Pat1

Page 1

. KURT . KARAVİN . EBEGÜMECİ . ANDO . YALÇINPINAR . . TURNA . ARUOBA . SUR . RİFAT . YÜCEL . . PINAR . ÇELEBİ .


2


iç in dekiler 2

Editörden…

İş nedir göz nedir şemsiye nedir? JANSET KARAVİN

4

7 “Stephen Pamuk Ve/Ya Da Orhan King” Ucuz Roman 10 MUSTAFA KURT SEL EBEGÜMECİ 12 Üç Okunmamış Mesaj REYHAN SUR 14 13 BENGİ GİZEM TURNA Üç Fotoğraf ZAFER YALÇINPINAR Su Basman Kotları 15 4X4 House 16 TADAO ANDO M. DAVUT YÜCEL 17 Hadi Şiir Okuyalım OKTAY RİFAT HOROZCU 18 SİNEM YALÇINPINAR 19 Şiir Eleştirisi Hisar 20 NEFİSE PINAR Mono kurgusuz Labirent Nedir? 21 VOLKAN ÇELEBİ Otoportre 24 26 KÜNYE EK-1 27 “P.A. Şiarları” ORUÇ ARUOBA

3


Janset

Karavin * İŞ NEDİR GÖZ NEDİR ŞEMSİYE NEDİR?

Nesnenin anlam üzerindeki tahakkümüne bir başkaldırıdır görsel iş… Diğer sanat eylemlerinde düşüncenin aktarım sürecindeki en değersiz evre olarak görülen, nesnelerin söz konusu düşüncenin aktarımında üstlendikleri yazgı görsel şiirde, onu değersiz gören zihinlerin kavrayış yetisinin pek ötesinde, o işin varlığını onayan “karşıkavrama” (görülme-kavranma-yineyaratım) merhalesinde, bütün bunları yapacak yetkinlikte olması umulan bireylerin zihinlerine birer dipnot olmaktır. “Makinalaşmış bir süreci aşarak bize ulaşan düşünce, birçok bağlamda artık maalesef içi boşalmış, birörnekleşmiş hatta tözünü yitirmiştir” desek yeridir. Düşünceyi ortaya koyan zihnin bu aktarım sürecinde araç olarak kullandığı nesnelerin, o düşünce eseri üzerinde bıraktıkları izler, yaratıcısının tercihleri silinip gitmiştir ki; bu hal, bahis mevzu düşüncenin bizler üzerinde bırakacağı izlerin de derinleşmesine engeldir. Makinalaşma, yaratım sürecinin çok kez vazgeçilmez bir parçası olsa bile, birçoklarınca “oyun” diye nitelenen görsel şiir, en nihayetinde bir “iştir” ve yaratımının kapsadığı tüm öte evrelerle diğer tüm “sanat eserleriyle” aynı yazgıyı paylaşır. Doğaldır ki, bahsin tam da burasında lakırtı kavaflığını bırakıp, ( ki bu işin ehli zevat; yumurtayı tavuktan tavuğu yumurtadan çıkartıp durmaya bayılır ve “oyun teorisini” de yok sayarak, her yaratının, yaratım sürecindeki her edimin özünde bir “oyun” varsayılabileceğine gözlerini sıkı sıkıya yumar…) “işin” özüne dönmek gerekli. İşin özü de şudur: Görsel şiir oyundur; asfalta çizilmiş sek sek kutucuklarının üzerine bir taş atıp üzerinde sekile sekile şekil verilen, sekenlerin sektiklerini oyun sanan aklıevvellerin akli melekelerinin hiç sekmemiş hep sekilmiş olmalarından mütevellit eylemsizliklerini “iş” sanışlarından yapılma, açılmış-ters dönmüş bir şemsiyedir gözlerinde. Ş’nin Sessizliği (iki nokta üst üste) Şe’nin Sessizliği (iki nokta alt alta) Şe’(y)’İm’in Sessizliği

Ş

, kİMliksizdir; Argos’un bin gözüyle Sessizliğin Sss’leri kadar kİMsesizdir süslü “vasati irtifanın” gözlerini oyan karARSIZlıktır… Vardır, hep oradadır fakat yadsınandır. Birörnekliği içinde ötekilerle aynılığına sığınarak huzur içinde ölmektense, ötekileri öteki kılanın, özünde kendisini benzersiz kılan “şey” olduğunun farkındalığında, kendilenliği içinde kendi “şeyini” arayan (,)Seyyah olup ölüp, ölmenin dirilmek, diriminin de ölümün nefesiyle buğulanmış kırık cam parçası ardından bakınca ötekilerle birörnekliği içinde kutsandığından fışkırdığını öteleyendir. “Bir”dir, “çok”tur, “tek”tir ve “öteki”dir. Velhasılıkelam yozlaş-

4


manın kendisini kendisinde arayan ve ararken ” “ötekiben” de bir “ben” ise de kendi kendisidir; sadece kendi kendisinin ne efendisidir ne de kölesidir” diye yerinen bir bendir. (Biri beni öldürsün; söz, ona “usta” diyeceğim!) Anlamsızlığının, benzersizliğine karşın anlamsızlığının sonucu, çok katmanlı ama tek yüzeyli bir boyutsuzluk içinde, kimi önüne geçmiş kimi çözümlenmiş ve ardında kalmış arayışları gibisinden bir derinlikte boy

Ş

veriyor : “Gelin, burası sığ!” İlk katman belki de üzerinde dengede durulması beklenen (ötekilerce kendisinden beklenen) zemin ve ayakbastı bedelini en ağır biçimde ödeyip aynızamanlıkta var oluşunun pahasına bedel biçildiği için tavan seyretmek en sevmediği iş olduğu halde bunu mecburi isti-

Ş

kamet edinen , bu zeminle yahut zamanla ötekiliğini yok etme çabasında. İkinci katman, bu arayış içinde durmaksızın kendi kendisini yok ederek var ederken ötekilere rağmen ve ötekileşerek onlar için; istenmediğini, gerçekliğinin kabul edilemezliğini bile bile kendisini, kendisini istemeyenlere

Ş

benzetmek için harcadığı bakışlarıdır ’nin ki; savaş meydanında, kargısıyla kalkanını döverek hırsla, düşmanına olan deve kinini bileyen barbar misali olabildiğince tehditkârdır aynı zamanda nikbinse de ve nikbinlikle tehditkârlığın aynızamanlıkta ancak bir KOÇbaşının kale kapısını dövüşündeki istihzada saklı olabileceğini bilir.

Ş

Üçüncü katman, unutuşun resmigeçididir. , unuttukça çoğalacağını, çoğaldıkça benzersiz birçok kendisi olacağını, ötekileşse de böylelikle birörnekleşmekten kurtulacağını da bilir ve bu resmigeçitte unuTUŞu selamlarken, onun aslında kendisinin unutuşu olmadığını, kendisine ait unutuşların reisieyyamlığına soyunan cumhur cemaatin öteki olduğunu adı gibi bilir çünkü isİMsizdir. İşte böylece

Oynayana

Şşş şşşş . .

Ş olunur! Ş bir oyundur:

Ş

ivri

Şinek

Ş

az, oynamayana bilmem kaç

. 5

Ş

em

Ş

iye


6


Oruç

ARUOBA * “STEPHEN PAMUK VE/YA DA ORHAN KİNG”

Yanlış bir dille doğru bir cümle kurulmaz. Romansa (ne yazık ki) cümlelerden oluşur. Ferit Edgü Yeni Ders Notları, § 162

‘Populer’ olan, dolayısıyla ‘çok satan’ kitapları, ilkece, okumam — isterseniz ‘elitizm’ deyin; ama, ilkin şu ‘best-seller’ deyimi itici benim için: Düz anlamıyla, “en iyi-satar” diye çevirirsek, bu iki nitelemenin yanyana bulunmasının, tarih boyunca —yalnızca edebiyat alanında da değil— nasıl bir yanlış içerdiğini, nasıl yanıltıcı olduğunu bildiğim için. Önyargı da olsa, şöyle düşünüyorum: Kendi gününde yaygın beğeni bulan — moda olan, ‘populer’ olan— bir metin, ilkece, kötüdür; ve, ters yanından, iyi olan — önemli olan, yolaçıcı olan— hiçbir metin, kendi gününde yaygın beğeni bulmaz, bulamaz. Ama, yanlış anlamaya engel olmak için şunu da belirteyim ki, bu düşünceden, kendi gününde yaygın beğeni bulamamış her metin, ilkece, iyidir, önemlidir, sonucu çıkmaz. Tarihten bir örnek verip, asıl konuma geçeyim: Immanuel Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi, XVIII. Yüzyıl Aydınlanma’sının, giderek de bütün Yeni Çağ’ın en önemli felsefe kitabı sayılır: Bugün, dünyanın herhangi bir üniversitesinde (muhtemelen Tahran ve Yeni Delhi ya da Pekin ve Singapur üniversiteleri dahil…) bu metni tek başına konu edinen bir semineri olmayan bir felsefe eğitimi, düşünülemezdir — kaç dilde, kaç yılda bir, kaç baskı yapıp sattığını ben hesaplayamıyorum; varın siz ‘tasavvur’ edin… Kant kitabını 1781’de yayımlar — ama, yukarıda söylediklerim yüzünden, sakın sanmayın ki bütün Alman ‘Aydınlanmacı’ları kitabevlerinin önünde kuyruğa girmiş, kitabı bekliyorlardır: Yayımcının (yanılmıyorsam) 750 adet basmağa değer bulduğu ki-

7


tap, 5 yıl içinde (gene, yanılmıyorsam) 200 dolayında alıcı bulur — Kant, bazı değişiklikler yapmak için ikinci baskı yapılmasını isteyince de, Hartknoch, “Valla’ senin kitap satmıyor hemşeri — ancak masraflara katılırsan ikinci baskı yapabilirim” der. Kant bunu kabullenir, 1787’de ikinci baskı yapılır. Bundan sonraki yıllarda, anlaşılan, satışlarda biraz ‘kıpırdanma’ olur ki, Kant’ın ölümüne (1804) dek, kitap üç baskı daha yapar; ama sonra, uykuya dalar: çünkü Kant, üzerinde oluşmuş ‘Cumhuriyetçilik’ ve ‘Dinsizlik’ suçlamalarından dolayı, ‘sakıncalı’ ve ‘yasak’ hâle gelmiştir — örneğin Hegel, öğrenciliğinde (1790’larda), Kant’ı ‘tezgah altında’ bularak, gizli gizli okur… XIX. Yüzyıl’ın ikinci yarısına gelindiğindeyse işler birden tersine döner — Almanya’da neredeyse bütün felsefe çevreleri Kant’çı kesilir: Saf Aklın Eleştirisi’nin, Schmidt’in 1926’da basılan ‘definitif edisyon’una gelene dek, bir yüzyıla yakın bir süre içinde tam 9 ayrı edisyonu yayımlanır; Schmidt’in edisyonu ise, 1930’a dek, dört yıl içinde 14 baskı yapar — bugün kaçıncı baskısı satılmakta, bilmiyorum… Bütün bu öyküyü şunu söylemek için anlattım: Kant’ın gününde birtakım ‘best-seller’ felsefe yazarları varmış: Moses Mendelssohn (galiba müzisyen Felix’in büyükbabası), Christian Garve, Sulzer (ilk adını hatırlamıyorum) — bunlar, Kant bir taşra üniversitesi profesörü ve ‘az satar’ bir yazarken, günlerinin ‘gözde’, ‘çok satan’ yazarlarıymış — boyuna ‘-mış’ diyorum; çünkü ben, adlarını, onlara Kant’ın biyografilerinde ve mektuplarında rastladığımdan dolayı biliyorum; profesyonel felsefeci olarak, kitaplarının hiçbirini, okumak bir yana, görmedim bile, çünkü, artık, muhtemelen hiç basılmıyorlar (— emin olmak için bir kaynağa baktım: yalnızca Mendelssohn’un 1929’da yeniden basıldığıyla ilgili bir kayıt buldum; öteki ikisinin adları bile geçmiyor, kaynakta…). Şimdi Stephen King’e geliyorum: Adını çok duyduğum halde (için…) hiç okumamıştım. 1981’de, Stanley Kubrick’in Shining’ini seyrettim ve çarpıldım. Filmin senaryosunun Stephen King’in romanından uyarlandığını öğrenince, önyargımı askıya alıp, kitabı aradım — en yakın süpermarket’te de buldum… O akşam, tuğla gibi romanı, kendimi zorlayarak okurken, ender düşkırıklıklarımdan birini yaşadım: O enfes film, bu berbat metnin üzerine kurulmuştu — dili özensiz, kurgusu eğreti, mantığı çarpık bir romandan, Kubrick —metinde tutarsız ve bulanık olarak duran— bir düşünceyi almış, sımsıkı mantıklı, derin anlamlı bir film yapmıştı. O zaman, edebiyat yapıtlarının sinemaya uyarlanması konusu kafamı kurcalamıştı; bu konuda da bir yazı yazmıştım. Epey zaman sonra (çıktığı yıl?…), Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ını okudum — zorla; çünkü, önyargımı yeniden yürürlüğe soktuğum halde, değerlendirmelerine önem verdiğim bazı dostlarım, “Bunu mutlaka okumalısın” diye üstüme vardılar; ben de, ‘metazori’, okudum. Tıpkı Stephen King okurken başıma gelenler geldi başıma, bu okuma sırasında; ayrıca, yukarıda Stephen King için kullandığım nitelemeleri haklı çıkaracak özelliklere ek olarak, ‘savrukluk’ diye niteleyebileceğim bozukluklar da vardı metinde — o zaman, şöyle düşündüm:- Niye olmasın — edebiyat da pekâlâ bir hafif tüketim malı; yaygın beğenilerin hoşuna gidecek, belirli duyarlılıkları gıcıklayacak, yüzeysel bir haz sağlayacak; pek fazla birşey beklenmeden, öylesine, bir kez ilgiyle okunup (tüketilip), bir kenara atılacak bir meta olabilir — zaten oluyor… Eh işte, nasıl Amerikalıların süpermarketlerde satılan Stephen King’leri varsa, bizim de süpermarketlerimiz ve Orhan Pamuk’larımız olabilir — zaten, var… Ama, Stephen King ile Orhan Pamuk arasındaki benzerliği; ve, ‘çok satar’ edebiyat ürünlerinin de kendi yerleri olabileceğini, düşünerek, bütün bu işi zararsız bulurken; en azından, kaçınılmaz bir ‘kapitalist piyasa’ gelişmesi sayarken, birşeye dikkat etmek gerekir:- Stephen King, ortaya çıkarak, diyelim, Newsweek’e bir demeç verip, “Amerikan edebiyatında bir Hermann Melville, bir de William Faulkner var; onları birleştiren bir doğru çizip ilerletirseniz, üçüncü nokta olarak beni bulursunuz” demeğe kalkışsaydı, onu ensesinden tutup Manhattan köprüsüne çıkararak aşağı atacak epey edebiyat eleştirmeni ve uzmanı bulurdu, sanırım. — Bunun böyle olacağını gayet iyi bildiği için de böyle birşey söylemeğe kalkışmazdı, herhalde… 8


Orhan Pamuk’la ilgili olarak ise bizim edebiyat adamlarımızdan yalnızca Tahsin Yücel, ortaya çıkıp, açık ve yalın bir soru sorarak eleştiride bulundu: “Yazdığı dili kötü kullanan bir yazar iyi bir yazar olabilir mi?…” Kara Kitap’la ilgili bütün eleştirilerinde haklı —hatta, hoşgörülü bile— bulduğum Yücel, ayrıca, ‘içkin’ olarak da olsa, ‘çok satma’ ile ‘has ürün’ olma arasındaki ilişki —ya da ilişkisizlik— üzerinde düşünmeyi gerektirecek noktalar da koydu ortaya — kim ne düşünüp anladı, bilmem… Şimdi, koşutluğu sürdürerek, şöyle düşünsek: Orhan Pamuk ortaya çıkarak, diyelim, Aktüel’e bir demeç verip, —bir kez, lafı dolandırmadan, açıkça— “Türk edebiyatında bir Ahmet Hamdi Tanpınar, bir de Oğuz Atay var; onları birleştiren bir doğru çizip ilerletirseniz, üçüncü nokta olarak beni bulursunuz” deseydi, acaba kim ne yapardı — yayaların Boğaziçi köprülerine çıkmalarına izin verilmiyor ki… Not: Bu yazı, Orhan Pamuk’un, adını vermediği bazı (—bir…?) Türk edebiyatı yazar(lar)ıyla ilgili olarak, “elli yaş ile yetmiş yaş arasında, doğuştan hayatı kaymış, yarı başarılı, yarı şaşkın, vasat, erkek ve kel” deyimlemesini kullandığını öğrenmem üzerine yazılmıştır; yoksa, böyle bir yazıyı, ilkece, yazmazdım… Oruç Aruoba, Virgül Dergisi,2001*

* İşbu yazı 2001 yılında Virgül adlı dergide yayımlanmıştır. Bu yazının, Orhan Pamuk hazretlerine ayar vermek yolunda tarihi bir önemi vardır… Orhan Pamuk’un değil Nobel almak, ağzıyla kuş tutsa bile işe yaramayacağının… ınının ınının ını…dom! Z.Y.

9


Mustafa

KURT * UCUZ ROMAN “Bugünün romanını yazdım”

Başlık her ne kadar Tarantino’nun aynı adı taşıyan filminden ödünç alınsa da yazının sinemayla ve bu ünlü yönetmenle uzaktan yakından bir ilgisi yok. Bu tanımlamayı son aylarda edebiyat tartışmalarının merkezine iyiden iyiye yerleşen ve üzerinde ‘roman’ kaydı taşıyan kitaplar için kullanıyorum. Sakın bu adlandırmadaki ‘ucuz’ kelimesi sizi yanıltmasın; çünkü romanın ucuzlamış olması, yazarının da gözden düşmüş olduğuna işaret etmiyor. Tam aksine roman ucuzlarken, yazar pahalanıyor. Eğer sizler de bir yazar olmanın hayalini kuruyor ve bu işten büyük paralar kaldırmayı düşünüyorsanız, o zaman siz de “Çoksatar ve Star Yazarlar İçin Kullanma Kılavuzu”nu mutlaka okumalısınız. Ben kendi adıma böyle bir kılavuzu şimdiye kadar okumuş değilim; ancak mevcut “çoksatar” (ne demekse?) kitap ve yazarlara bakarak aşağıdaki ilkelerin böyle bir kitapçığın ilk sayfasında olduğundan da eminim. 1) Kitapları çok okunan, televizyonlarda saatlerce, gazete sayfalarında sayfalarca kendisiyle mülakat yapılan, değişik açılardan çekilmiş fotoğrafları ülkemizin muhtelif mecmualarında boy boy yayımlanan bir yazar olmak istiyor musunuz? Öncelikle bu soruya bütün samimiyetinizle bir cevap vermeniz gerekmektedir. Eğer bu soruya “Evet,” şeklinde bir cevap veriyorsanız, şunu da bilmelisiniz ki, bu yolun bir daha dönüşü yoktur. Yani ikinci ilkeyi okumadan önce kararınızdan iyice emin olun. 2) Pekâlâ, siz nâmlı bir yazar olmak yolunda gözünüzü karartmışa benziyorsunuz. O zaman şunu daha ilk elde mutlaka bilmelisiniz. Daha önce edebiyatın değişik türlerinde (şiir, hikâye, deneme, eleştiri) kitaplar okumuş olabilirsiniz; ama artık bunların hepsini unutun. 2002 yılında sizin onlara ihtiyacınız yok. Şayet “ben yazacağım türün iyi örneklerini ilk baştan iyice hazmetmeliyim,” gibi bir batıl inancınız da varsa tez elden bundan da vazgeçin. Çünkü siz başkasınız ve yepyeni olarak ortaya çıkacaksınız. Sizden öncesi olmadığı gibi siz bir çığır açacak kadar da önemlisiniz. Evet, adım adım üçüncü ilkeye gidiyorsunuz, artık geri dönüşünüz yok. Hemen kitaplığınızı boşaltın.

10


3) Tertemiz ve sıfırdan başlamak için hazırsınız. O zaman önünüze bir top beyaz kâğıt alın ve ilk sayfaya kitabınızın adını yazın. Ancak bu isim öyle ‘ağır’ olmamalı. Her gören içinde ne olduğunu merak etmeli. En önemlisi de bu adın içinde “aşk, yasak, isyan, tutku, cinayet” gibi anahtar kelimelerden mutlaka biri olmalı. Bu adın altına da yazmanız gereken hayatî kelime ise “Roman”. Evet, siz çoksatar bir star olmak istiyorsanız ne şiir ne hikâye ne de size hiçbir şey kazandırmayacak olan eleştiri yazacaksınız. Sizin türünüz roman. 4) Başlığınızı yazdığınıza göre konunuz da belirlenmiş oldu. Şöyle en tutkulusundan bir aşk hikâyesi sizin için biçilmiş kaftan. Öyle derin mevzulara girip insani tahliller yapacağım diye de kendinizi kasmayın. Bol diyaloglu, aşkın bütün ateşinin okuyanca hissedileceği sayfalarla bezeyin romanınızı. Elbette entrika unsurlarını da uygun bir biçimde bölümler arasında yerleştirirsiniz artık. Bu arada şunu da hiç unutmayın ki, okur kitlesinin büyük bir bölümü kadınlardan oluştuğu için onlara dair olan göndermelerinizi, olayların içine iyice yerleştirin. 5) Şimdi de romanınızı gündelik hayatımızın, show programlarımızın diliyle de süsleyin ve uzun cümleler kurmamaya çalışın. Eğer roman doğal olarak uzun cümlelere kayıyorsa, cümlelerinizi alt alta yazın. Burada dikkat etmeniz gereken en önemli nokta romanınızı edebi kaygılardan olabildiğince uzak tutmak. Eğer millet edebiyat okumak isterse kütüphaneye gider, sizin kitabınızı almaya değil. 6) Romanınızı yazdınız. Bu işin sadece küçük bir bölümüydü. Şimdi sırada romanınızın basımı ve pazarlanması yani ‘tüketilmesi’ aşaması var. Öncelikle reklama iyi para ayıran ve reklam ajanslarıyla dirsek teması olan bir yayınevine başvuruyorsunuz. Çoksatar yazar projelerinde (ki siz de bir projesiniz aslında) oldukça deneyimli olan editörlerin de önerilerini dikkate alarak romanınızı bastırıyorsunuz. 7) En son aşamada kitabınızın en ücra köşelerde bile duyulması için zaten önceden gün verilerek ayarlanmış olan söyleşiler ve reklamlar başlıyor. Söyleşilerde kullanacağınız spot cümlelerinizden bazıları şunlar. “Bugünün romanını yazdım. Hayata yazarak karşı çıkıyorum. Bu eserim bu düzene muhalefet ediyor. Bir kadın duyarlılığı her satırımda hissedilecektir. İçimizdeki en mahrem duyguları cesurca anlattım vs. vs.” Eğer bu ilkelere uyarsanız siz ‘büyük’ yazar olacaksınız. Hadi, korkmayın sarılın kaleme kâğıda...

11


Sel

EBEGÜMECİ * GELEN KUTUSUNDA ÜÇ OKUNMAMIŞ MESAJ BULUNUYOR

Merhaba arı vızıltısı, Sesine örtünmüş güneşler gibi kara ağ örümcekleri, Eli belinde dedi bal arısı Dudağın bükük, büküntün kırık Sabahlara dek arın balın vızıltın..

Merhaba sobe kaçkını, Duvarları yoklayanın sobesinde; yaz kaçkını Eli gözünde dedi sobe kaçkını Kum temizler gibi duvarında Geceden geceye saklambaç arsızı...

Merhaba leylek gagası, Kanatlarıyla ilk gençliğe; gak gak Buradan ta oraya çeşnisinde sel vak vak ı Küskünsün küskünsün Beresi elinde sefa uçuşudur, Tarifleri el değiştirmiş yenmekler kitabı, “ama senler” Küskünsün küskünsün …

12


Bengi Gizem

TURNA * ÜÇ FOTOĞRAF

Yazı yazmak yasaktır!

13


Ağlayan Duvar

(…) gece paşa kol gezerken devranda gün aydın mı şimdi (…) Reyhan Sur

Rhh!

14


Zafer

YALÇINPINAR * SU BASMAN KOTLARI

1. yücetepe gazinosunun kızları el yapımı göbek atıyor şarap karşılığında

5. “Deniz!” dedim “Deniz kim?” dedi

2. Tadao Ando hazırlanan harcın tadına bakar binaları iç in

6. Leutremount’un doğumunun ölüm yıldönümüdür 4 Ekim 7. Sigara içmek bir iç çekiş çeşididir.

3. hayvan gibi çalışıyorlardı fabrikada buna karşın insan gibi dinlenemiyorlardı 4. Kanlıca’da radar ile minare yan yana uzanmışlar göğe hangisinin işi daha zordur?

8. “hayat berbat!” diyor ve içiyor ve hayat “hayat…şeydi…neydi lan?” hayat? 9. Abasızın Sait gibi kurşun kalemle bir koltuğun yalnızlığını yazdım su basman kotlarında

15


Tadao ANDO

“4X4 HOUSE”

Tadao Ando hazırlanan harcın tadına bakar binaları iç in

16


“Hadi Şiir Okuyalım” , M. DAVUT YÜCEL

17


Oktay RİFAT HOROZCU “Samih Rifat Bey’le, Münevver Hanım’ın küçük oğluyum. Eski tarihle 28 Mayıs 1330, yeni tarihle 10 Haziran 1914′te Trabzon’da doğdum. Babam oranın valisiydi. 5-6 aylık İstanbul’a getirmişler. Çocukluğum ve ilk gençliğim Ankara’da geçti. Ankara Lisesi’ni ve Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitirdim. 1937 yılında, hukuk doktorası yapmak için, Devlet hesabına, Paris’e gittim. 3 yıl kaldım. Savaş yüzünden hukuk doktoru olamadım. Orhan Veli, Melih Cevdet ve Cahit Sıtkı ile arkadaşlık ettim. Ozanlık dışında her iş bana ikinci derecede bir uğraş göründü. Avukatlık yaparak geçinirim. Parayı pulu sevmem. Bilgisizliği, üstünkörü bilgiye yeğ tutarım. Yalandan, yalancıdan, hele çıkarı için yalan söyleyenden iğrenirim. Sosyalistim. Şiir, sosyalizm ve yalandan sakınma bana kişiliğimin temel direkleri gibi görünür. Bana kalırsa, şiirin bir ayağı toplumda, bir ayağı kişinin içindedir. Her ozan topluma mal olan, başka bir deyimle nesnelleşen şiirle ilgili kural, ilke ve düşünceleri bilmek ve öğrenmek zorundadır. Ozan, başka ozanlardan kendine, kendinden başka ozanlara gide gele pişer ve olgunlaşır. Ozanın kendine varışı kolay olmaz. Uzun bir yoldur bu.”

XVI Hepsini yak lambaların Yatacakmış gibi Susadınsa bahçeye çık Yağmur yağsın bütün gece Uyu denize benze Çarşafların değirmeninde undan beyaz (...) Yüzüne gözüne sür yanan lambamızın mürekkebini, işte şafak söküyor eşyalardan, kapıların ardında, baş aşağı, korkusuz. Güneş çukurlar açıyor yüzünde. Yum gözlerini yarı yarıya, yağmurun ellerine yağdığını duyacak kadar. Bu takma gök hepimizin. (...) XXIX Günler geçiyor baştan kara Çaresiz duvarında sepetlerin Hâlâ o gemi hâlâ o balık Gözlerimden tuttukları Koca dolaplar gibi hurda Aydınlıkla sürmeli pencereden Eski huyları bunlar denizin Yaslanmak ormana güneşle Sulara kıl kadar yakın Işıklı sürahiler içinden Bütün merdivenlere kapalı Dönen yuvarlağında elimin “Perçemli Sokak” adlı kitabından bâzı bölümler...

18


“Şiir Eleştirisi” 3D Modelleme ve Render: SİNEM YALÇINPINAR

19


Nefise

PINAR * HİSAR

öyle usul indi taç yapraklara ölüm gökdelen firarisi akşamlara talip sinsi kısık ses uzandı yattı kayrak taşlarına sustalı, baştan ayağa caka ne akrep bırakıldı tavan arasında ne sarnıç fareleri ürkütücü imgeler yılan derisi cüzdan için oysa yaşayıp gidiyorduk biz, meğer böceksiz börtüymüş istenen, düşünmezdik gen bozuğu köpeklere emanet keyifle hormonlu bahçelerde ay ışığı sonatı, bilmezdik yitik nefesler için ödenen işgaliye. ben yokum orda yoktuk biz gülüm yeryüzü gürlüğüm böyle böyle sızar akşam ayazı yüreğe bin bir gecelerin en heyecanlı masalı bilirim esirgemez dalgasını sonsuzdan mavi adımın boğulduğu burçlarda bekleniyorum döneceğim elbet.

20


Volkan

Çelebi &

“Monokl Taifesi”

MONO KURGUSUZ LABİRENT NE’DİR?

Monokl’ un temel metni olarak çokluluğu içeren bir tekilliğin arayışı düşüncesini tasarlamış kısacası kendisini sürekli yenileyecek, yeniden yazıldıkça daha çok yaşama açılacak bir “açık metin” düşünmüştük. Monokl’ a anlamını verecek ”açık metin” düşüncesinin metinler içermesi olgusu Monokl’ un ulaşmak istediği algılamaya yönelik önemli bir adım olacaktı ama öngörülemez olana, sürdiyalektik bir içkinliğe kendini bırakan bir yazı/yaşambilimin sakinleri olarak Monokl yerleşkesi bu açık metin düşüncesinin kapalılığını ilkin bize sonra da okuyucuya duyuruyordu. Yazı’ daki açıklığın yaşam ile bilinç arasında bir kesişim noktası olabileceğini düşünüyorduk, hatta yazının ancak o açıklık üzerinden yaşamda kendisini taşımaya devam ettiğini telkin ediyorduk zihinlerimize. Kapalılık ise öngörülemez olana yer bırakan yazı ve yaşam anlayışının zorunlu bir sonucuydu, okuyucudan çok daha önce yazarı yazı’ nın ve yaşamın kaderine kapalıydı. Bütün bu geçmişli anlatımlar bir oluşumun ve onun dergisinin ortaya çıkma sürecinde kafamızdan geçenlerdi. Bir kurgusuz kurgululuk hali gibi görünmüştü ortaya çıkan, ismi de Mono Kurgusuz Labirent oldu, kapalı açık metin’ leri kendi bünyesinde toplamayı amaç edinen. Konuyu biraz daha derinleştirmek gerekirse, ”açık metnin” olanağının ne kadar düşünceye konu olabileceği bir tarafa yazı’ nın gücüne, onun aşkınsal doğasına, düşünceyi aşan - bazı durumlarda yazarını bile kendisine yabancılaştıran - büyüsüne inanarak böyle bir düşünceyi sahiplenmiştik: sahiplendiğimizin düşündüğümüzden daha fazlasıyla yazı’ da gerçekleşeceğini umarak bizce avangard bir algılamaya yer açıyorduk. Avangard’ ı yeniden kendi düşüncelerimiz ve duygularımız içerisinde, kendi yaşamımız içerisinde yeniden tanımlama hakkını bize veren şey açıklık hali ve öngörülemez olana bırakılan yerdi. Monokl avangard’ ın donmuş kalmış olan tarihsel bağlamına karşıt bir fikri devindirmek istiyordu. Modern sanat ile birlikte ortaya çıkan çeşitli halk ve sanat bütünleşmesi tasarılarının başarısızlığından sonra Monokl’ un böyle bir savla ortaya çıkmasının bir işe yarayacağını hiçbir zaman sanmamıştık. Ayrıca güzel’ in, beğeni’ nin yerini ilginç, saçma, değişik,bulanık ve karanlık gibi nitelemelere bıraktığı, kurumsallığı altında iyiden iyice ticari ilişkilere konu olan sanat’ ın da bizim tamamen sahiplenebileceğimiz bir içeriği taşımadığı belliydi. Biz felsefi temelleri sağlamca yerleştirilmiş bir bilinçlilik ve yaşamlanma halini başta sanat ve edebiyat olmak üzere, onlarda öngörülemez ve açık olana yer bıraka-

21


rak, güzeli, beğeniyi ve ilginç olanı iç içe sokarak, kavramları ve algıları varolan hallerinden ve nedensel ilişkilerinden çıkararak heterotopik zeminlere taşımanın, onları aslında hiç ortak olmadıkları algılara ve anlatılara konu etmenin dolu derinliğine ve varsıl genişliğine sahip olmayı istiyorduk. Borges’ in Bellek Funes’ i gibi dünyaya bakabilmek, Jarry gibi bir patafizikçi olabilmek, Kant’ ın kendinde-şeylerini bilebilme sevdasını taşımak, Hegel gibi görüngüleri diyalektik bir iç içe geçmişlikte sıralayabilmek, Deleuze, Bergson gibi öngörülemez olana bir aşkınlık biçmek ya da Heidegger ve Derrida gibi dilin aşkınsallığına “sous rature” görücüleri olarak bakabilmek, geçmişin gözden kaçmış yönlerini ortaya çıkarmak için tarihi minimalist yollarda kateden bir insan olmak, anı sonsuz türlülüğü ve canlılığı içerisinde, sonsuz ilişkisi içerisinde kavrayabilmek için bir hayali bilim yolunu döşemek… düşlerini kurduklarımız içinde böylesine öykündüğümüz isimler ve tasarıları vardı. Ve işte bu olmuşluklar bizi etkiledi fazlasıyla. Bazen topuzun kantarını kaçırarak, aslında geçmişin hiçbir şekilde bilinmediğini çünkü algının ve düşüncenin kısıtlı doğasından ötürü geçmişin elden kaçtığını ve zamanın döngüsel hareketinin anlaşılamadığını haykırıyorduk, aslında olan her şey geçmişte olan ama bizim farketmediğimiz şeylerdi…

Hayallerimizden biraz da “Açık Metin” kavramı üzerine gitmeye dönersek, her metnin okuyanın farklı aralıklarla yineleyen okumalarında farklı bir kimliği kazanıyor olması ölçüsünde, kısacası metnin çokkimlikli yapısında, okuyan için zorunlu olarak bir açıklık bıraktığını kabul etmeliyiz. Öte yandan bu açıklık’ tan hareketle Monokl’ un neliğinin de perspektife katılması gerekir öyle ki kendisi içerisinde okuyanın farklı zamanlarda yaptığı okumalardan kaynaklanan dallanıp budaklanmaları yaşayan bireysel metinlere bir üst bakış kazandırma sevdası bizi bu açıklık’ tan kendi kapalılığımıza götürmektedir. Kendi kapalılığımız okuyanın açık metnini, metnin kendisinde tekrar edilemez olan yapısını felce uğratır ve onu kapatır. Aynı metin okuyanına kendisini kapatırken, tekrar tekrar yazıldıkça okuyanı tarafından değil ama bizzat yazarı ya da yazarları tarafından çok boyutlandırılmaktadır. Monokl okuyanın sonsuz okuma kozunu görür, Monokl kendi merceğiyle okuyanın tikel sonsuzluğuna bütünsel bir karşıtlık oluşturur. Okuyanı tikelliğin olanak halinde olup açığa çıkacak bütün mümkün okumalarından uzaklaştırıp virtüel olana, öngörülemez olana çeker. Virtüel olan (Deleuze için sözgelimi olanak’ tan hiç gerçekleşmemiş olması yoluyla ayrılır; olanak halinde olan önceden edimselleşmiş ve görünmüş olan şeyken, virtüel olan tamamen beklenmeyendir, yaşamın denklemine bilinmeyenin yeniden katılışıdır)yaşamın beklenmezi gibi okuyanı içine takılı kaldığı anlam bulutlarından daha ötelere, daha yükseklere çeker. Tikel altında sonsuzluğu görme yerini bütünün altında sonsuz tane sonsuzu görmeye bırakır: Monokl Açık Metnin Tanrısı olarak sürekli yazacağı Manifestosu’ nu, tam olarak ne olduğunu anlamaya, diyalektik akla yani bu haliyle şimdi ve geçmişe bırakırken, bütün gelecek zamanlar için de yaşamın sonsuzluğuna bırakmaktadır. Metin hiçbir şekilde tamamlanmış değildir, tamamlanmayacaktır da çünkü “tam olma” vasfını kendi sonsuzluğunda, geçmişi içinde taşımış ve olmuş bütün şimdi’ ler içinde edimselleşmenin mükemmel bir şekli içerisinde kazanmıştır, ta ki virtüel olan onu gelip sarsana, silkeleyene dek. Metin tam’ dır ama tamamlanmış değildir, çünkü tam olan virtüel olanı tanımamadır, tam olanın virtüel olandan haberi yoktur, böyle dendiğinde bizim kapalılığımız olan Monokl’ un neliği, o açık metin her haliyle tam’ dır ama tamamlanmış değildir.Açık Metin’ den biraz daha ileriye gidip Nelik ya da Ne’ dir üzerine yoğunlaşırsak düşüncemizin biraz daha açılacağını sanıyoruz.

22


Heidegger’ in patikalarına girmeyi göze alarak yolumuzu bulmaya çalışalım. Böyle bir patikaya girdiğimizde doğal olarak diğer bütün patikaları gözden kaçırdığımız eleştirileri yükselecektir ve haklı olarak biz de buradan kendimizi dikkatten yoksun tutmadan yeniden metin yoluyla ortaya çıkacak olan virtüel olana, saklı olana bırakacağız. Düşüncemizi en tam anlamı içerisinde edimselleştirmeye çalışırken gerçekleşecen olan bir bırakma. “Ne’ dir Bu Felsefe” (Heidegger), demeye benzer şekilde Ne’dir Bu Monokl demeye yeltendiğimizde neliği Monokl’ a, o sorunun doğası nedeniyle zorunluğu olarak dışında kaldığımız şeye, yüklemiş olduk. Bizim hedefimizin ise Monokl Düşüncesinin içeriğine yakınlaşmaya çalıştığı da gün gibi ortada. O halde Felsefe’ nin Neliğinden Monokl’ un Neliğine geçmenin zorunluluğu ufakta beliriyor. Monokl bir ”Açık Metin’ ler Hali’ dir.” O hal olmaya soyunmadır, açık metin üzerinden yazarın okuyucusu ile konuşmasını açık etmeyi değil, bizzat yazarın kendi aşkınlığı içerisindeki yazısı ile konuşmasını, onu açığa çıkarmasını anlıyoruz. Peki Monokl’ un böyle bir tanımı olduğunu varsaysak bile “Ne’ liğin Kendisinin Ne Olduğu” sorusuyla karşı karşıya kalırız. [Ti Estin] Nedir bu Nelik?.. Nelik’ in bağlam içerisinde ancak Monokl ile karşılanabileceğini göze alarak, açık metin yazarları olarak, şöyle devam ediyoruz: Nedir bu Monokl? Yanıtımız: “Monokl Bir Dergi’ dir.” Peki Bir Dergiden Neyi Anlamalıyız? Monokl şu an için anlama isteğinin tam olarak karşılık bulduğu bir eksiksizliği hedefliyor sayılmadığı ölçüde, Monokl’ un bir dergi olmasının bize tatmin edici bir sonuç gibi görünmediği ortadadır. O halde patikada görünen kestirmeyi kullanarak ağzımızdan kaçırıverelim: “Monokl bir bilinç/lenme hali’ dir, yaşam/lanma halidir. Bilinç ile yaşamı avangard bir mercekle kesiştirmedir. Monokl edimsel olana bütün yeri verir ama bütün yer henüz bütün yer olsa da o bütünlenmiş yer değildir. Her zaman bütün olana ve her zaman bütünlenmemiş olana yer veriyoruz.” Diyalektiği sürdürüyoruz, yaşama ve öngörülemez olana sürtüyoruz, elimize kilit olan bir kavramı daha alıyoruz: “Sürdiyalektik”. Diyalektiğin virtüele doğru açılan hali, yaşama sürülen hali: Sürdiyalektik Labirentler Ağının Krallığıdır Monokl: Mono Kurgusuz Labirent. Monokl Açık Metin’ ler içerisinde (bütün yaşamın, düşüncenin de bir yazıbilime konu edilebileceğini düşünürsek : burada Freud’ un bütün yaşamın içeriğinin piktografik olabileceği imlemesi üzerine gidiyoruz) Bilinç/lenmeYaşam/lanma halidir, Sürdiyalektiktir, Virtüel’ e Kendini Açar ve Tam’ dır, Bütündür ama hiçbir zaman Tamamlanmış ve Bütünlenmiş Değildir. Açık Metin’ ler Hali Yazar’ ın Unutuluşuna Karşı Bir Hamle’ dir, Yazıar olmadır.Yazar kendisini yazının aşkın hali üzerinden okuyanının çoklandırmasına teslim etmez, o kendi kendisini çoklandırır. Monokl, Hegel ve Derrida üzerinden bütün Yazıar’ ları kendi labirentlerinden selamlar, bir dahaki yazılışının ve virtüelliğinin gerçekleşeceği ana dek hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan tamamlanma hayaline kendisini bırakır: “Noli Me Legere”… Yazıar: {“a” burada Derrida’ nın, differance kavramındaki a’ nın işlevinin benzer bir temsiline soyunur: arzulanan durum olarak, yazının ve düşüncenin birliği üzerinden, yazı ve yazar(düşünce), gösteren ve gösterilenin çoklu ve alışılmadık birliğinin ifadesi olur “yazıar”. Ayrıca başka açılardan bakıldığında çoklu anlamlar silsilesi, çok merkezlilik ve bulanıklık kavrama bakışa iliştirilmiştir: yazı’ nın kesin zafer çığlığına bir başkaldırıyı simgeler yazı’ ar ve yazar’ ını kendisinde tutar… yazarı unutmaya karşı yazı’ yı unutmaktır onun çığlığından yükselen!}

(İşbu yazı www.monokl.net ‘ten alınmıştır.)

23


OTOPORTREDİR! “Bir yazarın yeteneği sınırlı olabilir. (...) Ama pervasızca yalan söylemekten kaçınmıyorsa, kurnaz ve inkarcıysa, üstüne üstlük pişkinse, kendini geliştirebilme adına hiçbir şansı yoktur.” Ali Enver Ercan Berfin Bahar,Eylül 2007, Sayı:115, s.27

Ali Enver Ercan, 1958’de İstanbul’da doğdu. Lisedeyken bazı nedenlerden dolayı okulu bırakmak zorunda kaldı. Şimdi bir şirkette satış elemanı olarak yaşam savaşını sürdürüyor. (Enver Ercan’ın “Eksik Yaşam” adlı şiir kitabının arka kapak yazısı ve kapak görüntüleri..)

24


Sonunda çıktı, geldi geri… “Biz bir şairi şiir yazsın için ölümle korkuturuz

ayağa kalkarak,

* Ece Ayhan, Poelitika Hazırlayan: Eren Barış

25

dom!”


KÜNYE NİYETİNEDİR

P.A.T! (Puşt Ahali Tarifesi) Zafer Yalçınpınar tarafından yayıma hazırlanmaktadır: Görsel düzenleme, katılımcılarla ilişkiler, düzelti, eşgüdüm, tanıtım, dağıtım, mücadele ve ortalama zekâyı bertaraf etmek gibi tüm bağlayıcı hamallıkları –bendeniz- Zafer Yalçınpınar üstlenmektedir. P.A.T!'ta yayımlanmasını istediğiniz yaratılarınızı zaferyal@gmail.com adresine -konu satırına "PAT içindir" ibaresini ekleyerek- gönderebilirsiniz. P.A.T! birincil ortam olarak interneti seçmiştir. Maddi ve manevi kâr amacı gütmez, dirsek teması umursamaz ve yalansızdır. İşbu derginin PDF dosyası biçimini istediğiniz ortamda, istediğiniz “insan”larla paylaşabilir, istediğiniz bağlantılarla(linklerle) çeşitli “insan”lara sunabilirsiniz. P.A.T!, Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun bir türevidir. Puşt Ahali’nin e-posta grubuna, gruptaki tartışma ve paylaşım geçmişine http://groups.google.com/group/pustahali/topics?hl=tr adresinden ulaşabilir ve hatta gruba üye de olabilirsiniz. (Puşt Ahali’nin şiarları Ek-1’de yer almaktadır. Onları sezmeniz faydalı olacaktır.) İkinci tarifede görüşmek üzere…

26


EK-1: Puşt Ahali Edebiyat Platformu’nun Şiarları 1. nasıl yalnız bırakır adamı bir meydan? aradan biri bağırdı: puşt ahali! - Enis Akın 2. "hiç birbirine çarpan kuş gördün mü havada. ama insanoğluna gelince üstelik yerde neler olduğunu biliyorsun?" - Ece Ayhan 3. Hemen anlaşılmayabilirsin, göze alacaksın. Çoğunluk her zaman başlangıçta yanılabilir, sonradan ayıyorlar sanki. Yan yan değil de doğru doğru yürüyen bir yengece bakarak, "sarhoş galiba" diyebiliyorlar. (…) İki şey bir arada olacak; sancak ve davul. Eğer tek davul olursa sünnet düğünü var sanırlar. Ama sancak da varsa, isyan, ayaklanmadır o. Bin yıllık Anadolu geleneğidir bu. - Ece Ayhan 4. Yaşamın, seni ulaşman gereken düzeyin altında tutmağa çalışan eğilimlerle (bu arada kendininkilerle de)savaşmakla geçecek. –Bu yüzden de, ulaşman gereken düzeye ulaşamayacaksın; yani, başarılı olacak o eğilimler, sonunda. Zaten, belki, istedikleri de budur: Senin, onlarla savaşmak yüzünden, ulaşman gereken düzeyin altında kalman... Ama savaşacaksın, gene de: sonuç her iki durumda da aynı olmayacak mı zaten – sen, zaten, ulaşman gereken düzeyin altında kalmayacak mısın ki? –Ama, savaşırsan, en azından (nereye gelebilirsen) geldiğin düzeye savaşarak gelmiş olacaksın – bu da boşuna olmayacak. - Oruç Aruoba 5. İnsanlar, gitgide, istediklerine, dilediklerine inanmakla yetindiklerini, düşünüp tartmayı, ölçmeyi, olanı biteni görmeğe çalışmayı yavaş yavaş bir yana ittiklerini daha fark etmiyorlardır belki de. Bunun farkına varmağa başladıklarında ise ortalık iyice kararmış olacak. Sabahları güneş yeniden doğar gibi olsa da, ortalık yerinden aydınlanır gibi olsa da, gecenin karanlığı bütün bütün dağılmayacak hiç.(…)Bir sabah, işe giden kalabalık, şehrin en büyük alanında yaya kaldırımının bir noktasında ikiye ayrılıyor, yere bakarak, ama hızını hiç eksiltmeyerek yürüyor, biraz ileride yeniden bir araya geliyordu.O noktada biri vardı; yerde yatan, ölü mü, yaralı mı, içkili mi olduğu, kazaya uğrayıp mı buraya atıldığı anlaşılamayan biri… Yüzükoyun yatıyordu. Bir küçücük çocuğun öfkelenerek yere attığı bir bez bebeği andıran bu adamın kollarıyla bacakları bir tuhaf duruyordu. Eklemleri, köşeleri çoğalmış gibi. Uzun süre kimse yanaşmadı bu adama. - Bilge Karasu

27


“BU SER PUŞUN A DI ŞAPK AD I R.”

iletişmek için;

Zafer Yalçınpınar zaferyal@gmail.com http://zaferyal.kuzeyyildizi.com

P.A.T! 1.tarife Kasım 2007 “bayiinizden isteyemezsiniz”

28


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.