
7 minute read
Çerçeveyi Kırmak / Babil İkra
ÇERÇEVEYi KIRMAK
Babil İkra
Advertisement

Gözlerini yumup düşünmeyi düşlediğinde göz perdelerine uçsuz bir bozkırda gönlünce dolaşan beyaz bir yılkı atı yansırdı. Bazen de yansıyan aynı bozkırda savrulup duran bir kelebek olurdu. Düşünmek belki bir arayış belki de bir savruluştu ancak asla zapturapt değildi. Bozkır bunun için hayli elverişli bir mekândı. Sonrasında açıldı gözleri, sinevizyon sona ermişti ve karşısında odasının duvarlarını buldu evvela. Bozkır düşü sonrası kafes gibiydi artık altı tarafı duvarlarla çevrili o oda. Bir kaçış belki de boğulmamak için bir bir çırpınış olarak balkona çıktı ve odasının aslında kafesin içerisindeki bir kafes olduğunu fark etti. Zira apartmanlarla birlikte kentin ışıkları gökyüzünü istila etmiş ve yıldız ışıklarına savaş ilan etmişlerdi. Böyle bir hüsran ile birlike kent havasının insanı o kadar da özgür kılmadığı düştü zihnine. Hatta hiç kılamayabiliyordu. Bunu anladı ve kentlerin yıldız ışıklarına karşı tahakkümüne şahit oldu. Tıpış tıpış odasına döndü. Yarısını müzik dinleyerek geçirdiği günleri ve o şarkılardan öğrendikleri düşüverdi aklına. Hayatını şekillendirdiğine inandığı Üvey grubunun Vaveyla ve Küller Küllere albümlerini dinlemek üzre girdiği YouTube’un eskisi gibi olmadığını tekrar farketti. Yapay zekânın, ana sayfada önerilen içeriklerin ona göre olmadığını bilmesi gerekiyordu. Artık eskisi gibi ilgisini çekecek benzer içeriklere sahip şarkılar yerine trendlere girebilecek alakasız içerikleri öneriyordu. Hâlbuki eskiden tırnak içinde “erdemli” öneriler sayesinde çok kıymetli şarkılar keşfetmişti. Artık YouTube da değişmişti. Hep aynı içerikleri önererek onu belli bir çerçeve içerisinde tutmak istiyordu sanki. Sanki hayatını ikinci kez şekillendirecek bir albüm vardı ve o albümü onun karşısına çıkartmamak için uğraşıyormuş gibiydi. Sanal bir mekân olarak zihin dünyasının orta yerine kendi kafesini kurmuş veya kurmak istiyormuş gibiydi bir yandan da.
Hayatın öyle küçücük bir noktasıyla girilen böyle bir münakaşadan elle tutulur bir sonuç alınamayacağı inancına kapılıp altı tarafı duvarlarla çevrili kafesinde çaresizce yorganına sarındı. Uyumak bir noktada gerçekliği değiştirebilirdi ve bu ihtimale sığınarak daha sıkı sarıldı yorganına. Kendini gitgide daha güvende hissetti yorganın o yumuşacık ağırlığının altına kalarak. Kafesler içinde olduğunu unutmaya çok yaklaştı yorganın sağladığı ılıklık sayesinde. Oysa tadında bir soğukluk – ki bu serinlik oluyor- insanı dinç, bilincini açık tutardı. O ise kendini yorganın bilincine çoktan teslim etmişti. Gün iyice ayıp uyanma ihtiyacı hâsıl olduğunda fark edebildi ancak yorganın tahakkümü altında olduğunu. Kafesler içerisinde kendi arzusuyla kapatıldığı, tüm bedenini saran bir kafes hem de... Kalkmak istese de kalkamıyordu sıcacık yatağından. Gün ışığından dahi etkilenmeyen bir karabasana dönüşmüştü yorganı sanki. Yorganın o yumuşacık ağırlığını bir türlü üzerinden atamıyordu. Ancak konforun tadını da çıkaramıyordu. İşte asıl tahakküm, kendi arzusuyla kapatıldığı bu kafesin merkez noktası da burasıydı zaten. Bu arada kalmışlık anında Oblomov’u düşündü. Oblomov’un oblomovluğunun asıl sebebinin sahip olduğu yorganı olabileceğini düşündü. İnsanların Oblomov kadar onun yorganına da eleştiriler yöneltmesi gerektiğini ve bu bağlamda Oblomov’a haksızlık edildiğini düşünerek sordu: Yorganın hiç mi suçu yok? Hem bir yorgan sadece içi yün dolu bir örtüden ibaret olamazdı. Kim bilir farkına varamadığımız kaç yorganla örtülü zihinlerimiz diye geçirdi öylesine. Üstelik bu vakte kadar aklına asla gelmezdi yorganın bir tahakküm aracı olabileceği.
Bahsi geçen matruşka kılıklı kafeslerin ontolojik amacı uçsuz bozkırda yılkı atlarının gönlünce dolaşamaması ve yaprakların rüzgârlarca savrulamamasıydı. Düşünmek, düşlemek, sorgulayıp muhakeme etmek gibi eylemlerin önünü kesmek için kafesler peyda olmuşlardı. Bir anda her yanının kafeslerle dolu olduğunu görür olmuştu. Ne yapması gerektiğini düşünerek ellerini başının arasına aldı. Bir hastanın hekime gidişi gibi bu durumda kendisinin de Akademi’ye gitmesi gerektiğini düşündü. Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini keşfindeki gibi parlak bir fikre sahip olmanın verdiği heyecan ile ve kafeslerin tahakkümüne karşı haklı bir farkındalık başlatacağı inancıyla düşünmenin ve sorgulamanın mekânı olarak ezberlediği Akademi’nin yolunu tuttu. Kesin inançlıydı ve Akademi’nin McDonaldize bir mekân olduğundan asla haberi yoktu. Serum dilenen bir hasta gibi gelecekti varacağı o yere. Derdini anlatacak ve hocasından paketlenmiş bilgisini alacaktı. Böylelikle güya bir aydınlanma yaşayacaktı. Bu şekilde bir bilgi alışverişinin herhangi bir McDonalds şubesinden alışveriş yapmaktan farksız olduğunu bilmiyordu. Kütüphanesine kapanmış sosyal bilimcilerin allame-i cihan edasıyla kestikleri ahkâmların aslında paketlenmiş ürünler olduklarını da bilmiyordu. Metodolojik ateizm ve metodolojik imancılık bataklıklarına saplanmış akademicilerin/ akademisyenlerin düşünce üretemediğini ve üretilmesinden de hoşlanmadıklarını nereden bilebilirdi ki? Sokaktan kopmuş sosyal bilimcilerin onu da kendi fildişi kulesini inşa etmek zorunda bırakacağını ve bunu yaparken aslında birilerinin hoşnutluğu için hamallık edeceğini öngöremezdi elbette. O, masum bir istek ile çarenin, düşünmenin, sorgulamanın mekânı olduğunu öğrendiği Akademi’ye gidiyordu sadece. Acaba doğru yere mi gidiyordu?
Peki neydi bu Akademi? Neden düşünmenin, sorgulamanın, bilgi üretiminin mekânı olarak belletilmişti? Öyle olduğu bilinmesine rağmen değil miydi aslında? Eğer öyle değilse bu, hayal kırıklığının dik âlâsı olurdu. Nitekim oldu da. Kafeslerin bertarafı için geldiği Akademi’nin kafeslerin membası olduğunu gördü. El ve ayak bilekleri aynı anda kırılmış bir insancasına kırıldı hayalleri. Tam bu esnada gerçeklerin farkına varmaya başladı. Akademi’nin ne olduğunu ve nasıl bir yer olduğunu tekrar düşünmeye başladı. Düşüncelerini durduramıyordu. Sorgulamanın, eleştirel bakışın kaynağı sanılan Akademi, totalitarizm teorisyeni bir filozof tarafından kurulmuş

okul ve ekol idi. Yaşadığı dönemin koşulları nedeniyle psikolojisi bozulmuş, tahakkümperver ve paranoyak bir filozof olan Platon’un kurmuş olduğu bu ekolün/okulun sorgulamaya, eleştiriye, düşünmeye karşı olması çok doğal gelmeye başladı ona. Şiir’i, şairleri ve tragedyayı ideal devletinden “insan ruhunun dengesini alt üst etmesi” nedenini öne sürerek kovan bir filozofun getirdiği eğitim anlayışının kütüphanesine bir deve kuşunun başını toprağa sokması edasıyla kapanan sosyal bilimcileri makbul görmesinin normal olduğunu anladı. Akademi kurumu halen kurucusu gibi esriklik ve ilham kavramlarının karşısında durmaktaydı. Çünkü onlara göre bilginin ilhamla ortaya çıkması mümkün değildi. Kişinin kendi söylemleri sadece başkalarının söylediklerine dayandırılmalıydı. Oysa o yüce olduğu iddia edilen Akademi varsayımlar ve neden sonuç ilişkileri ile de bilgi üretilebileceğini görmezden gelip dedikodu düşkünü mahalle teyzelerinin yaptığı gibi sürekli el âlemin ne dediğine bakıyordu ve umursuyordu. Onlara göre hakiki bilginin kaynağı el âlemin dedikleri idi. Akademi’ye göre genç bir kişinin gözlemleri, varsayımları ve neden sonuç ilişkileri ile elde ettiği bir bilgi asla önemli değildi. Onlar üretilenin ne olduğundan ziyade mahalle teyzeleri gibi gencin bunu nereden çaldığını, kimden duyduğunu sorgularlardı. Çünkü onlar için genç bir insan bilgi ortaya koyamaz ve bu onun haddine değildi. Teknik kurallar ile gencin zihin dünyasını kıstırarak yine aynı mahalle teyzeleri gibi gece sözde adabımuaşeret öğretmeye kalkışırlardı. Akademi’ye göre genç bir kişinin alanda hâkim paradigmanın tahtında oturan hocadan daha doğru bir tespit yapması namümkündü. Oysa hayatın dinamikleri böyle işlememekteydi. Örneğin Büyük İskender’in genç bir fatih olarak geldiği Gordion’da en yaşlı, en yüce bilgelerin çözemediği Gordion Düğümü’nü gencecikken ve oldukça basit bir şekilde çözdüğünü, sonrasında ise neredeyse tüm dünyanın düğümünü çözdüğünü fark etti. Bazı düğümleri çözmek için karmaşık metodolojiler gerekmeyebilirdi, bunu anladı.
Akademi’nin bu halini kör ve kambur bir kâhinin etrafına toplanmış kentin elitlerine benzetti. O elitler ki gecenin sonunda güneşin doğacağını bile o kör kâhinden duymak zorundaydılar. İşte Platon böyle bir düzeni kurup bu düzendeki kör kâhin olmayı tasarladı. Oldu da ve kendisi gibi olanların evvela kâhin etrafındaki elitlerden biri, sonra günün birinde o kör kâhin olmaya programlandığını anladı. Bu esnada kendisinin ne istediğini aradı. Totaliteryen Platon’un yüz yıllar önce yazdığı o kehanetin değil, kendi kehanetinin kâhini olmak istediğine karar verdi. Günlük hayatın tahakkümlerinden kaçıp Akademi’ye sığınmanın ne denli bir yanılgı olduğunu ve tahakkümlerin kaynağına düşmek olduğuna emin oldu. Aklına bir acaba düştü alakasız olarak. Acaba Sokrates’i idama sürükleyen, gizliden gizliye kuyusunu kazan kişi öğrencisi olarak bilinen aristokrat Platon muydu? Sokrates bir okul kurmamış, formel olarak öğrenci kabul etmeyen gerçek bir sorgulayıcı idi. Platon, gerçek adı Aristokles, hocasının bu özelliklerinden hoşlanmayıp kıskanarak önce kuyusunu kazmış ve ölümüne sebep olmuş sonrasında da adını eserlerinde yaşatarak kendisini aklamaya çalışmış olabilir miydi? İçinden bunları geçirdi ve tüm tahakkümleri reddetmeye ikna etti kendini. Ama nasıl olacaktı bu?
Yüce olduğu iddia edilen Akademi böylesine bir reddiyeyi bir isyan veya başkaldırı olarak tanımlayacaktı muhtemelen. Onların unuttuğu bir husus vardı ki o da başkaldırının suratlar yere dönükken de yapılabileceğiydi. Başkaldırmayarak da başkaldırmak mümkündü. O, bu bağlamda Sokrates gibi olamazdı. Ancak Sinoplu Diogenes gibi olabilmek de bir çıkar yol olabilirdi. Evvela, artık tüm tahakkümlerin kaynağı olarak gördüğü akademik tahakküme ve diğer tüm tahakkümlere karşı Diogenes’in Platon’un yüzüne havlaması gibi havlamak da bir seçenekti. Aynı Diogenes’in Atina sokaklarında gündüz vakti neden elinde fenerle gezdiğini ve insanların yüzüne tuttuğunu şimdi idrak edebildi. Böyle bir adamla karşılaşmış olan genç fatih İskender, Gordion Düğümü’nü çözerken onunla fıçı başında yaptığı konuşmadan ilham almıştı

belki de. Akademik tahakküme karşı giriştiği bu reddedişi bir yandan da Noldor’un yüce kralı Fingolfin’in Morgoth’un karşısına çıkmasına benzetti. Çünkü bugün bile dâhil olmak üzere tüm gelecek yine Platon ve onun ekolü üzerine inşa edilmeye devam edecekti. Yani Fingolfin yorgun düşüp can verecekti Angband önlerinde. İnsanlar Diogenes’e gülüp geçeceklerdi. Tam bu noktada tüm düşünsel serüveninin aslında bir bile bile lades olayından ibaret olduğunu gördü ve üzüldü. Ancak kendisini teselli etmekte gecikmedi. Çünkü önemli olanın gündüz vakti elinde fenerle yürüyebilmesi ve Fingolfin’in can verirken kılıcı Ringil ile Morgoth’u yaralayarak sonsuza dek topallamasına sebep olması olduğunu söyledi kendine. Bir miktar rahatlamıştı böylece.
Ne yani şimdi bu kadar mıydı her şey diye hayıflanırken zihninde birtakım sorular zuhur ediverdi. Acaba tüm bu tahakküm silsilesine reddiye getirmek, hâkim paradigmanın hâkim olmaması gerektiğini ortaya koymak aslında bambaşka bir tahakküm müydü? İçten içe tüm kör kâhinlerin bağlı olduğu en kör kâhin olmayı mı arzuluyordu? Yoksa bu durum, sadece bir tahakkümün peyda oluşu muydu yoksa var olan tahakkümün devinimi sonucunda mı var olabildi? Bu soruların bir cevabı olup olmadığını veya olması gerekip gerekmediğini sorguladı. Bozkır rüzgârlarında savrulan bir kelebekmişcesine yorulmuştu artık. Derin bir nefes alıp “küller küllere tozlar tozlara” dedi. En nihayetinde burası yalnızca bir gezegendi, o da sadece bir canlı idi ve bu kadardı. Sadece bu.

