11 minute read

CUMHURİYETİ YAŞAMAK VE YAŞATMAK

CUMHURİYET’İN İLK YILLARINI YAŞAMAK VE YAŞATMAK düşün Sorular / Yanıtlar*

* Hıfzı TOPUZ | Gazeteci - Yazar

Advertisement

düşün: Çağdaş Türk Edebiyatı’na anı romanlarınızla katkıda bulunan önemli bir yazarsınız. Tarihe yön veren kişilerin bilinmeyen taraflarını akıcı ve öğretici bir şekilde yazıyorsunuz. Anı ve belgeleri tarihsel gerçekler ışığında, kurguyla harmanlayarak anlatan birçok romanınız var. Örneğin Başın Öne Eğilmesin, Özgürlüğe Kurşun, Hava Kurşun Gibi Ağır isimli romanlarınızda toplumda kanaat önderi olmuş aydınların hayatını anlattınız. Sizi bu tür anı roman yazmaya yönlendiren etmen ne oldu?

Hıfzı Topuz: Ben romanlarımla tarihte yaşanmış bazı olayların bilinmeyen taraflarını gün yüzüne çıkarmaya çalışıyorum. Osmanlı Devleti’ni ele aldığım zaman, Osmanlı dönemindeki düzensizlikleri vurguluyorum. Örneğin Mithat Paşa’nın nasıl öldürüldüğünü, III. Selim’in ne gibi baskılar altında kaldığını anlatıyorum, insan haklarının ve demokratik hakların olmadığını gözler önüne seriyorum. Ayrıca tarihi, anıyla bütünleştirerek yazdıklarımı ilgi çekici hale getirmek ve tarihi sevdirerek öğretmek, benim için her romanımın ileriye dönük devrimci bir mesaj içermesi kadar önemli.

Okuma toplantılarında konuştuğum öğrenci ve öğretmenlerin bana her yerde “bize tarihi sevdirdin” demeleri beni mutlu ediyor. Ayrıca ele aldığım çoğu kişiyle tanışmış, konuşmuş olmam da bu tür roman yazmamı kolaylaştırıyor.

Örneğin Hava Kurşun Gibi Ağır romanımda Nazım Hikmet’i anlattım. Ben okuma yazma bilmeden önce Tevfik Fikret’in bazı şiirlerini ezbere bilirdim. Daha sonra Faruk Nafiz’i, Yahya

Kemal’i öğrendim. Ama Nazım’ı okuduktan sonra onun hayranı oldum. Paris’teyken Nazım’ın sesini banda aldım. Bana bir saate yakın “Havana Röportajı”nı, “Saçları Saman Sarısı”nı ve altı şiirini okudu, Havana’dan yeni döndüğü için orada yaşadıklarını anlattı.

Nazım’ı yakından tanıdım ve onunla dost oldum. Bugün o dönemin büyük şair ve aydınlarını tanıyan, onlarla konuşan çok az kişi kaldı. Örneğin geçen sene Mehmet Aksoy’un yaptığı Nazım heykelini Havana’ya götürdüğümüz grupta Nazım’ı tanımış olan bir ben vardım. Sabahattin Ali’yi tanıyan insanlardan da sağ kalan üç beş kişi arasındayım.

Ben çok geniş bir lider, aydın ve seçkin kitlesiyle konuşma mutluluğuna eriştim. Kurtuluş Savaşı’nda Yunan Orduları Başkomutanı General Trikupis’le röportaj yaptım, İnönü’yle, Menderes’le, Celal Bayar’la ve Atatürk’ün birçok yakınıyla konuştum.

1937’de on dört yaşındayken, Atatürk’ün Ankara’dan İstanbul’a geleceği bir gün, Kartal Kaymakamı Bahir Öztrak’ın başkanlığında kasabanın gençlik bandosu eşliğinde Atatürk’ü karşılamaya Pendik Tren İstasyonu’na gittik. Atatürk trenden inince onunla el sıkışma mutluluğunu yaşadım. Atatürk’ü birçok kez Haydarpaşa Garı’nda, Kral Edward ile birlikte Moda’da, İran şahı geldiğinde Maltepe’de, Onuncu Yıl’da Ankara’da tribünde, Ortaköy’de Galatasaray’da okurken motorla okulun önünden geçerken gördüm. Ailemde Atatürk’e yakın olan ve sofrasında bulunan milletvekilleri vardı. Örneğin Süreyya Yiğit , Dr. Fikret Onuralp, Prof. Vasfi Raşit. Babam da Milli Mücadele’de Atatürk’ün emrinde çalışmıştı. Kısacası tüm bu yaşadıklarıma ve tanıştığım insanların anılarına dayanarak, gazeteci kimliğimle de gerçekleri araştırarak kitaplarımı yazdım.

düşün: Önemli bir gazetecilik geçmişine de sahipsiniz. UNESCO’da görevli olduğunuz dönemde dünyada haber dolaşımının, gazetecilik eğitiminin, iletişim araştırmalarının ve Üçüncü Dünya Ülkeleri’nde iletişim araçlarının geliştirilmesi için çalışmalarda bulundunuz. Bunlardan söz edebilir misiniz?

Hıfzı Topuz: Yüksek lisans ve doktoramı Strasbourg Üniversitesi’nde gazetecilik üzerine yaptım. Akşam gazetesinde on iki yıl istihbarat şefi, yazı işleri müdürü ve röportaj yazarı olarak çalıştım. Merkezi Paris’te bulunan UNESCO’da yirmi beş yıl gazetecilik eğitimi, iletişim araçlarının geliştirilmesi, basın ahlakı ve iletişim özgürlüğü ile ilgili projelerden sorumlu bölüm şefiydim.

Afrika, Latin Amerika, Arap ve Asya ülkelerinde eğitim seminerleri düzenledik ve gazetecilik okullarının açılmasına yardım ettik. Basın ahlakı ve gazetecilerin korunması üzerinde çalışmalar yaparken de mesleksel örgütler arası işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmeye yöneldik.

Ayrıca 1950’li yılların sonundaki tekelleşmiş habercilik anlayışını yıkmaya çalıştık. Associated Press, AFP, Reuters, International Press

Biz, her toplumun kendi sorunlarını, olaylarını ve eğilimlerini uluslararası tekelci haber ajanslarına bağlı kalmadan doğrudan doğruya dünyaya duyurmaları gereğini savunduk.

Union ve Tass gibi uluslararası haber ajansları haberleri Paris’ten, Londra’dan ve New York’tan dağıtıyorlardı. Biz, her toplumun kendi sorunlarını, olaylarını ve eğilimlerini uluslararası tekelci haber ajanslarına bağlı kalmadan doğrudan doğruya dünyaya duyurmaları gereğini savunduk. Bu amaca ulaşmak için Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin kendi haber ajanslarını kurmalarına ve aralarında haberleşmelerine yardım ettik. Bu

çalışmalar 70’li yıllarda haber tekellerini sarstı. Bunun sonucu olarak neo-emperyalist ülkelerde UNESCO’ya karşı büyük bir tepki oluştu. Özellikle Nobel ödüllü İrlanda eski Dışişleri Bakanı McBride’ın başkanlığını yaptığı, içinde Sovyetler, Amerika, İngiltere, Fransa ve Afrika’nın bulunduğu uluslararası McBride Komisyonu’nun hazırladığı “Özgür Haber Dolaşımı” raporu tekelci güçler tarafından tepkiyle karşılandı. Bu ülkeler UNESCO’nun iletişim özgürlüğüne karşı çıktığı söylentilerini yaymaya başladılar. Amerika ve İngiltere UNESCO’dan ayrılarak yirmi yıl bu örgütün çalışmalarına katılmadılar. Ama sonra UNESCO’nun doğru bir politika izlediği anlaşıldı.

düşün: Sizin de belirttiğiniz üzere yurt dışındaki ülkelerde de özgür düşünce ortamının oluşması ve gelişmesi için pek çok çalışmada aktif görev aldınız. Türkiye’de ne yazık ki özgür düşünce ortamının halen tam olarak oluşmadığını görüyoruz. Bunun sebeplerinden biri olarak pek çok aydının faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi görülebilir. Peki günümüze kadar süregelen “aydın katliamları” hakkında hükümetlerin politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hıfzı Topuz: Gazeteci ve aydınların katledilmesi Türkiye’de çok eski zamanlara, İttihat ve Terakki dönemine kadar dayanıyor. Özgürlüğe Kurşun kitabımda ele aldığım öldürülen gazeteciler Hasan Fehmi, Ahmet Samim ve Zeki Bey

Sabahattin Ali emperyalizme, dikta rejimine, baskıya, her türlü sömürüye, gericiliğe, şeriata, kadınların ezilmesine karşı olan, insan haklarını savunan, yalnız işçi sınıfını değil ezilen bütün halk kitlelerini, memuru, dar gelirliyi, köylüyü, esnafı korumaya kendini adayan ve bunu hayatıyla ödeyen bir aydındı.

ler Türkiye’de öldürülen ilk üç büyük gazetecidir. Tesadüfen hepsi, o dönemde Batı’ya açık bir okul olan ve içinde daha aydın insanların yetiştiği Galatasaray Lisesi’nden mezundurlar. Bu aydınların diğer bir ortak özelliği ise daha demokratik bir rejim, daha fazla düşünce özgürlüğü istemeleri ve İttihatçılar’a muhalefet etmeleridir. Bu yüzden bu gazeteciler haince öldürülmüşlerdir. Bu üç gazetecinin öldürülmesinden sonraki olaylar pek bilinmez.

İttihatçılar’ın tetikçi olarak kullandığı Çerkez Ahmet, Zeki Bey davasında mahkum olup beraat ettikten sonra, İstanbul’daki bazı Ermenileri Suriye’ye götürecektir. Çerkez Ahmet yedi Ermeni gazeteciyi -bu yedi Ermeni gazeteci, kitabımın sonunda yer alan, öldürülen aydınların isimlerinin bulunduğu altmış bir kişilik kara listeye eklenebilir- yolda öldürür. Daha sonra, cinayetlerden haberdar olan ve bu durumdan hoşlanmayan Suriye’de Ordu Kumandanı ve Vali Cemal Paşa, Çerkez Ahmet’in idamını ister ve Dahiliye Nazırı Talat Paşa’ya ne düşündüğünü sorar.Talat Paşa idam kararını onaylar ve Çerkez Ahmet idam edilir.

Ne var ki cinayetleri örgütleyen “Serez Mutasarrıfı” adıyla ünlü İttihatçı Şükrü Bey hakkında hiçbir kovuşturma yapılmaz. Şükrü Bey daha sonra Osmanlı döneminde bakanlığa yükselmiş ve mütarekenin başlarında da İngilizler tarafından tutuklanarak Malta’ya sürülmüştür.

Milli Mücadele yıllarında Malta’dan kurtulan Şükrü Bey İstanbul ve Samsun yoluyla Ankara’ya ulaşmış ve onun bu cinayetlerin elebaşısı olduğunu bilmeyen Ankara Hükümeti de kendisini Trabzon Valiliği’ne atamıştır. Daha sonra Kocaeli’nden milletvekili seçilen Şükrü Bey Atatürk’e karşı düzenlenen İzmir Suikastı’nı hazırlayanlar arasında yer almış ve İstiklal Mahkemesi kararıyla idam edilmiştir.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Atatürk zamanında öldürülen tek bir gazeteci yoktur. İnönü dönemine geldiğimizde ise Sabahattin Ali katledilmiştir. Bu olayı Başın Öne Eğilmesin kitabımda anlattım. Sabahattin Ali emperyalizme, dikta rejimine, baskıya, her türlü sömürüye, gericiliğe, şeriata, kadınların ezilmesine karşı olan, insan haklarını savunan, yalnız işçi sınıfını değil ezilen bütün halk kitlelerini, memuru, dar gelirliyi, köylüyü, esnafı korumaya kendini adayan ve bunu hayatıyla ödeyen bir aydındı. Düşünce insanı olmasının yanında çok iyi bir dost, şaka yapmayı seven zeki bir adamdı. Örneğin, birgün bir meyhanede kendisini sivil polislerin izlediğini bildiğinden onları işletmek ve kışkırtmak için “Moskova’dan para aldık, bu akşam burada yiyeceğiz.” demişti. İşte Sabahattin böyle esprili, eğlenceli bir dosttu ve halkını düşünen, her kesimin hakkını savunan bir aydındı.

Sabahattin Ali’nin öldürülmesi katiyen bir devlet kararı değildi. Sabahattin Ali, Ali Ertekin adında bir ajan aracılığıyla Bulgaristan’a kaçmak isterken yakalandı. Düşünce olarak Marksist olmasına rağmen Komünist Parti üyesi olmayan, kimseden emir almayı sevmeyen, bir disiplin altında çalışmayı kendine yediremeyen ve özgür hareket eden Sabahattin, kendisine kin besleyen eski bir polis müdürünün yönettiği bir işkence sırasında öldürüldü. 1948 Halk Partisi iktidardaydı. CHP’li Başbakan Nihat Erim de, Demokrat Parti liderlerinden Adnan Menderes ve Samet Ağaoğlu da Sabahattin’in nasıl öldürüldüğünü biliyordu ama hiçbiri böylesine acımasız bir olayın üstünde durmadı.

27 Mayıs 1960’da iktidara gelen Milli Birlik Komitesi’nden AKP’ye kadar hiçbir hükümet bu konuyu ele almadı. Kısacası 1948’den bu yana bütün hükümetler ve bütün partiler çok sevdiğim arkadaşlarım Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı ve Abdi İpekçi’nin katledilmelerinde de olduğu gibi katillere sahip çıktılar. “Aydın Katliamları” konusunda üzerlerine düşen görevi yerine getirmemelerinin en belirgin gerekçesi düzenin bozulmasını istememeleridir, zaten bunu bir bakanın “Duvardan bir tuğla çekersen duvar yıkılır.” sözü de bir bakıma açıklıyor.

Ülkenin çağdaşlaşma yolunda gelişmesine sağladığı katkıya rağmen komünizm propagandası söz konusu bile değilken Köy Enstitüleri’ne ideolojik saldırılar oldu.

düşün: Sizin “savaş yıllarında kültür devrimi” olarak adlandırdığınız Köy Enstitüleri’ni anlatan Tavcan isimli kitabınızda Sabahattin Ali’yle ilgili bir anı var. Köy Enstitüleri öğrencileri Sabahattin Ali’den Nazım Hikmet’in bir şiirini okumasını istiyorlar. Fakat Nazım’ın bir şiirini okuması bile Sabahattin Ali’nin öğrencilere komünizm aşıladığı şeklinde söylentilerin yayılmasına sebep oluyor. Bu söylentilerin yanında enstitüler hakkındaki komünist yuvası suçlamaları üzerine bu eğitim kurumları çok fazla baskı görüyor. O dönemki Köy Enstitüleri’nin yerini siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hıfzı Topuz: Atatürk zamanında Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olan Mustafa Necati, Vasıf Çınar, Reşit Galip Beyler ve İnönü döneminde de Saffet Arıkan çağdaş Türk eğitim sisteminin ve Köy Enstitüleri’nin temellerini atan kişilerdi. Daha sonraları bu fikirleri Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç hayata geçirdi. Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde kurulan Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in ve Kemalizm’in kültür politikalarının uygulamasıydı. Öğrenciler kendilerini yalnız akademik yönden geliştirmekle kalmıyor, öğrendikleri bilgileri uygulamalı yöntemlerle hayata geçiriyorlardı. Ayrıca tarımcılık, hayvancılık ve balıkçılık yaparak okul masraflarını karşılıyorlardı. Köy Enstitüleri UNESCO’nun düzenlediği uluslararası toplantılarda da gelişme yolundaki ülkelere örnek gösterildi.

Ülkenin çağdaşlaşma yolunda gelişmesine sağladığı katkıya rağmen komünizm propagandası söz konusu bile değilken Köy Enstitüleri’ne ideolojik saldırılar oldu. Öğretmenler bu eğitim kurumlarında komünizm propagandası yapıyor diye dava açılmadı. Ancak enstitülere yapılan saldırılar büyük zararlar verdi. Örneğin Sabahattin Ali, Hasan Ali ve Tonguç bu saldırılardan yara aldılar.

Hasan Ali Bey çok sevdiğim, hayran olduğum, Osmanlı kültürüne, Bektaşilik ve Mevlevilik’e meraklı, mistik bir havası olan, hoşgörülü bir aydındı. Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı dönem içinde eğitim hayatına pek çok yenilik getirdi. UNESCO’nun kuruluşu için 1945’te Londra’da düzenlenen toplantıya da katılmıştı.

Yıllar sonra 1960’ta Paris’te toplanan UNESCO genel konferansına katıldı. Ben de o dönemde UNESCO’da çalışıyordum. Birgün Hasan Ali’ye “Burada görmek istediğiniz eski dostlarınız var mı?” diye sordum. Abidin Dino’dan, Avni Arbaş’tan ve Pertev Boratav’dan söz ettik. “Hepsini görmek isterim ama başkasını çağırma.” dedi. Bunun üzerine o akşam bizim evde toplandık. Pertev Bey bordo bir kravat takmıştı. Hasan Ali “Pertev, sizin bu kırmızı kravatınız yüzünden başıma neler geldi.” diyerek takıldı.

Eğer Köy Enstitüleri’nin verdiği mücadele daha uzun soluklu olabilseydi hiç şüphesiz demokrasimiz şu an bulunduğu durumdan daha üst düzeyde olacaktı.

Pertev Bey de “Bakın beyefendi, benim kravatım kırmızı değil bordo, sizin kravatınızda kırmızı noktalar var.” deyince Hasan Ali bu kez “Ben senin gibi haykırıyor muyum?” dedi.

Pertev Boratav komünist değil, sadece ılımlı sosyalistti. Pertev Bey de, Sabahattin Ali de proleterya diktatörlüğünden yana değillerdi, demokrasi yanlısı insanlardı. O dönemde bu aydınların hepsi Moskova ajanı olarak ünlenmişti. Zaten Türkiye’de eskiden devletçiliği ve sosyal adaleti benimseyen her insana komünist deniyordu.

Komünizm propagandası yapmakla suçlanan Köy Enstitüleri Türkiye’yi çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmaya yönelmişlerdi; öğrencinin aydınlanmasını, okuyup üretirken genel kültür sahibi olmasını sağlıyorlardı. Kurulduğu günden itibaren toprak ağalarını ve bazı çıkar gruplarını ürküten Köy Enstitüleri, köylünün kendi başına kalkınabileceğini kanıtlamıştı. Köylünün kalkınmasını ve aydınlanmasını sağlayan bu eğitim kurumlarının kapatılmasıyla Türkiye’de çağdaşlaşmanın önüne set çekilmiş oldu. Eğer Köy

Enstitüleri’nin verdiği mücadele daha uzun soluklu olabilseydi hiç şüphesiz demokrasimiz şu an bulunduğu durumdan daha üst düzeyde olacaktı.

Çevremdeki insanların hepsi Türkiye’ye çok olumlu bakıyordu; çünkü Türkiye, gerici ve tutucu bir İslam toplumundan sıyrılıp Batı uygarlığını örnek alarak çağdaşlaşma yolunda ilerleyen yeni bir ülke olmuştu.

Ben Köy Enstitüleri’nde bulunmadım ama bu enstitülerden yetişmiş Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Adnan Binyazar, Osman Şahin, Mehmet Başaran gibi nice aydın arkadaşım oldu. Köy Enstitüsü öğretmenlerinden Mualla Eyuboğlu, Sabahattin Eyuboğlu, Bahattin Fırtına gibi bazı ilerici aydınları tanıdım, onların görüşlerini paylaştım. Enstitülerle ilgili yazı istendiği zaman yazıyorum ve toplantılarına katılıyorum. İlk olarak yirmi yıl önce İstanbul’da Lütfi Kırdar Salonu’nda Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Mehmet Başaran, Can Yücel ve Bahattin Fırtına ile beraber Köy Enstitüleri’nin günümüzde olup olamayacağı hakkında konuşmuştuk.

düşün: Peki sizce bugün Köy Enstitüleri tekrar kurulabilir mi?

Hıfzı Topuz: Bugün Köy Enstitüleri eski biçimiyle tekrar kurulamaz; çünkü bugünün teknolojisi ve nüfusun köy ve kentlerdeki dağılımı çok değişti. İçinde bulunduğumuz çağın gereklerine ve gelir dağılımına göre daha farklı uygulamaların hayata geçirilmesi uygun olur. Nüfusun köylerdeki oranı yüzde 20’lere indi. Köyde yaşayan halkın büyük bir kesimi kentlere göç etti ve kentlerin çevresinde genelde yoksul ve tutucu mahalleler oluştu. Kentlerde yaşayan köylü topluluğu da gerici güçlerin etkisi altında kaldı. Kısacası, bugünün koşullarında yeni teknolojik araçları kullanarak ve televizyondan yararlanarak geri kalmış çevreleri uygarlık düzeyine ulaştırmak için yeni projeler oluşturmak ve yeni eğitim kurumları yaratmak gerekir.

düşün: UNESCO’ daki göreviniz sebebiyle uzun yıllar yurt dışında bulundunuz. Yurt dışında Türkiye’yi dışardan gözlemleme imkanınız oldu. Bu süre zarfında, insanlar Türkiye hakkında nasıl bir izlenime sahipti?

Hıfzı Topuz: 1959’dan itibaren yirmi beş yıl UNESCO’da çalıştım. Düzenlediğim toplantılarda dünyanın her yanından gelen insanlarla birlikte olduk. Çevremdeki insanların hepsi Türkiye’ye çok olumlu bakıyordu; çünkü Türkiye, gerici ve tutucu bir İslam toplumundan sıyrılıp Batı uygarlığını örnek alarak çağdaşlaşma yolunda ilerleyen yeni bir ülke olmuştu. Türkiye deyince insanların aklına ilk gelen isim Atatürk oluyordu. Özellikle Kuzey Afrika ülkelerinde, Tunus’ta, Cezayir’de ve Fas’ta müthiş bir Atatürk hayranlığı vardı. Yalnız Atatürk döneminde değil ondan sonraki dönemlerde de Türkiye Batılı ve uygar ülkeler arasında sayılıyordu. Yabancı ülkelerde bulunduğum yaklaşık altmış yıl boyunca hiç kimse bana ve Türkiye’ye gerici gözüyle bakmadı. Ancak bugün Türkiye’nin Batılı bir ülke olarak görüldüğü konusunda ciddi şüphelerim var.

düşün: Anılarınızı ve düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederiz.

This article is from: