Pat15

Page 1

. DEĞERLİ . ORHAN . FOLON . EZBİDERLİ . HUGHES . . AZAR . BAYAZOĞLU . ÇAĞLAR . HIZIROĞLU . VURAL . . AKYIL . IRGAT . ÜNAL . CEMGİL . ÜRGÜP .


2


iç in dekiler 2 Editörden… Şiirin Kurgusu 4 ECE AYHAN ÇAĞLAR 5 MECİT ÜNAL Sessizliksaati ÜMİT BAYAZOĞLU 6 İşte Kuzgun O Gün Yüreğinden Vurulmuştu CAHİT IRGAT 9 Sokak 10 LANGSTON HUGHES Cennet Altı Sene Önce Bugün –Bu- 11 ERKAN EZBİDERLİ 12 ONUR AKYIL İki Yaz Sonra 13 JEAN-MICHEL FOLON AZİZ KEMÂL HIZIROĞLU 16 Yenilen/en Bahçesizlik 17 CENGİZ ORHAN “evler vardı Zaman’ın üstüne çıktılar” 18 ECE AYHAN-FAYTON Üç Görsel Şiir 19 DERYA VURAL UNACABINE 21 “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar” 22 YILMAZ CEMGİL Okuyorum/Okumuyorum “evler vardı Zaman’ın altında kaldılar”23 FİKRET ÜRGÜP Kendine Kaçış 25 DİLEK DEĞERLİ Çok Başınalı Aşka Şarkı Piyano: “ki Boşluk”26 İBRAHİM AZAR HUGNES! “evler vardı Zaman’ın altında karıştılar”28 OTOPORTRE 29 30 KÜNYE EK-1 31 “P.A. Şiarları” 3


Ece Ayhan

ÇAĞLAR * ŞİİRİN KURGUSU

Bilebildiğimce, 1954 yılından bu yana "şiir"ler, yazılar yayımlıyorum; hayır, bir ana niteliği belli bir toplumda şiirin de (bile) yeri olmayışı sırılsıklam gerçeğinden yola çıkmadım, çıkmıyorum (bu kez); yalnızca, şiir denilen şey hizmet ve meta üretildiği, üretilişi gibi "kurulmuyor" kesenkes diyorum. Yani, bir bakıma, iktisatta belirli bir sayfası yoktur şiirin; bu yüzden anlatmak epey zor olacaktır okura şiiri! Siz görünüşe bakmayın. Bir şiir "kurulurken" (doğallıkla başka arkadaşları bilemem) nasıl "yoğruluyor"u soruyorsunuz? Yazmanın, yazılmanın... bir öncesi var ilkin, üç yıllık, on yıllık, yirmi yıllık sorular oluyor kafada sözgelimi; başlangıç kurgusu daha zihin oralardayken örülüyor yapılıyor; kısacası "şiir zihni" sanırım biraz başka türlü işliyor genelgeçer akıl yürütmelerden; daha da özeti "külyutmazlık"tır (Bizim tarihimizden bir örnek, hoşa gitmeyecekse de; Hezarfen Ahmet Çelebi, bir cambazdır ve İstanbul'da Galata Kulesinden uçmak adına atlar, kulenin altındaki bir tümseğin üzerine düşer ve bacağını kırar!.. Yeryüzü tarihinde de Troyalı bir güzel Helen vardır, Homeros İlyada'sında böyle yazıyor, kitaplar, romanlar, filmler var... Oysa Paris Helen’i Yunanistan'dan kaçırdığında bir kocakarıdır!... Bunlar tarihin gidişine yürüyüşüne küçük bir çelme takmak bile sayılmaz tarihçe; "şiir"den söylemesi deyip geçiyorsunuz; bugünlerde çok büyük bir yanlışlık yapılıyor, işleniyor özel ve genel anlamda düşünmeklerim gibi...). Yine sözgelimi, bir şeyi, "verilmiş" her bir şeyi (olabildiğince) irdeliyorsundur, yakın ve uzak çevrendeki hiçbir şeyin gösterilmeye çalışıldığı gibi olmadığını biliyorsundur çünkü etinde kanında duyarak; her bir şey bütündür ya; işte bunları şiire taşıyorum... Nesneler, daha çekirdek olarak zihindeyken katlanmaya başlıyor, en yalın bir şiirde bile onun parçalarında yalınlık yoktur, yani ufacık bir şey bile binlerce boyutlu... Benim "kurduğum", "kurabildiğim" şiirde, soruya, konuya geliyorum, okur denilen kişi karınca kararınca dahi olsa silinmiş olduğu için, bütün kavramlar nesnel gerçeklikler, vb. hızlı bir değişime, belirli bir şiir perspektifinde yerlerini alıncaya dek gelişmeye uğruyorlardır. Yaptıklarımı, ettiklerimi savunmuyorum burada; düşüncemin "iktidar"a geçmesini istemedim hiçbir zaman çünkü. Yalnızca, "şiir"in öyle kitaplarda, kitaplarınızda yazıldığı gibi olmadığı, doğrusu olamayacağıdır, benim de deneyimlerim olmuştur, bildiğimi biliyorum o kadar... "Son biçim"ini alıp almadığını anlamak sorununa gelince, şiirin, buna neden "son öz" denmemiş olduğunu da düşünüyorum, izin verin de bir kömürün bir elmasa dönüşmüş olduğunu artık anlayalım! Bir şiir kıpırdanıyorsa, deviniyorsa sonra ermiş demektir; sözgelimi herhangi bir şey eksikse kıpırdanmaz! Ustalar şunu çok iyi anlayacaklardır; şiir tam bir avadanlıktır, tarihsel bir avadanlıktır!... Devletle... 1982, Türk Dili Dergisi

4


Mecit

ÜNAL * SESSİZLİKSAATİ

(…) Burda bütün şarkılar yarım bütün sözcükler parçalanmış ve bütün şimdilerin arkası uçurumdur. Burda bütün yağmurlar iğri yağar. Burda bütün rüzgârlara gül sürülmüştür. Burda bütün aşklar mutsuz biter. Ve mutsuz biten her aşktan sonra, gene mutsuz bitecek yeni bir aşk filizlenir. Burda, öyle istediğin her vakit çarpıp kapıyı sokağa çıkar gibi evinden, çıkamazsın avluya. Burda gece gündüz yanar tepende ampul, kapı-pencere ve kalorifer radyatörü saysan ondokuz petek. Aynı yüzleriyle her günkü arkadaşlardan ve baktığın her aynada kendi yüzünden kaçtıkça, gene kendinden başka gidilecek yer yoktur. Burda kendinin de arkası uçurumdur. (…)

5


Ümit

BAYAZOĞLU * İŞTE KUZGUN O GÜN YÜREĞİNDEN VURULMUŞTU

Bu okuyacağınız Kuzgun Acar'ın hikâyesidir. Kuzgun Acar'ın annesi Habeş güzeli Ayşe Zehra Hanım ile Nazmi Acar'ın hikâyesi. Kuzgun Acar'ın babası Abdüssamet Nazamettin ya da kullandığı adıyla Nazmi Bey, kadı babasının mesleği gereği Anadolu'da epey dolaştıktan sonra kapağı Üsküdar'da Kısıklı'ya atmış bir ailenin dört çocuğundan biriydi. İki erkek, bir kız kardeşi vardı: Abdülkahir Ahmet Togo Savrunluoğlu, Baytar Fahri Savrun ve Azize Sungur. Öz kardeş olmalarına karşın soyadları farklıydı. Ailenin bir kısmı baba memleketi olan Savrun'a izafeten Savrunluoğlu, Savrun soyadını alırken, Nazmi Bey kendisine arkadaş çevresinde takılan "Acar" lakabını soyadı olarak benimsemişti. Çocuklarına koyduğu isimlere bakılınca kadı babanın oldukça esprili bir insan olduğu anlaşılıyor. Abussamet Nazamettin; "dine düzen veren, kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Allahın kulu" demek. Abdülkahir Ahmet Togo'nun adı ise "Allahın kahredici kulu" anlamına geliyor. Ayrıca 1905 Rus - Japon Savaşı'nı çok yakından izleyen ve Japonları tutan kadı baba, Rus donanmasını yenen Japon komutan Togo'nun adını oğluna vermiş. Hukuk mezunu olan Abdülkahir Ahmet Togo (1905 – 1966), İstanbul İktisat ve Ticaret Mektebinde öğretmendi. Kuzgun'u ticarete yönlendirmeye çalışmış ama beyhude yere kürek çektiğini anlamakta da gecikmemişti. Kuzgun bu amcasını çok severmiş. 1898'de doğan asıl kahramanımız Nazmi Acar, ancak liseyi bitirebilmiş (ki, o zaman lise bitirmek, üniversite bitirmek gibi bir şey). Eski Türkçe haliyle biliyor. Eski edebiyatı ve şairlerini de. İstanbul'da politika, sanatçı, gazeteci çevrelerinde tanınmış popüler bir kişi. Gazeteci Burhan Felek, Nazmi Acar'ı bir yazısında şöyle tanıtıyor: "Türk Ocağı ve Türk Gücü devrinin unutulmaz simalarından sporcu geçinen, hatta bir ara güreş yapmış olan Nazmi Acar adıyla maruf bir dostum vardı. Tarih hocası Emin Ali Beyin pek yakın dostu, Hamdullah Suphi Bey'in müridlerinden, hoşsohbet, renkli, son derece heccav yani fena halde adam çekiştiren fakat emsalsiz derecede esprili bir çocuktu. O zaman medrese ulemalarını taklitteki mahareti, sonradan tarih piyesleri oynarken aktör Hazım (Körmükçü) merhuma model olmuştur sanırım. Nazmi Acar kısa boylu, tıknazca, sarışın, cüsseli biriydi. Günün birinde kimsenin yapmadığı bir şey yaptı ve bamtelinden sakal bıraktı." Nazmi Acar'ın sürekli bir geliri yoktu. Bazen çok parası olur fakat hemen harcarmış. Sorumluluk almaktan pek hoşlanmazmış. Kahvehane, lokanta, meyhane işletmeciliği gibi işler yapmış.

6


Ancak esas olarak, tanıdığı etkili isimleri kullanarak bazı Musevi işadamlarının devletle olan işlerini takip edermiş. Nitekim Kuzgun Acar'ın Güzel Sanatlar Akademindeki kayıtlarında baba mesleği "iş takipçiliği" olarak belirtilmiş. Ayrıca bir basın kartı ele geçirmiş. Son zamanlarında bir de matbaa çalıştırmış. Bir ara define avcılığı da yapmış. Hapse girme pahasına, Tekirdağ dolaylarında define aramış, ama beyhude. Sonra "fabrikatör" olmuş, ne fabrikatörü mü? "Ayakkabı Bağcığı Fabrikatörü!" Bir hayli incelemeden sonra büyük umutlarla bir potin bağı imalathanesi açmış, Kuzgun'u da burada çalıştırmaya karar vermiş. Kardeşi Baytar Fahri (Savrun) Bey de projeyi beğenmiş, sermaye vermiş. Musevi bir ailenin yardımıyla makineler bularak Yeşildirek'te imalathane açılmış. Zavallı Kuzgun bu işe hiç ısınamamış. Birkaç ay sonra da zaten iş fiyaskoyla kapanmış. Nazmi Bey, Ayşe Zehra Hanım'dan ayrıldıktan sonra, Laleli'de Harikzedegan (yangınzede) Apartmanları'nda (şimdi otel) komşusu olan başka bir kadınla evlenmiş. Ondan da Pıtırcık adında bir kız babası olmuş. Ancak Kuzgun, ne cici kardeşiyle, ne de cici annesiyle bir ilişki kuramamış. Analığı çok cerbezeli biriymiş, Kuzgun'u, tabii ki "gayri meşru" diye dışlamış, babasının evine ayak bastırmamış. Nazmi Acar'ın "zenci güzeli" Ayşe Zehra Hanım'la olan beraberliği ve Kuzgun'un dünyaya gelişi o devir İstanbul entelleri arasında çok ilgi uyandırmış. Nazmi Bey, Şehzadebaşı'nda kahve ve meyhane işletirken yanında çalıştırdığı Habeş güzeli Ayşe Zehra'yı kandırıp hamile bırakmış. Yakın ahbaplarından biri bu ilişkiye ebcet hesabıyla şiirli bir tarih düşürmüş: Beyitte "Bintülarep" (Arap kızı) ve "Bintülinep" (üzüm kızı) deyimlerini ustalıkla kullanmışmış. Ve bu ilişkiden "kapkara ve şipşirin bir oğlancık" doğmuş. Böylece "Esafili Şarka" (Doğunun sefillerine) yeni bir konu çıkmış: Nazmi Acar'ın çocuğuna isim bulmak! Mesela ünlü tarihçi Mükrimin Halil Yınanç kütüphanesindeki lügatleri, kamusları tarayarak heybetli, tumturaklı, duyulmamış isimler aramış; "fillerin en büyüğü", "aslanların en korkuncu" gibi garip isimler bulmuş. Ama Nazmi Acar bunlara iltifat etmeyip, oğluna Çetin adını koymuş. Ancak Ayşe Zehra buna itiraz etmiş ve oğlunu Kuzgun diye çağırmaya başlamış. Kuzgun Acar ise bu konuda bambaşka bir hikâye anlatırmış: Ona biraz alay, biraz aşağılama içeren bu adı layık gören aslında babasıymış, muhtemelen bir içki masasında. Çetin diyense annesiymiş. Babası bir "zenciden çocuk peylemeyi" içine hiçbir zaman sindirememiş. Bu yüzden çocuğuna doğru düzgün bir isim bile koymamış. (Nitekim Kuzgun'un nüfusa kaydı ilkokula başlarken mecburen olmuş.) Eşelendiğinde altından bir çeşit gizli ırkçılık çıkan bu manidar hikâyeden çıkan kıssa şu ki, Nazmi Acar yediği haltların sorumluluğunu üstlenemeyecek birisidir. Kuzgun Acar'ın ilk adı olan "Abdulâhet", nüfus kaydı işlemleri sırasında babası Nazmi Acar tarafından konmuş. Nazmi Bey, bu Arapça ve pek rastlanmayan bu isimle, bir anlamda kendine ve kardeşine "Abdüssamet", "Abdülkahir" gibi ön adlar koyan babasının geleneğini sürdürmüş. "Âhet" sözcüğü "afet, büyük bela" anlamındadır. Öte yandan yine bilindiği gibi "kuzgun" siyah renkli bir karga cinsinin adıdır. Osmanlı Türkçesi'nde simsiyah anlamına gelen "kuzgunî" deyişi, Afrika kökenli siyah ırktan insanları tanımlamak için, "zenci" sözcüğü karşılığı olarak kullanılırdı. Halk arasında yaygın olarak kullanılan "kuzguna yavrusu şahin görünürmüş", "kuzgun yavrusuna bakmış, ah benim ak evladım demiş" gibi deyişlerde "kuzgun" bir anlamda çirkinlikle özdeşleştirilmiştir. Bu nedenle "Abdulâhet Kuzgun" adı mecazi olarak "Büyük belalar veren Allahın çirkin kulu" şeklinde de anlaşılabilir. Kuzgun Acar, "Abdulâhet" ve "Çetin" adlarını benimsemedi, ne amaçla konmuş olursa olsun Kuzgun'u benimsedi ve bu adla tanındı. Nazmi Bey, söylendiği gibi "Kuzgun" adını onu "küçümsemek" veya "dışlamak" için seçmiş olsa da, bilmeden oğluna çok orijinal bir isim armağan etmişti. Nazmi Bey Kuzgun'u kabullenmekte epey zorlanmıştı. Ama amcası Abdülkahir Ahmet Togo, belki sırf bu yüzden Kuzgun'a sahip çıkmış, ona abisinin yerine babalık yapmıştı. Kuzgun da zaten Togo Amcası'nı babasından daha çok severmiş. Kuzgun'un babasını şimdi bir de Can Yücel'den dinleyelim: "Yıl 1945. Fenerbahçe'de şimdi (rahmetli Çelik Gülersoy'un eseri olan) Turing Kahvesi olan yerde bir gençlik kampı kurulmuştu. Ben de oradaydım. Yahya Kemal'i çağırmışlar. Çadırlar vardı, bir de lokanta çadırı vardı. Orada toplandık. Yahya Kemal esti savurdu, şiirler okudu. Fenerbahçe'nin tarihini anlattı. Toplantı keyifle sürerken birden bire rüzgâr patladı. Allah muhafaza. Ellerimizle örtüleri tutuyoruz, yoksa tabak çanak uçacak. O ara Nazmi Acar, ardında bir Arap oğlanla çıkageldi. Ben 19 yaşındayım. Kuzgun da 16 - 17 yaşlarında olmalı. Nazmi'nin bir teknesi vardı, fırtına çıkınca Fenerbahçe'ye sığınmış. Nazmi Bey Ankara'da iş takipçiliği yapan, cazgır bir adamdı. Kuzgun'u takdim etti: 'Bu' dedi, 'bizim oğlan Kuzgun'. Sonra masaya çöktü, rakılar geldi. Yemedi içmedi Yahya Kemal'e bastırdı. 'Büyük şair, biz yapa yapa bu Kuzgun'u, bu Arap çocuğunu yapabildik. Sen yapsan kim bilir ne güzel çocuk olurdu'. Yahya Kemal hiç evlenmemiş, çocuğu yok. Koca adam böyle masanın altına büzüldü. Utandı. Nazmi Bey hâlâ bastırıyor. Sonunda Yahya Kemal

7


Bey, 'kalkıyorum' dedi, rüzgâra, fırtınaya aldırmadan gitti. Kuzgun bütün bu olaylar sırasında sessizce babasını izliyordu. Onu böyle tanıdım." Kuzgun'un Güzel Sanatlar Akademisi'nden arkadaşı Fikret Otyam da bir anısı var: "Cağaloğlu'ndan aşağıya iniyorduk. Hacı (Kuzgun) zınk diye durdu ben de. Karşımızda kısa boylu, çok güzel ama çok güzel giyimli, keçi sakallı ve saçı bir hayli ak bir bey vardı. Kuzgun 'merhaba efendim' dedi, beriki yanıtladı, 'Merhaba, nasılsın?'. 'İyiyim efendim', laf bitmişti. Kuzgun 'Vapura yetişeceğiz, hoşça kalın' dedi, acı bir tebessümle. Ayrıldık, 'Kim lan bu?', 'Babam! Babam için son İstanbul efendisi derler.' O yoluna biz yolumuza devam ettik." Kuzgun, çocukluğunda ve gençliğinde babasının sevgisini kazanmak için çok uğraşmıştı. Onun zaman zaman bulduğu işlerde, örneğin Akademide öğrenciyken açtığı ayakkabı bağı imalathanesinde işi sevmese de çalışmıştı. Rahmetli Mengü Ertel (Baba Zula'dan Murat'ın babası, dünyaca meşhur grafik sanatçısı) bu dönemle ilgili olarak, "Baba güya Kuzgun için açmıştı ama o her zamanki gibi yine parasızdı" demişti. Fikret Otyam da Kuzgun'dan babasının kendisine hiç para vermediğini işitmiş. Bizimki hep leblebi yiyerek karnını doyururmuş. Nazmi Bey bir kere de oğluna bir heykel işi bulmuş. Fakat Kuzgun bu ilk profesyonel işinde ne babasını ne de müşteriyi memnun edememiş. Güzel Sanatlar'da okuduğu yıllar Nazmi Acar oğluna tanıdığı zengin bir Yahudi'nin annesinin büstünü yaptırmak istemiş. Böylece güya Kuzgun'un eline epey para geçecek. Kuzgun hevesle işe girişmiş. Tabii o fotoğraf gerçekçiliğiyle çalışmadığı için ortaya çıkan işi kimse madama benzetememiş. Babası "ulan benzetsene" diye kükredikçe zavallı Kuzgun, "baba ben böyle görüyorum" dermiş. Sonunda iş yatmış. Kuzgun yıllar sonra Cihat Burak'la katıldığı bir televizyon programında babasıyla ilgili şunları söylemiş: "İlginçti aslında yaşamımız. Babam çok olanaklıydı, ama tavırlarıyla bize karşı. Ben üç yaşındayken annemle ayrılmışlar. Ben bir işçi ananın çocuğu olarak büyüdüm. Zaten hep otomobil altı yıkadım. Mensucatta çalıştım. Belki de hâlâ süregelen hırçınlığım ondan doğuyor." Nazmi Bey günde beş paket Sipahi Ocağı sigarası alır, bir teneke kutuya boşaltır, birinden ötekini yakarak tüttürürmüş. Bir vakit gelmiş, artık sigaradan keyif alamaz olmuş. Gittiği doktor kanserden şüphelendiğini söyleyince soluğu Londra'da almış. Yıl o zaman 1956. Burada adama kanser teşhisi konulmuş. İngilizler, kendi tabiriyle "gırtlağını kökünden kesip çöp tenekesine atmışlar." Nazmi Acar ameliyatın ardından yine tam gaz eğlence âlemine dalıyor. Hem de sigarasını fosur fosur tellendirerek, mesela, burnunu tıkayıp, gırtlağına açılan delikten dumanı çıkartarak, yaptığı marşandiz taklidiyle herkesi gülmekten kırıp geçirirmiş. Yukarılarda bir yerde Kuzgun'la babasının bir gün tekne gezintisi sırasında fırtınaya yakalandıklarından, sonra da can havliyle Fenerbahçe'ye sığındıklarından söz etmiştik. Bu tekneye baba - oğul "Ördek" adını vermişti. Kuzgun tekneyi ve onu babasıyla buluşturan deniz gezintilerini çok severmiş. Ördek gözünde babasının simgesiymiş. Babası zaman zaman ve bir lütuf gibi Kuzgun'u da yanına alarak bununla gezdirirmiş. Oğlunun tekneye olan aşırı tutkusunu bilmesine rağmen günün birinde onu bir arkadaşının oğluna hediye etmiş. İşte Kuzgun o gün yüreğinden vurulmuştu.

Kaynakça: Murat Ural, “Kuzgun Acar”; Milli Reasürans Sanat Galerisi Yayını, 1997

8


Cahit

IRGAT * SOKAK

İnsanlar geçiyor sokaklardan Kendi ölüleri omuzlarında Bir hayat nefes nefese, orman orman İnsanlar geçiyor sokaklardan Sevgiler taşmış, merhametler taş Buram buram tütüyoruz taştan topraktan.

9


Langston

HUGHES * CENNET (Çeviri: Necati Cumalı)

Cennet Bir ülkedir Dört bir Yanı Mutluluktan İbaret Hayvanlar Kuşlar şarkı söyler Nesi var Nesi yok şakır “Nasılsın?” diyen Her çakıla Öbürü karşılık verir

10


Erkan

EZBİDERLİ * ALTI SENE ÖNCE BUGÜN –BU-

1 çatlak plastiğin oyuncağı gölgem buluğ kaçkını mısralar işte -buve ağzım ki ellerimdedir, ellerim gövdesinden kopmuş bir baş misâli koşar rüzgâra ve soyağacı emer suyu. 2 kaçıncısıdır anlatılmaz, hangisidir? derdest edilmiş denizler gözünde gri planör omzunda tatbikat, ki gırtlak şahlanacaktır elbet, bilirim, biliyorum. 3 aidiyet duygusu çiçeksiz kartpostallarım köhne çarşılar içinde bir rutubet -bupalyaçolar omzunda ısırıklar, diş izleri ve kelimelerdedir ağrı, bir kalp spazmı gibi düşle gerçek arasına gerer ipini cambaz serkeş hayatın adımlarında, ki pandomim ki kıl atkısı alev erkanın nefesinde kuru yakın ve uzak ve soğuk ve sıcak -bu- umut! 4 biliyorum, bulutlarda değildir aradığın bir başka yerde, mesela şu mor ışıktadır pelerinsiz kır ata atlar ve kılıçsız ölür gibi aradığın pınardadır, güney ya da akrep. 5 zarif çiğdemler süslüyor kavak ağacını seneye, yine burada, birkaç harf hatayla tutuşmuş mızraklara akis -bu- gölgem ve pencerem ki taştandır, vur, vur başını ama anlatılmaz, kaçıncısıdır, ah hangisidir?

11


Onur

AKYIL * İKİ YAZ SONRA

iki yaz sonra otuzumdayım bir çok şey sevdim dünyada şehirlerde büyüdüm, öğlen sıcaklarında, kıyısında evlerin siz beni nasıl anımsarsınız bilmem; arada bir ağlayınız. ben güzeldim geceleri, çocuklar dünyaya inansın isterdim güvercinler için bir gök beslerdim uzun mu uzun siz beni nasıl anımsarsınız bilmem, arada bir uyanınız: anılarıyla kuyruklu yıldız, uzağınıza gözlerinizin. iki yaz sonra otuzumdayım; şiirimdeyim vurulmuş; başında onun beklerim, sizin de bir günlük arkadaşınız; anlattınız bitti belki; kırılmıştı sokaklar, dönmüştüm hep bir yalnızlığın ağzından; kavgalara girmiştim, isyan haberlerine; dokunsam ölecek gibi duruyor annem; babam anımsamıyor taşıdğı hiçbir silahı; evet ben bazen “anılar” denen şeylerde ağlar buluyorum kendimi; kovulduğumu anımsıyorum karlı bir sabah şehirden; adımı resmi kağıtlara acımadan yazanları; bütün hikayemi dinleyerek öğrenenleri anımsıyorum. iki yaz sonra otuzumdayım; bir anlamı kalmayacak hayatın; kimbilir düşeceğim bilmediğim bir şarkıya; bitecek gökyüzü inatçı bir renge küs; yeni yeni kardeşlerim teslim edecekler kalplerini bin sekiz yüzlerde yazılmış kitaplara; ama inan kazanacaklar, hiçbir şeyi olmasa bile bir ekmeğin tazeliğini; ben onların tarafındayım: yolu ve yolculuğu bilenlerin tarafında. iki yaz sonra otuzumdayım; dağılmış olacak yüzüm; sevdiğim bütün kadınlar evlenmiş olacak; sevdiğim bütün filmler eskimiş; uzaklara gidilmiş olacak ve ne olacak biliyor musun? hiç gidilmemiş yerlerden dönülmüş olacak; dağlara gömülmüş bir hırs gibi durmadan kaybedeceğim. iki yaz sonra otuzumdayım; bir hastalığın başında muhtemelen; yanlışlarımın ayardında; asla dönülmeyecek patikalarda taşınmayacak kadar ağır sözler omuzlarımda, ülkemin yazdıklarını okuyor olacağım. iki yaz sonra otuzumdayım; yattığım her şeyle baş başa; yanlış anlaşılma yüzünden bir cinayetin zanlısı; kendimin kanlısı; ben olacağım iki yaz sonra; bütün imkansızların aklında bir anı; kıydım kendime; iki yaz sonra, her şey anlaşılacak.

12


Jean-Michel

FOLON 1934 yılında Brüksel´de doğan, 21 Ekim 2005´te Monako´da, uzun yıllar tedavi görmesine rağmen yakalandığı lösemi hastalığının sonucunda henüz 71 yaşındayken yasama veda eden Jean-Michel Folon, dünya çapında son dönem yaşayan en ünlü Belçikalı sanatçıydı. Çocukluğu, Brüksel´e yaklaşık 20 km. uzaklıkta bulunan ve kendisi için gelecekteki yaşamının ve sanat kariyerinin adeta bağlantı köprüsü haline gelen La Hulpe bölgesinde geçen sanatçı 21 yaşına geldiğinde, Brüksel´de Saint-Luc Üniversitesi’nde devam etmekte olduğu mimarlık eğitimini yarıda bırakarak kendini resim sanatına adamak üzere 1955 senesinde Brüksel´den ayrıldı. Paris civarına yerleşti. Tam 5 yıl süresince burada yaptığı tek şey sadece desen çizmek oldu. 1955´den 1960 senesine kadar sabahtan akşama dek bıkıp usanmadan kendini tamamen desen çizmeye adadı. Sanatsal kariyeri ise1960 yılının başından itibaren uluslararası alanda boyut kazandı. Esquire, The New Yorker ve Times gibi değişik Amerikan dergilerinde desenleri yer almaya başladı. Ayni zamanda Kafka, Bradbury, Apollinaire, Prévert, Vian, Maupassant ve Camus gibi sevdiği yazarların eserlerine illüstrasyonlar hazırladı. Fransa´da ve Milano´da ilk duvar resimlerini yaptı. 1968 yılında "The Museum of Modern Art of New York" adında bir kitap hazırladı. 1969´da suluboya çalışmalarını ilk kez New York´ta sergiledikten bir yıl sonra da Tokyo´da sergisini açtı ve hemen ardından Venedik Bienali´ne katıldı. Bu yıldan itibaren dünyanın birçok yerinde ve dünya müzelerinde eserleri art arda sergilendi ve giderek dünya sanatçısı kimliğini edinmeye başladı. 1970 senesinin bir gününde Paul Delvaux ile tanıştırılmak üzere Belçika´ya çağrıldı. Bu büyük buluşma tüm çocukluğunda hayallerini süsleyen, ona ulaşılmaz görünen La Hulpe Şatosu´nda gerçekleşecekti. Jean-Michel Folon´un Paul Delvaux ile gerçekleşen bu büyük buluşmasıyla birlikte, La Hulpe Satosunun ve bahçesinin kendine özgü havası, muhteşem görüntüsü, harmonisi ve klasik yapısı Folon’u bir kez daha etkilemişti. Burası o andan itibaren Folon´un hayatında asla unutamadığı çok önemli bir yer oldu. "Aslında ben ne bir ressam, ne bir desinatör, ne bir afişçi, ne bir oyuncu, ne bir heykeltıraş, ne de bir gravürcüyüm. Ne soyut, ne de figüratif anlamda hiçbir okuldan mezun da değilim. Hiçbir tarihsel önemim ve sanat tarihine geçmek gibi bir amacım da yok. Herkes resimlerimi istediği gibi yorumlamakta özgürdür." diyerek kendini sıradan birisiymiş gibi ifade eden Jean-Michel Folon, 1973´te Belçikalı seçilmiş bir sanatçı olarak 22. Sao Paulo Bienaline katıldı ve burada büyük resim ödülünü kazandı. Her şeyden önce desinatör ve illüstrator olan Jean Michel Folon, uzun yıllar süresince birçok farklı 13


tekniklerde çalışmalar yaptı. Suluboyalar, gravürler, serigrafiler, kitap illüstrasyonları, karikatürler, mozaikler, halılar, heykeller, vitraylar, film dekorları ve afişler gibi birçok alanda imzasını ölümsüzleştirdi. Unicef, Greenpeace ve Amnesty International (Uluslararası Barış) gibi kuruluşların, önemli kampanyaların ve gösterilerin afişlerini de hazırladı. Çevreci kelimesinin varlığından çok daha önceleri kendisi çevreci ve barışçı biri olarak, sanatçı duyarlılığıyla yeryüzünde insanlık adına birçok çalışmalar başlattı. Bütün bunların yanı sıra, 1974 yılında Yeni Brüksel metrosunun 165 metrekarelik bir duvar bölümünü ve daha sonra da Londra´nın Yeni Waterloo istasyonunun duvarlarını resimledi. 1981 yılında değişik ülkelerde tiyatro dekorları yaptı. Bundan 2 sene sonra da animasyona yöneldi. New York, Los Angeles ve New Orleans´da birçok kısa metrajlı filimler çevirdi. 1980´li yıllardan itibaren posta pulu yaratan Jean Michel Folon derin sanatçı kimliğini sürdürmeye devam etti. Ona göre posta pulu sadece minyatür bir sanat eseri değildi. Tam tersine ofisyel sembol olarak pul, ilk önce katkısız bir simge olmalıydı. İkinci sırada ise kültürel veya resimsel mesajları yer almalıydı. Fakat ressam ve heykeltıraş Folon için ikinci anlam hiçbir zaman için birinci anlama hükmedememiş, önüne geçememiştir. Belçikalı sanatçının eserleri önemli derecede estetik olmakla beraber simgelerin üzerindeki derin yansımaları da içerir. Çoğu sanatçı gibi Folon simgeleri oldukları gibi anlatmaz. Bu güç durumu gerçekleştirebilmek için önce simgelerin görünüşlerine bir basitlik katar. Böylelikle onların çift vizyonunun anlaşılmasında pek bir sorun olmaz. Folon´un tercih ettiği imaj repertuarı el, kuş ve insan portresidir. Aynı zamanda posta mesajlarının formülasyonuna da değinmiştir. Postacının eli, haber kuşu ve haber bekleyen insan gibi. Ona göre bu gibi simgeler insanları görmeye ve eseri yorumlamaya iter, dikkat çekicidir. Hiç farkında olunmasa bile bakan kişi tarafından anlamları araştırılır. Folon´un eserlerindeki küçük oyunlar insanların zevk almasını sağlayan, ruhunu okşayan, resmin ufak tefek hileleridir. Ona göre sanat, insanlık kültürünün başlangıcına imza atan ve her zaman için sembolik değeri olan üstün bir şeydir. Önce sembol, sonra imaj gelir. Bu nedenle Folon, hep sembolik statüsü, ikonik ve inimatif statüsü kadar güçlü olan imajları tercih etmiştir. Jean Michel Folon 1985 senesinde ani bir kararla Fransa´nın güneyine inerek Monako´ya yerleşti ve bu andan ölümüne dek Akdeniz bölgesinde, her zaman çok sevdiği denizin hemen yanı başında yaşamaya başladı. 80´li yılların sonuna doğru tarzına bir yenilik daha katarak, tahtadan heykeller ve objeler yapmaya yöneldi. Aynı zamanda da özellikle uluslararası barış afişleri yapmaya da devam ediyordu. Ayrıca 1989 yılında Fransız devriminin 200. yılı kutlamalarının amblemini hazırladı. Bunun için seçtiği imaj; fonda mavi ve kırmızı renklerden oluşan gökyüzü görüntüsünün de beraberinde yer aldığı beyaz bir kuş motifidir. Bu imaj demokratik özgürlüğün ve Fransa Cumhuriyetinin sembolü haline gelmiştir. Folon aynı zamanda dünya barış sanatçısıdır. 1988´de İnsan Hakları Bildiriminin illüstrasyonunu da yapmıştır. 1990 senesinde New York Metropolitan Museum of Art´ta suluboya ve gravürlerinin yanı sıra ilk olarak transforme objelerini de sergiledi. Daha sonra alçı ve toprak kullanarak yaptığı heykellerini bronzdan ve mermerden yapmış olduğu heykelleri takip etti. 1991´de "Dünyamız" ve "Çevremizi Koruyalım"gibi konulara da değindi ve bu alanda

14


birçok gravürler ve afişler yaptı. Daha sonra hepsini Fransa´nın büyüklü küçüklü birçok şehrinde dolaştırarak sergiledi. Casino de Knokke-le Zoute´ta 1997 senesinde açtığı sergisi esnasında bronzdan yapmış olduğu bir heykelini denize karşı yerleştirdi. Halen aynı yerde duran bu heykel denizin her gel-git hareketinde bir görünüp bir kaybolmaktadır. Daha sonra ismi "voler" (uçmak) olan 3 metre boyutunda bir başka heykeli de Brüksel Havaalanına yerleştirildi. Unicef ve çocukların dostu olan Folon, 2004 yılında sanata ve dünya barışına yaptığı katkılarından dolayı Unicef tarafından "Unicef Büyükelçisi" seçilerek onurlandırıldı. Jean Michel Folon 2000 senesine geldiğinde, yıllardır düşlediği, hayalini kurduğu en büyük amacını nihayet gerçekleştirmeyi başardı. Brüksel´li ressam için, adeta ülkesi ile bağlantı köprüsü haline gelen ve onun için sihirli bir kelime olan La Hulpe´un Solvey Bölgesinde, sonradan müze haline getirilen La Hulpe Şatosu’nun çiftliğinde, Fondation Folon´u (Folon Vakfı) kurdu. Jean Michel Folon 500´den fazla eserini de 3 Mayıs 1999´da, La Hulpe Şatosu´nun çiftliğine, kendi adıyla kurulan bu vakfa bağışladı. Fondation Folon´un resmi olarak kurulusu yapıldıktan sonra müzenin ilk hazırlık aşamasından itibaren, eserlerinin sergileneceği 15 sergi salonunun tasarımı ve düzenlenmesinde Folon bizzat kendisi çalıştı. 27 Ekim 2000 senesinde sanatçının değişik tekniklerden oluşan 300´den fazla eseri, La Hulpe Şatosunun çiftliğinde, 15 ayrı salonda birden ziyaretçilere açılarak sergilenmeye başlandı. Böylece, "Herşeyi yaşama ve insanlara borçluyum" diyen Belçikalı dünya sanatçısı Jean Michel Folon´un çocukluğunda görmeye başladığı bir rüya, yasarken gerçek olmuştu. Münire Yurdayüksel

Not: İşbu yazı http://www.belexpresse.com/go.php?go=3150259&do=details&return=summary&pg=2 adresinden alıntılanmıştır.

15


Aziz Kemâl

HIZIROĞLU * YENİLEN/EN

-susku gergefinden su yeleğiyle çıkan yeni kadına-

gök denli dilsizdi birden dilinde ney nefesi, korktum solgun güle tazelik giydiren kıvanç şimdi tahammülünü dinlemeye hasret yüzüme kokusunu düşürmeden koşuyor, durdum dört yanı açık sokağımda yaş tarihini kuruladı umut kaldırımlarla sevişti yıldız kollayan eşikler pencereler açıldı menteşelere söz düşürdü kapılar uzak kasabaların ağıda uvertür türküleri sunakta usulca yandı kandiller, buzdağıma vardılar ‘bil’ dedi kadın, ‘önce alnım için dirim buldum’ ‘direncimi kıranları unutmadım, kırık kalmayı unuttum öfkede bıraktığım yalnızlığın sır(r)ını döktüm’ düşünce tarihinden çiseleyen bu şebnem özgürlük henüz gezilmemiş bir coğrafyaydı, atlasına yaslandım gök denli dilsizdi birden dilinde ney nefesi, coştum örtüsüz yeni anlama başka bir yol kuşandım işte! dörtnalaydı sevinç ayaklarımı üzengiden çıkardım

16


Cengiz

ORHAN * BAHÇESİZLİK

Rastlayacak kadar yürümüşüm Rastladım. Daha çevremde belli Elinde bir karanfil, karanfilde aynı şey Gecelerden mamul bir deniz * Köşede bir bakkal, bakkalda aynı şey Raflarda tuzluklardan çukurlar Bakkaldan gazoz satın alan bir şoför Şoför olmak aynı şey Büyük bir ağaç sıkıntısından çıkmış Sordum orman mı hayır Sanki çağırmışsın gelmiş bir durgunluk Görüntüler erken Öldüğü yere yara bandı yapıştırmış Kötü, dar, gergin bir zaman Kadınlar topraktan uzun, erkekler gökten kısa * Mecbur olduğu gibi oluyor her şey… Bahçe yapıyorum bahçesizlere Daha çevremde belli Biraz merdivenli, onlarla üç adım İfadelerimden bahçe yapıyorum Tahta çok, sarı ev, Peru, Rusya Çiçekler böcekler kuşlar ve kullar İfadelerim özümdür şapkalarım gibi Doğanın tutuğu günlüğü oku Ah, onbeş dakikaya yakalandım Yaşamak aynı şey

17


evler vardı Zaman’ın üstüne çıktılar

ECE AYHAN “FAYTON” ADLI ŞİİRİNİ OKUYOR…

Videoyu http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/fayton.avi adresinden indirebilir ve arşivleyebilirsiniz.

18


Derya

VURAL *

ÜÇ GÖRSEL ŞİİR

Hazır olduğunda gözlerini açabilirsin.

19


Saklamba癟

K覺sa Tur

20


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

Robert Kusmirowski, Unacabine, 2008 New Museum, New York

Ted Kazinski’nin Kulübesi

21


Yılmaz

CEMGİL * OKUMUYORUM/OKUYORUM

Edebiyatı sermayenin sermayesi haline getirenleri okumuyorum. Banka-holding duvarına "buraya yaslanan eşektir" yazanları büyük keyifle okuyorum. O dergi benim, bu dergi benim, şu dergi hepten benim diye dolaşan yazagenleri hiç okumuyorum. Bir nokta ya da virgül için bilmem kaç sayfa yazı yazan ama bunca ölüme ve adaletsizliğe bir ! olmayan kimsecikleri okumuyorum. Sağın hiç bir hâli için gözlerimi yormuyorum. Özetle; söylemi ve eylemi örtüşen, yeni bir dünyanın mümkünlüğünü yazan, eskinin ve yeninin tüm güzel insanlarını okuyorum...

22


evler vardı Zaman’ın altında kaldılar Oktay Rifat

RUH HEKİMİ-YAZAR OLARAK FİKRET ÜRGÜP Enis Batur'un 'Yazı Marazı' başlıklı yazısında karşılaştığım şu satırlar, üzerinde uzun süredir uğraştığım ve ancak bu yıl tamamlayabildiğim Fikret Ürgüp'ün 'ötesine' ulaşma çabası sayılabilecek çalışmamı anlamlandırmak için yön verici oldu: "Kafka yapıtlarıdır; Dava, Şato, Amerika, Başkalaşım, Ceza Sömürgesi ve öteki anlatıları. Gelgelelim kim, Kafka bir de ötesidir düşüncesini hiçe sayabilir? Ötesi: Günlüğü, defterleri, mektupları, hastane kâğıtları." Fikret Ürgüp'ün 'Van' ve 'Kısa Lodos Hikâyeleri'nden oluşan bütün hikâyeleri şimdi üçüncü basım olarak okura sunuluyor. 1914'de İstanbul'da Suadiye'de başlayan, Paris, Londra, New York, Pennsylvania'dan geçen ve yine İstanbul'da Çengelköy'de sonlanan bir yaşam... Fikret Ürgüp, altmış üç yıllık yaşam öyküsüne iç hastalıkları uzmanlığı ve psikiyatri uzmanlığının yanı sıra, iki öykü kitabı, bir bilimsel monografi, kitap çevirileri, edebiyat dergilerinde pek çok yazı ve üç resim sergisi sığdırmış ya da sığdırabilmiş. Bir eser olarak Fikret Ürgüp'ün kendi yaşamını ise dört bölümde ele almak mümkün: Birikim, yeniden birikim, üretim ve eksilim yılları. Birikim ürüne dönüşürken... Fikret Ürgüp, 1934'te Galatasaray Lisesi'ini bitirip İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne başladığında çoktan kitaplarla dolu bir yaşamın ve renkli bir kültür ortamının içine girmiştir. Başta Fransız edebiyatı olmak üzere Batı edebiyatı üstüne çok kafa yormuştur. Sait Faik'le sokaklarda ve reçete kâğıtlarında olgunlaşan dostluğu da, Ahmet Hamdi Tanpınar'la, Tanpınar'ın adeta bir sığınak olan evinde gelişen dostluğu da, Özdemir Asaf, Cahit Irgat ve Asaf Halet Çelebi ile olan dostlukları da bu yıllara rastlar. 1950'li yıllarda yayın hayatına başlayan Yeditepe dergisi de bir okuldur Ürgüp için, hem öğrencilik hem öğretmenlik ettiği. Birikiminin ilk ürünlerini ortaya koyduğu mecradır Yeditepe. Edgar Allan Poe, Camillo José Cela, Blaise Cendrars, Tristian Corbiére, Lautréamont, Guillaume Apollinnaire, Gerard de Nerval, Max Jacop ve Franz Kafka üstüne yazılar yazar. Birikiminin usulca ürüne dönüştüğü bir başka mecra resimleridir. Sergiler açar otodidakt ve naif bir ressam olarak. Bir başka 'erken ürün' de herhalde Enver Paşa'nın kızı Mahpeyker Hanım ile evliliği ve oğlu Hasan'ın dünyaya gelişidir. Bu ilişki, ayrı ve trajik bir romandır bana kalırsa! 11 Mayıs 1954, saat 02.35, Fikret Ürgüp'ün yaşamında bir dönemin kapanışıdır: Sait Faik ölmüştür. "Yaşamın büyüsünü yakalamıştı" dediği sevgili arkadaşı; heyecanlarını, kıskançlıklarını, sevincini, kaderini dinlediği; iyileştirmek için çırpındığı hastası Sait Faik... Sait Faik, Fikret Ürgüp için yaşamın fiziksel lezzetini tattıran, elinden tutan, tutkulu sevda sokaklarında dolaştıran, 'an'ı yaşamayı öğreten, benliğinde hem 'entelektüel' insanı hem 'iptidai' insanı barındıran bir yaşama ustası, bir sevgi rehberidir. Lautréamont'u birlikte keşfetmişlerdir. Fikret Ürgüp'ün psikiyatri ve psikanaliz tutkusu onu kırk yaşından sonra Amerika'ya götürecektir. İçinde Sait Faik'in bitmeyen matemi, psikiyatr olmak istemektedir ve olur da... Bitmeyen matem sürer: "Sen beni cebine koyup gezdirmedin mi Fatih parklarında? Ben seni cebime koyup dolaşmadım mı hastanelerde, hasta koğuşlarında, röntgen odalarında... Çırılçıplaktık senle ben. Seni ne kadar çağırsam nafile. Nefesin yok ki artık, sıcak nefesin." Amerika'dan 1959'da Londra'ya geçer, doktor olarak çalışır ve 1962'de yurda döner. Evliliği üstüne dar gelen bir ceket gibidir bu yıllarda. Birbirlerine giderek acı verdikleri, statüko ve özgürlüğün çarpıştığı evlilikleri 1968'de bitecektir. Bu arada sevilen, sayılan, aranan bir ruh hekimi olmuştur. Fikret Ürgüp niçin ruh hekimi olmak istemiştir? Bana öyle geliyor ki bu insiyakın ardında, bir yandan kendini daha çok tanıma çabası bir yandan da Ahmet Hamdi Tanpınar'la birlikte kafa yordukları insan ruhunun bilinmeyen ormanlarını, bilinçdışını, gerçeğin ötesini

23


keşfetme merakı vardır. Amerika öncesinde Sait Faik bir kitabını "Fikret Ürgüp Amerika'yı keşfetmeden" diye imzalayarak vermiştir ona. Sanki keşfedilmeye gidilen Amerika değil de, insan ruhunun derinlikleridir. Bunun için gerekli olan yöntemi öğrenmektir. Döndüğünde, birikimini sanatçı dostlarıyla mesela Tanpınar'la paylaşabilmektir. 24 Ocak 1962, saat 05.45, Fikret Ürgüp'ün yaşamında bir dönemin daha kapanışıdır: Ahmet Hamdi Tanpınar ölmüştür. Yirmi yılı aşkın dostu; en güç meslek olan insanlık mesleğini bütün güzellikleri ve bütün çilesiyle yürütüp de sanki hiç güç değilmiş gibi gösteren; yüzündeki çizgileriyle hikâyesini okutturan; herkesle beraber olan, kaynaşan, belki de bu kadar çok sevgiyi bir tek kişiye bağışlayamadığı için bekâr, yalnız ve şair olarak insanlığını yaşayan/yayan Tanpınar... Ürgüp için, Tanpınar'ın evi, penceresinden İstanbul'un billur gökyüzünü seyrettiği, en sevdiği insanların kokularıyla dolu bir mabet gibidir. O Tanpınar şimdi yoktur. Her kâğıt parçasına yazmak Artık bir sağaltım aracıdır yazmak. Yazmak ve ne bulursa onun üstüne resim yapmak: kâğıtlara, peçetelere, müsveddelere, eski karton parçalarının arkasına, eski afişlerin arkasına... Eskizler, manzaralar, portreler... Yazın ürünleri ardı sıra gelir: İkişer yıl ara ile Şizofreni, Van, Kısa Lodos Hikâyeleri yayımlanır. Kısırlığa, verimsizliğe, durağanlığa, zihinsel yoksullaşmaya meydan okuyarak yazar. Psikiyatrlığı da kendisi için bir tür 'sağaltım aracı'dır aslında. Başkalarının acıları içinde kendi acılarını uyuşturur. Benzer bir başka 'sağaltım aracı' alkoldür. Üniversite yıllarından eski dostu alkol artık yaşamının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Tutunduğu her bir sağaltım aracı gitgide tüketir onu. Yaratıcılığının yansıması olan ürünlerinin umduğu karşılığı getirmemesi ciddi bir narsisistik (özsever) zedelenme yaratır. Psikiyatrlığı sırasında profesyonelliği kat kat aşan bir vericilik ile ciddi bir mesleki tükenme yaşar. Sanki dinlediği dertlerden, sorunlardan, acılardan yorulmuştur... Yoğun ve sürekli alkol kullanımı: Bu zaten süreğen bir intihar değil midir? Çok sevdiği oğlundan uzak olmak... Akıllı ve duygulu oğlunun ruhsal sıkıntıları, onun hastalığı karşısında çaresiz kalmak... 5 Haziran 1971, saat... Fikret Ürgüp'ün yaşamında bir dönemin daha kapanışıdır: "Kardeşim" diye seslendiği, "kardeş çocukları (Hasan Ürgüp ve Mustafa Irgat) birbirlerinin kokusunu alırlar" dediği, yakın dostu Cahit Irgat'ı da yitirmiştir. Sanki son kale de düşmüştür. Cahit Irgat'ın 'Sokak' şiirindedir: İnsanlar geçiyor sokaklardan/ Kendi ölüleri omuzlarında. Yaşamının son sekiz yılında kocaman bir kültür hazinesi yavaş yavaş eksilmektedir artık. Başka türlü gören, başka türlü duyan, başka türlü düşünen bir kırılgan mücevher, acının, alkolün ve sokağın sonsuzluğunda ölüme doğru yürümektedir... Hadım, kör, yabancı, sevgisiz, tamyalnız, paramparça, insanların insanları anlamadığı, ikiyüzlülüğün marifet sayıldığı, dürüstlüğün çocukluk-saflık-aptallık ne derseniz deyin- bir dünyada 'yapıt'ını dışavurmakta zorlanan Doktor Fikret, 'yaşam'ını yapıt olmaya adamıştır. Bedensel ve ruhsal örselenişi onu günden güne eksiltmiş, sanki derin bir bilinç ve istençle doktor koltuğundan hasta koltuğuna geçmiştir. Çapa'da, Gureba'da, Bakırköy'de sonuçsuz tedaviler... Meyhanelerde, kulüplerde, dans pistlerinde, sokaklarda, psikiyatri kliniklerinde, alaylarda, sızılarda, ince reddedilişler... Parıltılı bir yıldız, sönmüş bir gezegene dönüşmektedir... Ölümünü bekliyordur. Geceyle gündüz birbirine karışmış, hep karanlıkta, kendini harcaya harcaya bitiremiyordur. 1964 Eylül'ünde yazdığı, 'birşeyi kalmamış/ yırtık bir çarşafa sarılı/ uykuda/ sabahleyin onu da alacaklar', satırları şöyle geçecektir resmi kayıtlara: TC S. ve S.Y.B. Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Hastaneye yattığı tarih: 6.9.1976 Hastalığı: Alkolizm Ölüm sebebi: Serebral koma Ölüm Tarihi: 6. 3. 1977, saat 09.30, Gayri resmi kayıtlarda ise, sıska kedilerin bağırlarına bastığı, tuhaf kadınların hep hatırladığı, sokak köpeklerinin, hastaların, delilerin, serserilerin, kimsesizlerin selam ettiği, "kendi cenaze töreninde bile gülümseyen" kendisi ve karşısındaki olan, ruh hekimi, hikâyeci, ressam ve dosdoğru bir adam olarak anılacaktır.

Haldun Soygür

Not: İşbu yazı 31/8/2007 tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki’nden alınmıştır. (Bkz: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=6701)

24


Dilek

DEĞERLİ * KENDİNE KAÇIŞ

Üst üste binen karanlıklar, bir mekanın ışıklı bir köşesine götürebiliyor insanı. Karanlık yokuş bir yukarı bir yolda yerdeki bir ayna parçası, adama onu yerden alıp bakma isteği uyandırıyor. Bu, aynada kendini görme isteği değil, aynanın kendisini görme isteği. Sonra adam karanlıkta bir yığın gözün, şeklini bilmediği garip yaratıkların, kendisini gözetlediklerini düşünmeye başlıyor, yok düşünmüyor bundan çok emin. Koşarak uzaklaşmak istiyor. Aynayı da beraberinde götürüp götürmeyeceğini bilemiyor, birden karar verip aynayı cebine koyuyor ve hızla yokuş yukarı çıkmaya başlıyor. Kulağına bir ıslık sesi geliyor, dönüp bakıyor. Kimse yok. Derken ıslık sesleri artmaya başlıyor. Çalınan bir melodi değil, siren sesine benziyor. Tanımlayamadığı yaratıkların saldırı sesi olduğunu düşünüp yarı koşar durumda yürüyor. Bir eli cebindeki aynayı öyle sıkı tutar ki ayna elini kestiğinde ancak aynayı tutmaktan vazgeçiyor. Oradan epey uzaklaşmış olmasına rağmen kulaklarında hala siren ıslıklar uçuşmaktalar. Bebekliğinde gölgesi önüne düştüğünde onu yakalamak için nasıl nefes nefese emeklediğini söylerlerdi. Şimdi ise gölgesi arkasında ulaşamadığı bir yerlerde. Evine yaklaştığını düşünüp biraz kendini rahatlatıyor. Köşe başında anahtarlarını hazırlıyor. Kapının kilidi yere yakın olduğundan kapıyı açarken kendini hep korumasız hisseder. Filmlerdeki gibi birinin kapının yanındaki girintiye saklanıp, tam O eğilmiş kapıyı açacakken kafasına bir şey indireceğini ya da sırtına bir bıçak sokacağını düşünmeden edemez. Bir an önce kapıdan içeri girmek için fazla eğilmeden adeta kollarını daha uzun hale getirip aceleyle kapıyı açıyor. İçeri girip kapının kapanıp kapanmadığını yokladıktan sonra merdivenlerden hızla yukarı çıkıyor. Biraz önce yaşadıklarının üstüne merdivenleri çifter çifter çıkmanın yorgunluğu binince, eve girer girmez kendini yatağa atıyor. Ayaklarının su almış bir gemi gibi ağırlaştığını yatağın ayakucuna doğru yere yaklaştığını hissediyor. Yatağın ayak ucuna doğru bir delik var sanki. Cesaretini toplayıp deliğin büyümesine ve kendisini içine çekmesine izin veriyor. İçine çekiş yavaş yavaş oluyor. Önce ayak baş parmakları giriyor deliğe. Dizleri bu yavaşlığın yumuşaklığında diken gibidir. Belinin deliğe girişi en görkemli yumuşaklıktadır. Deliğe giren organları hafifleyip akmaya başlıyorlar. Ne görüntü, ne koku, ne de korku, yalnızca hafifleyen bedeni, ruhuna yaklaşıp ona dokunmaya başlıyor. Aynada su kendine baktı Sildi aynayı gene baktı Bir delik deldi aynada Aktı gitti aşağılara Aktı aktı değmedi karaya Hep aktı içindeki kuyuya.

25


İbrahim

AZAR * ÇOK BAŞINALI AŞKA ŞARKI PİYANO: ``Ki Boşluk!´´

Gary Farr'ın ilhamıyle;

daha bir adım daha önü kapının, gökyüzü yok pencereler orada aralamak yok kısık bakmak: üşenmemiş varyürek tedirginsiz bir, güvercin soluklanması ağaçlarındaki konaraktır koynuna yürüdüğü doğa´nın aşk: içkapı gözüyle dışkapı gözünün ince bakışım esası -olmasın dediler´di ölümü kalbimizin, sencil yollarına bir çocukkoşu şarkılar durduğumuz uğrun ihanetidir mi ki boşluk!

26


Bunları okuyun…

27


evler vardı Zaman’ın altında karıştılar

28


OTOPORTREDİR

(…)Bir kere şunda anlaşmak zorundayız: Dergiler, özellikle de merkezi dergiler, edebiyatın ortalamasını yansıtır. Bu ortalama ne kadar yüksekse, dergideki yansıması da o oranda olur. Yayımlandığı dönem de, hangi ölçütleri öne çıkardığı da önemlidir elbette; ama bir dergiye rüzgâr katan, katkıda bulunanların estirdiği havadır. Kendimden örnek vereyim; 20 yıldır Varlık’ı, 7 yıldır da Yasakmeyve’yi çıkarıyorum. En heyecan duyduğum sayılar, çevremizdeki genç arkadaşların yoğun biçimde katkıda bulunduğu sayılar olmuştur. O zaman diriliği ve tazeliği hissediyorsunuz.(…) Enver Ercan Karagöz Dergisi, Ocak-Mart 2009, Sayı:6, s.34

29


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları -bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla (linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları okumanız ve sezmeniz faydalı olacaktır.) On altıncı tarifede görüşmek üzere...

Dipnot: P.A.T!’ın eski sayılarını http://zaferyal.kuzeyyildizi.com/pat2.html adresinden PDF dosyası biçeminde indirebilirsiniz.

30


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1/ nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2/"hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3/Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4/Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın –bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5/İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu 6/Kış geçende bu leylek gendini dışarı verdi. Uçuy, evliğini onarıy. Süslüy. Bekliy ki gendinin eşisi gelecek. Biliy. Ha bugün geldi. Ha yarın gelecaktır. Gözü semadadır. Keyiflidir ki nasıl anlamam. İşte ağalar. Bugünden bir gün idi. Hamogil ocak yakmıştı ki sabah ekmeğini yapalar. Ocak alev alev yanıydı. Yalımlar göğe çıkıydı ki, gökten bu leylek geldi, gendini ataş üstüne bıraktı. Koştular bunu ataştan aldılar. Kurtuldu, bir daha bıraktı gendini ataş üstüne, tüyleri yanıydı zaten. Öldü getti. Göz açıp kapata kadar. Evin içinde bir telaş yürüdü. Herkes birbirisine soruyordu ki, ne olmuştur. Ne olmuştur ki bu leylek gendini ataşa bırakmıştır. O sıra damdan Hamo’nun sesi gelmiştir. Demiştir ki, ben biliyem. Gelin görün sizde bilin. Koşmuş bakmışızdır ki, yuvada iki leylek oturuy. Anlamışızdır, demişizdir ki, insan da beyle değil midir lo, beyledir. - Tuğrul Çakar 7/HER doğruyu söylemeğe gelmezmiş, bir takım doğruları yaymamak, çokluktan, kamudan gizlemek gerekirmiş… Peki ama bir doğruyu söylememek, gizlemek, yayılmasını önlemeğe çalışmak o doğrunun yerinde duran yalanı sürdürmek demektir. Yalanın yalan olduğunu bilerek gene sürmesine bırakmağa hakkımız var mıdır? Bazı yalanlar kutsalmış onlara dokunmağa gelmezmiş… Bir şeyin yalan olduğunu anladık mı kutsallığına artık inanmıyoruz demektir; bunun için “kutsal yalan” sözü bir şeyin hem köşeli, hem de yuvarlak, hem katı hem de biçimsiz olduğunu söylemek gibi bir saçmadır. (…) Bir takım doğruların gizlenmesi gerektiğini ileri sürmek eski kibarlık, asillik düşüncesinin bir kalıntısıdır. Bir yanda büyükler, kibarlar, damarlarında mavi kan akanlar var, onlar doğruları bilebilirler, onların bilmesinden bir kötülük gelmez; ama küçüklere, kibar olmayanlara, kölelere sakın açmayın!... Öyledir kişioğlu: kendisi için ille de bir takım ayrıcalıklar ister. “Ben bunun yalan olduğunu biliyorum, ben buna inanmıyorum, ama kamunun bu bağlar altında kalması, onun anlamaması daha iyi olur” diyen kimse, öğrendiği, anladığı doğrulara lâyık olmayan kimsedir. İnandığı bir şey yoktur onun: bir şeyin ne doğru olduğunu düşünür, ne de yalan olduğunu… Ancak kendini düşünür, kendini büyük görmek için yol arar. Her doğru söylenebilir, her doğru söylenmelidir, yoksa çevremizi aldatıyoruz, çevremize yalanı yayıyoruz demektir. – Nurullah Ataç

31


“ Göğe di r ek, de ni ze kap a k ol maz.”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 15.tarife Mart 2009

“bayiinizden isteyemezsiniz”

32


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.