhsal süreçleri etkileyen en önemli faktör: “Eğer doktorunuza kendinizi emanet edecek kadar güvenemediyseniz başka kapıları çalmaya devam etmelisiniz. Her hastanın her doktorla yıldızı barışmayabilir. Eğer doktorunuzla iyi anlaştığınızı düşünmüyorsanız, sizi gereğince dinlediğinden ve anladığından emin değilseniz sürecin geri kalanı her iki taraf için de yorucu olacaktır, tercihinizi tekrar düşünmelisiniz”. Bir diğer konu da beklentilerinizi fiziksel sınırlarla sınırlamak. Akılda tutulması gereken nokta şu: Estetik ameliyatlar fiziksel bir sorunu çözer ve buna bağlı olarak bir özgüven aşısı yapar. Ancak var olan duygusal problemlerin çözümünü bu tür bir operasyonda aramak yanlış. Dr. Metin Kerem bunun da önemli bir konu olduğunu söylüyor: “Estetik ameliyatlar, güçlenen bedensel algı ile

kendini daha güzel ve iyi hissetmek için yapılır. Hiçbir estetik operasyon size ayrıldığınız sevgilinizi ya da kaybettiğiniz işinizi geri getirmeyi garanti edemez. Burada size verilen vaat, daha güzel bir buruna, daha düzgün bacaklara, daha küçük bir göbeğe, ya da daha dik göğüslere sahip olmanın ötesinde bir şey değildir. Bu çizgiyi çok iyi çekmek gerekiyor. Böyle bir endişeniz varsa bunu önce kendinize, sonra da yakın zamanda sırdaşınız olacak olan doktorunuza itiraf etmelisiniz. Her gün benzer durumlarla karşılaşan doktorunuz zaten bu süreçte size ne verebileceğini anlatacaktır. Doktora karşı şeffaf olmak her zaman hastanın yararınadır”.

2. Bedensel Hazırlık Estetik operasyonlar hiçbir zaman aciliyeti olan işlemler değil. Dolayısıyla bedenen sağlıklı olarak bu operasyonlara girmek gerekiyor. Bu sağlık değerlendirmesini yapmak da yine doktorunuza düşüyor. Op. Dr. Metin Kerem’e göre burada da hastanın doktora kendisini detaylı bir şekilde anlatması önemli: “Cerrahinin küçüğü büyüğü yoktur. En ufak bir cerrahi girişimden önce dahi sizin için önemsiz bile olsa bildiğiniz tüm tıbbi sorunlarınızı, daha önce geçirdiğiniz büyük-küçük her türlü ameliyat ve benzeri girişimi, bunlarla ilgili yaşanan sorunları, gördüğünüz tedavileri, kullandığınız tüm ilaçları, allerjik durumlarınızı, alışkanlıklarınızı vs. doktorunuzla paylaşmalısınız. Ameliyattan iki gün önce alınan bir tek aspirin bile yapılan cerrahi işlemi çok çok zorlaştırabilir. Siz bildiğiniz herşeyi anlatın, bırakın neyin önemli neyin önemsiz olduğuna doktorunuz karar versin.” Genel anestezi ile yapılacak cerrahi işlemlerden önce genellikle 6 saatlik açlık gerekiyor. Bu süre boyunca su bile içmek yasak. Operasyon günü sabah rahatlatıcı bir banyonun ardından erken saatte hastanede olmak gerekiyor ki gerekli testler zamanında yapılabilsin. Hastaneye gelirken tercihen hafif kıyafetler giymek ve makyajsız olmak öneriliyor. Eğer daha önceden yapılan tetkikler varsa (ultrason tomografi vb.) bunların da sonuçlarını yanınızda bulundurmak önemli. Operasyon öncesinde sizi uyutacak olan anestezi doktoru ile de bir görüşmeniz olacak. Sağlık durumunuzla ilgili bilgileri yine tüm detaylarıyla onunla da paylaşmalısınız. 89


gizem saka 90

Temmuz - AÄ&#x;ustos / 2013


“İÇİNDE SANAT VAR!”

91


Bazı mevsimler

Hilal Çetinder hilalc@gmail.com

‘aşırı’ güzeldir!

Sonbahar gelince sinema ‘bir başka’ hareketlenir. Mevsimin aksine festivaller çiçek açar, gişe filmleri yerini göz dolduran yapımlara bırakır. Yılın büyük festivallerinden Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali (16-22 Eylül) 20. kez kapılarını açtı. Sezonun en çok merak edilen yerli yapımlarından bir kısmı festival seyircisiyle buluştu. Eylül’de (22-28 Eylül) düzenlenen Bodrum Türk Filmleri Haftası, Türk sinemasının son dönemde göze çarpan önemli filmleriyle buluşturdu sinemaseverleri. Eylül sonunda (28 Eylül) başlayan filmekimi’yle, Ekim yine sinema sevgisiyle ‘Merhaba!’ dedi. İlk önce İstanbullu sinemaseverlere, ardından Bursa (28-30 Eylül), İzmir (4-6 Ekim), Ankara (11-13 Ekim), Trabzon (11-13 Ekim), Diyarbakır (25-27 Ekim) ve Gaziantep’e (25-27 Ekim) dokunacak ‘filmekimi’ programı, her zaman olduğu gibi büyüleyici... Türkiye’nin en uzun soluklu film festivali olan Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, 4 Ekim’de 50. yılına yaraşır -hem ulusal hem uluslararası- film yelpazesiyle karşıladı seyircisini. Kasım ayı da boş durmayacak, 4. kez düzenlenen Malatya Uluslararası Film Festivali’yle, ‘Kasım’da sinema, sinemada aşk başkadır’ diyecek... Vizyonu ise, Blue Jasmine’den Gravity’e, Altın Koza’dan ödülle dönen sinefil filmi ‘Gözümün Nuru’ndan, filmekimi’nde gündemi yakalayan ‘Son Durak’a, ilgi çekici yapımlar süsleyecek. İşte tüm bu dönem içinde yerini alan/alacak ve bir kısmını Oscar yarışında da göreceğimiz isimler/ filmler arasından 15 filmlik bir derleme yaptık.

Silverstein, Boby Cannavale, Peter Sarsgaard Her yıl film çeken Woody Allen’ın yeni harikası ‘Mavi Yasemin’, New York’lu zengin ve çekici bir kadının, bir anda değişen hayatını geriye dönüşlerle sunuyor. Son derece trajik bir çöküş hikayesi anlatan ‘Mavi Yasemin’, giderek derinleşen karakterleri bir yana, özellikle Cate Blanchett’in unutulmaz performansıyla sinema tarihindeki yerini alacaktır eminim. Blanchett’in Oscar serüveninde yolunun açık olacağını şimdiden söyleyebiliriz rahatlıkla.

Özellikle festivallerde gösterilen filmler, belki hemen değil ama bir gün bir yerde karşınıza çıkacak. Yakaladığınız yerde, kaçırmamanız dileğiyle...

Blue Jasmine - Mavi Yasemin (Vizyonda) Yönetmen: Woody Allen Oyuncular: Cate Blanchett, Alec Baldwin, Sally Hawkins, Andrew Clay 92

Temmuz - Ağustos / 2013

Gravity – Yerçekimi (11 Ekim) Yönetmen: Alfonso Cuarón Oyuncular: Sandra Bullock, George Clooney ‘Children of Man’ ile akıllara kazınan Alfonso Cuarón, zor bir hikayeyi, iki astronotun dramatik hikayesini anlatıyor. Uzayın derinliklerine hapsolan iki astronotu, Sandra Bullock ve George Clooney canlandırıyor. Şimdiden uyaralım, Cuarón’un yarattığı muhteşem görüntülerde, bu iki oyuncuyu gözünüz görmüyor bile...

Furuitvale Station - Son Durak (11 Ekim) Yönetmen: Ryan Coogler Oyuncular: Michael B. Jordan, Melonie Diaz, Octavia Spence 31 Aralık 2008’de, yeni yılda daha iyi bir insan olma kararı alan Oscar’ın trajik öyküsü. Sundance Film Festivali’nde ödül kazanan ‘Son Durak’, gerçek olaylardan esinleniyor. ABD’deki polis şiddetini uzun süre gündemde tutan olaydan esinlenen film, yakın zamanda yaşadıklarımızın da etkisiyle izleyenini daha da derinden sarsacak! ‘Son Durak’, yönetmen Ryan Coogler’ın ilk sinema filmi.

The Past - Geçmiş Yönetmen: Asghar Farhadi Oyuncular: Bérénice Bejo, Tahar


Rahim, Ali Mosaffa, Pauline Burlet, Elyes Aguis, Jeanne Jestin, Sabrina Ouazani, Babak Karimi, Valeria Cavalli ‘Bir Ayrılık’ filmiyle tüm ödülleri silip süpüren İranlı yönetmen Asghar Farhadi, bu kez dilini ve coğrafyasını değiştiriyor. Fransa’da konuşlanan ve giderek daha da derinleşerek katmanlara ayrılan karakterleriyle bir nevi ‘ayrılamama’ hikayesi sunuyor. Farhadi, dili, konumu fark etmeksizin karakterlerinin bağlantısını ve birbirlerine etkisini yine ustalıkla sunuyor. ‘The Artist’ filminden hatırladığımız B. Bejo, filmdeki performansıyla Cannes Film Festivali’nde en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı.

Inside Llewyn Davis - Sen Şarkılarını Söyle (17 Ocak) Yönetmen: Joel Coen & Ethan Coen Oyuncular: Oscar Isaac, Carey Mulligan, Justin Timberlake, Ethan Phillips, John Goodman, Garrett Hedlund Cannes Büyük Ödülü’nü kazanan Coen Kardeşlerin son filmi ‘Sen Şarkılarını Söyle’, 1961 yılına götürüyor bizi. Genç bir folk şarkıcısının müzik dünyasında tutunma mücadelesine odaklanan film, müzikleriyle ve klasikleşen Coen tarzıyla sevenlerini memnun edecek türden. Filmde, tüm oyuncular şarkıları kendi sesleriyle seslendiriyor.

Blue Is The Warmest Colour Mavi En Sıcak Renktir Yönetmen: Abdellatif Kechiche Oyuncular: Léa Seydoux, Adèle Exarchopoulos, Salim Kechiouche, Mona Walravens, Jérémie Laheurte Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye

alan Abdellatif Kechiche’in son filmi, özellikle cinselliğe cesur yaklaşımıyla izleyenlerini ikiye bölebilir. Tam 179 dakikalık yapım, iki genç kızın zamana yayılan birliktelikleriyle hayatı ve elbette aşkı sorguluyor. Ülkemizde vizyona girer mi veya ne kadarı kesilip kırpılır bilinmez. Yaşı küçük izleyiciler için uygun olmadığını da belirtelim.

Only Lovers Left Alive (Sadece Aşıklar Hayatta Kalır) Yönetmen: Jim Jarmusch Oyuncular: Tilda Swinton, Tom Hiddleston, Mia Wasikowska, John Hurt, Anton Yelchin, Jeffrey Wright, Slimane Dazi ‘Sadece Âşıklar Hayatta Kalır’, hem yönetmeni, hem de vampir dramının yeni yüzü olması açısından, festivallerin en çok merak edilen yapımlarından biri. Zeki, romantik, entelektüel ve yüzyıllardır aşık kalabilen vampir kahramanlar Adam ve Eve’in, vampir filmlerine yeni bir soluk getireceği kesin.

Sen Aydınlatırsın Geceyi Yönetmen: Onur Ünlü Oyuncular: Ali Atay, Demet Evgar, Damla Sönmez, Ercan Kesal, Ezgi Mola, Serkan Keskin, Nadir Sarıbacak, Ahmet Mümtaz Taylan, Cengiz Bozkurt, Tansu Biçer, Kaan Yılmaz, Derya Alabora (Vizyona Girmeyecek) Ticari dağıtıma girmeyen ‘Sen

Aydınlatırsın Geceyi’, ‘Herkesin özel olduğu yerde, özel olmak neye yarar ki’ diyor... Siyah – beyaz, komedi mi dram mı belli olmayan absürt mü absürt fantastik film, kendini tekrar eden, nakarat misali serpiştirilen müzikleri ve etkileyici finaliyle sinema tarihimizdeki yerini alıyor.

Gözümün Nuru - 18 Ekim Yönetmen: Hakkı Kurtuluş, Melih Saraçoğlu Oyuncular: Melih Saraçoğlu, Bilgin Saraçoğlu, İsmail Saracığlu Sinema tutkunu bir gencin, gözlerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalması ve bu süreçte yaşadıkları, biz sinefilleri damardan yakalamaya yeter.

Gloria - Ocak Yönetmen: Sebastián Lelio Oyuncular: Paulina García, Sergio Hernández, Diego Fontecilla, Fabiola Zamora, Coca Guazzini, Hugo Moraga, Alejandro Goic, Liliana García, Antonia Santa Maria, Luz Jiménez, Marcial Tagle Berlin’de Gümüş Ayı ve en iyi kadın oyuncu ödüllerini kazanan ‘Gloria’, 58 yaşındaki yalnız ama özgür ruhlu bir kadının, hayattan zevk alma çabasını, aşk ve hayal kırıklıklarıyla anlatıyor. 93


Belli bir yaşın üzerindeki kadın algısını da değiştiren Gloria, özellikle Paulina Garcia’nın performansını görmek açısından tercih edilebilir. Gloria, Ocak ayında vizyona girecek.

All Is Lost - 18 Ekim Yönetmen: J. C. Chandor Oyuncular: Robert Redford Hint Okyanusu’nda yelkenlisi su almaya başlayınca, keyifli yolculuğu yavaş yavaş başka yola evrilen bir adamın yaşama tutunma mücadelesi, Robert Redford’un Oscar adaylığına uzanması muhtemel performansı merak uyandırıyor.

The Counselor (Danışman) 29 Kasım Yönetmen: Ridley Scott Oyuncular: Brad Pitt, Javier Bardem, Michael Fassbender, Penelope Cruz, Cameron Diaz Suç gerilimi ‘Danışman’ın, Brad Pitt, Javier Bardem, Michael Fassbender, Penelope Cruz ve Cameron Diaz gibi oyuncu kadrosuyla dikkat çekmesi bir yana, bir süredir çok da başarılı işlere imza atmayan usta yönetmen Ridley Scott’ın varlığıyla da başka bir anlam kazanıyor.

Yozgat Blues Yönetmen: Mahmut Fazıl Coşkun Oyuncular: Ercan Kesal, Ayça Damgacı, Tansu Biçer, Nadir Sarıbacak Mahmut Fazıl Coşkun, bu kez Yozgat’a uzanıyor, mesken ediyor belki ama bunu sadece isimleşmesiyle sınırlı tutuyor. Ortaya genele yayılan, herkesi içine alabilecek sıcaklıkta, samimi bir film çıkıyor. Bu olamama, gidememe, kalamama hikâyesinde her yer Yozgat, her yer İstanbul aslında. Arada derede kalmış müzisyeni canlandıran Ercan Kesal’ın varlığı ise filme ayrı bir renk katıyor.

Ve çok özel bir film... ‘Menekşe’den Önce’

Rush (Zafere Hücum) - Vizyonda Yönetmen: Ron Howard Oyuncular: Chris Hemsworth, Daniel Brühl İki kez Oscar kazanmış R. Howard’ın (Nixon, A Beautiful Mind), yine Oscar’a aday olmuş senarist Peter Morgan ile birlikteliği, 1970’lere damgasına vuran iki F1 pilotunun ( James Hunt ve Niki Lauda) ezeli rekabeti, karakterleri arasındaki farklılıklarının getirdiği sınırlar ve yarışlarla harmanlanan psikolojileri, tüm F1 sevenleri memnun edecektir eminim. 94

Temmuz - Ağustos / 2013

Köksüz Yönetmen: Deniz Akçay Katıksız Oyuncular: Ahu Türkpençe, Lale Başar Hikâyenin çıkış noktasını da oluşturan ‘babasızlık’ ve beraberinde gelen ‘aile dramı’nı işleyen ’Köksüz’, ‘aile’ denen karmaşanın açmazında iyi çekilmiş, iyi oynanmış bir ilk film. Anne-kızı oynayan, filmin iki kadın oyuncusu Ahu Türkpençe ve Lale Başar’ın performansları kesinlikle ilgi çekici.

20 Eylül’de vizyona giren ‘Menekşe’den Önce’, Sivas Katliamı’nda yaşananları, tanıklar ve kurbanların yakınlarıyla anlatıyor. Gazeteci – yazar Soner Yalçın tarafından hazırlanan ve tutuklanmasının ardından arkadaşlarının yardımıyla tamamlanan belgesel, katledilenleri, ablası Menekşe ve abisi Koray’ı henüz doğmamışken katliamda kaybeden Menekşe’yle birlikte anıyor. Bugüne kadar görmediğimiz görüntülere de yer veren Menekşe’den Önce, yürek yakan ve tarifsiz duygularla izleyeceğiniz bir belgesel. Bu utanç gününü, farkındalık yaratmak amacıyla belgeleyen Menekşe’den Önce’yi izlemenizi öneririm. Unutmayalım, unutturmayalım!



röportaj

Oyunculuk Dergisi | Harun Özakıncı

Kuklacı iki kere oyuncu...

Sokak sanatçılarına karşı neler hissediyorsunuz? Doğrusu, onlara işportacı muamelesi edilmesi her zaman canımı sıkmıştır. Çünkü sokak sanatçıları, “yolsuz” kalınca sokağa çıkmazlar… Onların sahnesi, hâlihazırda sokaktır. Kukla Sanatçısı Fatih Kolçak’ın röportajı Oyunculuk Dergisi Ekim sayısında yayınlandı. Röportaj, Sevgili Dostumuz Harun Özakıncı’ya ait. Biz de kendilerinin müsaadesiyle bu şahane söyleşiyi sizlerle paylaşmak istedik. Fatih Koçak ve diğer pek çok sokak sanatçısının performansını, “oracıkta” seyre dalmadan önce, bu röportajı mutlaka okuyun. Ve sizler de, sokak sanatçılarının “sahnelerde” olmasına destek olun… Onların “perdesi”, sizsiniz☺ 96

Temmuz - Ağustos / 2013


Dede, sokaktaki kukla performansını izledik tebrik ederiz. Gösterini ”Popüler kültür ile gençler ve çocuklar zehirleniyor, onlara başka şeyler var bu hayatta demek için kendimi sokaklara attım, beni izlediğiniz için teşekkürler” diye bitiriyorsun seni dinliyoruz. Derdi olmayan sanatçı olmaz, derdini anlat bize uzun uzun bu röportajda? Fatih Kolçak: Ben 14 yaşından beri bir şeyler yazıyordum ve yıllarca sürdü bu uğraş 2000’li yılların başına kadar. Ya popüler kültürün içinde olacaktım, televizyon dizisi yazmak gibi ya da alternatif bir şeyler yapacaksın. Bir dönem tiyatro kurmayı düşündüm hatta içinde şu an çok ünlü olmuş insanlar da vardı şu an hepsi 45’li yaşlarda… Hatırı sayılır sanatçı arkadaşlarımdı bu insanlar. 27 yaşındaydım bunu düşündüğüm yıllarda ve doğru zaman bu değil dedim ve geri çekilip ne yapabilirim dedim kendi kendime. Kukla yapma fikri geldi aklıma, 27 yaşına kadar çizim yapma adına elime kalem almamıştım yapabilir miyim diye tereddüt ederken yapmalıyım dedim iki

Uyuşmuş beyinler yerine daha yalın, hayat kadar mesajlarla gençlere seslenmek istedim. yıl kadar yılmadan uğraştım 2005’te de izlediğin hikâye ile sokağa çıkmaya başladım. Diziler… Magazin… Popüler kültür algısı oluşuyor, bu algının dışında bir şeyler yapmak lazım diye çok söylüyorduk şimdi bunun aynısını başka bir formatta iktidar söylüyor. Onların amaçları çok başka bir algı yaratmak tabii ki. Onlar başka bir şey yaratmaya çalışıyorlar artık. Her neyse iktidarın tam tersi okumayan bir toplumda daha da uyuşmuş beyinler yerine daha yalın mesajlarla gençlere seslenmeye karar verdim.. Eski sanatlardan hatırlarsan, insanın var olduğu yer ve esasında değiştirmek istediği yer canının sıkıldığı yerdir. 18. Yüzyılı düşün, uzun günler on beş on altı saat uyanıksın hiçbir uyarıcı yok sadece masallar var, sadece kitaplar var ve bu bir meşgale bir uğraş demekti. Bu yüzden baktığımız zaman o tarihlerdeki bilgiler ve buluşlar hem daha etkileyici hem sayı olarak daha fazla.. Şimdi insanlar, hayatlarında çok hızlı bir tüketim olduğu için çok çabuk sıkılıyorlar, herkeste daha yeni, en yeni isteği oluşmuş vaziyette... Bu sıkıntı bende yeni, değil doğru şeyler üretme gereği hissettirdi ve kuklayı, sokağı seçtim... Sokak bir yerden bir yere gidilen bir uzam diye tanımlanır herkes için ama benim için öyle değil.. Biz sokağa çıktığımızda kimseyi tanımıyoruz herkes yabancı desek de o tanımadığımız, yabancı diye tanımladığımız insanlarla bir arada olup zevk almak için çıkarız sokağa Tespit süper ve çok doğru. Tebrik ederim. Bakış açısı harika... Fatih Kolçak: Biz sokak sanatçılarının yaptığı iş; insanlar telaş içinde bir yerden bir yere koşuştururlarken onların omuz omuza durmasını sağlıyor... Cepheleri bize dönük bir sürü insan omuz omuza bizi izliyor. Ve fark ettiğim

bir şey var benim çok ilginçtir en çok kadınlar duruyor abi... Ve en çok kadınlar maddi manevi destek oluyor. Beğendiyse alkışlıyor, gülünecek bir parçaya hiç kendini tutmadan gülerek katılıyor, mutlaka hemen hepsi şapkaya bir kaç lira atıyor. Oysaki bir kadın olduğunu varsayarsan ataerkil toplum senin sokakta yürüyeceksen nasıl yürüyeceğine kadar bir baskı oluşturur. Hızlı yürüyeceksin, mümkünse başın önde yürüyeceksin, asla etrafına bakmayacaksın falan filan. Bunların dışında yürürsen hafif kadın derler filan... Şunu demeye çalışıyorum; biz sokak sanatçılarına en çok kadınlar saygı duyuyor. Ben buna çok mutlu oluyorum. Buradan çok devrimci bir refleks çıkıyor çünkü. Bir kadın, ne yaptığından çok emin bir kadın, bir sanatçı için duruyor mazereti çok değerli benim için ve bütün insanları omuz omuza hizaya getiriyor. Bir de çok önemli bir tespitim var kadınların bu duruşundan dolayı çocuklara sokaklarda nefes alınacak bir yer yaratılıyor onlar için bir oyun zamanı başlıyor ve çocuklar bunları o genç beyinlerinde ömür boyu saklıyorlar hem de en pozitif duygular ile. Gelişimlerinde çok alternatif, popüler kültür gibi gelir geçer bir sistemin yerine koyuyorlar... Unutmayalım ki dünya erkeklerin oyun alanıdır… Eğer erkeleri eğlendirmeye kalkarsak dünya, pavyon, birahane, gazino, stadyum, hipodrom ve bilardo salonuyla dolar... Sokak

Bir sürü insan omuz omuza bizi izliyor. sanatlarının yapıldığı yerler benim istatistik ve kesin çıkarımlarımla kadınların kendini ifade ve özgürlük alanlarıdır... Kadınlar küçükken bebek oyuncakları ile yetiştirildikleri için de kuklaya daha fazla ilgi duyuyorlar… Biraz kuklanın dışına çıkalım ve bizim bir projemiz var, sokak tiyatrocusu bir bayan yetiştirmek istiyoruz… Fransa da Zaz’dı sanırım kızın adı sokak müzisyenliğinden billboard listelerine girdi ve dünyaca meşhur oldu. Sokağa çok inanıyoruz, senin gibi çok doğru tespitlerimiz, tanımlamalarımız yok ama sokak bize en büyük mecra olarak geliyor... Sokaklar da, üst geçitlerde, maç çıkışlarında, vapurlarda, vapur çıkışlarında, forumlarda ya da akla hiç gelmeyecek hava alanı giriş çıkışları gibi alternatif bir sokak bağlantılı yerlerde agit-pro sokak tiyatrosu yapmasını istiyoruz bir bayan oyuncunun... Bizim için haber değeri var bir yıl boyunca her sayımızda haber yapıp dünya basınına kadar tanıtmak istiyoruz... Bizim ve bulacağımız bayan oyuncunun başına neler gelir sokakta? Fatih Kolçak: Yasa olarak sokakta belediyeciler tarafından yasak

97


Ağaç hamurunu ben icat ettim sanıyordum, Fransız 18. Yüzyılın başında bulmuş meğer... olan bir şey sokak sanatçılarının yaptığı performans… CHP belediyeleri daha esnek davranıyorlar ama yasak sonuçta… Ben 2010 yılında yasaklandım... Sokakta performans yapmam yasaktı. Grubumda transseksüel bir performansçı vardı solist olarak bunu anladıkları anda üşümeye başladılar. Kukla mıydı gene performans sokakta? Fatih Kolçak: Hayır, Marjinal Artistik Sanatlar Kulübü diye bir pantomim grubumuz vardı... Transseksüel arkadaşımız olduğu için yasaklandı hem grup, hem grup üyeleri... Şu anda 2013 itibari ile belediyelerden daha çok sokak performansları iyice yasaklı vaziyette… Polisle başınız belaya girecek demektir bu... Benden de önce başlamış olan Siya Siya Band diye bir grup vardı, Kara Güneş diye bir grup vardı… Bunlar 2000’li yıllarda başladıkları zaman sokakta polisten dayak yiyorlardı düzenli olarak... Hortum Süleyman diye bir dönem vardı, o dönemde düzenli polis döverdi bu arkadaşları hem de ağızları burunları kırılıyordu… Ertesi gün yaralı olarak sargı bezleri ile yılmadan devam etiler sokağa... Bu kuklayı sen mi yaptın dede? Mutlaka sen yapmışsındır... Fatih Kolçak: Ben yaptım… Pinokyo algısından yola çıktım. O dönem başladığımda kafamda Marionette diye bir şey vardı. Avrupa’da ipli kukla demektir Marionette. Saf olan, bu dünyayı anlayamayan, bizim çok sıradan kabul ettiğimiz kavramlara çok şaşıran bir karakterdi kafamdaki kukla, zaten kuklanın orijinali budur. Kukla anlamamalıdır. Karagöz de böyledir dikkat edersen.. Asla doğrusunu anlamaz olayların. Kelimelere takılır, yanlış anlarken bile anlam sorgular Karagöz karakteri. Ben de bu bilinçle yola çıkıp 20 ipten oluşan bir Marionette kukla yaptım. Biliyor muydun yapmayı.. Yani heykel bilgisi, anatomi bilgisi gerekemez mi? Fatih Kolçak: Hayır deneme yanılma yöntemi ile yapa yapa öğrendim... Malzemesi ne? Fatih Kolçak: Malzemesi ağaç hamuru. Ben kendim buldum zannediyordum ne büyük yanılmışım, araştırınca Fransızlar 19. Yüzyılda icat etmişler meğer onu öğrendim. Ben de mahallede icat ettim diye güldüm öğrenince. Olsun onların icadını bilmeden yaptığım için benim icadım sayılır hala bana göre...Ağaç hamuru, ağaç tutkalı ve gazeteler ile duvar kağıdının tutkalının belli oranda karışması ile yapılan papymeşe hamuru denilen karışımdan elde ediyorum kuklalarımı... Üç – dört günde kuruyor ve ağacımsı bir görüntü oluşturuyor kuruyunca. Anatomik bir bilgi gerektiriyor tabii ki onu da araştırarak buldum... Da Vinci’yi ablukaya aldım tabii hemen. Hala da onunla yatar onunla kalkarım. Da Vinci söyler zaten “Doktor olmadan ressam olamazsınız” diye... Onun için anatomiyi hala öğrenmeye çalışırım ki çok şey bildiğimi söylemekten çekinmem. Bir şeyi daha belirteyim, heykeltıraş ile kuklacının yaptıkları eserler bir araya geldi mi heykeltıraşın yaptığı eser çok komik oluyor… Yani onlar birebir anatomi ile bir 98

Temmuz - Ağustos / 2013

varlığın minyatürünü yapıyorlar. Hâlbuki kukla yapımında bir dezenformasyona, karikatür hatta grotesk bazı yollara başvurmak zorundasınız ki seyreden tarafından hayal gücü yaratılabilsin. Bazı yerleri bilerek defolu ya da oransız yaparız ki izleyici hayal kurup kukamız ile ilişki kurma yolan gidebilsin... İp kontrolünde de mutlaka bir teknik vardır değil mi? Fatih Kolçak: Ağır bir cismi yukarı kaldırmak üzere, yerçekimine karşı gelmek üzerine bir tekniği var ipleri kontrol etmenin. Bu bazen yukarı kaldırmak bazen de serbest bırakıp kuklanın koluna söylediğin repliğe göre ifade vermek zorundasın.. Tekniği çok basit ama uygulaması hayli zaman alıyor... Üç dört hafta kuklayı yürütemezseniz yürüyor gibi gözükmez. Ağız hareketleri anlamsız bir açma kapama gibi durur ağız senkronu yakalayamazsınız, kuklayı yapmak ve oynar göstermek çok büyük bir uğraştır. Çok kalabalık bir oyuncu ekibi ile oyun sahneye koymaktan farkı yoktur... Enstrüman kullanımı gibi el egzersizleri var bir senkronize çalışmasını devamlı yapmalısınız. Düşün bütün bunları bir kişi yapıyor. Hem seslendirme, hem ifadeleri verdirme, hem de o kuklayı canlı bir organizma halinde tutma...

Sokak Tiyatrosu yapacak bayan oyuncu aranıyor... Oyuncukla ilgisi de çok değil mi? Yani kuklacının oyunculuk bilgisi olması lazım .. Fatih Kolçak: Hem de bütün teknikleri ile. Sinema ve tiyatro da aranılan çoğunlukla doğal oyunculuktur tabii ki o da çok çalışma ister ama siz kafanızda bir karakter yaratıp başka bir varlık gibi sunuyorsunuz izleyiciye, bunun içine bazen dediğimiz gibi grotesk oyunculuk koymak zorun-



hemen vakit varsa biraz çalışalım mı abi birlikte derler.. Bir metin var sanırım. Doğaçlamaya açık mıdır performans? Fatih Kolçak: Kesinlikle metin olmalıdır marionette de. Karagözde biraz doğaçlamaya kaçılır.. Bundan başka bir iş yapıyor musun? Fatih Kolçak: Yazarlık yapıyorum. Her ikisinden de kazanıyor musun? Fatih Kolçak: Kukla ve yazarlıktan kazandığımla yaşıyorum. Haftada iki gün yapıyorum kuklayı, Bahariye Caddesi’nde Süreyya’nın önünde, hafta sonları. Eskiden haftada 7 gün çıkardım kuklaya atölyeler açardık, kazandığımızla gençlere burs açardık ama şimdi iki gün sadece... Çok da minimalist yaşıyorum. Bunu bilerek yapıyorum, kazandığım yetiyor bana. Gençlere de ısrarla minimalist yaşamayı öneriyorum. Tüketim alışkanlıklarına girmemek gerekiyor, felaketlere hazırlıklı olmak için. Güvenli bir toplumda yaşamıyoruz özellikle oyunculuk mesleğine meraklı arkadaşlara sesleniyorum. Bu belirsiz düzende her an her şey alt üst olabilir.

dasınız ve el kol hareketlerini, diyelim ki şaşırma repliğini tamamlayan, elini kafasına götürme ve o elin kafa üzerinde durma süresini de bilmek zorundasınız. Bana göre iki kere oyunculuk kuklacılık. Hem siz bileceksiniz hem de bir tasarlanmış varlığa yaptıracaksınız... Oyuncu olmayan bir kukla olabilir mi? Unutmadan söyleyeyim çok iyi bir dublaj bilginiz olmak zorunda kuklacıysanız. Hiçbir kukla insan sesiyle konuşmamalı. Seyirci doğal olmadığı için izliyor kuklayı. Heykel ile kuka arasındaki fark da budur... Son olarak çalışkan dizi oyuncuları biz kuklacıları gördü mü

100

Temmuz - Ağustos / 2013

Bu işi geçici olarak mı yapıyorsun yoksa devam edecek mi kukla işi? Fatih Kolçak: Devam etmek zorunda. Toplumun bu ihtiyacından haberi yok çünkü. Görünce anlıyorlar ki o geçirdikleri zamanı öyle geçirmeye ihtiyaçları var.. O yüzden mesleğim bu benim, sonun kadar devam edeceğim... Gençliğin bir şuuru olmasını istiyorsak sokakta sanat şart. Meşhur bir laf var ya “Devrim televizyondan yayınlanmayacak” diye. Sanat televizyondan yayınlanamıyor... Ben sokakta olmaya devam edeceğim sokakta emsal olmaya da devam edeceğim. Ayrıca genç arkadaşlara örnek olmasını isterim; rönesans dönemindeki gibi bir hayat yaşıyorum. Sabah kalktıktan sonra, iki saat kitap okuyorum, iki saat kukla çalışıyorum, iki saat çizim yapıyorum, iki saat yazılarımı yazıyorum, iki saat film ya da oyun izliyorum yatmadan önce de iki saat kitap okuyarak uyuyorum. Son olarak da sistem bize canımızın sıkılmaması için türlü şaklabanlıklar sunuyor, iddia ediyorum canımız sıkılmazsa bizden hiçbir şey olmaz, hiçbir şey üretemeyiz. Yalnız kalmaktan ve canınızın sıkılmasından korkmayın hatta bu ortamı yaratın..



Feryal Çeviköz feryal@aktivistanbul.com

bir kadını asla öldüremezsiniz

Bir kitap hem felsefe, hem aşk hem psikolojik cinayet hem de kurgubilim romanı nasıl olur diye düşünüyorsanız Sibel Atasoy’un “Bir Kadını Öldürmek” kitabını okumanız düşüncelerinize yanıt olacaktır. Ve Sır Mısır’ı ve Sırıtkan Kırmızı Ay’ı… (Sırıtkan Kırmızı Ay’ı zar zor Nadir Kitap’ta buldum… Venüs Bağlantısı’nı bulamadım; baskısı tükenmiş ama kuşkum yok ki bütün kitaplar için aynı mistik yorumu yapabilirim.) Sibel Atasoy’u kişisel olarak da tanıma şans ve mutluluğuna sahip biri olarak, kitaplarını okumaktan farklı bir tat aldığımı da belirtmeliyim. Ben Atasoy’un, zekâ ve içsel disiplinin ahenkle bütünleştiği ahvalde; hayatı duyarlılıkla ve içtenlikle inceleyen ve fakat aşırı ciddiyet tuzağına düşmeyen bir yazar ve insan olduğunu düşünüyorum. Zaten bir insan hem alçakgönüllü hem de vakıf olduğu bilgiden kaynaklanan kendi hayatını cesurca sahiplene-

biliyorsa söyledikleri ve yazdıkları daha çok anlam kazanıyor sanırım. İşiniz düşünmek ve yazmaksa, hayat onları gerçekleştirebilmeniz için vardır. Atasoy’un kitaplarının da metaforik bir dille yazılmış olduğunu söyleyebilirim. Ve kitapları okuyup bitirdiğinizde son sözün hiçbir zaman söylenmemiş olduğu hissinin sizi ele geçireceğini de belirtmeliyim. Sibel Atasoy romanlarında gizem genellikle bir felsefe taşının arkasına saklanıyor. Yazarın bütün kitaplarında felsefe var. Zaten hayatın temeli felsefe değil midir? Felsefe hayatla, hayat nefesle başlıyor ve elbette nefesin felsefesi de hayat oluyor… Yazar sizi, romanın sonunda farklı bir gerçekliğin ve zamanın yokluğunun, göreceliğinin ya da homojenliğinin sorgulanabileceği bir noktaya getirip orada bırakıyor. Her insanın kendi içinde bir gizem barındırdığını ve o gizeme olan aşkla yaşadığını düşünecek olursak; Sibel Atasoy o gizemi çözmenin yollarını hem arıyor hem de anlatıyor. Aşk bir niyettir ve yazarın dediği gibi “niyetiniz auranızdır”… Tabii anlayabilene. Çünkü tam “tamamdır, anladım, erdim mevzuya” dediğiniz sırada; kurduğunuz cümlenin anlamsızlığını size gösterebilecek bir karşı tezi hazırda bekliyor Atasoy’un. Bu dinamizmle yaşamak da hayattan hem zevk almayı hem de tetikte olmayı gerektiriyor belki de. Kendinizle yüzleşmeniz için her zaman bir deli cesaretine sahip olmanız gerek. Bu cesarete doğuştan sahipseniz de değilseniz de okumanız gereken kitaplar, dinlemeniz gereken masal anlatıcıları var. Masal mı dedim??; elbette o da bir felsefe ve o mistik masalların kaynağına, “yalnızca yürek taşıyan yollarda yürüyerek” ulaşılır. Ve orada her şey tezatıyla birlikte vardır. Yin Yang gibi Dünya’nın en gizemli oyununu, hava, su, ateş ve toprak elementleriyle oynayarak, görünmeyen elementte yani eterde; bütünlenmek isteyen tezatlar. Aman haaa, yaşadığınız her anın içinde gizem bulunduğunun her zaman farkında olun. Bir yerlerde bir kelebek kanatlarını çırpıyor ve sizin kuantum kırmızısı iplikçikleriniz de birazdan bu etkiyi alacak. Çünkü bunlar Evren’in göbek bağları ve yaşamsal olan her şey bu titreşimler ile var olup güzelleşiyor. Ve ister kadın, ister erkek formunda bedenlenmiş olun; gizemi çözmek için kendi içinizdeki galaktikaya doğru yolculuğa çıkacak olan bir dedektif; en yalın söylenişiyle bir iz sürücüsünüz… Gülmeyi unutmadığınız sürece de doğru yoldasınız. Bu açıdan bakınca da Bir Kadını Öldürmek romanının bendeki izdüşümüdür: Bir kadını asla öldüremezsiniz. Sibel Atasoy’u okuduktan sonra, rüyalarınıza uyanacaksınız… Yazarın Web sitesini de ziyaret etmenizi salık veririm. Zaten bir kez ziyaret ederseniz, müdavimi olursunuz. www.sibelatasoy.com

102

Temmuz - Ağustos / 2013



kitap

Okumadan, günü bitirmeyin! Çocukluk Bitmesin Hayykitap Atilla Büyükgebiz Fiyat: 7,49TL Prof. Büyükgebiz bu kitabında erken ergenlik başta olmak üzere siz anne babaların en çok merak ettiği konularla ilgili 100 soruyu en güncel bilimsel referanslarla tek tek cevapladı. Ergenlikte en çok hangi sağlık sorunlarıyla karşılaşılır? Erken ergenlik nedir, geç ergenlik nedir? Boy kısalığını önlemek ve boy uzatmak mümkün müdür? Beslenme ile ergenlik arasında ilişki var mıdır? En tehlikeli endokrin bozucular hangileridir? Bu ve benzer onlarca soru ebeveynlerin aklını meşgul ediyor. Özellikle çocuklarının ergenliğe erken girdiğini gören anne babalar, maalesef ne yapacaklarını bilemiyor. Prof. Dr. Atilla Büyükgebiz, 30 yılını hekimlik mesleğine vermiş, Türkiye’de birçok üniversitenin ve hastanenin Büyüme-Çocuk Endokrin ve Ergenlik Bölümü’nü kurmuş, Avrupa Çocuk Endokrin Derneği Başkanlığı yapmış, ulusal ve uluslararası onlarca bilimsel yayına imza atmış bir doktor. Uzun yıllardır çocukların sağlıklı büyümesi ve gelişmesi için çalışıyor.

Bond Efsanesi Caretta Yayıncılık Kolektif Fiyat: 56,25TL Efsanevi fotoğrafçı Terry O’Neill, 50 yıl boyunca James Bond’u sette ve kamera arkasında takip etti. Arşivi binlerce özel kareyle doldu, taştı. Fanatikleri, bu karizmatik ajanın heyecan dolu maceralarını beyazperdenin büyüsüne kapılıp izlerken, set arkası da birbirinden eğlenceli görüntülere sahne oluyordu. Sonra bir gün, o fotoğrafları anlatacak isimler bir araya geldi ve “Bond Efsanesi” işte böyle doğdu. Caretta Yayıncılık da bu arşivlik eseri Türk hayranlarıyla buluşturdu. Bond hayranlarının başucu kitabı olacak bu özel çalışma ile karakterlerin, filmlerin, setlerin ve objektifin ardındaki efsaneye daha da yakınlaşacaksınız. Bond’un filmlerinde neredeyse başrole yerleşmiş arabalarını, İngiliz asaletini yansıtan giyim tarzını ve belki de en merak edilen Bond kızlarını Terry O’Neill’in muhteşem fotoğrafları eşliğinde inceleme fırsatı bulacaksınız.

104

Temmuz - Ağustos / 2013


Kişisel Karbon Ayak İzi Rehberi Yeni İnsan Yayınları Devin Bahçeci Fiyat: 4,50TL Küresel iklim değişikliği, her geçen yıl büyüyen bir tehdit olarak kendini daha fazla hissettiriyor. İklim değişikliğini durdurmak öncelikle politik mücadeleyaparak mümkün. Öte yandan sivil toplumun, yurttaş inisiyatiflerinin mücadelesinin önemi çok büyük. Devin Bahçeci bir iklim aktivisti. Yaşıyla karşılaştırıldığında çok uzun bir zamandır küresel iklim değişikliğini durdurmak için çabalıyor. Birleşmiş Milletler’indüzenlediği iklim konferanslarında bulunuyor, savunuculuk ve politika yapma süreçlerine dahil olmaya çalışıyor. Türkiye’de ve pek çok ülkede özelliklegençlerin dikkatini çekmek ve bilgi düzeylerini arttırmak için eğitimler veriyor. Kişisel Karbon Ayak İzi Rehberi, Devin Bahçeci’nin ziyaret ettiği pek çok şehirde kendisine sorulan sorulara yıllar içinde hazırladığı kapsamlı ama anlaşılmasıkolay bir rehber niteliğinde. Güncel veriler ve örnek tablolarla, kendi karbon ayak izinizi kolayca hesaplayabileceğiniz bir başucu kaynağı.

Tehlikeli Rüyalar Görme Yılı Encore Yayınları Slavoj Zizek Fiyat: 10,50 Memnuniyetsizliğin altan alta işleyişi devam ediyor. Öfke büyüyor, isyanların ve kargaşaların yeni dalgaları başlayacak. Niçin? Çünkü 2011 olayları yeni bir politik gerçekliğin önceden habercisi. Bu gerçeklik şimdinin içinde hareketsiz yatan ütopyacı geleceğin sınırlı, bozuk -hatta bazen sapkın- bir fragmanı. “Elinizdeki kitap, mevcut konstelasyonun bu tür bir “bilişsel haritası”nı (Jameson) çıkarma çabasına katkı sunmayı hedeflemektedir. Günümüz kapitalizminin başlıca özellikleri kısaca tanımlandıktan sonra toplumsal antagonizmalara tepki olarak ortaya çıkan gerici olgulara (özellikle popülist isyanlara) odaklanarak günümüz kapitalizminin hegemonyacı ideolojisinin ana hatlarını ortaya koyuyoruz. Kitabın ikinci bölümünde 2011’de ortaya çıkan iki büyük özgürlükçü hareketi ele alıyoruz: Arap Baharı ve Wall Street İşgali. Son olarak da, TheWire üzerine bir tartışma başlatarak, sistemin güçlü işleyişine katkıda bulunmadan sistemle nasıl dövüşülebileceği gibi zor bir soruyla hesaplaşıyoruz. “ -S. Zizek-

105


kitap

Ve Dağlar Yankılandı Everest Yayınları Khaled Hosseini Fiyat: 15,00TL Gece vakti, çölü bir el arabasını çekerek geçen bir baba. Arabanın içinde annesiz iki çocuk; iki kardeş; biri kız, biri erkek. Küçük Peri için ağabeyi Abdullah, ağabeyden çok öte. On yaşındaki Abdullah’a sorsanız Peri, her şey demek. Köylerinden Kâbil’e varmak için çıktıkları yolculuğun sonunda aileyi yürek parçalayıcı bir son bekliyor. Fakat aslında bu bir son değil... Kardeşlerin başlarına gelenler -yakın ya da uzak- ilişki kurdukları tüm insanların hayatlarında nesiller boyu yankılanacak... Hayat farklı aileleri sevgi ve fedakârlık, ihanet ve sadakat gibi ortak duygularla sınarken, karakterlerin başlarına gelenler ve yaptıkları seçimler, kitabın her biri ayrı bir renk ve lezzet taşıyan katmanlarını oluşturuyor. Afganistan’ın küçük bir köyünde doğan ve okuru Kâbil’den Paris’e, San Francisco’dan Tinos adasına taşıyan bu öykü, her sayfada renklenip güçleniyor. Ve Dağlar Yankılandı, bizi biz yapan değerler üzerine düşündüren, ustalıkla yazıldığını her bölümde yeniden kanıtlayan, büyüleyici bir roman. Uçurtma Avcısı ve Bin Muhteşem Güneş ile dünya çapında sevilen bir yazar olan KhaledHosseini’nin yazarlığında bir dönüm noktası.

Büyücü Ayrıntı Yayınları John Fowles Fiyatı: 30,00TL Çağının yarı-entelektüel bunalımlarını geçirmekte olan, Oxford mezunu NicholasUrfe, İngiltere’nin kasvetinden ve aşktan kaçmak için ücra bir Yunan adasına İngilizce öğretmeni olarak gider. Tekbaşına sıkıntılı günler geçirdiği, şair olduğuna dair hayallerinin de suya düştüğü bu sırada, gizemli milyoner Conchis ile tanışır... Büyücü, insan zihninin labirentlerinde dolaşan metafizik bir eğlence trenidir adeta. Bu labirentlerde gerçeklikle sanrı arasındaki gri bölge kahramanımızca ihlal edilir. Birbiri ardına gelişen ürkütücü olayların, aşk ve ihanetin sonucunda Urfe başta kendi akıl sağlığı olmak üzere her şeyden şüphelenir bir duruma gelir. Büyücü’de, insanlığın karşı karşıya bulunduğu tehdit, Batı kültürünün duvarları arasına oludğu kadar insanın kendi bilincinin duvarları arasına da gizlenmiştir. Urfe gibi, içinde doğdukları kültürün sosyal yapılarınca dayatılan davranış kalıplarından uzak durma özgürlüğüne sahip olduklarını keşfeden bireylerin çabalarıyla varılabilecek yeni bir bilinç düzeyine yolculuktur bu.

106

Temmuz - Ağustos / 2013


Tutku Otobüsü Remzi Kitabevi John Steinbeck Fiyat:11,25TL Yalnız ve tutunamayan ruhların serüveni. Kalifornia’nın uçsuz bucaksız verimli topraklarında yollar boyunca dolaşan bir otobüs, yalnız ve tutunamayan ruhları, gitmek istedikleri yerlere taşıyor. Sürücü koltuğunda ateşli JuanChichoy var, bu topraklara yakışan ve sınır tanımayan bir adam. Yolcular arasında, keyifle yollara düşmüş satıcı Ernest, on yedi yaşındaki Kit, nam-ı diğer Sivilce ve film yıldızlarına hayran Norma var. Bir de Norma’yı kanatlarının altına almış olan, erkek gecelerinde dans eden striptiz yıldızı Camile. Bu güçlü ve gerçekçi roman, yolcular sırlarını açığa vurup, geçmişlerinden uzaklaşıp, geleceğin vaat ettiklerine doğru ilerlerken, açmazların, ihtirasın, aşkın ve özlemin hikâyesi haline dönüşüyor.

Bir Psikiyatristin Gizli Defteri NTV Yayınları Gary Small, GigiVorgan Fiyatı: 15,00TL Gerçek hikâyeler kurgudan çok daha tuhaftır, Dr. Gary Small da bunu gayet iyi biliyor. Psikiyatriyle ve insan beyni üstüne çığır açıcı araştırmalarla geçen otuz yıl içinde Dr. Small pek çok şey görmüş. Bu kitap bir psikiyatristin zihnine ve onun giderek gelişim gösteren mesleki yaşamına yapılan aydınlatıcı bir yolculuk. Aynı zamanda bu branşın ve daha önce görülmemiş, tanısı koyulmamış çeşitli akıl hastalıklarının perde arkasına da bir bakış... Kitabı okurken kendinizi, bizi insan yapan şaşırtıcı tuhaflıklar üstüne düşünürken bulacaksınız. Sıkça komik, kimi zaman trajik ve daima etkileyici Dr. Small, sizleri kariyeri içinde Boston’un kalabalık acil servis koridorlarından başlayıp ülke elitlerinin multimilyon dolarlık kayak localarına dek uzayan bir geziye çıkarıyor. Bu gezi sırasında birbirinden tuhaf gerçek karakterleri anlatırken, bir yandan da esrarengiz histerik körlükle, penisinin küçüldüğüne inanan bir adamla, gizli sürdürülen çifte hayatlarla ve ürkütücü derecede psikotik romantik arzularla baş ediyor. Akıl hocası kendi hastası olduğunda Dr. Small’un kariyeri ve kişisel hayatı tam bir döngüyü tamamlıyor ve Small’un kimsenin zihinsel araştırmanın ötesinde olmadığını anlamasını sağlıyor; kendisinin bile...

107


tiyatro

AŞK KÖPEKLİKTİR… Polisiye romanlarıyla okuyucunun yakından takip ettiği Ahmet Ümit’in oyunlaştırdığı “Aşk Köpekliktir” Akla Kara Tiyatro’da. Yakalamaya çalıştığı seri katile aşık olan Stefan, Berlin’den İstanbul’a kadar onu takip eder. Burada katile ikizi kadar benzeyen Ayşe’yle tanışınca… İmkânsız bir aşkın girdabında kaybolan bu ikilinin sakladığı sırlar nedir? Ölüm mü? Aşk mı? Yazan: Ahmet Ümit Yönetmen: Savaş Özdural Yönetmen Yardımcısı: Müjde Başkale Oyuncular: Fatih Gülnar, Füsun Kostak, Özgür Özdural, Pelin Turancı, Arda Meriçliler. www.aklakara.tv

Gizli Özne Tek tutkusu resim olan, ama yaptığı resimleri kendinden başka kimseye beğendiremeyen Eray ile bir şirkette muhasebecilik yapan, hayatını mesai saatlerine göre yaşayan, Yasin’in hikâyesidir Gizli Özne... Tiyatro Esen’in yeni oyunu Gizli Özne’de; yol manzaralı, demir parmaklıklı bir konutun içinde, zamanı nakite çevirmeye çalışan muhasebeci Yasin ile kendine bolca vakit ayıran ressam Eray’ın çatışmalarını izlerken kendi yaşam seçimlerimizi neşeli bir üslupla sorgulayacağız. Göksel Kortay’ın yönettiği Baş Belası adlı komedi oyunu ile iki sezondur seyircinin beğenisi kazanıp birçok ödül alan Tiyatro Esen; yeni sezona yepyeni bir oyunla, Gizli Özne ile başlıyor. ‘Baş Belası’ oyunun yazarı Eray Yasin Işık’ın yazdığı Gizli Özne adlı oyun, İpek Kadılar danışmanlığında ve Arda Esen yönetiminde tiyatroda hayat buluyor. Yönetmen: Arda Esen Yazar: Eray Yasin Işık Oyuncular: Arda Esen, Bora Sivri, Hakan Eratik, Sedat Bilenler, Yeşim Salkım www.tiyatroesen.com

Babamın Cesetleri Kendisini şeytanın arkadaşı olarak tanıtan bir adamın hikayesini elen alan “Babamın Cesetleri”, Krek’te sahne alıyor. Yaklaştı, yüzlerimiz arasında yirmi santim yok. Nefesi burnumda ve şeytan konuştu. Just watch my friend... Just watch. Kıpırdamadan baktım şeytana, “my friend” dediği için alçak bir umut doğdu içime. Şeytanın arkadaşıyım ve hayatta kalacağım. Yazan ve Yöneten: Berkun Oya Oynayanlar: Defne Kayalar, Öner Erkan, Özge Özel, Şerif Erol, Ulaş Tuna Astepe, Yurdaer Okur www.krek.net

108

Temmuz - Ağustos / 2013



Müziksiz Evin Konukları Macide Tanır’ın yıllar sonra tiyatroya tekrar dönmesini sağlayan ve üç yıl kapalı gişe oynayan bu aile komedisi, geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Macide Tanır anısına, güncel bir çeviri ve yorumla sahneleniyor. Dekor tasarımı ödüllü tasarımcı Barış Dinçel tarafından gerçekleştirilen oyunda, babalarının ekonomik durumunun bozulması nedeniyle, sevgisiz bir babaanne ve engelli bir teyze ile yaşamak zorunda kalan iki çocuğun hikâyesi anlatılıyor. Yazan: Neil Simon Çeviren/Yöneten: Nedim Saban Oyuncular: Serpil Tamur, Özge Özder, Asuman çakır, Abdül Süsler, Emrah Düzkaya, Abdullah Semercioğlu, Selim Tezin www.tiyatrokare.com.tr

Üstü Kalsın Şiir, aşk ve yaşam dolu Üstü Kalsın, yoğun ilgi dolayısıyla 3. sezonda da seyirciyle buluşmaya devam ediyor. 2011’de bu yana sahnelenen, şu an üçüncü sezonunda da yoğun ilgi gören ve tiyatrogerçek tarafından düzenlenen “Üstü Kalsın”da; Cemal Süreya’yı şiirleriyle tanıyacak ve onun aşklarına, yaşadıklarına, mısralarda eşlik edeceksiniz. Tek perdelik bu gösteriye, simgeler ve çağrışımlarla düzenlenmiş sahne atmosferinde, Hakan Gerçek ve Tilbe Salim şairin büyüleyici şiirlerine hayat veriyor. Cemal Süreya’nın şiirleri Metin ve sahneye uygulayan: Atilla Birkiye Oyuncular: Hakan Gerçek, Tilbe Salim Müzik: aria (Cengiz Onural - Bora Ebeoğlu) Işık ve yönetmen yardımcısı: Sema Öztaş www.tiyatrogercek.com

Yaşamaya Dair Genco Erkal’ın Nazım Hikmet tutkusunun yeni ürünü olan “Yaşamaya Dair - Bursa Cezaevi’nden Mektuplar” adlı müzikli gösterisi başlıyor. Nazım Hikmet’in ölümünün 50. yıldönümü için Genco Erkal’ın uyarlayıp yönettiği oyunda, Tülay Günal da oynuyor. Piyano ve viyolonsel eşliğinde oynanacak oyunda, başta Fazıl Say ve Zülfü Livaneli olmak üzere değişik bestecilerin Nazım şarkıları da seslendirilecek. Ağırlıklı olarak ozanın Bursa Cezaevindeki yaşamını, eşi Piraye Hanım’a olan tutkusunu anlatan oyun, daha sonra sürgün yılları ve vatan hasretine odaklanarak, destansı yaşamından izlenimlerle noktalanıyor. www.dostlartiyatrosu.com

110

Temmuz - Ağustos / 2013



etkinlik

Duman, 3 Kasım’da, 4 yıl aradan sonra yeni albüm konseri için Bostancı Gösteri Merkezi’nde sizlerle olacak! Milyonlarca müzikseverin hayranlıkla dinlediği ve takip ettiği Duman, yeni albümünün konseriyle sizlerle buluşuyor. Her albümü olay yaratan ve milyonlarca müzikseveri peşinden sürükleyen Duman, 4 yıl boyunca beklenen albümünü, nihayet sevenlerinin beğenisine sunuyor.

Drom - Fenicia Dans Topluluğu, 7 Kasım’da CRR Konser Salonu’nda Sanat Yönetmeni: Cristiane Azem Konuk Sanatçılar: Ahırkapı Roman Müzisyenler ( İstanbul) - Manuel Reyes (Madrid) Drom, flamenko dansının temellerine inerek Hindistan’dan Endülüs’e kadar süren Romanların yolculuğunu dans diliyle anlatır. Yüzyıllar boyunca dünyanın bir köşesinden diğerine süren bu renkli yolculuğa siz de tanık olun. Cemal Reşit Rey gösterisinde Türk romanlarının dansında Ahırkapı’dan roman müzisyenler canlı müzikle dansçılara eşlik edecekler. İspanya’nın önde gelen flamenko dansçılarından biri olan Manuel Reyes de konuk sanatçı olarak diğer dansçılarla sahne alacak.

Vassilis Saleas Jolly Joker İstanbul’da 12 Kasım 2013 21:00

Dünyaca ünlü Yunanlı klarnet virtüözü Vassilis Saleas’in “Travelling The World” albümünün ilk konseri 12 Kasım gecesi Jolly Joker İstanbul’da sanatçı dostların katılımıyla gerçekleştirilecek. Vassilis Saleas bu albüm çalışmasında, Carlos Santana, Queen gibi dünyaca ünlü sanatçıların eserlerinin yanı sıra Türkiye’den de Tarkan’ın “İnci Tanem” ve Sezen Aksu’nun “Sarı Odalar” şarkılarına yer verdi.

112

Temmuz - Ağustos / 2013


Russell Brand Türkiye’de! Dünyaca ünlü komedyen dünya turnesi kapsamında Kasım’da Türkiye’de! Sahne showlarındaki popülerliğinin yanı sıra oyuncu, yazar, tv ve radyo programcısı Russell Brand “Messiah Complex, World Tour 2013” kapsamında BKM organizasyonuyla İstanbul’a geliyor! Yoğun turne programına Haziran ayında Chicago da başlayacak ve Aralık ayında İzlanda’da bitirecek olan ünlü sanatçı 23 Kasım 2013 Cumartesi akşamı Tim Maslak Show Center’da Türk seyircisini gülmekten kırıp geçirecek. “Messiah Complex, World Tour 2013” Russell Brand’in ilk ve tek dünya turnesi olacak. Gösteri, İngilizce olarak sahnelenecek.

Dansseverlerin merakla bekledikleri “İstanbul 5. Street Dans Karnavalı”nda ilk gün etkinlikleri 16 Kasım’da Ghetto’da... “İstanbul Street Dans Karnavalı” geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, bu yıl da Türkiye’den ve dünyadan birçok dans severi aynı çatı altında buluşturuyor. Bu sene Hiphop Kadın, Hiphop Erkek ve Popping (kadın-erkek karışık) ve Freezone dallarına ek olarak ilk kez House (kadın-erkek karışık) dalı da yarışma bölümünde yer alacak. Bu dallarda birinci olacak yarışmacılara sürpriz hediyeler verilecek.

Fazıl Say Resital 13 Kasım 2013 20:30 | ENKA İbrahim Betil Oditoryumu, İstanbul Avrupa Kültür Elçisi Fazıl Say 2001 Stravinsky CD’si ile aldığı “en iyi yorumcu”, 2008 yılında Kopatchinskaja ile aldığı “en iyi oda müziği” ödüllerinin ardından 2013 yılında “İstanbul Senfonisi” eseri ile besteci olarak Avrupa’nın en büyük ve en prestijli müzik ödülü ECHO ödülünü 3. kez kazandı. Ney, kanun ve kudüm’ün orkestranın solistleri olarak öne çıktığı bu çağdaş Türk eserini Şef Gürer Aykal yönetiminde BİFO icra etmişti. Derinlikli yorum kavrayışı nedeniyle günümüze kadar 20’den fazla uluslararası ödülle onurlandırılan ENKA’nın daimi sanatçısı Fazıl Say, ENKA’ya özel repertuarından oluşan resitaliyle 13 Kasım akşamı dinleyicilerle buluşuyor.

113


Gençler, Cesaretimizi güçlendiren ve sürdüren sizlersiniz. Siz, almakta olduğunuz terbiye ve kültür ile insanlık değerinin, vatan sevgisinin en değerli örneği olacaksınız.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.