barikat2

Page 1

1 EYLÜL'DE ALANLARDAYDIK... Gazetemiz oluşum süreci içerisinde ilk resmi eylemin 1 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirdi. Eski Atleks Mağazaları önünde toplanan gazetemiz önce kuğulupark önüne giderek yoldaş örgütlerle biraraya geldi. “Patron ağa devleti yıldıramaz bizleri”, “Emperyalizme karşı birleşik cephe” ve birçok devrimci slogan ile alana giren gazetemiz birçok yurtsever insanın olumlu tepkisi ile karşılaştı...l Devamı sayfa 2'de

"BEN RAHATSIZIM" EYLEMİ ÖLÜMLER HİÇ BİTMİYOR... Geçen hafta gazetelerin Yıllardır sömürü ekonomisine manşetlerini bir haber süslemişti. dayalı sistemimiz gereği ülkemizde Bu haberi okuyanların içi karardı, bir ahlak bozukluğu yaşanmakta üzüldü. Çünkü yine bir trafik ve burjuva devlet yapısının ve kazası olmuş bir kişi ölmüş, bir kişi bunun sonucu olarak burjuva ahlak de ağır yaralanmıştı. Herkes sisteminin (yada ahlaksızlığı kazayı yapana lanetler yağdırdı. sisteminin) getirisi olan Herkes kazayı yapanın en ağır kumarhaneler ve gece kulüpleri cezayı çekmesini diledi, beddualar etti. Oysa olayın içyüzünü çok cenneti haline getirilişimiz ülkemizin bir gerçeğidir. 13 Eylül, az kişi sorguladı. Doğrudur korkunç bir kaza oldu. Kazayı yapan Pazartesi günü saat 18:00 sıralarında Lefkoşa, Sabri Orient sürücü direksiyon başında uyuyakaldı ve bir kişinin ölümüne sebep Kavşağı olarak bilinen bölgede buna yönelik bir eylem yapıldı.. oldu fakat.. Devamı sayfa 3'de Devamı sayfa 4'de

EMEĞİN VE EMEKÇİNİN AYLIK GAZETESİ

"DÜNYA'NIN BÜTÜN İŞÇİLERİ; BİRLEŞİNİZ..!"

EKİM 2010

SAYI: 2

FİYAT: 2 TL

"MEZARDA EMEKLİLİK YASASI"

GELİYOR..! Bu ay birçok gazetede verilen bilgiye göre 5 tane ayrı yasa tasarı önerisinin Sosyal Sigortalılar Yönetim Kuruluna götürüldüğü öğrenildi... Bu yasa tasarılarının hepsinin de emeklilik yaşı olarak en az 60 yaş gereksinimi şart koşuluyor... Eğer ki gazetelerde bu ay çıkan bu haber doğru ise ülkemizi aynen "Göç Yasasının" geçirildiği dönem gibi hareketli günler bekliyor. Bunların sebeblerini bizde aynen teker teker özetlemek istiyoruz... Önerilen 5 madde ana hatları ile insanları mezarda emekliliğe mahkum ediyor. Sözde sadece "sigortalı çalışanlar" için hazırlanan bu yasa esas anlamda yarın için kamu çalışanlarını da tehdit ediyor. Burada dikkat edilirse "sigortalı çalışanlardan" kasıt esas anlamda "özel sektör" emekçisinin ekmeğinin hedef alınması anlamına gelmektedir. Maddelere göre emekçilerin 60 ve 63 yaşlarlarında emekli olmaları öngörülüyor ama 50 yaşında veya 52 yaşında daha önceden emeklilik hakkı kazanan sigortalı emekçiyi ise maaşını almak için 60 yaşına kadar beklemesi şartı vurgulanıyor. Kısacası Devlet yine T.C. hükümetinin dayatma bir yasası ile kendi kasasını doldurma peşinde koşmaya devam ediyor...

DEVLET'E GÖRE 105 BİN; SOKAKTAKİ RAKAMLARA GÖRE 3 KATI...! İhtiyat Sandığı Yönetim Kurulu Başkanı Özay Andıç ülkemizin kuzeyinin gerçek nüfusunun 700 bin olduğunu açıkladı. Bununla kalmayarak 105 bin kişinin açlık sınırının altında olduğunu söyledi. Barikat gazetesi olarak soruyoruz..?!! Devlet'e ait bir yetkili bile gerçeğin çok altında da olsa bu derece yüksek rakamları açıklarken sorun aslında nerede? Hükümette hangi partinin olduğu ne farkeder..?? Açlık sınırının her zaman altında olan bizler buna daha ne kadar zaman dayanacağız? Biz fakirleştikçe fakirleşiyor onlar zenginleştikçe zenginleşiyorlar... Kaç gün daha devam eder bu rezillik ? BU DÜZEN DEĞİŞMELİ..! KURTULUŞ ELLERİMİZDEDİR..!


EKİM 2010

GÜNDEM

SAYFA: 2

ERDİNÇ KÖKSAL e.koksal@barikatgazetesi.com BM’siz AB’ siz, Garantörsüz, Bağımsız Çözüm!

GAZETEMİZ 1 EYLÜL’DE YOLDAŞ ÖRGÜTLER İLE KOLKOLA ALANLARDAYDI… Gazetemiz oluşum süreci içerisinde ilk resmi eylemin 1 Eylül 2010 tarihinde gerçekleştirdi. Eski Atleks Mağazaları önünde toplanan gazetemiz önce kuğulupark önüne giderek yoldaş örgütlerle biraraya geldi. “Patron ağa devleti yıldıramaz bizleri”, “Emperyalizme karşı birleşik cephe” ve birçok devrimci slogan ile alana giren gazetemiz birçok yurtsever insanın olumlu tepkisi ile karşılaştı. Kuğulupark önüne geldiğinde KSP’lilerin “örgüt değil misiniz? Buyrun önümüzde yürüyün” önerisini dedikten sonra “bizim için farketmez” cevabımızı onlara belirttik. Fakat ne gariptir hemen arkasından da “madem 4-5 kişidirler, sorun yok..!” diye kendi aralarında gülüşerek bazı söylenmeleri kafamızda soru işaretleri yarattı. Devrimcilerin genelde nicelik sorunu ideolojik-siyasi sorunlardan daha sonra gelir diye biliriz… 15-20 kişi olunca mı devrimci olunuyor? Yoksa belli bir sayısı varmı devrimci bir örgüt olmanın ? Bundan sonraki eylemlerde de az sayıda hatta tek bir kişi bile gelebiliriz diyerek KSP li yoldaşları da sevindirerek yazımıza devam etmek istiyoruz… Onların da gönlü olsun..! Alana KSP de dahil tüm yoldaş örgütlerle girdikten sonra elimizdeki bildirileri dağıtmaya başladık. Fakat özeleştiri sayfamızda belirttiğimiz gibi hem Türkçe hem Rumca olarak dağıtmamız gereken bildiriyi hem gazetenin ilk sayısının telaşı ile hemde yayın kurulumuzun kendi içindeki elemanlarını deneyimsizliği gereği uyarmayışı sebebi ile maalesef sadece Türkçe olarak dağıttık. Gazetemizin büyük pankartını Taksim stadının tribünlerine astıktan sonra alanda bazı hareketlenmeler oldu. Birleşmiş Milletlere ait bir çavuş KTÖS Başkanı Şener Elcil’in yanına giderek “out out out British Bases Out…!” sloganının atılmamasını ve “İSYANIMIZ İŞGALE” pankartının indirilmesini istedi. Bunun üzerine içerisinde gazetemiz Barikat’ın da bulunduğu , Baraka Kültür Merkezi, YKP, KGP ve birçok aktivist ve örgütler alanda toplanarak bunu protesto ettik. İşin daha da ilginç tarafı AKEL’e bağlı PEO da bu olaya Birleşmiş Milletlerin istediği şekilde tavır konmasını savundu… PEO pankartın ve sloganların “provakasyon” içerdiğini iddia etti..! Örgütler şölen bitene kadar alanda kalıp protestolarını devam ettirirken; KSP her zamanki gibi klasikleşmiş olarak sekter bir tavır ile alanı erken erken terk etti. Şölen sonunda yine tüm örgütler kol kola “yaşasın devrimci dayanışma” sloganları ile “isyanımız işgale” diye haklı şekilde bağırarak alanı Birleşmiş Milletler askerlerine; sesleri ile varlıkları ile meydanı “dar” ettiler..! Eylem sonrası kuzeydeki “kimlik kontrolü” sonrası tüm örgütler yavaş yavaş dağıldı.. Meclis önünden geçerken KKTC polisinin iki sıra ile barikat yapması çok enteresan bir görüntüydü. Sloganlardan bile, şölenden gelişimizden bile korkan burjuvazi orada bile kendini göstermeyi ihmal etmedi..“İsyanımız işgaledir.!” Bunu ideolojik olarak birçok farklılığımız bulunan YKP de yapsa veya YKP gibi başka yoldaş örgütlerimizden biri de yapsa yine ayni şekilde destek vermek bu ülkedeki devrimciler olarak boynumuzun borcudur… Barikat gazetesi her zaman için “devrimci solda birliğin cephesinin” savunucusu olmaya devam edecektir.. İster YKP ister Baraka ister başka bir örgüt, ideolojik olarak sol içerisinde bizden farklı bile düşünse burjuva faşist bir baskı yapılması durumunda BARİKAT gazetesi her zaman ezilenin, haklı olanın yanında olacağını birkez daha belirtir.. Sekterlik ise aslında Burjuvazinin ta kendisine hizmettir. Gazetemiz bu gibi olaylara asla ve asla seyirci kalmayacak, yapılan yanlışları eleştirmeden asla çekinmeyecek, yapıcı olmaya “DEVRİMCİ SOLU BİRLEŞTİRİCİ, BİRLEŞİK CEPHECİ” siyasetinden asla ödün vermeyecektir… İSYANIMIZ İŞGALEDİR..! MÜCADELEMİZ TÜM BURJUVA ORDULARIN ADAMIZDAN ÇEKİP GİTMESİ İÇİNDİR..! Bunu protesto edemeyenler ise ya korkaktır yada bu düzende “kaybedecek birşeyleri vardır” Yani devrimci değillerdir..! YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA..! YAŞASIN ÖRGÜTLÜ DİRENİŞ…!

Yıllardır devam eden müzakere sürecinde birçok şey yaşadı adamız. Sürekli masadan kaçan, anlaşma yanlısı olmayan liderler, sorun üstüne sorun çıkartan işgalci garantörler, kendi çıkarları uğruna bir avuç insanın duygularıyla oynayan emperyalistler. Bir umut yükselir gibi oldu bir dönem, ha artık oluyor, ha olacak dendi, bu sefer de birileri çıktı ve çözüm-barış deyiminin içerisine Avrupa Birliği kelimelerini katarak, birbirinden ayrılmayan bir kelime topluluğu yarattı. Ülkede zaten, üretim koşullarının getirisi olarak kitlesel bazda zayıf olan sosyalist düşünceyi, bir o kadar daha zayıflatarak, genelini evet diyenler ekseni etrafında topladı. Yıllardır bekleyen halk, barış özlemleri ağır bastığından, geçmişte dönen emperyalist oyunlarını göz ardı etmiş, “çözüm-barış-AB” kavramını benimsemiş ve maalesef AB çatısı altında iki toplumlu federal bir çözümü “SORGULAMAKSIZIN” kabul etmiştir. Fakat sorgulanmaksızın arzulanan Avrupa Birliği, bugünlerde gerçek görüntüsünü, gerek Yunanistan, gerekse Fransa’da göstermiş ve bozuk sistemin bilhassa emekçi kesimlere verdiği zararı tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Avrupa Birliği yanlıları, bugün Yunanistan ve Fransa’nın durumunu göz ardı ederek siyaset üretiyor olsalar da, Avrupa Birliği çatısı altında olabilecek bir barış durumunda büyük ekonomik güçlerin karşısında, ne kadar direnileceğinin cevabını verecek durumda değildirler. Dünyaya bağlanma, dünya ile kucaklaşma söylemleri, kapitalist dünyanın düzenine ayak uydurmak, sistemin bir parçası haline gelmek ve söylemi oluşturanlarca, kolay yoldan kurtuluş yolu bulmaktan başka bir şey değildir. Kapitalist sistemin dev sermayelerinden soyutlanmış olmak, bugünlerde toplum tarafından kötü gelişme olarak adlandırılıyorsa, demokratik devrim sonrasındaki süreçte emperyalizm’den, sermaye sisteminden darbe yiyen ülkemiz emekçileri ve ezilen halkları zaten o günün koşullarında büyük burjuvalardan yıllarca aldıkları darbeler sonrası isteseniz de istemeseniz de büyük kapitalist birliklerden ve emperyalizm’den umutlarını keseceklerdir. O günün esas sorunu ise demokratik devrim sonrası birleşik cephe hükümetini kurma sorunu olacaktır ki o gün ayakta olacak olan Kıbrıs Komünist Partisi bu görevi şerefle göğüsleyecektir. Bütün bunların içerisinde, en enteresan olan, her ne kadar burjuva oluşlarından dolayı doğal olsa da toplumumuzun önde gelen siyasetçilerinin siyasi partiler boyunduruğu altında, Avrupa Birlikçi siyaset üretiyor olmaları ve mücadelenin Avrupa Birliği çatısı altında da devam edeceğini söylemekte ısrar ediyor olmalarıdır. Avrupa Birliği bünyesine katıldıktan sonra da mücadelenin devam edeceğini bilmek ve bunu bilmekle birlikte, Avrupa Birliği yanlısı siyaset üretmek, çelişki yaratmaktan başka bir şey değildir. Onlarca büyük gücün ürettiği yüzlerce siyaset, milyonlarca öneri, bu küçük coğrafyada yaşayan bir avuç insan için çok fazladır. Çözüm emperyalist güçlerin değil, bizim elimizdedir. Ve bize destek olacak olan dünya işçi sınıfı ve emekçilerin enternasyonalist desteği de bu yolda bize en büyük katkıdır… Kıbrıs meselesinin çözümü için ezelden beridir, başkalarının söz sahibi oldukları açık ve net ortadadır. Garantörlerin uyguladıkları politikaların samimiyetini, gerçek yüzünü görmek, 1963 – 1974 yılları arasına bakıldığı zaman çok da zor değil. Savaşın 11 yıl sürme sebeplerini sıralayacak olursak, Garantör Devlet olan Türkiye Cumhuriyetinin’de başka güçlerin boyunduruğunda hareket ettiğini kolayca gözlemleyebiliriz.(Johnson Mektubu 1964) Türkiye Cumhuriyeti’nin tıpkı bugünlerde olduğu gibi, Amerika Birleşik Devletlerinin, boyunduruğu altında hareket ettiğinin ve işgalinin esasen dostluk, kardeşlik süsü verilmiş emperyalist politikaların bir parçası olduğunu açık bir şekilde göstermekte değil midir? Çözüm masasında Türkiye’den medet ummak, kapitalizmin ve emperyalizmin en büyük savunucusu ve uygulayıcısı olan Amerika Birleşik Devletleri’nden medet ummakla, Türkiye’nin Amerika kuyrukçusu siyasetleriyle zaman kaybetmekten başka anlama çıkmamaktadır. Çözüm, çıkarcı, işgalci, emperyalist güçlerin, garantör devletlerin değil, Kıbrıs’ın kardeş halklarının ortak özgür iradesinin eseri olmalıdır. Ancak şimdilerde, bu samimiyetle bize yakınlık gösteren birkaç ülkenin ve emperyalist kuşatmacı birliklerin, masada bizim için iyiyi, doğruyu düşünerek, sırf bizler için bir barış yapabilmesini beklemekteyiz. Ne acıdır ki, geleceğimiz yıllardır başkalarının ellerindedir. İşte bunun da kanıtı şudur:Sosyalist olduğunu iddia eden CTP ve komünist olduğunu iddia eden AKEL hükümetlerinin aynı dönemde iktidara geldiği süreçte barışın yapılamamış olması daha doğrusu yapılmamış olması, tıpkı yıllar önce olduğu gibi, büyük güçlerin gölgesi altında çırpınan siyasilerin, büyük güçler karşısında boyun eğen, kuyrukçu politikalarının eseridir. Bu ülke “sözde” devrimci olduğunu iddia eden hükümetlerin, iktidarda olduğu dönem barışa imza atamamışsa, ne zaman barışa ulaşacaktır? Ayni dönemde cumhurbaşkanlıklarını ve hükümetlerini ellerinde tuttular..! Yine yapamadılar..! Şimdi de olsa gene yapamazlar..! YAPMAYACAKLAR..! Çözüm, anti-emperyalist birleşik cephe siyasetinde, çözüm özgür iradede, çözüm, bağımsızlıktadır. Elbette ki hemen şimdi çözümü savunan Barikat, olası bir çözüm durumunda çözüm karşıtlarının yanında yer almayacaktır, ancak AB’siz, garantörsüz, bağımsız, birleşik bir Kıbrıs için her türlü ortamda, her alanda avazının çıktığınca bağırmaya, mücadele etmeye ve bu uğurda her türlü savaşı vermeye devam edecektir.


GÜNDEM

EKİM 2010

İŞTE UBP FARKI...!!! Büyük vaatlerle iktidarı devralan UBP halkımız üzerinde adeta terör estiriyor.. İnsanlarımızın ekmeğiyle oynayan, özelleştirmelerle işsiz sayısını çoğaltan, partizanlıkta sınır tanımayan, çıkardığı yasalarla, kemer sıma politikalarıyla yaşam alanlarımızı daraltan UBP yine yaptı yapacağını. Gerçekten farkını gösterdi!!! SÜTEK kurumunda çalışan kadrolu dört personel siyasi görüşlerinden dolayı işten durduruldular. KAMU-İŞ, işten atılan dört personel için yargıya başvurdu. CTP Gençlik örgütü, bunu protesto eden bir bildiri yayınladı. Bunun dışında bu olaya tepki gösteren olmadı. Sendikalarımızın, sivil toplum örgütlerimizin sessizliği düşündürücüdür. Siyasi görüşlerinden dolayı insanlarımızın işten atılması, işsiz ve aç bırakılması, bunlara tepkisiz kalınması kabul edilemez. Çünkü sessizliğimizden güç alıyorlar. Bu da her istediğini rahatça yapmalarını sağlıyor. Daha dün meydanlarda “Susma sustukça sıra sana gelecek”, “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” diyen sendikalarımız sıranın hepimize geldiğini görmeleri, mücadelenin günü kurtarmak için yapılan eylemlerden ziyade birleştirici bir cephe örülmesi gerekir. Bıçak kemiğimize dayandı, deliyor,bugün işten atıldılar yarın ne olacak? Kim veya kimler işini kaybedecek? Bugün KTHY yarın hangi kurum özelleştirilecek? Daha kaç kişi işsiz kalacak? Sorular uzadıkça uzuyor, insanımızın endişeleri gün geçtikçe artıyor, yarınından endişe ediyor, kara kara düşünüyor, kurtuluş çareleri arıyor, göç etmek istemiyor, ama bu durumun sürmesinden, devam etmesinden dolayı umutsuzluğa kapılarak başka çare olmadığını düşünüp göç yollarına düşüyor. Orada daha mutlu olacağını, yaşayacağını düşünerek, ama gittiği yerlerde hayatın pahalı olduğunu, tozpembe olmadığını bilmeden… Her şeyimizi bırakıp bizde mi gidelim? Gitmek bir kurtuluş mudur? Her şeyi geride bırakıp nasıl gidebiliriz? Her şeyden önce kurtarmak istediğimiz bir yurdumuz var. İçinde yaşadığımız, ayaklarımızın yere sağlam bastığı, emeğimizle geçinip alın teri döktüğümüz, sevinçlerimizi, acılarımızı paylaştığımız, etnik kökeninin bir önemi olmadığı bizim yurdumuz, bizim insanımız. Bu memleket hepimizin, mücadele hepimizin. Günü geldiğinde bedel ödeyeceğiz, onlar da bedel ödeyecekler, ama bu kara tablo sonsuza kadar devam etmeyecek. Bir gün yurdumuz kurtulmuş olacak, hepimiz kendi ellerimizle ülkemizi yeniden kuracağız, güzel günler göreceğiz… ÖLÜMLER HİÇ BİTMİYOR Geçen hafta gazetelerin manşetlerini bir haber süslemişti. Bu haberi okuyanların içi karardı, üzüldü. Çünkü yine bir trafik kazası olmuş bir kişi ölmüş, bir kişi de ağır yaralanmıştı. Herkes kazayı yapana lanetler yağdırdı. Herkes kazayı yapanın en ağır cezayı çekmesini diledi, beddualar etti. Oysa olayın içyüzünü çok az kişi sorguladı. Doğrudur korkunç bir kaza oldu. Kazayı yapan sürücü direksiyon başında uyuyakaldı ve bir kişinin ölümüne sebep oldu. Bir trajedi yaşandı. Ocaklar söndü. Ama bu kaza basit bir kaza olarak ele alınmamalı. Konuyu gündeme getiren tek parti YKP oldu. Bu kaza Karpaz bölgesinde işverenin ihmalinden kaynaklanan bir kazadır. Özellikle dağıtımcılık ve dikkat gerektiren benzeri işlerde çalıştırılan işçiler çok ağır koşullar altında sigortasız çalıştırılmakta karşılığında asgari ücret ve bazı yerlerde onun da altında bir ücret verilmektedir. Yasalarda Sekiz saatlik dinlenme, sekiz saatlik uyku gibi sürelerin olmasına rağmen, bu yasa hiçe sayılmakta, uygulanmamaktadır. Uykusunu alamayan, dinlenemeyen işçiler yolda uyuyakalmakta ve ölümlü kazalara neden olmaktadırlar. İşveren çalışanını hiçe sayıyor, ihmal ediyor. Çünkü onun için önemli olan hayatı değil, kazandıracağı paradır. İşçi ne kadar çok çalışırsa, işveren o kadar zengin oluyor, işçi de o kadar fakirleşiyor.Bu ağır koşullarda çalıştırılan işçilerin can güvenliği olmamakta uykusuzluğun dışında sağlıksız koşullarda yaşamaktadırlar. Ama fatura her zaman olduğu gibi işverene değil işçiye kesiliyor. İşveren hiçbir şekilde denetlenmemekte, cezai yaptırım uygulanmamaktadır. Hem de böyle olduğu bilinmesine rağmen…İşçinin hakkını, koşullarının iyileştirilmesi için mücadele etmesi gereken sendikalar ne yapıyor? Sadece arada sırada konuyu dile getiriyorlar. Çünkü sendikalar kamuda örgütlü sadece kamu çalışanlarının haklarını savunuyorlar, sadece kamu çalışanlarının maaşları kesintiye uğradığında seslerini yükseltiyorlar. Oysa işçiler bir iş kazasında öldüklerinde, maaşını alamadığında veya iş kazası geçirip yaralandığında seslerini yükseltmiyorlar. Yoksa özel sektörde çalışan işçiler insan değil mi? Yoksa onlar yabancı bir ülkeden geldikleri için dışlanmalı mı? Hatırlayınız Erülkü Süpermarketin reklam tabelasını düzeltmeye çalışırken tabela rüzgardan devrilmiş ve maalesef tabelanın altında kalan işçiler feci şekilde can vermişlerdi. Olay basına iş kazası diye yansımıştı. Oysa bu bir kaza değil cinayetti. İşverenin ihmalinden kaynaklanan bir cinayetti. Ne bir soruşturma ne de bir yargılama. Olay çok çabuk unutuldu. Olan işçilere ve onların yakınlarına oldu…Biliyoruz ki dünyanın neresinde olursa olsun, nereli olursa olsun emek sömürüsünün dini milliyeti yoktur. Bir işçi 10 saatten fazla ağır koşullar altında çalışıyorsa, dinlenemeden, uykusunu alamadan yola çıkıp kaza yapıyorsa bunun sorumlusu işçi değil işverendir. Kazaya sebep olan işveren tutuklanıp yargılanmalıdır. Kazalar, cinayetler kader değildir…Kamuda çalışanlar kadar özelde çalışanlarında hakları vardır. Sendikalı olmak, grev yapmak, dinlenmek bizim de hakkımız. Bize bu koşulları dayatanlara, emeğimizi sömürenlere, hakkımızı yiyenlere karşı örgütlenelim… Çünkü zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yoktur. Kazanacağımız koskoca bir dünya vardır…

SAYFA: 3

HASAN CAFER h.cafer@barikatgazetesi.com


EKİM 2010

GÜNDEM

SAYFA: 4

GÖRKEM EYLEM g.eylem@barikatgazetesi.com BİR İŞYERİNDE ÇALIŞAN İŞÇİNİN SORUNLARI

“Ben Rahatsızım..!” Eylemi.. Yıllardır sömürü ekonomisine dayalı sistemimiz gereği ülkemizde bir ahlak bozukluğu yaşanmakta ve burjuva devlet yapısının ve bunun sonucu olarak burjuva ahlak sisteminin (yada ahlaksızlığı sisteminin) getirisi olan kumarhaneler ve gece kulüpleri cenneti haline getirilişimiz ülkemizin bir gerçeğidir. 13 Eylül, Pazartesi günü saat 18:00 sıralarında Lefkoşa, Sabri Orient Kavşağı olarak bilinen bölgede buna yönelik bir eylem yapıldı. Katılım az olmasına rağmen ses getirici bir eylem oldu. Eylem sırasında “Burnumun dibindeki kölelikten ben rahatsızım, ya sen?” diyen göstericiler, “Seks kölelerine özgürlük”, “gece klupleri kapatılsın”, “köleliği normalleştirme”, “devlet bedenime dokunma” ve “devlet eliyle tecavüze son” sloganlarını attılar. Yol boyunca her beden ve yaştan kadınların eylem öncesi destek için verdikleri iç çamaşırlarını tuttular. Eylem vatandaşlar tarafından da büyük ilgi gördü. Ayrıca toplumun değişik etnik, sınıfsal vb kesiminden kadınları temsil etmek için de giydikleri değişik kostümlerle de dikkatleri üzerlerine çektiler. Biz bu “ben rahatsızım” eyleminin kapitalist sistemin getirisi olan “ahlaksızlıkların” sonuçlarına karşı bir haklı tepki olarak görüyoruz… Bu eylemde esas anlamda siyasi temelde sınıfsal bir duruş da sergilenseydi yani “kapitalizm’e vuran” bir eylem yapılsaydı belki daha da yapıcı bir eylem olabilirdi ama gene de eylemi düzenleyen arkadaşları tebrik ediyor, bu yolda kendilerine başarılar diliyor, bizlerin de bu konuda kesinlikle en az onlar kadar rahatsız olduğumuzu açıkça belirtirken bu gibi sorunların çözümünde her türlü işbirliğine girebileceğimizi de açık bir şekilde beyan ediyoruz…

Sendikaların Eylemine Faşist Ambargo.. Sendikalar platformu ülkemizdeki ne iş yaptığı belirsiz “meclis” in açılışında “eyvah meclis açılıyor” eylemi düzenlemeye kalktı. Bunun üzerine polis tüm yolları kapatıp sendikalarımızın bu demokratik hakkına resmen darbe vurdu. Yaklaşık 15 kişilik bir grup olan ve sendika başkan ve yöneticilerinden oluşan grup polis’in bu hareketine karşı şaşkınlık içinde kaldı… Bunun üzerine “Eyvah Meclis Yeniden Açılıyor” pankartını asmaktan maalesef vazgeçen sendikacılarımız 1 saat meclis’in karşısındaki bir kafeteryada oyalandıktan sonra sendikalarına döndüler… Bizlere göre bu eylem karar olarak doğru bir eylemdi.. Ama sorumuz şu ? Neden bu eylemi kitlesel bir hale getirmek için sendikalarımız yeterli çağrıyı yapmadı ? Neden polis’in bu dayatmasına karşı pankartı öyle veya böyle asmadı ? Bu bir haktır.. Kullanılmalıydı.. Kullandırtmadılar..! Bu gibi dayatmalara boyun eğmemeyi artık toplum olarak öğrenmeliyiz… Aksi takdirde “parayı veren düdüğü çalar” sistemi, patron ağa devleti istediği gibi asıp istediği gibi kesmeye devam edecek..! Bu eylemlerin kitleselleşmiş olanı ile tekrardan meydanlarda olmak dileği ile; olayların takipçiliğini yapmaya devam edeceğiz…

Kapitalizmin henüz gelişmediği ülkemizde küresel markaların açmış olduğu alışveriş mağazaları ışıltılı halleriyle hepimizi cezb eder . Satılan ürünlerin çeşitliği ve çokluğu karşısında hayrete düşer, neredeyse hepsine sahip olup azgınca tüketmek isteriz. Hem paramızı hiç düşünmeden harcamış oluruz, hem de arkadaş çevremizle, ailemizle vs rekabete gireriz. Bizim satın aldığımız şeyleri kıskanıp daha fazlasını,daha güzelini almak ister.Alınca ya beğenip iltifat ederiz, ya da hiç beğenmediğimizi söyleyip kavga etmeye başlarız… Oysa o ürünü satın alırken düşünmüyoruz. Bu ürünleri imal eden fabrikada çalışan işçiler neler çekmiştir? Günde kaç saat çalışmışlar, ne kadar emek harcamışlardır? Patronlarına beğendirene kadar kaç defa düzeltmişler, değiştirmişlerdir? Patronları beğendiyse onları ödüllendirmiş midir? İşçilerin emeklerinin karşılığını vermiş midir? Verdiyse nasıl vermiştir? Maaşlarına zam yapmış mıdır? Haklarını vermiş midir? Çalışan işçiler sendikalımıdır? İşçiler Sendikalıysa nasıl davranmaktadır? İşçiler grev yaptıklarında tavrı ne olmaktadır Gibi uzadıkça uzayan sorular… Peki bir şey daha aklımıza geliyor mu? Bu mağazalarda çalışan işçiler müşterilere hizmet etmek için neler yapıyorlar? Bu yazımda böyle bir işyerinde çalışan bir işçinin sorunlarından bahsedeceğim. Bu yazıyı okuduktan sonra oturup iyice düşünmemiz gerekecek. Çünkü korkunç bir emek sömürüsü yapılmakta ve bu mağazanın patronu astığı astık, kestiği kestik davranmakta, kimseyi dinlememektedir… Bu mağazada çalışan işçiler günde dokuz saatten fazla çalışmaktadır. Üstelik dinlenme saatleri bile yok, on dakika yemek molaları var, sigara içen işçilere dışarı çıkıp sigara içmelerine bile izin vermiyorlar. Cep telefonu kullanamıyorlar. Hastalık izinleri bile yok. Patronunun gözü önünde düşüp bayılması gerekiyor. Ancak böyle yaptığı zaman hasta olduğuna inandırabiliyor. Bayram izinleri sadece bir gün. Senelik izinlerini bir yıl çalıştıktan sonra kullanmaya başlıyorlar. Asgari ücretle çalışmaktadırlar. Mağaza sorumlusu bile asgari ücretle çalışmaktadır. Patronun maaşlara zam yapabilmesi işçinin o mağazada uzun yıllar çalışmış olması gerekiyor. Yaptığı zam ise sadece %1 oranında. Yani maaşı 1.000 TL ise sadece sıfır rakamının önüne bir rakamı ekleniyor ve 1.100 TL oluyor. Mağazada müşteri olmadığı zamanlarda ise saatlerce ayakta durmak zorunda kalıyorlar. Oturmak için bile izin alamıyorlar. Bir dk bile otursalar işten kaytarmış olacaklar ve maaşlarından kesilecek… Sigortalarının yatırılıp yatırılmadığını bilmiyoruz. İşçi arkadaş korktuğundan olsa gerek söylemek istemedi. Bende onun bu korkusuna hak vererek ısrar etmedim.Bütün bunlara itiraz etmeye başladığında hemen kapı önüne konuyor. Hem de işten durdurulduğu kendisine bildirilmeden.İşten durdurulduğunu ertesi gün işe gittiğinde öğreniyor… Patronu Sosyal Sigortalar Dairesine bile şikayet edemiyorlar. Şikayet ettiklerinde hemen patrona telefon ediliyor ve patron gerekli önlemlerini alıp denetlenmekten kurtuluyor. İşçiler kaderlerine terk edilmiş durumda. Kimsenin ilgilenmediği, kenarda bırakılmış işçiler… İşçilerin sorunlarını ülke sorunlarından ayrı düşünemeyeceğimiz için yok sayamayız. Biz bunları hak etmiyoruz. Böyle bir yaşamı bize reva görenler lüks villalarda, lüks arabalarda dolaşırlarken, çocuklarını yurtdışında en pahalı okullarda okuturken, lüks lokantalarda yemek yiyip sürekli harcarken, işçiler ertesi gün ne yiyeceğini, çocuğuna ne alacağını düşünmektedir. Çocuğunun okul masrafını çıkarabilmek için yukarıda da bahsettiğim gibi kötü koşullarda saatlerce asgari ücretle çalışmak zorundadır. Üstelik hiç istemediği halde… Oysa bu böyle gitmez. Sömürü devam etmez… Gün gelecek, devran dönecek… Bu gün sefa sürenler, yarın hesap verecekler…


EKİM 2010

GÜNDEM

SAYFA: 5

a.yalcinay@barikatgazetesi.com Neo-Marksizm ve Ulusal Sorun…

DRUTSAS ŞAH'A KALKTI Geçtiğimiz ay Hristofyas’a bir ziyaret düzenleyen Yunanistan’ın yeni Dışişleri Bakanı Dimitris Drutsas Türkiye’ye “askerini çek” çağrısı yaptı… Hristofyas ile yaptığı karşılıklı bu görüşmede Drutsas Hristofyas’a tam destek verirken, “Kıbrıs sorunu bir işgal konusudur. Bunu unutmuyoruz. Bunu her şekli ile vurguluyoruz. Türkiye’yi, yükümlülüğü de olan Maraş’ın yasal sakinlerine iade edilmesi önerilerine olumlu yanıt vermeye çağırıyorum.” dedi. Drutsas ayrıca “BM ve AB çatısı altında çözümün önemli olduğunu ve bunun da aslında Kıbrıs’ın Yunanistan’la beraber olduğu sürece ancak hedeflerini ortak yerine getirebileceğini vurguladı. Aslında Drutsas birleşik bir Kıbrıs’ı güya desteklediğini ve AB ye katılan ve BM üyesi olan Kıbrıs’ın Yunanistan ile beraber tek yumruk olacağını söyledi… Durum bu kadar da değildir..! AB konjektöründe BM üyesi Kıbrıs Almanya,İngiltere,Fransa gibi büyük emperyalist güçlerin de kontrolü ile yürümek zorundadır. Drutsas’ın yaptığı bu “Türkiye’nin ordularını çekmesi” çağrısı ise sadece lafazanlıktan ibarettir. Çünkü zaten NATO askerleri olarak Türk ve Yunan orduları tamamen ayni ordulardır… Yani Drutsas sadece buraya gelip “Kıbrıs halklarının Türk ordsusuna karşı olan kinini” çok iyi bildiğinden dolayı, halka iyi görünmek için ufak tefek buna benzer demeçler vermiştir.. İşin gerçeği budur… Bunun yanında Simerini gazetesi ise Aymarina (Gürpınar) köyünde Türkiye’den buraya gelip askerlik yapanlar için “Kamboçya” diye bilinen TSK askeri bölüğünün çekileceği açıklandı… Umarız bu haber gerçektir.. Simerini gazetesi bu haberi nereden kaynak almış bilmiyoruz ama yakında bu güzel haber gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini hep beraber göreceğiz… Sonuç olarak ülkemiz toprakları üzerinde emperyalist amaçlarla kendi bayrağını ülkemize diken, kendi “atalarını” bizlere; bizlerin “önderi” gibi yutturmaya çalışan, kendi para birimini bizlerin “parasıymış” gibi bizlere kullandıran, bizlere ekonomik askeri ve siyasi her türlü baskısını bize dayatan tüm ülkeler elbette ki işgalcidir.. Bunu kundaktaki bebek bile bilir… Sorun bunlara karşı nasıl mücadele edilmesi sorunudur… Ya toplumsal anlamda sınıfsal temelde siyasetimizi eylemlerle birleştirip ada halkları olarak dünyadaki emek örgütlerinin desteği ile de örgütleneceğiz, yada Drutsas’ın veya adanın kuzeyindeki veya güneyindeki “sözde” solcu geçinenlerin yalanları ile avunmaya ve uyutulmaya devam edeceğiz…! TEK YOL DEVRİM…

Kıbrıs Komünist Partisi Belgeleri Gün Işığına Çıkıyor Yıllardır yoldaşlarımız tarafından yapılan araştırmalar sonucu partimizin belgeleri derlemeler halinde gün yüzüne çıkartılıyor. Yaklaşık 6 senedir süren bu araştırmaların toplamında elde ettiğimiz belgeler, eski dönemlerde mücadele içinde olan Kıbrıslı Rum yoldaşlarımız ve birçok kaynaktan faydalanarak ve tercüme ederek gerçekleştirdiğimiz bu çalışma Kıbrıs ve Dünya devrim tarihine ışık tutacaktır. Bizim mirasını aldığımız tarihimiz ANCAK VE ANCAK BİLİP ARAŞTIRDIKTAN SONRA öğrendiğimiz parti tarihimiz olabilir. Bilmeden, araştırmadan, araştırmaktan kaçarak, elini kolunu sallaya sallaya "ben Kıbrıs Komünist Partisi'nin mirasını alıyorum" demek çok kolaydır. Barikat Gazetesi olarak bizim böyle "partimiz ismini hoyratça kullanarak" devrimci politika üretmemiz elbette ki beklenemez. Bunu ancak revizyonistler ve PARTİMİZ İSMİ üzerinden siyasi rant elde etmek isteyenler yapabilir. Bunları teşhir etmek Kıbrıs adası üzerinde devrim mücadelesi veren her komünist'in görevidir. Biz doğru bildiğimiz yolda her zamanki gibi yürümeye devam edeceğiz...

Merhaba.. Hem ülke hemde dünya koşullarında ulusal sorunların çözüm şekilleri burjuva emperyalist dünya düzeninde nasıl çözülüyor (yada çözülemiyor) herkes tarafından görülmektedir.. Bunun üzerine son dönemlerde kendine “Neo-Marksist” diyen liberalizm temelli kendilerine “sol görüşlü” diyen vatandaşlar ortaya çıkıp bazı fikirler koymaya kalkıştılar… Bunun en büyük örneklerinden biri Türkiye’de taraf gazetesindeki Ahmet Altan’dır… Zaten referandumda “evet” demesi de bunun bir nebze kanıtıdır…Neler düşünüyor bu kesimden “yoldaşlarımız..!” Herşeyden önce çürütmeye onların ideolojisinden bakarak başlayalım…Özel olarak Neo-Marksist’ler, Karl Marx ve fikirlerini “günümüz koşullarında da geçerlidir” deyip de daha sonra bir “ama” ekleyerek cümlenin gerisinden “bunu çağımıza göre yanıt veren bir çizgiye getirmek” gerekir fikrini savunurlar… Burada Marksizm’e açık açık “çağdaş değildir artık sizin bildiğiniz Marksizm” demekten kaçınırlar..! Bunun külliyen bir yalan olduğunu kabullenemezler be kendilerine göre bir uyarlama yaparlar. Marksizm’in her çağa uygun güncel bir bilim olduğunu, diyalektik materyalizm’e göbekten bağlı bir bilim olduğunu içten içe red ederler… Emperyalizmin ve kapitalizmin değişime uğradığını söylerler. (Doğrudur farklı bir maske takabilir emperyalizm) Ama bu değişimin “karakteristik ve ideolojik” olduğunu iddia ederler..! Örneğin Neo-Marksist kesimler AB ye genelde sıkı bir muhalefet etmezler… ABD ye karşı da sözde bir muhalefet uygularlar (ayıp olmasın diye); bunun sebebi “makyajlanmış emperyalizmin” onlara tatlı gelmesidir.. Güya emperyalizm sorunlarını savaş ile çözmekten vazgeçmiş gibi..! Veya kapitalizm’in temelinde artık “maksimum kar hedefi değil de insanlık varmış gibi” Kısacası Neo-Marksist dediğimiz “yenilikçi” olduğunu iddia eden bu “kardeşler” Marksizm’i katletmekten başka bir halt ile uğraşmazlar… Ülkemizde de bunun birçok örneği vardır… Hatta bunlar genelde birey veya örgüt bazında şunu da demekten çekinmezler: “Biz geçmişte şu şu şu devrimci hareketlerde bulunduk, onu yaptık bunu yaptık, şöyle astık, böyle kestik..!” derler.. Peki şimdi ne yapıyorsun sorusuna da şu şekilde cevap verirler: “Şimdi zaman değişti mücadelemiz da değişti, önce bir bakalım ne olacak durum ondan sonra ideolojimizin kavgasını veririz..!” derler ve soytarılığın en büyüğünü gösterirler… Ulusal sorun konusunda buna örnek olarak AKEL’i incelersek eğer; söyledikleri şey genelde şudur: “AB politikalarımız tamamen taktikidir..! Önce bu adanın birleşmesi için AB temelinde bir birleşmeye gidilmelidir, hedefimiz sosyalizm hatta komünizmdir..!!!!!!” derler… Doğrudur..! Zaten siz ve biz bilmeyiz işin gerçeğini…! AKEL bilir…!!!! AB zaten kapitalist-burjuva bir birlik değil ki..! Adamlar sosyalizmi kuracaklar..! Marksist ya arkadaşlar…! Biz ne biliriz..!!!! Kısacası ulusal-sorunlarda bile liberal politikalar üretirler.. (Gerçi AKEL artık neo-Marksist bile değil tamamen burjuva bir parti konumundadır, neo-Marksist çizgisinden bile uzaklaşmıştır) Yada kimilerinin değimi ile “liberal-sol yada liberal-demokrat” Artık ne kadar sol veya ne kadar demokrat ona siz karar verin..! Ülkemizde de dünyamızda da Neo-Marksist kesimler en az troçkist,anarşist,Maocu ve Enver hocacı fikirler kadar hatta bu yoldaşlarınkinden daha fazla bir şekilde Marksizm’e zarar verirler… Ama bunları dışlamamalı..! Politikalar üretilmeli..! Her süreçte sorgulamalı ve sorgulatmalı…! Onlar da bilirler elbet “kan kardeşi” olmadığımızı… Bilmemiz gerekir ki ortak hedef burjuvazi..! Bilmemiz gerekir ki ortak Hedef emperyalizm..! Bilmemiz gerekir ki ortak Hedef faşizm..!

Bu hedeflere doğru herkesle “yapılabilecek oranda” işbirliğine tam gaz devam edilmeli ve edeceğiz.. Zaman güç toplama ve yara sarma zamanıdır… Ne devrim sonrası hesaplaşma süreci nede biribirimize karşı savaşma süreci..! Ben Neo-Marksist kesimlerin sorgulanması ve uygun politikalarla hiç yoktan 1-2 iş yaptırılabilinirse yaptırılması taraftarıyım..! Bu da teşhir ve sorgulama ile olabilir ancak..! Top tüfek onlara savaş açarak değil… Bunun da zamanı gelir elbet… Ama şimdi değil… Şimdi iş zamanı..! Haydi kendi alternatifini koyarak kendi farkını koyarak işbirliğine..!


EKİM 2010

TEORİ-PRATİK

Sovyet-Alman Saldırmazlık Paktı Üzerine Yalanlar ve Gerçekler ( 1. Sayı'nın devamı )

SAYFA: 6

Münih anlaşması ABD, Britanya ve Fransa’nın da olduğu bazı ülkeler tarafından öfke ile karşılandı. Oysa SSCB Çekoslavakya’nın bağımsızlığını ve ulusal haklarını sonuna kadar savundu. Oysa İngiltere ve Fransa emperyalistleri kamuoyu önünde kendilerini haklı çıkarabilmek için bilerek yalan söylediler. SSCB’nin Çekoslavakya ile yaptığı anlaşmanın yükümlülüklerini yerine getirip getirmeyeceği konusunda kuşkuları olduğunu açıkladılar. Ama SSCB Fransa’nın Çekoslavakya’yı korumak amacıyla anlaşma koşulları ile uyum içinde Almanya’ya karşı müdahale edeceğini açıkladı. Fakat Fransa hükümeti yükümlülüklerini yerine getirmeyi red etti. SSCB hükümeti hemen Çekoslavakya’nın desteklenmesi ve barışın korunması amacı ile Uluslar arası bir konferans toplanmasını önerdi. Fakat emperyalist ülkeler Çekoslavakya’nın işgal edilmesi planını adım adım uygulamaya koydular. SSCB bunu sezip 18 Mart tarihinde bir nota verdi. Bu nota’da Çekoslavakya’nın işgali planının dünya barışını tehlikeye soktuğunu ; orta Avrupa’da politik istikrarı zedelediğini, halkların güvenliğini tehlikeye attığını vurguladı. Ama iş, Çekoslovakya'nın Hitler'e terkedilmesiyle kalmadı, İngiltere ve Fransa Hükümetleri, yarış edercesine, Hitler Almanya'sı ile kapsamlı politik anlaşmalar imzaladılar. 30 Eylül 1938'de Chamberlain ve Hitler, Münih’te bir İngiltere-Almanya deklarasyonu imzaladılar.

Deklarasyonda İngiltere ve Almanya’nın askeri ve politik işbirliği öngörülüyordu. Bu ayni zamanda bir saldırmazlık deklarasyonuydu. Hemen arkasından 6 Aralık 1938 tarihinde ayni nitelikleri taşıyan Alman-Fransız deklarasyonu imzalandı. Bu da yine ayni şekilde bir saldırmazlık deklarasyonuydu. Ortak politika SSCB’yi hedef alarak komünizmi yok etmek ve emperyalistlerin kendi aralarında dünyayı paylaşma politikasıydı. Böylelikle komünizm barındırmayan yepyeni tektip bir dünya düzeni oluşturulmuş olacaktı. SOVYETLER BİRLİĞİ'NİN TECRİT EDİLMESİ SOVYET-ALMAN SALDIRMAZLIK ANTLAŞMASI Çekoslavakya’nın işgalinden sonra Nazi Almanyası açıkça savaş hazırlıkları yapmaya başladı. Hitler artık gerçek yüzünü göstermişti. Peki bu dönemde Hitleri cesaretlendiren İngiltere ve Fransa’nın politikaları nasıldı ? Ve daha da önemlisi SSCB’nin politikası nasıldı ? Gerçek şudur ki İngiltere ve Fransa savaşın kapıda beklediği 1939 ilkbahar ve yazında daha önceki politik çizgilerine sımsıkı sarılmışlardır. Bu politikaları Nazi Almanya’sının SSCB’ye karşı kışkırtılmasından oluşuyordu. Bu politika kandırma amaçlı SSCB ile işbirliğine hazır olma gibi boş laflarla değil, ayni zamanda izledikleri politik çizgiyi dünya kamuoyundan gizlemekti. Emperyalist güçler bunu ustaca yapıyorlardı. Bir yandan Hitler Almanyasını SSCB’ye karşı kışkırtırken diğer yandan kamuoyunda bu görüşmelerin amacının Hitler saldırısının daha fazla yayılmasını önlemek için ciddi bir çaba olduğunu göstermeye çalışıyorlardı. « İftiracılar ve tarih çarpıtıcıları, bu belgeler savaş öncesinin son aylarındaki durumu projektörle aydınlattığından, bunları gizli tutmaya çalışıyorlar. Bu durumun gerçek bir değerlendirmesini yapmadan, savaşın ön tarihini gerçekte olduğu gibi kavramak mümkün değildir." İngiltere ve Fransa, Sovyetler Birliği ile görüşmeleri başlattıklarında ve Polonya, Romanya ve diğer bazı devletlere güvence verdiklerinde, ABD'nin yönetici çevrelerinin desteğiyle Hitler Almanya'sının saldırısını Doğu'ya, Sovyetler Birliği'ne yöneltmeyi amaçlayan bir anlaşmaya dayanan ikili bir oyun oynuyorlardı.”Emperyalist güçlerin bu canavarca politikasına rağmen SSCB son ana kadar savaşı durdurmak için elinden geleni yaptı. Buna rağmen SSCB hiçbir zaman görüşme masasından kaçmadı. Amacı her zaman dünya barışını korumak oldu. Hemde bu politikaları emperyalist güçlere karşı yaparken, emperyalizmin SSCB için ne vahşi planlar yaptığını bile bile bu devrimci politikaları savundu. “İngiltere ve Fransa'nın iktidar sahipleri, bu manevrayı başarabilselerdi, ana hedefleri olan Almanya ile Sovyetler Birliği'ni mümkün olduğunca kısa zamanda çatıştırmayı gerçekleştirmeye önemli ölçüde yaklaşmış olacaklardı. Ama Sovyet Hükümeti bu niyeti anladı. Görüşmelerin bütün aşamalarında, Batılı güçlerin diplomatik hilelerinin ve entrikalarının karşısına, yalnızca bir tek amaca, Avrupa'da barışın sağlanması amacına hizmet edecek olan açık ve berrak önerilerini koydu.” V.M. Molotov 31 Mayıs 1939 tarihli SSCB Yüce Sovyeti’nin 3. Açık oturumunda İngiliz-Fransız önerilerinin karşılıklı ve eşit yükümlülük temel ilkesinden eser taşımadıklarını herkes için eşit haklara dayanan sözleşmelerin zorunluluk olduğunu vurguladı. Özetle şunları söyledi:


EKİM 2010

TEORİ-PRATİK

“Kendi aralarında ve Polonya ile karşılıklı yardımlaşma üzerine paktlarla saldırganların doğrudan saldırısına karşı kendilerine güvenceler sağlayan ve saldırganların Polonya ve Romanya'ya saldırısı halinde Sovyetler Birliği'nin yardımını garantilemeye çalışan İngilizler ve Fransızlar», dedi V. M. Molotov, (SSCB'nin, kendi açısından, saldırganların doğrudan Sovyetler Birliği'ne saldırısı halinde bu ülkelerin yardımına güvenip güvenemeyeceği sorusunu açık bıraktıkları gibi; Sovyetler Birliği' ne komşu olan, Sovyetler Birliği'nin kuzey-batısına düşen küçük devletlere güvence vermeye —eğer bunlar saldırganların saldırısı karşısında tarafsızlıklarını koruyabilecek durumda olmazlarsa— katılmaya hazır olup olamadıkları sorusunu da açık bıraktılar. Böylece Sovyetler Birliği için dezavantajlı bir durum ortaya çıktı.” İngiltere ve Fransa temsilcileri doğrudan bir saldırı durumunda, İngiltere, Fransa ve SSCB'nin 'karşılıklı yardımlaşma ilkesi ile karşılıklılık konusunda aynı fikirde olduklarını ifade ettilerse de, bu öneriyi geçersiz kılan sakıncalar eklediler. Bunlardan yola çıkan V.M.Molotov, SSCB'nin kuzey-batı sınırındaki ülkelere aynı güvenceler verilmezse hiçbir yükümlülük üstlenemeyeceğini açıkladı. İlk andan itibaren İngiltere'nin yönetici çevreleri Sovyetleri belli yükümlülüklere bağlama, kendilerini dışta tutma çabaları ortaya çıktı. Bu yöntem tüm görüşmeler boyunca kullanıldı. Saldırıya karşı mücadele etmek için somut önlemler temelinde bir konferans toplamak yerine İngiltere 21 Mart 1939'da SSCB'ye herhangi bir Avrupa devletinin bağımsızlığının tehlikeye düşmesi halinde ortak bir direniş göstermek için hangi adımların atılabileceğine dair birbirlerine danışmakla yükümlü oldukları bir deklerasyon imzalamalarını önerdi. Yani kendi önerilerinin kabul edilebilirliğini kanıtlamaya çalıştı. Ama Sovyet hükümeti böyle bir deklerasyonun bile saldırganın durdurulmasında bir ilerleme sağlayacağı görüşündeydi ve İngiliz önerisiyle hemfikir olduğunu açıkladı. Ama Moskova'daki Britanya büyükelçisi 1 Nisan 1939'da böyle bir deklerasyonun söz konusu olmadığını açıkladı. Ama Sovyet hükümeti, Hitler saldırısına karşı diğer güçlerle mücadele etmek için hiçbir fırsatı kaçırmak istemiyordu.Hiç vakit kaybetmeden İngiliz hükümetine karşı öneri götürdü. 1) Sovyetler Birliği, İngiltere v Fransa'ya karşı saldırıya girişildiğinde askeri yardım dahil olmak üzere birbirilerini her türlü yardımı yapmakla yükümlüdürler. 2) SSCB İngiltere ve Fransa Baltık Denizi ile Karadeniz arasında yer alan Sovyetler Birliği ile sınırları olan Doğu Avrupa ülkelerine herhangi bir saldırıya girişildiğinde askeri yardım dahil olmak üzere birbirlerini her türlü yardımı yapmakla yükümlü kılmalıdırlar.

SAYFA: 7

3) SSCB, İngiltere ve Fransa her iki halde bu devletlere verilecek askeri yardımın boyutlarını en kısa zamanda saptamakla yükümlüdürler. Bunlar Sovyet önerilerinin en önemli noktalarıydı. Görüldüğü gibi Sovyetler Birliği saldırıya karşı her zaman ortak hareket etmek istemiştir. İngiliz hükümeti bu önerilere yanıt vermekte geç kaldı ve verdiği yanıtta karşı öneri sundu. Bu öneriye göre “Sovyet Hükümetine yeniden Büyük Britanya ve Fransa'ya(Belçika, Polonya, Romanya, Yunanistan ve Türkiye'ye karşı) bu yükümlülüğün yerine getirilmesinden doğan düşmanlıkla halinde, Sovyet Hükümeti'nin yardımını, temenni edildiğinde, derhal hazır olduğu ve olası kararlaştırılacak koşullar altında sağlanacağı yükümlülüğünü üstleneceği şeklinde tek yanlı bir açıklama yapması önerildi. Böylece İngiltere Sovyetleri bağımsız bir devlet için çekilmez ve kabul edilemez olan mağdur bir duruma sokmak istiyordu. Bu önerinin Berlin için yapıldığını anlamak hiçte zor değil. Almanya saldırı için açıkça cesaretlendiriliyor ve Alman saldırısının Baltık üzerinden gerçekleşmesi koşuluyla İngiltere ve Fransa'nın tarafsız kalacakları mesajı veriliyordu. Bununla beraber Batılı devletler, Sovyetleri ile görüşmeleri uzattıkça uzattılar ve öze ilişkin sorunlar sayısız önergenin içinde kayboldu. Gerçek bir yükümlülük söz konusu olduğunda, batılı devletlerin temsilcileri neyin söz konusu olduğunu kavramadıkları imajını veriyorlardı. Mayıs 1939'da İngiltere ve Fransa önceki önerilerini biraz daha esneten ama Sovyetler Birliği için hayati derecede önemli olan Sovyetlerin kuzey-batı sınırındaki üç Baltık Cumhuriyeti için güvence sorununu açık bırakan yeni öneriler yaptılar. Böylece İngiltere ve Fransa'nın iktidarları çizgilerini sürdürmeye devam ettiler ve önerilerine Sovyetler için kabul edilemez sakıncalar eklediler. Bu Sovyetlerin Avrupa'daki bir saldırıya karşı etkin karşılıklı yardımlaşma için gösterdiği çabayı boşa çıkarmaydı. Görüşmelerin uzamasının, sürüncemede kalmasının nedenlerini Londra “Times” gazetesi ağzından kaçırdı. “Rusya ile hızlı ve kararlı bir şekilde kurulacak bir ittifak diğer görüşmeler için engelleyici olabilir” Ayrıca Hitler'in “Wehrmacht'ının Prag'a gittiği gün Federation Of British İndustries'in delegasyonu Düsseldorf'ta Almanya büyük sanayi ile geniş çapta bir anlaşma imzalanması için görüşmeler yürütüyordu. Bu esnada İngiliz hükümeti tarafından görüşmeler için SSCB'ye gönderilen Sir William Strang'ın anlaşma imzalamaya yetkisi olmadığı ortaya çıktı.

Ama Sovyetler Birliğinin çabası sonuç verdi. İngiltere ve Fransa hükümetleri, Moskova’ya askeri misyonlar göndermeye hazır olduklarını açıkladılar. Ama bu misyonların Moskova yolunda çok zaman harcamaları ve Moskova’ya vardıkları anlaşma imzalama yetkilerinin olmadığı ortaya çıkması askeri görüşmelerin politik görüşmeler gibi sonuçsuz kalmasına neden oldu.Böylece Batılı devletlerin askeri misyonları karşılıklı yardımlaşmanın yolları ve araçları üzerine konuşmaya istekli olmadıklarını belli ettiler. Batılı devletlerin yöneticileri Moskovadaki görüşmeleri kendi kamuoylarına güvende oldukları şeklinde duyururken yalan söylüyorlar ve dünyayı savaşa sürüklüyorlardı. Öte yandan İngiltere Hitler ile gizli görüşmeler yürütüyordu. İngiltere Dış İşleri bakanı Halifax’ın Almanya’ya yönelttiği talepler kuşkuya yer bırakmayacak kadar açıktı. Halifax dünyada endişe yaratan tüm sorunlar üzerine Almanya ile anlaşmaya hazır olduğunu bildirdi ve bazı taleplerde bulundu. Bu talepler arasında sömürgeler sorunu, hammaddeler, ticari kısıtlamalar sorunu ve silahların kısıtlanması yer alıyordu. İngiltere Haziran 1939’da Wohlat’ın temsil ettiği Almanya ile gizli görüşmelere başladı. İngiliz deniz aşırı ticaret bakanı Hudson ve Chamberlain’in en yakın danışmanı G.Wilson onunla görüşmelerde bulundular. Hudson ve Wilson Wohlat’a ve sonra Alman büyükelçisi Dirksen’e dünyadaki tüm etki alanlarının paylaşılması ve ortak pazarlar üzerinde rekabet etme olasılığını kaldıran geniş çaplı bir anlaşma için gizli görüşmeler önerisi yaptılar. Dirksen 21 Temmuz 1939 tarihli Alman Dış İşleri Bakanlığına Wohlat ve Wilson la görüşülen konuların politik, askeri ve ekonomik ilkeleri kapsadığını bildirdi. Politik sorunlar arasında, saldırmazlık paktıyla, İngiltere ve Almanya’nın etki alanlarını belirleyen bir karışmazlık paktına özel bir dikkatle önem verildi. Bu paktların imzalanması ile Büyük Britanya temsilcileri hükümetlerinin Polonya’ya verdikleri güvenceleri geri çekeceğine söz verdiler. İngiliz-Alman anlaşması imzalanırsa bu sorunun çözümüne müdahale etmeyeceklerine dair kendilerini yükümlü kılmak istediler. Wilson İngiltere-Almanya arasında sözü edilen paktlar imzalandığında güvence politikasını resmen son verileceğini onayladı. Yani İngiltere Polonya’nın Hitler tarafından parçalanmasına hazırdı. Tüm bunlardan sonra Sovyetler Birliği ya kendini korumak amacıyla, Almanya tarafından önerilen saldırmazlık anlaşmasının imzalanması önerisini kabul etme ve böylece Sovyet devleti tarafından güçlerini olası bir saldırıya karşı daha iyi hazırlamak için kullanılacak barışı Sovyetler Birliği açısından belli bir dönem güvence altına alma; ya da Almanya tarafından önerilen önerilen saldırmazlık anlaşmasını reddetme ve böylece SSCB’nin tamamen tecrit olacağı kendisinin aleyhine olan bir durumda Almanya ile silahlı bir çatışmayı kışkırtmaları amacıyla Batılı güçler kampındaki provakatörlere olanak sağlama. Böyle bir durumda Sovyet hükümeti seçimini yapmak ve Almanya ile saldırmazlık anlaşması imzalamak zorundaydı. Bu seçim o zaman Sovyet dış politikasının akıllıca bir adımıydı. Sovyet hükümetinin bu adımı İkinci Dünya Savaşının Sovyetler Birliği ve bütün dünya halkları için başarılı bir şekilde bitmesini sağladı.


EKİM 2010

İŞÇİ-SENDİKA

SAYFA: 8

DEV-İŞ GENEL BAŞKANI MEHMET SEYİS İLE RÖPORTAJ Gazetemizin bu sayısında DEV-İŞ Genel Başkanı Mehmet Seyis ile çeşitli konular üzerine sohbet tadında bir röportaj yaptık. Sayın Mehmet Seyis bizlere verdiği bilgilerde hem tarihten örnekler verdi; hemde DEV-İŞ ile ilgili birçok konuda açıklamalarda bulundu. İlgi ile okuyacağınızı umuyoruz... BARİKAT: DEV-İŞ'in Kıbrıstaki işçi sınıfının özgürleşmesi mücadelesindeki konumu nedir? Ne gibi politikalar üretmektedir? Sosyalizm yolunda verilen kavgada hangi rolü üstlenmiştir? M. SEYİS: Tabi, DEV-İŞ kurulduğu tarihte sınıf ve kitle sendikacılığı temelinde kuruldu ve ağırlıklı olarak da bu güne kadarki mücadelesinde sol tabanlı bir sendika, emek eksenli bir sendika olarak işçilerdeki bilinçlenme sürecinde pratikte iş yerlerinden başladı ve devam etti. Bu çerçevede de, gelişen süreçteki yeni liberal politikalara da net bir tavır sergileyebilecek bir yapıya sahip oldu. Her sendikada olduğu gibi DEV-İŞ'te farklı görüşlerde işçi barındırmaktadır. Ancak biz bunlara siyasi partilerle değil de temel siyaset olan emek- sermaye çelişkisi üstünde eğitim veriyoruz. BARİKAT: Somut olarak DEV-İŞ neler yapmaktadır? Eğitim haricinde elle tutulur bir hareketi var mıdır DEV-İŞ'in? Mücadeleye Başka nasıl katkı koymaktadır? M. SEYİS: DEV-İŞ, ülkede devrim yapacak kadar büyük ve güçlü bir yapıya sahip değildir. Elinden geldiğince bu somut koşullarda kendi mücadelesini vermektedir. 1985 – 1986 arasında bize dayatılan paket, Kıbrıslı Türkleri büyük oranda üretimden koparmış ve bizdeki üretim şekilleri ve insanların da, dünyanın dışında olmanın verdiği bir olgu olsa gerek, sık sık işsiz kalabilme olguları belli engeller teşkil etmiştir. Bu yüzden DEV-İŞ bu şartlarda yalnızca elinden geleni yapabilecek durumdadır. BARİKAT: DEV-İŞ'in diğer sendikalarla olan ilişkileri nasıldır? Şimdiye kadar geldiği noktalarda özeleştiri yapmasını gerektirecek gelişmeler yaşanmış mıdır? Ortak işbirliği konusunda ne gibi çalışmaları vardır? M. SEYİS: Özellikle kitlesi olan büyük örgütlerle DEV-İŞ sürekli toplantılar ve birlikte bazı çalışmalar yapıyor. Zaman zaman çelişkilerimiz de oluyor ama esas olan çalışanların ortak çıkarları konusunda birleşip belli mücadelelere birlikte giriyoruz. Kıbrıs sorunda birçok örgütle birlikte hareket ediyoruz, uluslararası alanda Türkiye'de DİSK'le, yine TÜRK-İŞ'e bağlı PETROL-İŞ sendikası ile ve DİSK'e bağlı BİRLEŞİK METAL-İŞ ile önemli ilişkilerimiz vardır. Bunun yanında Dünya Sendikalar Federasyonunun üyesiyiz. BARİKAT: Dünya Sendikalar Federasyonu üyesi başka sendikalar da var mı? M. SEYİS: Geçtiğimiz yıla kadar sadece DEV-İŞ idi ama şimdi KTÖS, KTOEÖS KTAMS ve BES gibi sendikalar da üyedir. DEV-İŞ aynı zamanda Güney Doğu Avrupa Enerji Sendikaları Birliği'ne de üyedir. BARİKAT: Dev-İş'in izlediği yolda yaptığı hatalar oldu mu? Olduysa özeleştiri yapabilir mi? M. SEYİS: Mutlaka ki Dev-İş'in önümüzdeki dönemde yapması gereken ve geçmişten de ağır kaldığımız yenilenme ve kadro eğitiminde yeterli olmayabiliriz. Daha ileri bir noktada olmamız gerek. BARİKAT: Bundan sorası için bu yöndeki eksiklikleri kapatmaya yönelik ne yapılabilir? M. SEYİS: Eğitim çalışmalarımızı hızlandıracağız ve daha çok istihdama gideceğiz çünkü bizim çalışanların kamudan ödenme durumu yoktur, bu işi profesyonel olarak yapmakta olduğumuz için kendi olanaklarımız çerçevesinde bu da bir sıkıntıdır ama yetişmeye çalışacağız.

BARİKAT: CTP ile AKEL ilişkisi PEO ile dev iş ilişkisini çağrıştırmakta ve basına bu şekilde yansıtılmaktadır. Bunun için ne söyleyeceksiniz? DEV-İŞ in PEO ile olan ilişkisinde CTP ile AKEL'in yakın ilişkisinin bir bağlantısı var mı? M. SEYİS: DEV-İŞ bir dönem bir partinin güdümünde geçmişte gidişi olmuşsa bile şu andaki pozisyonu uzun zamandan beri net benim bilebileceğim herhangi bir parti ile göbek bağı içinde değildir. Bunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Sanırım bütün partiler hükümete geldi bizim memlekette ve hepsinin de hükümetinde DEV-İŞ kendi duruşunu ortaya koymuştur. PEO ile bağlantımız doğrudan doğruya sınıfsal temeldedir PEO bir işçi sendikasıdır ve tamamen sol bir işçi sendikasıdır ve güneyde bizim yoldaşımızdır bir noktada. PEO ile olan sıkı işbirliğimiz bundan dolayıdır. BARİKAT: Kuruluşundan beri mi vardı, yoksa sonradan mı bu dostluk oluştu? M. SEYİS: DEV-İŞ 1976'da kuruldu 1977'de daha kapılar kapalı iken yurt dışında bir yandan DİSK'le bir yandan PEO ile büyük sol sendikalarla temasları oldu ve yurt dışında toplantılara katıldı daha sonra 1977'de Güney Kıbrıs'ta çalışan Kıbrıslı Türklerin sigorta konularını çözme noktasıyla bize güneye gitme izinleri verildi ve dostluğumuz pekişti. PEO işçi sınıfı birliğine inanan bir sendikadır ve sınıf temelinde bir örgütlenmedir. Güneyde zaten sendikacılara bakarsanız bizdekinden daha farklı bir örgütlenme şekilleri vardır. Mesela sol sendikaları vardır doğrudan doğruya bütün üyeleri solcudur veya sağ sendikalar vardır bütün üyeleri sağcıdır. Kıbrıs sorununda da çözümü savunan bir sendikadır. Dolayısıyla bizim de onlarla tarihsel geçmişe dayalı kurumsal bir bağ vardır. BARİKAT: Kamu sektöründe sürekli emekçi kesimlerin bir birlikteliği ve sendikal hareketleri söz konusudur. Ama buna rağmen özel sektördeki emekçiler için durum o kadar iyi değildir. DEV-İŞ'in özel sektördeki emekçilerin sendikal haklarına karşılık verebilecek noktada mı? Özel sektördeki örgütlenmenizde sendikal durumunuz nedir? M. SEYİS: Şu anda ülkemizde özel sektörde sendikamızda diyebileceğim yaklaşık yüzde 2 civarında çalışan vardır. Bunun tümü Dev-İş'e üyedir. Başka herhangi bir sendikada özel sektör çalışanı üye yoktur ve bu da Dev-İş'in kendi üye yaptığı kesimde yüzde 30,40 gibi bir yer tutar yani çimento fabrikasından ilaç fabrikasına kadar sayabileceğimiz birçok alanda çeşitli özel sektör iş yerlerinde örgütlüyüz ve toplu iş sözleşmesi yapıyoruz. Şunu da rahat söyleyebilirim ki örgütlü işçiler örgütsüz işçilerden daha iyi konumdadırlar. Çalışma düzeni açısından da daha iyi konumdadırlar. Ama özel sektörlerde örgütlenmemiz yeterli midir? Değildir..! Özel sektörde örgütlenme için çok daha fazla çaba sarf etmek lazım, yeni açılımlarda bulunmak zorundayız. Çünkü öyle bir konuma gelmiştir ki bu özel sektör, çalışmaları büyük oranda ya kamudan sağdan soldan emekli olan insanlar var çalışan özel sektörde ya da kayıt altına alınmış ya da yabancı işçi diye tanımlanabilecek emekçidir. Bu insanların da örgütlenme isteklerimizde sürekli başardığımız yer var başaramadığımız yer var. Başarılı olamadığımız yerler işinden ekmeğinden olan insanlar da var yeni açılımlarla daha dikkatli örgütlenme modelleriyle muhakkak üstüne gitmek lazım. Özel sektör ile de uğraşan bizden başka sendika zaten şu an yok…


EKİM 2010

İŞÇİ-SENDİKA

SAYFA: 9

BARİKAT: O günden bugüne duruş olarak DEV-İŞ'in pozisyonu aynı BARİKAT: Diğer sendikalarla özel sektör işçilerini örgütlemek mıdır demek istiyorsunuz? adına ortak çalışma yapma önerisinde bulunuyor musunuz? M. SEYİS: Hala daha sınıf temellidir, ancak mevcut üretim koşulları içindeki M. SEYİS: Herkesin kendi alanındaki özel sektörde aktif olarak bir çalışanların bu mevcut pozisyonu bizlere gidebilecek belli noktalar bırakıyor örgütlenme çalışması yapması bekleniyor açıkçası yani öğretmen ancak... Dünya hareketi ile birlikte organize olabilecek işler vardır biz sendikalarının akademisyenlerde ve diğer özel üniversitelerdeki akademisyenlerde ; tabi buna yönelik te birkaç yıl önce orta eğitimde görüşlerimizi her şeye rağmen söyleyebiliriz, DEV-İŞ sol düşünce ile sosyalist felsefenin doğruluğunu savunur ve bunu rahatlıkla söyler. girişim oldu gene istenmeyen olaylar ve acı bir sonuç cıktı ortaya. BARİKAT: Garantörlükler hakkındaki duruşunuz düşünceniz nedir? Herkes biraz temkinli, ama istekli… Kıbrıs konusunda garantörlerin baskınlığı açık ve nettir. DEV-İŞ'in BARİKAT: İstek var ama çekinceler ağır mı basıyor diyelim? garantörlüklere bakışı nasıldır? M. SEYİS: DEV-İŞ kurulurken doğrudan özel sektör sebebinden M. SEYİS: Kıbrıs görüşmeleri Kıbrıs Cumhuriyeti üzerinden yapılıyor ve dolayı kuruldu dolayısıyla kitle özel sektör hedefli kuruldu Sanayi yapılan her görüşme garantörlüklerin de içinde olduğu bir temelde gelişiyor Holdingti ilk temel bireyi. Daha sonra çeşitli özel iş yerlerinde örgütlenme yanında çeşitli işyerlerinde mesela şu anda olmayan birçok ama garantörlerin sonuç üzerinde etkili olmaması gerektiğini düşünüyoruz ve çözümden sonrada belki de garantörlere ihtiyaç kalamayacağı kanaatindeyiz işyerlerinden biri olan düdüklü tencere fabrikasında bugün belki de sendikal tarihin yazması gerekecek 189 gün grev yapıldı. Böylesi de ama şu an etkileri gözüküyor ve vardır. dönemler geçildi ama öğretmenler sendikası adı üstünde KTÖS, Kıbrıs BARİKAT: Çözüm için garantörlerin devreden çıkması gerektiğine inanıyor musunuz? Türk Öğretmenler Sendikası ama kendini ilkokul çalışmalarıyla M. SEYİS: Evet bu kanaatteyim bugün çok açık bir şey söylemek gerekirse sınırlandırdı. Orta eğitim adı üstünde orta eğitimde çalışma yapıyor, KTAMS a bakarsanız amme memurları olarak geçiyor dolayısı ile özel bugün Kıbrıs sorununun AB içinde olacak, AB ekonomik politikalarını benimsememekle birlikte böylesi bir çözüme varıldığı takdirde AB üyesi bir sektörde örgütlenme hedefi yoktur. Bu bağlamda daha fazla işçi sendikalarına iş düşer diye bilirim. Dediğim gibi HÜR-İŞ TÜRK-SEN Kıbrıs'ta garantörlüklerin tamamen anlamsız ve gereksiz olacağı gibi bir düşüncemiz vardır. AB içerisindeki yerimiz muhakkak ki AB sistemi ve DEV-İŞ'e büyük anlamda görev düşüyor. Ancak yeterli uğraşı olmayacaktır. Yeni bir Avrupa mümkündür diyen kesimlerle iş birliği olduğunu sanmıyorum biraz yol kat ettik diyebiliriz. içerisinde olacaktır DEV-İŞ... BARİKAT: HÜR-İŞ'in ve KAMU-İŞ'in durumları belli. Bu sendikalara koyduğunuz yapıcı eleştiriler var mı, varsa nelerdir? BARİKAT: AB den bahsettik; Yunanistan'da yaşanan olaylar var, AB de söz sahibi olabilen bir ülke olmasına rağmen, ekonomik sıkıntıları oldu, M. SEYİS: HÜR-İŞ le sıkı bir diyaloğumuz yok. Bu temel görüş farklılıklarından kaynaklanan bir ayrı duruş noktasıdır siyasal yönlerde grevler yaşandı ve benzeri olaylar Fransa da görüldü. AB çatısı altında bu ve benzeri olayların Kıbrıs'ta da olması mümkün değil midir sizce? biliyorsunuz. Ortak eylemler noktasında bir araya geliyoruz ama M. SEYİS: Ben sorunların AB içerisinde, işçi sorunlarının çözülebileceğine birlikte ismimizin yazıldığı bir sendika ya da işte tavrıyla ilgili ileri geri yorum da yapmak istemiyoruz, özellikle de bu dönemde. Kamu iş inanmıyorum.Bunu net olarak ortaya koymak lazım. AB Kıbrıs sorununun bu sebepten adını KAMU-İŞ koydu ya da BÜRO-İŞ büro çalışanları çözümü için ve çözümünde bizim dışımızda bile artık bundan sonra içinde olacağımız bir noktadır. Ama orada tekrar ediyorum AB geçmişte devam eden olarak. bir süreç tabii. İMF ve World Bank gibi sermayenin 2. kalesi konumuna BARİKAT: Emperyalizm işçi emekçi sınıfı gittikçe yok etmeye çalışır. Neo-liberal sorunlara ve küresel emek sorunlarına karşılık geliyor. Bu stratejiyle ortaya koyduğu 2022 ye kadar uygulanacak olan programın ( bunun içinde Bolkestein Projesi de vardır ) işçilerin aleyhine DEV-İŞ'in işçiye yönelik aldığı önlemlere eğitim çalışmalarında olduğuna inanıyoruz, sermayenin hakimiyetine yönelik politikalar olduğuna değiniliyor mu? M. SEYİS: Üyelerimizi bilinçlendirmeye çalışıyoruz, temel sorunun inanıyoruz. Dolayısı ile kurtuluş AB içerisinde olacak değildir ama her yerde olduğu gibi orada da mücadele olması gerekecektir. sınıfsal olduğunu, değişen dünyada. Değişen şehvetiyle sermayenin yeni bir sermaye olmadığı, sermayenin yine aynı sermaye olduğunu, BARİKAT: AB içerisine girip girmemekte bir mücadele konusu değil değişenin yalnızca sermayenin şehvetinin tarzının değiştiğini, özellikle midir? son 50 yıldır yeni dünya düzeni globalleşme gibi yazılı sözcüklerle de M. SEYİS: Artık girdik zaten, içindeyiz. Yeni sistem için mücadele etmek zorundayız. AB'nin içinde de olsak dışında da olsak emekçilerin daha refah emek kesimlerinin uyutulduğunu ve şimdi bunların ortaya çıktığını, yeni yeni anlaşıldığını ve bunun da doğu bloğunun dağıldıktan sonra daha hakim olacağı dünya mücadelesini vermek zorundayız. buna denk gelen bir süreç olduğunu konu ediyoruz, çalışmalarımızda BARİKAT: Biraz da özel hayatınızdan bahsedelim. Daha önce solun içerisinde ne gibi yerlerde görev aldınız? Hangi yapılarda bulundunuz? bu gibi konulara yer veriyoruz. M. SEYİS: Gençlik yıllarımda, işçi olarak başladım hayata ve ilk işimde BARİKAT: DEV-İŞ'in SSCB yıkılmadan önceki politikalarıyla sanayide olmuştu ve o tarihlerden bu tarihlere kadar 1977 Şubatında işe bugünkü politikaları arasında bir farklılık var mı? Varsa bu başladım ve o tarihten beridir DEV-İŞ üyesiyim çeşitli kademelerinde farklılıklar nelerdir? DEV-İŞ'in ML yapıya sahip olduğu bulundum 1980'li yılların ortalarına doğru DEV-İŞ e bağlı GENEL-İŞ'in dönemler var mı? yönetim kurulu üyesi oldum ve o gün bugündür de DEV-İŞ içerisinde M. SEYİS: DEV-İŞ'in kurulduğu yıllara bakacak olursak, dünyada doğu ve batı blokları arasındaki kutuplaşma en üst saflardaydı ; SSCB mücadele ettim. DGD ve Halk-Der'e katıldığımda oldu 1980-85 arası.. ve onun ekseninde toplanan doğu bloğu ülkeleri daha fazla Marksist BARİKAT: Siyasi anlamda sizi en çok zorlayan şartlar ne oldu? Kurulduğunuzdan beri sizi en çok zorladığını söyleyebileceğiniz dönem Leninist felsefe ile donatılmıştı. Tabi ki DEV-İŞ'te o yıllarda hangisidir? kurulurken, bu ideoloji felsefe ile kuruldu ve bugünlerde bu ideolojiden çok fazla saptığını söyleyemeyiz. Yani Marksizm'in yanlış M. SEYİS: 1985-90 arası sendikal anlamda en zor dönemimizdi. Çünkü olduğunu, doğu bloğu dağıldı diye sosyalizm Marksizm yanlıştır diye 1985'te ilk dayatılan ekonomik paket, Sanayi Holding'in aslında üretimden bir şey söz konusu değildir. Uygulamada hatalar olabilir, uygulamada koparıldığı süreçtir. Ve aslında Kıbrıslının üretimden koparılma dönemidir ve kendisini gelişen sorunlar karşısında aşamamanın getirisiyle sosyalizm o dönemde DEV-İŞ Sanayi Holding' ten atılmış ve DEV-İŞ'e bağlı 1300 çok ciddi bir darbe almıştır doğu bloğunun da dağılmasıyla. Ama bu işçinin 1000 ini işten atmışlardı. Bu da bizim için çok büyük bir kayıptı. Tabi düşünce yanlış değildir, biz bunu rahatlıkla savunabiliriz ve doğru olan ki insan kaynağı acısından da büyük kayıplar oldu çünkü o dönem birçok kişi göç etmek zorunda bırakıldı ve halen bazıları, yurt dışında olmaya devam şey yıkıldı diye yanlış olmaz. etmektedir. Biz BARİKAT gazetesi olarak Sn. Mehmet Seyis'e bizlere verdiği röportajından dolayı çok teşekkür ederken DEV-İŞ'te daha güzel günleri görmek istiyorsa, sendikanın daha devrimci, daha anti-emperyalist, baskılara karşı daha da direnişli bir pozisyonda olmasını talep ediyoruz. DEV-İŞ'in özel sektörde örgütlenmesi konusundaki başarısını takdirle karşılıyor ama bunun kendisinin de dediği gibi yeterli olmadığını ve esas anlamda kapitalizme karşı mücadele etmeksizin DEV-İŞ'in özel sektördeki ve kamu'daki emekçileri “örgütleme” girişiminin bir ayağının boşta kalacağının altını çiziyoruz. Kıbrıs Cumhuriyeti olarak AB'ye girdiğimiz konusunda ise bizler tamamen Sn. Seyis'ten farklı noktadayız… Ne KKTC ne de Güney Kıbrıs, emekçilere ait bir sisteme sahip değildir. Ve ayrıca emekçilerin devleti de değildirler. Kıbrıs Görüşmelerinde DEV-İŞ'in rolü diğer tüm sendika ve emek örgütleri ile kol kola “İki toplumlu federal BM çatısı altında AB üyesi Kıbrıs” değil, TAM BAĞIMSIZ BİRLEŞİK KIBRIS'ı savunmalıdır… DEV-İŞ madem ki hem özelde hem kamuda bu derece bir örgütlülüğe sahiptir neden bunu savunamasın ? Neden “AB yi başkalaştırmak” derdinde olacağına tamamen Sn. Seyis'in kendisinin de belirttiği gibi sermayeden uzak bir emekçiler bloğu, birleşik bir cephe siyaseti izleyemesin?? Bizler DEV-İŞ'i diğer tüm emeğin sendikaları gibi, kendi sendikamız olarak, kendi müttefikimiz olarak görüyoruz… DEV-İŞ adı gibi “devrimci” olmalıdır..! Emperyalizme karşı neoliberal politikalara karşı Marksist-Leninist çizgide siyaseti “red etmemek” ten de öte tamamen uygulamalıdır… Bizler DEV-İŞ'in daha ileriye gitmesi için tüm yapıcı eleştirilerimize devam edip gelişmeleri takip edeceğiz…


EKİM 2010

GÜNLÜK

SAYFA: 10

TARİH'TE EKİM AYI 1 Ekim 1936 – Faşist General Franco, İspanya milliyetçi hükümetinin başına geçti. 1 Ekim 1960 – Kıbrıs; Sözde İngiltere sömürüsünden çıkarak bağımsızlığını kazanmıştır..! Fakat ne gariptir ki ne bu tarihte ne de bundan sonraki hiçbir tarihte bu bağımsızlık Kıbrıs halkları tarafından yaşanılamamıştır. 1 Ekim 1949 – Mao Zedong önderliğinde Çin Halk Cumhuriyeti kuruldu ve Mao Çin Halk Cumhuriyeti'nin ilk başkanı olarak seçildi. 1 Ekim 1985 – İsrail’in Tunus'taki Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) bürolarına düzenlediği hava saldırısında 68 kişi katledildi. 1 Ekim 1988 – Hain Mihail Gorbaçov, Sovyetler Birliği devlet başkanlığını üstlendi ve Anavatanı yok etmek adına son hamlelerini yapmaya resmen başladı. 2 Ekim 1980 – Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) avukatlarından Ahmet Veziroğlu’nun cesedi emniyet müdürlüğü binasında bulundu. Bursa Emniyet Müdürlüğü, Veziroğlu'nun Emniyet binasından atlayarak intihar ettiğini yalanını söylemekten zerre kadar çekinmedi. 3 Ekim 1984 – Devrimci-Yol davasında yargılanan ve idam cezasına çarptırılan Hıdır Aslan ve İlyas Has’ın cezası Meclis'te onaylanarak kabul edildi. 4 Ekim 1965 – Küba lideri Fidel Castro, Che Guevara'nın emperyalizme karşı savaşmak için Küba'dan ayrıldığını tüm dünya ile paylaştı. 4 Ekim 1957 – Sovyetler Birliği'nin ilk yapay uydusu olan Sputnik'i uzaya gönderdi. 4 Ekim 1959 – Sovyet uzay roketi Luna–3 ay yüzeyinin ilk fotoğraflarını çekti. 5 Ekim - Dünya Emekçi Öğretmenler Günü 6 Ekim 1951- Önder Stalin, İngiliz-Amerikan emperyalist bloğunun saldırılarına karşı atom bombası deneylerinin sadece ve sadece savunma amaçlı olduğunu açıkladı ve tüm dünyada, İngiliz-Amerikan bloğunun “SSCB’nin atom bombasını kötü amaçlarla kullanıyor” hakkındaki asılsız iftiralara “Pravda” gazetesinde cevap verdi. 7 Ekim 1926 – İtalya'da faşist parti devlet partisi olduğunu açıkladı; her türlü muhalefet yasaklandı. Demokrasi ayaklar altına alındı. İtalyan halkı içerisinde kaos başladı ve faşist güçler ülke yönetimini kontrol altında tutabilmek için halka karşı baskıcı politika izlendi. 8 Ekim 1917 – Sovyetler Birliği'nde, dünyanın ilk kadın bakanı Lenin tarafından göreve atanan “Aleksandra Kollantai” oldu. Bu durum Sovyetler Birliğinde kadına verelin değeri ön plana çıkarttı ve kadın erkek arasındaki eşitlik ilkesini gözler önüne serdi. 9 Ekim 1967 – Che Guevara, yakalandıktan bir gün sonra, Bolivya'da devrim yapmaya teşebbüs etmek suçundan infaz edildi ama Guevara’nın ölümü sosyalist devrimci hareketlerin bir sembolü olarak sonsuza kadar yaşayacaktı. 9 Ekim 1971 – Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan’ın da içinde bulunduğu 17 kişi idama mahkûm edildi. 11 Ekim 1979 – Gazeteci Abdi İpekçi cinayeti zanlısı Mehmet Ali Ağca'nın yargılanma süreci başladı. 12 Ekim 1970 – İstanbul'daki Gislaved Lastik Fabrikası işçileri oturma grevine başladı. 13 Ekim 1972 – Sovyet havayollarına ait “Aeroflot” tipi bir yolcu uçağı Moskova yakınlarında düştü; 176 kişi hayatını kaybetti. 15 Ekim 1964 – Anavatan’da revizyonist hain Nikita Kruşçev, görevden alındı, yerine başka bir hain Leonid Brejnev getirildi. Aleksey Kosigin başbakan oldu. 15 Ekim 1990 – Hain Gorbaçov, Nobel Barış Ödülü'nü aldı. Alması da gayet doğal oldu. Koskoca SSCB yi dağıtmak o kadar emperyalist tarafından 2. Dünya savaşında

bile başarılamazken, bunu Stalin’den sonra gelen liderler tek tek kendi elleri ile başardılar. Gorbaçov son noktayı koydu. İşte “sözde” BARIŞ ÖDÜLÜ..!!! 16 Ekim 2002 – ABD başkanı George Bush, ABD kongresinden Irak’ı işgal etme konusunda onay aldı. Irak’ta nükleer silahların olduğu gerekçesi ile başlatılan saldırılar hala daha sürdürülmekte ve ülkenin zengin enerji kaynakları sömürülmeye devam edilmektedir. 16 Ekim 1990 – Hain Gorbaçov, serbest piyasa ekonomisine geçileceğini yani Rusya’da artık kapitalizmin resmen faal bir ekonomik yapı olacağını açıkladı. 17 Ekim 1950 –Türkiye Kore Savaşı'na katılarak 5090 kişilik ilk işgalci askeri birliği Kore'ye ulaştırdı. Binlerce insan katledildi. Türkiye her zamanki gibi Amerika ile müttefik olarak savaşa katılmıştı. 18 Ekim 1991 – Azerbaycan, Sovyetler Birliği'nden “sözde” bağımsızlığını ilan etti. Bugün o “bağımsız” olduğunu iddia eden Azerbaycan, özellikle işsizlik sorunu gibi toplumsal sorunlar ile boğuşuyor ve SSCB’deki eski günlerini aramaya devam ediyor. 18 Ekim 1920 – “Türkiye Komünist Fırkası”, Ankara'da resmen kuruluşunu ilan etti. 18 Ekim 1944 – Kızıl ordu Çekoslovak Halklarını Nazi işgalinden kurtardı. 19 Ekim 1951 – İngiliz işgal birlikleri, Süveyş Kanalı'nı ele geçirerek sömürülerini güvence altına almayı amaçladı. 19 Ekim 1982 – Faşist cellât Kenan Evren yeni anayasa kabulü ile T.C. cumhurbaşkanı oldu. 20 Ekim 1935 - Mao Zedong’un başlattığı ve bir yıl süren uzun yürüyüş sona erdi. 20 Ekim 1941 - II. Dünya Savaşında Nazi işgalindeki Sırbistan'da binlerce sivil öldürüldü. 21 Ekim 1935 – Nazi Almanya’sı, Milletler Cemiyeti'nden resmen ayrıldı ve II. Dünya Savaşı için hazırlıklara tam hız verdi. 23 Ekim 1926 - Hain Troçki ve Zinoviyev ikilisi, SBKP Merkez Komitesi üyeliğinden çıkarıldı. Böylelikle bu soysuzların partide bölücü hareketleri de engellenmiş oldu. 24 Ekim 1945 - Birleşmiş Milletler Antlaşması yayınlandı ve ABD’nin önderliğinde terörist BM kuruldu. 24 Ekim 1970 – Demokratik lider Salvador Allende Şili cumhurbaşkanı seçildi. 25 Ekim 1917 - Lenin önderliğindeki Bolşevikler, Rusya'da yönetimi tamamen ele geçirdi. Rusya’da Ekim devrimi zafere gitti ve dünyaya yepyeni bir özgürlük meşalesi doğdu. 25 Ekim 1960 - Küba, tüm Amerikan işyerlerini devletleştirdi. Aradan yıllar geçti. Küba “sosyalist” bir ekonomiye sahip olduğunu halen daha iddia ediyor. Ama ne gariptir..! Proletarya dikdatöryası yok..! Sosyalizm yok..! Sosyalist ekonomi yok..! Sadece demokrat bir ülke olarak ayakta kalmaya devam ediyor… 26 Ekim 1982 – Ünlü sinema oyuncusu Yılmaz Güney vatandaşlıktan çıkarıldı. 9 Eylül 1984'te Fransa’da kanserden öldü. 27 Ekim 1922 - İtalya'da Benito Mussolini'yle birlikte Roma'ya yürüyen faşistler iktidarı ele geçirdiler. 28 Ekim 1962 - Kruşçev, Küba'daki füze üslerini kaldıracaklarını açıkladı. 29 Ekim 1923 - Kemalist burjuva Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. 30 Ekim 1821 – Ünlü yazar Dostoyevski doğdu. 31 Ekim 1922 – Faşist Mussolini İtalya Başbakanı oldu. 31 Ekim 1961 – Anavatan Sovyetler Birliği'nde Stalin'in tabutu Lenin'in mozolesinden farklı bir yere taşındı. 31 Ekim 1970 - Türkiye İşçi Partisi kongresinde Behice Boran'ı genel başkanı seçti.

KARİKATÜR KÖŞESİ


EKİM 2010

ÖZELEŞTİRİ

SAYFA: 11

ÖNDER'İN SÖYLEDİĞİNE KULAK VER...! "Yönetim aygıtının bürokrasiciliği ve kırtasiyeciliği; canlı, diri ve somut bir yönetim yerine "genel anlamda yönetim" üzerine bir takım gevezelikler; örgütlerin işlevsel yapısı (yani aynı yönetiminin çeşitli servisleri arasına bölmeler koyma) ve kişisel sorumluluktan yoksunluk; çalışmada ve ücret sisteminin eşitleştirilmesinde sorumluluk eksikliği; alınan kararların uygulanışının sistemli bir biçimde denetlenmemesi; özeleştiri korkusu; işte bizim güçlüklerimizin kaynakları, işte bugün bu güçlüklerin toplandıkları yerler. " J. STALIN ÖZELEŞTİRİ: Bu ay kendimize koyacağımız ilk özeleştiri “1 Eylül” mitinginde bildirimizi sadece Türkçe olarak hazırlamak oldu. Yayın kurulumuzun deneyimsizliği buna en büyük sebeptir. Biz BARİKAT gazetesi olarak Neos Anthropos gazetesinin de mirasını aldığımızı iddia ediyorsak elbette ki sadece Türkçe değil Rumca olarak da ortak etkinliklerde bildirilerimizi basmak zorundayız… Yani yaptığımız bir dalgınlık bizi yanlış anlamalara götürebilir.. Bu anlamda bu bize bir derstir. Bir kişinin yaptığı hata herkes etkileyeceği gerçeği gazetemiz içerisinde herkesin bilmesi gereken bir gerçekliktir. Bunu da yaptığımız bu hatadan ders olarak çıkartmış durumdayız. Eğitim sorunumuz kanayan bir yara gibi devam ediyordu. Bu ay buna bir çözüm getirdik ve eğitim çalışmalarımızı denetim altına aldık. Bu sorunun da çözümünü artık örgütümüz kendi içerisinde gidermeyi başarıyor. Diğer gazeteleri takip edememe, medya ile düzgün ilgilenememe sorunumuz var. Birileri çıksa bizi kendi gazetesinden eleştirse, o gazeteyi düzgün okuyamadığımız için neredeyse “eleştirildiğimizden” bile haber alamıyoruz. Bu da bizim için ciddi bir zaaf… Kendi bulunduğumuz bölgelerin ve işyerlerinin muhabirliğini yapamadığımız zamanlar oluyor. Bazen genç yoldaşlarımızın aceleci tavırları onları yanlışa sürüklüyor. Bu onların yaşlarının genç oluşundan ve deneyimsizliğinden gelen “ateşli” dönemleridir. Ama sabretmeyi öğrenmeleri gazetemiz içindeki yetişkinlerin onlara öğretmesi gereken en büyük derslerden biridir. (Barikat gazetesine göre yetişkin olmak demek sekter partilerdeki gibi yada askerlikteki gibi “kıdemli” olmak demek değildir. Barikat gazetesi hiçbir şekilde bir aile şirketi olmayacak, Marksizm-Leninizm’e özenti partiler gibi partideki en eski bireyden en yeni bireye kadar kimse barikatı babasının malı gibi kullanamayacaktır. Barikat’a daha fazla maddi destekte bulunanların daha az maddi destekte bulunanlardan hiçbir farkı yoktur. Babası “devrimci” olanın kendisinin de “devrimci” sayılan bir örgüt modelimiz asla olmamalıdır ve olmayacaktır. Örgütümüzün ideolojik altyapısı buna asla izin vermemektedir ve vermeyecektir) Artık herkes gazetemize “aylık faaliyet raporu” veriyor. Denetleme kurulumuz olmadığı için ve “sözde kendi kendimizi denetleme ve biri birimizi alkışlama” gibi bir durumla karşı karşıya kalmamak için yazılı rapor olarak herkes her ay faaliyet raporunu belgeli olarak kalacak şekilde yayın kuruluna veriyor. Aboneliklerde konusunda biraz sorun yaşadık; posta ile gönderim yapamadığımız için bazı yoldaşlarımıza ulaşamadık. Kendimizi geliştirme konusunda eskiye nazaran “kısırlık” dönemini geçtik gibi ama daha atmamız gereken çok adım var. Örgütlü olmak yani “organize olarak disiplinli çalışmak” yöntemini mücadeleye yeni katılan yoldaşlarımıza aktarırken yine tecrübesizliğimizden kaynaklanan sorunlar yaşıyoruz ama yavaş da olsa sorunların üzerinden gelmeyi öğreniyoruz. Biz her türlü sorunu aşabilecek kapasitede olduğumuzun farkındayız. Yeter ki doğru ideolojimizden ve siyasetimizden sapmayalım ve bildiğimiz doğruları okumaya ve hayata koymaya devam edelim..! YAŞASIN İŞÇİ SINIFI VE KOMÜNİZM

BARİKAT GAZETESİ ABONELİK FORMU: İSİM_________________: SOYİSİM_____________: EV VEYA CEP TEL NO__: E-MAIL ______________: SAYI ADETİ___________: ABONELİK ADRESİ____: NOT: BİZ GAZETEMİZİN BEDAVA YAYIN YAPMASINI İSTERDİK. FAKAT KAPİTALİST SİSTEM İÇERİSİNDE GAZETE GEREK BASKISI GEREKSE DEVLETE ÖDEMEK ZORUNDA KALDIĞI VERGİLERİ KARŞILAMASI GEREKMEKTEDİR. GAZETEMİZ HİÇBİR ŞEKİLDE "KAR" AMACI İLE KURULMAMIŞ; SADECE DERNEKLEŞME SÜRECİNE GİRMEDİĞİMİZ İÇİN VE "TİCARİ ÜNVAN" YOLU İLE ORTAYA ÇIKMAKTAN BAŞKA ÇAREMİZ KALMADIĞI İÇİN BU ŞEKİLDE YÜRÜMEYİ SEÇMİŞTİR. BİRGÜN GELECEK BARİKAT GAZETESİ KENDİ YAYINLARINI KİMSEDEN KURUŞ ALMADAN YAPABLECEK NOKTAYA GELECEKTİR. O GÜNE KADAR BİZLERE YAPACAĞINIZ DESTEK GAZETEMİZİ AYAKTA TUTABİLECEK OLAN EN BÜYÜK YARDIMLARDAN BİRİ OLACAKTIR. GAZETEMİZ İSTENİLEN SAYI KADAR ABONELİK VERMEKTEDİR. İSTEDİĞİNİZ SAYI ADETİNİ BELİRTMENİZ ABONELİK İŞLEMİNİZİN GERÇEKLEŞMESİ İÇİN YETERLİDİR. YUKARIDAKİ BİLGİLERİ DOLDURUP BİZE ELDEN VERİNİZ VEYA info@barikatgazetesi.com ADRESİNE GÖNDERİNİZ. BİZ SİZE ULAŞACAĞIZ, DESTEĞİNİZ İÇİN TEŞEKKÜR EDERİZ... İRTİBAT TELEFONUMUZ: 0548 878 40 01


EKİM 2010

KÜLTÜR-SANAT

SAYFA: 12

«ULUSAL KÜLTÜR" Okurun da gördüğü gibi, Severnaya Pravda, devlet dili sorunu gibi bir örnekten yola çıkarak, ulusal sorunda elini feodallere ve polislere uzatan liberal burjuvazinin tutarsızlığını ve oportünizmini açığa vurmaktadır. Liberal burjuvazinin aynı cinsten bir sürü başka sorunda da (liberalizmin çıkarları bakımından bile) daha az ihanet, ikiyüzlülük ve ahmaklıkla davranmamasını anlamak kolaydır. Sonuç? Her türlü liberal burjuva milliyetçiliğinin işçi çevrelerine fesat sokması ve özgürlük davasıyla proletaryanın sınıf savaşımı davasına pek büyük zararlar getirmesi. Burjuva eğilim (ve feodal burjuva eğilim), "ulusal kültür" sloganı ardında gizlendiği için durum daha da tehlikeli olmaktadır. Ulusal kültür adına -Büyük-Rus, Polonyalı, Yahudi, Ukraynalı vb. ulusal kültürü adına-, Kara-Yüzler ve papazlar ve bütün ulusların burjuvazisi, gerici iğrenç tertiplere girişmiş bulunmaktadırlar. Eğer konuyu Marksist olarak, yani sınıf savaşımı açısından ele alırsak, sloganları, "genel ilkeler"le değil, anlamsız beyanlarla, parlak sözlerle değil, sınıfların siyasal çıkarları ile karşılaştırarak ele alırsak, bugünkü ulusal yaşamımızın görünümü işte böyledir. Ulusal kültür sloganı (çoğu kez Kara-Yüzlerin ve papazların ilham ettiği) bir burjuva aldatmacasıdır. Bizim sloganımız, demokratizmin ve dünya işçi hareketinin enternasyonal kültürü sloganıdır. Bu noktada, "bundçu Bay Liebmann bana karşı savaş açıyor ve şu sözleriyle üzerime yıldırımları yağdırıyor: "Ulusal kültür konusunda azıcık bilgisi olan bir kimse, uluslararası Bir festivali daha geride bıraktık. Birbirinden güzel oyunlarla hem güldük, hem eğlendik, kültürün, ulusal olmayan (ulusal biçime bürünmeyen) bir kültür olamayacağını hem hüzünlendik, hem de düşündük. Tiyatronun amaçlarından biri de bu zaten.Düşündürmek ve sorgulatmak. Gerçekten sorgulatan bir festival oldu. Özellikle festival bilir; ne Rus, ne Yahudi, ne Polonyalı olmayan, ulusal nitelik taşımayan, saf bir boyunca gördüklerimiz ve izleyiciye yapılanlara baktığımızda sorgulatan bir festival oldu. Bu kültür olma iddiasında bulunan bir kültür saçmadır: enternasyonalci fikirler, ancak işçinin konuştuğu dille ifade edildiği ve işçinin içinde yaşadığı somut ulusal da festivali organize edenlerin kültür sanata nasıl baktıklarını ve festivalden ne umduklarını koşullara uyduğu takdirde işçi tarafından benimsenebilir; işçi kendi ulusal göstermektedir. Festivalin ilk günü özellikle açılış gecesi, oyun başlamadan önce izleyicilerin kültürünün, durumu ve gelişmesi karşısında ilgisiz kalamaz, çünkü, o, kültür yarım saatten fazla ayakta bekletilmesi, yer bulamayanların yere oturup izlemesi(festival aracılığıyla, ve ancak onun aracılığıyla 'demokratizmin ve dünya işçi hareketinin boyunca…) protokole yedi sıralık yer ayrılması, Biletlerin 15 Tl den satışa sunulması ve enternasyonal kültürüne' katılma olanağını elde etmektedir. Bütün bunlar uzun biletlerin çok erken tükenmesi oyunlara olan ilgiyi sınırlandırdı. Çünkü asgari ücretle zamandan beri bilinen, şeylerdir, ama V. İ.'nin bunları dinlemeye tahammülü çalışan bir işçi ailesiyle beraber oyunları izlemek istediğinde bir oyun için 60 Tl vermek yok..." Şu tipik bundçu muhakemesine, yukarda ifade ettiğim Marksist tezi sözde zorunda kalacak ve bütün oyunlara gitmek isterse toplam 480 TL vermek zorunda kalacak. çürütecek olan bu muhakemeye bir bakınız. Bay bundçu, tam olarak kendinden Bu da onun kazandığı paranın yarısı eder ki ekonomik durumu buna elvermez. Uzak bir emin olan ve "ulusal sorunu iyi bilen" bir adam tavrıyla, çoktan yıkılmış olan yerde oturuyorsa gidip gelirken verdiği benzin parasını düşünün. Ne kadar hazin değil mi? burjuva kavramları, "uzun zamandan beri bilinen" gerçekler olarak sunmaya Her şey bununla kalsa iyi. Ama festivalin ilk günü yapılan açılış konuşmaları festivalin kalkışmaktadır. Gerçekten, bir bundçuya göre, enternasyonal kültür, ulusal kimlerin yararına yapıldığını anlamamıza yardımcı oldu. Festival yetkililerin devlet olmayan bir kültür değildir. Zaten kimse bunu öne sürmedi. Kimse herhangi bir büyüklerini öve öve bitirememesi, anavatana(!!!) teşekkür edilmesi adeta festivalin niteliğine "saf" kültürün olabileceğini, saf bir Polonya, Yahudi, Rus vb. kültürünün gölge düşürdü. Belki de bunu mevkilerini korumak veya devlet büyüklerinden çıkarları olabileceğini söylemedi; öyle ki, içi boş bir sürü lafı yanyana koymamız, yalnızca olduğu için yapmışlardır. Bu kadar övdüklerine göre beklentileri olmalı… okurun dikkatini başka yere yöneltmek ve gürültülü bir sürü sözcük altında Sakın yanlış anlaşılmasın. Bu festivallerin yapılmasına asla karşı değiliz. Aksine yapılsın, sorunun özünü maskelemek içindir. Her ulusal kültür, gelişmiş olmasa bile, hatta yaygınlaştırılsın. Ama bazı kişilerin yararına yapılıyorsa, ticari veya şahsi menfaatler demokratik ve sosyalist bir kültürün öğelerini içerir, çünkü her ulusta, yaşam için yapılıyorsa eleştirme, sorgulama hakkımız vardır. Biliyoruz ki kültür sanat toplum koşulları zorunlu olarak demokratik ve sosyalist bir ideolojiyi doğuran, içindir. Topluma yol gösterir, aydınlatır. Eğer sanatı icra eden sanatçı toplum yararına sömürülen bir emekçi yığını vardır. Ama her ulusta, aynı zamanda (çoğunlukla eserler veriyorsa ve şahsi menfaatleri için değil, toplumsal kaygılarla eserler vermişse… aşırı gerici ve yobaz nitelikte olan) bir burjuva kültür de vardır ve bu, ulusal Tarih sayısız örneklerle doludur. Eserleriyle topluma yol göstermişler. Sadece sanatta değil dünya tarihinde de çığır açmışlardır. Bunlardan biri de Bertolt Brecht’tir.Sosyalist olmasının kültürün "bir öğesi" olarak kalmaz, egemen kültür biçimine bürünür. Böylelikle, "ulusal kültür", genel olarak büyük toprak sahiplerinin, papazların ve yanı sıra geliştirdiği kuramla hem sanat tarihinde, toplumsal yaşamda hem de dünya burjuvazinin kültürüdür. Bir Marksist için bu temel, basit gerçeği, bundçu tarihinde çok önemli bir yere sahip olmuştur. Sanatın toplumu değiştirmede, dönüştürmede ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu kanıtlamıştır. Proleter sanatın öncüsü olmuştur… gölgede bırakmış, laf kalabalığı içinde "boğmuştur", yani, gerçekte sınıflar arası uçurumu günışığına çıkaracak yerde, onu okurdan gizlemiştir. Pratikte, bundçu, Brecht’in salt sanata ilişkin yaklaşımı kendisiyle tartıştığı şu satırlarda dile getiriyor: sınıflar-dışı bir ulusal kültüre inancı yaymakta büyük çıkarı olan burjuvazinin “Salt sanat üzerine Me-ti, şöyle dedi: Yakınlarda ozan Kin-yeh, bana bu sıralarda doğadan kaynaklanan izlenimler konusunda şiirler yazıp yazamayacağını sordu. Ben de kendisine evet tutumunu benimsemiştir. "Demokratizmin ve dünya işçi hareketinin enternasyonal kültürü" sloganını ileri sürerken, biz, her ulusal kültürden yalnızca karşılığını verdim. Bir süre sonra onunla yeniden karşılaştığımda, doğa izlenimlerini getiren demokratik ve sosyalist öğeleri alıyoruz ve bunları, yalnızca ve kesin olarak şiirleri yazıp yazmadığını sordum. Hayır, dedi. Neden, diye sordum. Şöyle dedi: Düşen burjuva kültürüne, her ulusun burjuva milliyetçiliğine karşı olduğumuz için yağmur damlalarının sesini okur için zevkli bir yaşantıya dönüştürmeyi kendime görev alıyoruz. Hiç bir demokrat ve hele hiç bir Marksist, dillerin eşitliğini ya da edindim. Bu konuda düşünürken ve arada sırada birkaç satır çiziktirirken, yağmur "kendi" burjuvazisiyle anadilinde polemiğe girişme gereğini, "kendi" köylüsü ve damlalarının sesinden herkesin, bu arada başlarını sokacak evleri bulunmayanların da, "kendi" küçük-burjuvazisi saflarında anti-feodal ve anti-burjuva fikirleri yayma uyumaya çalışırken yağmur damlaları yakalarından içeri süzülen kişilerin de zevk almasını gereğini yadsımaz. Bu konu üzerinde uzunboylu durmanın gereği yoktur: sağlamam gerektiğini düşündüm. Bu görev, gözümü korkuttu. tartışma götürmez bu gerçeklerden, bundçu, polemiğin asıl konusunu, yani Kin-yeh'i denemek için, sanat yalnızca bugüne ilişkin değildir, dedim. Bu tür yağmur damlaları her zaman olacağından, böyle bir şiir de kalıcı olabilir. Kin-yeh, üzgün bir ifadeyle, sorunun özünü maskelemek için yararlanmaktadır. Sorun, Marksistlerin, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak ulusal kültür sloganını kabul etmelerinin evet, dedi, yağmur damlaları insanların yakasından içeri akmadığında, böyle bir şiir de mi, yoksa buna karşı bütün dillerde ve bütün yerel ve ulusal özelliklere yazılabilir." (Me-ti'nin Özdeyişler Kitabı, sayfa 90) Onun kullandığı argümanlardan biri "uyarlanan" işçilerin enternasyonalizm sloganını ileri sürmelerinin mi doğru anlaşılırlıktır.Yani “sanat kitleler içinse o zaman kitleler tarafından anlaşılmalıdır” diyerek olup olmadığı sorunudur."Ulusal kültür" sloganının anlamı, bu sloganı kimi sanatçıların(!) “halk anlamıyor, kitleler anlamıyor” demelerini kabullenmemiş, bu "enternasyonal kültürü yayma aracı olarak yorumlamaya" hevesli şu ya da bu sanatçıları zümresel çıkarların peşinden koşmakla suçlamıştı. Bu bağlamda Brecht kendini aydın bozuntusunun vaatlerine ya da iyi niyetlerine bağlı bir şey değildir. Soruna bazı yanlışlardan ayırmaya dikkat etmiştir. Sanat, sınıf savaşımının bir aracıysa, proleter ve emekçi kitleleri düşünmeye, çelişkileri/gerçekliği görmeye ve değiştirmeye sevketme görevine böyle bakmak çocukça bir öznelcilik olur. Bu sloganın anlamını, belirli bir ülkenin ve dünyanın bütün ülkelerinin, bütün sınıflarının nesnel durumu ve sahipse, elbette ki, seslendiği kitle açısından anlaşılır olmayı hedeflemelidir. ilişkileri belirler. Burjuvazinin ulusal kültürü bir gerçektir (ve yineliyorum, Anlaşılır olmasının yanında kime yaradığı da önemlidir ve Brecht tüm sanat eserleri için burjuvazi, her yerde büyük toprak sahipleriyle ve papazlarla birlik halindedir). kime yaradığını da sorgulamıştır.Brecht'in "yararlılık" noktasındaki vurgusu, burjuvazinin Burjuvazinin, boyunduruğa alabilmesi için, işçileri, hayvanlaştıran ve düşünme herşeyin üstünü örten "güzellik" (estetik) anlayışına tepki olarak kavranmalıdır. İlk olanaklarından yoksun bırakan, onları bölen, militan burjuva milliyetçiliği sorulması gereken soru “Kime Yarıyor? Yine bu bağlamda Sanat kime yarıyor sorusunu zamanımızın temel gerçeği budur. Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa, sormadan edemeyeceğiz. Belli ki bize yaramıyor. Ama bu sanattan umudumuzu kestiğimiz bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve "kendisinin" olsun, başkalarının olsun, anlamına gelmez. Sanattan faydalanacağız. Ta ki sanatı burjuvazinin tekelinden çıkartıp milliyetçiliğine karşı kesin savaşıma girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını emekçilerin işçilerin ve halkın yararına olan proleter sanatı ortaya çıkarana kadar… savunuyorsa, onun yeri küçük-burjuva milliyetçilerinin arasındadır, Marksistlerin arasında değil. Somut bir örnek ele alalım. Bir Rus Marksist, (demokratik ve proleter hareketlerinde Yahudi oranı, her yerde, genel nüfustaki Yahudi Büyük-Rus ulusal kültürü sloganını benimseyebilir mi? Hayır. O zaman onun yeri oranından üstündür) açıkça belirlendiği bir uygar dünyada yaşamaktadır. milliyetçiler arasında olur, Marksistler arasında değil. Bizim görevimiz, öteki Kim doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak Yahudi "ulusal' kültür" sloganına sahip ülkelerin işçileriyle sıkı bir ittifak kurarak, bizim demokratik ve işçi çıkıyorsa, (niyetleri ne kadar iyi olursa olsun) proletaryanın düşmanıdır, eski öğelerin hareketimizin tarihinde de bulunan filizleri salt bir enternasyonalist ruh içinde savunucusudur ve Yahudi toplumunun kast niteliği damgasını üzerinden atamamaktadır, geliştirerek, burjuvazinin ve Kara-Yüzlerin Büyük-Rus egemen ulusal kültürüne hahamların ve burjuvaların suç ortağıdır. Oysa, işçi hareketinin enternasyonal kültürünün karşı savaşım vermektir. Bizim görevimiz, ulusal kültür sloganını savunmak ya da yaratılmasına (Rusça ve Yahudice) katkıda bulunarak uluslararası Marksist örgütlerde, Rus, hoşgörü ile karşılamak değildir, görevimiz, enternasyonalizm adına büyük toprak Litvanyalı, Ukraynalı vb. işçiler arasında eriyen Yahudi Marksistleri, Bundun ayrılıkçılık sahiplerimize karşı ve Büyük-Rus burjuvalarımıza karşı, onların, Purişkeviçlerin tutumuna karşı duran böyle Yahudiler, "ulusal kültür" sloganına karşı savaşım vererek, en ve Struvelerin özelliklerine "uyarlanan" "kültür"üne karşı savaşım vermektir.En iyi Yahudi geleneklerini sürdürmektedirler. çok ezilen ve en çok zulme uğrayan ulus için de, Yahudi ulusu için de, aynı şeyi Burjuva milliyetçiliği ve proleter enternasyonalizmi, kapitalist dünyanın iki büyük sınıf söylemeliyiz. Yahudi ulusal kültürü, hahamların ve burjuvaların sloganıdır, kampına tekabül eden ve ulusal sorunda iki ayrı siyaseti (hatta iki ayrı dünya anlayışını) ifade düşmanlarımızın sloganıdır. Ama Yahudi kültüründe ve Yahudi tarihinde başka eden, "birbiriyle' bağdaşmaz iki slogandır. Ulusal kültür sloganını savunarak, "ulusal öğeler de vardır. Bütün dünyadaki on milyon Yahudi ve yarı-Yahudi'nin kültürel özerklik" denen şeyin planını ve pratik programını bu slogana dayandırarak, yarısından çoğu, Yahudileri zorla bir kast durumunda tutan geri ve yarı-yabanıl bundçular, gerçekte, işçi çevrelerinde burjuva milliyetçiliğini yaymaktadırlar. ülkeler olan Galiçya'da ve Rusya'da yaşamaktadır. Öteki yarısı, Yahudiler için kast durumu bulunmayan ve Yahudi kültürünün evrensel ilerici yüce çizgilerinin, Lenin: Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Ulusal Kültür Özerkliği enternasyonalizminin, çağının ilerici hareketlerine katılma eğiliminin

GÖLGEDE KALAN 8. KIBRIS TİYATRO FESTİVALİ


EKİM 2010

DÜNYA

İşsizlik, Dolandırıcılık, Irkçılık ve “Hoş geldin Sarkozy”..!! Fransa' da 4 Eylül günü 130 ayrı merkezde yapılan eylemlerde yüz binler “ırkçılığa geçit yok” diye haykırdı..!!! Ayrıca 7 Eylül de yapılan genel grevde 2,5 milyonun üzerinde işçi ve emekçi neoliberal saldırıya geçit yok mesajı vermek için meydanlara yeniden çıktı... !! Özellikle son dönemlerde hükümetin emeklilik yaşının 60'dan 62'ye yükseltmeyi amaçlamasına ve “yeni yabancılar yasası” adı altında ülkede yükseltilen ırkçılığa karşı yapılan eylem ve gösteriler tüm ülke geneline yayılmış durumda. Ülkedeki sendikalar, emekçiler, partiler ve kitle örgütleri, Sarkozy diktatörlüğüne karşı tek vücut olarak hareket ederek bu birlikteliği ilerleyen süreçte sürdüreceklerinin sinyallerini verdiler. Burjuvanın tatil süresini fırsat bilerek emeklilik yaşını yükseltmek, devlet okullarını özelleştirmek ve yeni yabancılar yasasını parlamentoya taşımak istemesi tüm örgütlerin birleşerek eyleme güç vermesine neden oldu. Bugünlerde parlamentoda görüşülmeye başlanılacak olan yasa tasarılarına karşı tepkiler çığ gibi büyümeye devam ediyor. Öyle görünüyor ki ilerleyen günlerde ülkedeki eylem ve grevler daha da yoğunlaşarak artacak ve ülke gündeminde çok daha sıcak gelişmeler yaşanacak… Fransız emekçiler yapılan eylemlerde, “Sarkozy ülkeyi hala daha Napolyon mantığı ile yönetiyor”, “İşsizlik, Dolandırıcılık, Irkçılık ve hoş geldin Sarkozy" gibi sloganları ağızlarından hiç eksik etmediler. Ayrıca eylemlerde, ırkçı Sarkozy’nin daha önceden ülkede yaşayan Romanlar için, “bu pislikleri ancak, süpürge temizler” söylemi de tepkilerin artmasına neden oldun bir diğer etkendi. Yapılan eylemlerin büyük bir coşkuyla gerçekleşmesi ve katılımların çok yüksek olması dikkatleri çekti. 2,5 milyondan fazla işçi ve emekçi ülke hayatını kilitledi. Ulaşımdan, posta dağıtımına kadar tüm hizmetler aksadı ve Sarkozy'nin neoliberal saldırı yasalarına karsı hep bir ağızdan “geçit vermeyeceğiz” diye haykırdı…!! 24 Haziran tarihinde yapılan ilk eylemden 2 kat fazla bir katılımla gerçeklesen genel grev sonrası, ülkenin en büyük işçi sendikası olan CGT Başkanı Bernard Thibauld, “eylemin büyüklüğü, Sarkozy'nin önümüzdeki saatlerde bu durumu düşünmesine neden olacaktır. Hiçbir hükümet bu büyüklükteki seferberliği hafife alamaz. Üstelik bu daha başlangıç ve yasa tasarısı geri çekilmezse eylemler büyüyerek devam edecek” dedi. Ülkede gerçeklesen tüm bu eylemler sermaye ile emekçi arasındaki ciddi bir sınıf savaşıdır. Burjuvanın altın çocuğu Sarkozy tüm bu

12 Eylül Referandum'u ve Çöküş...! Öncelikle, 12 Eylül 1980 faşist darbecilerinin hazırladığı ve 1982 yılında %95’lere varan evet oyu ile kabul edilen 82 Anayasa’sının hiçbir zaman toplumun tamamının temel hak ve özgürlüklerini yansıtmadığını söylemek istiyoruz. Yani demokrasi anlayışı yönünden her zaman sınıfta kaldı ve yetersiz oldu .!! 30 sene boyunca böylesine “dar” bir anayasa çatısında yaşam mücadelesi veren işçi ve emekçi kardeşlerimiz her fırsatta 12 Eylül darbe Anayasa’sının çöpe atılması gerektiğini ve alternatif bir halk anayasası çıkartılması gerektiğini vurgulamaktaydı…!! Ama AKP’nin tamamıyla kendisine ve yandaşlarına yönelik hazırladığı anayasasından bahsetmiyorlardı..!! AKP yönetiminin 8 yıllık iktidarlık dönemine bir göz atacak olursak işçilerden ve emekçilerden kısaca tüm çalışanlardan yana küçücük bir adım dahi atılmadığını görmemiz hiç de zor olmaz..!! Zira Tayip Bey’in hükümeti her zaman kendi bildiği yolda ilerleyerek “hep bana siyaseti” nin bir parçası olmuştur. AKP iktidar partisi olmanın verdiği tüm gücü kullanarak süreci kendi menfaatine çevirerek, 12 Eylül Anayasası’nın özüne hiç dokunmaksızın anayasa taslağını yandaşlarına hazırlatarak toplumun önüne sunmayı başardı. Toplumu sürekli olarak yalanlarla uyutan AKP her zaman bir “sivil dikta” kurmayı amaçladı ve bu yolda 12 Eylül günü çok büyük bir adım attı. Yaptığımız tüm uyarılara rağmen AKP hükümeti halkın 12 Eylül darbesine olan kin ve nefret duygularını çok iyi kullandı. Darbenin yıl dönümü ile ayni günde planlı bir şekilde gerçekleştirilen referandum sonucunda, sandıktan %58 “evet” ve %42 civarlarında “hayır” oyu çıktı. .. Halkın 12 Eylül darbesine karşı hissettiği kin ve nefret duygusu öylesine güçlüydü ki, makyajlanmış başka herhangi bir yasa sunulsa dahi ayni şekilde ona da evet denileceğinden emin olabilirsiz. AKP’nin kurnaz politikaları ile “kurtarıcı” rolüne bürünmesi sandıktan evet çıkmasına çok yardımcı olan bir diğer unsurdu. ..!! Referandum öncesinde boykotun “evetçilere” kazanç sağlayacağını sürekli olarak dile getirdik. Sonuçta haklı çıktık ve “BOYKOT” kararı alanların dolaylı “evetçiler” olduğunu gösterdik. Özellikle boykot kararını destekleyen doğu bölgelerinde sandıktan %90’lara varan evet oyu çıkması bunu kanıtladı…!! “Hayır” propagandasının devrimci sol tarafından örgütlü bir şekilde düzgün olarak yapılamaması, “evetçilerin” ekmeğine bal süren en büyük unsur oldu. Bu noktada, sadece kuru bir “AKP karşıtı muhalefetle” sınırlı kalındı. Tabi ki, bu “devrimci sol güçlerin” başarılı olabilmesi için yeterli değildi..!! Referandumda “evet” oyu çıkmasının esas sebeplerini, iki başlık altında toplayabiliriz. Birincisi, düzgün bir şekilde “hayır” muhalefeti yapamama ve ikincisi ise

SAYFA: 13

dayatma yasa tasarılarını parlamentodan geçirmeye kararlı...! Çünkü Fransız burjuvazisi emperyalist rekabette rakiplerine göre hayli geriden seyrettiğinden dolayı geri adım atmayacak gibi görünüyor. Bunun yanında Sarkozy, 2 yıldan az bir süre sonra gerçekleşecek olan cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar bu işi bitirmek istiyor. Aksi takdirde ülkedeki sağ cephenin her geçen gün kan kaybetmeye devam edeceğini iyi biliyor. Öte yandan 2,5 milyonun üzerinde katılımla gerçeklesen 7 Eylül eyleminden sonra emekçi cephesinde moraller yükseldi, mücadele azmi arttı ve kazanma inancı tırmandı ve hiç şüphesiz tüm yaşananlar mücadelenin güçlenerek devam etmesine zemin hazırladı. .! Ülkede büyük bir sınıfsal savaşa doğru ilerleniyor ve burjuvazi bu saldırıdan kolay geri adım atmayacak gibi bir izlenim yaratmaya çalışıyor ama emek cephesi bu diriliğini, kitleselliğini, birleşik

mücadelesini ve net duruşunu sergilemeye devam ederse karşısında kimsenin duramayacağı elbette ki kesin...!!! Ülkedeki sol ve emek güçlerinim yaptığı kitle eylemler, 2012 yılındaki cumhurbaşkanlık seçiminde Sarkozy dönemine son verileceği mesajını verdi. Ayrıca geçirilmeye çalışılan neoliberal saldırı yasalarına geçit verilmeyeceğinin de altı çizildi ve yürünecek yoldaki hedeflerini belirlemiş oldu. Hiç şüphesiz ilerleyen günlerde Fransa’yı çok sıcak günler bekleyecek ve emekçiler hakları için mücadeleye devam edecek…!! Ülkenin geleceği emekçinin elinde, kurtuluş yolu ise birleşik cephede ve SOSYALİZM dedir…!!! boykotçuların baskın olmasıdır..!! Yapılan tüm bu hatalardan Anadolu’daki yoldaşların ders çıkartması gerekmektedir..!! Bu noktada, AKP hükümetinin öne sürdüğü “demokratikleşme” kavramının yeteri kadar iyi sorgulanamadığını düşünüyoruz. Zira, “demokratikleşme” adına atılan her adım gerçekten demokratikleştirir mi? Örneğin “demokratik” denen “AB’ye uyum yasaları” bugünkü “12 Eylül anayasasına” göre daha iyiyse, “yetmez ama evet” değip de devrimcilik taslayan Türkiye’ deki yoldaşlar yine hiç düşünmeden “evet” verir mi?.! Verir çünkü AB yasaları ve AKP’nin yeni referandum yasaları tamamen biri biri ile uyuşmaktadır. Bu saatten sonra işçi sınıfının işi çok daha zor..!! Çünkü referandumun ardından “cumhurbaşkanlığı” seçimi var ve Recep Tayyip Erdoğan aday olacak ayrıca ABD gibi başkanlık sistemini oturtmak için düğmeye basılacak. “Toplu sözleşme ve sendikal haklar” konusunda hiçbir hukuksal altyapının olmamasından dolayı, AKP hükümeti “halktan aldığı %58’lik evetle” daha birçok alanda kamu sektörünü kendi çalışanları ve kendi militanları ile dolduracak… Özel sektörü ise kendi burjuva yandaşları için “babasının çiftliği” gibi kullandıracak ve rant sağlamaya her zamankinden daha fazla izin verecek..!! Bunların yanında, AB’ye uyum yasaları gereği özelleştirmelere tam gaz hız verilecek ayrıca “sözde askerin sivil mahkemede yargılanması” da ancak ve ancak göstermelik bir şekilde yapılacaktır…!! Tüm bu süreç içerisinde Tayyip hükümetinin oluşturduğu yeni anayasa ile faizci, tefeci gibi büyük sermaye grupları hiç kimseye hesap vermeden yurt dışına çıkış yapabilecek…!! Referandumdan evet çıkmasından dolayı Anadolu’daki işçi ve emekçi kardeşlerimiz yukarda saydığımız ve daha birçok buna benzer sorun ile karşı karşıya kalacaktır. Büyük sermaye grupları ve emperyalist güçler tarafından sömürülmeye devam edilecek olan yoldaşlarımız her ne pahasına olursa olsun mücadeleye devam edecektir.!!! AKP’nin “emek örgütlerine” danışmadan hazırlamış olduğu bu anayasa tasarısı, her haliyle işçi ve emekçinin haklarını budamaya yöneliktir…!! İlerleyen günlerde Anadolu’da yaşayan emekçilerimizi çok daha zor günlerin beklediğini şimdiden görür gibiyiz..!! Devrimci sol güçler tarafından referandum sürecinde “Hayır” propagandasını örgütlü ve baskın bir şekilde yapılamamasının faturası çok ağır olacak..!! Tüm bu yapılan hatalardan ciddi bir ders alınması gerekmektedir.. ! Unutulmaması gereken, AKP’nin demokrasi karşıtı uygulamalarına hız vereceği ve bu yüzden de AKP’ye karşı savaşın yaşamsal olduğudur…!!! Yaşasın işçi ve emekçinin haklı mücadelesi kahrolsun sermaye ve emperyalist güçler.!!!


GENÇLİK

EKİM 2010

SAYFA: 14

Uyuşturucu madde kullanımında yaş 11’lere düşürüldü…!! Maalesef ülkemizde uyuşturucu madde kullanım yaşı her geçen gün giderek düşüyor. Çünkü uyuşturucu madde kullanım yaşı 11’lere kadar düşürülmüş ve bağımlı hale gelen bireyler hem kendilerine hem de çevrelerine büyük zarar vermektedir. Ülkemizde yapılan araştırmalara göre uyuşturucu madde bağımlılığı hızla yaygınlaşmakta ve bilhassa bağımlı gençler arasında “toplumsal sorunlardan kurtuluş yolu” olarak algılanmaktadır…!! Bugün uyuşturucu madde kullanımı nerdeyse alkol ve sigara tüketimi kadar yaygın hale gelmiştir. KKTC’ye dışarıdan ithal edilen uyuşturucu maddeler özellikle gençlerin sık kullandıkları mekânlarda çok yaygın bir şekilde kullanılıyor. Bar, disko gece kulübü gibi “sözde” mekânları hatta artık sokak araları da uyuşturucu maddelerin en fazla kullanıldığı yerler olarak dikkatimizi çekmektedir. Özellikle sözde “yetkililerin” ülke giriş çıkışlarını kontrol altına alamaması ülkeye yasa dışı yollardan uyuşturucu madde girişlerini adeta “teşvik” eder durumda. Ülkemizde kontrolsüz bir şekilde hızla artan nüfus sayısı denetimlerin yetersiz kalmasında büyük rol oynuyor ve bu durum “turist” sıfatı ile ülkeye giriş yapan uyuşturucu tacirlerinin ekmeğine bal sürüyor…!! Madde bağımlılığında sosyal çevrenin rolü çok büyüktür. Burjuva sistemlerin kültürel varlıklarında aile içerisindeki huzursuzluklar, aşırı kısıtlayıcı ve baskıcı tutumlar veya aşırı serbest davranılması gençleri uyuşturucu batağının içerisine itebilecek diğer önemli faktörlerdir. Bugünlerde bağımlılık yapan madde kullanımının küçük yaşlara inmesinden dolayı okul ve çevrelerinde madde kullanımı çok yaygınlaşmıştır. Artık uyuşturucu maddeler okul çevrelerindeki internet kafelerden dahi temin edilebiliniyor ve ne yazıktır ki, tüm bu olan bitenden bağımlı çocukların ailelerinin haberi dahi olmuyor. Haberi olduğunda ise çok geç oluyor…!! Çünkü artık içerisinde yaşadığımız toplum şartları güvenilir değil ve çocuğunuz yanınızdan değil iken başına neler gelebileceğini tahmin bile edemezsiniz…!! Ebe beyinler evden ayrılan çocuklarını neredeyse dedektif tutup takip ettirmek zorunda kalıyorlar. Çünkü ülkemizde sosyal güvenlikten eser yok, çünkü eroinler, esrarlar, kokainler, ecstasyler ve bonzailer kapış kapış havada uçuşuyor. Evet, evet bonzailer. Nerden çıktı simdi bu “bonzai” demeyin. Son günlerde en yaygın olarak kullanılan uyuşturucu türlerinden biride bonzaidir.

Okullar Açıldı..! "Eğitim Katliamı" Da Başladı..! Eğitim yine her zamanki gibi türlü tartışmalar ile başladı. Milli Eğitim ve Spor Bakanı Nazım Çavuşoğlu; “Tüm eksikliklerimizi giderdik” açıklamasını sürekli olarak dile getirdi ama okulların açılmasına rağmen sorunlar hala daha saymakla bitmedi ve hiç de son bulmayacak gibi görünüyor. Hükümetin acı reçetelerinin kurbanı olan veliler “kemer sıkma politikalarının” hedefi olmaya devam ederken diğer yandan tüm kısıtlı imkânlarını kullanarak çocuklarını yeni eğitim yılına hazırlamaya çalıştılar. Özellikle piyasadaki defter, kalem, kitap gibi temel eğitim gereksinimlerinin pahalılığı öğrenci velilerinin elini çok yaktı. Hele birde veliler çocuklarına kıyafet olmak zorunda kaldılar saydı vay hallerine. Elde avuçta olmayan para ile küçücük çocuklarını yeni eğitim yılına hazırlamak onlar için bir kâbus haline döndü ve zaten borç batağı içerisinde olan birçok aile daha fazla borç içerisine girmek zorunda kaldı. Kısacası, veliler okul zilinin çalması ile birlikte eğitim katliamının ortasında kaldı. Bunun yanında, hala daha öğrenciler tadilatları bitmeyen birçok okulda eğitim almaya devam ediyor. Zaten hükümetin acı reçetelerinin kurbanı olan pek çok aile, yokluk içerisinde çocuklarını yeni eğitim yılına hazırlarken, birde idari kadro eksikliğinden kaynaklanan sorunlar ile karşılaşınca bu durum ailelerin çileden çıkmasına sebep oldu. Temennimiz, yetkilerin gerçek anlamda bu tür problemleri öğrenimi olumsuz yönde etkilemeyecek şekilde en kısa zamanda tamamlaması idi. Ama daha önceki yıllarda yaşandığı gibi eğitim ile ilgili sorunlar yine ön planda oldu ve bugünde sorunlar katlanarak artmaya devam ediyor. Ülkemizdeki eğitim sistemi bilime dayalı, demokratik ve ücretsiz bir eğitim sistem değil. Bugün ülkede özel okullar devlet okullarından daha fazla öğrenci çekiyorsa burada hem devletin özelleştirme politikalarından hem de yine devletin öğrencileri “özel okula gönderme” politikalarından bahsetmek

İşte tüm bu bataklık içerisinde çocuklarımıza sahip çıkmaz zorundayız. Çünkü böylesine bir düzende evladına sahip çıkacak olan anne ve babasından başkası değildir. Sokaklarda suç ve şiddet kol gezmektedir ve inanın bana çocuklarınızı bizi yönetenlerin insafına bırakırsanız yanarsınız..!! İşte böylesine berbat bir ortamda çocuklarımızı yetiştirmeye çalışmaktayız. Kapitalizm’e kurban oldurulmaya çalışılan gençlerimizi kendimiz sahiplenmekle de kalmamamız gerekir.. Bu sadece geçici bir çözümdür… Esas mücadele bozuk düzene karşı, işçi sınıfını kuşatan, çocuklarımıza, gençlerimize, insanlarımıza zehir saçan, bu düzenden, bu rezil sistemden beslenen mafyalara karşı da topluımsal direnişi göstermeliyiz… Bu uyuşturucular; bu bozuk sistem ve düzen var oldukça insanlarımızı zehirlemeye devam edecektir.. Örgütlü bir yaşam buna tek çözümdür… Çocuklarımıza aile fertleri olarak sahip çıkarken bu sistemi de , bu sistemi koruyanlara karşı da savaşımızı sürdürmeli ve mücadele bayrağını yükseltmeliyiz… Bilindiği gibi Kıbrıs uluslar arası uyuşturucu trafiğinin tam ortasında yer almaktadır ve doğu ile batı arasında bir geçiş köprüsü görevi yapmaktadır. Tüm bu sıkıntılar göz önüne alınacak olursa ve birde üzerine ülkemizde gençlerin içinde bulunduğu toplumsal sorunları ekleyecek olursak küçük yaşta uyuşturucu madde kullanımında artış ortaya çıkıyor. Emperyalizm, kendi sermayesini elde ederken uyuşturucu mafyaslarını, fuhuş yuvalarını ve kumarhaneleri taşeron olarak kullanmakta; ülkemizi de son dönemde merkezi haline getirmeye çalışmaktadır. Bilim adamlarının yapmış olduğu çalışmalar göstermektedir ki, özellikle bireylerin içerisinde yaşadığı kötü ülke şartları ve toplumsal sorunlar, kendilerini bu bataklığa daha da yakınlaştırmaktadır. Bu noktada kendi ülkemizi bakacak olursak vay halimize zira ülkemizde gençlerin sorunları saymakla bitecek cinsten değil. Özellikle sistemin yarattığı “işsizlik” gençleri uyuşturucu batağına yönlendiren en büyük faktörlerden bir tanesidir. Zira başıboş kalan ve gelecekten bir beklentisi olmayan gençler kendilerini böylesine büyük bir batak içerisinde buluyorlar. Bu düzen değiştirilmediği sürece, kapitalizm yok edilmediği sürece, uyuşturucu ile mücadelede kesin bir sonuç elde etmek mümkün olmayacaktır…

mümkün..!“Patron-ağa” devleti dediğimiz devlet modeli işte bundan kaynaklanmaktadır..! İşçi, fakir ve yoksul aileleri devletin yozlaşmış, altyapısız devlet okullarına gidip faşist bir eğitimden geçirtirken devlet; zengin çocuklarını ise özel okula gönderilmesi için ve orada gerekli burjuva eğitimi almaları için; bunun üzerinde de rant sağlamak için elinden geleni yapıyor..! Devlet bünyesinde okuttuğu fakir fukara gençlerine de “kitap,kalem” parası adı altında “bağış” almaktan da çekinmiyor…! İşte bu koşullar devletin ne kadar eğitimden demokrasiden, bilimsellikten ve insanlıktan uzak olduğunun en güzel göstergesidir.... Devlet eğer gerçekten devlet olsaydı, eğitim sisteminde “özelleştirmeyi” en başta ortadan

pahalılığından dolayı öğrenci ve velileri çok zor günler yaşadı ve yaşamaya devam edecek...! Bunun yanında bakanlığın okulların açılmasına rağmen hala daha okul tadilatlarını tamamlaması ve okullardaki idari kadrolarda büyük eksikliklerin olması, ilerleyen günlerde eğitimde büyük sıkıntıların yaşanacağının sinyalleri olmuştur…! Diğer yandan okullardaki eğitim kalitesinin gün geçtikçe düşmeye başlaması ve okullarda ön plana çıkan eğitim kalitesi sorunlarının ciddi boyutlara ulaşması Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı yetkilileri tarafından acilen kontrol altına alınması gereken bir diğer önemli konudur. Özellikle öğrencilerin ders vakitlerinde okul dışında başıboş bir halde dolaşmaları gözlerden kaçmıyor. Bu öğrencilerin birçoğu ülkede maalesef her köşe basında görmeye alıştığımız bet ofislere gitmekte ve bu tür kötü davranışlar önlenememektedir. Ayrıca ülkede bu ve buna benzer bir sürü ekonomik ve sosyal sorun aldı başını gidiyor.!! Tüm bu yokluklar içerisinde Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı’na bağlı yaklaşık 41 bin genç beden yeni eğitim ve öğrenin yılına girdi. Ülkenin içinde bulunduğu tüm bu ağır ekonomik ve sosyal sıkıntılar hiç şüphesiz aileleri de, öğrencileri de, eğitim sektörünü de direk olarak ağır bir şekilde etkiledi ve tüm bu imkânsızlıklar yine gayet normalmiş gibi bir havada geçiştirilmeye çalışıldı. kaldırırdı…! “Nazım Çavşoğlu” özel derslerin ortadan Yetkililerin savunması her zamanki gibi ayni; “ kaldırılmasından bahsediyor..! Kuyruklu yalan..!!! Ülkede ekonomik kriz var.!!” Ortaya böyle bir tablo KKTC tarihi boyu UBP hükümetleri döneminde çıkınca ister istemez bende, “Peki içinde eğitimde özelleştirilen ve özel ders vermeye en çok bulunduğunuz bu kapitalist rejim anlayışında izin veren hükümet partisi olmuştur..! Her şeyden ekonomik krizler ne zaman son buldu ki önce öğrencileri “özel derslere” mahkûm eden eğitim beybabalar.??” sorusunu sormak zorunda sisteminin mimarı yine UBP dir… Bunu dünyanın kalıyorum.. !! diğer ucundaki sağır sultan bile bilmektedir! Kısacası, eğitim sorunları listesi saymakla bitecek Kısacası, Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanlığı’na gibi değil ve tüm saydığımız sorunlar ilerleyen bağlı okullarda eğitimin başlaması ile gerek günlerde gündemimizi oluşturmaya devam hükümetin kemer sıkma politikalarının kurbanı olan edeceğinden hiç kuskunuz olmasın, ne diyelim ailelerin ekonomik imkânsızlıklarından dolayı, 2010–2011 ders yılı herkese hayırlı, uğurlu olsun gerekse piyasadaki kırtasiye ürünlerinin bakalım. ..!!


TEKNOLOJİ

EKİM 2010

Bilgisayar Oyununa, ABD Ordusu Ambargo'su…! Electronic Arts (EA) Games şirketi tarafından Medal Of Honor isimli oyun; içerik olarak Amerikan Askeri üslerinin tüm gizliliğini ortadan kaldırdığı için ve Taliban askerlerinin en az ABD ordusu kadar güçlü görüldüğü için ordu tarafından piyasaya çıkması yasaklandı. Dünyanın en zengin ve en çok ürün satışına sahip olan şirketlerden biri olarak gösterilen EA'ya, ABD ordusu tarafından yapılan bur darbe tüm dünyada şaşkınlıkla karşılandı. Oyunda Taliban askeri ve ABD ordusu olarak 2 türlü multi-player oyun oynayabilme seçeneğinin sunulduğu ve Taliban güçlerinin ABD ordusunu

Hawking & Mlodinow :” Evreni Tanrı Yaratmadı..!” Ünlü İngiliz Fizikçi Stephan Hawking ve Amerikalı Fizikçi Leonard Mlodinow “The Grand Design” yani (büyük tasarım) isimli kitabı piyasaya sundu. Hawking ve Mlodinow kitapta “Yerçekimi kanununun varlığı, Evren'in kendisini yoktan var etmesine olanak tanıyor. Evren'in ve bizim var olma nedenimiz 'kendi kendini yaratmadır'. Tanrı'nın fitili ateşleyip Evren'i harekete geçirmesine gerek yok” diyor. Halbu ki Hawking 1988'de yayınladığı başka bir kitapta bu son yayınladığı kitaptan çok daha farklı şeyler ifade etmekteydi. Yani bu da bizlere şunu gösteriyor ki Tanrı'nın evreni yaratmadığı

gerçeğini, İngiliz ve Amerikan bilim adamları bile artık red edemiyor ve insanların gözü önüne koymaktan çekinmiyorlar. Umarız bunu en erken zamanda insanoğlu da anlar; düşünün ki bu İngiliz ve Amerikan bilim adamları kendi ülkelerinin en iyi fizikçileri ve bilim adamlarıdırlar..! Devlet terörüne rağmen bu gibi kitapların içerisine bile bu ifadeleri artık koymaktan zerre kadar çekinmiyor ve söylemekten kaçamıyorlar. Evrim'in gerçekliğini artık sadece burjuva bilim adamları değil elbet tüm

Türkiye kendi “füze kalkanını” kuruyor İran'ın nükleer saldırı tehditlerine karşı aynen incirlik'teki ABD üsleri gibi ; ABD'nin Türkiye'ye füze kalkanı kurmak istediği dedikoduları dolaşırken, Türkiye “kendi” füze kalkanı projesi için düğmeye bastı. Teknolojik anlamda üst düzey bir tasarıma sahip olması planlanan kalkanlara yani "4 adet Uzun Menzilli Bölge Hava ve Füze Savunma Sistemi Projesi" için 4 ülkeden teklif alındı. ABD'nin Patriot, Rusya'nın S-400, Çin'in FD-2000 ve Fransa-İtalya ortaklığı olan Eurosam'ın Samp-T şirketleri ihaleye katılırken 2012 yılında kurulacak olan kalkan'ın aktif olması bekleniyor. İkisi Ankara-İstanbul diğer ikisi de tehdit düzeyindeki değişikliğe göre

SAYFA: 15

“yenme” ihtimalinin de ABD ordusunun rahatsız olabileceği ihtimali, oyun yorumcuları tarafından söylenmeye devam ediyor. Yani kısacası ABD ordusu bilgisayar ordularında bile kendisini dünyanın en güçlü ordusu “olamama ihtimalin” tahammül edemiyor… Ama kafamızı karıştıran bazı sorular var. Daha önce de ABD ordusu ile alakalı olan birçok askeri oyun ve buna benzer şeyler piyasada yer almıştı. Bundan önceki dönemlerde sessiz görünen ABD ordusu bu olaya nasıl oldu da itiraz etti? Bu hem bizlerin hem de sizlerin ileriki dönemlerde alacağımız cevaplardan birisi olacaktır sanırız… Gelişmeleri takip etmeye devam edeceğiz.

France Telekom'da Peş peşe İşçi İntiharları..! France Telekom'da Peş peşe İşçi İntiharları..! France Telekom'da beş çalışan daha intihar etti. İki yılda toplam intihar eden işçilerin sayısı 58'e çıktı. Son iki hafta içinde arka arkaya beş kişinin intiharı Fransız “Le Parisien” gazetesinde de yer aldı. Çalışanların çok ağır koşullarda iş yaptığını Fransa'daki sendikalar dile getirirken haziran ayında intihar edip “iş kazası” sözü verilen 51 yaşındaki personel veda mektubunda “ölüm nedenini çalışma koşullarının zorluğu ve düşük maaşlar” olarak dile getirmişti. Bunun üzerine şirket yöneticilerine yapılan soruşturma raporunda, şirket yöneticilerine ağır suçlamalar getirildi. Raporda çalışanlara mobing yapıldığı yer alıyordu. Ayrıca sendika, işletme doktorları ve sigorta şirketlerinin uyarılarına yeterli tepki gösterilmediği belirtildi. ** Mobbing: (Latince'de; psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı vermek), özellikle hiyerarşik yapılanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu örgütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun süreli sistematik baskı uygulamasıdır. Son dönemde sosyoloji ve hukuk başta olmak üzere çeşitli alanlarda disiplinler asında çalışılan bir konu haline gelmiştir.

konuşlandırılacak olan kalkanlar Orta-Doğu halkları, Kuzey Afrika ve Doğu Avrupa ve ülkemiz Kıbrıs için son derece tehlike unsuru içeriyor.. Buna rağmen ne NATO nede BM nede “özgürlükler ülkesi ABD” ve “barış meleği ülkeler birliği AB” buna dur demiyor…! TSK yani T.C. aynen Anadolu halkı ve Türkiye işçi sınıfına yaptığı gibi dünya halklarına karşı da savaşa hazırlanıyor..! Sendikaların, emek örgütlerinin, sivil toplum örgütlerinin devrimciler öncülüğünde bu olaylara dur diyebilmesi gerekmektedir… Hatta ülkemizdeki devrimci demokrat ilerici unsurlar da bu konuda onlara siyasi destek olmalıdırlar… Enternasyonalizm bunu gerektirmektedir…

BARİKAT GAZETESİ'NİN BAKIŞ AÇISI İLE KÜNYEMİZ: "Meraklılar" İçin Yasal Künye BARİKAT GAZETESİ Yasal Sahibi: Görkem Eylem Basıldığı Yer: Comment Grafik ve Yayıncılık Ltd. Web Sitesi: www.barikatgazetesi.com Mail Adresi: info@barikatgazetesi.com Telefon: 0548 878 40 01

TEK GERÇEK SAHİBİ : İŞÇİ SINIFI EMEK VERENLER : 1926'DA DOĞAN ŞAFAĞA GÖNÜL VERENLER KAVGASI : MARKSİZM-LENİNİZM ADRESİ : EMEĞİN VAR OLDUĞU HER YER

1926'da doğdu güneşimiz... Parladı alev alev ML''nin ışığında... Yaktı zalimleri kötülükleri.. Ve karalandıkça karalandı sonra... *** Bitti artık bu karanlık günler... Artık İŞÇİ SINIFI; Yalnız değildir...!


4 Ekim Pazartesi : Saat: 18:00 – 20:00 Gommalar Müzik Savaşçıları Konseri ve Kokteyl Film Gösterimi – ''Başka Dilde Aşk'' Gösterim Yeri / Saati: Gönyeli Belediyesi Konferans Salonu – Lefkoşa / 20:00

5 Ekim Salı: Film Gösterimi – ''Kum Taneleri'' Gösterim Yeri / Saati: ODTÜ KKK Kültür Merkezi – Omorfo / 20:00

6 Ekim Çarşamba : Film Gösterimi – ''Gördüğümüz Kendi Yüzümüzdür – Tekel Direnişi'' Gösterim Yeri / Saati: Gönyeli Belediyesi Konferans Salonu – Lefkoşa / 20:00 Ayrıca ODTÜ KKK Kültür Merkezi – Omorfo / 19:00 Film Gösterimi – ''Brukmanlı Kadınlar'' Gösterim Yeri / Saati: ODTÜ KKK Kültür Merkezi – Omorfo / 21:00

7 Ekim Perşembe : Film Gösterimi – ''Efendisizlerin Ülkesi'' ve ''Yaşamak Bir Ağaç Gibi'' Gösterim Yeri / Saati: Gönyeli Belediyesi Konferans Salonu – Lefkoşa / 20:00 Film Gösterimi – ''Madencilerin Anıları'' ve ''Dünyayı Özelleştirmek'' Gösterim Yeri / Saati: ODTÜ KKK Kültür Merkezi – Omorfo / 19:00

9 Ekim Cumartesi : Film Gösterimi – ''Büyük Satış'' Gösteri Yeri / Saati: Gönyeli Belediyesi Konferans Salonu – Lefkoşa / 20:00

11 Ekim Pazartesi : Film Gösterimi – ''Duvarımız Belgeseli '' Gösterim Yeri / Saati: Gönyeli Belediyesi Konferans Salonu – Lefkoşa / 20:00

13 Ekim Çarşamba : Film Gösterimi –

''Fidel, Anlatılmamış Tarih''

Gösterim Yeri / Saati: Gönyeli Belediyesi Konferans Salonu – Lefkoşa / 20:00


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.