Pat4

Page 1

. ARUOBA . KARAVİN . TURNA . KOÇAK . . ACAR . SAR . YÜCEL . YALÇINPINAR . IŞIK . . KARAOĞLU . PERŞEMBE . PINAR . MUKADDES .


2


iç in dekiler

2

Editörden…

Söyleşi CAVİT MUKADDES Bir Düğün Hediyesi BAY PERŞEMBE

4

7 NEFİSE PINAR

8Kurtuluş Hangi Perşembe

9 G. SESİL SAR Yalnızlık Sıtması BENGİ GİZEM TURNA Heykel 10 MVSTAFA IŞIK Bir Halk Dansına Eşlikli Ritim Şiiri11 DAVUT YÜCEL İlk Günah 12 UMUT YAŞAR KARAOĞLU ZAFER YALÇINPINAR Boşluğun Dili İçin İbraz 16 KUZGUN ACAR 17 Heykelleri “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 19 ATAÇ ve YAŞAR NABİ “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 20 21 ORUÇ ARUOBA Ne SERDAR KOÇAK 23 Oyun Bahçesi Sarı Tilki Jack Bell 24 JANSET KARAVİN Otoportre 28 Bir 29 EPİLOG 32 KÜNYE EK-1 33 “P.A. Şiarları”

BİNOCHE RENAUD GİQUELLO MÜZAYEDESİ

3


Cavit

MUKADDES * SÖYLEŞİSİ

Zafer Yalçınpınar: Bienal mantığındaki çelişkileri “organizasyonel” ve “muhteviyat” olarak ikiye ayıklayabileceğimizi düşünüyorum. Bienal’deki “organizasyonel çelişkiler” ile “içerik iğretilikleri”ni işbu ayrım üzerinden nasıl tanımlarız ve değerlendirebiliriz? Cavit Mukaddes: Bilindiği gibi İstanbul’da tam yirmi yıldan beri Uluslararası ölçekte Bienaller düzenleniyor. Geriye giderek geçen yirmi senin bir muhasebesi yapıldı mı? Bazı sayısal dönüm noktaları var bilirsiniz, buna 5. veya 10. da denilebilir. Ama bizim ellerimiz her iki tarihi dönüm noktalarında boş kaldı! Acı bir gerçektir, ama öyle. Eğer ki ilk Beş Bienal için tarihsel, metodolojik bir yaklaşımla kapsayıcı bir değerlendirme ve araştırma arşivleri, dosyaları yayınlansaydı, bir ihtimal şu an işler bunca içinden çıkılmaz bir biçime bürünmezdi. Eskilerin deyimidir ‘dili yedi sözcüğe indirmedikçe’ birbirimizi anlamamız hemen hemen olanaksızlaşıyor. Ama Bienallerle ilgili bugüne kadar o yedi sözcük bir türlü dudaklardan çıkmadı, herkes her şeyi halının altına itmeyi tercih etti; sert, radikal bir biçimde yapılan vahim hataların, seçimlerin üzerine kimse gerektiği gibi gitmedi. Bugün yerkürenin birçok önemli kentinde her sene değişik çap ve etkinlikte 100’ün üzerinde Bienal düzenleniyor. Bunların arasından çok kısıtlı sayıyı çıkarttığınız zaman bir başka garabetle karşılaşacaksınız; o da düzenleme kurullarının görevlendirdiği veya bu görevi üstelen kişi veya kişilerin birbiriyle olan kültür politiği akrabalığıdır. Yani daha o ilk aşamada çok “sıradan” bir olgu ve içerikle yüz yüze kalındığının kimse farkında değil. Bienaller arzuyu tatmin yeri veya ona hükmetme yeri değil. Bir ülkenin derinden gelen yaratıcı potansiyelini harekete geçiren olguların en etkin araçlarından birisidir. Düşünebiliyor musunuz, burada bizler 70-80 bin kişilik Bienal izleyici sayısını başarı sanıyoruz, oysa bir Pusan Bienalini 1,5 milyon insan geziyor! Sormak gerekiyor “Oryantalist”, “ Tutku ve Dalga”, “Şiirsel Adalet”, “İyimserlik” gibi başlıklar ile arşivlerimizde biriktirdiğimiz onca görsel materyal arasında ne gibi bir gerçek bağ vardı? Tüm bu başlıklar bir tür mugalâta ve gramatoloji sapmasından öteye geçemedi mi yoksa? Sunulan işlerin dağınıklığında ve düşük yoğunluklu oluşlarında bu başlıkların hiç mi etkisi yoktu? Neymiş, “Tutku” sözcüğü Rumca dilinde “Dalga” demekmiş! Yani Antonis Diamantidis’in öznel yarası, sızısı, tutkusu bizim Bienal’in sorunsalı oluyor! Ve küratör Paolo Colombo’nun deyimi ile “göbek deliği bir doğumu mühürleyen bir düğüm”e dönüştüğünden dolayı bu kez “geleneksel anlatım diliyle yüksek sanat” yapma gereği duyuluyor. Sonra, sen tut -Rene Block- ortaya bir “Oryantalist” kavramını resmen yapıştır ve “Ben İstanbul’u yıldız yapacağım” safsatasına sarıl… Oryantalizm kavramı neyi dolduruyor? Batı aydını, düşünürü için neyi ifade ettiği çok açıktır. Rene Block, o dönemde “bu kavramın kendi içinde bir anlam ve dinamik barındırdığını” vurguluyordu zekice, ne yaptığının çok iyi

4


farkındaydı, fark etmeyen, susan, boyun eğen sanat ortamımız oldu ve o kavramın peşinden koşarak “işler” üreten dostların teorik kabahat ve eksikleri kaldı geriye. Batı için Oryantalizm, ta Flaubert döneminden Doğu dünyasını içeriden çürütmek, hükümranlık kurmak, yer yer aşağılamak için sarıldığı ve kullandığı en büyük argümanlardandı. Aşağı yukarı aynı tarihlerde Sezer Tansuğ, Yeni Yüzyıl Gazetesi’nde kaleme aldığı bir makalesinde oldukça ilginç bir haberi de taşıyordu bizlere, ünlü Metropolitan Müzesi, koleksiyonundaki tek Osman Hamdi Bey yapıtını ve Oryantalist yapıtları envanterinden çıkartarak satıyor olmasıydı. Batılı dostlarımızın Osman Hamdi Bey gibi tüm bu coğrafyanın en önemli kültür abidesine karşı yaptıkları bu anlamsız muameleyi anlamak mümkün değildi. Oysaki o eksendeki yapıtlar bile bir kriz bilincini anlatmalıydı; sanatı bu kadar “beğenilir kılma hastalığı”na bulaştırmak birçok sanatçıyı da sükûnete sevk ediyor. Sonra, küratörün benimsediği, sunduğu “uydurma kavramlar” için yoğun bir çaba gerekiyor, oysa o çaba ancak tam ve doğru bir algı süzgecinden geçerek oluşur. Siz bugüne kadar oluşturulan İstanbul Bienali kavramlarına, başlıklarına ait neyi anımsıyorsunuz? Birkaç yıl öncesine kadar figüratif mi, soyut resim mi diye ortalığı toz dumanda bırakan sözde akademisyenlerimizin olduğu bir ortamda Bienal yapmak, Bienal’i konuşmak, irdelemek ne derece zor bir şeydir, düşünebiliyor musunuz? Sadece epistemolojik değil, bir ontolojik uyumsuzluk söz konusudur.

ZY: Bienal’in reklâm spotlarında “küresel savaş çağı” diye nitelenen ve henüz başında bulunduğumuz tarihi çevrimin “ikinci ortaçağ” karakteristiği taşıdığı aşikârdır. Sizce, bu çağda “iyimserlik” kelimesinin bir karşılığı var mıdır ya da gelecekte böyle bir şey söz konusu olacak mıdır? CM: Kimin küresel savaşı ki bu? Bizim olmadığına göre yanıtını da başka yerlerde, coğrafyalarda aramamız gerekiyor. Bütün uluslararası hukuk tanımlamasında “savaş” sözcüğü egemen birimler arasındaki çözümlenemez çelişkilerin çatışması anlamına gelir. Bugün dünyanın birçok yerinde büyük, orta ölçekli, küçük ölçekli bini aşkın çatışma söz konusudur. Bütün bu olup biteni irdelediğinizde hangi grupların etkin rol oynadığını da az çok görebilme şansımız var. Büyük ölçekli silah üreticileri, karteller, büyük petrol şirketleri ve onların el pençe hizmetçisi olan birimler bu çarkın dişlisi durumundadır. Bu girişimler sonucundan dünyanın birçok noktasında nasıl dikta, totaliter rejimler kurulduğunu ve o bölge insanlarını en küçük demokratik haklardan nasıl yoksun bırakıldıklarını görebiliyoruz. Topluma, halka öyle bir spektrum sunuluyor ki neredeyse büyük bir halk kitlesi hipnoz vurgunu yemiş gibi davranıyor. Onun için içimizde bir çeşit kopukluk ve uyumsuz bir kıpırtının zincirleme reaksiyonları baş gösteriyor, sanki dünya gidişatının, olaylarının gerisinde kalmışız gibi de garip bir duygu yaratılıyor. Ağır kişisel isteklerimizin, tercihlerimizin karşısında sanki vicdanımız aklımızdan geriye düşmüş gibi bir hissiyat yayılıyor her tarafta. Eski Çek devlet başkanı Vaslav Havel -ki kendisi de bir edebiyat emektarı sayılır- geçtiğimiz yıllarda şöyle bir deyim kullandı: “İnsanoğlu ilk kez tarih sahnesinde tek bir uygarlığın şemsiyesi altında yaşamaya mahkûm ediliyor”, çok doğru bir tanımdı bence, çünkü dehşet bir zorlama söz konusudur. “Bir Bienal Bir Bilânço” kitabında vurguladığımız gibi sorun sadece bir “iyimserlik” veya “kötümserlik” meselesi hiç değil, bu noktaya odaklandığınız zaman görmeniz gereken noktayı göremez duruma düşeriz. Yani ya mutsuz bir ahmak oluruz: bir kötümser… Ya da mutlu bir ahmak: yani bir iyimser!

ZY: “Bir Bienal, Bir Bilanço” söylemi eşliğinde birtakım şeylere karşı durmak, “kontrollü bir biçimde ayağa kalmak”, böyle bir kitap derlemek fikri nasıl oluştu ve vücut buldu? Kitapta yazanları ve yazıları nasıl toparladınız, süreç nasıl ilerledi ? CM: “Kontrollü” evet! Ya da ölçülü... Dikkat edin bu kitabın tek bir yazısında, satırında o ölçü hiçbir yazar tarafından elden bırakılmamıştır. Keşke tüm Bienallerimiz için böylesine bilânçolar yaratılsaydı, hem de bir değil birkaç “başlık” altında ve birbirlerini tamamlayan diziler biçiminde yayınlansalardı. Şu an İstanbul Bienali denildiği zaman sadece bir “sergi kataloğu”, bir de kıyıda köşede dağınık biçimde serpilmiş yazılar, görüşler var. Bizim bir başka projemiz var; yirmi yılı ve tüm geride bıraktığımız on Bienali kapsayacak arşivi kitaplaştırmak... Yani son on Bienal için ne yazıldı, ne söylendi, hangi görüşler sunuldu tümünü tek bir kaynak kitaba sığdırmak. Arşivimiz bunu karşılayacak ölçektedir. Maddi sorunu çözersek bunu da gerçekleştireceğiz ki bu yapacağımız gerçekten çok önemli bir eksikliği giderir. Bienal başlar başlamaz bizler birkaç arkadaş önce Karşı Sanat’ta düzenli değerlendirme toplantıları gerçekleştirdik. Adım adım, tüm mekânlar defalarca gezildi, tüm sunulan işler irdelendi, belgelendi. Saatlerce tartışıldı ve belli bir girizgâh belirlendi. Buradan bütün arkadaşlara en içten teşekkürümü sunuyorum ki sorunu bunca büyük bir sorumluluk ve ciddiyetle ele alarak kitaba katkıda bulundular. Tüm yazar dost-

5


lar işin teorik, kuramsal yanına ağırlık verdiler. Tartıştığımız konular, alanlar disiplinli bir biçimde tüm yazar, sanatçı dostlara ulaştırıldı. Belirli bir süre sonra izlenilecek yol belirlendi ve kitaba katkıda bulunacak arkadaşlar tek tek belirlendiler. Şimdi, Bienal düzenleme kurumlarına hazırladığımız kitabı göndereceğiz. Bu kitap basılırken herhangi bir kurum, kuruluştan tek bir kuruş maddi destek almadık. Sanatçı katkıları ve gündelik masraflar kısılarak gerçekleştirildi bu proje. Yeri gelmişken grafik ustamız Sn. Savaş Çekiç ve Tuncay Takmaz dostumuza çok teşekkür ediyorum. Savaş Çekiç gerçekten son yıllarda sanat ve edebiyat ortamımıza gönüllü olarak en büyük katkıyı, desteği veren isimlerin başında geliyor.

ZY: Son olarak, “teknoloji/mühendislik tüketimi toplumu” ile “sanat” arasındaki çelişik ilintinin günümüzdeki seviyesini ve yapay görüntüsünü sormak istiyorum... Baudrillard’ın tanımladığı şekilde “Sessiz Yığınların Gölgesi”nin -günümüz tüketim toplumunun- sanatseverlik niceliği ve niteliği hakkında neler düşünüyorsunuz? Entelektüel kesim, işbu “susku durumu”nu verili bir değer olarak kabullenmiş görünüyor gibi... CM: Bizim kuşak bir Elektronik devrim sürecinin tam içinden geçiyor, bu dijital kod girizgâhları kendi metafiziğini ve dalga boylarını da armağan olarak getiriyor. Mesela ne gibi? Bir çeşit “soyutlama” dersek tam yeridir, hem oldukça da şairane yani “mytho-poétique” türü bir durumdan söz ediyoruz, görünürde o eski duygudurumuna benziyor ama bir noktada her şeyden ve tüm dönemlerden kendini ayırıyor. İşte o başta sözünü ettiğimiz tek renkli kültür veya uygarlık sınaması bu devasa mozaiğinin tümel, kapsayıcı adı olmak istiyor. Yan yana dizilmiş birçok kültürel kod ama tek bir düzlemden yeşerme, serpilme zorunluluğuyla… Açıkçası bu kırılmış, darmadağın edilmiş ontoloji ve tinin hâlâ kendine özgü o müthiş varoluşuyla bu dönem nasıl başa çıkılacak sorununu tam eksiksiz yanıtlamak için hep beraber çok çalışmalıyız ki aynı sorun şu an yeryüzünde bir yığın duyarlı düşünürün de sorunudur. Bizim sanatçılarımız bu alanlardan ellerini, eteklerini çekmemeliler. Bin yıllık karnemizin belki de yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Baudrillard’a göre “tarihin sonu, başlangıç noktasına geridönüşü de ister istemez geri getirir”, sanki modernite bir videoteyp gibi geriye sarılıyor, yani insan bir bitişi tersinden yeniden deniyor. Makûs ilerleme de diyebiliriz buna… Yani düşünce ekseni günümüzde yirminci yüzyılı bir ölçüde tam tersinden yazmayı deniyor. Batı bu alanda kendi karnesini çoktan sundu bize ve bu sonucu yorumlamak isteyen de özgürdür, dilediği yönden meseleye bakabilir. Somali, Raunda, Liberya, kimi Latin Amerika topraklarını düşünelim ve bir de “teknolojik” toplumların sefahatini… O “sessiz yığınların gölgesi”ni şimdilerde bizlere çok farklı yansıtmaya çalışıyorlar. Bu yüzyılda hiçbir işe yaramayan bir modernite kalıbı dayatılıyor, dayatılmak isteniyor bu geniş coğrafyalara… Tam tersinden Asya kıtasının moderniteye olan hâkimiyeti bir çalışkan öğrencinin sınavını yabancı dilde iyi notla kazanması gibidir bana göre! İşte bu içsel atmosferler ve ardından yansıyan ışıklar, yöntemler dünyanın iktisadı, teknolojik, kültürel zeminlerinde de yankısını buluyor. Eskiden olduğu gibi… Eğer Avrupa 11. yüzyılda sanat nasıl himaye edilir sorununu çözmüşse kimi doğu uygarlığı ve toplumlarında bu sorun M.Ö 5. yüzyıllarda çözülmüştür! Aradaki tek fark ama ölümcül fark, Doğu kendini belirli bir sisteme, disipline çekemiyor kimi konularda… Bizim toplumlumuzda çok bilinçli ve her şeyin farkında olan bir sanatı himaye etme alışkanlığı hiç yok. Düşünün ki ülkemizin genel bütçesinde kültürün, sanatın payı binde dörttür ( yüzde dört değil!). Bununla nereye kadar yol alabilir bir ülke? İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi Avrupa Parlamentosu’ndan ödül alan bir kurumumuz, kırılan camını onarmak için gerekli maddi olanağı bulamıyor. Özel müzeler ve kurumların da geleceği çoğunlukla yönetim kademesinin iki dudağı arasındadır. Son üç-beş yıl zarfında tüm özel müzelerin sanat ve sanatçılarımıza verdikleri destek ne ölçüdedir diye sorarsanız: devasa bir “hiç!” sözcüğü çıkar dilimden ki esas bunu dillendirmek insanı üzüyor. Yani burjuvazimiz bile gereken burjuva kültüründen genelde çok uzakta!

Not: İşbu söyleşi 6 Ocak 2008 tarihli Birgün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

6


Nefise

PINAR * BİR DÜĞÜN HEDİYESİ

1. kum sevmeyen adamın kıyıda bıraktığı iz rüzgar siler 2. gün ışığına oynayan film der ki ses uçar renk solar gider 3. istavrite çıkmak kadar keyifli olabilir hayat kolaysa terk et 4. kaptan selam düdüğü çalıyor onikide oniki mümkün demek

7 Eylül 2007

7


Bay

PERŞEMBE * KURTULUŞ HANGİ PERŞEMBE?

Kaput.. Cerahatli masumiyet Apiko beklerken sırtlanlar Dediler ki bayım bizi kurtar! Kaputtt.. Dinleyin lütfen beni sonsuzluk ve kargalar! Kasırgalar bitmez ıslak hayatlarda Umut Yokolsada Dinmeyecek Sabahsız barikatların erekte çocukları Gelecek kayıp olsa da direnilecek Hayat yada hiç uğruna Hiç olmadı inadına… Sarhoşluğun gücünü kuşanarak Boşlukta çınlarken dostların sesleri Zulmün tepesine binecek Lepistes’in sol kroşesi!

8


G.Sesil

SAR * YALNIZLIK SITMASI

soruyla zamanı geldi, gelmiş miydi? zamanı gelmişti… önce dili kıvrıldı içine girdi sonra başı... tuttu çekti saçlarından; konuş, dedi kendine… konuştu işte: “sanki bir an sırtıma kar yağdı!” ve sırtını sobaya dayadı. kalktı koltuğundan adam. sobanın derecesini açtı oda ısındı.

9


Bengi Gizem

TURNA * HEYKEL

her gece ad soyadı kazınmış açılan sülüs ayağı iki gibi merdiven altlarından uğursuz bir iniltinin geçmesi Mvstafa Berkay Işık

10


Davut

YÜCEL * BİR HALK DANSINA EŞLİKLİ RİTİM ŞİİRİ

I. ek ka pek ka laa ra

II. hek s vep d-a huf III. jı jı ve ma pare huf IV. ug ga pa ığ V. zenci duymadı afrika duymadı ben duymuş gibi yaptım hadi o neden oynuyor

11


(Tefrika)

Umut Yaşar

KARAOĞLU * İLK GÜNAH 2. Bölüm

(...) Adam gencin arkasından baktı bir süre. İyi mi kötü mü olduğunu kestiremediği, içini bir yandan ısıtan, öte yandan bulandıran bir yakınlık duymuştu ona karşı. Aralarında, ihtiyaç duyduğu ama olmaması gerektiğini bildiği bir benzerlik, bir bağ sezmişti. “Onun rüyasını mı gördüm acaba?” diye düşündü. İçi gıcıklandı, bir sıkıntı yayıldı içine. “Eeeh!” diyerek köpeğe döndü. Gülümsedi. “Ulen dürzü! Koruyon kolluyon, yarenlik ediyon, eve ekmek getiriyon” dedi ensesine vurup; “Yakında düdüklemeye de kalkarsın sen beni ha!” Köpek başını yana kaçırdı mahcup mahcup. “Gir lan, içeri” dedi naylonu kaldırırken; “Sırılsıklam olmuşun.” ‘Emin misin?’ der gibi baktı köpek önce. ‘Sen bilirsin.’ Der gibi başını eğdi ve demirin üzerinden sıçrayarak içeri girdi sonra. Kıvrıldı yattı hemen; burnunu kuyruğunun altına sokup kaşlarını kaldırdı; ‘Sen ne yapıyorsun?… Hadi yat sen de.’ Der gibi baktı. “Uuvv!” dedi adam kollarını ovuşturarak; “İyice soğumuş hava… Kış erken geliyo bu sene galiba… Yandık.” Suyun damladığı yere baktı. Diğer tarafa döndü kıçının üstünde. Kartonları düzeltip, uzandı; köpeğin karnına koydu kafasını. Burnuna kadar çekti battaniyeyi. ‘İyi geceler.’ Der gibi kapadılar gözlerini. Sarı bir pusla kaplı, yeşil bir ilkbahar ikindisi düştü adamın usuna. Yağmurun şıpırtısı dolmaya başladı kulaklarına. Geniş bir çayırda köpeğiyle boğuşan çocukluğu… Daha bir sıkı sarındı battaniyesine; dışarının soğuğunu hissetmez oldu bir süre sonra. Daldı gitti düşler aleminin ılıklığına… Rüyasında, yeryüzünün tüm köpeklerinin komutanı olarak, gökyüzünde bir ülkeyi fethetti o gece… 12


*** Ertesi sabah erken bir vakitte, köpeğin acı acı ciyaklamasıyla fal taşı gibi açılıverdi gözleri. O kısacık anda, her şeyi hatırlayan beyni, her şeyi bilen yüreğine onlarca düşünce sundu, onu ferahlatmak adına. Hemen doğrulup, naylonu kaldırdı kalbi sıkışarak… Sekiz- on metre ilerisinde, kaldırımda, kıpırtısız yatıyordu köpek. Turuncu tulumlu, seyrek saçlı, tombul bir adam köpeğe doğru yürüyordu… Elindeki tüfeği gördü. Tüm vücudu titredi; kanı çekildi, bayılacak gibi oldu bir an… “Naaptın laan!” diye haykırarak fırladı yerinden. Eli ayağı boşanmış halde diz çöktü köpeğin yanına. Başını ellerinin arasına aldı. Gevşek boynu sarktı köpeğin. Dili ağzının içinde hızlı hızlı oynuyor, yarı kapalı, donuk gözlerle bakıyordu. Karnına saplanmış metal bir cisim ilişti gözüne… Tombul adam elini omzuna koyup; “Korkma, dayı” dedi gözüyle tüfeği işaret ederek; “Bayılttık sadece.” Derin bir ‘ohh!’ çekerek, pelte gibi yığılıverdi olduğu yere. Öbürü köpeği almaya yeltenince atıldı; kolundan tutup; “Hoop!” dedi; “Nereye?” “Barınağa götürecez.” “Olmaz öyle şey!” Az ilerideki kamyonetten siyah saçlı, siyah bıyıklı, iriyarı bir adam indi. Tombul olan kolunu “Bırak!” kurtarıp, doğruldu; “Şikayet var. Emir geldi, götürecez… Hem aşıları yapılıp, kısırlaştırılıp, salınacak yine…” Bir koluyla köpeği sarıp, diğer eliyle adamı iterek; “Sokarım şikâyetine de, emrine de… Ne kısırlaştırması! Olmaz öyle şey… Benim köpeğim o…” Bıyıklı olan yaklaşıp, sertçe itti adamı. Köpek kucağında devrildi yere… “Siktir git götünü yıka lan önce… Köpekten beter kokuyon... Bırak şunu!” diyerek, çekip aldı köpeği. Arkasını dönüp, kamyonete doğru ilerlemeye koyuldu. Ateş bastı tüm bedenini. Yumruklarını sıkarak ayağa kalktı. Koşar adım adama yetişip, omzundan tuttu. Tam yumruk atacaktı ki köpeğin titremeye başladığını gördü. İçinden bir şeyler aktı gitti; kasları gevşeyiverdi. “Niye titriyo lan o!” diye bağırdı titreyerek. Tombul olana döndü; “Ha?! Niye lan?!” O da bıyıklıya bakıyordu soran gözlerle. Köpek birkaç kez debelendi; gerildi ve kasılıp kaldı. Bıyıklı kısa bir şaşkınlıkla köpeğe baktıktan sonra göğsünden itip; “Geberdi işte.” Dedi ve kamyonete gidip, bir çuval gibi attı köpeği kasaya. Yumruklarını sıkıp, ateş fışkıran gözlerle adamı izledi. Elini beline atıp, arkasından seğirtti. Tam kamyonetin kapısını açmış, Yüzündeki ifade… binecekken “Amman, dayı!” bıçağını çıkarıp, sapladı “Yandım” neresine gelirse. “Anam!” diye inleyerek yığıldı yere bıyıklı. *** Koğuşunda, ranzanın alt katında, gözlerini kırpmadan üzerindeki demir çubuğa bakarak yatarken, hâlâ gevşememişti vücudu. “Evet lan! Evet işte..” Yumruklarını, dişlerini sıktı gene hırsla. Tıpkı… tıpkı Tıpkı babasının, annesinin önünde; tıpkı cami hocasının, öğretmenin, müdürün, mahallenin kabadayısının, komutanın… karşısında olduğu gibi. Tıpkı “Hayvanla insanı bir mi tutuyorsun lan” diye sorduğunda “Evet. Hatta…” demişken ‘siktir’i çekiveren hakimin karşısında olduğu gibi… “Sen siktir!” dedi içinden; “Hatta hayvanı insana üstün tutuyorum… Çünkü… çünkü…” Bir şey düğümlendi boğazında. “Off! İçim… içim yanıyor.” Gözlerini kapadı. Zehirlenmiş, daha can çekişirken sürüklenerek götürülen köpeği düştü usuna; vurulmuş, yerde debelenirken alınıp, çöp arabasına fırlatılan köpeği… Kafası kopartılan bir güvercin… Ağzı bağlı bir poşetteki ölü kedi yavrusu… Ayaklarından bağlanmış, ateşe sokulup çıkarılan karga yavruları… Üzerine tiner dökülüp, ateşe verilerek bir tene-

13


keye atılmış, kaçmaya çalıştıkça sopayla kafasına vurulan bir kedi… Mahkemecilik oynayan çocukların kahkahaları arasında, asıldığı ağaçta çırpınan başka bir kedi… “Çünkü… çünküsü, insan değiller işte… Bu… bu… haksızlık bu” dedi dişlerini gıcırdatarak; “Gösterecem ben onlara… Şuradan bi çıkayım gösterecem… Şikayet neymiş, ölüm neymiş, adalet neymiş göstericem size.. bi çıkayım…” Onlarca insanı öldürdüğü kana bulanmış hayallerle, sinirden titreyerek uyuyamadı o gece… *** Soğuk bir ekim gecesi, yürüyerek Taksim’den evine dönüyordu yine. Düşüncelere dalmış, Harbiye’nin yanından geçerken “Hişt! Birader” dedi biri arkasından. Durup, şaşkın şaşkın etrafına bakındı. “Baksana!” Sağ tarafındaki demir parmaklıkların ardında, karanlığın içinde bir adam gördü. Kalakaldı öylece. “Gelsene bi” Adamın asker olduğunu ayrımsayınca, ürperdi; suçüstü yakalanmış gibi hissetti kendini. Birasını elinin arkasına gizleyerek, ağır ağır parmaklıklara yanaştı. “Sigaran var mı?” Rahatladı. İç cebinden paketi çıkardı; iki sigara çekip, uzattı. Soğuktan kızarmış el aldı sigaraları. Birkaç sigara daha çıkarırken; “Daha vereyim mi?” diye sordu. “Yeter iki tane… Yasak zaten. Gizli gizli içcez.” “Yakayım?” “Sonra içerim. Sağ ol” deyip, arkasını döndü, uzaklaştı asker. “Kolay gelsin.” Birasından bir yudum alıp, gülümsedi. Hiç tanımadığı ve bir daha karşılaşmayacağı birine, üstelik yasak olan bir konuda yardım etmenin verdiği vicdan rahatlığıyla içindeki tüm sıkıntı, gerginlik eridi yavaş yavaş. Dışarıyı unutturan bir güç yayıldı ruhuna. Az sonra, Pangaltı’da, bu işin bir parçası olmaktan memnun yürürken, duvara yapıştırılmış bir afiş takıldı gözüne. Durup, inceledi bir süre… Aleve benzetilmiş geometrik şekillerin arasından, büyük bir eve doğru ilerleyen bir adamın resmedildiği karakalem bir çalışma vardı afişte. Dalgınlaştı, düşüncelere daldı yine. Başı önde devam etti yürümeye… Bir aralık aklına bir şey gelmiş gibi durdu. Gözlerini kısarak gölgesine baktı. “Üçboyutu veren, gölge; gerçeği doğuran karanlıktır.” Dedi içinden… Tekrar yürümeye koyuldu. Alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde; “Hay, Allah belamı versin benim… Gene de… Eve gidince…” Kafasını kaldırdığında, sert yüzlü bir koruma görevlisiyle göz göze geldi. Ürktü. Adımlarını sıklaştırdı. Ara sokağa girmeden önce, dibine çöp poşetleri yığılmış bir ağacın yanında durup şişeyi dikti kafasına; ağacın altına bıraktı. Bir sigara çıkarıp, kıstırdı dudaklarının arasına. Montunun iç cebini karıştırdı… Diğer ceplerini de yokladı. “Hayda! Kaptırmışız gene ateşi.” Elini tekrar iç cebine sokmuşken, az ilerisinde, kepenkleri kapalı bir mağazanın önünde oturan bir adam gördü. Başı önde, uyukluyormuş gibi duruyordu. Ona doğru ilerledi. “Ateşin var mı, abi?” “Yok” dedi adam başını kaldırmadan. Biraz eğilip, yüzüne baktı: o’ydu. Ama bir hayli değişmişti; ölümcül bir hastalığa yakalanmış gibi iyice zayıflamış, beti benzi atmıştı. “Nasılsın abi? Köpek nerede?” dedi gülümseyerek. Adam başını kaldırıp, gözlerini gözlerine dikti kırpmadan; “Yok!” dedi dişlerinin arkasından hırlar gibi. Bir adım geri çekildi. “Ateş de yok, köpek de… Siktir!” Koşar adım uzaklaştı afallamış bir halde. “Gördüm!” dedi kendi kendine; “Vallahi gördüm!… Ateş vardı adamın gözlerinde..” Yanından geçtiği travestinin dudak bükerek baktığını görünce sesli konuştuğunu anladı. Başını öne eğdi. Ağzındaki sigarayı alıp, cebine koydu. “Vardı!” Köşeden dönüp, birkaç metre ilerledikten sonra durdu; eğilip sustalısını aldı çorabından. Avucunun içinde tutarak cebine soktu. Tam adım atacakken, adamın yüzü gel-

14


di gözlerinin önüne. “Öyküydü bu..” dedi, heyecanla. Yanındaki duvara yaslanıp, gözlerini kapadı. Adamın gözlerini hayal etmeye çalıştı… Sırtını bir kayaya dayamış, kendisine saldıran kurdu defetmek için elindeki meşaleyi savuran ilkel bir adam belirdi karanlığın içinde. Ardından, bir deniz kenarında, yaktıkları ateşin etrafına toplanmış bir grup genç… Karanlık bir odada, sobanın deliklerinden tavana yansıyan alevler… Ve yerde oturan, elini gülümseyerek tavana uzatmış bir bebek… Kalın bir kalasa bağlanmış bir kadını, demir bir direğe bağlanmış bir adamı ateşe veren kin dolu kalabalıklar… Yaktıkları otelin önünde birikmiş, ağızlarından kudurmuş köpekler gibi köpükler saçarak bağrışan bir güruh… Yüksek sazların arasında dikilmiş, uzaklarda bir yere gözlerini kırpmadan bakıyor adam. Karşı konulmaz bir merakla, neler döndüğünü; başına ne geldiğini, köpeğe ne olduğunu öğrenmek için ona doğru ilerlemeye başlıyor… Korkunç, sinsi bir sırıtış beliriyor adamın yüzünde birden. (İrkiliyor.) Elini pantolonunun içine sokuyor adam. (Duruyor. Fakat adamla burun buruna gelmiş.) Gözlerindeki ateşi görüyor yine… Alev alev yanan, büyük, gösterişli bir ev ve çevresine birikmiş, bu yangını büyük bir doğa olayına tanık oluyormuş, mucizevî bir sanat eserini inceliyormuş gibi izleyen heyecanlı bir kalabalık… Ev patlıyor. Alevler dağılarak kalabalığı yutuyor; yaklaşıyor, yaklaşıyor (Geriliyor. Kıpırdayamıyor.) ve adamın gözlerinden bir ateş topu fırlıyor. Tam yüzüne çarpacakken Karşıdaki bankanın camında yansımasını görünce derin bir nefes aldı. Adamdan kalma bir sırıtışla göz kırpıp, ilerledi gitti evine doğru… O gece yatakta, uykuyla uyanıklık arasında; o, herkesin buluştuğu, bir olduğu boşluğa açılan, herkesin arasındaki boşluğu dolduran boşlukta, yüce bir dağdan inen, iriyarı bir adam düştü usuna. Elindeki, için için yanan sopayı aşağıdaki insanlara götürüşü… Hemen yataktan fırlayıp, masanın başına geçti. Eline kalemi aldı. Gözlerini kısarak camdaki yansımasına baktı. Bir şimşek çaktı. Yağmur yağmaya başladı.

-BİTTi-

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

15


Zafer

YALÇINPINAR * BOŞLUĞUN DİLİ İÇİN İBRAZ (25 Aralık 2007)

Sıfır sayısı çarpanlarına ayrılamaz. Boşluğun yutuculuğu ve onun karşısında titrememiz, aralarında birkaç sene bulunan iki davul vuruşu ve bu zaman aralığında oluşan kimya (akkor bir kimya hem de) önemlidir, önemseniyordur artık... Bunu her yerde seziyorum. “Görsel Şiir”in (bence görsel işlerin) ya da "imkânsızın dili"nin (bence Ece Ayhan doruğunun) avantajı, forvetliği, büyüklüğü, hızı işbu garip kimya (bazen de ecza) etkileşimiyle oluşan apansız ve rastlantısal bir yuvalanmadan kaynaklanıyor. Peki, nasıl bir şey bu? -Parçaların değil de parçalar arasındaki boşlukların, iki nota ya da vuruş arasındaki "sus"ların, iki sayı arasında (örneğin 1 ile 2) sonsuz sayı bulunmasının, çoklu(hareketli) anlam kaymalarının bütünlükten, bir bütün olmaktan sonsuz kere önemli olduğu bir kimya... -Üzerindeki her şeyden (her yüzey anlamdan, her belirgin işlevden, her yükten) sıyrılıp varoluşuna geri dönmek isteyen bir eşyanın (örneğin bir portmantonun) akkorluğuna sahip bir kimya... -Bütünlüğü sadece ve sadece boşlukta bulan ve boşluk üzerinde yenilenen bir kimya... -Yapısal analize imkân vermeyen, oluşumunda termin ya da nedensellik içermeyen, bir şeylerin altını değil de üzerini çizen bir kimya... -Oktay Rifat’ın deyişiyle “rastlantının bizden çok daha akıllı olduğu” gerçeğini yineleyen, ibraz eden, İlhan Berk’in “sessizlik de/ bilinmek ister/ hakkı bu” dizeleriyle tazmin edilen; suskunun, boşluğa doğru likidite oluşturduğu ve dillendiği, “Mısırkalyoniğne” ve “Perçemli Sokak” adlı kitaplarda vücut bulan, Ece Ayhan’ın (bence Ayhan Çağlar’ın) ise tüm eserlerinde kendisini oluşturan ve gösteren bir kimya...

16


Kuzgun

ACAR

“Kuşlar”

“Tüm yontularımda bir çığlık vardır.” (...)

“Kuşun kendisinin değil de hareketinin heykelini yaptım.” (...)

“Çünkü insanoğlunu zaptetmeye imkân yok! ” (...)

“Çivilerimi seviyorum: İrkilmeden yanlarına sokulamadığımız için...” Kuzgun ACAR

17


Kuzgun Acar ; Demir, çivi, tel ve ahşap gibi malzemeler kullanarak gerçekleştirdiği yapıtlarıyla tanınan heykeltıraş Kuzgun Acar geçirdiği beyin travması sonucu 3 Şubat 1976’da İstanbul’da öldü. 1928’de İstanbul’da doğan sanatçı, 1948’de İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi heykel bölümüne girdi ve Prof. Belling’in öğrencisi oldu. Daha sonra Ali Hadi Bara ve Zühtü Müridoğlu’nun atölyesine geçerek öğrenimini onların yanında tamamladı. Öğrencilik yıllarında Bara’nın sanat anlayışından etkilenerek soyut çalışmalara yöneldi ve ilk çalışmalarını geometrik-soyut tarzda verdi. Mezun olduktan sonra serbest çalışmaya başladı ve aynı yıl ilk kişisel sergisini düzenledi (1953). Demir, çivi, tel ve ahşaba heykellerinde hayat veren sanatçı soyut anlayışla lirizmi birleştirerek diğer meslektaşlarından farklı yapıtlar üretti. Çivilerle gerçekleştirdiği bir çalışması, 1961’de Paris Bienali’nde birincilik kazandı ve ödülle birlikte verilen bursla Fransa’ya gitti. 1962 yılında Paris Modern Sanatlar Müzesi’nde, 1966 yılında ise Rodin Müzesi’nde eserlerini sergiledi ve bu sergileri sayesinde Avrupa sanat çevrelerinde de tanındı. Tiyatro oyunları için masklar ve mimariye bağlı panolar da üreten Acar’ın, 1975’te Paris’te Mehmet Ulusoy tarafından sahnelenen Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyun için yaptığı masklar, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’ndaki “Kuşlar” rölyefi ve Ankara Emekli Sandığı Gökdeleni’nin cephesindeki tunçtan kabartması bu alanlardaki en önemli çalışmalarıdır..

18


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

“Rene Char İmzası”

“Henri Michaux Deseni”

“Roland Barthes’dan Blanchot’a ithafen imzalı kitap”

Görseller, 22 Kasım 2007 tarihinde Paris’de gerçekleştirilen “Sarl Binoche/Renaud-Giquello” müzayedesinin kataloğundan alınmıştır. (ZY)

19


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Ankara, 3.11.1951 Azizim Yaşar Nabi Bey, Size bu mektubumla birlikte Orhan Veli’nin defterini de gönderiyorum, çok geç oldu ama, kabahati yalnız bende değil. Anlatayım: Ben bu defteri kitapların arasında bir yere koymuştum, görmek istemiyordum. Biliyorsunuz, Orhan Veli’nin şiirlerini severim, ama kendisini sevmezdim, nefretimi ölümü dahi büsbütün gideremedi. Neyse, o ayrı iş. Defteri kitapların arasından bizim bir Ayşe kız vardır, o çıkarmış. Göreceksiniz, boş sayfalara türlü yazılar yazmış, resimler çizmiş. Bugün başka bir kitabı ararken defteri buldum, önce sevindim sonra kızdım. Ne yapayım ki iş işten geçmiş. Gene şükür, yazıların üzerine resim yapmamış. Defter bu haliyle, bana Orhan Veli’nin verdiği gibidir, bittabi Ayşe kızın ilaveleri müstesna. Bana öyle geliyor ki Orhan Veli sağ olsaydı bu işe o kadar kızmazdı. Siz bir okuyun, bilmediğiniz, yani kitaba almadığınız parçalar varsa onları yazıverin. Zaten olsa bile pek azdır. Sonra defteri geri gönderirseniz iyi edersiniz, içindeki resimlerin görülmesini istemem de onun için. “Türk Dili” dergisine yazı vermenizi rica etmiştim, yüzüm yok ama o ricamı tekrar edeceğim. Biliyorum, pek iyi bir dergi değil, benim sevmediğim, sevemeyeceğim birtakım yazıları koymağa mecbur oluyorum. Zaten o dergiye benden çok Bay Levend karışıyor. İkinci sayının “Dergilerde” sayfasında “Varlık” için birkaç satır yazdım, umarım ki görmüşsünüzdür. Sizden bir ricam daha var: Bana Turgut Uyar’ın adresini gönderebilir misiniz? Meslek sırrı sayacağınızı sanmam. Tekrar affımı diler, gözlerinizden öperim. “Varlık”ın yeni kitaplarından bana da, dergiye de gönderiverin. Nurullah ATAÇ

“Dost Mektuplar” Hazırlayan : Yaşar Nabi, Varlık Yayınları, 1972,1. Baskı, s.64-65

20


Oruç

ARUOBA * NE

NE ses siz lik sin sen _

“Meşe Fısıltıları” Metis Yayınları, Aralık 2007, 1.Baskı, s.25

21


10. Uluslararası İstanbul Bienali BİR BİENAL, BİR BİLANÇO Hazırlayan: Cavit Mukaddes “(…)Sermaye ya da onun bordroluları, tüm kötülüklerini ve kötülüklerinin türevlerini, ‘iyimserlik’ gibi başlıkları bienallere atayarak (dikişleyerek) düzeltebileceğine inanıyor olabilir. Ama ben buna inanmıyorum ve biz bu numaraları yemeyiz.(ZY)”

Seçme Şiirler, 1985-2002 Ekrem Kahraman

Bulutlar Prensi Baudelaire Dilek Değerli

Kilitli Kapılar Anne Sexton Çeviri: Dilek Değerli

“ÇEKİRDEK SANAT YAYINLARI ” İstiklal Caddesi Rumeli Han NO:88 C Blok Kat:6 Daire:47 / Beyoğlu-İST t: 0212 / 2445197 / 05336671446 e-mail: iletisim@cekirdeksanat.com

http://www.cekirdeksanat.com

22

http://www.cekirdekshop.com


Serdar

KOÇAK * OYUN BAHÇESİ

tuz kokan bu ikindi ne tuhaf beyaz bir tay ellerinde kar kağıtları nadya bu salıncak ülkesinin ismi Kalküta kuyu, çıkrık, taraçada kağıt bahçesi kupalarda sunulsun karo valesi! ruhların sesiyle konuşalım bu koyu ayazda kendine yoksul bir fayton aşkı çal sevgiline maun ağacında chesterfield kanepeler bırak gülümse hızla berrak ve daha akasya solar ellerinden soluk kalır ahşap masalar gemileri sedirden yapıyorlar nadya ölüm gizliyorlar denizde ruhlar konuşur incelen ahşapta konuş ruhlarla şekiller sevda büyüsüdür su çürü an içinde her kağıttan kan sızar çözülür zamanda talih bu oyun bahçesinde su sızar aynaya

23


Janset

KARAVİN * ÇEKİRGE KAÇ SIÇRAR? Sarı Tilki Jack Bell

Ateşin hemen dibinde, bir kolu uzun ve keskin dişlerle donanmış çenesinin altında olduğu halde, uzanmış bezgince yatan Sarı Tilki’nin keskin, yeniay biçimli kulakları, sivri suratının iki yanına dökülmüş, vadiyi okşayan hafif rüzgârda sallanıyor. Sarı Tilki’nin gözleri masmavidir ve dans eden kamp ateşinin cinleri, o esnerken arada bir göz ucuyla süzdükleri sivri dişlerinin parıltısından ötürü dehşete düşerek ondan sakınırlar; bunu o da biliyor. Kulakları, tıpkı şimdi dikeldiği gibi doksan derecelik bir açıyla yıldızları işaret ettiğinde, yüzü daha da uzunlaşır ve bakışları belerir haşmetle. Azametini iri gövdesinden ya da dev gölgesinden almaz; sadece bütün cılız bedenini kaplayan çöl kızılı, uzun, kabarık tüylerin varisidir babasından ötürü… Hafifçe geriye meyletti kulakları ve bitkin hareketlerle yerinde doğrulup oturarak başını arkaya çevirdi şimdi. Uzaklarda bir karaltı, telaşla koşarak; düşe kalka üzerine doğru gelmekteydi. En az dişleri değin sivri ve kulaklarının tepesince keskin uçlu, kabarık kuyruğuyla yeri döverek çıkardığı tozlar, kamp ateşinin çıtırtıları arasında parıltılarla dağıldığına göre gelen, sahibi Jack Bell’dir. Şiddetle, omzuna asılı tüfeğini ateşin öte yanına doğru fırlatırken yere kapaklanarak, sol avucunun içindeki nesneyi daha net görebilmek için elini ateşe yaklaştırdı Bell. Az ilerideki kurumuş ağacın dalına bağlanmış, bembeyaz gövdesi iki büyük kızıl benekle lekeli, ak yeleli, bilge atı Huysuz Rüzgâr tedirginlikle kıpırdanır, kamp ateşinin cinleri küfürler savurarak kaçışırken, Sarı Tilki gözlerini kırpıştırıp derin bir soluk verdi. Güneş gibi parladı sarı taş ay parçası gibi. Heyecanla üfledi, ovuşturarak üzerine yapışan toprağı temizlemeye çabaladı ve parmakları arasında tutarak bir daha bir daha incelemeye koyuldu. Dizleri üzerinde doğrulduğunda, Sarı Tilki küçük burnunu uzatıp bu parlak taşı kokladı ve dilinin ucuyla tadına baktıktan sonra Jack Bell’in parlayan gözlerine dikti bakışlarını. Bell, ona şöyle fısıldadı iyice yaklaşarak: “Zengin olduk!” Şimdi, tam da bu noktada tarihin kayda geçmeyerek büyük bir yanılgıya düştüğü talihsiz bir insandan bahsetmenin zamanıdır. Öyle ki, bazı zamanlarda bazı insanlar gelir dünyaya ve bu insanlar insanlık tarihinin akışını değiştirmek için birer yalvaç misali görevlendirilmişlerdir Tanrı tarafından. İşin tuhaf yanı ise ne bu insanlar haberdardır varlıklarının insanlığı sürükleyeceği sonuçlardan ne de Tanrı! Bu insanlar belki de Tanrı’nın küçük oyun alanına biraz be-

24


lirsizlik, biraz heyecan katmak için cesetlerine ruh üflediği ve sonra da unutmuş gibi yaptığı, alınyazılarındakileri gerçekleştirdiklerindeyse gene unutmuş gibi şaşırarak oyunu kutsadığı kayıp insanlardır. Bazılarına satır aralarında rast geliriz bazen; biz de şaşırırız. Kimilerindense tarih asla bahsetmez; onlar sanki hiç doğmamış, hiç ölmemiş kayıp ruhlar, unutulmuş düşlerin sahipleridir. Zaten tarihi bir bilim kabul edenler, onun yalnızca kazananlar tarafından yazılmış ve yazılmakta olduğunu da bilirler ve buna rağmen gözleriyle görmedikleri her insanı, yeri, sebebi ve sonucu eğer kayda geçmişse, defaten iddia edilmişse doğru kabul ederler. Oysa tarih, bir inanıştır ve inançlar geçmişin bilgisini verebilir kişiye ancak; oysa bize geleceğin bilgeliği gerekli şimdi! Avucumuzu açar ve içindeki çizgilere bakarak ötemizi bilmeyi isteriz. “Hepimizin avuçlarında yazılıdır geleceği çocuk. Güçlü ve zayıf yönlerimiz, hayallerimiz ve sınırlarımız, geçmişimiz ve geleceğimiz; şimdi yaklaş ve bana geleceğini ver!”, demişti girdiği o parlak, cafcaflı, karanlık, küçük çadırın ortasındaki masasının üzerinde etrafa tuhaf ışıklar saçan puslu küresinde gözlerini kilitlemiş oturan Çingene falcı Ester, Jack’e. Belki de henüz on ya da on iki yaşına yeni basmıştı; tam olarak hatırlayamıyor yaşını, annesini öldükten hemen sonra arka bahçesine gömerek kaçtığı üvey babasının evini de silmek istediğinden hatıralarından. Kıvırcık ve uzun saçları simsiyahtı, bunu hatırlıyor tıpkı çadırın içindeki masayı, küreyi, mumları, iskambil kâğıtlarını, birkaç boş kâseyi ve yerlerde serili duran Kızılderili halılarını hatırladığı gibi; oldukça silik fakat biliyor orada olduklarını. Ester’in esmer teninin, annesinin esmerliğiyle örtüşen gizi belki de onu güvenilebilir kılmıştı o an için. Ölmeden bir gün evvel annesinin saçları da Ester’inkiler kadar parlak ve dalgalıydı üstelik. Dahası bakışlarındaki donukluk tıpkı, hayatta arda kalan biricik, kim olduğu bilgisini yanında toprağa götüren annesinin gözlerinceydi. Sözlerini dinledi, geniş ve başına oldukça küçük gelen şapkasını kenarlıklarından tutarak çıkarıp Ester’e sağ elini uzattı. “Hayır, çocuk!”, dedi Ester, eline bakmadan ve sağ elini masanın yüzüne avucunun dışı gelecek biçimde ona doğru uzatırken, “Sol elin”. Jack sol elini uzattı böylece ve Çingene falcının sağ avucunun içinde kayboldu küçük eli. Ester’in karanlık gözbebekleri, Jack’in avuç içinde koşturdu durdu telaşla bir o yana bir bu yana. Güneşli, berrak ve pürüzsüz bir Arizona öğlesinde, bardaktan boşanırcasına yağan yağmura bir anlam vermek ister gibi gökyüzünü tarasaydı eğer Jack’in gözleriyle buluşturduğu gözlerindeki şaşkınlığın bir anlamı olabilirdi oysa Jack sadece gülümsüyordu. Heyecan içinde, soluk soluğa ve az sonra zincirlerinden boşanıp çılgınca özgürlüğe koşacak siyahî köleler gibi taşkın göğüslerini kabarta kabarta sağ eline yapışıverdi. Sol el, sağ elin bir kopyası; çöl kadar boş ve çorak, kıpırtısız! “Geleceğini kim çaldı çocuk?”, diye inledi Ester. Ne geçmişi yazılıydı avuçlarında ne de geleceği çocuk Jack’in. Çingene falcı Ester, çocuğun geleceğini görmeyi umuyordu oysa avuçlarından akıp gitmişti geleceği geçmişiyle kol kola, arka bahçeye gömdüğü annesiyle beraber. Annesi uzun boylu ve esmer bir kadındı. Saçları dalgalı ve uzundu gene. Gözleri gece kadar karanlık, bakışları çöl kadar dingindi. Buna karşın Jack, annesinin dinginliğini bahşeden çölden saçlarının rengini, gözlerinin rengini emanet eden geceden düşlerini çalmıştı. Boyu olabildiğince kısaydı ve gözleri okyanus değin masmavi. Babasını hiç tanımadı ve kim olduğunu öğrenemedi annesinden ama büyük olasılıkla, annesinin yalnızca İrlandalı olduğunu söylediği bu adamdan alıyordu içinde kabaran hırsı ve ihtirasının bakışlarından kustuğu ateşi… Sarı Tilki, bu ateşin yakıcılığına kapılarak olduğu yerde, kuyruğunu kovalar gibi dört dönmeye, fırsat bulduğundaysa Bell’in elinde tuttuğu sarı taşa doğru hamle yaparak havlamaya başladı. Kim bilir belki de haklıdır? “Evet, Sarı Tilki evet. Her gün sana koca bir biftek pişireceğim”, durdu, şeffaf gözleri ay ışığı altında titrerken gökyüzüne bakarak bir süre düşündü. Keskin zekâsı az önce kurduğu cümlede bir mantık hatası yaptığını çözüverdi o süre zarfında. “ Hayır! Ben pişirmeyeceğim. Aşçımız pişirecek elbette”, dedi sapsarı dişlerini göstererek. Sarı Tilki heyecanla az ötede bomboş durmakta olan demir yemek kabına baktı birkaç kez heyecanla ama Jack Bell’in kendisini fark etmediğini görünce, kabıyla sahibinin tozlu çizmeleri arasında deli gibi koşturmaya başladı. Bell onun telaşlı koşuşturmacasını fark ettiğinde sıyrılmıştı zengin beyefendi düşlerinden ve hiç de kızgın görünmüyordu. Aksine sevinçle atılıp, Sarı Tilki’nin ince suratını dev, nasırlı avuçları arasına aldı ve alnın ortasına salyalı bir öpücük kondurarak haykırdı: “Aferin oğlum! Hay aklınla bin yaşa, akıllı oğlum benim.” Koşarak kabın yanından geçti ve az ötedeki kütüğe serilmiş yüklerinin arasında heyecan içinde bir şeyler aramaya koyuldu. Eşyalar dört bir yana savruluyordu. Bir battaniye şu yana, bir elek bu yana, bir çift çorap Sarı Tilki’nin suratına… Sonunda durdu. Ay ışığının cömertliğiyle yıkanırken avuçlarında beyaz hayaller gibi parıldayan dinamitlerine gülümseyerek bakıyordu, kahkalarıyla Rocky Dağları’ndaki tüm kurtları

25


korkuya boğmadan az önce. Sarı Tilki, aç olmasına ve hayal kırıklığıyla boğuşmasına karşın mavi gözleri yuvalarından fırladı, kulakları o güne değin hiç olmadığı kadar çok dikeldi ve sipsivri kesilerek dağlardan gelen ulumaları dinledi; bunlar ona vahşi atalarının ruhlarının bağırtıları gibi gelecekti. Ve büyük patlama ki, Tanrı da evreni yaratırken Büyük Patlama ile kutsamıştı bilgeliğini. Cortes de ayak bastığı Yeni Dünya’sında, gemilerinin toplarını patlatarak tanrılığını kabul ettireceğini düşünmüştü yerlilere. Oysa ne toplarını ateşlemeye ne de tanrı olmaya ihtiyacı yoktu. O zaten yerliler için geri dönen tanrılarıydı. Lafı uzatmayalım; şimdi Cortes’den ve Kraliçenin küçük Cortesçiklerinden bahsetmenin ne yeri ne de zamanı. Hakeza, Cortes ve diğer İspanyollarının merhametine daha sonra değineceğimiz için biz şimdi, tarihin akışın değiştirecek o geceki patlamaya dikkat kesilelim. Ne büyük patlama ama! Bir an için gün döndü, ay ve yıldızlar söndü. Gecenin bulanık beyazlığıyla örtünen Rocky Dağları, orman ve Jack Bell’in ayakları altında serilen, uzaklardaki nehir yatağı vadisi sarı bir aydınlığa gömüldü. Masmavi gözlerini koskocaman açan içindeki İrlandalı şöyle düşündü: ‘İşte patlama diye buna derim ben, dinamit diye buna derim!’ Sarı Tilki, sindikleri kayalığın tepesinden en az bir boz ayı kadar büyük, iki kaya parçasının yardan aşağıya uçup gittiğine de, sarı ışığın altında ateşbaz kızıla bürünen tüylerinin sıcaktan titrediğini hissederken, havada uçuşan sapsarı toz bulutlarının damlalara dönüşüp, düştükleri yerde cazırdayarak dumanlar tüttürdüklerine de şahittir. Çelişki insanın yaradılışındaki hammaddedir. Kitapları açar bakarsanız toprak derler; yanlıştır! Eğer insan kendisiyle ve varlığıyla çelişmeseydi insan olmaktan çıkardı. Çelişki, insanı sıksanız tıpkı bir limon gibisinden hani, ondan burnunuza ilişecek çamur kokusunun ta kendisidir. Bir ruh, bir bedenle savaşmadıkça anlamsızlaşır, tükenir, yokluğa mahkûmdur. Hepimiz kendi kendimizle savaştığımızı biliriz ve bunu yapmanın kötü bir alışkanlıktan ibaret olduğunu düşünürüz genel geçer bir doğrulamaya başvurarak. Oysa savaş kendimizle değil, biz olan ya da bizim içimizde, bizden başka bir şey; bir fazlalık olan o çamur kokusuyla savaş halindeyizdir ve bu savaş kesin bir yenilgiyle sonuçlanacaktır. Yenilgiyi bilmek cesaretini kırmaz bazılarımızın ve bu cesur insanlar bazı korkaklar gibi yenilecekleri bilgisine sığınarak savaşmaktan vazgeçmezler. İşte bu insanlar yenilginin kaçınılmaz zaferine rağmen savaşırlar ve yaşamak denen eziyeti ki; ölmenin bilgisindendir tüm sefaleti, savaşamayan zayıflar için daha katlanılabilir kılarlar. Bu uslanmak bilmez savaşçılar, her zaman tarihin tersini söylediği, Tanrı’nın insanları doğa ile yenik düşürdüğü anlarda ortaya çıkıverirler. Tanrı bu ortaya çıkıştan haberdarsa da daha evvel bahsettiğimiz üzere bu bilincin yoğunluğundan sıyrılmak tek yoludur oyuna heyecan katmanın ve bilgi bazen bildiğini unutmaktır. İşte o patlamanın da bize sunduğu o uslanmaz adam, sebep olacaklarını bilmeksizin belki de hırsları peşinde doludizgin koşan Jack Bell’dir. Doğanın insanları yenilgiye uğrattığı o an ise korkunç bir gündü. Aslında her şey çok güzel bir gün olabileceğine işaret ediyor, güneş Rocky dağlarının aksinde parlamaktan geri durmuyor, gökyüzü bütün merhametiyle maviliğini sunuyordu. Şüphesini korkularıyla öteleyenler, göğe bakarak Tanrı’ya yeni doğan gün için şükrediyor hatta günahkârlar bile dilleriyle olmasa da gözle görülmeyen teslimiyetleriyle bu şükranı kutsuyorlardı o gün. Oysa Tanrı, hepsine kızgındı ve sene 1870’ti… Beyaz adam güneşin doğduğu yerlerden nasıl azgın bir sel yığını gibi akıp geldiyse, çekirgeler de günbatımından aynı sefalet içinde, kapkara bir bulut halinde çöküverdiler üzerlerine. Küçük sarı ve yeşil böcekler kutsal kitaplardaki acımasız fatihleri oldu Batı Amerika’nın verimli ovalarının. Geçtikleri her yeri tam bir çöle çevirerek fütursuzca kin kustular tüm mevsim boyunca tek bir yeşil yaprak parçası, tek bir canlı bitki bırakmamacasına. Geldikleri gibi ansızın çekip gittiklerinde geride bıraktıkları kuru toprak, açlık, sefalet, yoksulluk ve hastalıktan başka bir şey değildi ve kör bir hırsla bilenerek gelen işgalcilerin hepsinin tutkularını da beraberlerinde kemirip yok etmişlerdi. Çiftlikler çorak kaldı. Kasabalar terk edildi. Açlık öyle yakıcı bir biçimde eğitti ki bilenmemiş cesetlerindeki kısır ruhlarını, altın meraklısı beyaz adamlar, bu felaketin sebebini Tanrı’nın öfkesine yormaya vakit bulamadan kaçmaya koyuldular. Tıpkı geldikleri gibi vagonlarının bezlerini gerip, toplayabilmek gücünü kendilerinde buldukları bütün eşyalarını arabalarına yükleyerek fakat bu sefer onları çekecek atları bile olmadığından, yularlarını kendilerine vurarak. O zaman Bell haftalar boyu hayalet kasabalar dolaştı Huysuz Rüzgâr’ın sırtında Sarı Tilki peşlerinde, uyuyacak bir gecelik yatak ve sıcak bir yemek yiyebil-

26


mek için; çok iyi hatırlıyor. Gidenleri de dağlardan izlemişti, kafileler halinde ve buna pek bir anlam verememişti çekirge yağmurunda yıkanana değin. Önce terk edilişinden endişe duydu çünkü dağlarda yaşıyor olsa da zaman zaman kasabaların sunduğu fırsatları değerlendirmek isterdi. Sonra önemsemedi çünkü İspanyollar da altına karşılık yatak, yemek ve kadın vermeye razı gelirdi elbet. Hem üstelik madem ona bırakıp gidiyorlardı bunca altını, ne diye üzülsündü ki buna! Öyle yaptı; üzülmedi ya da endişelenmedi daha fazla. Hırsını biledi sarı zehrine ruhunun; öyle çok altını olmalıydı ki sayamamalıydı, ölçememeli, tartamamalıydı. Belki İspanyolların Kraliçesinin altınlarından bile çok! Kutsanmış katiller sonbahara yakın çekildiklerinde Jack Bell de onlarla beraber dağlara doğru tırmanıyordu sarı kahverengi bir örtünün arasında, onların üzerine basarak, kahkahalarla ve keyifle kuru toprakta çıkardıkları çıtırtılara kulak kabartarak. “Edepsizler!”, diyordu üzerlerinde tepinirken bazı bazı sevincine hâkim olamadığında. “Edepsizler! Sizin gibi düzüşeni bütün Kaliforniya’da görmedim!” Sonra şaşkınlıkla sayıkladığı da oluyordu, Sarı Tilki’ye boş gözlerle bakarken: “Ölümüne düzüşüyor sefiller, ölümüne!” O yolculuğunu tamamladığında, bir avuç soylunun keyifleri için, korkunç ve kanlı bir savaş meydanında can veren zavallılar gibi toprağı örten böcek öbeklerinden başka hiç yol arkadaşı kalmamıştı ve sonrasını siz de biliyorsunuz; büyük patlama. Bell aradığını buldu keskin dürtüleri ve insanüstü tutkularıyla, günlerini gecelerine katmak pahasına da olsa. Çok, öyle ki; uğruna oynanan alçak oyunların haris meyvesi olarak ilk savaş narasını attığı dünyaya efendi olacak kadar çok. Bunu saklamak artık olanaksızdı, öyle de oldu. Haftası çıkmadan ve Mister Bell, madeninin tapusunu alır almaz terk edilen kasabalar insan selinde boğuluverdi çekirgelerin ardından. Yer gök, dere tepe, dağ taş insana boyandı. “Çiftçiler, bunca insanı doyurmak için”, der kaydeden kalemler; yanılırlar, kendi ceplerini doyurmaktı esas maksatları ya neyse! Çiftçiler, Rocky Dağları’nın nehir vadisi yatağına yerleşti; en verimli topraklara ve telaşla toprağı sürmeye başladılar daha çiftliklerine çatı yapmamışken. İşte böylelikle öncü çiftçiler, 1870 sonbaharında kendilerinden daha sefil ve zalim olduklarını kuşaklar boyu anlatacakları uslanmak bilmez, acımasız katillerinin yumurtalarını katlettiler. Jack Bell ise öldüğünde yetmiş sekizine o gün basmıştı ve Stacie adında bir fahişenin üzerindeydi; ‘ölümüne…’

“Play and pray, pray and play” Miles Davis

27


OTOPORTREDİR.

Yukarıda fotoğrafı bulunan kartvizit 2003 senesinde Şeref Bilsel tarafından verilmiştir. Büyük ve detaylı görüntü için http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/df.JPG adresine bakınız.

Çok eski adıyla “Karaköy” diye bir yerde soyadı Eczabaşı olan birinin yazarkasa operatörleri MODERN çalışmalar yapıyorlardı...

28


Bir EPİLOG 23 Aralık 2007

Serkan Işın, Zinhar ve PoetikHars adlı görsel şiir platformlarını kapattığını bildirmiştir. Serkan Işın’ın konuya ilişkin epiloğu aşağıda tam ve eksiksiz olarak yer almaktadır:

“Öncelikle hemen belirtmek gerekir ki, poetikhars/zinhar/zinharpost kapandı. Kapandı derken, artık herhangi edebiyat tarihinin, ilgisini esirgemiş okurun -genelde müzeleri bu yüzden gezeriz, geç kalmışlığımızın kasveti ve vurdumduymazlığı ile, edebiyat tarihçisinin, genç şairin ya da internet üzerinde edebiyat nedir, ne değildir diye merak edenler için google aramalarında yukarı sıralarda olmak dışında bir işlevi olmayacak bundan böyle. Bu son yazı da, muhtemelen trilyonlarca bit bilgi arasında bir yerlerde, keşfedilmeyi ya da anlamayı bilen birilerinin ilgisini bekleyerek kaybolacak gidecektir. Geriye ne kalacaktır, bunu pek kestiremiyorum. Bunun pek de bir önemi yok artık. Kızgın ya da kırgın değilim, çünkü olan biten bütün bu “macera” sonunda öğrendiklerimin “hissizleşme” kelimesi ile ilgisi var daha çok. İnsan, özellikle edebiyatçı/şair taifesindense, kendisini böyle maksimum noktaları sonrasında çoğu kez sorgulamaz, böylelikle ayağa düşmenin en kesin formülasyonunu bulmuş olur. Bir şeye başlamak, çoğu kez onu “başlatmak” oluyorsa, başlayan şeyin devam edebilmesi için, yatırılan zihinsel sermayenin faizini fazlası ile istemek büyük küstahlıktır. Hakkımı helal etmekten başka çarem olduğunu da düşünmüyorum.

29


Teşekkür faslına geçmeden önce, böyle bir ‘şey’e başlamanın dinamiklerini genç okurlara anlatmak herhalde boynumun borcu olacaktır. Ama burada sanki bir halt becermiş gibi de davranacak değilim, o yüzden merak eden olursa klişeler ile hakikatler arasındaki uzaklığı tekrar ölçmelerini salık verebilirim. “Hayatı değiştirin, bok püsür bulun, harekete geçin, şiir şudur, budur vb.” diyen gerizekalılar daha önlerinde olan biten şeyi fark edemeyecek kadar körleşmeye başladığında, artık orada eğlenceli şeyler olmuyor demektir. Eğlenceli olan şey ise, kendi kendinize ve kendiniz için ve hakkında öğrendiğiniz şeylerin yekünüdür. Büyü bozumu, örneğin size “ah evet, doğru ya!” dediğiniz bir keşif anında değil, tam tersi bu kısa tepkiyi veremeyecek kadar meşgul olduğunuz bir anda dank eder. Kafanıza dank eden ise, kesinlikle o yaptığınız şeyin “organikliğinde” yatmaz, tam tersine edebiyat eserinin ya da yapıtın ya da herhangi bir sanat objesinin, hareketin “epiphany” anı, tam da dışarı doğru fırlayan vektörde yatar. Eserin büyüklüğü değil, belki de “etkisi” (magnitude) burada yatar. Yani müzik sanatı için geçerli olan, tüm sanatlar için geçerlidir; hiçbirşey olanın dalgalandırılması, silkelenmesi. İşin mistik kısmını geçersek, eğer yaptığınız şey -bulduğunuz diyelim- size kendisi ile ilgili olmayan bir sürü şeyin de ilgisini göstermeye başlıyorsa ve bu ilişkileri kurarken, çeşitli iletişim fazları yakalanıyorsa, kendinizin en bilinçsiz, en ilgisi, en süper-uzak noktada olduğunuzu düşündüğünüz bir şey ile canhıraş ve bilinçli bir ilişkiye giriyorsanız; sanıyorum bu en samimi haliyle, sanat eserinin doğuşuna işaret eder. Özetlemek gerekirse, görsel şiir, bize görsel şiir verdiği için değil, bambaşka şeyleri kullanma, eritme, yeniden şekillendirme ve yeniden yorumlama yeteneği kazandırdığı için, mümkün olanların en iyisi gibi görünmüştür. Hala da öyledir. Bu sitenin ya da benim aradan çıkıyor olması/olmam, en azından başlangıç için bir yol arayanlara fazla kafa karışıklığına mahal vermek istemememden kaynaklanıyor. Artık bizim yaptığımızın daha ötesi aranacaktır ya da nasıl bir hiçten doğdu ise, o hiçin kuralları gereği, tüm bu bilgi yığını ve çalışma, parça parça tükenecekleri ana kadar beklemelidir. İnsanı, Zaman’ı ancak ve ancak sanat eseri üzerinden nadasa bırakabilir. Ben ve bu sitede, bu işlerde adı geçen herkes, bunu yapabileceğimiz en samimi şekilde yaptık. Bundan ötesini düşünmek ve beklemek gerçekten kendi efsanesine fazla kulak kabartmak olur, olacaktır. Ve bilindiği gibi “Siren”ler hep daha fazlasını isterler. Ben, Serkan Işın, bir şair, bir editör, bir web tasarımcısı, bir e-posta atıcısı vb. olarak bu siteye bugüne kadar bir kere uğramış, çeviri yapmış, işlerini sergilememe izin vermiş, olayı anlamasa da heyecanlanmış, tepki göstermiş, arkadaş arasında dedikodu yapmış, kafası basmadığı için küfür etmiş, kötülemiş vb. kim varsa teşekkür etmek istiyorum. Az çok da olsa “edebiyat tarihi içinde küçük bir sarsıntı” yaratılabilmiştir. Bu sitede adı geçenler, sayfalarda, internet aramalarında bu site ve dergi ile ilişkilenmekten hiç de gocunmayanlar ise bu site ayakta kaldıkça zaten benim yapabileceğimden çok daha fazlasını elde edeceklerdir. Ya da hiç birşey olmayacatır, zaten iyi yanından bakarsak, başlangıçta da hiç birşey yoktu. Sonuç olarak başlangıçta kendisini “süreksiz bir imha olarak şiir” olarak tanıtan ve tanımlayan bir hareketten, kalıcılık, süreklilik, daha ileri gitmek gibi saçma sapan şeyler beklemek bana göre değil. Türkiye’de görsel şiir işte bu kadardır ve bundan sonrası en azından bu ekip tarafından yürütülemez. Görsel şiir ve tüm levazımı, TAZ’da da belirtildiği gibi “zaman ve mekanda bir göçebelik” hareketiydi. Hem o kadar süreksizlikten, kazadan, rastlantıdan bahset, hem de sonsuza kadar var olacağını zannet, bu bize göre değil.” Hepinize teşekkürler”

Serkan Işın – 23/12/2007

Not: İşbu epilog http://www.poetikhars.com adresinden alınmıştır.(ZY)

30


“ …karşı olduğum o ‘geniş mezhepli’ katmanların çürük çarık değer yargılarını ve uydurma akıl yürütmelerini sergileyeceğim.(Bu yaz da çok şeyler öğrendim ben. Boyayı biraz kazımak, ipliklerini pazara çıkarmak istiyorum.) Şimdi ben biraz dar bir geçitteyim ama geleceğin tarihine (etimde kanımda duyarak hem de) inanırım. Sana yazdığım eski mektuplarda bu toplumun bir insan ilişkileri içre olmadığını dilimin döndüğünce anlatmaya çalışırken hiç öznel ve duygusal davranmamıştım…”

* Ece Ayhan, Poelitika Hazırlayan: Eren Barış

* OrtaDünya Yayıncılık Kızılırmak Sok. 35/9 Kızılay Ankara ortadunyayayincilik@gmail.com

31


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları –bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla(linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları sezmeniz faydalı olacaktır.) Beşinci tarifede görüşmek üzere…

32


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar

33


“İt deri si nde n pos t ol maz”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 4.tarife Şubat 2008 “bayiinizden isteyemezsiniz”

34


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.