17 minute read

KENT DOĞA İLİŞKİLERİNİN DÖNÜM NOKTASINDA KENTSEL SAĞLIĞI YENİDEN DÜŞÜNMEK

…Kentsel kritik altyapı temelde toplumdaki kentsel sağlık, güvenlik ekonomik ve sosyal iyi olma hali gibi yaşamsal sosyal işlevlerin devamı ve tahrip olması veya yok olması durumunda ortaya çıkan etkinin büyüklüğü ile tanımlanmaktadır. Bu durum içinde bulunduğumuz pandemi süreci ile tekrar her bireyin gündelik yaşamında görünür ve çok önemli hale gelmiştir. Enerji, su, gıda temini, iletişim ve haberleşme gibi kritik kentsel altyapılar bu sürekliliğin sağlanmasında tartışmasız olarak ön plandadır. Ne var ki, yeşil ve mavi altyapıyı kentsel kritik altyapı olarak görmek çok yaygın bir düşünce değildir. Buna rağmen, pandemi nedeni ile oluşan açık kamusal alan talebi, kentsel sağlığa fiziksel ve mental katkıları, iklim değişikliği etkilerini azaltma ve uyum gibi açılardan kendini hatırlatmaktadır...

Doç. Dr. Koray Velibeyoğlu, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü

Advertisement

"Artık doğal ekosistemleri tahrip etmiyoruz. Aksine, insanların oluşturduğu sistemlere doğal ekosistemlerin eklendiği bir dönemi yaşıyoruz. Doğa ve kültür arasındaki uzun süredir var olan bariyerler kalktı. Biz artık doğaya karşı değiliz. Doğanın nasıl olduğuna ve olabileceğine karar vereniz.” (Crutzen 2002).

Nobel ödüllü atmosferik kimyacı Paul Crutzen’in uyardığı gibi kent doğa ilişkilerinin radikal biçimde değiştiğini hissettiğimiz bir yüzyılın ilk dilimindeyiz. Bu periyotta dünya nüfusunun %70’ine yakınının kentsel alanlarda yaşayacak olması gezegenimizi görülmedik ölçüde insan etkisi ile biçimlenen Antroposen çağına açmaktadır. Görülmemiş ölçülerdeki “gezegensel şehirleşme” (Brenner ve Schmid, 2012) iklim değişikliği etkilerinin de tetiklediği ortamda hava, su, gürültü kirliliğine maruz kalma, felaketler, fizik aktivite eksikliği, bozulan ekosistemler, biyoçeşitlilik kaybı gibi bir dizi kentsel stres alanının kronikleşmesine ve nihayetinde insan sağlığını ve bireysel/ toplumsal iyi olma halini kötüleşmesine neden olacaktır.

2050 yılında 9,8 milyara ulaşacağı tahmin edilen dünya nüfusunun (UN, 2017) %78’inin yetersiz altyapı ve kentleşme sorunları ile boğuşan yerlerde olacağını ve bu durumun kent ve halk sağlığı ilişkileri açısından ilk endüstri kentlerinde yaşanan durumu aratmayacağını unutmamak gerekir (Davis, 2006). Bu tablo bize kentsel sağlık ve kentsel yaşam kalitesinin planlama ve tasarım yaklaşımlarında yeniden kurucu öge olma gereğini hatırlatmaktadır. Bu duruma yaklaşabilmek için kent-doğa ilişkilerinin ele alınış biçimini yeniden sorgulama gereği de doğmuştur.

Şehir planlama ve şehir tasarımı doğa-kültür veya doğa-kent denklemine şimdiye kadar diyalektik bir bakış açısı ile yaklaşmıştır. Oysa yukarıda özetlenen değişimler bu ikilinin yeniden farklı bir bakış açısı ile ele alınması gerekliliğini doğurmuştur. Bu çalışmada, pandeminin yarattığı gündemi de göz önünde tutarak kent-doğa ilişkilerinin planlama ve tasarım yaklaşımları içindeki yerini tartışan bir çerçeve oluşturulması amaçlanmaktadır. Bu amaçla kent doğa alanına dair arka planının günümüze kadar olan perspektif içinde izleri takip edilecektir.

Çalışma üç ana bölümden oluşmaktadır. Girişi takip eden bölümde kent-doğa ilişkilerinin dönüşümü ve planlama ve tasarım alanlarında kapladığı role dair tarihsel gelişimde ön plana çıkan örnekler ele alınmıştır. Sonuç bölümünde ise pandeminin de tetiklediği süreçte doğaesaslı gelişim ve dönüşümlerin nasıl bir “kritik altyapı” haline geldiği tartışılacak ve bu dönüşüme dair ipuçları sunulacaktır.

KENT-DOĞA İLİŞKİLERİNİN DÖNÜŞÜMÜ

Caspar David Friedrich’in 1818 tarihli Wanderer Above a Sea of Fog (Sis Denizi Üstünde bir Gezgin) resmi doğayı tam olarak düşünmek ve hissetmek için yalnız ayakta duran ve bir kayalığın üzerinden uçsuz bucaksız bir manzaraya bakan bir adamı odağına almaktadır. Sislerin arasından yükselen dağların yansıttığı bu tablo doğa ile şiirsel bir diyaloğu çağrıştırır. Diğer taraftan, farklı bir okuma ile odaktaki adam tüm bu manzara deneyimine hakimdir ve doğanın önüne çıkardığı tüm engelleri aşarak zirvedeki yerini almıştır.

İlk bakışta doğa ile uyumu anlatan bu karşılaşma endüstri devrimi sonrası doğanın insan eliyle dizginlendiği, kontrol altına alındığı bir deneyim ile yer değiştirmeye başlamıştır. Bu yeni kentleşme dalgası esas olarak kenti merkeze alan bir anlayışı öne çıkarırken kır algısı geri kalmışlık ve doğa ile (yapılaşmamış olan) eşdeğer tutulmaktaydı. 19. yy endüstriyel kapitalizminin önemli bir bölümü, ilerlemeyi, kentlerin doğa üzerindeki ekonomik ve siyasal zaferinde görmüşlerdir (Holton, 1999). Aydınlanmanın getirdiği rasyonalizmle birlikte insanın doğaya egemen olma çabası, onu denetleyerek ele geçirmenin yolu bilimsel ve teknolojik gelişmelerde görülmüştür. İnsan anatomisi üzerindeki keşifler, doğa bilimleri, matematik ve optik bilimlerdeki gelişmeler bu döneme yön vermiştir. William Harvey’in 1632’de kan dolaşımı ve solunum üzerine yazdıkları halk sağlığı hakkında yeni fikirler doğmasına yol açmıştır. 18. yy’da Aydınlanma Plancıları kenti akışkan atardamar ve toplardamarlardan oluşan süreklilikler olarak görmeye başlamışlar, hareket ve dolaşımı artık bir sağlık işareti olarak kabul etmişlerdir. Bu tıp devrimi mutluluğun standardı olarak sağlığı merkeze koymuştur. Kentsel sağlık ise hareket ve dolaşım ile tanımlanmıştır. 18. yy’da sokaklar ve caddeler de bir sistem olarak tarif edilirken atardamar (arter) ve toplardamar (kollektör) ismini almaya başlamıştır. Aydınlanma plancıları ancak son derece organize, kapsamlı bir kent tasarımıyla sağlıklı bir ortam oluşturulabilecekleri inancını taşımıştır. Böylece, dolaşım ilkelerine göre işleyen şehir planları ve tasarımlar da ortaya çıkmaya başlamıştır (Sennett, 1996).

Bilimsel devrime rağmen endüstri kentinin sorunlarına verilen şehircilik yanıtları ancak 19. yy sonlarında karşılık bulabilmiştir. Bu yanıtlar endüstrileşme ve yoğun kentleşme ile ortaya çıkan sağlıksız yaşam ortamlarına karşı bir tepkidir. Doğa-kent ilişkilerinin diyalektik olarak tanımlandığı bu dönemde başlıca iki yaklaşım hâkim rol oynamıştır. Birinci yaklaşım endüstri kentini karmaşık sorun yumağı ile baş başa bırakarak, doğa içinde onunla barışık, düşük yoğunluklu bir yeni yaşam biçimi kurmaya çalışan bahçe kent hareketidir. Bu hareket temellerini yaşayan organizma olarak kent düşüncesinde ve organik analojide bulmuştur. Bahçe kent hareketinin plancıları ve tasarımcıları canlı organizmaların özniteliklerini kente uyarlamışlardır. Örneğin kentin belirli bir büyüklüğü/boyutu aştığında artık kontrol edilemez olacağı ve patolojik hale geleceğini varsaymışlardır (Lynch, 1982). 19. yy kentsel tasarımcıları ise bu dönemin yeni kamusal alanlarından biri olan kent parklarını şehrin akciğerleri olarak tasarlamışlardır (Sennett, 1996). Biyolog ve sosyolog Patrick Geddes, sosyolog ve teorisyen Lewis Mumford, modern peyzaj mimarlığının kurucusu F. Law Olmsted ve sosyal reformcu Ebenezer Howard biyolojik analojinin kent planlaması ve tasarımına taşınmasına öncülük etmiştir. Bahçe kent akımında yürüme mesafesinde kendine yeter kentler, dumansız, kokusuz doğa içinde bir yaşam çevresi en belirleyici parametre olmuştur. Kalabalık ve dumanlı endüstri kentinden uzakta kırın ve kentin en iyi özelliklerinin birleştirildiği bu yerleşimler doğanın içinde çözülen düşük yoğunluklu küçük yeni yerleşimlerden oluşan bir bölgesel gelişim biçimi olarak düşünülmüştür. Bir başka deyişle “doğanın içinde kent” düşüncesi hakimdir. Burada doğa dumanlı endüstri kentinin getirdiği tüm olumsuzlukları dışarıda bırakan resimsi bir manzaradır.

Doğa-kent karşıtlığını “uyum” ile çözmeye çalışan bahçe kent anlayışı dışında ikinci bir yaklaşımda 20. yy Avrupa modernizminde Le Corbusier’in tasarımlarında ifadesini bulan “kent içinde doğa” veya “park içinde şehir” (city in the park) düşüncesidir. Yatay büyümeyi destekleyen bahçe kent şemalarının aksine dikey büyüme ile zemini yeşil alandan maksimum faydalandıran, akışkan serbest bir yayılım ile ve tekil, nodal binalarla oluşmuş bu kurguda ışık-havayı geçiren bir kent düşüncesi ön plana çıkmıştır (Fishman, 1982). Bu şemada kentin içinde bir doğanın zeminde kesintisiz ve akışkan bir biçimde oluşturulması düşüncesi hakimdir.

Her iki yaklaşım da endüstri kentinin hızlı kentleşmesine kent sağlığını ön plana alan ve doğayı kentin sorunlarını iyileştirici bir çerçevede ele alsa da İkinci Dünya Savaşı sonrası hızlı ekonomik büyüme, nüfus patlaması, artan refah ile birlikte kentleşme hızının giderek artması bu iyimserliği gölgelemiştir. Mobilitenin arttığı ve otomobilin dönüştürmeye başladığı kentlerde kent-doğa ilişkisi tamamen kopmuştur. Otomobilin şekillendirdiği büyük metropollerde Sennett’in (1996) deyimiyle modern mimarlar ve şehirciler tasarımlarında insan bedeniyle kurulan aktif bağı bir şekilde kaybetmişlerdir. Berman’ın (1994, sf.207) da ifade ettiği gibi “19. yy kentselliğinin ayırt edici işareti bulvardı, patlamaya açık maddi ve insani güçleri bir araya getiren bir araç. 20. yüzyıl kentselliğinin köşe taşı otoyol oldu… Garip bir diyalektik görüyoruz burada. Modernizmin bir tarzı diğerini yok etmeye çalışarak harekete geçiyor ve kendini tüketiyor. Üstelik bunlar hep modernizm adına yapılıyor”.

Bu alt kentleşme süreci kent-doğa ilişkilerinde tam karşıtlık üzerine kurulu ve kentin yayılması ile karakterize olan kentsel saçaklanma gibi çok büyük sorunlara yol açmıştır. Özellikle Los Angeles gibi postendüstriyel dönemde ortaya çıkan kentsel hizmetlerin büyük parçalar halinde kentin dışına çıkması (alışveriş merkezleri, kapalı konut siteleri, teknoloji bölgeleri, ofis parkları vs.) geleneksel anlamda sınırları belli olan ve kolaylıkla karakterize edilebilen kent algısını da değiştirmiştir. Kentin yayılmasının bir sınırı olup olmadığı bizi saçaklanma olgusunu daha yakından incelemeye ve keskin ayrımlara dayalı strateji ve önlemleri yeniden gözden geçirmeye teşvik etmektedir. Kentsel saçaklanma alanları doğal nitelikte alanlar üzerinde baskının en kritik olduğu yerlerdir. Bu tür alanlar; parselasyonu yapılmış gelişme alanları, inşaatlar, kentin parçalarının yol aksları boyunca çepere taşınması, tarım dışı arazi kullanımları (benzin istasyonu, depo vb.) kendini gösterir. Saçaklanma alanları alt-kentlere ve nihayetinde kentsel alana dönüşmeye adaydır (Bryant, 1982; Daniels, 1999).

Kentin merkezinde olan pek çok kullanımın büyük parçalar halinde kırsal ve doğal alanlara sıçramasıyla oluşan parçalı ve yaygın kentsel gelişim biçimi doğa-kent ilişkilerini denetleme açısından üç tür yaklaşımı da beraberinde getirmiştir:

• Birinci nesil yaklaşımlar: Temel olarak kentin yapılaşmış alanı etrafında geniş bir yeşil kuşak alanı oluşturarak kentin doğal alanlara kontrolsüz büyüme ve yayılmasını engellemeye çalışan kayıtlama veya konsolidasyon araçlarıdır. En bilinen örneği II. Dünya Savaşı sonrası Patrick Abercrombie tarafından hazırlanan Büyük Londra Planı’nda oluşturulan 8 km enkesitinde; içinde tarım alanları, rekreatif alanlar, göller gibi doğal yapıların da barındığı bir yeşil kuşaktır. Abercrombie’nin sisteminde bahçeden parka, parktan parklar sistemi ve yeşil koridorlara kadar bir ekolojik süreklilik de tarif edilmişti. Dış kuşağın hemen etrafında ise kentin artan büyüme ihtiyacının küçük ve kendine yetebilen yeni yerleşimler dizisiyle çözülebileceği öngörülmüştü. Bu bölgesel ölçekteki en büyük girişim 1946-1970 yılları arasında denenmiş ve sonrasında yeni yerleşimlerin beklenen ekonomik büyüme ve nüfusu kendine çekememesi nedeniyle programdan vazgeçilmiştir (Hall, 1988).

• İkinci nesil yaklaşımlar: İlk nesil “kayıtlama” anlayışından farklı olarak kentin yayılmasını “denetleme” üzerine kuruludur. Kentsel büyüme sınırları [Urban Growth Boundaries -UGBs] gibi plan araçları ile büyümenin daha bütünleşik, kompakt ve etkin bir biçimde olması denetlenir. Dolayısıyla, belirli sınırlar dışında kanalizasyon, su, elektrik, toplu taşıma gibi temel kentsel hizmetlerin yayılmasının önüne geçilmesi hedeflenir. Bu temel hizmetler üzerindeki ceza ve teşvik sistemleri ile de yumuşak bir denetim amaçlanmaktadır.

• Üçüncü nesil yaklaşımlar: Bu gruptaki “akıllı büyüme” anlayışında temel amaç kentsel yayılmanın sınırlandırılması ve kayıtlanmasından ziyade karma arazi kullanımlı, yoğunlaştırılmış, ulaşım türleri arasındaki entegrasyonu ve çeşitliliği kurabilen, farklı konut sunum biçimleri sağlayabilen, doğayı ve kültürel mirasları koruyan kaliteli ve nitelikli bir kentsel gelişimin kurulmasıdır. Kısaca, “kontrol” anlayışından “kalite” diline geçişe odaklıdır ve daha yaşanabilir, yaşam kalitesi yüksek çevrelerin nasıl olabileceğini tarif etmeye çalışır. OECD (2010) tarafından önerilen yeşil büyüme (green growth) de benzeri bir anlayışı yansıtmaktadır: “…Ekonomik büyüme ve gelişimin çevresel bozulmayı, biyoçeşitlilik kaybını ve sürdürülebilir olmayan doğal kaynak kullanımını engelleyecek bir yol arayışıdır”. Yukarıda ana hatları ile özetlenen birinci ve ikinci nesil yaklaşımlar kesin bir kentdoğa karşıtlığı üzerine kuruludur ve bunun denetimini fiziki ve yönetimsel planlama araçları ile kurmaya çalışmaktadır. Üçüncü nesil ise kent-doğa arasındaki “geçişliliği” temel almaya çalışan bazı farklı alt yaklaşımları da içinde barındırmaktadır. Bu yöndeki örnekler kentsel saçaklanmanın yoğun olduğu ve banliyö tipi gelişimlerin yaygın olduğu Kuzey Amerika şehirlerinde ortaya çıkmıştır. Amerikan Yeni Şehirciliği (New Urbanism) düşük yoğunluklu ve otomobil bağımlı banliyölerin yüksek altyapı maliyeti, kısıtlı kamusal yaşam seçenekleri ve değerli doğa ve tarım alanlarını yok etmesi nedeniyle banliyölerin yeniden yapılandırılması gerektiğini ortaya koymuştur (Katz, 1993). Toplu ulaşım odaklı büyüme [transit oriented development], tarımsal şehircilik [agrarian urbanism] gibi bir grup yaklaşım temelinde kentlerin ekolojik ayak izlerinin küçülmesi ve çevreye olan etkilerini azaltma yönünde başlıkları içermektedir. Toplu ulaşım odaklı büyüme; toplu taşım türlerinin entegrasyonu, karma arazi kullanımı ve yürüme mesafesinde örgütlenmiş kompakt kentsel dokuyu önerirken, tarımsal şehirleşme ise su, enerji, gıda ve atık konularında doğa-kent geçişliliği içinde çözümler aramaktadır. Çeşitli ölçek ve büyüklüklerdeki aktif tarımsal üretimin kentsel alana nasıl entegre olabileceğini araştırmaktadır. Kent ve doğa geçişliliğini esas alan ve bunu kademeli olarak kurmaya çalışan “Yeni Şehircilik” yaklaşımlarında kentdoğa geçişkenlik sınırlarının belirlenmesi (urban nature transect) ve buna göre bir plan kodlama sisteminin oluşturulması esası vardır. Bu yöntem, kesitsel olarak yoğun kentsel bölgelerden tamamen doğal alanlara kadar değişen homojen karakterdeki parçaları tarif eder. Alanın fiziksel karakterini göz önünde bulundurarak sürdürülebilir büyümeyi kontrol eden bir araçtır.

Kent-doğa karşıtlığını, kentsel büyümeyi referans alarak ve bu duruma katı denetim, geçişlilik veya mekânsal nitelik yönleri ile çözüm getirmeye çalışan şehircilik ve tasarım anlayışları doğayı kentin karşısında “tekil” olarak görmeye çalışmaktadır. Bunun aksi yönde doğayı bir “çoğulluklar” bütünü içinde tartışmak bu karşıtlık üzerine kurulu diyalektik anlayışı aşmak için çözüm yollarından biri olabilir (Kaplan ve Velibeyoglu, 2020). Bu noktada kenti merkeze alan planlama yaklaşımlarından ziyade doğayı merkeze alan peyzaj mimarlığı alanındaki yeni ele alışlara kulak vermek iyi bir başlangıç olabilir.

Hunt (2000) doğanın çoğulluğun üç halinden bahsetmektedir. “Birinci doğa” insan aktivitesi tarafından değiştirilmemiş ve bozulmamış olandır. Bu grup genel olarak yapılaşmamış veya koruma altında olan alanları kapsamaktadır. “İkinci doğa” ise toprağın insanın faydasına tarım gibi faaliyetlerde kullanıldığı yerlerdir. “Üçüncü doğa” ise tasarlanmış peyzajı, tasarımcının insanın rekreatif talebi ve estetiği için doğayı bahçe, park ve rekreasyon alanlarına dönüştürdüğü yerleri anlatmaktadır. Jackson (1984) ise Doğanın Politikası adlı çalışmasında bu üçlü kategoriyi güç ilişkileri açısından yorumlar. Birinci peyzaj dediği doğa ile uyumlu yöresel olanla, ikinci peyzaj dediği endüstriyel ve doğanın insan yararına sömürüldüğü büyük üretim çiftlikleri ve endüstriyel ormancılık alanlarını karşılaştırır. Jackson çözümü üçüncü peyzajda, yani yerel toplulukların ihtiyacı ve talebi üzerine şekillenmiş, ikinci peyzajın bozuma uğrattığı çevrelerin tamiri üzerine kurar, doğanın restorasyonunu önerir. Bir başka peyzaj mimarı Gilles Clement ise Jackson’ın insanın sömürü ve kontrolüne dayalı ikinci peyzajından farklı olarak üçüncü peyzajı kent içinde insan aktivitesinden korunmuş bir “biyolojik rezerv” olarak düşünmektedir. Dolayısıyla Clement’in getirdiği bu üçüncü peyzaj biyolojik çeşitliliğin kendi gelişimine izin veren kent içinde korunmuş doğa parçaları (nature pockets) oluşturmaya dayanmakta bunun da aslında gezegenin biyoçeşitliliğine de küçük bir katkıda bulunduğunu anlatmaktadır. Clement’in bu korunmuş doğa parçaları kent içindeki atıl alanlardan dönüştürülebileceği gibi tasarladığı Fransa’nın Lille kentindeki Henri-Matisse Parkı içindeki Derborence Adası’nda cisimleşmiştir. Tamamen kentsel bir alan içinde ve bir kent parkının tam ortasında 7 metrelik beton duvarların üzerinde bir korunmuş doğa parçası sunan bu yaklaşımda doğanın zaman içinde kendini tamamlaması ve gelişmesi amaçlanmıştır (Gandy, 2012).

Mimarlık tarihçisi ve yeryüzü sanatı (land art) çalışmaları ile de bilinen Charles Jencks, “sıfır doğa” kategorisini de eklemiştir. Jencks (2004) sıfır doğayı gezegensel seviyede görmektedir “…evren, onun kuralları ve oluşturan temel yasalar”. Carver (2016) ise tüm bu çerçeveyi geliştirerek bir dördüncü doğa anlayışını da eklemektedir. Bu döngüsel yaklaşımda dördüncü doğa, birinci doğaya dönüşe elverecek her türlü yeniden yabanileştirme (rewilding) eylemlerini kapsamaktadır. Dolayısıyla, dördüncü doğayı bu çoğulluk içinde daha çok gezegensel ve iyileştirici yönde kavrayışı ile ayırt etmek mümkündür. Diğer bir önemli konu ise bütünleşik ve döngüsellik içinde bir ekosistem olarak algılamaktır.

Diğer bir yol ise artık büyümeyi -ki burada daha çok ekonomik büyüme ve nihayetinde kentsel alan kullanım miktarının yayılması sonucu çıkmaktadır- ana referans almayan yaklaşımlardır. Büyümeyi sınırlamak ve “sıfır büyüme” anlayışı 1970’lerde çevreci hareketlerin doğuşu ve hız kazanması ile ön plana gelmiştir. Bu anlamda, Paul Ehrlich’in The Population Bomb (Nüfus Bombası) çalışması, Roma Kulübü’nün (Club of Rome) Büyümenin Sınırları (The Limits to Growth) raporu hızlı nüfus artışının ekoloji üzerindeki negatif etkilerini ve sonlu dünya kaynaklarının bunu karşılamadaki yetersizliğini ifade etmiştir. Dünya petrol krizi sonrası durumu betimleyen ekonomist E.F. Schumacher’in 1973 tarihli Küçük Güzeldir (Small is Beautiful) adlı çalışması ise ekonomik büyümenin iyi bir şey olduğu ve büyük olanın daha iyi olduğu algısını eleştirmiştir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler halen nüfusun dinamik, kentleşme hızının yüksek olduğu ülkeler olmasına rağmen bunun genellenebilir olduğunu söylemek zordur. Dünyanın çeşitli bölgelerinde nüfus kaybeden, gelişimi sıfır veya sınırlı olan yerleşimler vardır. Büzülen kentler (shrinking cities) olarak adlandırılan bu olgu genellikle nüfusu yaşlanan ve ekonomik temelini kaybeden kentler için geçerli olmaktadır.

Bu çerçevede, farklı bir iz ise büyüme tercihini bilinçli olarak sınırlı ve yavaş tutmak isteyen yerleşimlerin varlığıdır. Yavaş Yemek Akımı (Slow Food Movement) ve Yavaş Şehir Ağı (Citta Slow Network) üzerinde belirginleşen bu hareketlerin temelinde kaliteli yaşam ve yerleşim seçeneklerinin giderek hızlanan ve küreselleşen dünyanın aynılaştırıcı ve tüketimi özendirici (Knox, 2005) sadece boyutları yönünden ayrışan “jenerik kent”ine (Koolhaas, 1995) karşı durmasıdır. Bu kültürel değişim önerisi özünde kadim tarım ve üretim yöntemlerinin yeniden keşfedilmesi, yerel bilgelik ve çözümlere duyarlılığı arttırmıştır.

SONUÇ: DOĞA-ESASLI YAŞAMA DOĞRU

Önceki bölümde özetlenen doğa-kent karşıtlığı veya doğa-kent geçişliliğini referans alan planlama ve tasarım yaklaşımlarının her ikisi de doğa ve kentin kendi iç bütünlüklerini koruması düşüncesi üzerinde şekillenmektedir. Peki, Crutzen’in bahsettiği Antroposen çağında veya doğa-sonrası dönemde (postnatural era) doğa insan etkisinden uzak olamayacak ise doğayı kentin kurucu ögesi ve dolayısıyla doğa-esaslı yaşamı merkeze almak nasıl mümkün olabilir? Bu bölümde pandeminin de tetiklediği süreçte doğa-esaslı gelişim ve dönüşümlerin nasıl bir kritik altyapı haline geldiği ve bu dönüşüme dair bazı ipuçları sunulacaktır.

Doğa esaslı yaşamı merkeze almak ve kurucu öge haline getirmenin bir geçiş süreci gerektirdiği ve bütünleşik olarak yönetilmesi açıktır. Bu yönde katkıda bulunabilecek uygulamaları gözden geçirmek bizi bu konuma daha fazla yaklaştıracaktır.

Öncelikle, doğa-kent ilişkilerinde doğanın çoğulluğu, bütünleşik ve döngüsel olduğunu kavramak önem kazanmalıdır. Dolayısıyla, üretilen çözümlerde doğakent yani doğa-kültür ilişkilerini kadim prensiplerle bütünleşik algılayan örneklerin araştırılıp uyarlanarak yeniden hayata döndürülmesi gereklidir. Kentsel tasarımda ise mutenalaştırılmış peyzajlar yerine doğanın çoğulluğunu kutsayan “üretken” peyzajlara geçiş özendirilmelidir. Ayrıca, gezegenin biyoçeşitliliğinin bir parçası, doğa-esaslı yaşamın kadim bir bileşeni olarak kentsel peyzajların sadece yerelde değil Dünya için de önemli olduğu hatırlanmalıdır. Bu aşamada doğanın kontrolü ele almasına izin vermek, zamanı doğa esaslı yaşamın bir parametresi olarak görmek geçişi kolaylaştıracaktır.

İkinci olarak, yeşil ve mavi altyapının günümüzde dünya kentlerinin yaşadığı kronik stres ve büyük şoklar/krizlerin karşısında bir “kentsel kritik altyapı” olarak görülmesi sağlanmalıdır. Kentsel kritik altyapı temelde toplumdaki kentsel sağlık, güvenlik ekonomik ve sosyal iyi olma hali gibi yaşamsal sosyal işlevlerin devamı ve tahrip olması veya yok olması durumunda ortaya çıkan etkinin büyüklüğü ile tanımlanmaktadır. Bu durum içinde bulunduğumuz pandemi süreci ile tekrar her bireyin gündelik yaşamında görünür ve çok önemli hale gelmiştir. Enerji, su, gıda temini, iletişim ve haberleşme gibi kritik kentsel altyapılar bu sürekliliğin sağlanmasında tartışmasız olarak ön plandadır. Ne var ki, yeşil ve mavi altyapıyı kentsel kritik altyapı olarak görmek çok yaygın bir düşünce değildir. Buna rağmen, pandemi nedeni ile oluşan açık kamusal alan talebi, kentsel sağlığa fiziksel ve mental katkıları, iklim değişikliği etkilerini azaltma ve uyum gibi açılardan kendini hatırlatmaktadır. Yeşil altyapı, geniş bir ekosistem içinde hem kırsal hem de kentsel ortamlarda biyoçeşitliliği sağlayan ve yöneten, doğanın temiz hava ve su gibi ekosistem ürün ve hizmetlerini sunma kabiliyetini geliştiren, aynı zamanda yüksek kaliteli doğal, yarı doğal ve kentsel alanlar arasında bağlantıyı stratejik olarak planlayan yaklaşımdır. Mavi altyapı ise su konusuna odaklanan (örneğin sel-taşkın riskini azaltma) özel bir türüdür. Dolayısıyla, yeşil ve mavi altyapıları kentsel kritik altyapı olarak kabul etmek ve kentsel hizmetlerin merkezine yerleştirmek doğa-esaslı yaşama geçişte en önemli sıçramayı oluşturacaktır. Kentsel tasarım boyutunda ise dirençlilik düşüncesi ile tasarlamak ve “doğa-esaslı çözümleri” (nature-based solutions) tasarımların temel bileşenlerinden biri olarak görmek önem kazanmalıdır.

Son olarak, kentsel yaşam kalitesini dirençli ve sürdürülebilir doğa-esaslı yaşamın merkezi haline getirmelidir. Kentsel yaşam kalitesi tüm doğa-kent ilişkisinin temelinde ve tüketimodaklı değil, mental ve fiziksel iyi olma halini destekleyen “mutlu kent” kapsamında düşünülmelidir. Burada atlanmaması gereken kentsel yaşam kalitesinin sadece sayısal göstergelerle ölçülen ve kıyaslanan bir dizi performans endeksinden ibaret olmadığını kabul etmektir. Kentsel yaşam kalitesinin kapsayıcı bir şemsiye kavram olarak sadece bu yöndeki ihtiyaç ve taleplerden oluşmadığını, yapılabilirlikler ve haklar temelinde de sürekliliğini sağlamak gereklidir. Kentsel tasarım anlamında ise birlikte tasarım, birlikte üretim uygulama perspektiflerinin gelişmeye başlaması birey ve toplulukların kentin kullanıcısından sahiplenme pozisyonuna geçişi özendirilmelidir. Sağlıklı yaşam çevrelerinin yeniden inşasında kültür ve değerler üzerinden yeni imece-işbirliği formları daha etkili kullanılmalıdır. Yer oluşturma pratiklerinde “taktiksel şehirleşme” gibi hızlı, basit, düşük bütçeli, esnek ve geri dönüşlü yaklaşımlar geçiciden kalıcıya doğru yaygınlaştırılmalıdır. Kamusal alan tasarımında kentsel akupunktur (Lerner, 2016) ve küçük, çok sayıda kamusal alanın oluşturduğu ağ kapitalinin oluşturabileceği pozitif etki önemsenmelidir.

Doğa-kent ilişkilerinin doğa-esaslı yaşama doğru evrilmesinde takip edilebilecek yaklaşım ve çözüm yollarına yönelik yukarıda belirtilen ipuçlarının strateji, plan ve uygulama mekanizmaları ile daha ileriye taşınması gereklidir. Kentsel sağlığın bireyin alanına indirgendiği aşırı ihtisaslaşmadan kaynaklı tekil bakış açıları yerine çok disiplinli, birlikte tasarlama-üretme pratiği olan topluluklar ve tasarım/planlama eğitiminin doğa-esaslı yaşamı sorgulayacak biçimde yeniden ve köklü olarak değiştirilmesi iyi bir başlangıç olabilir.

KAYNAKÇA

Berman, M. (1994). Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor: Modernite Deneyimi, İstanbul: İletişim yayınları.

Brenner; N. ve Schmid, C. (2012). “Planetary urbanization” in Matthew Gandy ed., Urban Constellations. Berlin: Jovis.

Bryant, C.R., Russwurm, L.H., McLellan, A.G. (1982). The City’s Countryside: Land and its management in the rural-urban fringe, London: Longman.

Carver, S. (2016), ‘Rewilding… Conservation and Conflict’, ECOS 37(2): 3-9.

Crutzen P.J. (2002), ‘Geology of Mankind’, Nature 415 (3): 23.

Daniels, T. (1999). When City and Country Collide: Managing Growth in the Metropolitan Fringe, Island Press, USA.

Davis, M. (2006). Planet of Slums, London: Verso [Türkçesi: Gecekondu Gezegeni, çev. G. Koca, İstanbul: Metis Yayıncılık 2007].

Fishman, R. (1982). Urban Utopias in the Twentieth Century: Ebenezer Howard, Frank Lloyd Wright, Le Corbusier, Cambridge MA:The MIT Press.

Gandy, M. (2012). Entropy by design: Gilles Clément, Parc Henri Matisse and the Limits to Avant-garde Urbanism, International Journal of Urban and Regional Research, 37 (1): 2-20.

Hall, P. (1988). Cities of Tomorrow: An Intellectual History of Urban Planning and Design in the Twentieth Century, Basil Blackwell; First Edition edition.

Holton, R.J. (1999). Kentler Kapitalizm ve Uygarlık, İstanbul: İmge Kitabevi.

Hunt, J.D. (2000), Greater Perfection: The Practice of Garden Theory (London, Thames & Hudson).

Jackson, J.B. (1984) Discovering the Vernacular Landscape, New Heaven: Yale University Press.

Jencks, C. (2004), ‘Nature Talking with Nature’, Architectural Review 215: 66-71.

Kaplan, A., Velibeyoglu, K. (2020). “Teaching a regional landscape project studio in the interdisciplinary setting”, In Teaching Landscape The Studio Experience, London: Routledge.

Katz, P. (1993). The New Urbanism : Toward an Architecture of Community, McGraw-Hill Professional Publishing.

Knox, P., (2005). Creating ordinary places: Slow cities in a fast world, Journal of Urban Design, 10(1), 1–11.

Koolhaas, R. (1995). S,M,L,XL, The Monacelli Press.

Lerner, J. (2016). Urban Acupuncture: Celebrating Pinpricks of Change that enrich City Life, Island Press.

Lynch, K. (1982). Good City Form, Cambridge MA:The MIT Press. Montgomery, C. (2013). Happy City: Transforming Our Lives Through Urban Design.

OECD (2010). Interim Report of the Green Growth Strategy: Implementing our commitment for a sustainable future, Paris.

Sennett, R. (1996). Flesh and Stone: The Body and the City in Western Civilization [Türkçesi: Ten ve Taş: Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, çev. T. Birkan, İstanbul: Metis Yayıncılık, 2011].

UN (2017). United Nations World Population Prospects, Department of Economic and Social Affairs/Population Division, The 2017 Revision, 53 p., New York.

Velibeyoğlu, K. (2018). “Doğa Sonrası Dönemde Kır ve Kent Değişirken: İzmir'de Yerel Varlık-Odaklı ve Doğa Esaslı Çözümler”, ISUEP2018 Uluslararası Kentleşme ve Çevre Sorunları Sempozyumu: Değişim/ Dönüşüm/Özgünlük, 28-30 Haziran 2018, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.