Pat7

Page 1

. ARUOBA . KARAVİN . TURNA . CORTAZAR . . SAKAR . ÇAĞLAR . EİSENSTEİN . . KAYGUSUZ . YALÇINPINAR .


2


iç in dekiler

2

Editörden…

4 ORUÇ ARUOBA AYHAN ÇAĞLAR Ekim 1975 5 SORUŞTURMA 6 “Puşt Ahali” denildiğinde UTKU KAYGUSUZ 12 Bu Çok Ayıp Bi Şiir Bayım Sen Şiirsin/Çünkü 13 HÜSNİYE SAKAR BENGİ GİZEM TURNA Heykelcik 14 JULİO CORTAZAR 15 Şarkı Söylemek İçin Açıklayıcı Bilgiler Süpermen Zor Durumda 16 ZAFER YALÇINPINAR Desen 17 SERGEY M. EİSENSTEİN KENDİ ÇİZİMİYLE CEMAL SÜREYA 18 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 19 CEMAL SÜREYA’YA İTHAFLAR “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 20 ONAT KUTLAR GÖREVİNDEN AYRILDI “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 21 MARMARA ADASI’NDA Ya Da... 22 JANSET KARAVİN Otoportre 24 25 KÜNYE EK-1 26 “P.A. Şiarları” Kleopatra, Evren, Doğramacı

3


Oruç

ARUOBA * KLEOPATRA, EVREN, DOĞRAMACI... Tarihle ilgili, "öyle olmasaydı şöyle olurdu" gibi belirlemelerde bulunmak her zaman saçma sonuçlara yol açar: "Kleopatra'nın burnu o kadar büyük olmasaydı, Roma tarihi farklı olurdu" gibi... Ama, bu türden düşünce-deneyleri, bazen, açımlayıcı olabiliyor. Son 'türban' itişmelerine bakarken, kafamda, 12 Eylül'e ve YÖK'e geri dönüp durdum (Belki, kişisel bir takıntıdır...): Evren ile Doğramacı'yı bir araya getiren ve onları Türkiye'nin 'kader'inde etkili kılan tarihsel süreç olmasaydı, işlemeseydi, ne olurdu, diye düşündüm. (Erbakan'dan Erdoğan'ı türeten süreç(ler)in bu süreçten etkilenmemiş olacağını varsayarak— bu sayıltımın yanlış olduğunu da bile bile...) Şunlar olurdu (olabilirdi): Üniversiteler —1961 Anayasası ve her birinin kendi özel kuruluş kanunu altında— 'hükmi şahsiyet'lerini ve 'muhtariyet'lerini, yani özerkliklerini koruyor olurlardı. O zaman, öteki süreçler sonucu önlerine gelen; ne imam ne hatip olmayacakları bilinerek 'İmam-Hatip Lyceé'lerine sokulup çıkarılan genç kızlar, türbanlarıyla, birer 'koç boynuzu' olarak üniversite kapılarına dayandırtılınca, her bir üniversitenin senatosu ve onun seçtiği rektörü, oturup —belki ötekilerle bir araya gelip 'istişare' ederek— karar verirdi, bu 'tasallut' karşısında ne yapacaklarına. İki şey yapabilirlerdi: Ya, 'tasallut'u zararsız bulup görmezden gelerek kapıyı açarlardı—o zaman türban da belki 'koç boynuzu' olma niteliğini ve etkisini büyük çapta yitirir, öteki, bluejean'li ve mini-etekli öğrenciler arasında bir ilginçlik, bir 'renk' olarak kalırdı. Ya da, bunun ciddi bir 'tasallut' olduğuna karar vererek, türbanın 'masum inanç gereği' olanı ile 'militan siyasal simge' olanı arasında bir ayırt etme ölçüsü arayıp bularak, buna göre, kapıyı açar ya da kaparlardı. (Bu ölçünün nasıl bulunabileceğini bilemiyorum; ama, üniversiteler üniversite olma yolunda devam edebilselerdi, bu ölçü aranabilir ve bulunabilirdi, diye ummak istiyorum. —En azından, üniversite yöneticileri ve hocaları, bu kızlara potansiyel 'antilaik eylemci'ler ya da potansiyel 'ideolojik yandaş'lar diye bakmayabilirlerdi; onları, karşı karşıya oldukları ve kendi sorumluluk alanlarına giren bir toplumsal oluşumun—bir sorunun— ürünleri, ve, insanlar olarak, kurbanları, olarak görebilirlerdi; bundan da gerekli ve yerinde sonuçlar çıkarmaya çalışırlardı, diye, gene, ummak istiyorum. Örneğin, şu anda olmayacak şey ama, Şerif Mardin ya da Mete Tunçay ya da Fazıl Sağlam ya da Murat Belge, kendi üniversitelerinin (senatolarınca seçilmiş) rektörleri olsalardı...) Yani, durum, bugünkü gibi, kafalarını eşlerinin başlarına taktıkları öte-beriye takmış bir başbakan ile bir cumhurbaşkanının ve bir Meclis 'çoğunluğu'nun, etkili olabildikleri bir durum olmazdı. Üniversitelerin (hepsinin!) 'baş'ında, berikilerin atadıkları, bir ideoloji sahibi "sicil amiri" de olamazdı, çünkü YÖK diye, bütün üniversiteleri "Ham!" yapabilecek bir canavar, bir 'monstrum', bir 'hilkat garibesi' olmazdı. O zaman, 'koç boynuzu' durumuna sokulmuş kız öğrenciler, üniversitelerinde, kendilerine, kafalarına takılanın ne olduğunu anlatacak hocalar bulurlardı. Umuyorum... Belki... Herhalde... —Ah Kleopatra, ah Evren, ah Doğramacı!...

Not: İşbu yazı 16 Şubat 2008 tarihli Radikal Gazetesi’nden alınmıştır.

4


Ayhan

ÇAĞLAR * EKİM 1975

(…) Zürih’ten trenle Paris’e gidiyorum. (…) Önce Opera meydanına yakın yerde Türk Hava Yolları’nın bürosuna uğradım. Enis Batur’a baktım, daha gelmemiş. Kalacağım otelin adını söyledim, oraya telefon edilebilir. Enis Batur Zürih’e mektup yazmıştı, dergisi YAZI için bir şiir istemişti benden. Bu yazışmadan biliyorum onu.(…) Enis Batur beni aldı Art et Metier’deki evine, daha doğrusu stüdyosuna götürdü. (Paris’te ‘Stüdyo’nun anlamı başka akla yalnız resim, ressamlar gelmesin) (…) Enis Batur’un evinde laflıyoruz. Ertuğrul Özkök adlı bir genç geldi, Paris’te sanıyorum iletişim filan okuyor. Sonra da Nedim Gürsel geldi. (Nedim Gürsel bana “Neden Zürih’ten Paris’e ‘indim’ diyorsun?” diye sordu. Bilmeden ‘inmek’ fiilini kullanıyormuşum da. “Haritaya göre!” diyip geçiştiriyorum. Şairin işi bu dünyada çok zor gerçekten. Herkes alıştığı sözdizimini istiyor, acaba haklılar mı?) Neyse. Ertesi günü Nedim Gürsel geldi yine. Bizi ufak arabasıyla Paris’te biraz gezdirecek. Önce Eifel kulesinin dibindeyiz, yukarı çıkacağız herhalde. “Bırakalım bunu” diyorum “beni bir kahveye götürün de iki çift laf edelim” Bir kahveye götürdüler beni. Sonra Doğu Garı’nın karşısındaki köşede bir ‘bistro’. Enis Batur’la Nedim Gürsel bir konuyu ya da bir düşünceyi tartıştılar, tartışıyorlar. Sonra beni uğurladılar. Böylece Paris’e ilk inişim bir gün falan sürdü.

5


SORUŞTURMA * “PUŞT AHALİ” denildiğinde...

“Puşt Ahali” denildiğinde ya da bu ifadeyle herhangi bir yerde karşılaştığınızda aklınıza neler/kimler geliyor?

Borges Defteri Felsefe Ekibi: “Puşt Ahali” nedir, neyi barındırır? Bildiğimiz iki şaire (Ece Ayhan, Enis Akın- her ikisini de severek okuruz) yapılan atıf dışında bu tanım “neyi hatırlatıyor”? Neyi hatırlatmıyor? (sözcükleri Arapça- Farsça kökenleri dışında tutarak, ki her iki sözcük bu diller aracılığıyla sayısız anlam ve göndermelere vesile olur ve tahmin bile edemeyeceğimiz parçalanmalar, anlam kaymaları da cabası), bizim sorunumuz bilinenin az biraz ötesine geçme ve soruna kıyısından da olsa kuramsal yönden yaklaşma deneyimidir. Bir kültür biçimi-eskilerin “şekli” dedikleri inceleme alanı (etnografı) ve şemsiyesi altından çıkarılarak bakılırsa, genelde bildik şemalarla beraber kendini açıkça ortaya koyan eylemler, düşünceler, hatta nesnelere ve sistemlere kadar varlığını, var olduğunu hissettirir. Genel bir pencereden bakarsak her hangi bir kültürel süreç bize neyi anımsatır? Somut görüntülerinden herhangisi incelendiğinde, her zaman, birbiriyle belirli ilişkiler içinde bulunan, yani örgütlenmiş olan, insan, tarih elinin ürünü nesneler kullanan ve birbiriyle dil ya da başka bir “olanak” aracılığıyla ilişki kuran “insanların” varlığını gerektirdiği görülür. Söz konusu kültür sürecinin iç dehlizlerinde kimi başka önemli boyutlar da saklıdır. Maddi aygıtlardan tutun, sembolizmin en dip olanaklarına kadar. Bu sözcüklerin ve o izlekteki pratiklerin salt tinsel gerçeğini ya da maddi bir sembol veya eylemin herhangi bir salt anlaşmalı işaretini tek başına ele alırsak, biçim’le işlev arasındaki ilişkinin, ilk bakışta “yapma” olduğu kuşkusu ve görünümü doğabilir; ama sözcüklerin özü gereği, yalnızca insan eylemlerini bir bütün halinde koordine etmek için anlaşmalı görüşler dışından veya “çizgi dışı” çıkışların ve onun pratiğinin gelişmesini ifade ettiğine göre, burada biçim’le eylem arasında ilişki kesinlikle birbirini tamamlar, tamamlamalıdır. Elbet ki fikirler, alışkanlıklar, özgün öğeler, yedek unsurların payını, etkisini de unutmamalıyız. Her kültür grubu sosyal çevresini özel koşullarda algılar ve bu algı sistemlerini içsel düzlemde kategorize ederek eyleme yönelir. Beklentiler, roller, inançlar, anı’lar, değer yargıları, seterotip’ler vb.. “algı” öğeleri ve hatta diğer oryantasyon’larını saptamak, psiko-sosyal ve felsefi yönlerden tartışmalarını yapmak gerekiyor. Bütün bunlar sırf sözcük itibarıyla değil, hayatı ve onu sarmalayan çevreyi, ilişkileri, yazılanı, çizileni bir bütün olarak bir bütünlük içersinde algılamalıyız. Her hangi bir toplumdaki aykırı yönelimler sadece kendileriyle mi (felsefi terminolojide: individualism), sıradan ilişkilerle mi ( yine felsefi yaklaşım olan: linear relations), yoksa “aynı yönlü”, “benzer ilişkilerle” mi ilgilenirler gibi sorular, sorunlar o aykırılığın temel taşlarını da oluşturduğunu unutmamalıyız. Bu gibi yönelimler ister istemez dar alanları, zorlayıcı süreçleri, gönüllü yalnızlığı da beraberinde getirir. Düşünce kulvarları ve geçtikleri yerlerin sancısı, sızısı ayakta tutar onları, ve “an gelir” tüm kuralsız öğretiler bir kuşağın düş bahçesinde dolaşır olur… Kirli sokakların kuru, boş kalabalığında adresleri hep kendilerine dönük olur!

6


Öte yandan kendi yapısı ve işlevliliği içinde böylesine karmaşık olan düşünme sürecinin mantıksal-matematiksel yapılanmalara, ve suni konseptlere indirgenemeyeceğini görmek de çok kolaylaşır. İnsanın zihinsel etkinliği şu anda yalnızca kuramsal(deneysel değil) araştırmanın ve anlamanın bir nesnesi olarak yapılandırma sürecindedir. Unutmamalıyız ki “insani” düşünme tarzları, tüm acılarına karşın ve herhalde bundan ötürü, kendilerine özgün bir çekicilik taşırlar; zira özgür insan etkinliği içinde elde edilen bu sonuç, kendi içinde en yüksek ödüldür, bu “ödül” birilerine aykırı, abartılı gelse bile işin mantığına ters düşmez! Bu “karmaşık”lıktır ki, sezgiselcilik ve “tembel usdışıçılık” için tökezletici bir blok sağlar. Aynı benzer önermeleri, açılımları biz daha önce edebiyatımızın sınırsızlık çizgisi olan kuşağımız için de kullandık. Burada üzerinde durmamız gereken nokta düşünme etkinliğinin ussal ya da usdışı, bilinçli ya da bilinçdışı olduğunu ilan etmek değil, düşüncenin büyüleyici dünyasına, onun gerçek katmanlarının tümüne ve görünüşte, öznel zaman özellikleri içinde, birçok parametre açısından birbirinden farklı olan tüm biçimlerine nüfuz etme araçlarını bulmaktır. Orta yerde düşünen ve karşı tavırları benimseyen bir “kuşak” varsa oraya tek-değerli algılama sistemiyle yaklaşmak hatalı olur. Diğer yandan bu “karşı” duruşu temsil eden-edebilen her özgün oluşum kendi özgünü karşısında oluşan düşünce akımlarına da odaklanmalı, Latinlerin deyimi ile:”vis-a-vis”! Öte yandan bu kuşak(lar) ile ilgili birçok soru sürekli ruhumuzu yoklar. Sadece bir “varlık” ve “mevcudiyet” sorunu mu bu kuşağın zihnini kurcalayan, yoksa “bir şeyler” yapmak, “yaratıcılık” adına bir şeyler üretmek mi daha önemlidir? Bu iki girizgahı çok iyi ayırmalıyız, çünkü can alıcı define tam burada saklıdır. Gündelik hayatın alışık medcezirleri açısından değil, bu kuşağı yer yer intiharın eşiğine getiren “üretim”, “paylaşım”, “sese-ses” yoksunluğun o hazin çıkmaz sokaklarını da ortam çok iyi algılamalıdır. Kolay bir seçenek değil, en başta kendinle ve aynaya yansıyan yalanlar-gerçeklerle baş başa kalma riski var. Bu seçeneğin hiçbir aşamasında zihinsel elektronların çevresini sarmalayan aykırılıklarla sürekli bir izdüşümü gütme zorunluluğu da yok, ki bu bile başlı başına çok “belalı” bir seçenektir. Geçmişe mi (hesaplaşmak penceresinden), güncel olana mı kilitlenmeli eylemler, yönelimleri? Belki de bütün bunları bir kenara bırakarak, ister sistemin dayattığı etik alanında, ister analitik ahlak felsefesinde tartışma konusu olanları zihnimizin çöp sepetine havale ederek(yine, yeniden düşünmek adına) kendimize soracağımız soruları yani normatif soruları ele almaktan çekinmemeliyiz. Artık analitik etiğin sadece kendisini çözümleme ve temellendirme etkinlikleriyle sınırlı olduğunu biliyoruz. Pek çok durumda bunca üzerinde odaklanılan analitik etik normal değerlerle hiçbir bağlantısı olmayan bir meta etik olarak netleşmiştir. Peki her şeye rağmen, hatta şiire, geceye, insanlığa yaşatılan “şok ve dehşet gecesine” rağmen çağımız neyi talep ediyor? Bilinen (o insani) değerlerden beklentiler ne? Bunca insan hakları ihlalleri, ırk ayrımı, insan üzerinde gerçekleştirilen her türlü gayri “insani” gen araştırmaları, yaşanan değerler kaosu, rastlantılara bırakılan hayatlar, geleceği bir bilinmezliğe doğru süzülen insanlık için kim nerde, ne zaman o “iç” titren çığlığı atacak? Duvarda bir tuğlaysa her cılız ses, o duvar ne zaman yıkılacak? (İnsanlığın) –ya da kimi ehil “ahali”nin karşısına bir değer sorunu çıkmıştır, bu yüzyıl felsefesi önünde çok zorlu bir ödev konuldu. Max Scheler’in vurguladığı ve önemini hala koruduğu “tinin güçsüzlüğü” düşüncesi (hala) birçok kapıya anahtar olamaya adaydır. Ama düşünemeden de edemiyoruz, keşke hep Platon haklı çıksaydı, ama değil, çünkü hala dünyayı filozoflar yerine, güç erki yönetiyor. Onun içindir ki yeni bir ide her zaman yeni çözümler demektir. Doğu düşüncesinde bir nokta dikkat çekicidir, bir ters vuruştur adeta, derler ki “ iyinin iyi olmak için kötüye ihtiyacı olduğu, dolaysıyla kötünün iyiden daha iyi olabileceği düşüncesini de bir kenara itmemeliyiz”. Nitelemeye çalıştığımız her şeyin, ama her şeyin kendi özgün hikayesi mutlaka vardır ve her canlı, her nesne bu “anlatım”(hikaye) içinde muhtemelen masumdur. Şimdi: İster “Puşt”(arka), ister “Ru”(ön) okuyun harfleri hatta tüm sözcükleri, ya da bildik, bilmedik nice “ahali’ye” yar olsun tüm “maskeler”, ama bu eski anlatıyı sizlerde hatırlıyor olmalısınız: ‘hayat hep çok daha derin gizemlerin maskesidir’. Sonrası mı? Bir başka gerçek hepimizin avuçlarında yakıcı raksa çoktan tutunmuştur bile: [dönen dünya değil, “insanlar”dır!]

7


[Soruşturma Cevaplarının Devamı...]

Nefise Pınar: Takım ruhu, canlıyı yok eder; onu sıradanlaştırır, ona dair gerçek zenginliği örter, yerine görüntüler dünyasını yaratır. Takımın yüceltilmesi, karşı durulamaz biçime büründüğünde, artık tabudur, her türden cinayeti haklı kılabilir. A hali puşttur, yalın halin yönelme durumunu gösterir, halk ve halka gibi. Kavrayışımıza bağlı olarak geliştirdiğimiz kavramlar, anlamamızın/yaşamımızın sınırlarını çizer. Karın zarı iltihaplanmamalı. Maişet motoruna öyle ya da böyle çomak sokulmamalı. Tasarladığımız yaşam, bir halk düşmanı’nın gerçeğin yanında ve kaçınılmaz olarak ahalinin karşısında görünen yalnızlığını kaldırır mı? Pekala kaldırdığını, kaldırabildiği oranda kalkındığını, biliyoruz. Öyleyse tasavvurumuz, nasıl olmuş ta hayatı sırtından bıçaklayan biraderlerin ittifakına dönmüştür.. İnsan, kendi tasarımının puştu olmuştur. Kısmet bu ya; kolunu aygıta, ruhunu görüntüye, kıçını birikime kaptırmış gitmekte, altında düzebilecek birilerini bulduğu sürece, sabah akşam düzülmekten rahatsız olmamaktadır.. Şarkıdaki gibi, hiç kimse masum değildir. Gücü gücüne yetene yasası aynen işlerken, kavrayışına göre geliştirdiği kavramların arkasına geçerek suçluluğunu örtmeye çalışmaktadır; bu aile için, bu tanrı için, bu aşk için, bu devlet için, bu töre için, bu aktöre için, bu adalet için, bu demokrasi için, bu eşitlik için, bu özgürlük için, vesaire vesaire.. Kim böyle donanımlı bir takım savunmasının karşısında durabilir?Hangi gerçek?Yoksulluğu paylaşırken masum, varlığı arzularken katil olabilenin, nasıl bir gerçeği olabilir? O gerçek ki kendini hatırlatmak için, kırılıp parçalara bölünmekte ve onlarca yüzlerce binlerce yüz binlerce yansımayla geri dönmektedir. Aç karınları doyurmak için, yeryüzü hala mümkün mekan iken, aç gözleri doyurmak mümkün değildir. Beyin zarı karın zarıyla değiş tokuş edilmiş taşeronlar, okur okur öğütür, bize de dışkılarını yemek kalır. Proje takipçisi bu tipoloji iyi koku alır, çok çalışkandır, işleye işleye ortalıkta ot bok bırakmamıştır. Kazananı olmayan bu pis oyunda- sadece kumarhane kazanır- bir kurban bir cellat rolünü değişerek oynaya oynaya kafayı yemiş alt beyinden, özenle çıkarılan insan müsveddeleri, dev ekranda akıp giden görüntülerine hayran sırıtırken, gerçekliğin bütün kırıntılarını da silip götürür. Ahaliyle taşeronların ortak noktası, birbirlerini anladıkları dil, aynı suçluluk duygusudur. Gerçeklik, takım ruhunun pompaladığı yapay yaşam gücünü ortadan kaldırır, arkasına sığınacak yalan bırakmaz, geriye sadece suç kalır. Bu duygunun üstesinden gelebilecek canlılık olmadığı sürece, ahali ikiyüzlülüğe sığınmaya devam edecektir. Takım, koşullu sabır demektir. Bir ise hayattır. Hayat tehlikelidir, çünkü alternatifi yoktur. Oysa hayallerle istediğimiz gibi oynayabiliriz. İşimize geldiği gibi değiştirir, şekilden şekle sokabiliriz. Böylece denetlenebilir bir olgudur elde ettiğimiz. Kendimize biçtiğimiz bu büyük yalan, kısıtlı varlığımız için ecza gibi görünse de esas görevi ardında akan kanı örtmektir. Bu işin pastasını yiyen sermaye, kendi önünü açmak için bulduğu yöntemleri, özgürlük, eşitlik, adalet olarak pazarlarken; aynanın arkasında finans, din, askeri güç yazmaktadır. Emperyalizmle birlikte demokrasinin tavan yapması ne tatlı ne iç gıcıklayıcı rastlantıdır! Ya küreselleşmeyle birlikte, kimseye soy sop sorulmaması, becerisi olan herkesin vita kutusundan pay alabilmesi. Bunlar ne umut verici hayallerdir, ne güçlü yaşam destekçileridir. Gerçeği örtüp ötelemenin yeni homojen yapısı, bir meleği bile ininden çıkarabilir. Takım erkinin utanmazlığı, apaçık gerçekliği, dönüp döndürüp kendine zevk oğlanı yapmakta, her türden oligarşiye düz kontakla bağlı aç gözlüler, ahaliyi hep aynı yalan edebiyatıyla avutmayı, ‘kabul görme’ nin dayanılmaz çekiciliği olarak görüp göstermekle, suçlarını örttüğünü sanmaktadır. Ahali ise masum olmadığını bilmektedir, suçluluğunun kokusu öyle baskındır ki önüne sürülen kokmuş yemeği iştahla yer ve utancını biriktirmeyi sürdürür. Yeri geldikçe, sığındığı hayalleri yıkmaya kalkışan, görüntüyü bozan, halk düşmanlarına kusmak üzere. Kim kimin puştudur, kim çıkıp da söyleyebilir.. Ne ki bastırılmış olanın er geç geri dönüşü engellenemez. Görüntünün yapay sağaltımı, gerçeğin can yakıcı sıcağı karşısında tercih edilebilir olsa da sonunda yalnız ölürüz. Orda takım yoktur. Takıma gerek de yoktur. Ölüm sivildir. Kaçtığımız gerçektir. En nihayet onunla yüzleşir ve hesabı çıkarırız. Geride bıraktığımız görüntünün bir avuntu olduğunu anlayarak. Canlının kalıtı ise, yaşamıdır. İşi doğrultmam için, bana bir şeyler söyle, geçmişimizden, senin tanıdığın, benim tanıdığım, yalan olmasın ki hatırlamalıyım, unutulmuş bir marşın unutulmaz dizelerinden,, … vermeyin insana izin kanması ve susması için …

8


vaştır kanımca… Donkişotvari diyorum, çünkü teksinizdir. Puşt ahali de tektir… Ayakta kalmaya çalışır, içi boş, zihniyeti çürümüş pis yel değirmenlerine rağmen... Puşt Ahali, belli ki puştlara savaş açmış. Ne diyelim, yalnızsınız, bunu siz de biliyorsunuz. Yel değirmenleri ise tam karşınızda…

[Soruşturma Cevaplarının Devamı...]

Ferruh Alışır: Hal ve durum ne ise sonuç odur. Ola ki bu tabirin mecazını hitabetsek de etmesek de vahim bir mevzudur “Puşt Ahali”. Dile dert, dermana hasret. Yoğrulan tüm ruhsallaşmalara merhem yoğuranlara berekettir. Ve denebilir ki bu beyin çalışacağı düşünce için ödsüz ve çıplaktır. Halkın istediğini geri vereceği güne kadar beyin fırtınasını sürdürecektir “Puşt Ahali”. Özelleştirdiğimiz edebiyatımızı kültürümüzü müzelerde satmamak için direnen mızıkacılardır “Puşt Ahali”. Ve sanırım bir öğrencilik zamanımda duvarda yazılan bir notu paylaşmak isterim. “Memleket Mazbut, Lakin Ahali Puşt!”

İsmail Aslan: Bu deyim, bu ülkede eskimeyecek ve yerinde bir deyimdir diye düşünüyorum. Kitle bilincinin olmadığı, kitlelerin bir arada bulunma nedenlerinin halen statükocu bir eğilimle mümkün olduğu bir ülke… Puşt ahali bu olsa gerek... Leyla Akgül: Puşt ahali denildiğinde aklıma modern bir puşt ahali geliyor...

Hüsniye Sakar: “Puşt Ahali” bir sesleniştir: Aynı yerde bulunmaktan başka hiçbir ortak özelliği bulunmayan kişilerden oluşan bir topluluğa sesleniştir... Aslı Kaptanoğlu: Puşt Ahali denildiğinde, çıkarları uğruna; bu çıkarlar çoğu zaman para, koltuk ve maddiyat ve unvanla gelen sosyal çevredir; kendine, etrafındakilere yapılan haksızlıklara, gururunun ve onurunun ayaklar altına alınmasına göz yuman, hiç bir zaman hiç kimseyle yüzleşmeyi göze alamayan hatta kimsenin gözünün içine bakamayan, hep arkadan konuşan, sadece dedikodu yapabilme yeteneğini her daim koruyan, işi olduğunda selam veren aksi durumlarda ise bazen ikiüç ay gibi bir süreyi bulan şekilde görmezden gelen, sadece anlatan dinlemeyen, ispiyonu çok iyi beceren, sahte gülücükler dağıtan ve nasıl göründüklerini unutup hep gülümsenmesi gerektiğini savunan, cesaret gösterip doğruluğuna inandığın için ortak sıkıntıları dile getirip bir çözüm bulmaya çalıştığında seni ortada bırakıp bu konulardan bihabermiş gibi davranan plaza maymunları aklıma geliyor.

Nilüfer Altuğ: en okkalısından yüzüne vuracak şu ilerideki kalabalık içine çarpacak.. tokat dediğin ne ki. iki söz dolanır diline. nefesin kesilir. izi hiç çıkmaz yani anladığında. sayfa sayfa bulanır önünde yağmurun başlar. mevsimi yok bu dünyanın. hangi cümlenin yer küresi oldu ki. gecesini gündüzünü kim bilir. kafalarında bit değil düş çıkacak bu insanların. sigara dumanına karışan, puşt ahali. en kıyı köşe, en küfürbaz, en ruhsuz kıraathanenin kütüphanesi. Sel Ebegümeci: Muhtarların arasındaki “çocuktan al haberi”dir. Erkan Ezbiderli: “Puşt Ahali” denildiğinde aklıma önce, “Puşt Ahali Edebiyat Platfromu” sonra da “Puşt Ahali Tarifesi” geliyor... Tarifede şiirim yayımlandı, platformda ise özgürce fikirlerimi söylediğim için onayım alındı, kaba tabiriyle, sepetlendim... Her iki şeyi, yani bu güzelliği ve bu pisliği aynı kişinin yapması, yapabilmesi bana, kendi budalalığımı ve hazımsız beyinlerde oluşan çekirdek faşizmi çağrıştırıyor. Silahsız birine ateş edebilmenin verdiği güvenle, orantısız bir gücü, orantısız bir çeneyi ve orantısız bir aptallığı hatırlatıyor ki tarih, kendi kendisine “Puşt” diyebilen birisini kayıtlarına hiç geçmemiştir... Ama artık geçebilir...

Anıl Cihan: Sıradan bir ifade değil, muhakkak… İlk bakışta göze batıyor. Rahatsız ediyor, rahatsız olması gerekenleri… Bundan dolayı, sıradanlığını kırmış, o çemberin dışına çıkmış, sıra dışı sözcüklerin alt kimliklerinde her zaman bir başkaldırı seziyorum. Bu başkaldırı kime ve neye... Bence asıl üzerinde durulması gereken konudur bu! Başkaldırılar; kimi zaman, çürümüş ve içi boşaltılmış, kof zihniyetlere, kimi zamanda doğrudan doğruya iktidarın kendisine ve onun sırtında soluk alan asalaklara karşı; açılan donkişotvari bir sa-

9


[Soruşturma Cevaplarının Devamı...]

Senem Korkmaz: "Puşt Ahali" denince ilk akla gelen Enis Akın... Sonra da Zafer Yalçınpınar...

Gürcan Ozan: Edebiyatla ilgili her şeyin istemli veya istemsiz olarak süzgeçten geçirilmeden söylenebildiği tek ortamdır.

Arzu Karadağ: Bence çok orijinal bir isim... İlk etapta kulağa hoş gelmese de... ''Puşt Ahali'' denince ; satanlar, soyanlar, kaçanlar, korkaklar, başını kuma gömenler, gaza gelenler, bakış açısı körelmişler, yazısızlar geliyor aklıma..

Ferit Kona: Ahali, amaçsız bir topluluktur. Ama gene de, bir ahalinin başı varsa kıçı da vardır. Nalan Nagehan: -Yeterli değil biraz daha aç kalemi biraz daha sivri olsun. ... -Elbette yazarsın, yazılır bu kalemin haliyle de ancak yazılanı sen bilirsin, ben okurum belki şu köşedeki elinde sigarası, sakalı uzamış adam okur ufak bir tebessümle başını okşar. Sonra mı, sonra kâğıt hava boşlunda senden önce kaybolur. ... -İz bırakmalı yazdığın bunun için de temellerini unut, ahlak masalında uykusuz kaldığın gecelerde uyu, değerler yıkıntısı içindeki münzevi hallerini at üstünden. Bak burası meydan kocaman boş, kalabalık bir alan. Al kalemini yaz yazabildiğin kadar… ... -Tek kural var puşt olacaksın. Bilir misin nasıl olunur? ... -Peki, öğretiriz en sert cümlelerle nahiflik yok Burada. Çünkü Burada insanlar yaşar sadece. Sakın arkanı Mey Dan A , dönme tek kural bu.

Zafer Yalçınpınar: Bir “meydansızlık” durumudur. Enis Akın’ın şu dizelerinde vücut bulur: “Nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan/aradan biri bağırdı: Puşt Ahali!” Puşt Ahali, zamanla size öyle garip bir yetkinlik verir ki “insanları sırtından tanıyabilir” hale gelirsiniz. Sinem Ö. Yalçınpınar: “Derz...” Utku Kaygusuz: Bütün yalnızlığımın sorumlusudur Puşt Ahali!' Ferda Avcıoğlu: Sokrat bu zamanda yaşamış olup Yahoo'da bir grup açmış olsaydı, eminim adını 'puşt ahali' koyardı. İlk bakışta çok ironik geldi bana ve kafamda şöyle bir kare canlandı: Bir grup bohem, sıradışı entelektüel, çok işlek bir caddenin orta yerinde öbekleşmiş; insanları izliyorlar (kaba tabirle 'piyasa yapıyorlar') ve onlara laf atıyorlar... Tabii ki attıkları laflar, gelip geçenleri “düşündürüp, afallaştıran” cinsten ifadeler oluyor... Sokrat'ın insanlarda yarattığı, kafasında “biz daha önce bunların üzerinde düşünmemiştik” ifadesi canlanan yurdum insanı, düştüğü akıl karışıklığı içinde canhıraş bir şekilde kafasını kaşırken; düşünmekten sıkılıyor ve bu gruba önce “deli mi yav bunlar, kafayı mı yemişler?” diyor... Sonrasında bu ahalinin, başka insanları akıllıca kandırıp, onları biraz olsun düşünce dünyasına kattıklarını gören aynı yurdum insanı, bu gruba “puşt ahali” adını takıyor... “Puşt” kelimesi insanda biraz “kurnaz ve insanları akıllıca kandıran serseri birini” çağrıştırsa da, ironik şekilde düşünüldüğünde, gene aynı yurdum insanının kullandığı ifadeyle “Yahu, bu adam işin puştu olmuş” diyeceği türden, yani yaptığı işin “uzmanı” olmuş biri gibi de düşünülebilir...

10


Bu bahiste “Puşt Ahali”, ben kıçımı yırtsam lafı kıçından anlamaya teşne, 8 eli işte gözü oynaştayken pusulaya mührü basar pusulayı şaşırıp: kıçı kırıkları baş yapıp, kıçı başı açıkta ve dahi kıçı baş başı kıç olmuş kıçın kıçın gider kıyamete işte böyle. Tersinden düzünden, düzünden tersinden, minare gölgesinden aleme 9 basarayak çüş diyeyim, minareyi yaptırmayan yerden bitmiş sanır; Gülen’e Gülmeyen’e höst diyeyim hatta anlayanın da anlamayanın da, gülenin de gülmeyenin de demine devranına, yedi ceddine feriştahına, secdeye vardığı “Yankee” toprağının köküne kibrit suyu! “Puştlar” önde gidiyor, puştun önde gideni olmalarından değil, o malum. Malum ya, “Puştları” kılavuz edindiğimizden de değil. “Puştlar” önde gidiyor; ya çıktıkları ya sıçtıkları delikte elbet son bulacak bu takip,,, ne de olsa fırsat sakal altından geçer su köprü altından ve dahası bu “Puştların” sıratında 10 biz bilet kesiyor olacağız! Ezcümle: Nush ile uslanmayanın hakkı tekdir, tekrir ile uslanmayanın hakkı kötektir… 11

[Soruşturma Cevaplarının Devamı...]

Janset Karavin: “Puşt Ahali” basitçe, bir ulus varlık savaşı verirken kendi çiftinin çubuğunun, keçisinin koyununun derdine düşen bu memleketin ahalisidir. Ne için kurşun sıktığına, namluyu ne yana çevireceğine bir türlü aklı basmayan, işine geliyorsa sağ işine geliyorsa sola bel veren, kıbleyi bir Brüksel’e bir Vaşington’a, yandı gülüm keten helva: dön beriye Mekke’ye ha babam taşıyan, ‘hemi’ de bunu dansöz çatlatır bir edayla ve kurnazlık ettiğini sandığından yüzünde müstehzi 1 bir tebessüm, vicdanını ise duvarındaki tek mıhla 2 idam ettiği Kuran gibisinden mahfazasına 3 terk ederek yapan memleketim insanıdır. Bir gün eğri dediğine öbür gün doğru der hiç kızarmadan yüzü ve kendisi tokken aç yatırmazken komşusunu komşusunun tavuğunu da kaz görür gözü. Yağmur yağarken küpünü doldurmaya bakar âdemoğlu ‘emme’ gel gör ki bizim âdemin puşt oğlu çakal yağmurunu kollar ki, küpünü doldurmayı akıl edecek bir kendisi olsun ve bu işi övmekten de geri durmasın: ‘Ni edek? Aç gezmektense tok ölmek yeğdir”, deyip durup... Bu “Ahalinin”, bakışlarında meymenet, 4 içerisinde hüsnüniyet 5 ara ki bulasın! Bu “Puştlar”, ne güneşin doğuşunda bir ibret sezerler ne de batışında gam çekerler; bunlar adı üzerinde puştturlar ki, puştoğlupuştturlar ve bu paye onlara babalarının ta..klarından düşer ve belki de bu sebepten bıkmadan usanmadan ilenir dururlar. Öyle ki; iki laflarından biri muhakkak çıktıkları deliği yâd eder ve şüphe yoktur bu kadar çok ansalar analarının a..ı yerine kıblelerini ve dahası babalarının ta..akları yerine edinseler kıblenüma 6 analarının kâmını, 7 gidecekleri cennette eşeklerle aynı çayırda otlamayacaklar ‘de ha’ kime diyorum: keçide de sakal var ‘emme’ sakalım yok ki sözüm geçe… 1

Müstehzi: İstihza içerir biçimde, alaycılıkla.

2

Büyükçe çivi.

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

Teşne: İstekli, meyilli.

3

8

Meymenet: Uğur, iyiliğe sebep olduğuna inanılan belirti.

Alem: Minare, kubbe, sancak direği vb. yüksek şeylerin tepesinde bulunan, madenden yapılmış ay yıldız veya lale biçiminde süs, ayça.

Mahfaza: Değerli eşyaların, daha ziyade süs eşyalarının saklandığı, korunduğu nesne.

9

4

5

Sırat: Sırat Köprüsü, İslam inancına göre mahşer günü üstünden geçilecek olan köprü. 10

Hüsnüniyet: İyi niyet.

6 Kıblenüma: Kıble yönünü göstermek için, bulunulan yere göre özel işareti olan pusula. 7

“Laftan anlamayanı tekrar tekrar uyarmak, uyarmaktan da anlamayanı pataklamak gerektir”, Abdülhamit Ziyaettin (Ziya Paşa)

11

Kâm: Dilek, zevk, mutluluk, tat.

11


uTKU

kAYGUSUZ * BU ÇOK AYIP Bİ ŞİİR BAYIM

Özge Dirik’e... ‘bu çok ayıp bi şiir bayım’ hatta beyin tümörüm gibi sevdim ben seni, ve hatta bir kürtaj masası gibi bırakıldım şehirlerin meydanına, etraf kalabalıktı ama kimse yoktu! çünkü kimse yokmuş gibi sevdim ben seni vitrindeki cansız bir mankenin kırılma heyecanında üstümü gazetelerle saklamışlar gibi gizlice sevdim,terkedilmiş bir tiyatronun gölgesinde akordiyon çalıyormuşum menekşelere mesela tankların mesela kurşunların mesela incittiğim bir tırtılı avuçlarımda sıkıyormuşum gibi yeniden çocuklara anlatıyordum kelebeklerin tarihini,ve bilgisayarımı parçalıyordum! banyo seramiklerinden beyazın sessizliğini öğrendiğim gibi puslu bir aynada bakabilmek için yüzüme avuçlarımla sildim aynaları değişen bir şey olmadı hâlâ göremedim yüzümü yüzümü hâlâ ıslak melekler kemirirken çatlak bir aynada anladım sevmiyordum kırılmayı ve sen ölüyordun ve özge dirik ölüyordu ve ben artık ölmek istemiyordum!

12


Hüsniye

SAKAR * SEN ŞİİRSİN/ÇÜNKÜ...

Elin yüzün mürekkep kokacak yıllarca Yıllarca yazacaksın… Büyük bir yalnızlık bu! İçinde güneşin oynadığı sabahlar çizeceksin kağıtların yüzüne Doğmamış çocuklarının seslerini boşaltacaksın göklerin kucağına Ve yağmurlar yağacak Sen söylemediklerini sulara emanet edeceksin... Çaldığın kapılarda kalemler karşılayacak Şiirlerle donatacaksın yeryüzünü Ki şiir senin gerçek adın… Üstün başın ıslanacak Sırıl sıklam bir aşk senin ki Kelimeler özgürlüğün Harflerse seni taşıyan yollar olacak Kimse Ama kimse Bulamayacak nerede olduğunu… Ayakkabıların Eşikte hazır duracak hep Sen Gitmelerin eteklerine tutuşacaksın Şiir Biraz da gitmek Değil mi? Sevmeyeceksin asla İçinde sıkıntı taşıyan odaları O s e k i z köşeli duvarları Anlamadıkları için Kızacak dostların… Anlayanlarsa susacak sadece Bileceksin Şiirin nasıl bir cesaret taşıdığını Yoksa yürüyemezsin! Bilmelisin ağzında ki kokunun adını Hayatsızlığını Sen şiirsin / çünkü… 19 Mart 2008 / İstanbul

13


Bengi Gizem

TURNA * HEYKELCİK

“Heykelcik”

14


Julio

CORTAZAR * ŞARKI SÖYLEMEK İÇİN AÇIKLAYICI BİLGİLER

Evin tüm aynalarını kırmakla başlayın işe, kollarınızı salıverin, dalgın dalgın duvara bakın, kendinizi unutun. Tek bir nota söyleyin, içinizde dinleyin. Taşların arasından çıkan ateşlerin, yarı çıplak ve çömelmiş siluetlerin olduğu korkuyla kaplı bir manzaraya benzer bir şeyler duyuyorsanız (ama bu daha sonra gerçekleşecek) iyi yolda olduğunuzu düşünüyorum, aynı şekilde sarı ve siyah boyalı kayıkların yüzdüğü bir nehir duyuyorsanız, bir ekmek tadı, bir parmak dokunuşu, bir at gölgesi duyuyorsanız, yine iyi yoldasınız.

Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı, Altıkırkbeş Yayınları, 1997, s.15

15


“Süpermen Zor Durumda” Zafer Yalçınpınar

16


Sergei M.

EİSENSTEİN * DESEN

(...) Vals, bugüne kadar benim için hep aşılması olanaksız bir engel gibi görünmüştür. Buna karşılık “zenci” karakterini koruyan foxtrot konusunda hiç de aynı güçlüğü çekmedim... Hatta çok iyi başardım bu işi.. Harlem’de bile. Son olarak dün yaptım aynı dansı. Taa bir enfarktüs krizi beni yatağa çivileyene kadar. Ne ilgisi var diyeceksiniz... İlgi şurada: Dans ve çizgi aynı kaynaktan beslenir. Bu, aynı itilimin somutlandığı iki ayrı görüşten başka bir şey değildir. Ve benim çizgilerim, tıpkı bir dans’ın izdüşümü gibi çözümlenmelidir. Çeviren: Onat Kutlar

17


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Kendi çizimiyle

NOT: Yandaki çizim Kaynak Yayınları tarafından yayımlanan ve Feyza Perinçek’in derlediği “Cemal Süreya Arşivi” adlı kitaptan alınmıştır.

18


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

CEMAL SÜREYA’YA…

Süreyya Berfe, “Hayat ile Şiir” “Tanrı doğduğumuz saatten razı olsun” Ocak 1981 İlhan Berk, “Aşıkane” “Cemal’e, ezberle diye” 12-6-68 Ece Ayhan, “Defterler” Kardeşim Cemal Süreya için Bir karabasanın (82) içinden... Bir “insan toplumu”nda yaşamadığımı bilerek İçtenliklerle, sahiciliklerle, sevgilerle 17-1-1982 Selim İleri, “Cumartesi Yalnızlığı” Nakışlı şiirler ustası Cemal Süreya’ya Peşin yargılardan vazgeçerek

Can Yücel, “Gökyokuş” Cemal’inden öperim Süreya, canım kardeşim. 3-4-1984

NOT: Yukarıdaki ithaflar Kaynak Yayınları’ndan yayımlanan ve Feyza Perinçek’in derlediği “Cemal Süreya Arşivi” adlı kitaptan alınmıştır.

19


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Not: Yukarıdaki kupür Milliyet Sanat Dergisi’nin 1975 yılında yayımlanan 133. sayısından alınmıştır.

20


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

(...) Bayrampaşa Belediye Başkanı, Kuzgun Acar’ı Antalya’da Haşim İşcan anıtını yaparken tanımış ve bir sohbet sırasında kendi projelerinden söz ederek Atatürk anıtı düşüncesini açmıştı. Kuzgun, “bir iş bulduk!” diye atlamamış işin üzerine, incecik sormuştu Bayrampaşa Belediye Başkanı’na, “Ben kendi kafamın içindeki Atatürk’ü mü yapacağım, sizin kafanızın içindeki Atatürk’ü mü?” Sonra oturmuş anıtın maketini çıkarmış, başta Belediye Başkanı olmak üzere ortaya çıkan anıt maketine kimse, hiçbir Bayrampaşalı “Hayır” dememişti. Marmara Adası Belediye Başkanı Ahmet Enön de Antalya Festival gazetesinden Kuzgun’u tanımış ve Kuzgun, bir hafta sonu soluk almak için Marmara Adasına gittiğinde Kuzgun’a bir heykel için asılmış. Sonunda orada da Bayrampaşa Belediye Başkanı’na sorulan soru sorulmuş, cevap alınmış ve “Balıkçılarla balık ağları çeken” Atatürk anıtı maketi ortaya çıkmıştı. Kuzgun coşkuyla sıvanmıştı bu anıtlara... Hatta Marmara Adası işini öylesine sevmişti ki “Bu anıt istediğim gibi çıkarsa, en çok bu anıtı özlerim” diyerek yaşamı Marmara Adası’nda kıyıya çekmeyi bile kurmuştu. (...) Tanju Cılızoğlu

Tiyatro Dergisi, sayı:32, 1976, s.21-22

(…) Turgut Uyar’ı yakından görüp tanışmadım. Dört yıl kadar evvel Marmara Adası’nda uzaktan gördüm. Başka bir ozan arkadaşım onun Turgut Uyar olduğunu söyledi. Orta boylu, sarışınla kumral arası genç bir insan. Ağır ağır yürüyor ve çevresiyle pek ilgilenmiyordu. Her halinden ozan olduğu belliydi. (…) Baki Süha Ediboğlu Bizim Kuşak ve Ötekiler, Varlık Yayınları, 1968, s. 248

21


Janset

KARAVİN * YA DA...

“Göğe bakma durağında, bütün or..pu çocuklarına…”

| Pakize, yirmi sene boyu, boylu boyunca uzanıp tavanı seyretmiş, öpüşmekten nefret etmiş; dünyayı ilk görüşünde bu işte bir terslik olduğunu anlayıp zırıltıyı basan oğlunu duyar duymaz, henüz kucağına alamadan, -gene tavanı seyrediyordu o esnada- önünde diz çöken her erkeği adam yerine koymamayı bellemişti ki; kefene sarıldı ve böylece öpüştü dizleri birbiriyle ama boylu boyunca uzanmak kaderiydi. || Bütün gün sokağın ortasında dikilip sabah ezanından vakti kerahete değin göğe baktığı için, ağız tadıyla, cam önünde konu komşuyla iki lafın belini kırıp da iki yudum tavşankanı çayı höpürdetemeyen Müstesna Hanım Teyze, onun arkası sıra şöyle söylendi perdeyi örterken: “Or..pu çocuğu!” ||| Anasının adı Pakize’ydi ve babası yerde olmadığına göre gökte olmalıydı ya da şöyle demeli belki de: Bir adı yoktu onun da babası gibi ve anasının adı Pakize’ydi. |||| Parçaladığı çöp torbasından çıkan elinin, koparmayı başardığı serçe parmağı dişlerinin arasında olduğu halde bütün gece, çöpçüler gelip de onu çöp konteynırının tepesinden kovalayana değin oturdu kedisi oracıkta ve bu yüzden cesedi ile bilezikleri hiç bulunamadı.

22


||||| Adı Müstesna’ydı ve kedisininki Pakize ya da şöyle demeli belki de: Pakize, Müstesna Hanım Teyze’den sonra kendisine bu mahallede, her ikindi bir kap süt verecek kimse olmadığını çöpçüler gelip de ona “kız, pasaklı Pakize!” yerine “pist!” diye seslendiklerinde çoktan anlamıştı ama otobüsün camına kafasını dayayıp göğü seyreden gene de o değildi çünkü babasının adı Necmi’ydi. |||||| Babasının olmadığı bir göğün şehrinde otobüsten indiğinde, yan koltukta oturan adamın bütün ganimetini çarptığını, karın tokluğunun bedelini sabaha kalmadan moraracak gözüyle ödemeden evvel fark etmişse de hırsızın ilk iş, seke seke Kokot Melahat’a seğirtip ganimetini havada sallaya sallaya, önünde diz çöküp kendisinin, yalnız kendisinin olmasını dileneceğini ve başaracağını ve adının Necmi olduğunu asla öğrenemeyecekti. ||||||| Anasının adı Melahat’tı ve babası yerde olmadığına göre gökte olmalıydı ya da şöyle demeli belki de: Bir adı yoktu onun da babası gibi ve anasının adı Melahat’tı. |||||||| O gün, tavan yüksekliği handiyse üç metre olan o eski, taş binanın önünde göğe bakarken, Müstesna’nın neden ikinci katta, yerden takriben yedi metre yüksekte bulunduğunu ve bu yüksekliğin asfalta bir serbest düşüş ile azapsız bir sona teşne olduğunu hesap ettiğini, onu kucakladıktan on altı yıl, sekiz ay, dört gün, iki saat, dört dakika, sekiz saniye, on altı salise sonra bugün hiç öğrenemeyebilirdi babasından ve adı Pakize’ydi… ||||||||| …Ya da şöyle demeli belki de: Pakize, yirmi sene boyu, boylu boyunca uzanıp tavanı seyretmiş, öpüşmekten nefret etmiş…

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

23


OTOPORTREDİR.

24


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları –bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla(linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları sezmeniz faydalı olacaktır.) Sekizinci tarifede görüşmek üzere…

Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.

25


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

26


“Mı zrak çuv al a sı ğmaz.”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 7.tarife Mayıs 2008 “bayiinizden isteyemezsiniz”

27


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.