İncir Çekirdeği 6. SAYI

Page 1

Eylül 2014

Sayı: 6

“Dahi Hırsız”

Shakespeare İlk Tiyatromuz: Şair Evlenmesi ve

Şinasi

2014

UNESCO

GASPIRALI İsmail Yılı

dil, edebiyat, kültür, sanat

SUNAY AKIN

SÖYLEŞİSİ


İncir Çekirdeği Dergisi Sırdem Kemiksiz Yazı İşleri Müdürü

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

EDİTÖRDEN... Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Afra Nur Akkayalı Beyza Arı Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları... Beş ayı gerimizde bırakarak sizlere altıncı sayımızı sunuyor olmamızın haklı sevincini yaşıyoruz. Bu zaman diliminde edebiyat adına çıktığımız serüvende bizlere eşlik eden ve aramıza yeni katılarak dergimize farklı renkler sunan arkadaşlarıma minnetlerimi sunarım. Hiç yılmadan bu dergiyi çıkartmamıza sebep olan siz değerli okuyucularımıza göstermiş olduğunuz ilgiden dolayı teşekkürü bir borç bilirim. Bu ay yine sizlere edebiyat zevkini yaşatacak güzel bir sayıyla karşınızdayız. Öncelikle UNESCO’nun 2014 yılını ‘’İsmail Gaspıralı’’ yılı ilan ettiğini hatırlatarak başlamak istiyorum. Gaspıralı’nın yaşamını ve mücadelesini sizlere dosya konumuz olarak kendi de Kırımlı bir büyükdedenin torunu olan ‘’Ayşe Bengisu Akdağ’’ anlatıyor. Söyleşi serimiz ise ‘’Sunay Akın’’ ile devam etmekte. Onun hayatını ve ‘’Oyuncak Müzesi’’nin kapılarını bize bu ay ‘’Işık Selin Orhuntaş’’ açıyor. Shakespeare’in bilinmeyenlerini bizlere ‘’Tuğçe Erkol’’ sunuyor. “Sultan Demirtaş’’ tiyatro köşesinde bizlere ölüm yıl dönümünde Şinasi’nin tiyatroculuğunu anlatıyor. İlk bölümünden itibaren merak uyandıran ‘’Ardından’’ yazı serisi üçüncü bölümüyle okunmayı bekliyor. Ve son olarak İncir Çekirdeği Dergisi ailesi olarak tatlı bir hüzünle Avrupa’ya yolcu ettiğimiz ‘’Kübra Tarakçı’’nın ‘’Bir Erasmuslu’nun Güncesi’’ yazı serisi sizleri bekliyor. Dergimizi siz okuyucuların zevkine sunar, büyük bir heyecanla beklediğimiz yeni eğitim öğretim yılının güzel anılar bırakarak geçmesini temenni ederim…


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Havadis Şiir / Bekir Sıtkı Erdoğan Ölüm / Emre Koç Gelmedim Davi İçin / Hatice Türk Dört Güzelin Masalı / Busenur Aslan Ardından – 3. Bölüm / Sırdem Kemiksiz Şiir – Papatya / Süleyman Erkut Mavi Yolculuk / Hilal Akarslan Dilde, İşte, Fikirde: Gaspıralı– A. Bengisu Akdağ Gaspıralı / Şiir Gaspıralı’dan Mehmed Emin Yurdakul’a Mektup Sunay Akın’la Söyleşi / Işık Selin Orhuntaş Şiir – “İçimin Şiirine Hoş geldin Çocuk” / Hatice Türk Shakespeare Olmak Ya da Olmamak / Tuğçe Erkol Eylül’dü / Cemal Süreya Bir Erasmus’lunun Güncesi / Kübra Tarakçı Osmanlı ve Bizans’ın Tarihi Mirasına Yolculuk / Mehmet Altınova Şiir / Hüseyin Arda Salkaya Fotoğraf / Aybige Akdağ Şinasi’den Şair Evlenmesi / Sultan Demirtaş Düşler Sokağı / Işık Selin Orhuntaş Arka Kapak / Merve Başol Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HA VÂ DİS

Cenaze namazı 13 Ağustos günü öğle namazının ardından Levent Camii'nde kılınan Hocamıza Allah'tan rahmet; ailesine, öğrencilerine ve sevenlerine başsağlığı diliyoruz...

Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü Ülkü Tamer’e verildi

III. Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Öykü Yarışması düzenleniyor

Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu Vefat Etti Halk bilimine, Erzurum halk edebiyatına büyük katkılarda bulunmuş, ömrünün büyük bir kısmını Erzurum için adamış olan; Prof.Dr.Bilge Palandöken Seyidoğlu vefat etti.

Avrasya Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen 3. Uluslararası Kaşgarlı Mahmud Hikâye Yarışması’na başvurular 30 Eylül’e kadar devam ediyor. Türk dünyasının tek ortak edebi yarışması olarak tanımlanan yarışmanın ödül töreni ise Bakü’de gerçekleştirilecek.

Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) ve Milas Belediyesi’nin işbirliğiyle düzenlenen “Melih Cevdet Anday Şiir Günleri” etkinliğinde Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü Ülkü Tamer’e verildi. Ülkü Tamer, “Bir Adın Yolculuktu” kitabıyla ödüle değer görüldü.

33. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı Yaklaşıyor Bu yıl 8-16 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan TÜYAP 33. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın onur konuğu Macaristan. Modern Macar edebiyatının önde gelen yazarlarının konuk olacağı fuarda Macar edebiyatının güncel ve klasik örneklerine yer verilecek.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bekir Sıtkı Erdoğan vefat etti "Hancı" ve "Kışlada Bahar" isimli şiirleriyle tanınan Şair Bekir Sıtkı Erdoğan, 88 yaşında vefat etti. Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin önemli isimlerinden Erdoğan, Ankara Üniversitesi Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesini de bitiren Edoğan, Heybeliada Deniz Lisesi, İstanbul Alman Lisesi ve Marmara Koleji'nde edebiyat öğretmenliği yaptı. Aruz, hece ve serbest vezinle şiirler yazan Erdoğan'ın şiirlerinden bazıları bestelenirken, rubai türündeki şiirleri birçok dergide yayımlandı.

Türkiye Çin'de Otağ Kurdu 21. Pekin Uluslararası Kitap Fuarı’yla birlikte Türkiye’nin ulusal standı da açıldı. Türkiye’ye ayrılan üç alanın ana bölümünde yapılan açılışa Türkiye’den Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı

Abdurrahman Arıcı başkanlığındaki heyetle Çin Halk Cumhuriyeti’nden Medya Bakanı WuShangli katıldı. WuShangli ise geçen yıl Çin’in onur konuğu olduğu İstanbul Kitap Fuarı’nda çekilen fotoğraflardan oluşan albüm armağanıyla jest yaptı.

İstanbul'da 5. Kültürlerarası Sanat Diyalogları Başladı

Beyoğlu Belediyesi ile Yunus Emre Enstitüsü işbirliğiyle düzenlenen "5'inci Kültürlerarası Sanat Diyalogları", törenle başladı. İstanbul'da 5 gün sürecek program kapsamında 12 ülkeden 113 sanatçının katılımıyla sergi, konser, tiyatro ve dans gösterileri gerçekleştirilecek. Yunus Emre Enstitüsü Başkanı Hayati Develi, açılışın yapıldığı Beyoğlu Belediyesi Tepebaşı Otoparkı'ndaki konuşmasında, Türk kültürünü dünyada tanıtmak için çalıştıklarını söyledi.

Türk Dünyası Tataristan'da Buluştu

'TÜRKSOY Müzeler Birliği' kuruluşunun gerçekleştirildiği 2013 Bursa buluşmasından sonraki ‘TÜRKSOY Müzeler Birliği II. Buluşması’, Türk Dünyası’nı Tataristan’ın başkenti Kazan’da bir araya getirdi. Tarihi Kentler Birliği Danışma Kurulu Başkanı Prof. Dr. Metin Sözen, konuşmasında, geçen yıl Bursa’da yapılan toplantı ile kurulumu gerçekleştirilen Türksoy Müzeler Birliği’nin geç kalınmış bir oluşum olmasına karşın oldukça hızlı bir yapılanma süreci ile etkin bir konuma geçmeye başladığını söyleyerek, sevincini dile getirdi.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kara gözlüm, efkarlanma gül gayri!

Kışlada Bahar

İbibikler, öter ötmez ordayım. Mektubunda diyorsun ki: 'Gel Gayri!' Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.

Ah çekerim resmine her bakışta! Bir mahzunluk var o boyun büküşte. Emin ol ki, her sigara yakışta, Sanki, duman tüter tütmez ordayım...

Mor dağlara, karargahlar kurulur; Eteğinde bölük bölük durulur... On dakika istirahat verilir; Tüfekleri çatar çatmaz ordayım!..

Dağlar taşlar bu hasretlik derdinde; Sabır, sebat etmez gönül yurdunda! Akşam olur, tepelerin ardında, Daha güneş batar batmaz ordayım...

Aramıza dağlar girmiş koskoca! Meraklanma, gönlüm dağlardan yüce... Bir gün değil, beş gün değil, her gece, Yatağıma yatar yatmaz ordayım...

Bahar geldi; koyun, kuzu koklaştı, İki aşık, senelerdir bekleşti... Kara gözlum, düğün dernek yaklaştı; Vatan borcu biter bitmez ordayım!

Bekir Sıtkı Erdoğan

1926-2014 Usta Şairi Rahmetle Anıyoruz...


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ölüm Kalabalık bir sokakta ölümün korkusunu yaşayan tenha bir bedenin sahibi gibi bağıra bağıra anlatıyordu ölümü. Saçı sakalı bir birine karışmış orta yaşta bir adam neden bu kadar ölümden korkabilirdi ki? Ya da ölümün yapmasına izin vermeyeceği kaç tane planı vardı? Kaç kişiden nefret ediyor, kaç kişiye âşıktı? Bazıları ayyaş deyip geçiyor bazıları bir âlim gibi dinliyordu ama adam bağırıyordu. Yaklaştım iyice yanına, ceketinin cebinde şiir kitabı, elinde vesikalık bir fotoğraf. Güzel bir kadın vardı siyah beyaz fotoğrafta ve kelimeleri güzel kılan bir şairin kitabı vardı ceketinin yan cebinde. Sanki tüm serveti bunlarmış gibi yokluyordu eliyle şiir kitabını, gözleriyle vesikalık fotoğrafı. ‘‘Son bir şey söyleyeceğim size ölümü uzak sanan, ama daha yaşarken ruhunu toprağa gömen insanlar! Son bir şey söyleyeceğim size.’’ diyerek cebindeki şiir kitabını çıkarttı. Bir elinde kitap, diğerinde siyah beyaz fotoğraf; iki elide alabildiğine havada, gözleri acırcasına bakarken insanlara: ‘‘ Eğer bu denli güzel kadınları severseniz, bu şiirlerin neden yazıldığını anlarsınız. Eğer bu şiirleri severseniz, bir kadının, yaşayan bir adamı gidişiyle nasıl öldürdüğünü de anlarsınız. Ben ikisini de sevdim ve ben bu hayatta iki kez öleceğim.’’ dedikten sonra usul adımlarla indi sokağın kıyısındaki birkaç merdiven basamağından.

Emre Koç


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hatice Türk

GELMEDİM DAVİ İÇİN Tefekkür etmek, bir diğer adıyla düşünmek, bilim insanlarınca insanı hayvandan ayıran yegâne özelliktir. Hepimiz, aksini ispat edecek bir veriye sahip değilsek, bunu kabul ederiz. Ancak şöyle bir etrafımıza bakınca kaçımız bu fiiliyatı hakkıyla uygulayıp, insan olmanın tadına varıyor, meçhul! Kur'an-ı Kerim'in on sekiz yerinde bizzat fiil olarak geçen ve bilimin bizi hayvandan ayırıcı olarak nitelediği düşünmekten kasıt bizce; yemek yiyeceğin, ders çalışacağın, uyku uyuyacağın, gezmeye gideceğin vakti tayin etmekle sınırlı bir şey olmasa gerek. Düşünmek, en alt seviyesiyle dinlemenin hakkını vermektir. Ağzından çıkan sözü dinlemek, aklını dinlemek, kalbini dinlemek, arkadaşını dinlemek, öğretmenini dinlemek, bir sabah vakti kuşları dinlemek, eteğini çekiştiren bir küçüğü dinlemek, yolun kenarına oturup araba gürültüleriyle çevrelenmiş hayatın süratli akışını dinlemek... Bunların hepsi de kulak verildiği takdirde insanı düşünmeye sevk eder. Düşünmek, insanı özgür kılar. Belki bu yüzden şairler şiirlerini en çok zindanda, sürgünde yazar. Belki bu yüzden romanlarda pek çok karakter sokakta dilediğince gezer. İslam da üstüne kondurulmuş bağnazlık(!) söylemlerinin aksine düşünmeyi övmüştür. Zira, "Akıl sahipleri için bunda ibretler vardır. "Akıllı ve düşünen insan, dünyanın hükmettiği insan olmaktan sıyrılıp, dünyanın onun emrine sunulmuş olduğu bilincine varıp hayatına ve hayatından sonraya yön verecektir. Hz. İbrahim mağarasından ilk çıktığında rabbini aramıştı, tefekkür etmiş ve " Ben batanları sevmem." diyerek aydan, güneşten, yıldızlardan vazgeçmişti.

Tefekkür edip kimliğini, kişiliğini, amacını, varoluş nedenini kavramıştı. Abdülkadir Geylani daha çocuk yaşta, babasını kaybettiğinde ilk kez öküzlerle çift sürmeye gider. Tam işe başlar, arkasından bir ses işitir. " Ya Abdülkadir, sen bunun için mi yaratıldın?" Sesin geldiği tarafa bakar ve ne görsün, öküz konuşmakta. Çok korkar ve yorulmuş olduğunu düşünerek bir kenara oturup dinlenmeye koyulur. O esnada gökyüzünde "Lebbeyk!" sesleriyle tavaf eden hacıları görür. Koşarak annesine gider ve ilim tahsil etmek istediğini söyleyip evden ayrılır. Bu kararı, dinleyip düşünüp uygulaması, onu Abdülkadir-i Geylani Hazretleri haline getirir. Rabbi ona yaratılış nedenini sorgulamasını bir öküz vasıtasıyla bildirmiştir. Tasavvuf, düşünmeyi öğreten bir okuldur. Mevlana Celâleddin'in "Her gün bir yerden göçmek ne iyi, her gün bir yere konmak ne güzel." düsturunu ölçü edinip, dünü dünde bırakmayı, daima vaktin çocuğu olup daima yenilenmeyi öğreten bir okul. Dervişlik ise bu okula öğrenci olmaktır. Derviş, cahilliğini bilmeyen cahilden cahilliğinin farkına varan erdemli sınıfına terfii etmiştir. Diğer insanların aksine o öğrenmeyi seçmiştir. Tasavvuf yolunda eğitilen derviş yalnızca batıni ilimleri öğrenmez, bunların yanında pozitif bilimlerde de fikir sahibi olur. Gerek kitapla kalemle gerekse ilm-i ledünle. O hem dünya hem ahiret için çalışır. Ancak dünya nimetlerini Allah yolunda koşmak için ister. Ahireti ise cehennemden azat olmak için değil, rabbine kavuşmak için ister. Bu isteği onu, düşünen, çalışan, etrafına ve kendine faydalı bir birey haline getirir. Bu bağlamda düşünülürse dervişlik; aklı başından atmak değil, aklı başına almaktır.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Evet o, sol tarafındaki kalbine vurgundur; ancak sağ kolu da düşünmesini sağlayarak onu rabbiyle tanıştıran, dünyanın ve ahiretin anlamını kavratan aklıdır. Üstat Mustafa Özbağ Beyefendinin deyimiyle " Derviş kalbini dinler, ona 'Sen benim kıymetlimsin.' der. Aklına da döner der ki 'Sen bana lazımsın, benim için önemlisin.' " Zira sufiler yürüdükleri yolda tefekküre önem vermiş, akıllarıyla bu dünya için, kalpleriyle dünyadan sonraki hayat için yaratılış hikmetinin gayesiyle koşmuşlardır, koşmaktadırlar. Aklımız hayallere dalmadan, masallara karışmadan sakinin yanına varıp can şarabından içmek ümidiyle sizleri bir ömür boyu sürecek tefekküre davet ediyorum.

Bakın ne diyor şair:

“Sanman taleb-i devlet ü cah etmeye geldik

Biz âleme bir yar için ah etmeye geldik”

Resim kaynak: Harun Yıldırım


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DÖRT GÜZELİN MASALI

Busenur Aslan

Bir varmış, bir yokmuş. Gökte yıldız çokmuş. Güneş, parıl parıl ateşini gönderip parlatmış yıldızları. Yağmur, suyunun ferahlığını göndermiş, huzur versinler diye. Toprak, gizemini göndermiş, merakla seyredilsinler diye. Ve rüzgar, alıp bu yıldızlardan birini süzüle süzüle, periler hanı Ay Hanım’ın başına kondurmuş. Upuzun selvilerin, rüzgarla dans edip, saçlarını gölün dingin sularında yıkadığı bir yer varmış. Bütün doğanın, canlıların, hatta görünmez yaratıkların bile huzur bulduğu bir yer. Öyle ki hiçbir yaratık birbirinden korkmaz ve hepsi büyük küçük her birine sevgi duyarmış. Huzurun, mutluluğun, sevginin başkentiymiş bu yer. İç içe geçen hayaller ve biri olmazsa diğerinin de olamayacağı harikalar diyarı… Bu masal diyarında, dört prenses yaşarmış. Dört güzel ve efsunlu prenses. Bu güzel prensesler, her yıl bütün dileklerin kabul edildiği, içinde sonsuz güzellikleri barındıran bir koruda toplanır sohbet edermiş. Her biri en güzel elbiselerini giyip, yılda sadece bir gün gerçekleşen bu toplantı için hazırlanırmış. İşte, yılın o günü bir kez daha gelip kapıyı çalmış. Prenseslerin her biri heyecan içerisinde bu gün için hazırlanmışlar yine. Su, ayaklarına kadar akan saçlarına ışıklar kondurmuş. Ateş, parıldayan yüzüne bütün canlılığını doldurmuş.Hava, etrafında neşeyle dans eden yapraklarla, elbisesini süslemiş. Toprak, bütün dinginliğini takınmış ve çiçeklerinin hoş kokusunu sürünmüş üzerine. Hepsi, bu toplantıya bütün ihtişamlarıyla hazırmışlar artık. Süzüle süzüle gelmiş Su. Dans ederek yanaşmış Hava. Bütün heyecanıyla birden ortaya çıkmış Ateş. Bütün sakinliğiyle yavaş yavaş katılmış aralarına Toprak. Güzelce selamlaşmış ve özlemlerini gidermiş, bu dört güzel ve efsunlu prenses. Bir çok konudan bahsetmişler. Bir çok türkü söylemişler. Dönmüşler dolaşmışlar ve bir konuda bir türlü karara varamamışlar. Hepsi de kendisinin en önemli olduğunu iddia etmiş ve başlamışlar sırayla anlatmaya. İlk olarak Su söz almış ve demiş ki; - Hiçbir şey yokken, ben vardım. Yaratılan ilk varlık benim. Bütün hayat, benimle can buluyor. Adımın anlamını, nereden geldiğini hiçbir insanoğlu öğrenemedi. İçimdeki her bir parça, onlar için bir giz. Ruslar, su anamdır dedi benim için. Latinler, su meditasyondur dedi. Çiçekler, benimle canlanıyor. Bensiz kalan her canlı soluksuz kalıyor. Bütün bu güzellikler, bütün bu doğa ve yaşam benimle var. Hayat ile ölümü, rahmet ile gazabı, tenezzül ile kederi aynı anda içimde barındırıyorum. Zıtlıkların birleştiği o eşsiz yer benim. İnsanlar beni üzmemek için hep güzel hediyeler sundular bana. Yüzüme doğru hiç kötü söz söylemediler beni kızdırmamak için. Tükürmediler asla hiçbir gölüme, kirletmediler ve bunu küfür saydılar. Bana daima hürmet gösterdiler. İşte, görüyorsunuz ya içinizde en değerli olan benim. Hem gazabım büyüktür hem de nimetim. Hava, Su’yun sözlerini dinledikten sonra, usul usul esip söze girmiş.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

- Yer ve gök benim hükümdarlığım. Ulaşamadığım çok fazla yer yok. Zaten, elimin değmediği hiçbir noktada hayat yok, canlılık yok. Yaşam, neşe, endişe hep benimle birlik. Sevincim herkese neşe, azabım sonsuz yıkım. Hem çok seviliyorum hem de her canlı biraz korkuyor benden. Bu hayatın devamlılığı, benimle var. Varlığım, sonsuz. O kadar değerliyim ki insanoğlunun benden aldığı nefes bile sayılı. Ben onun ruhuna bir hayat mekanıyım aynı zamanda maddi hayatının süresini de ben belirliyorum. Sesimi, rüzgarla duyuruyorum insanlara. Sayfalarca düzdükleri şiirlerin her biri hava. Ben hem sanatım hem duygu. Bakın, en değerli olan benim işte. Parıl parıl gözlerindeki neşesiyle Ateş’e gelmiş söz sırası. Heyecanlı yapısından olsa gerek çabucak başlamış söze; - Hepinizden bir parça var bende. Biraz toprak, biraz rüzgar, biraz da su. Bütün bunlar, üstün tutar beni size. Her bir şeyi değiştirebilirim ben. Katı olanı sıvı yaparım, sıvı olanı buhar. Yaktığım ağaç, toprağa dönüşür. İnsanlar, hep saygı ve sevgi beslemişlerdir bana. Hayretle seyretmişlerdir güzelliğimi. Korkmuş ve hürmet göstermişlerdir bana. Aslında biraz anlaşmazlıklarımız olduğu doğrudur. Zira, ne benimle yaşayabiliyorlar ne bensiz. İkarus, beni tanrıların evinden çalıp insanlığa verdi, insanlık var olmaya devam edebilsin diye. Sonra, bir çok insan beni İlah kabul etti ve bana tapındı. Daima hürmet gördüm. Sizlerden hiç biri, yalnız başına bana karşı çıkamadı. Söyleyiniz, birlik olmadan beni durdurabildiniz mi hiç? Şu gördüğünüz en büyük yıldız bile benden ibaret.Gazabım bütün canlılığın sonu olur. Bu saydıklarımdan sonra benden başka kim daha önemli olabilir ki ? Sükun içinde diğer prensesleri dinleyen Toprak’taymış artık sıra. Usul usul şunları söylemiş; - Sizin gibi değilim ben. İnsanlar benden korkmadı öyle. Daima huzur buldular üzerimde. Hayat, daima benim içime saldı köklerini. Dev çınarların da minik papatyaların da köklerinin tutunduğu ip benim. Hem hayatım, hem ölüm. Hem gözyaşını döker insanlar bana hem de sonsuz huzura bende ulaşırlar. Ebediyen uyuyor işte her birinin bedeni içimde. Ateş’in kor alevlerini tutsam da içimde, hiç birini hissettirmem onlara. Daima bir anne gibi severim onları. Benden beslenirler, benimle hayat bulurlar. Öyle çok büyük iddialarım yok benim. Fakat, ben çok değerliyim. Her mevsim farklı hediyeler veririm onlara. Biliyorsunuz değil mi ? Her birinin mayası, hamuru benden yoğruldu. Onlar benim bir parçam ben de onların bir parçasıyım. Bütün insanlar, benim, sudan sonra var edildiğimi düşündü. Oysa ben, onunla beraber hep oradaydım. Gün yüzüne çıkmam, Tanrının emriyle oldu. İnsanlara kibri değil, tevazuyu öğütledim daima. Şimdi de bunun dışına çıkamam ama biliyorum ki bende sizler kadar değerliyim. Bu konuşmalar böylece sürüp gitmiş. Aralarında bir karar varmışlar. Sadece bir güne mahsus olmak üzere hepsi bir köşeye çekilmiş. Hava, çekmiş kendini, bundan dolayı Ateş yok olmaya yüz tutmuş, suyun pek sevdiği canlılar, balıklar hepsi hayatlarına veda etmiş. Toprak’ın, o pek sevdiği rengarenk çiçekleri sararıp solmuş. Sonra, Ateş çekmiş kendini ve Su, buz tutmuş, hareket edemez olmuş. Toprak, kaskatı kesilmiş, içindeki koru sönmüş ve içindeki hiçbir tohum yeşerememiş. Hava, insanlara verdiği nefesi veremez olmuş. Onun, o ılık şarkıları bile donmuş. Sıra, Toprak’ın gidişine gelmiş. Su, koskoca dünyada yapayalnız kalmış bu yüzden. Hava,rüzgar olup, o kadar hızlı esmiş ki durduramamış kendini. Çünkü artık onu tutan heybetli dağlar yokmuş. Ve ondan bir parça taşıyan Ateş’te eskisi gibi yanamaz olmuş, sönmüş. Hava’da, tutmuş gidiş yolunu. O, gittiği zaman bütün canlılık, sonsuz uykuya dalmış. Toprak, heybetli çınarlarının yıkılışına şahit olmuş. Kahrolmuş. Ateş, yine önemli bir parçasını kaybetmiş olmuş ve sönmüş. Su ise, olduğu yerde kalakalmış, hareket edemez olmuş. Dört prenses, bu korkunç günden sonra bir daha üstünlük yarışına girmemiş. Daima, el ele, kol kola olmuşlar. Anlamışlar ki, onlar beraber var olabiliyorlarmış. Ve ne zaman içlerinden biri, içinde kibir tohumu filizlenmeye başlasa, bu günü düşünüp onu, havasız, susuz, topraksız ve ateşsiz bırakmış.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARDINDAN Bölüm -3Teyzemin aldatılışını üzülerek bir kez daha dinledim. Üstünden uzun yıllar geçmesine rağmen hala üzerinden atamıyor olmalıydı. Ama hala neyden kaçtığını anlatmıyordu. Yüzüme baktı, gözleri dolmuştu. Ellerimi avuçlarına aldı ve : -Dinle. Anlatacaklarımdan hiç şüphen olmasın ki benim hiçbir suçum yok. Kötü tesadüfler her zamanki gibi bu yaşlı teyzeni buldu. Aradan onca yıl geçti ve emin ol intikam almak isteseydim bu kadar beklemezdim. Sonunda teyzem beni buraya kadar sürüklediği o müthiş gizemi anlatıyordu. Tamam dercesine gözlerimi yumdum ve onu dinlemeye başladım. Teyzemin Ertan Eniştemle evliliğinden bir çocuğu olmamıştı. Anlattığına göre evliliğinin ilk yıllarında bu durum ona ağır psikolojik sıkıntılar getirmişti. Onun o anaç tavrı tabi ki anneliği en çok onun hak ettiğine işaretti ancak enişteme göre nasip olmamıştı. Eniştem ona hep destek olmuş ve çocuk sahibi olmadan da pekala mutlu olabileceklerini ona göstermeye çalışmıştı. Hatta bu çiçekçi dükkanı bunun üzerine açılmış, teyzem mutlu olsun diye ne istiyorsa yapılmıştı. Firuze Hanım’ın ortaya çıkışıyla her şey birden bire alt üst olmuştu. Boşanmalarının ardından eniştemin o kadınla evlendiğini ve bir de oğullarının olduğunu öğrendik. Eniştemin artık bir çocuk sahibi olduğunu öğrenen zavallı teyzeciğimin kalbi tahmin ediyorum ki bin parçaya bölünmüştü. Belki de bu yüzden o bana hep kızı ben de ona annemmiş gibi davrandım. Onu annemden hiçbir zaman ayrı tutamazdım. O,kollanmaya muhtaç,dünya tatlısı bir insandı. Teyzem kendisini tam toparlamıştı ki avukatından onu çok sinirlendirecek bir haber daha geldi. Teyzeme ait olan bir üzüm bağı eniştem tarafından onlar boşanmadan önce keşfedilmiş ve bir şekilde teyzem kandırılarak o arsanın bir kısmı eniştemin üzerine geçmişti. Ancak şimdi bu arsa devlet tarafından kamulaştırılacaktı ve teyzemin bu konuyla acilen ilgilenmesi gerekiyordu. O zamana kadar varlığı unutulmuş bir arsanın ayyuka çıkışı ve üstüne üstelik buna eniştem tarafından el konuluşu teyzemi bir kez daha üzmüştü. Üzüm bağını görmek için gittiğinde bağın yerini tamamen adeta bir botanik bahçesinin kapladığını gören teyzem bu kez hiç şaşırmamıştı. Ertan Eniştem her yerde izlerini bırakmayı seven bir insandı. Teyzem bahçeye girdiğinde genç bir delikanlının bağırışlarını duymuştu. Merak edip tamamen içeri girdiğinde gencin elindeki silahı yaşlı bir kadının alnına dayadığını görmüştü. Teyzem kadını alnındaki et beninden ve o gökyüzü mavisi gözlerinden tanımıştı; “Firuze’’. Tetiği sıkmasıyla kadının yere yığılması bir olmuştu. Teyzem , gözlerinin önünde kadın ölürken kaçan gencin yüzünü tam olarak görememişti.Gözü yere düşen silaha takışmıştı.Bu enişteme ait bir silahtı, emin olmak için yere eğilip silahı eline aldığında yaptığı yanlışı fark etti.Üstelik ölen kadının Firuze Hanım oluşu tabi ki her şeyi üzerine çekecekti.Silahı çantasına alıp arkasına bakmadan oradan çıkmıştı. Şimdi bunu nasıl atlacaktı?...

Sırdem Kemiksiz

Devamı gelecek…


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

PAPATYA

Başla nasıl başlarsan, Olmaz her şeyi taşlarsan. Susarsan anlatamazsın. İç ve konuş, sual et. Her lafz bir hitabet. Bu kalem ne ham ne pişmiş, Sadece ortasından yetişmiş. Gül ve gonca açmış, Papatyalar sararmış. Bir tarafta bereket, Diğer yerde kuraklık. Elimde bir sen tutuyorum Bak bir de papatya. Oku ve anla. Sonrası muamma. Buraya kadar ne anladın? Vakit geçti saymadın. Zaman seni ekip biçiyor, Fark etmeden sinsice seçiyor. Miskinliği bırak toparlan. Mistik bir şiir için odaklan. Ahali durgun, ahvalim yorgun. Zaman bir papatya, An ise gül ve gonca. Bırak papatya sararsın, Gül ve gonca kurumadıkça. Sen içini ferah tut. Kısa bir not şunu sakın unutma. Her dakikan bir lütuf, Yağmur öncesi bir bulut. Elbet sel ve taşkın gelecek, Toprak hepsini çekip süpürecek. Karanlık biter bulutlar gider sonra Güneş açar saçar bereket.

Süleyman Erkut


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

-Bu uçurtmalar bakmalık değil bunu sende biliyorsun evladım,hem uçurtmaları satmalıyız ki okul kıyafetini alabilelim,sen galiba eski okul önlüğünü giymek istiyorsun?

Mavi Yolculuk Hilal Akarslan -Mavi, kırmızı, yeşil, sarı… Bütün renklerde uçurtmamız var ufaklık, sen hangi rengi beğendin söyle bana hemen indirip vereyim.İstemiyor musun yoksa beğenmedin mi? Bence sen kırmızıyı beğendin,hayır mı? Sen söyle o zaman,cevap vermeyecek misin? Anlayamadım ki ben seni, yüzüme öylece bakıyorsun.Alacak mısın yoksa sadece bakıyor musun? Benim de işlerim var ama beş tane uçurtma daha yapacağım, oyalıyorsun beni. Hadi git git kapatma kapının önünü müşteri gelmiyor sonra. Allah’ım nedir benim çektiğim şu çocuklardan… Kapı eşiğinde gri atletli çocuğun uçurtmaya bakışlarına anlam veremedi Akif. Sanki yeni çıkmış bir çizgi filmi izliyor gibiydi çocuk. Akif uçurtmaların karşısına geçip gözleriyle mavi olanı seçti,o çocuk gibi gözlerini kısarak mavi uçurtmaya baktı,baktı ve gözlerini uçurtmadan çekmeyerek babasına: -Baba,bence demin gelen çocuk maviyi beğenmişti,gözü hep ondaydı,sanki hayalinde uçurtmayı göklere salmış,uçurtmanın rüzgarla olan yarışını izliyordu.

Ben elbette eski okul önlüğümü giymek istemiyorum ama hani şu çocuk vardı ya gözleri yeşil,toprak rengi gibi teni vardı,parmakları ayağındaki terliklerden dışarı taşmış olan,üstünde gri atlet gibi bir şey vardı galiba, adını bilmiyorum,işte o çocuk uçurtmalara o kadar şaşkınlıkla ve hayranlıkla baktı ki… Daha önce dükkana gelen çocuklar hiç böyle bakmamıştı.Genelde benim yaşlarımda- on ya da on bir yaşlarındakiçocuklar babalarının ellerinden çekiştirerek dükkana girerler. Gözleri o kadar hızlı bir şekilde uçurtmaları tarar ki hangi ara baktı da bu uçurtmayı istiyorum dedi anlayamazsınız. Babalarına bu uçurtmayı istiyorum demeleri yetiyordu. Hangisini istiyorsa hemen alınır ve gidilirdi. Bizim uçurtmalarımız bu kadar bakılmaya, incelenmeye alışkın değildir. -Baba biraz dışarıya çıkabilir miyim? Belki arkadaşlarımı görürüm, olur mu baba? -İyi bakalım çık ama yarın dükkandan dışarıya çıkmak yok, kalıp bana yardım edeceksin tamam mı? -Tamam baba, tamam. Acaba koşsam yakalayabilir miyim çocuğu? Adı neydi acaba, keşke sorsaydım ama hiç konuşmadı ki nasıl soracaktım. Koş Akif koş… Hadi fazla uzaklaşmış olamaz öyle değil mi? Uçurtmalara neden öyle baktı bilmeliyim. Belki gizli bir uçurma tekniği bulmuştur onu düşünüyordur, koş, daha hızlı… … -Nefes nefese kaldım seni bulacağım diye, ne kadar hızlı geldin buraya,neyse boş ver. Benim adım Akif uçurtmacının oğluyum ben, uçurtmacı Nedim’in oğluyum. Daha demin oradaydın, gördün orada beni dimi, hah işte


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ben o çocuğum. Ben adımı söyledim hadi sende söyle tanışalım artık. -Benim adım, Ömer. -Ömer, Ömer… Tamam, memnun oldum. Ömer diye hiç arkadaşım yok zaten adını unutmam anlayacağın.Ömer sana bir şey sormam lazım,uçurtmalara neden öyle baktın? Bak ikimizde arkadaş olduk dimi, artık arkadaşız hatta dost bile olabiliriz, gerekirse şurada kırık şişeler var ya bak gideyim bir cam parçası alayım parmağımızı kesip kan kardeş olalım,ister misin?İstemez misin,tamam korkma Ömer,sadece arkadaşın olmak istiyorum ve uçurtmalara neden öyle derin derin baktığını bilmek… Ömer biraz şaşırmıştı, şaşırması da gayet normaldi aslında. Suriye’den geldiği için herkes ona yabancı gözlerle bakıyordu ama çocuk bu hem de savaş çocuğu üzülüyordu elbet. Ömer, Akif’in kahverengi gözlerindeki o merakı geri çevirmek istemedi.Bugün babası onu dükkanın önünden kovsa da ne babasına ne de Ömer’e kızabilmişti. İçinde en ufak bir kırgınlık yoktu, tabii sadece onlara karşı, yoksa Ömer çok kırgındı onu toprağından ayıranlara, dayısından ayıranlara,evinden,arkadaşlarından ayıranlara çok kırgındı ve bu kırgınlık hiç geçmeyecekti.Ömer gözlerini duvarlarının sıvası çatlamış,bahçesinin tüm çiçeklerin dolduğu eve bakarak konuştu: -Ben, annem ve bir de ufak kız kardeşimle birlikte Suriye’den savaştan kaçtık. Bizi kendi toprağımızdan kaçmaya mahkûm ettiler. İnsanlar çok kötü Akif arkadaş, insanlar çok kötü… Suriye adını duydun mu hiç? -Evet duydum, sen bizim komşu ülkemizde oturuyordun demek, eee anlat hadi? -İlk başlarda gece uyuyabiliyorduk ama sonra gecede uyuyamaz olduk atılan bombalardan

dolayı. Babam esmer bir adamdı, uzun boyu vardı, senin babandan bir parmak kadar daha uzundu. Her pazar günü ailecek piknik yapmaya giderdik. Bu bombalardan, ateş açılan silahlardan dolayı uzun zamandır gidemiyorduk pikniğe. Sabah yola çıkmadan radyosunu aldı babam frekansı ayarlamakla uğraşıyordu. Annem ise güzel çörekler yapmıştı yine mis gibi kokuyordu evin içi… İlk defa babam beni uyandırmadan uyanmıştım o gün, çöreklerin mis kokusundan uyanmamak mümkün değildi. Hep beraber hazırlanıp yola koyulduk. Bugün aslında uzun zamandır atılan bombaların sessizliğine aldanarak çıkmıştık yola, sessizlik aldatıcıdır arkadaşım, biz sessizliğe aldandık ve düştük piknik yollarına… Pikniğe giderken arabada satılan uçurtmaları gördüm. Renkleri aynı sizinkiler gibiydi mavi,kırmızı,yeşil ,sarı… Babamla biz en çok maviyi severdik,mavi erkek adam rengidir,derdi babam.Benim ısrarım sonucu cebindeki son paranın yarısını mavi uçurtmaya verdi.Yine gittik her zamanki yerimize,aynı ağacın altına piknik örtümüzü serdik.Çöreklerimizi yedik sonra annem uyuyan kardeşimin üstünü entarisinin ucuyla örttü,biz de babamla uçurtmayı havalandırmaya çalışıyorduk. Babam; ‘sen uçurtmayı tut ben de ipini tutup dengesini sağlayacağım, hadi aslan parçası koş…’arkamı dönüp koşmaya başladım, babamdan gittikçe uzaklaştım, koştum koştum… Tam duracağım anda bir gürültü koptu ki kulaklarını sağır eder, inan hayatında bomba sesi hiç duymadıysan kulaklarını sağır eder… Arkamı dönmemle uçurtmanın ipinin elimden düşmesi bir oldu,arkamı dönmemle babamın uçurtma olup uçması bir oldu… Benim babamı uçurtma uçururken bizden aldılar, özgürlüğe uçarken kanadını ateşe verdiler. Aslında ben dükkânda sizin mavi uçurtmanıza bakmıyordum, mavi uçurtmadaki babama bakıyordum, arkadaş.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dilde, Fikirde, İşte: Gaspıralı

Ayşe Bengisu Akdağ

“Doğmuşum ben Avcıköy’de bin sekiz yüz elli birde Mekânımdır Bahçesaray mezarım kim bilir nerde”

Gaspıralı İsmail Takvimler 1851’in Mart ayını gösteriyordu. Hem Kırım Türkleri hem de Rus Çarlığının işgali altında yaşayan Türk ve Müslüman halkların en karanlık dönemleriydi. 20 Mart günü bir güneş doğdu Kırım’da. Güneşin sarısı işledi bütün Kırım’a, bütün Türk coğrafyasına... Güneşin adı Gaspıralı İsmail’di... Henüz on yaşındayken Akmescit Lisesi’ne gönderilen Gaspıralı İsmail milli hissi, milli şuuru ilk önce kendine hep yabancı hissettiği Rus Askeri İdadisi’ndeyken duymaya başladı. Pazar günleri evlerinde misafir bulunan kimselerle, milliyetperver Rus aileleriyle geçen sohbetler, Pan-islavistlerin liderlerinden Katkov’un Girit Savaşı’yla ilgili Türkler aleyhine yazdığı makaleler onda etkili olmaya başladı. Henüz 14-15 yaşlarındaydı. Katkov’un makaleleri o kadar coşturdu ki Gaspıralı’yı, 1867 yazında Girit’teki Türklere yardım etmek için Girit’e gitmeye karar verdi ve bir arkadaşıyla beraber yola çıktılar ancak pasaportsuz vapura binmek üzereyken jandarmalar tarafından yakalanarak ailelerine iade edildiler. Bu maceradan sonra İsmail Bey bir daha Moskovo’ya, Askeri İdadi’ye dönmedi. Kırım’da kaldı ve medresede Rusça muallimi oldu. Burada geçirdiği yıllar içerisinde bilgi birikimini iyice artıran Gaspıralı, zihninde teşekkül eden yenilikçi fikirleri ilk olarak tayin edildiği Zincirli Medresesi’nde uygulamaya çalıştı. Öğrencilerine Rusça öğretirken bir yandan da “usul-i cedid” (modern metod) uygulayarak Türkçe dersleri vermeye ve medreselerdeki skolastik eğitim tarzını eleştirmeye başladı. Ancak böyle yeniliklere hazır olmayan halk tarafından kısa zamanda tepkiyle karşılanan Gaspıralı ölümle tehdit edilince medreseden ayrılmak zorunda kaldı... Tarihler 1872 sonbaharını gösterdiğinde Gaspıralı Paris’e gitti. Burada Batı medeni hayatını, güzelliğiyle çirkinliğiyle, iyisiyle kötüsüyle öğrenme şansını buldu. Paris yıllarında henüz 21-22 yaşlarında olan İsmail Bey, ancak iki yıl burada yaşadıktan sonra 1874’te İstanbul’a geldi. Memuriyete uğraştı, muallimliğe tayin edilme işi uzadı ve ancak bir yıl kadar İstanbul’da bulunabildi. Bu süre zarfında İstanbul’da Osmanlı Devleti’nin idare usullerini, devletlerarası vaziyetlerini, Türkiye’yi incelemiş oldu ve Gaspıralı nihayet yine memleketi Kırım’a döndü. Kırım’ dönen Gaspıralı 1878’de Bahçesaray belediye başkanlığına seçilinceye kadar başka hiçbir işle uğraşmadı, sadece okudu ve milletinin hayatını inceledi. “Milleti gerçek anlamda tanımadıkça, hizmetin mümkün olmayacağını” düşündü. Gaspıralı, 1878’de Bahçesaray belediye başkanlığına seçildiğinde yenilikler gerçekleştirebileceğini ümit etse de önüne yeni engeller çıkartıldı. Belediye başkanı olarak görevlerini bütün imkansızlıklara rağmen yerine getirmeye çalışırken “milletine yayın yoluyla hizmet etmek” isteyen Gaspıralı çeşitli gazetelere yazılar, makaleler gönderdi. Ne var ki Rus sansürü çabuk uyandı, bu risalelerin yayınını adları başka olsa da gazete hüviyeti taşıdıkları gerekçesiyle yasakladı. Gaspıralı İsmail Bey'in Tercüman için biraz daha zamana ihtiyacı vardı...


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yıllar birbirini kovaladı... Yoğun faaliyetlerin içinde çalışmalarına devam eden Gaspıralı’nın kapısını bu kez romantik bir aşk macerası çaldı. Kazan eşrafından zengin bir iş adamı olan İsfendiyar Bey’in kızı Zühre Hanım çok kültürlü bir genç kızdı ve yazılarını okuduğu İsmail Bey’e karşı büyük bir saygı ve sevgi duyuyordu. Zühre Hanım’la Bahçesaray’ın tarihi yerlerini gezerken tanışan Gaspıralı daha sonra Yalta’ya giden Zühre Hanım’ı orada da ziyaretlere gitti. Ona fikirlerinden, ideallerinden bahsettiği gibi duygularını da açtı. Aynı yılın sonlarına doğru İsmail Bey, İsfendiyar Bey’i malikanesinde ziyaret edip kızını istedi. Ancak Zühre Hanım’ın gururlu bir aristokrat olan zengin fabrikatör babası tarafından kovuldu. Fakat iki genç her şeyi göze almıştı. İsmail Bey, bir gece Zühre Hanım’ı kaçırdı. Gizlice nikahlarını kıydılar ve Bahçesaray’a döndüler... Ve tarih 1883 senesi Nisanının onuncu gününü gösteriyordu... “Bahar güneşi ile dünya dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtünüp ölü gibi uyuklayan Kuzey Türklerinin de ilk beyaz bahar çiçeği, ‘Tercüman’ açıldı.” “Tercüman”ın en önemli konusu millete kendi dilinde ilim vermekti. Hatta ondan önce bu yolda çıkardığı yayınların hepsinde Gaspıralı İsmail, “Dil” meselesine çok önem vermişti. Türk dilinin zenginliğine, bu dile yabancı kelimeler karıştırmanın lüzumsuzluğuna, Türk dilinin varlığına dair birçok makaleler yazdı. Tercüman Rusya’da çıkan ilk Türk gazetesi değildi ama yaygınlığı ve oynadığı rol bakımından en önemlisiydi. Tam 33 yıl yaşayan dergi 1916 yılında kapandı. “Osmanlı ülkesinde yakından takip edilen Tercüman, Kahire’den Kaşgar’a, Kazan’dan Hindistan’a kadar yayılmış, tesirleri de o derece güçlü olmuştu.” Yazar, aynı fikirleri Tercüman’dan önce duyurduğu “Tonguç”un ilk baskısının önsözünde milletine şöyle hitap etmişti: “ Milletimizin eseri olan lisanımız, edebiyatça işlenmemiş ise de eğitime ve kaidelere gelecek lisandır. Gayet nazik Tatar türkülerinden, Nogay cönklerinden, Kırgız ve Türkmen cırlarından anlaşılır ki eğer lisanımız usta bulup işlenirse şimdikine göre çok dereceler parlak ve kullanışlı olur. Muradımız lisanımızı ilerletmektir.” Kırım yazarlarından Hasan Sabri Ayvazaof, Gaspıralı ile çalıştığı uzun yılları anlatırken onun nasıl bu işe aşık olduğunu şöyle anlatmıştı:

“Hayatının sonuna kadar Gaspıralı’nın ideallerinde en büyük destekçisi olan ve ona dört çocuk veren Zühre Hanım, kocası Tercüman’ı çıkarmaya karar verdiğinde hiç tereddüt etmeden bütün altınlarını ve mücevherlerini ortaya koymuştu.”

“ Sıhhati yerinde olduğu zamanlar her gün birkaç saat matbaada otururdu. Sabahları odasından çıktığında matbaadaki motörlü makinaların sesini işitmezse rahatsızlanırdı. Makinenin ne için işlemediğini sorar anlardı. Bir gün matbaada uzun saatler oturduğunu görüp kendisine ‘Efendim, bu makine gürültüleri ve boya kokuları içinde niye bu kadar çok oturuyorsunuz?’ denildiğinde gülerek: ‘Matbaa makinaının gürültüsü benim için en güzel bir musiki olduğu gibi boya kokuları da en latif çiçeklerin rayihasından hoştur. Saatlerce matbaada kalsam ne makinanın gürültüsünden usanırım, ne de boya kokusundan’ cevabını vermişti.”

Gaspıralı’nın prensiplerinden biri de Türk kadınına hürriyet ve erkeklerle eşitlik oluşturmak gereğiydi. Ona göre “milletin anaları, milletin birinci eğitimcileri kadınlardı ve kadınlar hayatı anlamayacak olursa çocuklarını hayata kabiliyetli olarak yetiştiremezlerdi.” Milletin yarısı kadınlardı. Eğer kadınlar hayattan uzak kalırsa milletin hayatı ve çalışması da yarım kalırdı”. Kadın konusuyla ilgili bu düşüncelere sahip Gaspıralı’nın bu konudaki en önemli eseri şüphesiz yazdığı “Kadınlar Ülkesi”ydi...


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İsmail Bey, gittikçe gelişen ve olgunlaşan fikirlerini yaymak için yalnız yazıya başvurmuyordu hemen her sene Türk dünyasının bir yerine seyahat ederek oradaki Türklerle bir araya geliyor, fikir alışverişi yapıyor, Türk-İslam aydınlarıyla haberleşiyordu.

Rusya’ya 1905 senesi geldiğinde ihtilal ilan edilince Gaspıralı da basın hürriyete kavuşmuştu ve bütün Türk milletinin, büyük milletler arasındaki hayat kavgasında “mağlub, mahkur ve nabud” olmaması için bulduğu çarelerin özetini bir prensip halinde “Tercüman”ın başına ilave etti:

“Sonunda öyle bir dil kurulmalıydı ki, Mehmed Emin’e yazdığı mektupta da söylediği gibi, Türkistan steplerindeki Türk devecileriyle İstanbul’daki kayıkçılar ve hamallar bile rahatça anlayabilsin”

“Dilde, fikirde, işte birlik!” Gaspıralı, “dilde birlik” idealinin gerçekleşmesi için Türkçeden mümkün olduğunca yabancı kelime ve kuralları çıkarmayı ve yerli kelimeleri Osmanlı-Türk alfabesine uydurarak kullanmayı öngörüyordu. Bunda esas hedefi İstanbul Türkçesiydi. “Sonunda öyle bir dil kurulmalıydı ki, Mehmed Emin’e yazdığı mektupta da söylediği gibi, Türkistan steplerindeki Türk devecileriyle İstanbul’daki kayıkçılar ve hamallar bile rahatça anlayabilsin”. Ona göre Türkçe konuşan dünyanın kaderi, herkes için geçerli bir haberleşme aracının, yani ortak dilin tesirine bağlıydı. Bu da eğitimle mümkündü. Gaspıralı 1903’te çok sevdiği eşi Zühre Hanım’ı kaybetmesine rağmen ideallerini gerçekleştirme yolundaki azminden hiçbir şey kaybetmedi. İslam âlemini harekete geçirmek için diyar diyar dolandı, konferanslar tertip etti. “Hasta adam” tabirine karşı çıktı her zaman. Diyordu ki “ Hele zincirler bir koparılsın, görün nasıl sağlam ve hoş bir yiğit çıkacak!” Ve takvimden yapraklar koparıla koparıla 1914 yılının Eylül ayına gelinmişti. Gaspıralı İsmail, 9 Eylül sabahı ailesini başına toparladı, fısıltıyla gücünün yettiğince konuşmaya çalıştı:

“Söyleyeceklerime dikkat ediniz. Dünden beri kendimi fena ve ağırca hissediyorum. Bu halin neticesi bugünlerde anlaşılacaktır... Madem ki doğduk bir gün elbet öleceğiz... Sözlerimden müteessir olmayın... Şayet ölürsem Tercüman gayri kabili taksimdir. Hiç taksim edilemez. Evlatlarım çalışsınlar, iradından istifade etsinler. Tercüman’ı söndürmezler ümidindeyim...” Eylül 11’de sabah saat 7yi gösteriyordu... Gözleri yarı açık bulunuyordu. İsmail Bey son nefesini verirken gözlerini bir daha açıp etrafına bakındı ve ebedi olarak gözlerini yumdu...

“ Büyük Allahım! Altmış üç buçuk sene yaşadım. Bu hayatın otuz beş senesini Müslümanların uyanması, terakkisi, talisi ve tekamülü uğrunda sarfettim. Milletimin selamet ve saadeti için elimden her ne geldiyse hepsini yaptım. Yarabbi!...Artık ne varsa hepsi senin, her şey senin elindedir Allahım!...” Gaspıralı İsmail Kaynaklar: Gaspıralı İsmail Bey/ Cafer Seydahmet Kırımer Yeni Türk Devletinin Öncüleri/ Yusuf Akçura Bahçesaray Dergisi Nisan 2004 “Türk Dünyasının Büyük Düşünür ve Reformisti Gaspıralı İsmail Bey” B. Ayvazoğlu Türk Edebiyatı Dergisi Nisan 2014


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Ey vatan kardaşı, sen gel gayrete Her hizmete bir hüner muradı haliktır. Al hemen kalemle kitabı gel himmete, Bin hayvana bir insan hünerle galiptir. Çünkü farz olmuştur ilim bu ümmete, Kimge tâbi olmayan kitaba tâbidir. Hünersizlik yakışmaz bizim millete, Bin kılıçka bir kalem daim galiptir.”

Gaspıralı İsmail


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gaspıralı İsmail Tercüman Gazetesi’nde çalışmalarında...

İsmail Gaspıralı’dan Mehmed Emin Yurdakul’a İsmail Gaspıralı Mehmet Emin Yurdakul’un gönderdiği mektuba cevaben 12 Mart 1889’da kaleme aldığı mektubunda, sade Türkçeyle yazılan şiirlerinden duyduğu memnuniyeti bu satırlarla açıklamıştır: “Şiirlerinizin dilinden başka, fikirleri de İstanbul’un "ay yüzlü"ve ‘kara saç ile mavi göz’den ibaret şiir eserlerinin hepsinden üstündür. Cübbeleri kıyamet olan efendilerin; bastonları, ceketleri alamet olan şık beylerin tarzına zıt, sade ve kaba(!) Türkçe’yle yazmak büyük cesarettir. Mensur ve manzum eserler arasına böyle sistemli bir eser kazandırmak, Türk âlemine büyük bir hizmettir. En içten tebriklerimi sunuyorum. Türk âlemine dediğim abartı sanılmasın. Abartmayı ne severim, ne de ederim. Çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp lezzetle okuyabilecekleri gibi; Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kâşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzûlî ve Nâbî bile nail olamadılar. 40-50 milyonluk ve 30 asırlık âleme ilk kez bir kaşık oğul balını yediren siz oldunuz ki,bu sizin için bir şeref, bizim içinse bir saadettir! Tekrar tebrik ediyorum. Tercüman gazetesinin çabası da bu yolda hizmettir. Sade ve kaba(!) Türk dilidir ki, Dersaâdet’in hamal ve kayıkçılarına, Doğu Türkistan’daki Türk devecilerine ve çobanlarına gazeteyi tanıtmıştır. Kazan ve Sibirya’da olduğu gibi, Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil doğurmuştur. İstanbul edebiyatının sistemsiz devamından ve dudu kuşu dilinden usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu. Bunun için Allah sizden razı olsun. Size kardeşçesine gazetemi takdim ediyorum.”


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gaspıralı İsmail dostu Yusuf Akçura ile Birlikte...

Prof. Akçoraoğlu Yusuf'un «Türk Yurdu» dergisindeki «Muallime Dair» başlıklı yazısından: «İsmail Bey iyi bir muallim, mahir bir gazeteci, mümtaz bir muharrir, içtimaî ve siyasî bir mütefekkir ve faal bir cemaat hadimiydi. Lâkin bütün bu sıfatlar İsmail Beyi tanıtamaz. Türk ve İslâm âleminin son yarım asırlık âleminde, saydığımız evsafı haiz olabilecek yirmi - otuz kişi sayılabilir, fakat İsmail Bey tekdir, onun bir eşini daha, değil yalnız geçen elli yılın içinden, hattâ bir kaç asırlık İslâm ve Türk hayatından bulup çıkarmak zordur. Bence İsmail Bey'i hakkile tarif edebilecek bir sıfat vardır ki, o da ulemayı nasaranın hazreti İsa'dan bahsederken kullandıkları «muallim» tâbiridir. İsmail Bey «Muallim» di; o bir kısım beşeriyetin dünyaya ve hayata nazarlarını değiştirmeğe muvaffak oldu: Şimal Türklerinin hayatı fikriye ve içtimaiyelerinde azim bir inkılâbın husulüne fikrî menba, İsmail Gaspirinski'nin dimağı olmuştu. Bu noktayı nazardan İsmail Bey bir «inkılâpçı» ve medeniyeti garbiyenin «reformatör» kelimesine ithal ettiği mefhum murat olunmak üzere" bir «müceddit»tir.

Gaspıralı İsmail ve ailesi 1890 yılına ait bu fotoğrafta, soldan: Zühre Hanım, Gaspıralı İsmail Bey ve Fatma Hanım ile Rıfat ve Şefika Gaspıralı...


Eylül’2014

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sunay AKIN

İLE SÖYLEŞİ

Işık Selin Orhuntaş

``Berlin’den tekerlekli, oyuncak beyaz atı kendim için almıştım.Bir edebiyat arkeologu gibi oyuncağın izini sürüyor yalnızca yazılı metinlerle sınırlı kalmıyor sözü edilen oyuncakları da görme arzum giderek alevleniyordu.Sayfaları eski oyuncak kokusuyla dolan kitabı hazırlarken tekerlekli beyaz atın yanına ikinci bir oyuncak koydum ve o an verdim kararımı; bir oyuncak müzesi kuracaktım. Kırdığımız Oyuncaklar’dan

Işık-Öncelikle bizimle röportaj yapmayı kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Oyuncak Müzesi’nin sizin uzun zaman hayalini kurduğunuz bir şey olduğunu ve bu hayalin nasıl gerçekleştiğini az çok biliyoruz. Bu hayali gerçekleştirirken neler yaşadınız ?Bir hayali gerçekleştirmek nasıl bir duygu ? -Bunun iki yolu var. Bir çok güzel, ikincisi çok kötü. -Işık :Kötüden başlayalım  -Peki kötüden başlayalım  Kötü çünkü ülkemizde özel müzeciliğin gelişme ve oluşma koşulları ne yazık ki olgunlaşmadı. Bizde özel müzeleri holding sahibi olanlar açıyor; Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ki onlar çok büyük hizmette bulundular. Yani müze açmak bir zengin uğraşı olarak algılanıyor. Oysa dünyadaki müzeleri kişiler şahıslar açar. Bunların zengin olmasına gerek yok. Çoğu da koleksiyonerdir. Bizde müzecilik bir zengin uğraşı görüldüğü için ne yazık gerekli koşullar oluşturulmadı. Kurulduğumuz ilk günden bugüne ne yazık ki vergi ödüyoruz. Müzeler ticarethane değildir. Müzeler para kazanmak için açılmazlar. Kütüphaneler de öyle. Ama müzeler toplumların hafızasıdır, belleğidir. Müzeleri olan toplumlarda demokrasi gelişir. Ben bu düşünceyle İstanbul Oyuncak Müzesi’ni kurdum. Aradan 10 yıl geçti ama ne yazık ki hala vergi ödüyoruz. Müzeler devlet desteği ile ayakta durur. Ben destek istemiyorum; köstek olmasınlar yeter diyorum. Bu ne yazık ki olumsuz koşullar. Bu konularda iyileşme yok. Güzel olan tarafı ise, toplumunuz adına bilgi toplumu olmakta, aydınlanmakta çok önemli ve büyük bir adım atıyorsunuz. Bu taraf beni daha çok ilgilendiriyor. Ben şikayetçi değilim bu olumsuzluklardan. Bunları bilerek yola çıktım. Ama düzelmediği için de üzülüyorum. Çünkü 10 yılda bazı şeyler değişmez mi ? Gerekli yasal düzenlemeler yapılmaz mı ? Ne yazık ki yapılmıyor, önemsenmiyor. Demokrasi o ülkenin müzeciliğinin gelişmesiyle mümkündür. Çünkü müzeler bilgi mabedleridir. Bilgi toplumlarında müzelerden söz edilir. Aydınlanma yolunda yeni bir kale kazandı toplumumuz, güzel olan tarafı bu. Oyuncak Müzesi’yle bir farkındalık yarattık. Ailenin,çocuğun,hayallerin tarihini anlattık. Işık-Oyuncak Müzesi farklı bir müze... Evet,bu konuda bir ilki gerçekleştirdik.


Eylül’2014

İNCİR ÇEKİRDEĞİ Işık- İnsanlar müze deyince geri adım atar,sıkılırlar… -Ne yazık ki bizde öyle. Bizde müzecilik depoculukla bir tutuluyor. Toplumun bu konuda ilgi göstermemesinde haklı olduğu yerler var. Çünkü bizde müzecilik toprak altı-arkeolojik eserlerin sergilendiği yerler olarak biliniyor. Hayır! Artık müzecilik çok farklı bir yerde dünyada. Biz çağdaş müzecilikten, müzeciliğin yeni akımlarından haberdar değiliz. Biz bunları anlatmaya çalışıyoruz Türkiye’ye. Işık: Bu konuda Oyuncak Müzesi gerçekten önemli bir adım. Peki, edebiyatı bir oyuncağa benzetseniz, neye benzetirdiniz ? -Edebiyat, tamamıyla oyuncak. Çünkü, edebiyat dediğimiz bir hayal dünyası. Hayal dünyasında çocuk dediğimiz neyse edebiyatta da sözcükler odur. Edebiyat bir oyun dünyasıdır, oyuncağın yerini sözcükler alır. Sözcüklerle oynuyorsunuz bu sefer. Işık:Çok hoş bir benzetme oldu. Bir röportajınızda ‘’İnsanlığın tarihini hiçbir şey oyuncaklar kadar iyi anlatamaz.’’ demişsiniz. Bizim oyuncaklarımızla yurtdışında üretilmiş oyuncaklar çok farklı. Bizim kitaplardan veya sanattan uzak yetişmemizin altında oyuncakların rolü ne kadar ? -Bakın, bir ülkenin geleceği o ülkenin politikacılarının vaadlerinde değil, çocuklarının oyunlarında ve hayallerindedir. Bizde ne yazık ki oyuncak kültürü hiç gelişmedi. Bizde aileler oyuncakları çocuklar oyalansın diye alıyor. Oysa oyuncak, çocukların hayal dünyasını geliştiren en önemli objedir.Kız çocuklarına oyuncak bebek; erkek çocuklarına oyuncak tabanca alınır. Şu anda biz bu röportajı yaparken kız çocukları evcilik oynuyor, erkek çocukları da savaşçılık oynuyor, birbirlerine ateş ediyorlar. Ve gazetelerde, televizyonlarda, internette şöyle haberleri çokça görüyoruz : ‘’Kadın Cinayetleri’’. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bugün tabancayla oynayan çocuk büyüdüğünde bebekle oynayan kızı vuracak. Buna niye şaşırıyoruz ki ? Çocuğun önüne ne koyuyorsan gelecek odur. Genç olan bize yeniyi ve doğruyu getirecek. Aslolan gelecektir çünkü. Işık-Bir şiirinizde Red Kitt’in yalnızlığını kullanmıştınız. Çizgi filmlerle aranız nasıl ? -Çizgi fimleri çok seviyorum. Hayal kahramanları, çizgi romanları çok seviyorum. Şu anda yeni bir kitap yazıyorum. Hayal karahmanları, çizgi roman kahramanları üzerine yeni bir kitap. Bu yüzden dünyada yazılmış hayal kahramanları ve çizgi romanlar hakkında yazılmış pek çok kitap okuyorum, çalışıyorum. Benim yazacağım onlara farklı bir şey katmalı. Red Kitt de bunlardan biri tabii. Onu çok seviyorum, onun çizgi filmlerinde kimse ölmez. Silahlar ateşlersiniz ama kimse ölmez. Işık : Kitaplardan söz edelim biraz. Türkiye’nin ilk okuma haritası çıkartılmış. 26 ilde yapılan araştırmanın sonuçları şöyle; *Hakkari ve İstanbul aşk, *Güneydoğu psikoloji, *Türkiye geneli de macera okuyormuş. *Düzenli okunan yazar yok. En fazla 30 dk kitap okunuyor. *Genel olarak kitapların pahalı olmasından yakınılıyor.


Eylül’2014

İNCİR ÇEKİRDEĞİ -Bu konuda Ferhat Özen hocamız çok bilimsel, uzun yıllara dayanan çalışmalar yapıyor. Kültür Bakanlığı ve Kadıköy Belediyesi kitaplarını yayınladı. Bu tarz konularda gazete haberlerine pek güvenmiyorum. Onlardan ziyade Ferhat Özen gibi hocalarımızın çalışmalarını esas alıyorum. Dünya ile karşılaştırıyor. Ve ben bunları sık sık anlatıyorum. Gelişmiş ülkelerde bir yıl içerisinde kişiye düşen kitap sayısı konuşulurken bizde bir yıl içerisinde bir kitaba düşen kişi sayısı konuşuluyor. Okumayan bir toplum olduğumuz gazete haberlerinde gözler önüne seriliyor. Ne yazık ki bir çatışma toplumu bir nefret toplumu oluşturuldu. Farklı kültürlerin beraber yaşadığı, birbirinden beslendiği bir toplum değiliz. Bunun nedeni de okumamaktır. Bu yüzden nerede ne okunduğundan ziyade bir gazeteyi alalım,ön sayfasındaki haberlere bakalım,o ülkede kitap okunup okunmadığını anlayalım.Bunun için ankete bile gerek yok. Aydın bir insan gazete haberlerinden o ülkenin kitap okuma konusunda nerede olduğunu çok rahat anlayabilir. Işık: Okuduğunuz ilk kitabı hatırlıyor musunuz ? -Tabii ki. Japon Halk Masalları. Işık: İlginç. Benim ciddi anlamda ilk kitabım Aziz Nesin’e aitti. Çocukluk dönemimde Hidayet Karakuş ve Muzaffer İzgü vardı bir de. ‘’Japon Halk Masalları’’ beklemiyordum.  -Altı yaşındaydım. Daha okula bile başlamamıştım. Ben kendi kendime okuma-yazmayı söktüm. Andersen okudum. Benim kuşağımda bir de Kemalettin Tuğcu vardı ve Rıfat Ilgaz. Aziz Nesin’le çok sonra tanıştım. İlkokul beşinci sınıftı galiba. O da bir yakınımızın kızları sayesinde. Ben ilkokula gidiyorum. Liseye giden iki kız kardeşti ve Aziz Nesin okuyorlardı. Hiç unutmam, ilk onlar Aziz Nesin kitabını vermişlerdi. Işık-Başucu kitabınız var mı ? Ya da bu kavrama nasıl bakıyorsunuz. -Her zaman var ama sürekli değişir. Başucu kitabından kastım,ben bir kitap okuru değilim. Ben kendi çalışmaları için okuyan bir insanım. Artık buna dönüştü. Yani,bir kitap okurken başka bir kitap açıyorum.Bir orkestra gibi. Bir sürü kitap açıyorum. Çünkü ben yazıyorum. Okurken yazıyorum. O yüzden klasik anlamda kitap okuru değilim. Benim için kitap atölyemin bir avadanlığı. Işık: Okuduğunuz,takip ettiğiniz çağdaş yazarlar var mı ? -Var, çağdaş yazarları takip ediyorum. En çok merak ettiğim Mehmet Zaman Saçlıoğlu. Bir isim verdim, aslında isim vermek çok yanlış.Ötekilere haksızlık oluyor ama illa bir isim vermemi istiyorsan Mehmet Zaman Saçlıoğlu. Işık -Hayatınızdaki önemli beş şairi sıralarsak,şiirlerini okumaktan zevk aldığınız… Kitaplarınızda Nazım Hikmet var Orhan Veli var. En çok bu isimler dikkatimi çekti. Özellikle Orhan Veli’den ‘’rakı şişesinde balık olsam’’. -Cemal Süreya,Atilla İlhan… o kadar çok ki beşinciyi söylemeyeyim. Işık : İstanbul’un Nazım Planı’nda ‘’ilk defa Kız Kulesi’ni çay tabağında bir de sende gördüm’’diye yazmışsınız. 1992’de bir kere yüzüyorsunuz ama askerler geri çeviriyor. -Hayır, daha önce 92’den önce. İstanbul’a taşındığımızda, ilkokul beşinci sınıftaydım. Çocukluk arkadaşım Ömercik’ti. Türk Sinemasının önemli isimlerinden biri Ömercik benim İstanbul’daki ilk


Eylül’2014

İNCİR ÇEKİRDEĞİ arkadaşımdı. Onunla ve birkaç arkadaşla beraber yüzmüştük. Ve asker çıkmamıza izin vermedi, biz de kayalıklarda dinlendik. Sonra Ömercik’I tanıdılar, onun torpili sayesinde kayalıklarda biraz oturduk ama adaya çıkmamıza izin vermediler. O zaman donanmaya ait bir bölgeydi Kız Kulesi. Işık: Sonra tekrar kuleye çıkılıyor. ‘’Şiir Cumhuriyeti ‘’ ilan ediliyor. İlk anayasa da ‘’Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür’’ -92 yılında ben şunu gördüm, İstanbul’un tarihi eserleri, doğası, ağaçları katledilecek. 92 yılında bunu görüp ilk direnişi başlattım Kız Kulesi’nde. O gün bu gündür, sivil toplum örgütleriyle İstanbul’un doğasının kaybolmaması için mücadele veriyoruz. Kız Kulesi bir müze olsun istedim ben, bu yüzden orayı Şiir Cumhuriyeti ilan ettim. Orada sanat etkinlikleri düzenledik, şiir akşamları, konserler, resim ve karikatür sergisi düzenledik. Bir müze bir kültür merkezi gibi yaşasın istedik. Ama bugün orası lokanta oldu. Oysa, bir kentin tarihi eserleri müze olmalı. Bilgi toplumu olma konusunda,tarihi eserleri müze olarak değerlendirmeliyiz. Bugün Haydarpaşa Garı müze olmalı. Orasını ya otel ya da kongre merkezi olmalı. Oysa orası müze olmalı. Anadolu’nun gardırobu gibi. Neden orası müze olmasın ? Neden orada Anadolu’nun tarihini anlatmayalım?

Işık: Peki bu Nazım sevgisi nereden geliyor ? -Nazım Hikmet, sadece bizim edebiyatımız için değil dünya edebiyatında da çok saygı duyulan,saygınlığını Kabul ettirmiş bir isim. Işık: Sanırım sizin için Nazım’ın özel bir yeri var. Bu sevgi nasıl doğdu, nasıl gelişti ? -Tamamiyle sanat eserlerinden gelişti. Onun hayata, dünyaya,insana bakışından gelişti. Onun antiemperyalist oluşu, her türlü köleliğe karşı oluşu,özgürlükçü oluşu,vatan sevgisi,memleket sevgisinden gelişti. Nazım Hikmet, evet sosyal düşünceli bir insan ama son derece büyük bir vatansever. Türkçe’yi çok iyi kullanan bir şair. Ben dünyada pek çok üniversiteye davet ediliyorum. Ve bizim sanatımız denildiğinde, Türk Edebiyatı denildiğinde söz dönüp dolaşıp Nazım Hikmet’e geliyor. Dünya haberdar. Işık: Nasıl araştırma yapıyorsunuz peki ? Nasıl başlıyor bu iş ? Kitaplarınızda çok derin araştırma sonucu ulaşabileceğimiz nadide bilgiler var. -Ben bir kere konuya araştırma olarak bakmıyorum. Bir hayatım var,ben okuyorum,ben merak ediyorum,ben serüvenci bir yazarım. Keşfetmeyi seviyorum. Keşfetme duygusu galiba, öyle açıklayabilirim. Işık: Mesela kitapları nasıl eliyorsunuz ? Hiç bilmiyorum. Artık öyle bir noktaya geldim. Benim hayatımın en mutlu anları sahaflarda, kitapçılarda, müzelerde geçti. Binlerce müze, kütüphane gezdim. Hala da sahaflarda, antikacılarda iz sürüyorum. Mesela araştırmacı karar verir, gider araştırır ve toplar. Hayır, ben öyle değilim. Ben mutlu olduğum yerlerde yaşıyorum hayatımı. Işık: Kırdığımız Oyuncaklar’ı okurken dikkatimi çekti; orada Memet Fuat’ın A’dan Z’ye Nazım Hikmet kitabında eksik bilgiler olduğunu söylemişsiniz. Uzun zamandır kütüphanemde ve gayet kalın bir kitap. İster istemez bu soruyu sordum.


Eylül’2014

İNCİR ÇEKİRDEĞİ -Artık bayağı derinlere daldık galiba.En derinlere dalmışım.Fena da değilim anlaşılan. Işık: ‘Fena değilim’diyerek içinden çıkılacak bir durum değildi bence. -Gidebildiğim kadar ,inebildiğim kadar dibe inmeye çalışıyoruz işte. Işık: Kırdığımız Oyuncaklar’da uzun zamandır hayatımda olan, çok da sevdiğim şairlerin farklı dünyasını keşfettim. Hatta Aşiyan Mezarlığı’nda Orhan Veli, Onat Kutlar ve Turgut Uyar’ın mezarları birbirine yakın ama onlara birbirlerinden daha yakın olan ayıcıklı mezar taşı olan bir mezar. -Emre İyimen’in mezar taşı. Çok ilginç değil mi ? İşte dedim ya,ben bir kaşifim. Zaten edebiyat ve sanat keşfetmektir.Serüvencilik duygusudur bu. Sanatçılarda vardır,onlarda yaşar. Keşifler çağı bitmedi. Bizde devam ediyor herhalde. Çocukluğumda Kaptan Kusto’yu çok severdim,hala da çok severim. Biraz da benim kuşağım onlarla büyüdü. Bizim önümüzde televizyonda izleyeceğimiz belgesel olarak, program olarak Kaptan Kusto’nun hayatı vardı. Keşfetmeyi ve araştırmayı onlardan aldık. Işık: Son olarak bizlere neler söylemek istersiniz ? -Söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize : ‘’Bir taşı delen bir suyun gücü değil Damlaların sürekliliğidir.’’ Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir.

İstanbul Oyuncak Müzesi / 2014


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Korkma bakıp da karanlığa Sizin oradaki gibi bir karartma değil Hüzünden gölgeler yalnızca Baktıkça büyüdüler Sizin oralara atılan bombaların aydınlığına Korkma Burada çalkalanır deniz ama seni boğmaz Hem biz seninle biriz Fırtınalar eser sel basar çığ düşer Senin güzel gözlerin farkına bile varmaz Gözlerin çocuk Anneciğinin öptüğü yerden vurdular seni Bir önceki gün de sarıldığın yerden anneciğini Duydum almışlar oyun arkadaşını,kardeşini aldıkları gibi ondan da sevdiği sevmediği her şeyi okulunu sınıftaki Ayşeyi Korkma etmezler burada seni annenden babandan Vuramazlar burada seni memleketinin bağrından Korkma O küçük bedenine örtmedikleri toprak onların gözlerine dolacak Mazlumun ahı yerde kalmayacak Korkma çocuk Mahşer yakın. Hesap çetin olacak!

İçimin Şiirine Hoş geldin Çocuk Hatice Türk


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SHAKESPEARE

OLMAK Ya da

OLMAMAK Tuğçe Erkol Son birkaç aydır elimi attığım her kitaptan Shakespeare’nin çıkıyor oluşuydu belki de beni bu konuda yazmaya teşvik eden. Ama sonradan asıl amacımı Shakespeare hakkında var olan iki görüşten en az bilineni yani Shakespeare’nin aslında Shakespeare olmadığı görüşünün daha fazla bilinmesini de istemedim değil. William Shakespeare’nin tam doğum tarihi bilinmemekle beraber 26 Nisan 1564’te vaftiz edildiği kayıt altına alınan 16. yüzyılın ve 17. yüzyılın il çeyreğine damgasını vuran bir şair olmuştu Shakespeare’ın hayatı hakkında çok fazla bilgi elimizde bulunmamakla birlikte 18 yaşında Anne Hathaway ile evlendiğini, üç çocuğunun olduğunu ve bunlardan son ikisinin ikiz olduğu elimizde bulunan ona ait ilk bilgilerdir. 1585-1592 yılları arasında da aktör yazar ve bir tiyatro şirketinin sahibi olarak kariyerine başlamıştı.

Shakespeare hakkında ikinci planda tutulan gerçekleri meydana çıkaran ilk kişi Amerikalı yazar Mark Twain’dir. Twain’in ilk baskıları orjinal, sonraki baskıları sansürlenmiş olan Otobiyografilerim adlı eserindeki “Shakespeare Öldü Mü?”bölümünde Twain onu şeytanla kıyaslamış ve ardından da Shakespeare’ın hayatı boyunca tek bir oyun bile yazmadığını ilk defa dile getirmiştir. Üstelik Shakespeare ile ünlenen soneler de ona ait değildir. Shakespeare herkesin kanıtlayabileceği gibi sadece tek bir şiir yazmıştır.

“Kadim dost, İsa adına, Dağıtma bu mezarın tozunu. Bu mezar taşını koruyanı Tanrı korusun. Ve kemiklerimi yerinden oynatana lanet olsun!”

Bu yazdığı şiirin mezar taşına yazılmasını vasiyet etmişti Shakespeare. Tüm mal varlığının dağılımının harfiyen kendi istediği gibi yapılmasını vasiyet ettiği gibi. Ancak bu kadar büyük bir şairin vasiyetinde hiçbir eserinin geçmiyor oluşu Twain’in dikkatini çekmişti ve Shakespeare’ın vasiyetnamesinin


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bir şaire değil bir tüccara ait olduğunu söylemekten geri durmamıştı. Shakespeare’ın eserlerini tek tek ele alan Shakespeare araştırmacıları tiyatrolarının yanı sıra sonelerini de incelemiştir. 29. sonedeki kelimeler tek tek incelendiğinde ortaya sürgündeki bir adamın söylemleri çıkıyordu. Üstelik şiir tamamen birinci ağızdan yazılmıştı. Halbuki Shakespeare hiçbir zaman sürgün edilmemişti. Ve hatta İngiltere’nin dışına çıkmış olabileceği bile meçhuldü. Dönemin kraliçesi Bakire Elizabet (I. Elizabeth, VIII. Henry Tudor ve Anne Boleyn’in kızı) döneminde tarih yazıcılığına ve yaşanan her olayın kaydına çok büyük önem verilmişti. Herhalde Shakespeare gibi büyük bir yazar sürgün edilse ya da İngiltere’den çıkıp İtalya’ya gitse Tudor Hanedanı’nın muhakkak haberi olurdu. Hem acaba hiç İtalya’yı görmeyen birinin otuzlarında Verona’yı, Floransa’yı bu kadar yakinen anlatması olanaklı mıydı?

Marlowe aldığı eğitimin gereklerini yeteneğiyle de birleştirip yerine getiriyordu. Ovid’den çeviriler yapıyordu, ilk kafiyesiz şiirleri veriyordu, II. Edward oyunuyla eşcinsellere yapılan zulmü anlatan ilk tarihi oyunu yazıyordu. Ne yazık ki Marlowe hayatına devam ederken eserlerinde var olan sapkınlıktan suçlandı ve Star Chamber’e çıkarıldı. Star Chamber’de yargılanmasından sonra da idam edildi genç şair. Kendisinin idamından bir gün önce idam edilen John Penry’nin cesedi, Marlowe’nin idam edildiği gün ortadan kayboldu. Marlowe’nin ölümünden iki ay sonra tüm İngiltere’ye nam salacak olan bir yazar çıktı ortaya. İlk şiiri olan Venüs ve Adonis’i sanatının mirasçısı olarak tanıtan kişi Shakespeare’den başkası değildi. Ancak eserin yazara ait olduğuna dair en ufak bir kayıt olmamakla beraber ne el yazısı ne de var 6 imzası birbirini tutmaktaydı.

Peki, ortada yazarın hayatı ile ilgili bu kadar çok çelişki varken acaba bu eserleri kim vermişti ya da neden vermişti? Shakespeare ile aynı yıl doğan bir yazar daha vardı İngiltere’de. Tıpkı Shakespeare gibi o da Stratford-Upon-Avon’da doğmuştu. Aynı okullara gitmişlerdi. İkisinin de babası işçiydi. Aynı sosyal sınıfa aitlerdi. Bu yazar Christopher Marlowe’den başkası değildi tabi ki. Marlowe oldukça başarılı bir yazar. Dr. Faustus gibi bir oyunun yazarı ki bu oyun İngiliz trajedisinin başlangıcı kabul edilir. Buna rağmen İngiltere’nin kurbanı oldu genç yaşında. Hem Marlowe hem de Shakespeare ellerinden geldiğince Stratford-Upon-Avon’da okudular. Ama küçük bir kasabada alabilecekleri eğitim sınırlıydı. İşte bu noktadan sonra Marlowe eğitimine devam edip Cambridge Üniversitesi’ne kadar yükselmişti; ama Shakespeare okumayı bırakmıştı.

Günümüzde hala daha tartışılan Shakespeare ile ilgili yapılan çalışmalarda çok değişik bir bilgiye daha rastlanmıştı. Shakespeare’ın bilinen tek tablosu da aslında ona ait değildi. Lillian Schwartz bunu kanıtlamakla beraber asıl ilginci tablonun orjinalinin de kime ait olduğunu kanıtlamıştı. Tablo dönemin kraliçesi Elizabeth’e aitti.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

1902 yılında Mendenhall adlı bir profesörün Ohio’da yaptığı çalışmada yazarların farkında olmadan kullandıkları kelimelerin, cümle yapılarının, cümledeki kelime uzunluğunun ve kelime dağarcığının bir tablosunu çıkarmaya başlamıştı. Tesadüf eseri Bacon’un eserlerini ona ait olduğu kanıtlansın diye bu teste sokmak isteyen bir kişinin isteği üzerine çalışmaya başlayan profesör karşılaştıracağı 20 yazarın içine Marlowe ve Shakespeare’ı da koymuştu. Testten çıkan sonuç eserlerin Bacon’a ait olmasından daha enteresandı. Çünkü Marlowe ve Shakespeare’ın tüm sonuçları bire bir örtüşüyordu. Tüm bunlar yaşanırken, Shakespeare İngiltere’yi yeteneğiyle kasıp kavururken, Marlowe’nin başarısının tadını çıkarırken daha doğrusu peki Marlowe ne yapıyordu?

Marlowe’nin sözde idam edildiği gün ortadan kaybolan John Penry’nin cesedi Marlowe’nin cesedi olmuştu. Peki ya Marlowe kayıtlara bu kadar önem verilen dönemde nasıl dışarı çıkmıştı acaba? Star Chamber gibi suçsuzların idamlarının icat edildiği, insanların Protestanlık adına katledildiği bir mahkemeden Marlowe kolay kolay sıyrılamazdı. Bunun bedelini de kimliğinden kurtularak ödemek zorunda kalmıştı. Kraliçenin en sevdiği oyun yazarı Christopher Marlowe idam edildiği gecenin sabahında birden Kraliçe’nin İtalya’da yaşayan en sevdiği ajanı Monsenyör Le Doux’a dönüşüvermişti. Ölmüş Marlowe’nin İngiltere’den çıkması da kolaylaşmışken Marlove yani Monsenyör İtalya’nın yolunu tutmuştu bile. Üstelik hiçbir engele takılmadan. Tabi Monsenyör’ün İtalya’da ajanlık yapmasının da Shakespeare’ın eserlerine nasıl yansıdığı herhalde anlaşılmıştır...


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

EYLÜL’DÜ Eylül’dü. Dalından kopan yaprakların Sararan yanlarına yazdım adını Sahte bir gülüşten ibarettin oysa. Ve hiç bilmedin ellerimin soğuğunu.

Eylül’dü. Di 'li geçmiş bir zamandı yaşadığımız Adımlarımızın kısalığı bundandı Bundandı gözlerimin durgunluğu. Sarı sıcak cümlelerde sözün kadar yalan, Ellerin kadar ıssız, Sen kadar zamansız molalar veriyordum Ve çocuksu bir bencillikti hüznümüz.

Eylül'dü. İzlerini çizdiği zaman ansızın gidişin, Şimdi yoktu bir anlamı suskunluğun. Çırılçıplak kalakaldım sessizliğin orta yerinde. Sonra sesime yankı vermeyen uçurumlar kıyısında yürüdüm bir zaman En çok sesini aradım. Gözlerinse asılı bıraktığın yerdeydiler hala. Gözlerini sildi zaman...

Dedim ya... Eylül'dü. Savruluşu bundandı kimsesizliğimin.

Cemal Süreya


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ERASMUS’lunun Güncesi

Kübra Tarakçı

Letonya'dan selamlar İncir Çekirdeği okuyucuları! İlk heyecanlar İşte büyük gün gelmişti. Sonunda gecikmeli de olsa Letonya yolları benim için taştandı. Biletimi alırken “bussiness” da kampanya olduğu için bussiness'dan biletimi aldım. Bagaj için bayağı sıra bekledim sıra bana gelince görevli “Siz bussiness sınıfından bilet almışsınız bu kadar sıra beklemenize gerek yoktu” dedi. Tabi nereden bileyim? Cahillik başa bela gençler. Daha sonra pasaport kontrolü için başka bir yere gittim. Bu sefer önceliğimi kullandım. Ve uçak havalandı. Çok karışık, değişik bir duyguydu.

Letonya’ya Varış ve İlk Saatler Saat 14.40 gibi Letonya'ya indik. Artık hayal değil gerçekti. Sonunda bir "Erasmus Öğrencisi"ydim. Havaalanında Türkiye'de tanıştığım bir arkadaşım karşıladı. Onunla yurda gittik. Bir bayan vardı. Konuşmaya başladığımda fark ettim ki kadın İngilizce bilmiyor; o beni anlamıyor ben de onu. Beni bir odaya çıkardı. O an küçük bir kalp krizi geçirdim sanki. Odanın hali içler acısıydı. Bir kızı çağırdı kıza derdimi anlattım. O da kadına çeviri yaptı kendi dillerinde. Yarını beklemem gerektiğini, müdürün geleceğini söyledi.

İlk İzlenimler Eşyalarımızı bırakıp “Turkskebap” diye bir yere yemeğe gittik. Bizim Türkiye'deki kebap ya da dürümle uzaktan yakından alakası yok aslında ama aç kalmamak için mecburen yedik. Daha sonra şehri gezmeye başladık. “Old Town” diye kendi başına şehrin merkezinden ayrı bir yerleşim yeri gibi adeta. Asırlık binaları, kiliseleri... Her detayı o kadar büyüleyici ki gerçekten görülmeye değer. Tarih ve modernin karışımı bir yerdi. Tek sıkıntısı tabelaların yalnızca Letonca olması. İngilizce yok. O yüzden gezdik ama “tam olarak nereyi gezdin” derseniz maalesef şu anda bilemiyorum ama en yakın zamanda alışacağımı umuyorum. Daha çok gençler İngilizce biliyor. O yüzden yolunuz bir gün buraya düşerse soru sormak için gençlere danışmanızı tavsiye ederim. Tehlikeli bir şehirmiş. Her an her şey başınıza gelebilirmiş. Bir kıza durağı sorduğumuzda 2 seçeneğimiz olduğunu ama bir tanesinin tehlikeli olduğunu söyledi. Bu konuda da çok yardımcı oluyorlar. Küresel ısınma buraya da vurmuş sanırım. Sağınızda şort, tişört giymiş birisini gördüğünüzde sol tarafınızda kazak, kaban, bot giymiş birisini görebilirsiniz. Su sıkıntısı var tabi bir de. Her yerde öyle normal su bulamıyorsunuz. Ama Türk'ün azmi ile sonunda saf suyu buldum.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ve bu sabah yani Ağustos’un 25'i. Sabahtan beri durmaksızın yağmur yağışı var ve hava soğuk. Türkiye'deyken sıcaklıktan şikâyet etmiştim; ama bir anda soğuğun ortasına düşmek de hiç iyi değilmiş. Okulun ilk haftası uyum haftası gibi. Her gün bir etkinlik vardı bizim için. Cuma günü “Euro Dinner” adıyla bir gece düzenlendi. Her öğrenci kendi ülkesinin yöresel yemek ve içeceklerini tanıttı. Bizim masamızda kısır, pişmaniye, baklava, Kemalpaşa tatlısı, fındık, lokum vardı. Yiyeceklerden ilk kez tadanların sevinci gerçekten görmeye değerdi. Çinliler ve Koreliler pirinci çok sevdiklerinden olsa gerek kısıra bayıldılar. Pişmaniyeyi nasıl yiyeceklerini şaşırdılar. Çok tuhaflarına gitti. Bu güzellikleri maalesef diğer ülkelerin yiyecekleri için söylemek çok güç. Çok farklı tatları var. Benim favorilerim arasında Çek Cumhuriyeti'nin kurabiyesi ve Gürcistan'ın sosu var.

Son olarak; yurtta ilerlerken her an bir "Hello" sesi ile karşılaşmak çok güzel. Her milletten insan var fakat ortak alanları bilmediğin insanlarla paylaşmak pek hoş değil. Zamanla alışırım umarım. Bu ay böyle bir giriş yeterli sanırım. Gelecek ay yine ERASMULU'NUN GÜNCESİ ile sizinle olacağım. Esen kalın...

Kısa Kısa Letonya: Nerede? Kuzey Avrupa’da. Estonya, Litvanya, Rusya ve Belarus’la komşu. Letonlar kimdir, nedir? Günümüzdeki Letonlar ve Litvanlar MÖ 2500 civarında Baltık Denizi civarında yerleşen HintAvrupa halklarının torunlarıdır. 12. yüzyılda bölgeye önce ticaret amacıyla gelen Cermenler Letonları zor kullanarak Hıristiyanlaştırmışlar, 1201 yılında Letonya'nın başkenti olan Riga'yı kurmuşlardır.

Ülke nüfusu ne kadar? Nüfus: 2.274.735 Dili nedir? Letonya'da resmi dil Letonca'dır. Günümüzde bu dil, sadece güney komşusu olan Litvanya ile akrabalık ilişkisi vardır. Yok olan Prusya dili ile de akrabalık bağı vardır. Baltık dili ailesine bağlı olan bu dil Hint-Avrupa dillerindendir. Nüfusunun yarıya yakını Rus olan Letonya'da Rusça da yaygın olarak kullanılmaktadır


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

OSMANLI'NIN ve BİZANS'IN TARİHİ MİRASLARINA YOLCULUK Mehmet Altınova

İstanbul, Bizans ve Osmanlı devletlerinin kültür mirası ile yoğrulmuş ve her iki devlete de payitahtlık yapmış eşi benzeri görülmeyen mekânlarıyla dolu, birçok devletin almaya çalıştığı fakat kuşatmakla yetindikleri, Peygamberimizin ağzından orası için sözler söylenmiş bir şehirdir. İstanbul şehri Bizans'a ve Osmanlı devletine başkent olmuş bir şehirdir. Her iki devlet zamanında bu özelliğinden dolayı birçok imarethane, ibadethane, saray ve diğer kültür abidelerini dikmişlerdir. Özellikle İstanbul'un Suriçi denilen kısmı bu eserlerden nasibini almış yegane bölgedir. Ben bu yazımda size daha çok bu Suriçinin tarihi kokusuyla miraslar hakkında, kısa süreliğine yaptığım turizm rehberliğinden edindiğim bilgilerimi sunacağım. Bana en ilginç gelen basit bir taştan bahsedeceğim size. Bu taş IV.yy zamanında dikilmiş. Yerebatan sarnıcının yanı başında , boyu yaklaşık bir metre olan , sanki bir kısmı daha varmış da özenle kesilmiş biçimine benzeyen bir taş. Adı "Milyon sütunu/Milyon Taşı" .Bu taş tahminimce isimi kadar yıldan beri bilinen bir yanlışın abidesidir. Çünkü bu taşın dikilme nedeni dikili olduğu yerin, "Dünya'nın Merkezi"nin oranın olduğu sanılmasıdır. Tabii ki bu çok doğal bir hipotezdir. Çünkü o günün Avrupa'sında Rönesans hareketleri başlamamıştı ve bu nedenle skolastik düşünce nedeniyle bilimden yoksundular. Biz bugün biliyoruz ki dünyanın merkezi meridyenler ile ekvatorun kesiştiği noktadadır. Yerebatan sarnıcı demişken ondan bahsetmemek olmaz. Yerebatan sarnıcı 542 yılında Bizans imparatoru I. Justinyen tarafından inşası için emredilmiştir. İstanbul'un en yüksek noktasına inşa edilen bu sarnıcın amacı Ayasofya'nın - Bizans İmpatorluğunun sarayı- su ihtiyacını karşılamaktır. Ayasofya'dan sonra bu sarnıç İstanbul'un bütün yerlerinin su ihtiyacını karşılamak için kullanılmıştır.. Su deposu derken bugünkü 2 anlamda basit bir mekan olarak söylersek yanlış tasvir etmiş oluruz. Yaklaşık 9800 m alanına sahiptir. Bugün müze olarak kullanılan mekana dönemin bir bekçisi tarafından balıklar atılmıştır. Normal şartlarda yaşamaması gereken balıklar ortama adaptasyon sağlayarak yaşamlarını sürdürmüştür. Sularını ise Belgrat ormanlarından alır. İçerisinde 336 kolonu bulunan sarnıcın iki adet de Medusa heykeli vardır. Rivayete göre Medusa tam bir güzellik abidesidir. Özellikle saçları ona ayrı bir güzellik katmıştır. Bu güzellik , Zeus'un oğlu Perseus'a aşıktır. Fakat Athene de Medusa'ya aşıktır. En nihayet Athene Medusa'dan beklediği ilgiyi göremeyince Medusa'yı taşa çevirir. Saçlarını yılan yapar. Ona bakan herkes taş kesilir. Hatta bir rivayete göre de Medusa'ya bakanların taş kesilmesinden dolayı onun başını kesip savaşlara götürüp düşmanların bakmasını sağlar böylece savaşın galibi olurmuş. İçerisinde Ayasofya'nın , Yerebatan Sarnıcı'nın ,Million taşının, Obeliks -Dikili Taş'ın- bulunduğu meydana adını veren padişah kendi adıyla anılacak bir cami yapmak ister. Camiye de bir sefer sırasında kazandığı yerdeki türbeden Peygamber efendimizin ayak izini oraya koymak istemektedir. O dönemin mimarbaşısı Sedefkâr Mehmet Ağa cami'nin planını yapar ve kısa süre içerisinde inşasına başlatır. 1609 yılında


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

başlanan bu cami süre dursun biz Sultan Ahmet'in rüyasına gidelim. Sultan Ahmet bir gece rüya görür. Rüyasında bir kurultayın içindedir ve geçmişteki bütün müslüman devletlerin başındaki adamlar komutanlar oradadır ve nur yüzlü birisinden " ben savaşa gideceğim ordumda yardımcı ol- , "ben kale fethedeceğim yardım et- , "halkım yardımcı muhtaç , yardım et- , "şefaat et" - gibi isteklerde bulunur. Arka sıralarda bir adamın isteğini sorduğunda "Bu adam var ya - Sultan Ahmet- benim türbemin başından sizin güzel ayak izinizi aldı , bunun için benim türbeme kimse gelmez oldu , cami değerli olsun diye sizin ayak izinizi gören kişilerden de sevap almak için onu benim başımdan aldı kendi camisine koymak istiyor , ben bu adamdan şikayetçiyim." der. Uyandıktan sonra dönemin rüya tabircileri , remelcilerini tez bir vakitte çağırttırır. Durumu onlara izah eder. Adamlar , "Hünkârım , derhal bu ayak izini götürüp aldığınız türbeye iade etmelisiniz , aksi takdirde durumunuzun vay haline." deyince Sultan Ahmet ertesi gün onu iade eder. Şuanda da Sultan Ahmet Cami'sinin içerisine girdiğiniz vakit peygamber efendimizin ayak izinin bulunacağı -fakat kısmet olmadı- yerde mermer sütun vardır. Sultan Ahmet Camisinin bu hikâyesinden sonra içerisi hakkında biraz bilgi vermek gerekir. İçerisinde 20.000 taneden fazla çini bulunan cami renklerinin mavi olmasından dolayı yabancılar tarafından " Blue Mosque" denilmektedir. Gerçektende bu adı alacak kadar zengin bir çini dizinine sahip olan cami klasik Osmanlı mimarisine sahiptir. İçerisinde bütün Osmanlı camilerinde bulunduğu gibi bir çeşme de vardır. 1609 yılında 2 yapımına başlanılan cami 1616 yılında bitmiştir. 4608m sahip olan cami Osmanlı'nın 6 minareli ilk camisidir. Fakat o dönemde bu özelliğinden dolayı tartışma çıkmıştır. Çıkış amacı 6 minarenin o dönem Kâbe'de de olmasındandır. Bunun çözümünü Sultan Ahmet Kâbe'ye bir minare daha yaptırmakta bulur. Avizeleri ise devekuşu yumurtasının örümcekleri önlediğinden mütevellit devekuşu yumurtaları ile boyanmış böyle ağ yapmaları önlenmiştir. Seyid Kâsım Gubarî tarafından da camini hatları yapılmış ayrı bir renk katmıştır. Kolonlar arası yine Türk mimarisine uygun " Türk Üçgeni" bulunur. Caminin önem kazanmasının bir nedeni de mermerin oyularak açılması ve işlenmesidir. Gelelim , Osmanlı Devleti'ne 400 yıllık payitahtlık yapmış , nice zaferler için görüşülmüş , devletin idare merkezinin yapısına. Topkapı sarayı, 1465 yılında İstanbul'un Fatihi II.Mehmet tarafından yaptırılmıştır. Birun ,Enderun,Harem. Birun, sarayın dış kısmıdır. Enderun kısmında Arz Odası , Hazine Odası gibi bir takım odalar vardır. Divanlar burada görüşülür karara bağlanır. Divan'ın yapıldığı oda şark odaları gibi minderler vardır ve tepesinde dönemin hükümdarı tarafından izlenmesi için kafes misali pencere vardır. Bu pencereden , padişah katılmadığı kurultayda aleyhine karar alınmaması için izler. Sarayın dışında kalan Babüsselam kapısında ebced hesabıyla toplandığında 1478 tarihini -Topkapı Sarayı'nın bitiş tarihi- veren kitabe yazılıdır. Bu nedenle de kapısı bile şiir biçimiyle yazılmıştır. Zaten,Avnî mahlasıyla şiir yazan Fatih Sultan Mehmet'e de böylesi yakışırdı. Mustafa Reşid Paşa tarafından okunan ve edebiyatımızda da devrime yol açacak olan Gülhane-yi Hatt-ı Hümâyun'nun okunduğu Gülhane Bahçesi de bu sarayın bahçesidir. Bahçenin içerisinde tarihi ağaçlar ve Türk İslam Sanatları Müzesi bulunur. Saraya geri döndüğümüzde Osmanlı klasik sanat mimarisini burada da görüyoruz. Avrupa'nın sarayları gibi halkına yukarıdan bakan bir mimari değil daha çok reayaya yakın alçak mimari belirir.Saray aslında çok fazla büyük değil idi. Yeni topraklar alındığı zaman eklemeler yapılmıştır - Revan Köşkü gibi.-. Sarayın içerisinde, kılıçlar , miğferler , heybetli kaftanlar , en büyük elmas olarak bilinen Kaşıkçı Elması , Hz. Ali'nin kılıcı olan Zülfirkar kılıcı bulunmaktadır. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali'ye , "Bu kılıcı ben öldükten sonra asla kullanma." demiştir. Bunun üzerine Hz. Ali , Peygamber efendimiz vefat ettikten sonra Serdeste adında bir sopa kullanmış , kılıcı da Necef deryasına atmıştır. Ardından bu abdalların kullandığı sopaya da bu ad verilmiştir. Obeliks ya da diğer bir adla Dikili taş , Hipodrom'da -Sultan Ahmet Meydanı - dikilidir. Mısır firevunu , III.Tutmasis, bu taşı M.Ö XV. yüzyılda Karnak tapınağına dikmiştir. Daha sonra II.Costantinious bu taşı tahta bulunuşunun 20. yılı şerefine 357 tarihinde Nil nehri üzerinden İskenderiye şehrine getirmiştir. 390 yılında I.Theodesius bugünkü yerine getirmiştir. Yazılar Grekçe ve Latince'dir. Bizim Orhun yazıtlarımız gibi tarihi bir öneme sahiptir. Dört köşesi de Firevun’un yaptığı faaliyetleri anlatır. Umarım siz de bu tarihi güzellikleri görür ve tarihi kokuyla dimağınıza hoş bir esinlik gözünüze hoş bir hayal koyarsınız. Vesselam


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ŞİİR Hüseyin Arda SALKAYA

ÜŞÜYEN BAHAR Sema Keser

Ne bakarsam kârdır gözlerine, Ne seversem kârdır. Ne öpersem kutsalımdan, Farzdır dilime dudağıma. Anlayamadığım kadar hızlı dönüyor dünya. Geç anlıyor insan! Kayınca o yumuşak el avucundan,

Nezaket gösterir bu mevsimde güneş yağmura Yağmur bir an önce kavuşmak ister savrulmuş tohuma Tohum yerleşene kadar avare gezer çernezyomdan savana Yaprak deniz misali dalga dalga kurulur ormana Karıncalar meşgul bereketin son damlalarını taşırlar sırtlarında sığınağa Yaşayan hiyerarşinin sorgulamayan ağır işçileri olarak devam ederler hayata

Lüzumlu olan o iki göz olmuyor yanında.

Hayatsa üşümeye başlar sorgusuzca,

Kadı feneri gibi yanıp duruyorsun sonra.

Fısıltıyla ıslık arası derdini anlatmaya çalışır buğulu camlara

Ve son içime çektiğim nefesim olursun diye,

Bir matem çöker yavaşça dağlardan esip kurumaya başlayan yaprağa

Yüreğimi her sana getirişimde, Önce yeşil sarı kahverengi ve sona doğru küller dönüşür siyaha İçime çekiyor güzelliğinden. Çivilendi mi kapı üzerine,

Sürüler kapanır, ahıra konar kestane palamudu dededen kalma sobaya

O her delikten giren sevgi

Fırından çıkmış ekmek pay edilir, kokuyu duyana duymayana

Giremiyor içine.

Ay ışığı sipahileri haber salar titreyen dallardan sokak lambasına

Sokak lambası kovalar fütursuz aydınlığı uzar gamlı akşamlar Elveda der bu sarımtırak bahara güneşe sevdalı göçmen kuşlar


fotoğraf Aybige Akdağ

“Oysa ben aksam olmuşum yapraklarım dökülüyor usul usul adım sonbahar.” Atilla İlhan


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ŞİNASİ’DEN ŞAİR EVLENMESİ İbrahim Şinasi İstanbul’un Cihangir semtinde dünyaya gelir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte elde bulunan belge niteliğindeki iki kaynak 1826 yılını göstermektedir. Babası, topçu yüzbaşı Mehmet Ağa, annesi ise Esma Hanım'dır. Şinasi, babasının 1828 yılında Rusya ile yapılan savaşta şehit düşmesiyle henüz iki yaşındayken yetim kalır. 1832'de Mahalle Mektebi’ne gider. Ardından Tophane Müşiriyeti Mektubî Kalemi'ne kâtip adayı olarak girer. Memur İbrahim Efendi'den Arapça ve Farsça öğrenir. Yine başka bir memur Reşat Bey'den Fransızca dersi alır. Bu görevi sonrasında önce memurluk sonra hulefalık derecesine yükselir. Şinasi’nin Avrupa hayatı 1849 yılında maliye alanında eğitim alması için devlet tarafından Paris'e gönderilmesi ile başlar fakat burada edebiyat ve dil konularındaki çalışmaları başlamış olur. Oryantalist De Sacy Ailesi ile dostluk kurar. Ernest Renan'la tanışır, Alphonse de Lamartine'in toplantılarını izler. Oryantalist Pavet de Courteille'e çalışmalarında yardım eder. Ünlü dilbilimci Paul Emile Littré ile tanışır. 1851'de Société Asiatique'e üye seçilir. 1854 yılında Paris’ten dönen Şinasi çeşitli devlet kademelerinde görev alır. 1860 yılında Agâh Efendi ile birlikte Tercüman-ı Ahvâl Gazetesi'ni çıkarır. Altı ay sonra Tasviri Efkâr adlı bir başka gazeteyi tek başına yönetmeye başlar. 1865 yılında Fransa'ya gider. Orada sözlük çalışmalarına yönelir. Tanzimat sanatçıları arasında yaptığı çalışmalar ve edebiyatımıza getirdiği yenilikler açısından baktığımız zaman Şinasi ön plana çıkmıştır. Gazetelerde yazdığı makalelerle, Fransızcadan yaptığı şiir çevirileriyle, edebi ve toplumsal eleştirileriyle ve kullandığı yalın, halkın anlayabileceği arı dille edebiyatta batılılaşmanın ilk adımlarını atan Şinasi 13 Eylül 1971 yılında vefat etmiştir. Fransız Tiyatrosu'nu yerinde görüp batı tiyatrosunu yakından tanıyan Şinasi, edebiyatımızda yazılı ilk tiyatro oyununu kaleme almıştır. "Bir Perdelik Komedi" denilen ve öyle bilinen "Şair Evlenmesi", ilk önce iki perde olarak yazılmış, Tercüman-ı Ahvâl'in 2-3-4 ve 5. sayılarında bir perde olarak yayınlanmıştır. 1860 tarihli basılı metinde Şinasi'nin şöyle bir hatırlatması yer alır. "Bu oyun iki fasıl olarak 1275 tarihinde tiyatro için tertip olunmuştu. Sonradan birinci faslının kaldırılması lazım geldi." Batı tarzında yazılmasına karşın Geleneksel Türk Tiyatrosu'nun da etkisini taşıyan Şair Evlenmesi, eski ile yeni, doğu ile batı arasında bir köprü olma niteliğine sahiptir. Ayrıca noktalama işaretleri ilk defa bu eserde kullanılmış ve tiyatro terimleri hakkında da Türkçe karşılıklar kullanılmıştır.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Şair Evlenmesi görücü usulüyle evliliğin sakıncalarını konu almaktadır. Batılı tutum ve davranışı, kılık ve kıyafetiyle pek sevilmeyen, eğitimli olmasına rağmen saf bir yapıya sahip Şair Müştak Bey, sevdiği Kumru Hanım'la, kılavuz ve yenge hanımlar aracılığıyla evlenmek ister. İmamın kıydığı nikâh sonrasında kendisiyle evlendirilen kişinin, Kumru Hanım'ın çirkin ve yaşlı ablası Sakine Hanım olduğunu görünce önce bayılır sonra itiraz eder. Mahallelinin de işe karışmasıyla başına gelenleri kabul etme mecburiyetinde kalır. Müştak Bey'in imdadına arkadaşı Hikmet Bey yetişir. Hikmet Bey'in mahalle imamına verdiği rüşvetle olay çözülür. İmam yaş olarak büyük olanı değil de boy olarak büyük olanı nikâhladığını söyler ve yapılan hile sonuçsuz kalır. Şair Evlenmesi’nin konusuna baktığımız zaman oyun töre komedisi olarak nitelendirilir. Görücü usulü evliliği, halk diliyle ve yine toplumdan seçilmiş karakterlerle eleştirel boyutta incelemiş olan Şinasi’nin bu açıdan bakınca batı tiyatrosunu sadece teknik açıdan örnek aldığını görürüz. Şair Evlenmesi, geleneksel Türk tiyatrosunun aksine serim-düğüm-çözüm kısımları bulunan bir olay dizisi üzerine kurulmuştur.

Oyunun malzemesi, döneme göre oldukça güncel, yerel ve gerçektir. Şinasi halktan seçtiği oyun kişilerini halkın diliyle konuşturarak Türk toplumuna ait töresel bir uygulamanın eleştirisini yapar. Kişiler arasındaki konuşmalar da dikkat çekicidir. Kelime oyunları, söz komikleri ve konuşma yanlışlarıyla desteklendiği, her oyun kişisine de kendi tipine uygun bir konuşma dili verildiği görülür. Oyunun sade dili ve anlatımın akıcılığı, Şinasi'nin dildeki ustalığını gösterecek niteliktedir. Şair Evlenmesi oyununun, daha sonra yazılacak olan oyunlar için bir örnek teşkil ettiğini düşünürsek dönemin cesur hareketlerine önayak olmuştur ve Türk tiyatrosu için önemi oldukça büyüktür diyebiliriz.

Sultan Demirtaş


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Düşler Sokağı: Oyuncak Müzesi ‘’Sunay Akın’ı sünnetten önce Trabzon’da bir fotoğrafçıya götürürler. Fotoğrafçı,5 yaşındaki çocuğun eline süs olarak bir oyuncak gemi tutuşturur. Gemiyi sünnet armağanı zanneden Sunay’ın oyuncaktan ayrılması kolay olmaz. Ama 37 yıl sonra ‘’Neptune’’ adındaki oyuncak gemiyi, Almanya’daki bir antikacıda bulur. Gemi yeniden Sunay Akın’ın kollarındadır.’’ Müzenin kurulma hikayesi burdan başlıyor. Neptun adlı oyuncaktan. O gün başlar içindeki bitmeyen oyuncak sevgisi. Yıllar geçer,nereye giderse gitsin oyuncak peşinde koşar. Onları toplar,biriktirir ve 2005 yılında ailesine ait köşkte bizlerle paylaşır. Milyonlarca oyuncağı olan bir çocuk Sunay Akın. Asla bencil değil aksine sizi düşündüğü için paylaşıyor. Her katı her odayı farklı bir konseptle döşüyor. Girişte Türk oyuncaklar var. Fatoş Oyuncakları’nın imalatı hepsi. Adile Naşit ve Müjdat Gezen bebekleri bile var. Fatoş Oyuncakları’nın hikayesi de ilginç. Fatma Hanım, çocuğunun oyuncak hayvanlardan korkmaması için onun sevebileceği tarzda oyuncak üretmeye başlıyor. Ve 70 nesli Fatoş Oyuncakları’yla büyüyor. Kızılderili oyuncaklarına ayrılmış odayı gezerken, bir zamanlar pazar sabahlarımı işgal eden Kızılderili filmlerinin müziğini duyuyorum. "Aa bende bu küçük askerlerden vardı. Benim kız kardeşim de bu bebeğin gözünü oyup şaşı yapmıştı. AAa bak biz bu havaya atılıp döne döne yere inen şeyle ne çok oynardık değil mi? Hep istedim, annem almamıştı bu futbol takımından bana. Bu kuzenimin oyuncağıydı, şapkasını koparmıştım ben, saçını yolmuştum sonra. Ben bu arabayı kaybetmiştim yaa, çok severdim." Hatıralar müzeyi gezerken size eşlik ediyor. Gönül isterdi ki her odayı en ufak ayrıntısına kadar ballandıra ballandıra anlatayım. Anlatamam ,anlatılmaz çünkü. Anlatılmaz yaşanır. Porselen bebeklerin hakimiyetindeki odaya girince gözlerim doluyor. Küçükken bir

Işık Selin Orhuntaş sürü bebeğim vardı. Ama içlerinden sadece şişko bez bebeğim Gülenay’ı severdim. Bir de misafirliğe gittiğim evlerde gördüğüm porselen bebekleri. ‘’Ama bu haksızlık’’ diye bağırmak istiyorum. Çünkü çok güzeller.Çünkü bebek evleri bugün piyasada olanlardan daha yaratıcı,daha orjinal. 1920 yılında Almanya’da üretilmiş. Kütüphaneli evi görünce kıskanıyorum. Bizim hiç böyle oyuncaklarımız yoktu. Hiçbir oyuncağımda kitap yoktu. Kitapların gerçekleriyle oynardım. 90’lı yıllarda bizim evde olan siyah kitaplık 1920 yılında Almanya’daymış. Sınıfta ders işleyen öğretmeni ve öğrencileri görünce hemen hayal kurmaya başlıyorum. Dokunabilsem oynarım. Dalga geçebilirsiniz belki ama oraya gidince hak verecekseniz bana. Daha kapıdan girdiğinizde çocuğuna oyuncaklarla ilgili anısını anlatan bir evebeyn görünce (mutlaka bir anne ya da babaya rastlarsınız) müzeyi gezerken ‘çocuk’ olacağınızı anlayacaksınız zaten. İstemeye istemeye ayrılıyorum oradan. Oyuncakçı dükkanının önünden geçiyorum. Sunay Akın’ın "her akşamüstü oyuncakçı, camekanından çocuk ellerinin izlerini siler...’’ sözü geliyor aklıma. ‘’Haydarpaşa’dan Pendik’e kalkan treni / Bir oğlan çocuğu gördü / Benzetti oyuncağına / Güldü’’ Oktay Rıfat Geçmişe yaptığımız yolcukta T.C.D.D’nin odasında devam ediyoruz. Bavullar raflara konulmuş. Koltuk yolculuk için hazırlanmış. Camdan sarkmanın yasak olduğunu uyarı yazısında görüyoruz. Üç vitrin de tren oyuncaklarıyla dolu. Şarkıdaki gibi ‘İstasyon insanları burdalar tesadüfen aynı rüyayı görüp ayrı yerlere giden.’ İstasyon insanlarını odada bırakıyorum. Diğer odaları gezmeye devam ediyorum. Masal kahramanlarının oyuncaklarını görüyorum. Kitaplardan fırlamış gibi yedi cüceler, kötü kalpli cadılar ve diger kahramanlar. Walt Disney’in sevimli faresi


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

aslında bir oyuncak ve camdan size gülümsüyor. Şarlo 100. Yılında dünyadaki tek oyuncağı ile İstanbul’da. 100 yaşındaki bu oyuncağın hikayesini projeksiyondan yansıyan Sunay Akın’dan dinliyoruz. Siyah beyaz filmlerin kahramanı bile burada. Düşler Sokağı’nın içinde. Uzay gemisinin, silahsız askerlerin, RedKitt’in, Daltonların, veresiye defteri önünde açık bakkal amcanın, Mona Lisa’nın bile olduğu bir yer. Benim için cennetten farksız orası. Bir hayal ürünü. Gerçekleşmiş bir hayalin örneği. Hayat çok garip. Sizin için ütopya olan herhangi bir şey hiç beklemediğiniz bir gün gerçek olabiliyor. Çocukluk kahramanınız ile karşılıklı oturabilirsiniz bir gün. En sevdiğiniz yazar canlı kanlı karşınıza geçip size hayallerinizden vazgeçmeyin diyebilir. Oyuncak Müzesi, sadece bir müze değil. Gerçekleşmiş bir hayal. Muhafaza edilmiş bir çocukluk. Kendinizi kötü hissettiğinizde terapi gibi gelecek bir yer. Kafesinde oturup mutlu olunacak bir yer. Çünkü orası kovulduğumuz cennetimiz;çocukluğumuz. ‘’Bir çoşkudur cocukluk, bir umuttur en tazesinden, bir sevgidir saf, dahası bir aşktır en sakınılasından. İster sokakta,ister sıcak,büyük ve güvenli bir aile ortamında geçsin,küçücük mutlulukların cennetidir çocukluk.Kiminde bir çikolataya,kiminde bir oyuncağa,kimindeyse yalnızca bir kucaklamaya bakar,yüzlerine yayılan eşsiz kocaman gülümseyiş.Bir renktir çocukluk. Her çocukluk başka bir renk dünyada… Ve bir oyundur çocukluk. Bir oyun çocukluk.’’* *1998 yılında İzmir’de yayımlanan Kötü Tüccarlar dergisi,D.Ayça Ergün’ün yazısından alıntı. **Gitmek isteyenler için Söğütlüçeşme metrobüs durağının önünden minibüsler geçiyor. Oyuncak Müzesi’ne gitmek istediğinizi söylediğiniz takdirde size uygun yerde bırakıyorlar. Erenköy Kız Lisesi’nin iki alt sokağında. Liseyi bulduktan sonra tabelaları takip ederek ulaşabilirsiniz.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Merve Başol Arka Kapak bu ay da Türk edebiyatından Dünya edebiyatına birbirinden değerli üç kitapla karşınızda. İşte sizler için derlediğimiz eserler...

KİTAP: DAVA YAZAR: FRANZ KAFKA KONU: Dava, bir sabah uyandığında kendisini sebebini anlamadığı bir suç nedeniyle dava edilmiş bulan Josef K. adlı kahramanın absürt durumunun anlatıldığı bir Franz Kafka romanıdır. Gerçekdışı niteliğiyle Kafka'nın şaşırtıcı yapıtları arasında çok önemli bir yeri olan Dava; tamamlanmamış bölümleriyle birlikte yazarın ölümünden iki yıl sonra, yakın arkadaşı Max Brod'un katkılarıyla, 1925'de yayımlanmıştır. Roman 1962'de Orson Welles tarafından filme uyarlanmıştır. Bir sabah ansızın tutuklandığını; ama normal yaşamına devam edebileceğini öğrenen Josef K., neyle suçlandığı bildirilmediği için önce bunu bir şaka sansa da, kısa sürede durumun ciddiyetini kavrar. Ancak ne mahkemeye çıkarılır ne de savcılarla görüşebilir. Çalıştığı bankada, kaldığı pansiyonda, gittiği yerlerde herkes, anlaşılmaz bir biçimde bu davadan haberdardır. Kaderin bir tür oyunuyla sürüklenir durur, savunma gücü yoktur, bir hiçtir o. Yavaş yavaş bir saplantı haline getirdiği davasıyla arasında hiçbir aracı bulunmadığını, kaçınılmaz bir biçimde bu davanın tam merkezinde kendisinin yer aldığını anladığında ise, cezasını beklemeye başlar. Aslında ortada gerçek bir dava da yoktur. Kafka'nın burada anlatmak istediği Bay K. zaten yaşam ya da dünya tarafından tutuklanmış ; fakat bunun bilincine hiçbir zaman varamamış olmasıdır.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kitap: YAŞAR NE YAŞAR NE YAŞAMAZ YAZAR: AZİZ NESİN KONU: Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz, Aziz Nesin'in ilk kez 1977 yılında yayımlanan romanıdır. Aziz Nesin bu eseriyle 1978 yılında Madaralı Roman Ödülü'nü almıştır. Yaşar Yaşamaz adlı karakter hapse girmesinin ardından mahkûm arkadaşlarına hayat hikâyesini anlatır. Devlet, Yaşar Yaşamaz'ın nüfus kayıtlarına göre bir ölü olduğunu düşünmektedir ama yine de askerlik görevini yerine getirir. Yaşar nüfus kâğıdı çıkaramaz ve olaylar hem güldürü hem de düşündürücü şekilde gelişir. Kitabın giriş yazısını kaleme alan Meral Çelen bu büyük ilgiyi Yaşar Yaşamaz’ın ağzından şöyle açıklıyor: “...Ünümün bu kadar yaygınlaşmasına, beni bu kadar sevmenize ilk zamanlar akıl erdiremiyordum ama, şimdi biliyorum artık... Nasıl hepimizde biraz Don Kişot’luk varsa, demek biraz da Yaşar Yaşamaz’lık varmış... Başıma gelenler yabancınız olsaydı, sever miydiniz beni, arar mıydınız?”

KİTAP: ÇİÇEKLER BÜYÜR YAZAR: EMİNE IŞINSU İlay-Mehmet Ali aşkı etrafında Bulgaristan’da yaşayan Türk vatandaşlarına, Rusya etkisiyle Bulgar Hükümetleri’nin uyguladığı, insanlık utancının ve kanlı baskıların anlatıldığı; gerçekleri, acıları yüzümüze vuran roman: Çiçekler Büyür... Emine Işınsu, yaşanan bu drama kayıtsız kalamayan kalemiyle, gelecek kuşaklara çok önemli bir eser bıraktı. Unutmayalım, unutturmayalım diye...

“1976'lardan bu yana, Bulgaristan'da yaşayan millettaşlarımıza, Bulgar Hükûmetleri'nin uyguladığı, insanlık utancı politikalar ve kanlı baskılar... İlay, bir küçük kadın, bunlara nasıl karşı koyabilir? ... Gerçi tabancasında tek kurşun kalmıştır ama, silahı kendisine çevirmek, İlay'ın karakterine çok ters bir tutumdur. Oysa bedenler, beyinler ve sevdalar, bu toprağa gübre olabilir, iş ki çiçekler, her yıl yeniden büyüyebilsin...”


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BEYAZ PERDE’DEN Afra Nur Akkayalı Değerli okuyucularımız sizin de bildiğiniz gibi geçtiğimiz günlerde beyaz perdenin en çok sevilen isimlerden biri olan Robin Williams’ı kaybettik. İncir Çekirdeği ekibi olarak sanat dünyasındaki bu kayıp bizi de çok üzdü. Bu yüzden bu ay sizlerle onun en güzel filmlerini paylaşmaya karar verdik.

Ölü Ozanlar Derneği 1959 yılında geçen film, John Keating (Robin Williams) adlı çok başarılı ve bir o kadar da farklı olan edebiyat öğretmeninin çok disiplinli bir erkek okulu olan Welton Academy'de (takma adı Hellton) öğretmenlik yapmaya geldiğinde başlar. Bay Keating, çoğu baskı altında olan öğrencileri edebiyat ve şiirin bambaşka dünyasıyla tanıştırır. Onlara özgürlüğü, hayatı yeniden anlamayı, dünyaya farklı açılardan bakmayı öğretir. Ancak Welton Akademisinin felsefesine tam örtüşmeyen bu ders anlatımı akademi yönetimi tarafından da gözden kaçmayacaktır. Okul müdürü Bay Nolan, yeni edebiyat öğretmenini, öğrencilerinden birinin intiharı üzerine, sorumlu görmüştür. Bunu bahane ederek edebiyat öğretmeni Bay Keating'i okuldan ayrılmaya zorlamıştır, fakat bu ayrılığa onu anlayan öğrencilerinin verdiği tepki Bay Nolan'ı hayatı boyunca yaşadığı belki de en utanç duyacağı anına sürükler.

Can Dostum Will Hunting (Matt Damon) Massachuset üniversitesinde çalışan bir hademedir. Aynı zamanda çok zeki ve öğrenmeyi seven biridir. En yakın çocukluk arkadaşları ile bilikte zaman zaman Mahalledeki diğer genç gruplar ile kavgaya ederler. bu yüzden başı kanunla derttedir ve son yaptığı kavgadan dolayı hapise gönderilir. Daha önce Will'in yeteneğini fark edip araştıran üniversite profesörü bir şartla Will'e kefil olup hapishaneden çıkarılmasını sağlar. Tek şart Will'in bir terapist tarafından tedavi edilip içindeki öfkenin dindirilp iyileşmesini sağlamak. Will terapist Robin Williams ile birlikte hayatını yeniden yönlendirmeye başlayacak, en yakın arkadaşı Ben Affleck ve yeni tanıştığı kız arkadaşı bu konuda ona destek olacaklar.


Eylül’14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Müthiş Dadı Çizgi filmlerde veya reklam filmlerinde dublaj yapan Daniel Hillard (Robin Williams) işini bir gün aniden işsiz kaldığını öğreniyor. Bir de üstüne üstlük karısı Miranda (Sally Field) birdenbire boşanmak istediğini söyleyince Daniel'in hayatı bir anda altüst oluyor. Boşanma sırasında çocukların velayeti Miranda'nın üzerine kalıyor ve Daniel çocuklarını sadece haftada bir gün görebiliyor. Oysa bu, çocuklarına çok düşkün olan Daniel için yeterli değildir. Böylece bir çözüm ararken aklına İskoçyalı yaşlı ve anlayışlı bir bayan olan Mrs. Doubtfire fikri gelir. Daniel babaları olarak çocuklarını göremez ama üstün makyaj tekniklerinin de yardımıylas dadıları olarak vaktinin çoğunu onların yanında geçirebilir.

Günaydın Vietnam 1987 yapımı Amerikan sinema filmi. Kara mizah türünün örneği olan filmin yönetmenliğini Barry Levinson yapmış, başrollerinde Robin Williams ve Forest Whitaker oynamıştır. Ünlü bir DJ olan Adrian Cronauer, ordu tarafından sabahın erken saatlerinde yayınlanan bir radyo şovu için getirtilir. Cronauer, önceki ciddi ve sıkıcı havadalgalarını, mizah ve hippi nağmeleriyle dolu yaylım ateşiyle yok eder. Askerler tarafından çok sevilir, ancak üst yönetim içinde öfke uyandırır. Bilmeceler, inanılmaz eğlenceli fıkra bombardımanları ve 60’ların hitleriyle dopdolu film, Cronauer’in sıkı Saigon macerasının ortasında bir dünyanın nasıl deliye döndüğünü gösteriyor. Cronauer Vietnam Savaşı sırasında askere yollanır ve Saygon'daki Amerikan radyosunu kendine özgü yayınlarıyla tam bir show'a çevirir. Film, savaşın dehşetine, komedinin ve iyimserliğin çerçevesinden bakıyor.

Patch Adams 9 Nisan 1999. ABD yapımı olan, duygusal ve didaktik öğeler taşıyan filmin yönetmeni Tom Shadyac Senaryosu ise Hunter Doherty Adams ve Maureen Mylander'in kitaplarından Steve Oederkerk tarafından oluşturulmuş olup komedi dalındadır. Yaşanmış bir hayat hikâyesinden alınmıştır. İntihar eğilimli biri olarak girdiği akıl hastanesinde gördüklerinden sonra Hunter "Patch" Adams (Robin Williams), çıktıktan sonra tıp fakültesine öğrenci olarak girer. Okulda başarılı bir öğrenci olmasına karşın, ideallerinden dolayı hocalarından tepki görür. Amacı "hayata renk katarak" mizah yoluyla tedaviye katkıda bulunmaktır. Daha sonra yoksul hastalar için kendi parası ve bağışlarla özel bir klinik açmaya kadar girişimlerini sürdüren Adams, film sürecinde sevgilisi Carin Fisher'in (Monica Potter) öldürülmesiyle ve lisanssız klinik açmakla darbeler yese de, tedavi hizmetlerinde yaptıklarıyla ünü ülke çapına yayılır ve bir anlamda amacına ulaşır.


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.