25 minute read

ANKARA’DAN; Anıtkabir “Timur Özkan

Ankara’dan

A N I T K A B İ R ve

Advertisement

Timur ÖZKAN, ozkantimur@yahoo.com

ATATÜRK VE KURTULUŞ

SAVAŞI MÜZESİ

Anıtkabir, sadece Ankara’nın değil, Türkiye’nin simge mekânlarının başında gelir. Başkent’in hemen her tarafında görülebilen ve kente hâkim bir mevki olan Anıttepe’de inşa edilen görkemli yapı, yer ve proje seçiminden inşaatına ve çevre düzenlemesine kadar her aşamada gösterilen özenin bir sonucu olarak bugün hala beğenilmekte ve özellikle ulusal bayramlar ile toplumsal duyarlılığın arttığı dönemlerde artan bir ilgiyle ziyaret edilmektedir.

10 Kasım 1938 tarihinde aramızdan ayrılan Büyük Önder Atatürk’ün bir anıtkabir istemediği, isteğinin bir kabir olduğu hep söylenegelir… Öyle olsa bile, kendisine bir vatan bırakan Türk Ulusu’nun, atasına bir anıt mezar yapmaması beklenemezdi. Nitekim vefatının ardından başlayan ve tam 15 yılda sonuçlanan çalışmalar, öncelikle yer araştırması için yoğunlaşır. Aralarında Ankara Milletvekili Falih Rıfkı Atay’ın da bulunduğu Türkiye’nin değişik illerinden 15 milletvekilinden oluşan komisyon, daha önce uzmanlar tarafından belirlenen; Çankaya, Etnografya Müzesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin arkasındaki tepe (Kabatepe), Ankara Kalesi, Bakanlıklar (Milli Eğitim Bakanlığı için ayrılan arsa), Eski Ziraat Mektebi, Gençlik Parkı, Altındağ (Hıdırlık Tepe) ve Gazi Orman Çiftliği önerilerinden hiç birini benimsemeyerek Anıttepe’de (o günkü adıyla Rasattepe’de) karar kılar. Anıtkabir için yer seçiminde son kararı uzmanlar değil, siyasiler verirken uzmanlara bırakılan proje için uluslararası bir yarışma açılır.

Anıtkabir için düzenlenen uluslararası proje yarışması sonucunda Emin Onat ve Orhan Arda tarafından tasarlanan orijinal proje iki katlıdır ve bugünkünden çok daha görkemlidir ancak zamanın maddi koşulları nedeniyle üst katı yapılamamıştır. 1953 yılında açılan Anıtkabir, dünyanın ve Anadolu’nun çeşitli yerlerinden getirilen fidanlarla oluşturulan ve Barış Parkı olarak adlandırılan büyük bir yeşil alanın ortasında yer almaktadır. Tandoğan ve Anıttepe yönlerinden olmak üzere iki ayrı yoldan girilebilen Anıtkabir yerleşkesi; Tandoğan tarafındaki Hürriyet ve İstiklal kulelerinin arasından girilen Aslanlı Yol, devamındaki Tören Alanı ve Mozole olarak da adlandırılan ana bina olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Sağında ve solunda 12’şer aslan heykelinin bulunduğu Aslanlı Yol, 262 metre uzunluğunda olup yolun bitiminde yer alan Mehmetçik ve Müdafaa-i Hukuk kulelerinin arasından geçilerek Tören Alanı’na ulaşılır. 15 bin kişiyi alabilecek büyüklükteki Tören Alanı’nı sekiz kule ve bu kuleleri bağlayan binalar çevreler. 23 Nisan ve Misak-ı Milli kuleleri ararsında yer alan ve yapıldığı dönemde Avrupa’nın en yükseği olan 33,5 metre yükseklikteki bayrak direği Amerika’da yaşayan bir Türk vatandaşı tarafından hediye edilmiştir. İkinci Cumhurbaşkanı ve Batı Cephesi Komutanı İsmet İnönü’nün kabri de burada, Zafer ve Barış kulelerinin arasındaki bölümdedir. Mozole Anıtkabir’in en önemli bölümüdür, buraya ortasında bir söylev kürsüsünün bulunduğu 42 basamaklı bir merdivenle çıkılır. Zaman zaman nöbet değiştiren askerlerin seremonilerinin izlendiği kapıdan Şeref Holü’ne geçilir. Dikdörtgen formda ve yüksek tavanlı bir bina olan Mozole’de, girişin tam karşısında Atatürk’ün sembolik kabri bulunur. Atatürk’ün gerçek mezarı burada değil onun tam altındaki mezar odasındadır. Ziyarete kapalı olan gerçek mezar odası, Türkiye’nin 81 ilinden, Azerbaycan’dan ve Kıbrıs’tan getirilen toprakların bulunduğu pirinç vazolarla çevrilidir. Biraz sonra gezmeye başlayacağımız “Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi” de bu kattadır. Uzun yıllar boş duran bodrum kat, Türk, Azeri ve Rus sanatçıların ortak çalışmalarıyla yeniden düzenlenerek bir müzeye dönüştürülmüştür. 2002’de açılan müze kendi içinde dört bölümden oluşuyor. Tören Alanı’nın güney cephesindeki iki kuleden birisi olan ve “Şeref Defteri”nin de bulunduğu Misak-ı Milli Kulesi’nden girilen müzenin birinci bölümünde; Atatürk’ün bazı özel eşyalarıyla birlikte kendisine hediye edilen çeşitli hatıralar sergileniyor. Müzenin bu bölümü yeni değil ve 1960 yılından bu yana açık. Panoramaların yer aldığı ikinci bölümde Türkiye’de ilk defa uygulanan bir teknikle savaş sahneleri maket + resim şeklinde canlandırılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın üç önemli cephesi olan Çanakkale (1915), Sakarya (1921) ve Büyük Taarruz’u (1922) anlatan büyük duvar resimlerinin önünde gerçek savaş objeleri ile oluşturulmuş maketler yer alıyor.

Moskova Sanat Akademisi’nde, Azeri ve Rus ressamlar tarafından büyük duvar resimlerine dönüştürülen Ressam Aydın Erkman’ın eskizleri ve maketler o kadar ustaca birleştirilmiş ki, maketin bittiği ve resmin başladığı ara çizgi fark edilemiyor. Diğer bir ustalık “göz”lerde, 20 metrelik duvar resimlerinin her noktasından size bakan, yürüdükçe sizi takip eden gözleri şaşkınlıkla izliyorsunuz. Sakarya Panoraması’ndaki bir topun namlusu ise bir başka usta işi olarak dikkat çekiyor. Panorama boyunca yürürken topun istikametinin nasıl değiştiğini anlamaya çalışmayın, zaten anlaşılmıyor. En iyisi top-tüfek-uçak vb savaş efektleriyle ve Muammer Sun’un bu panoramalar için bestelediği özel müziklerle gezerken gördüklerinizi hafızanıza iyice yerleştirmeye bakın

çünkü -ne yazık ki- bu birbirinden ilginç panoramaların fotoğrafının çekilmesine izin verilmiyor. Panoramalar bölümünde ayrıca, Kurtuluş Savaşı komutanlarının portreleriyle bazı savaş sahnelerini anlatan büyük tablolar da yer alıyor. Bu arada komutanların gözleri de sizi takip edecek, şaşırmayın. Müzenin üçüncü bölümü panoramaların etrafındaki tonozlarda yer alıyor. Bu tonozlar Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlarına mezar yeri olarak düşünülmüş ancak hiç kullanılmamış. Bugün, burada Kurtuluş Savaşı ve özellikle Atatürk Devrimleri’ne ait binlerce fotoğraf ve bilgi notuyla birlikte 20 savaş kahramanının büstü yer alıyor. Galerileri gezerken gerçek mezar odasının da önünden geçiyoruz. 10. Yıl, Gençlik ve 50. Yıl Marşlarını dinleyerek ve Türk Devrimleri’nin büyüklüğünden bir kez daha etkilenerek, son bölüme geliyoruz. Dördüncü bölümde Atatürk’ün özel kitaplığında bulunan kitaplar sergileniyor. Konularına göre tasnif edilmiş 3 binden fazla kitaptan oluşan koleksiyonun önünden yürüyerek çıkışa doğru geliyoruz ancak müzeden çıkmadan bir sürpriz bekliyor.

Atatürk’ün çalışma odasındaki masasında, oturan şekildeki balmumu heykeli önceleri, gelenleri birinci bölümde karşılıyordu, şimdiki yeri çok daha çarpıcı. Zira bu en başından beri çok etkileyici atmosferden tam da çıkmaya hazırlandığınız bir anda, son köşeyi dönüyorsunuz ve Atatürk karşınızda, köpeği bile yanında, ortam çok inandırıcı ve göz göze geliyorsunuz. “Bu savaşları sizin için yaptık, ipoteksiz bir vatan ve aydınlık bir gelecek bıraktık” diyor ve soruyor “Benim emanetim ne durumda?” Verecek cevabımız yok, en iyisi başımızı öne eğmek ve yavaşça çıkışa yönelmek. Müdafaa-i Hukuk Kulesi’nde bulunan çıkışta, bütün çağdaş müzelerde olduğu gibi bir hediyelik eşya satış bölümü yer alıyor, Anıtkabir gezinizi tamamlamadan önce mutlaka buradan birkaç hatıra veya hediye satın almak isteyeceksiniz.

Ankara’dan

A. Vedat OYGÜR alivedat2000@gmail.com

ANKARA HALKININ TARİHTE OTORİTEYE BOYUN EĞMEYEN TAVRI

“Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı bileşimleriyle doludur.” (A. H. Tanpınar, BeşŞehir_Ankara, 1960)

Tarihte, Ankara halkının bugünkünden oldukça farklı bir biçimde, otoriteye boyun eğmediği zamanlar kayda geçmiştir. Bu olaylara Selçuklulardan bu yana tanık oluyoruz. Antik devirlerde ya kaydı olmadığı ya da bu dönemlerden kalan az sayıdaki belgeyi tam okuyamadığımızdan Ankara halkının sosyal davranışları hakkında, belki de henüz, bilgi sahibi değiliz.

Selçuklu Taht Kavgasında Arabuluculuk

Yıl 1210… Eski Türk geleneğine uyarak ölmeden önce sultanın ülkesini oğulları arasında paylaştırması sonucunda Anadolu Selçukluları yine taht kavgasındadır. Abisi Sultan İzzeddin Keykavus’a karşı gelip tutunamayan Alâeddin Keykubat 1211’de Ankara’ya sığınır. Kente sığınan Alâeddin’i bağrına basan Ankaralılar, 1212 ilkbaharında kentin önüne ordugâhını kurup kuşatan Selçuklu Sultanı Keykavus’a bir yıl boyunca kardeşini vermez. 1212-13 kışında Ankara halkı sıkıntıya düşüp de savaş kaçınılmaz olunca Oğuz boylarından Bayındır aşiretinin beyi Seyfeddin Kızıl Bey iki kardeş arasında arabuluculuk yapar. 1213 yılının ilkbaharında savaşa engel olarak iki kardeşin arasını bulur ve daha da önemlisi Ankara’yı yerle bir olmaktan kurtarır. Keykavus’un ölümünden sonra, 1221’de Selçuklu tahtına çıkan Alâeddin Keykubat, Kızıl Bey’i unutmayarak Ankara merkezli Sol Uç Beylerbeyi (Melik’ül-ümera) yapar. Kızıl Bey, Ulus’taki Ziraat Bankası’nın bulunduğu yerde cami, medrese ve türbeden oluşan bir külliye yaptırmış. Osmanlı devrinde, külliyenin bulunduğu bu mahallenin adı Kızıl Bey’dir. Ankara’nın tarihinde bir köşe başı olan Kızıl Bey günümüzde ancak vergi dairesine adını verebilmiştir. Banka’nın yapımı sırasında Kızılbey Külliyesi yok edilirken, kardeşi Alâeddin’i ele geçirmek için Ankara’yı kuşatan İzzeddin Keykavus’un yaptırdığı konakta oturduğu taht kurtarılmış; Selçuklu ağaç işçiliğinin muhteşem bir örneği olan taht, şimdi, Etnoğrafya Müzesi’nde sergilenmektedir. Kızılbey Camisi’nde bulunmuş olan tahtın üzerindeki yazılardan “Müminlerin emiri Kılıçaslan oğlu Keyhüsrev”e, yani İzzeddin Keykavus ile Alâeddin Keykubat’ın babaları I. Gıyaseddin Keyhüsrev’e ait olduğu anlaşılmaktadır. Gelelim Sultan İzzeddin Keykavus’un yaptırdığı konağa… Ankara kuşatması uzayınca İzzeddin Keykavus surların dışında bir konak yaptırır1 ve Ankara’yı aldıktan sonra bu yapıyı bir medresenin kullanımına bırakır. Hergele Meydanı’ndaki Gazi Lisesi’nin yerinde, yirminci yüzyıla kadar gelen bir konak vardır. Bu konakta, Osmanlı Sultanı I. (Çelebi) Mehmed’in (1413-1421) damadı ve II. Murad’ın (1421-1446) eniştesi, aynı zamanda Anadolu Beylerbeyi Celâleddin Karaca Bey doğmuştur2. Tarihi yüzlerce yıl geriye giden aynı konakta, I. Alâeddin Keykubat’ın da kaldığı söylendiğinden Osmanlı devrinde meydana Sultan Meydanı da denmektedir. Hatta Sultan’ın yıkanmış olduğu hamam, eski Türk geleneğine uyarak kapalı tutuluyormuş. 1936’da, Mimar Egli’nin tasarımı olan Gazi Lisesi yapılırken yıkılan bu konak olasılıkla İzzeddin Keykavus’un yaptırmış olduğu konaktır.

Yıkımın Eşiğinde

On üçüncü yüzyılın ilk yarısında, Moğollar Horasan’dan başlayarak batıya doğru her yeri kasıp kavurmaktadır. Moğolların istilası nedeniyle Horasan, Buhara, Semerkant, Taşkent ve Merv gibi o devrin en uygar Türk kentlerinden kaçan halk, esnaf ve sanatkârlar Anadolu’ya göçmüştür. Bu Türkmenler3, bir yandan hâlâ peşlerinde olan Moğollara karşı kendilerini ve öte yandan yerleştikleri kentlerin yerli halkı olan Bizanslılara karşı mesleklerini ve uğraşlarını korumak için örgütlenmek, birlik olmak ve dayanışmak zorunda kalmışlardır. İşte Ahilik, bu zorunluluk sonucunda, 1207’de Kayseri’ye ve oradan sonra Kırşehir’e yerleşmiş olan Ahi Evren4 (Şeyh Nasırüddin Mahmud) tarafından 1238’de

1 Erdoğan, A., 2004, Unutulan Şehir Ankara, Akçağ Yay., sf. 105 2 Konyalı, İ.H., 1943, Ankara’nın Abidelerinden Karacabey Mamuresi, sf. 143-144. 3 İslamiyeti kabul eden Oğuz boylarına Türkmen adı verilmektedir (Cahen, C., 2000, Osmanlılardan Önce Anadolu, Tarih Vakfı Yurt Yay., sf. 1). 4 N. Çağatay (1974, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Yay., Sayı 123, Önsöz) Ahi Evran biçiminde yazarken M. A. Hacıgökmen (2011, Ahiler Şehri Ankara, Kömen Yay., sf. 7) Ahi Evren olarak yazmıştır.

kurulmuştur. Dinsel bir kavram olmayan Ahiliğin, Anadolu Türkmenlerine özgü bir kurum olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Moğolların baskısı sonucunda Selçuklu ülkesinde idari ve ekonomik karışıklıklar çıkar. Halkta hoşnutsuzluk ve homurdanmalar başlar. Selçuklu tahtında oturan II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in veziri Sadeddin Köpek, ortaya çıkan olumsuzluktan Ahileri sorumlu tutar, ileri gelenlerini tutuklar. Selçuklu’nun üzerlerine gelmesi üzerine 1240 yılında, en büyük Türkmen ayaklanması olan Babai İsyanı (Baba Resûl/Baba İlyas) adı verilen ayaklanma başlar. Bu ayaklanma dinsel yani bir Şia hareketi olmayıp sosyal-siyasi bir eylemdir, Türkmen göçebelerin yerleşikliğe ve egemen Selçuklu otoritesine karşı çıkışıdır5. Selçuklu ordusu isyanın merkezi Amasya’yı basar ve önderi Baba İlyas (Resûl) kalenin burcundan aşağı asılarak öldürülür. Selçuklular, baş halife Baba İshak önderliğinde kaçan Türkmenleri Kırşehir yakınlarında sıkıştırarak “ihtiyar ve genç, erkek ve kadın ayırmadan toptan öldürdüler”6. Ağır bir katliama uğrayan Ahiler Kırşehir’e ve Türkmenler “uç” bölgelerine göçerler. Belki de Selçuklu’nun zayıfladığını gören Moğollar isyanı fırsat bilip Anadolu’ya girmiştir. 1243 yılının Temmuz’unda yapılan Erzincan’daki Kösedağ Savaşı’nda yenilen Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Keyhüsrev ailesini ve hazinesini alarak güçlü bir kalesinin olması nedeniyle Ankara’ya kaçar; Moğollar ilerlemeyi sürdürüp Kayseri’ye gelince de Antalya’ya kaçar7. Konya’daki Selçuklu tahtı boş kalmıştır. Selçuklu sultanı artık Anadolu’ya egemen değildir; Moğol’un boyunduruğu altında yönetimde kalmıştır. Gerçek yönetici, Moğol Hanı’nın genel valisiydi, vezirler Sultan’ın değil Han’ın istemini uyguluyorlardı8 . Bu arada Kırşehir Emirliğine Nureddin Caca tayin edilmiştir. Kırşehir'de oturmakta olan Ahi Evren ve diğer büyükler bu tayine karşı çıkarlar ve ayaklanırlar9. Ankara, Aksaray, Çankırı, Kastamonu ve uçlarda isyanlar başlar, en büyük isyan ve direniş hiç kuşkusuz Ahi Evren’in önderliğinde Kırşehir'de olur. Ahiler Caca’yı kente sokmazlar, Kırşehir üzerine asker sevk edilir ve isyan edenler kılıçtan geçirilir. Bu isyan sonunda, 1 Nisan 1261 günü Ahi Evren ile birlikte Mevlâna'nın oğlu Alâeddin Çelebi de öldürülmüştür. Bu ayaklanma sırasında sultanla savaşmayı göze alamayarak ayaklanmaya katılmayan Hacı Bektaş Kırşehir’in Sulucakaraöyük kasabasında kalırken Şeyh Edebalı, Geyikli Baba ve Abdal Musa gibi Ahi ileri gelenleri batıdaki “uç” bölgelere göçerler. Ahi Evren’in halifelerinden Ahi Hüsameddin ise yanındakiler ile birlikte Ankara’ya gelir. Anadolu Selçuklu Devleti’nin çöküşüyle oluşan boşluk döneminde Ankara’nın günümüzdekine yakın bir demokrasi ile kent cumhuriyeti biçiminde 1290 yılından itibaren Ahiler tarafından yönetildiği Osmanlı kaynaklarından anlaşılmaktadır. 1362'de Osmanlı Padişahı I. Murad Hüdavendigâr’ın, Neşri Tarihi’nden aktarılarak, Kale’nin kapısı önünde halka “Bre hey devletsizler” diye seslenmesinden ve “O zaman Ankara kalesi Ahiler elinde idi” anlatımından10 bu dönemin niteliği açıkça anlaşılmaktadır. Ahiler, daha sonraları çeşitli zamanlarda yaşanan yönetim boşluğu dönemlerinde de kurumsallıklarından kaynaklanan bir özellikle bu boşluğu doldurmuşlardır. Ahi örgütü başkanları, bir sultan ya da emirin bulunmadığı yerlerde oranın tüm yönetim işlerini de üzerlerine alırlar11 . Ahi yönetimi sırasında Moğollar da Ankara önlerine gelmişlerdir. Kent yönetiminin başında bulunan Ahi Şerafeddin, dostluk kurarak vergi ödemek karşılığında onları kente girmemeye ikna eder. Moğollar, kent surları dışında bir askeri birlik bırakırlar ve kenti vergiye bağlarlar (1304). Yönetime karışmazlar. Orta Anadolu’nun bütün kentlerine girip yakıp yıktıkları halde Ankara’da hiç iz bırakmamışlardır.

Ahi Şerafeddin’in Etnoğrafya Müzesi’ndeki sanat şaheseri sandukası

Hep Muhalif Tarafta

Ankara Savaşı (1402) sonrasında, Fetret (kargaşa) Devri’nden çıkıp da Osmanlı saltanatı yeniden kurulunca Ankara, Selçuklu’da olduğu gibi, Anadolu Beylerbeyliği merkezi ve Ordu-yu Hümayûn karargâhıdır. Fatih’in Kütahya’yı Beylerbeyliği merkezi yaptığı 1463 yılından sonra Ankara sancak merkezi konumuna iner. Bu tarihten öteye, Osmanlı artık Ankara’ya önem vermez ve gelişmeden kalır, ancak kendi yağıyla kavrulur durumdadır. Saltanatın Anadolu’daki merkezi olmasına karşın Ankara, şehzadelerin taht mücadelelerinde hep muhalif tarafta olmuştur.

5 Ocak, A.Y., 2016, Babaîler İsyanı, Dergâh Yay., sf. 167-168. 6 İbn Bîbî, 2007, Selçuknâme, Kitabevi, sf. 170 7 Uyar, M., 2012, Moğol İstilası Döneminde Selçuklular, Selçuklu Tarihi El Kitabı, R. Turan (ed.), sf. 417 8 Gordlevski, V., 1988, Anadolu Selçuklu Devleti, Onur Yay., sf. 71 9 Bayram, M., 1982, Ahî Evren'in Öldürülmesi ve Ölüm Tarihinin Tesbiti, İstanbul Üniv. Edebiyat Fak. Tarih Enst. Derg., Sayı 12, sf. 529-532. 10 Aydın, S. ve diğ, Küçük Asya’nın Bin Yüzü: Ankara, Dost Yay., sf. 140 11 Çağatay, 1974, sf 103

Ankara, 1402’de Edirne’de Osmanlı bürokrasisinin desteğiyle tahta oturan Şehzade Süleyman’ı değil Ankara’nın da içinde bulunduğu Amasya vilayeti valisi olan Çelebi Mehmed’i desteklemiştir. Şehzade Süleyman, Timur’a adamlarını göndererek kendisine boyun eğdiğini ve bağımlılık göstereceğini bildirmiş fakat Çelebi Mehmet ise Timur’un bu emrine boyun eğmez ve Timur’un askerlerinden kaçmak için Ankara arazisinde, Mudurnu-Seben yöresinde sarp dağlardaki mağaralarda saklanır12. Ardından Süleyman’a yenilerek Ankara’yı kaybeder ve Amasya’ya çekilir. Süleyman, herhalde 1407’ye kadar Ankara’da kalır13. Bütün zamanını, Büyük Hamam içerisinde şarap içip eğlence ile geçirir. Olasılıkla bu olay, Osmanlı bürokrasisinin Süleyman’dan vazgeçmesinin nedenidir. Nitekim bir gün Hamam’a yapılan baskında yeniçeri ağasının uyarısıyla bir Türkmen kılavuz alarak Bizans İmparatoru’nun yanına kaçarken yolda öldürülür. Çelebi Mehmet Ankara’da kendisine yandaşlar bulduğuna göre, Ankara halkı da Süleyman’a sırt çevirmiş olmalıdır. Sonrasındaki süreçte Çelebi Mehmet kardeşlerini yenerek 1413’te tahta oturur. Bu on bir yıllık kargaşa döneminde, kenti yine Ahilerin yönettiği düşünülebilir. Fatih son yıllarında (1476-1481) uygulamaya koyduğu toprak reformu kanunuyla yirmi binden fazla köy ve mezraya devlet adına el koyar14; bu durum hoşnutsuzluk yaratır. Amasya valisi olan Şehzade Bayezid bu kanuna karşı çıkıp uygulamak istemeyince beylerin ve saray bürokrasisinin desteğini kazanır. Zaten padişah olduktan sonra babasının devletleştirdiği bütün toprağı eski sahiplerine geri verir. Fatih’in 1481’de beklenmedik ölümü üzerine şehzadeleri arasında, bir açıdan da toprak kavgasının taraflarının taht kavgası başlar. Kul15 kökenli Osmanlı saray bürokrasisi bir kez daha ağırlığını koyarak Şehzade Bayezid’i tahta oturtur; oysa asker, Fatih’in savaşçı siyasetini izleyeceğini belli eden Şehzade Cem’i istemektedir16. Yani, tarihimizdeki bürokrasi ile askerin iktidar çekişmesi epeyce eskidir. Askerin desteğini alan Şehzade Cem, 1481’de otantik başkent Bursa’ya girerek hükümdarlığını duyurur. Bayezid’e, “Rumeli senin, Anadolu benim olsun” önerisini yapar fakat kabul edilmez. Yenişehir’de Bayezid ile yaptığı savaşı yitirince Kahire’ye kaçar. 1482’de Karamanoğlu Kasım Bey’in kışkırtmasıyla Anadolu’ya döner. Fatih’in yeniçeri ağalarından Ankara Sancak Beyi Mehmet Bey, Cem Sultan’a destek vererek “halkın Bayezid’den yüz çevirip kendisini beklediklerini” yazarak Ankara’ya davet etmiştir17. Zaten ailesi de kaçtığından beri Ankara’da kalmaktadır18. Fakat Ankara Sancak Beyi 1482’de, Bayezid kuvvetleri karşısında tutunamayınca Taşeli’ne kaçmış ve oradan da Rodos Şövalyeleri’ne sığınmıştır. Kanuni’nin şehzadeleri Selim ve Bayezid arasında da taht kavgası çıkmıştır. Sultan Süleyman, Şehzade Mustafa'nın öldürülmesinden sonra onun adına isyan eden Düzme Mustafa kuvvetlerini durdurmada Bayezid’in ağır davranmasının bu olayın kendisince düzenlendiğine inanarak19 Selim’den yana olur ve Kütahya valisi olan Bayezid ile Amasya valisi olan Selim’in yerlerini değiştirir. 1558 kışına doğru Ankara’ya varan Bayezid bir hafta kalır, babasına yazdığı mektupta Ankara’da kalmak istediğini belirtir20. Kanuni, Çorum’a vardığında isteğini karşılayacağına söz verir fakat yerine getirmez. Amasya’dan babasına yazdığı mektupta yalancılıkla itham etmekten çekinmez ve orada kalmaktan ölmenin yeğ olduğunu, baharda Kütahya ya da Ankara’ya naklini ister, “aksi takdirde varacak yeri bilirim, ele geçirecek hası dahi bulurum” diye zor kullanacağını açıkça belirtir. Bu tehditler sonunda Kanuni ile Bayezid’in arasının açılmasından yararlanan Selim ordusuyla 1559 yılı başında Konya’ya doğru yola çıkar. Bayezid de askeriyle Ankara’ya varmıştır. Kanuni, Bayezid’in Amasya’dan ayrılmasını isyan olarak değerlendirerek katli fetvasını almıştır. Bu çatışmada Ankara, Bayezid’in yanında yer almış21, halkından gönüllüler ordusuna katılmışlar ve askerin masrafını karşılamak için Ankara halkına salma salınmıştır. Hatta Ankara kadısı Bayezid’in adamıdır diye azledilmiştir22 . İki şehzadenin ordusu 30 Mayıs 1559’da Konya yakınlarında karşı karşıya gelir ve iki gün süren savaş, Bayezid’in yenilgisiyle sonuçlanır. Bayezid uğradığı bu yenilgiden sonra babasından kendisini affetmesini istese de arzusu kabul görmeyince Osmanlı topraklarında barınamayacağını anlayarak 1559 Ağustosu ortalarında adamlarıyla birlikte İran’a sığınır. Şah ile Kanuni arasında varılan gizli bir anlaşma sonucunda şehzade, 1562’de Osmanlı’ya teslim edildiği yerde boğularak öldürülür. Arkasından dört oğlu da aynı akıbete uğrar. Bu olaydan sonra Sultan Süleyman, “teftiş” denilen büyük bir soruşturma başlatır; Bayezid’in ordusuna katılmış ya da para yardımında bulunmuş Ankara halkı sorguya çekilir. Hatta Osmanlı belgelerinde, bu konuyla ilgili olarak halktan gelen ihbar mektupları da vardır.

12 İnalcık, H., 2009, Çelebi Mehmed’in İktidar Yolu Bolu Dağları’ndan Geçmişti, Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, NTV Yay., sf. 78-84. 13 İnalcık, 2009, sf. 93-95. İ.H. Konyalı (1943, sf. 145-146) ve İ.H. Uzunçarşılı (Osmanlı Tarihi, C. 1, sf. 292-293) ise Süleyman Çelebi’nin Edirne’de olduğunu yazarlar. 14 Avcıoğlu, D., 2013, Osmanlı’nın Düzeni, Türklerin Tarihi cilt 6, sf 131. 15 Kul/Gulâm, Osmanlı’nın saray ve devlet hizmetinde kullanmak amacıyla Hristiyan halktan devşirip yetiştirdiği gençler. 16 Ortaylı, İ., 2017, Türklerin Altın Çağı, Kronik Kitap, sf. 219. 17 Erdoğan, A., 2008, Osmanlı'da Ankara, Ankara B.B.. Ankara Tarihi ve Kültürü Dizisi 2,, sf. 35. 18 Uzunçarşılı, İ.H., 1988, Osmanlı Tarihi, II. Cilt, Türk Tarih Kurumu Yay., , sf. 167. 19 Turan, Ş., 1961, Kanunî’nin Oğlu Şehzâde Bayezid Vak’ası, DTCF Yay. No 80, sf. 41. 20 Turan, 1961, sf. 60. 21 Turan, Ş., 1961, sf. 84. 22 Turan, Ş., 1961, sf. 90.

Ankara’da İlk Grev

Osmanlı Ankara’da egemenliğini kursa da Ahilerin nüfuzu yine sürmektedir. II. Bayezid devrinde, ticari bir hak yüzünden dükkânlarını kapayarak bir tür greve girişirler23. Silahlarına sarılırlar ve eylemlerini 20 gün sürdürürler. Bu sırada kentin yönetimini yeniden ele almışlardır. Çıkar yol bulamayan Osmanlı Ahilerin haklarını tanır. Bunun üzerine işlerinin başına dönüp dükkânlarını açarlar. Ahilerin bu biçimde devlet otoritesine karşı kayıtsızlığı Osmanlı saltanatının sonuna kadar sürer. Hiçbir Ahi fütüvvetnamesi’nde, dönemin geleneği olan biçimde dönemin padişahına methiye düzen satırlarla asla karşılaşılmaz. Ahiler uzun zaman, topluluk üyelerinin resmi mahkemelere başvurmasını cezalandırmış, işlerini kendi örgütleri içinde görmeleri bakımından “devlet içinde devlet” görünümünü kazanmıştır.

Celâli Başkaldırısından Korunma

Celali isyanları XVI. yüzyılın ilk çeyreğinden başlayıp XVII. yüzyılın başında Anadolu’yu bütünüyle etkisi altına alır. Asayişin sağlanamadığı bu dönemlerin nitelikleri farklı da olsa, kaynağı sosyo-ekonomik nedenlerdir. On altıncı yüzyılın ikinci yarısında paranın değerinin sürekli düşmesi (enflasyon) sonucunda halkın yoksullaşması bunun birinci etkenlerindendir. Yine o dönemde, tımarların köylüden alınarak Saray çevresine peşkeş çekilmesinin yarattığı işsizlik önemli bir diğer etkendir. Bunlarla birlikte nüfus artışı, uzun süren savaşlar ve taht kavgaları da halkı bıktırmıştır. Anadolu halkı, karşı karşıya kaldığı bu sefalet, baskı ve ayrımcılık dayatmalarına karşı birbiri peşi sıra ayaklanmalara başlar. Osmanlı ise halkın içinde bulunduğu bu sorunu çözmek yerine olayları Safevi dış güçlerinin etkisine bağlar ve kanla bastırmaya kalkar. Gelinen nokta, Osmanlı’nın kendi kökenindeki kültürüne yabancılaşması24 olmuştur. Kanuni’nin şehzadeleri Bayezid ve Selim arasındaki mücadele sonucunda bozulan koşullar nedeniyle ortaya çıkan başıboş gruplar giderek Celali denilen eşkıya topluluklarına yol açmıştır. Önceleri kendi gereksinimlerini karşılamak üzere para, mal ve malzemeyi kolay yoldan sağlamaya çalışan Celaliler, devlet katında yitirdikleri saygınlıklarını ve değeri bu yolla elde etmeyi amaçlamışlar, belki de kendilerini tatmin yolunu seçmişlerdir. Ankara’daki ilk eşkıyalık olayı, Ankara sancağındaki kadılara yazılan, bazı kişilerin halktan zorla para aldıkları belirtilip önlemini almaları ve yapanların bağlı olarak hapsedilmeleri emrini içeren 10 Ağustos 1559 tarihli yazıdır. Eşkıyayla baş edemeyen Osmanlı, bu zamanda Anadolu’yu yağmalayan en tanınmış celali önderlerinden Karayazıcı’ya, etkisizleştirme siyaseti kapsamında, 1601 baharında Çorum sancak beyliğini verir25. Fakat halkı soymayı sürdürdüğünden ordu üzerine gelip de kaçarken o kış Canik Dağlarında ölünce kardeşi Deli Hasan yerini almıştır. 1602’de Ankara önlerine gelen Deli Hasan’ı vazgeçirmek için Ankara halkı 80 bin kuruş (resmi rayiçte 9 milyon 600 bin akçe) fidye ödeyerek kenti yağma ve yıkımdan kurtarmıştır26. Osmanlı, 80 bin kişilik ordusu olan bu celaliyi etkisizleştirmek için onu Bosna beylerbeyliğine ve yedi adamını da sancak beyliklerine atar. Deli Hasan ile yollarını ayıran Karakaş Ahmed, büyük bir celali ordusuyla 1603 Haziran’ında Ankara yöresinde yağmalar yapar, önlerinden kaçan köylüler Kale’ye sığmaz olur ve şaki kente girerek Karaoğlan, Samanpazarı ve Tahtakale semtlerini yakıp yıkar27. Ardından, aynı yıl içinde Çörekoğlu iki kez Ankara’yı basarak yağmalar. Bu eşkıyalık olayları sonucunda Ankara kırsalından kent merkezine, bütün Anadolu’da görülen büyük göçler (Büyük Kaçgun, 1603-1608) olmuştur. Kadılar eliyle durum tespiti yapılınca köylerdeki nüfusun sadece üçte birinin kaldığı anlaşılmıştır. Durum İstanbul’daki merkezi hükümete bildirilmiş ve köylerde vergiye esas olacak avarız hane sayıları üçte bire düşürülmüştür. Bu eşkıya yağmalamasından, kentin yakılıp yıkılmasından bezmiş Ankara halkı, Ahilik geleneğini hatırlayarak Kadı Vildanzade Mevlâna Ahmed Efendi önderliğinde örgütlenip kentin çevresine bir koruma duvarı yapmaya karar verir. O devirde Ankara halkının “yoğun duğar” olarak adlandırdığı28 12 kapılı surun inşası 1606 yılında başlayıp 1607’de biter29 . Ankara Şer’iyye Sicillerinde bulunan 26 Şubat 1607 tarihli bir fermanda Ankara Kadısı, “eşkıya korkusundan halkın kendi malları ile sur inşa ettiğinden” 1605-6 yılı vergilerini ödeyemez duruma gelmiş iken salınan yeni vergilerden dolayı perişan olduklarını bildirmektedir. Osmanlı’nın resmi tarihçileriyse bu surun yapımının onurunu Anadolu Beylerbeyi Cenabi Ahmet Paşa’ya verir. Ankara’yı kasıp kavuran celalilerin sonuncusu Ankara tımarlı sipahilerinden vilayet çavuşluğuna yükselmiş olan Kalenderoğlu Mehmet Çavuş’tur30 . 1595 yılında eşkıyalığa başladıktan sonra affedilmiş fakat 1604’te yeniden

23 Aydın ve diğ., 2005, sf. 141 24 Aydın, E., 2010, Osmanlı Gerçeği-Nizamı-ı Âlem’in Gayri Resmi Tarihi, Kırmızı Yay., sf. 182. 25 Akdağ, M., 1995, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası – Celali İsyanları, Cem Yay., sf. 387-388. 26 Akdağ, 1995, sf. 402-404. 27 Akdağ, 1995, sf. 413. 28 Turan, Ş., 1992, Osmanlı Dönemi Ankarası, Ankara Konuşmaları, TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yay., sf. 56. 29 Ergenç, 1980, XVII. Yüzyılın Başlarında Ankara'nın Yerleşim Durumu Üzerine Bazı Bilgiler, Osmanlı Araştırmaları Dergisi, No I, sf. 87. 30 Aydın ve diğ., 2005, s. 173.

başkaldırmıştır. 1606 yılı sonunda Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, İran seferine çıkarken arkadan vurulmamak amacıyla Celali Kalenderoğlu’na anlaşma olarak Ankara Sancakbeyliğini verir. Celali huyundan vazgeçmez; Ankara’ya gelirken yol üzerindeki yerleşim yerlerini yağmalar, rast geldiği kervanları soyar. Kalenderoğlu kentin önüne gelince, Ankara bir kez daha otoriteye kulak asmaz ve Kadı Vildanzade kapıları kapatarak Sadrazamın kararına rağmen Celaliyi kente sokmaz. Celaliler sekiz kez saldırdıkları halde kente girmeyi başaramamışlar ve Karaman Beylerbeyi ordusunun yardıma gelmesi üzerine kaçmışlardır.

Ressamı bilinmeyen “Ankara Manzarası” tablosunda (1700-1799) Osmanlı Suru (Rijkmuseum-Amsterdam) Ankara, bütün Anadolu’yu kasıp kavuran Celali, levend ve suhte (medrese talebeleri) ayaklanmalarına karşı Ahilik örgütlenmesiyle direnerek kendisini korumuştur.

Ankara Keçisi Başkaldırısı

Ankara XIII. yüzyıldan başlayarak tiftik keçileri yününden elde edilen sof ve moher sayesinde önemli bir ekonomik zenginliğe sahip olur. Hatta XVI. yüzyıldan XIX. yüzyıl başlarına kadar sof ve şali dokumacılığında dünya tekeli olmuştur. Sof üretiminin başladığı tarihten beri işlenmemiş ham keçi yününün yurt dışına çıkarılması yasaktır. Bu tekeli kırmak için özellikle İngiltere, dünyanın çeşitli yerlerinde tiftik keçisi üretmeye çalışır fakat başaramaz. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde “Pek çok yabancı tüccar bu keçileri memleketlerine götürmüşlerse de kısa sürede yünlerin kalitesi bozuluyor” diye yazmıştır. Osmanlı’nın içine girdiği parasal dar boğaz nedeniyle İngilizlerle yapılan Balta Limanı anlaşmasıyla (1838) keçilerin yurt dışına götürülmesi serbest bırakılır. İki İngiliz tüccar, 1856’da, tiftik keçilerini Güney Afrika’ya götürmek üzere Ankara’ya gelir. Türkmenler padişah fermanına ve jandarmaya karşı çıkıp damızlık tiftik keçisi vermemek için silaha sarılırlar. Haber duyulur ve damızlık keçileri İngilizlere vermemek için başlayan direniş isyana dönüşür. Bu isyanın öyküsü, Sadri Ertem tarafından 1930 yılında Çıkrıklar Durunca adıyla romanlaştırılmış; 2016’da yeniden basılmıştır. Osmanlı, İngiliz'e damızlık vermeyen Türkmenler üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren, Ankara’dan Gerede’ye kadar yayılmış olan direniş bastırılır ve İngiliz'e istediği damızlık Ankara keçileri verilir. İngilizler, isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır ve Güney Afrika'ya götürür. Avrupa’da yaptıkları sayısız üretim denemeleri başarısız olur iken nihayet İngilizler, Güney Afrika’da sof üretmeyi başarmışlar ve Ankara’nın tekelini kırmışlardır. Gezgin Perrot, 1839 yılında, İngiliz ve İsviçre’nin makine ürünü basmalarının Ankara çarşılarında, el tezgâhlarında dokunan yerli ürünlerden çok daha ucuza satıldığını ve yoksul halkın bunlara yöneldiğini yazar. O yıllarda dış borç yükü nedeniyle yakasını emperyalist ülkelere kaptırmış olan Saray, onların fısıldadığı yasaları kabul ederek yabancı ürünlerin sadece %5 gibi düşük bir vergiyle ülkeye girmesine seyirci kalmıştır. Tarih, eski devirlerde yaşanan iyi veya kötü olaylardan ders alarak bugünkü hareketlerimizi yönlendirmek için önemlidir. Yoksa okul sıralarında öğrencilere ezberletilerek onları aptallaştırmak için kullanılan bir araç değildir.

Milli Mücadele Başkaldırısı

Aralık 1918’de Ankara önce İngiliz, hemen ardından Fransız askerleri tarafından işgal edilir. İşgalden güç kazanan Katolik Ermeniler, Müslüman Ankara halkı üzerinde terör estirirler. Ankara’da, Nisan ayında, üyeleri Ermenilerden oluşan bir mahkeme kurulur. 1915 tehcirine katıldıkları iddiasıyla pek çok Ankaralı yargılanır. Malları mülkleri Ermenilere verilir. Bazıları da idam kararıyla yargılanmak üzere İstanbul’a gönderilir.

Nakşibendi şeyhi ve Nakşibendi Kocabeyoğlu Medresesi müderrisi Bahşılı Sadullah (Seyhan) Hoca, Samanpazarı’ndaki manifatura dükkânının önünde bir sandalye üzerine çıkarak Ankara halkını direnişe çağırır. Bahşılı Hoca’nın, İsmail Çavuş liderliğinde Ankaralı seğmenlerden kurduğu gönüllü birlik, geceleri kıstırdıkları işgal askerlerini ve Ermeni çetecilerini öldürmeye başlar. Komutanlık tarafından İngiliz askerlerin, hava karardıktan sonra sokağa çıkmaları yasaklanır. Vali Ali Muhiddin Paşa, aralarında Kınacızade Şakir, Hacı Bayram Şeyhi Şemseddin Efendi ve Kara Mehmet Bey’in bulunduğu Ankara eşrafından ileri gelenleri tutuklayarak İstanbul’a İngiliz mahkemesine gönderir. İzmir’in 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusu tarafından işgali üzerine Ankara halkı sokağa dökülerek 26 Mayıs günü Taşhan’ın önünde büyük bir miting yapar. Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi başkanlığındaki miting heyeti İstanbul’a, saraya ve işgal kuvvetleri komutanlığına protesto telgrafı çeker. Saray, 29 Ağustos 1919 günü, işgalcilere boyun eğmeyerek direnişe destek veren Ankara’daki 20. Kolordu komutanı Ali Fuat Paşa’yı görevden alarak yerine padişahçı Kiraz Hamdi Paşa’yı atar. Ankaralılar, trenle gelen Kiraz Hamdi Paşa’yı Eskişehir’den öteye geçirmezler. Ali Fuat Paşa görevini bırakmaz, artık Ankara’da Padişah’ın sözü geçmemektedir. 4 Eylül günü başlayan Sivas Kongresi’ne Ankara delegesi olarak gönderilen Ömer Mümtaz (Tanbi) Bey, Mustafa Kemal Paşa’ya istediği an güvenle Ankara’ya gelebileceği mesajını verir. Kurban Bayramı’nın ilk günü olan 6 Eylül’de, Ankara’nın ileri gelenlerinin temsilci seçtiği müderris ve Ankara şeriyye mahkemesi yargıcı Hoca Atıf (Taşpınar) Efendi, Saray’a bir telgraf çekerek “Senin gibi Sadrazamı tanımıyoruz” der. Artık İstanbul ile Ankara arasındaki tüm köprüler atılmıştır 9 Eylül günü Ankara, Heyet-i Temsiliye’ye bağlanır. Bu gelişmeler üzerine, Vali Ali Muhiddin Paşa İngilizlerin verdiği altınlarla çevreden toplayacağı kuvvetler ile Ankara’yı kurtarmak amacıyla gittiği Çorum’dan Ankara’ya dönmektedir. 19 Eylül günü, Kuvayı Milliye reislerinden, daha sonra Kırşehir mebusu Keskinli Rıza Bey’in müfrezesi, Yahşihan ile Elmadağ arasındaki Kılıçlar Belinde Valiyi tutuklayarak Sivas’a gönderir. Belediye Başkanı da görevden alınarak yerine Kütükçüzade Ali Bey Başkan seçilir.

Solda; Birinci Mecliste milletvekilleri Müftü Börekçizade Rıfat Efendi ile (Müderrisoğlu, 1993, Kurtuluş Savaşında Ankara’dan); sağda, Namazgâh ’da Beynamlı Hacı Mustafa Efendi’nin hutbesi (Naşit Hakkı Uluğ, 1997, Hemşehrimiz Atatürk’ten) Müftü Rıfat Efendi ve Belediye Başkanı Kütükçüzade Ali Bey, İstanbul Hükümeti’nin Ankara’ya yeni vali olarak atadığı Ziya Paşa’yı Eskişehir’den ileri geçirmezler. Harbiye Nazırı Cemal Paşa, Ziya Paşa’nın usulen vali olmasını Mustafa Kemal’den rica ederse de Ankaralılar kabul etmez, Defterdar Yahya Galip (Kargı) Bey’i vali olarak seçerler. Müftü Rıfat Efendi, Ankara yönetimine el koyduklarını İstanbul’a telgrafla bildirir; “Sen kimin adına konuşuyorsun” diye sorulunca “Benim arkamda koskoca Ankara var” der. Ankaralının, Padişah Vahdettin’e nazire olarak Hakan sanını verdiği Yahya Galip Bey, Ermeni azgınlığını önlemek için Haymana Kaymakamı Cemal (Bardakçı) Bey’i polis müdürlüğüne atar. Cemal Bey, yanında getirdiği Haymanalı milislerden oluşturduğu atlı müfrezeyi geceleri Ankara sokaklarında dolaştırarak taşkınlıkları sonlandırır. 5 Ekim 1919’da, Namazgâh tepesine sancak çekilerek toplu Cuma namazı kılınır. Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi, Osmanlı Mebusu ve müderris Hoca Atıf Efendi ile Osmanlı Mebusu ve müderris Beynamlı Hacı Mustafa Efendi önderliğinde Ankara Milli Alayı kurulur. Halkın isteği ile Müftü Rıfat Efendi alayın onursal komutanlığı ve sancaktarlığı görevini kabul eder. Anadolu’nun yine başsız kaldığı, Yunan askerinin İzmir’e çıktığı 15 Mayıs 1919 gününden Meclis Hükümeti’nin kurulduğu 3 Mayıs 1920’ye kadar yaklaşık 12 aylık bir süre için Ankara Ahileri öne çıkarak kentin yönetimini bir kez daha ele almıştır. Atatürk’ün cumhuriyet idaresi fikrine, tarih kitaplarından okuduğu “Ankara Ahi Kent Yönetimi" ile kavuştuğu düşüncesi çok açıktır. Gazi, gazeteci Yunus Nadi’ye 7 Mayıs 1924’te Yeni Gün gazetesinde verdiği demeçte “Ben Ankara’yı coğrafya kitabından çok tarihten cumhuriyet merkezi olarak öğrendim” dedikten sonra ekler, “Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki orada geçen yüzyıllara rağmen hâlâ o cumhuriyet yeteneği sürüyor”.

Ankara’dan

Murat SELAM murat_selam@hotmail.com

NAFİZ BEY APARTMANI ve ERZURUMLU NAFİZ BEY

Ulus’un ara sokaklarında farklı mimari dönemlere ait ve kaderine terk edilmiş yapılardan biri olan Erzurumlu Nafiz Bey Apartmanı, 1922 yılında inşa edilmiş olup Ankara'nın kaloriferli ve asansörlü ilk apartmanıdır.

Kurtuluş Savaşı’nın zorlu günlerinde Türk ordusunun en büyük sıkıntılarından biri de uçak bulabilmekti. Bu sorunları yakından takip eden ve İstanbul’da yaşayan işadamı Nafiz Bey, hemen İtalyanlarla temasa geçti. Fiat R.2 tipi dört keşif uçağı için parasını cebinden ödeyerek anlaşma yaptı. İlk uçak İstanbul’a İtalyan bir pilot tarafından uçurularak getirildi. Gümrükte İran’a satılmış gibi gösterilerek uçuş izni alındı. Plana göre uçak Bolu yakınlarında hazırlanan piste yakıt almak için inecek ve Türk ordusu tarafından el konulacaktı.

Büyük bir çabayla getirilen ve Nafiz Bey’in adı verilen ilk uçak, ilk görev uçuşlarını II. İnönü Savaşı’nda yaptı. Batı Cephesi Hava Bölüğünde göreve başlayan bu uçaklar cephede düşman birliklerinin keşfinde ve zaman zaman da bombalanmasında önemli vazifeler gördü. Nafiz Bey 1885 yılında Erzurum'da doğdu. Babası Hacı Ahmet Bey, annesi Esma Hanımdı. 1903 yılında Makbule Hanım ile evlendi, beş çocukları oldu. 1913'te ailesiyle İstanbul'a yerleşti. 1915’ten itibaren Ankara'nın imarında önemli katkıları oldu. Nafiz Bey’in, İstiklal Savaşı’ndan sonra da yeni Ankara’nın modern bir başkent olması için büyük gayretleri olmuştur. Bununla birlikte Ankara dışında da birçok yapının müteahhitliğini yapmıştır. İstiklal Savaşı’nın zaferle bitmesi sonrasında Ankara’nın başkent olarak kurulmasında ve Türkiye’nin sanayileşmesinde ihtiyaç duyulan birçok büyük yapının ve fabrikanın müteahhitliğini başarıyla yapmıştır. Atatürk'ü her zaman desteklemiş, ona inanmış ve yakın dostu olmuştur. Cumhuriyetin kurulmasının ardından Kotan soyadını alan Nafiz Bey, 1948’de Erzurum’da hayata gözlerini yummuştur. Erzurumlu Nafiz Bey, Ankara’da; Milli Savunma Bakanlığı, Türkiye İş Bankası, Sağlık Bakanlığı, Merkez Bankası, Ankara Palas, Vakıflar Bankası Genel Müdürlüğü, Büyük Tiyatro, Türk Hava Kurumu, Kara Harp Okulu, Hıfzıssıhha Enstitüsü, İller Bankası, Vakıf Apartmanları, Gümrük ve Tekel Bakanlığı, Keçiören Çocuk Esirgeme Kurumu, Stadyum, Hipodrom, Çankaya Köşkü, Kızılay, Marmara Köşkü ve Etnografya Müzesi gibi önemli yapıların müteahhitliğini yapmıştır. Nafiz Bey’in Ankara’da inşa ettiği yapılardan biri de aynı zamanda Başkent’in ilk kaloriferli ve asansörlü binası olan Nafiz Bey Apartmanıdır.

Nafiz Bey, Ankara dışında ise Alpullu Şeker Fabrikası, Eskişehir Şeker Fabrikası, Erzincan Deprem Evlerinin Birinci Kısım İnşaatı, Erzincan Vasgirt Barajı, Sivas Cer Atölyesi, İstanbul Tekel Likör Fabrikası, Trabzon Numune Hastanesi ve İzmir Elhamra Sineması gibi birçok projeyi hayata geçirmiştir.

Özgün mimari detaylarıyla dikkat çeken Erzurumlu Nafiz Bey apartmanı kaderini bekliyor.

This article is from: