Pat6

Page 1

. YÜCEL . KARAVİN . TURNA . . KILÇER . IŞIK . YALÇINPINAR . KAMER . . MARTİALİS . CİORAN .


2


iç in dekiler

2

Editörden…

4 E.M. CİORAN SUÇLU AYAĞA KALK 6 MARTİALİS 7 İki Epigram 8 CENGİZ KILÇER Yüzyıl Ölüdoğan 9 MVSTAFA BERKAY IŞIK BENGİ GİZEM TURNA Fotoğraf 10 DAVUT YÜCEL 11 Karıncalar Şiiri Taş Uçak’ta 12 ZAFER YALÇINPINAR 13 TASARIM “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 14 CHET BAKER HURDA MUHARRİR SATILACAK 15 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 16 COCTEAU-Bir Desen Şairin Poetikası Ya da Bir Evren Tasavvuru… 17 VEDAT KAMER Janin’e 20 JANSET KARAVİN Otoportre 22 24 KÜNYE EK-1 25 “P.A. Şiarları” Söyleşiler

3


E. M. CİORAN * SÖYLEŞİLER (Çeviren: Haldun Bayrı)

(…) İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum. Onun varlığı karşısında mütevekkil ve kaderciyim, ama bir musibet olduğunu düşünüyorum. Bakın, iktidara ulaşmış kimseler tanıdım ve bu korkunç bir şey. Ünlü olmayı başaran bir yazar kadar korkunç bir şey. Üniformalı olmak gibi bir şey bu; üzerinizde bir üniforma varsa, artık aynı insan olamazsınız: İşte, iktidara ulaşmak da, daima aynı olan görünmez bir üniformayı giymektir. Kendime soruyorum: Normal olan, ya da normal gibi görünen bir insan, iktidarı neden kabul eder? Sabahtan akşama meşgul yaşamayı neden kabul eder? Muhtemelen hükmetmek bir zevk, bir zaaf olduğu içindir bu. Bunun içindir ki kendi isteğiyle iktidardan feragat eden hiçbir diktatör ya da mutlak şef örneği yoktur. (…) İktidar şeytanidir: Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir. (s.22) (…) Bu kitap 1952'de iki bin adet basıldı, dört franga satılıyordu, yirmi yılda yaklaşık iki bin adet satıldı. Ve sonunda kendime dedim ki: "İnsanlar haklı, bu kitap bir hiç, var olmayı hak etmiyor, neyse, başına geleni hak etti." Gallimard birkaç yıl önce bu kitabı cep dizisinde yayımlayınca, yolunu şaşırmış gençlik için bir tür elkitabı haline geldi, günümüzde en çok sivrilen kitaplarımdan biri... Kısa süre önce evime bir hanım geldi, yayıncılıkla uğraşan bir kadın, "Bu türde bir başka kitap yazmanız için ne isterseniz veririm," dedi bana. Ona, "Yapamam..., böyle şeyler ısmarlama yazılmaz," dedim. Ama size bir kitabın kaderinden bahsedersem: Asla, ama asla bu kitabın gömüldüğü yerden çıkarılacağına inanmazdım. Bu sadece Fransa'da böyle değil, Almanya'da bile kısa süre önce Berlinli bir solcu gazete benim hakkımda iki sayfa yaptı; bu kitap söz konusu ediliyor ve makalenin adı: "Nichts als Scheisse" (Sadece pislik).Ve bir dışkı denizinin içinde boğulma noktasında olduğum görülüyor. Fakat tuhaf olan, bu makalenin bana karşı olmaması. Normal olarak bunun çok sert bir eleştiri olması gerekirdi, ama hiç öyle değil. Size bu şeylerden bahsetmemin tek nedeni, her şeyin öngörülebileceğini, ama bir kitabın kaderinin öngörülemeyeceğini söylemek. Gördüğüm bütün genç yazarlara diyorum ki: "Bakın, tahminler yürütmek yararsız; bir kitap yazdığınız zaman, kaderinin ne olacağı asla bilinmez. Ve bu herkes İçin geçerlidir, ama bu tecrübeyi kendimiz yaşamamız gerekir. Dolayısıyla, çok fazla yanılsamaya kapılmak veya bir kitap ilgi görmedi diye bunalıma girmek yararsız. Unutulmuş veya batmış bir kitabın birdenbire yeniden ortaya çıkma ihtimali vardır daima." Görüyorsunuz, pek fazla iyimser olmayan ben bile, bazen iyimserleşiyorum. Böyle devam etmeyeyim, yoksa kendini beğenmişin biri zannedeceksiniz beni. (s.46) (…) Sayın Cioran, hem kendime hem size soruyorum: Bu yol şaşması zamanında düşünürün rolü nedir? Sadece tanıklık etmektir. Şeylerin gidişatı üzerinde hiçbir etkisi olamaz. Düşünür bir tanıklıkta bulunur. Bir kaza yerine tespit için giden jandarma gibidir. Montaigne'in durumu da böyle ol-

4


muştur; ama mesajının düşünürler arasında etkisi yoktur. İlginç bir kaderi olan kişiler vardır, ama filozoflar arasında bilge yoktur. İnsan, temelli bir biçimde bilgelik yeteneğinden mahrum hale gelmiştir. Bakın, ben filozof değilim. Gençliğimde felsefe öğrenimi gördüm, ama her tür eğitime atılma fikrini çabucak bıraktım. Ben sadece bir Privat Denker'im -bir özel düşünür-, yaşadığımdan, şahsi tecrübelerimden söz etmeye çalışıyorum ve bir eser yaratmaktan vazgeçtim. Neden eser? Neden metafizik? Carnap derin bir şey söylemişti, "Metafizikçiler müzikal yeteneği olmayan müzisyenlerdir," diye. (s.74) Varolma Eğilimi'nde, gıpta ettiğiniz ayrıcalıklı bir statüyü tanıyorsunuz şairlere. Göründüğü kadarıyla, zamanla ilişkisi sıradan insana nazaran farklı olan ve sözcükler dünyasında kendini evinde hisseden bir insan türü bu. Şairlerle ilişkileriniz nasıl? Neden kendinizi onların evreninden dışlanmış hissediyorsunuz? Her şeyden önce söylemem gerekir ki savaş sırasında şiire, Özellikle İngiliz şiirine tutkuyla bağlıydım. Daha sonra bu merakımı yitirdim. Şiirle teşrik-i mesainiz olduğu müddetçe, içsel boşluk tehlikesiyle karşı karşıya kalmazsınız. Eser ve siz, okur, aynı evrene aitsinizdir; olağanüstü bir evren sizi birbirinize bağlar. Müzikle de olduğu gibi, içinizi dolduran temel bir şeye temas edersiniz: bir tür lütuf; tanımlanamayanla doğaüstü bir suç ortaklığı. Zaman bertaraf edilir, oluşun dışına atılırsınız. Müzik ve şiir, iki yüce sapıtma yolu. (s.168) (…) Yazmayı seviyor musunuz? Bundan nefret ediyorum, ayrıca çok az yazdım. Çoğu zaman hiçbir şey yapmıyorum. Paris'teki en uğraşsız insan benim. Ancak müşterisiz bir orospuyu, benden daha uğraşsız biri gibi görürüm. Geçinmek için ne yapıyorsunuz? Kırk yaşında hâlâ Sorbonne'a kayıtlıydım, öğrenci kantininde yiyordum ve bunun Ömrümün sonuna kadar böyle sürmesini ümit ediyordum. Sonra, yirmi yedi yaşını geçenlerin okula kayıtlı olmasını yasaklayan bir kanun çıktı ve beni bu cennetten kovdu. Paris'e gelirken, Fransız Enstitüsü'ne bir tez yazma sözü vermiştim ve konusunu da belirtmiştim -Nietzsche'nin etiği üzerine bir şey-, ama bunu yazmak aklımdan geçmiyordu. Bunu yapmak yerine, bütün Fransa'yı bisikletle kat ettim. Sonunda bursumu iptal etmediler, çünkü Fransa'yı bacaklarımla yüklenmiş olmanın da bir meziyet teşkil ettiğini düşündüler. Ama çok okudum, özellikle de durmadan tekrar okudum. Dostoyevski'nin bütün eserlerini beş veya altı kere okudum. Tekrar okumadığımız bir şey üzerine yazı yazmamamız gerekirdi. Fransa'da bir de yıllık kitap kuralı var. Her yıl bir kitap çıkarmak zorundasınız, yoksa "sizi unuturlar". Mecburi varolma eylemi bu. Hesaplayın yeter. Yazar eğer seksen yaşındaysa, altmış kitap yayımlamış olduğunu bilirsiniz. Marcus Aurelius'a ve İsa'nın Yaşamının Taklidi’nin yazarına bir tek kitabın yetmiş olması ne büyük bir şans!(s.11-12) Sık sık gerici muamelesi yapılıyor mu size? Başımın çaresine bakıyorum. Bunun da ötesine gidiyorum. Bir gün Henri Thomas bana, "1920'den beri olup biten her şeye karşısınız," dedi; ben de ona, "hayır, Âdem'den beri!" diye cevap verdim.(s.13)

Not: İşbu söyleşi parçaları E.M.Cioran’ın Metis Yayınları tarafından 2007 yılında Türkçeleştirilen (yayımlanan) “Ezeli Mağlup” adlı kitabından alınmıştır.

5


Suçlusunuz ve cezanız kitap okumak der hâkim ve hapis yerine kitap okuma cezası alan Türk gencimiz de şöyle karşılık verir: “Allah düşmanıma böyle ceza vermesin... Kitap delikanlıyı bozar, normal ceza ver hâkim bey. Çok utanıyorum. Herkes bana gülecek. İşkence gibi... Ha evde bulaşık yıkamışsın ha kitap okumuşsun fark etmez...” Sonrasında kitap okumanın o kadar da delikanlılığı bozmayacağını fark eden genç bir de okuduğu kitapların gazıyla bilgi yarışmasına girip üstüne para kazanır ve bilginin para kazandırdığını fark edip artık mahalle kahvesinden boynu bükük geçmez tersine artık hava atar ahaliye. Kitap okumak cezadır. Kitap okumak aynı zamanda suçtur da; ülkemiz tarihinde çok ağır bedellerin ödendiği büyük bir suç hem de. Evlere yapılan baskınlarda bulunduğunda sahibini hapse ve işkenceye götüren bir suçtur kitap. Fakat ne yazık ki bavullara istiflenip saklanan ya da yakılan o kitaplar dünyada kim bilir kaçıncı baskılarını yapıyorlar... Ve elbette o zararlı kitapları yazanları da yok etmek için ne hazin çabalar harcandılar. Peki edebiyata edebiyatçıların yaptığı suçlar? İntihal yapanlar, edebiyatı tanınmaz hale getirip üstüne şan şöhret ve para kazananlar, tarihi çarpıtıp onu yeniden kurguladım diye satanlar, eserin yaratıcılarından, çevirmenlerinden ve emekçilerinden para kaçırmaya çalışanlar, devrin egemenlerinin yalakalığını yapıp kendi değersiz kitaplarını bilmem kaç bastırıp ülkenin dört bir yanına dağıtıp gerisinin üstünü örtmeye çalışanlar, genç yazarlara şans tanımayanlar, iyi olmayana iyi diyenler... Onların suçları yeterince ortalara dökülüyor mu, cezalandırabiliyor muyuz onları, edebiyatın temize çekilmesi için bir şey yapıyor muyuz? Dahası suçlunun kim ve suçun ne olduğunu görebiliyor muyuz? Yoksa sadece kendi küçük edebi dertlerimize düştük de etrafa gözümüzü kulağımızı sıkıca kapamaya mı çalışıyoruz? Tüm bunları yapmamak kendi darağacımızı hazırlamak değil mi? Kitap yazmak ve okumak için önce kendimizden başlayarak hesap sorma ve suçluları bir bir ayağa kaldırma vaktimiz hala gelmedi mi? Edebiyat kendi sayfalarında insanlığa dair tüm suçları anlattı, hepsiyle bir bir hesaplaştı, tüm tarihi ve toplumu sanık sandalyesine oturttu. Ama kendini ne doğru dürüst savunabildi, ne de yeterince koruyabildi. Çünkü okuyanlar edebiyat için yeterince savaşmadılar...

Not: İşbu yazı “GASTE” adlı sıkı derginin Ocak 2008 tarihli sayısından alınmıştır.

6


MARTİALİS * İKİ EPİGRAM (Çeviren: Oktay Rifat)

GÖZE GİRMEK İÇİN Hep ölmüş ozanları beğenirsin Översin, Vakerra Beni beğenesin diye, doğrusu, Ölemem, Vakerra * YİNE DE Curnal yaz, kara sür, çanak yala, Yalan dolan, türlü madrabazlık, Yine de meteliğe kurşun at. Beni şaşırtıyorsun, Vakerra!

7


Cengiz

KILÇER * YÜZYIL

Uygar Cengiz’e Girdim kara gerdeğine hayatın Bön ve çopur bir yüzyıldı yaşadığım Müzevir bütün şiirler ve şairler Ey modern bezirgânlar çerciler dinleyin Ey rahvan atlar ve suçsuz yurttaşlar Hatır ve gönül bilmezler için kapanıyor bilânçolar (…)

8


Mvstafa Berkay

IŞIK * ÖLÜDOĞAN

avuçlarında ki soluk ağırlık, anne: ölümü doğuruyorsun baktığın şey düpedüz bu sancının nedeni o' doğuracağın ölü gölgenin boynunda ki sancı sicimi bu alınganlık gösterdiğin karnında ki hassas leke göğüslerinin büyümesi tansığı ve yemişlerin acı sütünü biriktirme huyu bu garip bir pişmanlık; anne: -duyduğun ölen her çocuğunun adı: eleji ! eleji ! eleji !

9


Bengi Gizem

TURNA * FOTOĞRAF

“Selami’nin Balonu”

10


Davut

YÜCEL * KARINCALAR ŞİİRİ

I. ne kadar da çok giyiniyorlar karıncalar sabah akşam dünyayı ağızlarının tadında

II. akşam oldu yeryüzü çıplak zaman zaman

11


Zafer

YALÇINPINAR * TAŞ UÇAK’TA

(inat insan üstünde insan inat) önce/ iki bulutun birbirine sokulması denizin kıyıya ve çıplak bir dalın da alacakaranlığa dik dik uzanması bin yıllık taşların arasından çıkıp yaşayan tek bir otun taşlardan daha yükseği soluması örneğin ekmek fırının önünde yatay bir gökdelen gibi bu güvercinlerin dizilişi sonra/ dağı inip çıkan yuvarlanan bir kaya süresüresüresüresürekli cezalı birinin bata çıka sabah akşam o kayayı yüklenmesi evet şimdi sağdan say sola doğru düşe kalka bu dikenli duvarların ve derneklerin kötülük bileşimi geçen her bin sene her bir Taş Uçak’ta sırtımızın aklını başımıza getirmeyi beceremedi 5 Şubat 2008

12


TASARIM

Not: İşbu tasarım, YİRMİBİR adlı derginin Eylül 2007 tarihli 59. sayısında görülmüştür.(SY)

13


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Chet

BAKER

Chet Baker (gerçek adıyla Chesney Henry Baker Jr.) 23 Aralık 1929 - 13 Mayıs 1988 arasında yaşamış, ABD'li bir caz müzisyenidir. Caz geçmişinin en büyük trompetçilerinden biri olan Baker, Miles Davis'den oldukça etkilenmiştir. ABD-Oklahoma'da müzikle ilgili bir ailede büyüyen Baker'ın babası gitar çalardı. Başarıyı, 1951'de ABD'nin batı yakasındaki bir dizi konsere çıkan Charlie Parker'ın topluluğuna trompetçi olarak katılmasıyla yakaladı. 1952'de, Gerry Mulligan Dörtlüsü'ne katıldıktan sonra bu toplulukla yaptığı My Funny Valentine çalışmasındaki solosu ile ünlendi. Piyanosuz bir topluluk olan bu dörtlü, kısa zamanda en tutulan caz topluluklarında biri oldu. Gerry Mulligan'ın uyuşturucu yüzünden tutuklanmasıyla, dörtlü de bir yılını tamamlayamadan dağıldı. Bundan sonra bir süre tek başına çalışan Baker, dinletilerinde şarkı da söylemeye başladı. Bu arada edindiği uyuşturucu kullanma alışkanlığı ile düzensiz özel yaşamı, sanatını da etkilemeye başladı. 1960'da İtalya'da uyuşturucu kullanırken yakalanmasıyla başlayan 60'lı yılları, yaptığı birkaç kayıt dışında "yitik on yıl" olarak varsayılır. Sonradan büyük bir geri dönüş gerçekleştiren Baker, yaşamının geri kalanının büyük bölümünü Avrupa'da geçirdi. Son yıllarında sesi bir fısıltıya dönüşse de, Amsterdam’da bir otelin penceresinden düşüp ölümüne dek büyük bir trompetçi olarak kaldı. (Kaynak: Vikipedi)

14


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

NOT: Yukarıda bulunan “Hurda Muharrir Satılacak” başlıklı kupür, “Marko Paşa” adlı Siyasi Mizah Gazetesi’nin 1946 yılında yayımlanan ilk sayısından alınmıştır.

15


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

“Jean Cocteau’dan Bir Çizim” (1958)

16


Vedat

KAMER * ŞAİRİN POETİKASI YA DA BİR EVREN TASAVVURUNU TAHLİL DENEMESİ

1/ Başlangıç “zamana bırakılan her yüz çabuk eskiyor yakın artık çok uzak ölüme aç değilim şair şiirine küsüyor bense olası bir şiirin başlangıcına” 1 Şiir nedir? Herşeyi bu soru ile başlatabilmek mümkün, felsefeyi nedir’li soruların beşiği olarak gördüğümüzde. Salih Aydemir şiir nedir sorusunu, “şiir dokunulmayacak bir gerçekliktir” cümlesi ile cevaplıyor. Bu noktada Salih Aydemir’in poetikasını anlayabilmek için şairin evren tasavvurunun ontolojik ve epistemolojik tahlilinin yapılması gerekiyor. Bu, şu anlama gelmektedir: şair, bu dünyada hangi ilkelere göre yaşamaktadır. Şairin şiiri oluşturma ilkeleri ile yaşayış ilkeleri ne kadar uyuşmaktadır? Bu sorunun cevabı, bize, şairin poetikasını yani şairin evren tasavvurunu verecektir. Bu cevaba da ancak felsefe ile ulaşabiliriz. 2/Öteki “bir dilde iki ölüm sonra şiir ellerini bağlama gecenin ipte palyaço gülümsüyor sabaha ev çıplak” 2 Düşünme etkinliklerimizde, dil, çok katı bir şekilde sözcüklerini dayatır. Hatta onlarsız yargıya varmamız imkânsız gibidir. Bu durum, düşler söz konusu olduğunda farklılık arz etmektedir. Düşlerimizi bireysellerimiz ile kuruyor olmamız bizi dilin yapıtaşı konusunda düşünmeye itmektedir. Bu sorun, tümeller ile yakından ilintilidir. Tümeller resimsizdirler. Kişi bireyleştirdiğini resmi ile saklar. Bu resimlerin renklerinin canlılığı veya siyah-beyaz hâlde saklanması anlam derecesi ile ilintilidir. Şair, şiirini resimleriyle kurar. Onun için en yüksek anlam durumu, ben ve içses/başka arasındaki diyalog üzerinde katlandığı ândır. En yüksek iletkenliğe sahip bu diyalog, resimlerle gerçekleşir. Şairin bu diyalog üzerindeki katlanmış varoluşuna öteki diyebiliriz. Öteki şiiri bir bütün olarak görür. Bu an

17


şair için en yüksek acı durumudur. Bu acı durumu, anlamın en yüksek dereceden ben’e aktarılmış olmasından kaynaklanır. Anlam, zamana karşı, yitirilerek kazanılır. 3/ Şair “Ben bunları özlemiyorum Leo ve özlediğim artık dün değil, bugünü de özlemiyorum. Özlem, sözcük olarak yitirdi bende anlamını ve onun yerini alsa alsa düşler alır ama düşler de artık pek güvenli gelmiyor bana. Çünkü düşleri de ele geçirdiler ve düşlerim Leo, düşerimi de benden önce yaşayan ve bunu diline dolayanları görüp duydukça her şeyin çalınabileceğini düşünüyorum. Çalınanın sözcükler ve renkler olduğunu düşünüyordum. Düşleri atlamışım.”

3

Şair, ötekinin bilinme arzusundan ötürü, resimleriyle oluşturduğu şiiri sözcüklere indirmek ister. Bunu yaparken zaman ve mekân kavrayışı kişiye içkin olduğu için acısını şiire aktaramaz. Şiir zamansız ve mekânsız bir varoluş kazanırken çokanlamlılığa yönelik bir şekilde kendisinde bir anlam ihtiva etmez. Anlamın ben’den öteye aktarılamamasından ötürü şair acının içkin olduğu bir varoluşa sahiptir. Şair, şiiriyle geçmişi ulaşılmaz kılıp hakikati hapseder. Şairin gerçekliği —varolan herşeyi?— geçmiştedir, resimler ise ne şimdiye ne de geleceğe aittir. Zaman içinde varolan herşey bozulmaya mahkûmdur. Bundan dolayı şair, resimlerini zamanüstü kılmak ister. Resimlerinin sözcüklere indirgenmesi ise ‘eğretileme’dir. Okur eğretilemeleri için geçmişinden resimler canlandırır. Şairin ve okurun aynı eğretileme için ortak bir resim bulundurma ihtimalleri ne kadar da düşük olsa da, bu arayışın mevcudiyeti şairin resimlerini zamanüstü kılabildiğini gösterir. Çünkü bu arayış farklı zaman ve mekân koordinatlarında farklı acıları çağırmak suretiyle belki benzer resimleri bulabilecektir. 4/Okur “kapıyı vur ve bekle sende kalsın tiryakisi olduğum hastalık, üşü bende kalsın şimdiye dikiş tutmayan aklın” 4 Okur, bireyleştirmediği sözcüklere itibar etmez. Onun arayışı resmetmek üzerine kuruludur. İyi bir okurda şairin şiiri indirgeme sürecinin tersi gerçekleşir. Şiir yükseltgenir. Eğretilemeler benzer resimlerin çağıralarak, duygunun kuvvetlenip düşe dönüşmesini sağlar. Bu, zihnin kategorik muhafazası ile imkânlı hâldedir. Bu durum ancak, o sözcüklerin okurda daha önce resim bırakmış olması ile mümkündür. Dolayısı ile her şiir, bir düş bırakmayabilir okurda. Başka’nın zihinden getirerek ben’e serimlediği resimler, o diyalog sürecinde artık bir düşe dönüşmüşlerdir. Burada anlamlandırma süreci başlayacaktır ki bu anda öteki kendisini gösterir. Öteki, yitirilenin özünü verecek bir anlamlandırma sağlar ki, bu da okuru inanılmaz bir acı verir. Bu anda şiirin altından şairin imzası silinir. Çünkü öteki’nin ben’e dayattırdığı acı şairde de okurda da aynıdır. Böylece şiir çok zamanlı ve çok mekânlı bir varoluşa sahip olur. 5/Sonuç “kefen giydi boşluk hayat susacak kadar zaman tanıdı bana”

5

Salih Aydemir, şiiri “dokunulmayacak bir gerçeklik” olarak tanımlamıştı. İşte yukarıda da bahsetmeye çalıştığımız gibi, onun bu çok zamanlı ve çok mekânlı yapısı içinde ben’in yaşanmışlığı değişir. Acının sağladığı bu anlam idrâkı artık biricik gerçekliktir ben için, başka için, öteki için. Bu yaratılan yeni değer, artık, şairin yaşamına içkinleşir. O, artık, anlamını sağladığı nesnenin özünü kavramıştır. Bundan dolayı onun özüne zarar verecek bir eylemde bulunamaz, ona dokunamaz. ---------------------------1 2 3 4 5

Meriç Hanım, Salih Aydemir, öteki-siz yayınevi, Ocak 2002, s. 31 Akıl Ayazı, Salih Aydemir, Etikus Yayınları, Ocak 2005, s. 34 (h)içlenmeler, Salih Aydemir, İlgi Yayınevi, Kasım 2000, s. 69 Akıl Ayazı, Salih Aydemir, Etikus Yayınları, Ocak 2005, s. 73 Meriç Hanım, Salih Aydemir, öteki-siz yayınevi, Ocak 2002, s. 67

18


10. Uluslararası İstanbul Bienali BİR BİENAL, BİR BİLANÇO Hazırlayan: Cavit Mukaddes “(…)Sermaye ya da onun bordroluları, tüm kötülüklerini ve kötülüklerinin türevlerini, ‘iyimserlik’ gibi başlıkları bienallere atayarak (dikişleyerek) düzeltebileceğine inanıyor olabilir. Ama ben buna inanmıyorum ve biz bu numaraları yemeyiz.(ZY)”

Seçme Şiirler, 1985-2002 Ekrem Kahraman

Bulutlar Prensi Baudelaire Dilek Değerli

Kilitli Kapılar Anne Sexton Çeviri: Dilek Değerli

“ÇEKİRDEK SANAT YAYINLARI ” İstiklal Caddesi Rumeli Han NO:88 C Blok Kat:6 Daire:47 / Beyoğlu-İST t: 0212 / 2445197 / 05336671446 e-mail: iletisim@cekirdeksanat.com

http://www.cekirdeksanat.com

19

http://www.cekirdekshop.com


Janset

KARAVİN * JANİN’E

Elimdeki dörde katlanmış kâğıdı, ucunda yazılı adresi görebilmesi için yüzüne yaklaştırdığım yaşlı büfeci titreyen işaret parmağıyla sırt sırta vermiş taş binaların birisini gösterdi… Küçük bir oda burası. Öyle yüksek tavanlı, ferah, büyük pencerelerin ışığa boğduğu bir mekân falan da değil üçüncü katta olmasına rağmen. Duvarlardaki hâkî yeşil boya yer yer kabarıp dökülerek geçmişe bir geçit açmış; lâcivert, devetüyü bir zaman tüneli. “Buradan başka bir de banyo var koridorun sonunda diğer kiracılarla paylaştığım”, diyerek uzak bakışlarını gözlerime demirliyor Janin. Artık çok genç sayılamayacağını kendisi de biliyor, bu bahaneyle ona orta yaşlarında, kaz ayaklarını ve gözaltı torbalarını kedisi Othello kadar seven ve hayatın kazandırdıkları karşılığında bizden aldıkları ve alacakları hesabının asla bizi memnun etmeye yetmeyeceğinin farkındalığıyla bir kadın diyeceğim. Gerçi bu bile yetmeyecek tarife onu ancak tek cümlede cümle ömrü özetlenebilir insancıklar deryasında soluk alıp vermeye alışmış sizleri boğmayacağım tasvirlerle ve hatta “boğulmak” kelimesi dahi başlı başına benim burada, Janin’in yanında bulunuşumun tesadüfîliğinin ötesinde, bu tesadüfle heyecan duyuşuma ihanet olacak. Dahası buna en çok Othello kızacak muhakkak ve bacaklarıma bir parça karanlık sürecek sinsice sırnaşarak. Bu sebeple derin bir nefes alıyorum. “Sıkıldın mı?” Geceleri katlayıp kaldırdığı portatif şövalesinin önünde, yarım yamalak bir desendeyken aklı, bezir yağının kokusu yeni bir deri tabakasıymışçasına kaplıyor benim düşüncelerimi. Tuvale doğru iki adım atıyorum, temkinli ancak mütereddit; pasaklı, saldırgan desene bakıyorum. Soruyor: “Tanıdın mı bu adamı?” Elindeki boya tüpünü tuvale doğru uzatırken fark ediyorum; tüpün üzerinde “Çiğ Sienna” yazıyor ve bir kuru “Hayır…” dökülüyor dudaklarımdan utançla karışık. “Trendeki âşık bu!” Onu ilk gördüğümde Yedikule’den banliyö trenine binmiştim peşinden. Tren istasyonunda, elinde büyücek bir resim defteri hemen demir parmaklıkların ardındaki sokak boyu dizilmiş evleri karalıyordu. Birkaç adım arkasında durup izlemiş ve beni fark ettiğinde etrafa yaydığı tedirginliği bertaraf edebilmek için: “Şu… Kapısının üzerinde sarıdan ay yıldız bulunan ev eski bir arkadaşıma aittir”, demiştim. Gülümsemişti, kalemini uzatarak kimi ölçüler alıyorken daha sonraları defaten içime işleyecek çocuk gülümseyişi mıhlandı zihnime. “Hiç bulundunuz mu o evde?” Bana baktı dosdoğru ve bal rengi. “Evde bulundum ancak…” Dura(ş)ksamayı okuya20


rak sözcüklerimin tınısında: “…Ancak ‘eskimiş arkadaşınızda’ kaybolmuşsunuz”, dedi. Ben de gülümsedim fakat samimiyetle, lüzumsuz bir utanca kapıldığımı ve bu hissin, bakışlarımdaki manayı değiştirebilmek çabasıyla onları ilkin yere çalıp sonra tastamam toparladığını anımsıyorum hâlâ. Tren Hızır gibi yetişti ve evlerle, kırık dökük anılarla aramıza girdi. O bindi, ben de onunla aramıza hiç kimsenin girmesine müsaade etmeden peşinden aynı vagona. Tıpkı bezir yağının ezici tortusu gibi trenin de ağır ve ekşimsi bir pas tortusu bıraktığını, bırakabildiğini daha evvelce yüzlerce defa fark etmişliğime karşın o an ona, onun omuzlarına dökülen pas rengi saçlarına bakarken bir hüzün dalgalandı içimde ve hayretle unuttum. “Evet, hatırlıyorum”, dedim. Cankurtaran istasyonunda bulunduğumuz vagona binen bu temiz görünüşlü yaşlı adamdan çevreye bir tıraş losyonu rayihası süzülüyor ve adam tam gözlerinizin içine, içinize bakarak şöyle diyordu elindeki, genç, güzelce bir kadının sararmış fotoğrafını uzatırken : “Karım. Sene dokuz yüz elli üç.. Sevdiğim kadın…” Yüzü bana, Abidin Dino’nun Paris’te Villejuif Hastanesi’nde, sesini yitirdikten üç gün sonra ölümünden çok kısa zaman önce karaladığı bir dizi desendeki sayısız yüzlerden birini bile anımsatmamıştı. Bu yaşlı adamın, zamanı çoktan yitirmiş yüzünü Dino da görmemişti, “İbni Arabî’nin dediği gibi: Âdem’den zamanın sonuna kadar yaşamış ve bir gün yaşayacak olan herkesin yüzünü görüyor ve bir yere kaydediyorum”, dediği halde. Janin, adamı çizmeyi çoktan bitirmiş hatta benim yüzümü karalamış ve bu kâğıda adresini de not edip bana doğru uzatarak beni boğulmaktan kurtarmıştı. “Bir an unuttun sandım, endişelendim. Aşkı unutamamalı insan, yüzleri unutabilmeli” Tuvaldeki adamın yüzü yoktu ve Janin bir parça daha “Çiğ Sienna” sürer sürmez şöyle dediğini işittim: “Karım. Sene dokuz yüz elli üç.. Sevdiğim kadın…” Karaciğer yetmezliğinden öldü Janin, aşkı unutmamıştı; yüzünde ancak küçük bir kızın yepyeni pabuçlarıyla etrafa yayabileceği mutlulukla parçalanmış bir gülücük vardı ve buna rağmen bir aptalın bile okuyabileceği onurlu sessizliği her nedense bana itiraf ettiği şu duygularını ekti ruhumdaki huzurun yüksek çayırlarına: “Ben hâlâ görüyorum düşlerimde kendimi tıraş olurken…”

19 Aralık Çarşamba

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

21


OTOPORTREDİR.

“Çankaya Sofraları’nın bugünkü konukları edebiyat dünyasından Doğan Hızlan, Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, Hilmi Yavuz, Elif Şafak ve Rasim Özdenören’di. Yemekte 301. madde ve türban yasağının kalkması konusunda görüş birliği oluştuğu bildirildi.”

Bkz: http://www.ntvmsnbc.com/news/434205.asp

22


“ …karşı olduğum o ‘geniş mezhepli’ katmanların çürük çarık değer yargılarını ve uydurma akıl yürütmelerini sergileyeceğim.(Bu yaz da çok şeyler öğrendim ben. Boyayı biraz kazımak, ipliklerini pazara çıkarmak istiyorum.) Şimdi ben biraz dar bir geçitteyim ama geleceğin tarihine (etimde kanımda duyarak hem de) inanırım. Sana yazdığım eski mektuplarda bu toplumun bir insan ilişkileri içre olmadığını dilimin döndüğünce anlatmaya çalışırken hiç öznel ve duygusal davranmamıştım…”

* Ece Ayhan, Poelitika Hazırlayan: Eren Barış

* OrtaDünya Yayıncılık Kızılırmak Sok. 35/9 Kızılay Ankara ortadunyayayincilik@gmail.com

23


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları –bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla(linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları sezmeniz faydalı olacaktır.) Yedinci tarifede görüşmek üzere…

Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.

24


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

25


“ Sahi p si z ( ı ssı z) eve i t b u yr uk .”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 6.tarife Nisan 2008 “bayiinizden isteyemezsiniz”

26


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.