İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:38

Page 1

Yıl: 4 Sayı: 38 Ocak-Şubat 2018

Ölümünün 84. Yıl Dönümünde

Cenab Şehabettin ve

KIŞ Edebiyatımızda


incir çekirdeği

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Ekibi Sırdem Kemiksiz Sultan Demir Kübra Tarakçı

Ayşe Bengisu AKDAĞ Genel Yayın Yönetmeni

Editör Ekibi Mehmet Altınova Işık Selin Orhuntaş Tuğçe Erkol

Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Cengiz Güler Hasan Sayyaf Khan Hilal Akarslan Muhammed Münzevî Muharrem Kaplan Önder Öztürk Pınar Çaylak Sema Keser Sevcan Özbek Süleyman Erkut Uğur Kaya

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

2018’in ilk sayısıyla karşınızdayız sevgili okur. Dergimizin tarih sütununa bir yılı daha not düşmeye başlıyoruz. Dört yıl evvel soğuk ve karlı bir şubat gününde ortaya atmıştık incir çekirdeği düşüncesini. Şimdi yine bir şubat gününde ama ne yazık ki karsız bir kış gününde “edebiyatımızda kış” dosya konumuzla sizlerleyiz. Vefatının 84. yıl dönümü sebebiyle ünlü “Elhan-ı Şita” şiirinin şairi Cenab Şahabettin’e ithaf ettiğimiz özel dosyamızın içi klasik şiirden çağdaş edebiyata kadar uzanıyor. Divan edebiyatı mazmunlarıyla çizilen kış resimleri “şitaiye”lerden, atasözlerimizde yer alan kışa; kültürümüzdeki geleneksel kış kutlamalarından, çağdaş şiirimizdeki kış ve kar şiirlerine ve sinemadan resme kadar kışın sanata ve kültüre yansıdığı alanlara değinmeye, incir çekirdeğini doldurmaya çalıştık. Dosya konumuzun yanında her zaman olduğu gibi denemeler, şiirler, öyküler, kitap seçkileri de sizleri bekliyor. Yine bu sayıda Jean Paul Sartre ile sözcüklerin derinine inerken, Yukio Mishima ile Japon edebiyatına doğru yolculuğa çıkıyoruz. Dergimizin 38. sayısının heyecanını yaşarken bir yandan da ne yazık ki Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Başkanı, yazar Prof. Dr. Hüsamettin Arslan Hocamızın kaybının acısını yaşıyoruz. Türk sosyolojisini öksüz bırakan hocamıza Allah’tan rahmet, ailesine ve öğrencilerine başsağlığı diliyoruz. Birbirinden farklı yazılarımız ve konularımızla biz kışa hazırız. Dışardaysanız atkınızı, berenizi takıp çıktığınız yolda otobüsteyken, evdeyseniz elinizde kahveniz, battaniyenin altındayken okunmak için sabırsızlıkla bekliyor sizi incir çekirdeği. Açın, okuyun, okutturun ve paylaşın dostlarınızla kışın mutluluğunu… Hiç kimse yoksa, gece yarısı bir dostunuzu uyandırın, İsmet Özel’in dediği gibi. Ona, kar musikilerinden söz edin.


İÇİNDEKİLER Havadis Sevcan Özbek – Şiir / Meğer Elif Aksu – Şiir / Yarım Kalan Sevgi DOSYA: “Edebiyat, Sanat ve Gelenekte Kış” Ayşe Bengisu Akdağ – Karlar Altında Kalkan Bir Naaş: Cenap Şahabettin ve Elhân-ı Şita Beyza Özkan – Mazmunlarla Çizilen Kış Resimler: Şitaiyeler Süleyman Erkut – Kardan, Kıştan, Kısa Kısa Aşktan Işık Selin Orhuntaş – Atasözleri ve Deyimlerimizde Kış Tuğçe Erkol – Yunan Mitolojisinde Mevsimler Kıştan Yaza Dönerken: Demeter ve Persephone Ayşe Bengisu Akdağ – Kardaki Ayak İzleri: Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Nazım Hikmet Attila İlhan’dan Kar Kasidesi Busenur Aslan – Bir Anıda Saklanan Kış Cini: Karakoncolos Beyza Özkan – Bursa’nın Kışına Şehrengiz Gözüyle Bir Bakış Işık Selin Orhuntaş – Hakkari’de Bir Mevsim Üzerine Bunu da Oku Tuğçe Erkol – Kış Filmleri Kübra Tarakçı – Bir Kış Günü St. Petersburg’da Işık Selin Orhuntaş - Yerli ve Milli, Düşük Bütçeli “Cadılar Bayramı”: Bocuk Gecesi Tablolarda Kış Hilal Akarslan – Trabzon’da Bir Kış Şenliği: Kalandar Süleyman Erkut – Şiir / Hasret mi Vuslat mı? Merdümgiriz – Şiir / Kaktüs Durağı Ayşe Bengisu Akdağ – Jean Paul Sartre’ın İzinde, Sözcüklerin Peşinde Önder Öztürk – Şiir / Galata Mahkemesi Süleyman Erkut – Şiir / Aşk Bahçem Tuğçe Erkol – Son Samuray: Yukio Mishima ARKA KAPAK Sevcan Özbek – Hikaye / Son Yolculuk Aybige Akdağ – Fotoğraf İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İçindekiler


havâdis ilişkin bilgi verilmedi, ancak Le Guin'in sağlığının son birkaç aydır iyi olmadığı ifade edildi. Le Guin, “Karanlığın Sol Eli”, “Yerdeniz” üçlemesi ve “Mülksüzler” gibi eserleriyle biliniyordu. Hugo ve Nebula gibi birçok ödül sahibi Le Guin'in kitapları 40'tan fazla dile çevrildi ve milyonlarca okuyucuyla buluştu. Yazarın 20'den fazla romanının yanı sıra 100'den fazla kısa öyküsü de bulunuyor.

BEŞİNCİ “ÇOCUK KİTAP GÜNLERİ” BAŞLIYOR Kadıköy Belediyesi’nin çocuklarda kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için gerçekleştirdiği ve geleneksel hale getirdiği Çocuk Kitap Günleri başlıyor. Çocuk Kitap Günleri’nde birçok konuk yazar, küçük okurlarıyla buluşacak. Kozyatağı Kültür Merkezi Sanat Galerisinde 31 Ocak Çarşamba günü saat 13.00’de açılışı yapılacak Çocuk Kitapları Günleri’nde çocukları eğlenceli, keyifli ve kültürel aktivitelerle dolu bir etkinlik bekliyor.

FAKİR BAYKURT ÖYKÜ YARIŞMASI BAŞLADI

URSULA K. LE GUİN’E VEDA Ünlü bilim kurgu yazarı Ursula K. Le Guin'in 88 yaşında hayatını kaybettiği belirtildi. ABD’li yazarın ölüm haberi ailesi tarafından duyuruldu. Yapılan açıklamada yazarın ölüm nedenine

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Havâdis

7. Sarıyer Edebiyat Günleri kapsamında düzenlenen Fakir Baykurt Öykü Yarışması “Herkesin bir öyküsü vardır” sloganıyla başladı. Yarışmaya ortaokul öğrencileri, lise öğrencileri ve yetişkinler katılabilecek. 5 Mart 2018’e kadar başvuru yapılabilecek olan ödüllü yarışmanın sonuçları 27 Nisan 2018 günü ilan edilecek.


AHMET HAMDİ TANPINAR EDEBİYAT YARIŞMASI BAŞLADI Osmangazi Belediyesi tarafından bu yıl 17'incisi düzenlenen Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Yarışması başladı. Bu yıl mektup dalında düzenlenecek olan yarışmanın konu başlığı ‘Tanpınar'a Mektup’ olarak belirlendi.

BALKANİKA EDEBİYAT TÜRKİYE’DEN BİR İSME

ÖDÜLÜ

Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Makedonya, Türkiye ve Arnavutluk’tan yayıncıların katılımıyla her yıl bu yedi ülkeden önerilen eserler arasından birinin seçilmesi ve seçilen eserin diğer altı ülkede de yayımlanması amacını güden Balkanika Edebiyat Ödülü’nün sahibi Sarı Kahkaha ile Murat Özyaşar oldu. Özyaşar ödülü, kitabının Fransız yazar, şair ve çevirmen Sylvain Cavaillès imzalı Fransızca çevirisi ile aldı.

CNR KİTAP FUARI 10 MART'TA BAŞLAYACAK Her kış kitapseverleri CNR EXPO Yeşilköy çatısı altında buluşturan CNR Kitap Fuarı, 10-18 Mart tarihlerinde düzenlenecek. Okurların merakla beklediği hafta haline dönüşen CNR Kitap Fuarı, Alfa, Martı, Doğan Kitap, Timaş, Epsilon, Tübitak, Profil, Beyaz Balina, İz, Kırmızı Kedi, Yeditepe, Ötüken, Edam, Yapı Kredi Yayınları, İş Bankası Yayınları, İnsan, Erdem, Pegasus, Kültür AŞ Yayınları’nın da aralarında bulunduğu yurt içi ve yurt dışından 350 yayınevinin katılımı ile yapılacak. CNR Kitap Fuarı’nın onur yazarı edebiyat alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü alan Alev Alatlı olacak. Türk edebiyatının usta yazarı Alev Alatlı, CNR Kitap Fuarı’nda gerçekleştirilecek söyleşi, sohbet ve imza günlerinde sevenleri ile bir araya getirilecek.

Yarışmaya başvurular 30 Mart 2018 tarihinde son bulacak. Yarışmanın ödül töreni 5 Mayıs 2018’de gerçekleştirilecek.


Meğer Pencere aralığından evime sızar gibi Sonbahar Evimin duvarları çiçek bahçesi Hep bahar Sessiz çığlıklarımın sebebi gökyüzü Yarım kalmış mevsim hep kış Ne zaman baksam gökyüzüne Karanlık Yıldızlar şehre inmiyor artık Meğer ne çok sevmişim seni Kendime şaşırarak, sana inanarak Gökyüzüne bakacak, Geceler boyu yürüyecek kadar sevmişim Yüreğimde yaktığın ateş hiç sönmedi Ellerime bıraktığın acı avuçlarımdan akıp gitmedi Gözlerime yerleştirdiğin hüzün hiç terk etmedi Gittiğin yollardan ayrılık geldi Hiç sevmediğim mevsim sensizlik Ne zaman sevsem seni hep kış Meğer ne çok yanmışım.

Sevcan ÖZBEK

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


Yarım Kalan Sevgi Hikaye Elif AKSU Evimiz yemyeşil dağların, eteklerinde el ele verdiği, sabahın ilk ışıklarıyla kahkahalarımızın karıştığı küçük koruluğun ortasına kurulmuş mavi pantolonlu afacan bir çocuğu andırırdı. Yer yer lavanta kokularının gezindiği odalarında çocukluğumun en doyum olmaz günlerini yaşadım. Annemlerin ikindi çaylarını içmeye başladıkları küçük salon ahşap yapının en güzel bölümüydü. Pencerelerden çapkın edalarla girip tülleri hareketlendiren rüzgar bile bu sıcacık yuvadan ayrılmak istemez getirdiği güzel kokulu esintisini eve yaymaya çalışırdı. Ben her zaman pencerenin kafesine oturur, dut ağacının hışırtısını ve gündüz bizimle coşup gece bizimle uyuyan derenin sesini dinlerdim. Bu öyle doyum olmaz bir zevkti ki küçük kardeşimin eteklerimi çekiştirişini, ablamların avluyu çınlatan kahkahalarını bile fark etmez kendimden geçerdim. Geceleri herkes yataklarına çekildiğinde ben de yumuşacık yer yatağına uzanır gökyüzündeki yıldızları sayardım. Kulağımda uzaklardan dalga dalga gelen ud sesleri sakin ve güzel bir gecenin başlangıcını müjdeler ve tatlı rüyalarla dolu bir uykunun beşiğinde sallardı. İşte bizim bu neşeli dünyamıza bir gün Lütfiye Abla da katıldı. Her şeyi kendine çeken, bütün kalpleri ve fikirleri ister istemez aynı düşünce etrafında birleştirirdi. O gün batımında rüzgâra doğru dalgalanan buğday başakları gibi saçlarını, omuzlarına kadar salar fakat o uzun beyaz boynu hep açıkta bırakırdı. Sürekli durgun ve tehlikesiz denizi andıran yeşil gözleri iri ve çok güzeldi. Bu bakışların derinliğinden kurtulabilirseniz, küçücük burnu ve her zaman gülümseyen dudakları görebilirdiniz. Onu penceremin kafesinden seyrederken incecik vücudunu, yarım kollu sabahlığının eteklerini toplayıp sıçrayışını ve arada bir kaçamak bakışlarını görür, bir ceylanı ürkütmemeye çalışan avcı sanırdım kendimi. Fakat dayım benim gibi gizlenmez bu minicik yüreği incitmeden elleri arasına alabilirdi. Beraber dereye inen toprak yolda yürürken ben de İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

tepeden onları seyrederdim. Sanki sevgi bu iki insanın beraberliğinden doğmuş, bundan da büyük bir gurur duymuştu. Bizim için birini ötekisiz düşünmek imkansızdı. Gölgesine oturup şarkı söyledikleri ceviz ağacı bile bu iki kalpten dökülen sevgiyle beslenirdi. Lütfiye Abla sık sık dayımlara gider Koca Fatma Teyze’ye yardım ederdi. Fakat neden bilmiyorum aralarında bir soğukluk vardı ve bu herkesin terlediği bir yaz gününde bile bizi üşütürdü. Koca Fatma Teyze dayımı başka zengin bir kızla evlendirmeye karar vermişti. Oğlunun kumral başını sallayıp itiraz etmesine, buğulu ela gözleriyle yalvarışlarına aldırmadı. Bu işi o kadar kısa zamanda halletti ki bizler bile nasıl olup bittiğini anlayamadık. Düğün günü Lütfiye Abla’yı görmedik. Gitmişti. Kimsesizliğinin acısını ve yarım kalan sevgisini kalbine gömerek gitmişti. Artık dereye inen toprak yol bomboştu. Ceviz ağacının dibinden şarkı sesleri gelmiyordu. Bizim de eski neşemiz yok olmuştu. Durgun bir hal almıştık. Dayım ise yarım bir elma gibi için için çürüyordu. Bir süre sonra bu küçük koruluk tamamen boşaldı. Fakat dayım hala o ceviz ağacının dibinde ud seslerinin yankıları arasındaki mezarında...




Elhan-ı Şita ve Cenap Şahabettin Ayşe Bengisu AKDAĞ

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


“Şiirin içindeki bahar mevsimine ait unsurlar saadeti, kış mevsimine ait unsurlar da hüznü temsil ve telkin etmiştir. Tıpkı Halid Ziya’nın Mai ve Siyah’ı gibi. Hayallerin sembolü “mai” ve acı hakikatlerin sembolü “siyah” burada yerini bahar ve kışa bırakmıştır.” Dosya konumuzu “edebiyat ve kış” olarak belirlerken Cenap Şahabettin’in ölüm yıl dönümüne denk geleceğinden habersizdik. Elhan-ı Şita üst başlığıyla ele aldığımız kış ve edebiyat konusunu usta şairin 84. Ölüm yıldönümüne denk gelmesi sebebiyle Cenap Şahabettin’e ithaf ettik. Cenap Şahabettin, edebiyatımıza damga vuran Servet-i Fünun döneminin en önemli üç isminden biri. Bu üç isim, şiirde Tevfik Fikret, romanda Halid Ziya ve nesirde Cenap Şahabettin olarak ifade edilebilir. İşte bu mühim isim Cenab, bundan seksen dötr sene evvel Şubat’ın 13’ünde, karların «soldan sağa, sağdan sola lerzanü girizan» olduğu bir günde büyük Hâmid’in tabirde «deryayı mağfiret»e gitti. Tabutu eller üzerinde taşınırken «Elhan-ı Şita» daki mısraları sanki kendisi için söylemişti: Nâşın üstünde şimdi ey mürde, Başladı parça parça pervaza Karlar Ki semadan düşer düşer ağlar! Cenap Şahabettin nesirleriyle öne çıksa da şiirleriyle de adından söz ettirmiş, Elhan-ı Şita gibi bir klasikle kışla, karla özdeşleşmiş, her daim adı anılmış gerçek bir üstat. Ve bizler de bir kış klasiği olan ünlü Elhan-ı Şita’sını “edebiyat ve kış” temalı sayımızla yine yad ediyoruz. Baştan sona bir kış tablosunun tasvir edildiği şiirde, kaybolan bir saadetin hüznü

hâkimdir. Düşen karlara, bahara ait sevimli unsurların zavallı hâtırası karışır. Kaybolan bahar ile bir kader gibi çökmekte olan kış arasında âdetâ bir trajedi cereyan eder. Karları beyaz titreyişler halinde, dumanlı uçuşları olan eşini yitirmiş kuşlara benzeten şair gelen kış ve giden bahar arasında bir bunalım yaşar: “Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş, Eşini gaib eyleyen bir kuş gibi karlar Geçen eyyâm-ı nevbaharı arar… Ey kulûbün sürûd-i şeydâsu, Ey kebûterlerin neşideleri, O baharın bu işte ferdâsı Kapladı bir derin sükûta yeri Karlar” Bu mısralardan sonra da bitmiş olan baharı arayan şair kuşları, cıvıltıları hatırlarken karların bu güzelliklerin hepsini örtmesinden yakınır. Şiirde saadet ile hüzün duygusu birbirine karışmıştır. Şiirin içindeki bahar mevsimine ait unsurlar saadeti, kış mevsimine ait unsurlar da hüznü temsil ve telkin etmiştir. Tıpkı Halid Ziya’nın Mai ve Siyah’ı gibi. Hayallerin sembolü “mai” ve acı hakikatlerin sembolü “siyah” burada yerini bahar ve kışa bırakmıştır. “Ey uçarken düşüp ölen kelebek Bir beyaz rîşe-i cenâh-ı melek Gibi kar Seni solgun hadîkalarda arar; Sen açarken çiçekler üstünde Ufacık bir çiçekli yelpâze, Nâ’şun üstünde şimdi ey mürde Başladı parça parça pervâze Karlar Ki semâdan düşer düşer ağlar” Mısralar, eski dilimize ait sözcükleri bilmeyen okurlar tarafından dahi içerdiği acı ve bunalım ile hissedilir. Baharın sona ermesiyle “ölen kelebek”, “düşmek”, “ağlamak” gibi ifadeler bizi bu hüzne götürür. O küçük kelebek, çiçekler

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


üzerinde neşeyle açarken şimdi hayata veda etmiştir. Ve karlar onun cesedinin üzerine parça parça dökülmektedir. Bazen bir kuşa, bazen bir melek kanadının saçağına, bazen de bir ak başlı baykuşa benzettiği karların teşkil ettiği kış manzarası, şâire baharı düşündürür; hayalinde bahara ait çağrışımlar canlanır. Bahardaki canlılığın yerine, kışın sessiz ve hareketsiz, tek renkli manzarasının hâkim olmasından doğan hüzün, melankolik bir dille tasvir edilir. “Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar; Küçücük, ser-sefîd baykuşlar” diyerek kışla beraber ayrıldığı güzellikleri dile getiren şair, bu kuşların boş kalan yetim yuvalarına karlar dolmaktadır. Hüzün dolu bu mısralardan sonra Cenap Şahabettin bu kış manzarasına başka bir açıdan yaklaşmaya başlar. Gökten yağan saf beyaz karlar ile hayalleri, emelleri ve duaları arasında bir bağ kurar. Karların sessizliğini duaya, ilahi alemin bahçelerine benzeten şair karlardan medet umar: “Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök: Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi; Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümidi” (Ey gökyüzünün eli! Ey kış mevsiminin eli! Ey bolluk ve cömertliğin eli! Kara toprağın üstüne, bahar çiçeklerinin yerine beyaz karları, kuş cıvıltılarının yerine de ümit sessizliğini dök!) Kışın bahara, hüznün saadete galib gelmesiyle sonuçlanan şiirde Cenap Şahabattin, tabiat aracılığıyla ruhunu ifade etmiştir. Şiire hakim olan bu melankolik ruh hali Servet-i Fünun dönemine ait olan “kaçış” arzusunun bir sonucu olarak görülmüştür. Bilge Ercilasun da, Türk edebiyatında duyguların marazileşmesinin onlarla başladığını söyler. Cenap Şahabettin de bu durumu “Ye’simizi dimağımıza topladık; İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

zamanımızın felsefe-i pîç ü tâbına lâyık, acı bir üslûp aradık” diyerek dile getirir. Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin başta olmaz üzere dönemin şairleri bu duygularını çoğu zaman doğaya ait unsurlarla dile getirme çabasındadır. Cenap’ın sonbahar rüzgarının veremli bir insan gibi öksürdüğünü ve kâinatın büyük bir çocuk hastanesine döndüğünü tasvir ettiği “Temaşa-yı Hazan” başlıklı şiiri de bunun bir göstergesidir. “Cenap Şahabettin’i önce Servet-i Fünun sayfaların, da mısra mısra tanıdım, mısra mısra sevdim, O Edebiyat-i Cedide Mektebinde, Fikret ve Halit Ziya olmıyan tek adamdı. Bugün, hayallerine, teşbihlerine biraz gülümsediğimiz «Elhân-ı şita» manzumesi Türk şiirinin o güne kadar duymadığı bir musikidir.” Yusuf Ziya ORTAÇ İnci Enginün, Cenap’ın “insanları sevemem” ifadesinden de yola çıkarak, insanı sevmeyen şairin, bu büyük kaynağı kendisine kapattığını söyler. Haksız da değildir Cenap. Bu dünyadaki her an, her saniye seni haklı çıkarıyor Cenap. Rahmetle…


Cenap Şahabettin’i Birinci Dünya Savaşının ilk günlerinde, ilk defa İçtihat Evinde gördüm ve görür görmez tanıdım: Yandan ayrık, tek tük gümüş pırıltılı saçları, biraz etli, biraz akçıl yüzü, kısamsı boyu ve ışıl ışıl siyah gözleriyle çoktandır içimde yaşayan adamdı O. Koyu, duman rengi bir elbise, fantezi bir yelek giymişti. Az şık, çok süslüydü. Biliyorsunuz elbet: Cenap, dok, tordu. Fransızcayı, Fransız kadar, hayır, Fransız şairi kadar biliyordu. Çok okuyan adamdı: Felşefe kitabı, fal kitabı, ahçı kitabı... Belki de bundan, bilgi şımarığı idi biraz! Cenap’a hayran olmamak imkânsızdı. Ama, sevmek de imkânsız. Zekâsını, kültürünü, sizi aydınlatmak için değil, cehaletinizi, ahmaklığınızı göstermek için kullanırdı: Kendinizden utanır, ona da düşman olurdunuz! 23.07.1959

Yusuf Ziya ORTAÇ

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Mazmunlarla Çizilen Kış Resimleri: ŞİTÂİYELER Beyza ÖZKAN

Kış mevsimi, Divan şiirimizde mecaz itibariyle insan yaşamının son dönemini temsil eder. Bitmişlik, tükenmişlik çağrışımlarına sahip olmakla birlikte yaşlanmayı ve ölümü de ifade eder. Kış; sıkıntı, gam, üzüntü gibi duyguların sembolüdür. Mazmun, anlam ve kavram anlamlarına gelen bir kelimedir ancak edebiyat geleneği içinde bu kelime, bazı özel kavram ve düşüncelerin ifadesinde kullanılan klişeleşmiş söz ve anlatımlar için kullanılır. Başka bir deyişle, kastedilen bir şeyin özelliklerini çağrıştırarak kelime grupları içinde gizlemek ve okuyucuya gizlenen şeyi hissettirmektir. Mazmunlar, bir sözün içinde gizli olan anlamdır ve bu bağlamda belli kelimeler ve belli düşünce şekilleri kullanılır. Divân şiirinde şairlerimiz başta gazel, kaside, mesnevi, kıt’a, şarkı gibi nazım şekillerinde kalem oynatmışlar ve bu şekillerde hünerlerini konuşturmuşlardır. Divân şiiri geleneği içinde mazmunun yeri çok önemlidir ve şairler, anlatmak istediklerini seçtikleri kelimeler doğrultusunda ve bu kelimeleri kendi düşünüş şekilleri doğrultusunda yoğurarak yaratımlarını gerçekleştirirler. Resim sanatı üzerinden somutlaştıracak olursak şöyle bir cümle İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

kurmamız mümkün olacaktır: Mazmun, kelimelerle resim çizme yöntemidir. Mazmunun kelimelerle resim çizme yöntemi olarak kullanıldığı yerlerden bahsedecek olursak kaside türünü aklımıza getirebiliriz. Kasideler, din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla yazılan edebî türdür ancak kasidenin nesîb bölümlerinde şairler, bahar yahut kış tasvirleri yaparak mazmunun resim


çizme gücünden yararlanmış olurlar. Bu güçle oluşturulan çeşitli kaside türleri vardır. Bunlar arasında ramazaniyeler, ıydiyeler, hammamiyeler, rahşiyeler, bahariyeler, temmuziyeler gibi türler sayılabilirken şitâiyeler de bunlara eklenebilir. Şitâiye, Arap dilinde ‘’kar’’ anlamına gelen ‘’şitâ’’kelimesinden türetilmiştir. Kar, kendisini kış mevsimi ile birlikte ve hâliyle soğuk ile birlikte düşündürür ve zihnimizde canlandırır. Bu bağlamda kış ve soğuk tasvirine yer veren metinlere şitâiye adı verilir. Aynı şekilde kar(berf) konusuna yer veren berfiye adlı eserler de şitâiye başlığı altında değerlendirilir. Kış mevsimi, mecaz itibariyle insan yaşamının son dönemini temsil etmektedir. Bitmişlik, tükenmişlik çağrışımlarına sahip olmakla birlikte yaşlanmayı ve ölümü ifade eder; sıkıntı, gam, üzüntü gibi duyguların sembolüdür. Bu mevsim aynı zamanda bir çağrışımı daha da beraberinde getirir: Bahar aylarında bağlarda bahçelerde düzenlenen bezmler, kış vakti iç mekânlarda, meyhanelerde devam ettirilmek durumunda kalır. Baharın sıcaklığı, enerjisi yerini kışın soğuğuna, insanlarda yarattığı bitmişlik duygusuna bırakır. Bağlarda düzenlenen bezmlerde eğlenen insan, kış mevsiminde içine çekilme ihtiyacı duyar. Bu nedenle bağlarda düzenlenen bezmler, kapalı mekânlarda devam ettirilir. Kelimelerle resim çizmekten söz edilmişti. Şairler, kullandıkları kelimelerle, hele ki mazmunlarla resim çizer. Kasidelerin nesîb bölümlerinde de mazmunlar kullanılarak resim çizilir ki, çalışmada söz konusu olan şitâiyelerde de böyle bir durum söz konusudur. Şitâiyelerde kullanılan hangi mazmunlar, kış denen resmin renklerini oluşturur, şöyle sıralayabiliriz: Eylemler: Örtmek, donmak, çekmek, ağartmak Kelimeler: Perde, şiddet-i berd, mestûr, ebr, bârid, sermâ, berf, fasl-ı kânun, zemherir, afet, yah(buz), penbe(pamuk), selc, tebyîz, resîd, hırka, riş, sefîd, beyzâ, bisât, kâfur, ayaz, serd Şitâiyelerde kullanılan mazmunlar, yukarıda verildiği biçimde gruplandırılmıştır. Vereceğim

beyit örnekleriyle anlatılmak somutlaştırmaya çalışacağım.

istenenleri

Tayy kılmış idi sebze bisâtını bûstân Yani ki muteber değil esbâb-ı müsteâr Fuzûlî (Bostan yeşil(lik) örtüsünü, geçici malzemelerin değeri kalmadı düşüncesiyle sarmalayıp kaldırmıştı.) Beyitte kullanılan kelimeler arasında ‘’bisât’’ın kullanıldığını görmekteyiz. Kelime anlamı örtü olan bu sözcük, kış mevsiminin geldiğini anlatmak üzere kullanılmıştır. Bostan, bir diğer anlamıyla bahçe, renk itibariyle yeşildir. Kış mevsimi geldiğinde, bostan, yeşil renkli iken karın yağışıyla yerini bembeyaz bir renge bırakır. Yani, yeşillik örtüsü, kalkar; beyaz örtü gelir. Bostanın yeşillik örtüsünü kaldırması şu sebepledir: ‘’Geçici malzemelerin değerinin kalmamış oluşu.’’ Geçici olan şeyler nelerdir? Bostanı yeşil yapan unsurlar, baharın getirdiği çiçekler, çimenler vs. Bahar mevsiminin geçici olması, bostanın yeşil örtüsünü kaldırıp beyaz örtüsünü giyme durumunu güçlendirmiştir. Vardı eyyâm-ı şitâ kuvvet-i hurşîde fütûr Perde-i ebri küşâde eylemez pençe-i nûr Enderunlu Fazıl (Kış günleri, güneşin gücüne zayıflık getirdi. Işığın pençesi, bulutları açmaz. ) Verilen beyitte bulut manasına gelen ‘’ebr’’i ve beyitte verilen duyguyu anlatmak için orada bulunan ‘’eyyâm-ı şitâ’’ tamlaması, kış mevsimini anlatmak için yerleştirilmiştir. Şair, beyitte kış günlerinin bir özelliğine atıfta bulunuyor. ‘’Eyyâm-ı şitâ’’, yani kış günleri, güneşin saltanatını sonlandırmış olacak ki güneşin aydınlatıcı, ışık verici, ısıtıcı gücünü zayıflatmıştır. Öyle ki güneşi gölgeleyen ‘’perdei ebr’’ , yani buluttan perdeler, güneşin önünü de kapatmış, gökyüzünü de bulutlarla kapatmıştır. Bulutların perdelediği güneş, ışığını etkili bir biçimde saçamaz.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Zemistân geldi hükm-i zemherîr erdi cihân üzre Felek ak câmeler kesti sevâd-ı bûsitân üzre Ziya Paşa (Kış geldi, karakışın hükmü dünyaya erdi. Gökyüzü, bostanın kara örtüsü üzerine ak elbiseler kesti.)

olmayıp, şehrin kış tasvirinin yapıldığı beyittir. Şair, ‘’kadeh’’ mazmununu ve de kışı anlatmak maksadıyla ‘’kâfur’’ kelimesini kullanmıştır. Karın yağışı, kar tanelerinin yeryüzüne düşüşü, insanların kâfur gibi beyaz çini kadeh tutuşuna benzetilmiştir. Gerçek anlamda düşünülecek olursa, yeryüzü, düşen karları bir insanın kadehi tuttuğu gibi tutmaktadır.

Ziya Paşa’ya ait olan bu beyitte kış mevsimini anlatacak olan ‘’zemistân, zemherîr, ak câme’’ kelimelerini görüyoruz. Şair, bu kelimelerle verdiğimiz ilk örnek beyitteki gibi bir durumu resmetmiştir. Fuzûlî’nin beyitiyle benzer olarak kış mevsiminin geldiğini ve yeryüzünü beyaz bir örtüyle kapladığını anlatmaktadır. Farklı olarak ise şairin renk tezadını belirgin bir şekilde kullanması ve kışın geldiğini beyitin ilk mısrada açıkça belirtmesi söylenebilir. Düşüp bu gece tevârihe fikr-i gülle hezâr Ayâz kıssasın etdi sabâha dek ezber Nedîm ( Bu gece tarihe gülün fikriyle bülbül düşüp sabaha dek ayazın kıssasını ezberledi.) Nedim’in yazmış olduğu kasidenin teşbîb bölümünü oluşturan şitâiyyeden alınan bu beyitte Nedim, kış mevsiminin kendisinde uyandırdığı ve hissettirdiği duyguları kendine has üslubuyla dile getirmiştir. Gül ile bülbül mazmunu ile kışın geldiğini anlatmak isteyen şair, bülbülün sabaha kadar ayazın hikâyesini ezberlediğini dile getirir. Bülbül, sesiyle şarkılar söyleyen, bağa şenlik veren bir kuştur. Ancak kış mevsiminin gelişi, bülbülün şakımasına şekil vermiş, ona ayazın hikâyesini ezberletmiştir. Tutarlar elde fagfurî kadehler Nice fagfurî kâfurî kadehler Lâmi’î Çelebi ( Elde çini, nice kâfur gibi (beyaz) çini kadehler tutarlar.) Lâmi’î Çelebi’ye ait olan bu beyit, Bursa Şehrengizi’nde yer almaktadır. İncelenecek olan bu beyit, kasidelerde yer alan bir tasvire ait

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

Sonuç olarak, mazmunlar, gizli bir anlamı içlerinde saklayan kelimelerdir. Divân şairleri, anlatmak istedikleri duyguları, hissettiklerini mazmunlar kullanarak şiirlerinde ele almışlar ve mazmunların içlerinde bulundurdukları güçler ile şiirlerini oluşturmuşlardır. Şitâiye türü bağlamında ele aldığımız mazmunlar, şairlerin kış mevsimi karşısındaki hislerini, izlenimlerini anlatma konusunda onların emirlerine amade olmuştur. Beyitlerde de görüldüğü üzere kullanılan mazmunlar -‘’kâfur, zemherîr, ayâz, ebr vb.’’ - , kış mevsimi karşısında hissedilenleri, kış mevsiminin onlarda uyandırdıkları izlenimleri dile getirmede araç olmuştur. Anlatılanlar, şairlerin kendi duyuşları, hissedişleri, sanat anlayışları potasında eritilmiş ve edebiyatımıza kelimelerle çizilen güzel kış resimleri bırakılmıştır. Okuyucular olarak şairlerin bu şiirlerini okuyup kelimeler aracılığıyla o sahneleri resmedebiliyorsak, kelimelerin amacına ulaştığını gayet tabii bir şekilde söylememiz mümkündür.


Kardan, kıştan Kısa kısa aşktan… Süleyman ERKUT Merhaba sevgili okur. Buyur geç yerine otur. Edebiyatımızda kış serüveninin masalsı yolculuğuna bizimle revan ol. Bu sizinle ikinci nesir karşılaşmam. Hasbihalimiz şöyle ki; şairlerimizin kış ve kar dizelerini derleyip siz değerli dostlarımıza ulaştırıp kucak açmak, ilmek ilmek dizeleri gönüllere dokumak, karda edebiyatımızın ayak izlerinden gitmeye çalışmak vesselam. Kış ve kar deyince akla gelen ilk isim Cenap Şehabettin'dir ve güzel şiiri Elhân-ı Şita'dır şüphesiz. Kar nağmeleri olan dizelerin ahenk ve musiki ile kadirşinas olup göze gönle hitap etmesi şöyledir: "Karlar.. bütün elhânı mezâmir-i sükûtun, Karlar.. bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun..." Bir diğer şairimiz Sezai Karakoç ve Kar şiiri, ki içinde aşk, doğa, ruh ve masiva olan göze gönle hitap eden şu dizelerdir: "Ben bu şiiri yazdım aşık çeşidi Öyle kar yağdı ki elim üşüdü Ruhum seni düşününce ışıdı Her şeyi beni anlayınca anlayacaksın" “Kar Şiiri”, Monna Rosa şiirlerinin bir devamı niteliğindedir ve Monna Rosa’ya seslenir şair bu dizelerde. Yahut Ahmet Muhip Dranas'dan: "Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte Kar yağıyor üstümüze, inceden.” Kar ve gece- karanlık tezadı üzerinden yalnızlık temi işlenir bu mısralarda. Yalnızlığa; çağrışımlarla sonsuzluk, rüya, hiç anılmasa da ölüm ve özlem kavramları eşlik eder. Cahit Sıtkı’da ise; "Bir hicret sevdasıdır ruhumu sardı yine. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

Ruhum gibi pervasız yoldaşlar da bulundu. Ruhum karıştı gitti bu kar tanelerine; Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine." şeklinde dile gelir kar. Behçet Aysan nasıl diyor, hemen kulak verelim: "kar yağıyor dışarda mektubun yeni gelmiş istanbul kokuyor." Ataol Behramoğlu şu şekilde dile getiriyor karı: "Beyaz ipek gibi yağdı kar Bir kız kardan hafif yüreğiyle Geçip gitti güvercinleri anımsatarak." Ve görüp okuduğumuz her şair bizi ayrı bir kış masalına sürüklüyor. Her şair kendi öz bendinde ne var ise ruhunu saran kar esintilerini kelimelerle işliyor. Necati Cumali: "Gençtik âşıktık deliydik Seviştikçe ağardı karanlıklar Bunca dağın karlarını erittik" diyor. Metin Altıok ise: "Bu karlı kış gününde. Güngörmüş dağlara karşı Sımsıcak öpüşürdük sarılıp birbirimize. Sevgilim, yanımda olsaydın keşke!" dizeleri ile karın kendinde uyandırdığı anlam ve manayı kendi lisanı ile şiirine dize dize, mısra mısra aktarım yapıyor lisan-ı hal ile. Görüyoruz ki edebiyatımız bu açıdan çok zengin, eşsiz şiir ve bestelerle doludur... Her şiirde ayrı bir ahenk ve ruh, eşsiz bir anlatım ile kadirşinas bir yolculuk var. Bizlere ise bu lezzetli şiir okyanusuna bal çalmak düşüyor selam ve muhabbetle esselam.


Kış mevsiminde Issık Gölü, Kırgızistan

Atasözleri ve Deyimlerimizde “KIŞ” Işık Selin ORHUNTAŞ Atasözleri sözlük anlamıyla, uzun deneme ve gözleme dayanarak söylenmiş ve halka mal olmuş, öğüt verici nitelikteki kalıplaşmış ifadelerdir. Atasözleri, bir ulusun dünyayı algılayış tarzını, konuştuğu dile yansı- tan edebî ürünlerdir. Yüzyıllar boyunca söylene gelmiş atasözlerimizin bir bölümü insanların tabiatla olan ilişkilerini de yansıtmaktadır. Göçebe olan atalarımızın zamanla yerleşik hayata geçmesiyle, doğal koşullara ayak uydurma çabaları günlük hayatın önemli bir parçası haline gelmiştir. Günlük hayata yansıyan birçok durumun atasözlerine yansıması olduğu düşünüldüğünde mevsimlerin, hava şartlarının burada kendine yer bulmaması düşünülemez. Özellikle, çoğunlukla karasal iklim kuşağında yaşayan Türk insanı, çetin kış şartlarının bazen etkisini mart ayına kadar sürdürmesinin de etkisiyle, yoğun olarak atasözlerinde bu ayları tema olarak kullanmışlardır. Bu noktada İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

özellikle kışın “zemheri”i döneminin atasözlerinde çok geçtiğini görmekteyiz. İşte mevsimlerle, kışla, karla ilgili içimizi donduracak atasözleri ve deyimlerden bazıları… Ağustosun yarısı yaz yarısı kıştır. Ağustos ayının ortalarında yaz sıcakları azalır, serinlik başlar. Gönlün yazı var, kışı var. İnsan kimi zaman sevinçli, kimi zaman da üzüntülü olabilir. Kara kışta karlar, martta yağmaz, nisanda durmazsa değme çiftçinin keyfine Kara kışta kar yağar, martta yağış olmaz, nisanda da çok yağmur yağarsa o yıl bol ürün alınır; çiftçinin yüzü güler. Karıncadan ibret al, yazdan kışı karşılar Kişi çalışıp kazanabildiği zamanı geçirmemeli, çalışamayacağı günler geçimini sağlayacak varlık edinmelidir.

boş için


KÄąĹ&#x; basmak KÄąĹ&#x;Äąn Ĺ&#x;iddetli soÄ&#x;uklarÄą baĹ&#x;lamak.

YazÄąn sÄącakta terleyen, kÄąĹ&#x;Äąn soÄ&#x;ukta ĂźĹ&#x;Ăźmez. YazÄąn çalÄąĹ&#x;an kÄąĹ&#x;Äąn rahat eder.

KÄąĹ&#x; kÄąĹ&#x;lÄąÄ&#x;ÄąnÄą, kuĹ&#x; kuĹ&#x;luÄ&#x;unu gĂśsterir. Her olay, her varlÄąk ĂśzelliÄ&#x;ini belli eder.

YazÄąn yorulmayan, kÄąĹ&#x;Äąn kurulmaz. YazÄąn çalÄąĹ&#x;an kÄąĹ&#x;Äąn rahat eder.

KÄąĹ&#x; kÄąĹ&#x;lÄąÄ&#x;ÄąnÄą, puĹ&#x;t puĹ&#x;tluÄ&#x;unu gĂśsterir. Her olay, her varlÄąk ĂśzelliÄ&#x;ini belli eder.

AÄ&#x;ustosta beyni kaynayanÄąn zemheride kazanÄą kaynar. YazÄąn çalÄąĹ&#x;an kÄąĹ&#x;Äąn rahat eder.

KÄąĹ&#x; yapmak Hava çok soÄ&#x;uk ve karlÄą olmak. KÄąĹ&#x;Äą geçirmek KÄąĹ&#x; mevsimini bir yerde geçirmek. LeyleÄ&#x;i kuĹ&#x;tan mÄą sayarsÄąn, yazÄąn gelir, kÄąĹ&#x;Äąn gider. SĂźrekli olarak bir iĹ&#x; Ăźzerinde durmayan, maymun iĹ&#x;tahlÄą olan kiĹ&#x;iye kimse gĂźvenmez.

AÄ&#x;ustosta gĂślge kovan zemheride karnÄąn ovar. Elinde fÄąrsat varken geleceÄ&#x;ini saÄ&#x;lamaya gayret gĂśstermeyip eÄ&#x;lenceye, keyfe dalan kimse sonunda aç kalÄąr ve periĹ&#x;an olur. AÄ&#x;ustosta yatanÄą, zemheride bĂźvelek tutar Elinde fÄąrsat varken geleceÄ&#x;ini saÄ&#x;lamaya gayret gĂśstermeyip eÄ&#x;lenceye, keyfe dalan kimse sonunda aç kalÄąr ve periĹ&#x;an olur.

YazÄąn aramasÄą, kÄąĹ&#x;Äąn taramasÄą olmazsa herkes besler mandayÄą. Ä°yi bir iĹ&#x; yapÄąlmaya çalÄąĹ&#x;ÄąlÄąrken karĹ&#x;ÄąlaĹ&#x;Äąlan sÄąkÄąntÄąlara herkes kolay kolay katlanamaz.

Zemheride sßr de çalĹ sßr İyi verim alabilmek için ßstßnkÜrß olsa bile tarlayĹ zemheride sßrmek gerekir.

YazÄąn baĹ&#x;Äą piĹ&#x;enin, kÄąĹ&#x;Äąn aĹ&#x;Äą piĹ&#x;er. 1) yazÄąn gĂźneĹ&#x; altÄąnda çalÄąĹ&#x;an, ailesinin kÄąĹ&#x;lÄąk ihtiyacÄąnÄą kazanÄąr; 2) gençliÄ&#x;inde çok çalÄąĹ&#x;Äąp varlÄąk edinen hastalÄąÄ&#x;Äąnda veya ihtiyarlÄąÄ&#x;Äąnda rahat eder.

Zemheride yoÄ&#x;urt isteyen cebinde bir inek taĹ&#x;Äąr. GerçekleĹ&#x;mesi gßç bir Ĺ&#x;ey isteyen kimse isteÄ&#x;ini gerçekleĹ&#x;tirecek çareyi kendisi bulmak zorundadÄąr.

YazÄąn çalÄąĹ&#x;an, kÄąĹ&#x;Äąn gĂźlĂźĹ&#x;Ăźr. YazÄąn çalÄąĹ&#x;an kÄąĹ&#x;Äąn rahat eder. YazÄąn gĂślge hoĹ&#x;, kÄąĹ&#x;Äąn çuval boĹ&#x;. 1) yazÄąn keyifli yerlerde tembel tembel oturan kÄąĹ&#x;Äąn yiyecek bulamaz; 2) gençliÄ&#x;inde kazanç peĹ&#x;inde koĹ&#x;mayÄąp zevke dalan hastalÄąÄ&#x;Äąnda veya ihtiyarlÄąÄ&#x;Äąnda periĹ&#x;an olur.

Ă–rneklerini verdiÄ&#x;imiz atasĂśzlerimize ve deyimlerimize baktÄąÄ&#x;ÄąmÄązda gĂśrĂźyoruz ki yaz mevsimi TĂźrkler için daha bĂźyĂźk Ăśnem taĹ&#x;ÄąmaktadÄąr. ÇßnkĂź uÄ&#x;raĹ&#x;tÄąklarÄą ekonomik faaliyetler daha çok yaz mevsiminde yapÄąlmaktadÄąr. Ă–zetle diyebiliriz ki, 21 Mart’ta Nevruz’u, 6 MayÄąs’ta HÄądrellez’i kutlayan TĂźrkler kÄąĹ&#x; mevsimini sevmemektedirler. đ&#x;˜Š

YazÄąn gĂślge kovan, kÄąĹ&#x;Äąn karÄąn ovar. YazÄąn çalÄąĹ&#x;mayÄąp keyif ve zevk ile vakit geçiren çiftçi, nasÄąl kÄąĹ&#x;Äąn aç kalÄąrsa çalÄąĹ&#x;ma gĂźcĂź ve ortamÄą bulunduÄ&#x;u hâlde zamanÄąnÄą deÄ&#x;erlendirmeyen ve geleceÄ&#x;ini dĂźĹ&#x;Ăźnmeyen kiĹ&#x;i de çalÄąĹ&#x;ma olanaklarÄą kalmadÄąÄ&#x;Äą zaman Ăśyle periĹ&#x;an olur.

i

KÄąĹ&#x; dĂśnemi kÄąrk beĹ&#x;er gĂźnlĂźk ßç evreye ayrÄąlÄąr. Bunlar; kasÄąm, zemheri ve hamsindir. Zemheri 21 AralÄąk ile 31 Ocak tarihleri arasÄąnÄą kapsamaktadÄąr. Bu

zaman aralÄąÄ&#x;Äą belki de kÄąĹ&#x; mevsiminin en sert geçtiÄ&#x;i dĂśnemi içermektedir.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Mevsimler Dönerken Yaza Tuğçe ERKOL “Demeter'in gözyaşları önce yağmura sonra kara dönüşmüş. Persephone'nin gelişi yaklaştıkça içindeki coşku çiçeklere tomurcuk olmuş; yeryüzüne ayak basışı ise hasat şenliğine dönüşmüş…” Mevsimlerin ahenk içinde geçişinin bir acı öyküsüdür bu; aşk, annelik, evlat sevgisi, vefasızlık, öfke, çaresizlik ve kabulleniş üzerine... Demeter, Yunan mitolojisinde tarımın, bereketin mevsimlerin ve anne sevgisinin tanrıçasıdır. Homeros, Ilias ve Odysseias'ta ondan "Güzel saçlı kraliçe" ya da "Güzel örgülü kadın" diye bahseder. Örgüleri buğday başağı İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

gibidir, ekinlerden de özellikle buğdayı temsil eder. Hesiodosa göre Titanların korkulan efendisi Kronos'la Rheia'nın ikinci kızı olan Demeter, birinci kuşak tanrıçalardandır. Tanrılar Tanrısı olan çapkınlığıyla tanınan Zeus'un önce kardeşlerinden biri sonra da karısı olmuştur. "Demeter'in de yatağına girdi Zeus. Canlıları doyuran tanrılar tanrıçasının Ak kollu Persephone'yi doğurdu Demeter. Yeraltı tanrısı Aidoneus kaçırdı onu anasının koynundan. Ve bilge Zeus bıraktı kızını ona." diye anlatır Hesiodos Theogonia'da. Şiirin bu kuplesi bütün hikayenin özetidir aslında.


Demeter ve Zeus'un Persephone adında bir kızı olmuş. Persephone, güneş ışığını, yaban çiçeklerini ve gülmeyi çok severmiş. Kendisini tanıyanların yaşamlarına sevdiklerini getirme yeteneğine sahipmiş. Gittiği her yerden yaban çiçekleri toplar, özellikle de Sicilya'yı çok severmiş. Çünkü Sicilya'nın çayırlarında en güzel yaban çiçekleri yetişirmiş. Persephone sıklıkla Sicilya'ya gelir burada koşar, eğlenir, çiçekler toplarmış. Aşk ve şehvet tanrıçası Aphrodithe, oğlu Eros'la birlikte gezip insanların aşk hayatını yönlendirirmiş. Olymposluların aşka karşı duruşlarından çok şikayet edermiş. Çünkü onların aşkı istemiyor oluşu onu çok kızdırırmış. Özellikle de Hades'in aşktan uzak duruşu onu çok kızdırıyormuş. Bu yüzden de fırsat kolluyormuş. Yeraltı Tanrısı Hades, volkanların altında sırt üstü yatıp yerin çatlağı var mı diye kontrol edermiş. Çünkü o çatlaklardan lavlar sızarsa insanlar korkarmış. Hades bunu engellemek için bu çatlakları takip edip tamir edermiş. Dünyanın en büyük volkanlarından biri olan Etna'yı kontrol etmeye gittiği bir gün Aphrodithe Hades'i izliyormuş. Persephone'nin de orada oluşu ekmeğine yağ sürmüş Aphrodithe'nin. Eros'u çağırmış ve gereken emri vermiş: "Zeus da Denizlerin Efendisi Poseidon da bize, aşka, boyun eğdi. Şimdi sıra Yeraltı Tanrısı Hades'te. Baksana tıpkı Persephone gibi nasıl da kaçıyor aşktan! Şimdi, sıra sende, oğlum, sevgilim Eros! Hedefi şaşmaz oklarından birini uçur Hades'in kalbine; düşünemez olsun Persephone'den başka bir şey." Aphrodithe'nin planı o gün tam olarak işlemiş. Eros'un oku yerini bulmuş. Persephone, Hadesin kalbine düşmüş. Kardeşi Zeus'un kızına aşık olan Hades, en sonunda karar vermiş onunla konuşmaya. Olympos'a gitmiş, derdini anlatmış. Bu durum mutlu etmiş Zeus'u:

"Demeter asla izin vermez böyle bir şeye. Kızından kopamaz ana yüreği. Bu nedenle kızımı seninle evlenmeye zorlayamasam da sana yardım edeceğim!" Hades bu sözle evine dönmüş. Üzerinden biraz zaman geçmiş. Persephone'nin aşkı içinde daha da büyümüş. Kardeşine söz veren Zeus ise doğru zamanı kollamaya başlamış. Persephone'nin Sicilya çayırlarına gittiği bir gün Zeus önce çayıra özel bir çiçek yerleştirmiş. Sonra da kardeşine haber vermiş. Persephone, Artemis ve Athena'yla beraber gitmiş o gün çayıra. Yürürlerken yolda bir çiçek görmüş onu almaya gitmiş. Tam eli çiçeğe değdiği anda yer yarılmış. İçinde simsiyah atıyla Hades fırlamış. Persephone'yi belinden tuttuğu gibi atının önüne oturtmuş ve geldiği yere geri dönmüş. Artemis ve Apollo'nun onlara yetişmesine fırsat kalmadan yarık kapanıvermiş. Persephone neyi uğradığını şaşırmış bir şekilde anne ve baba diye çığlıklar atmış ama onu kimse duymamış. Persephone'nin kaçırılışını Helios ve yanındaki arkadaşlarından başka gören olmamış. Yol üzerinde bir Su Perisi ona acıyıp yardım etmek istemiş; ama Hades yerde bir yarık açmış ve ortadan kaybolmuş. Persephone'nin çığlıkları yeri göğü sarsmaya başlamış. Bunu hisseden Demeter saçını başını yolmuş ama ne çare! Her yere bakmış ama ne fayda! Çokça ağlamış ama neye yarar! Evlat kaybının verdiği acıyla ne yapacağını şaşıran Demeter önce Sicilya'ya gitmiş. Herkese sormuş. Ama ölümsüzler acılı anneye bir şey söylememiş; ölümlülerin de elinden gelen bir şey yokmuş. Demeter'in acısı yerini çok şiddetli bir öfkeye bırakmaya başlamış. Sicilya'ya zaman tanımış kızının bulunması için. Eğer bulunmazsa bütün Sicilya'yı lanetleyeceğini söylemiş. Kızı bulunamayınca da dediğini yapmış. Sicilya'yı öyle bir lanetlemiş ki yerde ot bitmez olmuş; daha beteri verimli Sicilya kurak bir çöle dönmüş. Sicilya'da aradığını bulamayınca bütün dünyayı dolaşmış, kızını bulamamış, bütün dünyanın sonu bu yüzden Sicilya gibi olmuş. Demeter artık kızını yeryüzünde bulamayacağını anlayınca göğe yükselmiş.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Helios'un yanına gitmiş. Çünkü Helios güneş var olduğu sürece yaşanan her şeyi görürmüş. Helios, acılı anneye kıyamamış, ona bütün gördüklerini anlatmış. Bunu duyan Demeter daha çok öfkelenmiş ve Olymposluları cezalandırmaya karar vermiş. Ama tam bu sırada Zeus duruma el koymuş, İris'i Demeter'e yollayıp onu Olympos'a getirmesini söylemiş. Ancak Demeter gelen her teklifi geri çevirmiş. İris'ten sonra bütün tanrı ve tanrıçalar ayağına gitmiş, hiçbirini kabul etmemiş. Aradan zaman geçmiş ana yüreği bu acıya daha fazla dayanamayınca kızının babasına gitmiş: "Belki benim acımı umursamıyorsun Zeus, ama kızımızı sen de seversin. Onun güneşi, çayırları, çiçekleri, neşeyi sevdiğini biliyorsun. Benim acımı umursamıyorsan bile, güneş ışığı gibi cıvıl cıvıl olan çiçeğimizin, kızımızın, kardeşimizin meskeni olan Yeraltı Dünyası'nda solmasına izin veremezsin!" Demeter'in söylediklerine hak veren Zeus, ona durumu anlatmış: "Hades, Persephone'ye aşık. Bundan emin olmasaydım izin vermedim böyle bir şeye. Ancak şunu unutma sevgili Demeter, Hades de tıpkı benim gibi büyük bir tanrı. Kura çekiminde bana yeryüzü; Poseidon'a denizler nasıl çıktıysa onun da şansı yerlatındaydı. Hem orada çiçekler yetişmese bile yeraltının zenginliği olan madenler, cevherler var. Bizim neşeli çiçeğimiz, orada da cıvıl cıvıl olmanın bir yolunu çoktan bulmuştur. Ancak aileden biri ve Persephone'nin annesi olarak senin acını görmezden gelemem. Bu yüzden eğer Persephone orada hiçbir şey yemediyse seni kızınla kavuşturacağım Tanrıça! Söz veriyorum. Ama eğer bir şey yediyse işte o zaman yapacak hiçbir şey kalmaz. Çünkü kaderle kimse oynayamaz, ben bile."

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Her şeye rağmen Demeter'in içi umut dolmuş; kızını yeniden görmenin umuduna tutunmuş. Ama o da sıradan bir ölümlü ya da alt kuşak tanrılardan değildi ki... Kronos'un kızı; Zeus'un karısıydı! "Persephone'yi çok sevdiği, neşeyle koşturduğu o çayırlarda göreceğim. Eğer kızım bana gelmezse dünya şimdikinden çok daha berbat bir yere dönecek. İyi düşün, Zeus!" dedikten sonra Zeus'un huzurundan ayrılmış. Zeus tehlikenin farkındaymış. Bu yüzden hemen harekete geçmiş ve Haberci Tanrı Hermes'i çağırmış. Ona durumu anlatmış, Hades'in yanına yollamış. Hermes kanatlı ayakkabılarıyla hızlı bir şekilde Yeraltı Ülkesi'ne inmiş. Hades'e gereken mesajı vermiş. Hades tam bana ne diyecekken Hermes onu susturmuş. "İnsanların yiyecek kaynaklarını kurutup, tanrılara şükran için kurban vermelerine engel olacakmış Tanrıça. Her şey birbirine bağlı ulu amcam Hades! Ulular ulusu amcam Zeus bile tanrıçanın hiddetini durduramadı. Demeter kızını, yani sizin sevgilinizi istiyor." Hades bu sözlere çok kızmış olsa da elçiye zeval olmazmış. Hermes'i bulunduğu salonda yalnız bırakıp biricik sevgilisi Persephone'nin yanına gitmiş. Az önceki öfkeyi bir kenara bırakmış. Persephone'nin ellerini ellerinin arasına almış. "Yeryüzünün yaban çiçekleri ve yeraltının mücevherleri kadar güzel Persephone, benim Persephone'm! Kara elbiseli annen seni çok özlemiş, şimdi onun yanına gitmelisin. Seni oraya Hermes götürecek. O seni seviyor ve onun yanında olmanı istiyor. Ancak unutma ki sen buranın kraliçesisin. Ben de bunu kendim için istiyorum. Burada ve benimle kalmanı istiyorum. Kraliçem ve benim eşim; ben Yeraltı Ülkesi'nde neyse senin de o olmanı istiyorum."


Persephone, kocasından bu güzel sözleri duyunca mest olmuş. O sırada Hades masanın üzerinde duran meyve tabağından bir nar almış. Elleriyle ikiye ayırmış. Önce bir tane kendi yemiş, sonra da karısını elleriyle beslemiş. Bal gibiymiş narın tadı. Persephone daha da mutlu olmuş. Oysa Hades işini garantiye alıyormuş. Artık gitme zamanı geldiğinde Hades, Hermes'e emanet etmiş güzeller güzeli eşini. Hermes de hemencecik Sicilya çayırlarına götürmüş Persephone'yi. Demeter kızını heyecan içinde bekliyormuş orada. Persephone'nin yeryüzüne çıktığını görünce kızına koşmaya başlamış; kızı da ona koşmuş. Çayırın ortasında, güneşli bir günde buluşmuşlar. Kızına özlemle sarılmış Demeter ve sonra sormuş: "Söyle bana Persephone! Haydi, çocuğum söyle! Orada ölülere ait bir şey yedin mi?" İşte o anda başlamış anlatmaya Persephone. Demeter, kızının kendinden koparılmasına dayanamamış ve kızına sarılıp ağlamaya başlamış. Bu manzarayı seyreden bir anne daha varmış. O da Rheia'nın ta kendisiymiş. Kızının ve torununun acısına dayanamayıp Zeus'un yanında almış soluğu. Yalvarmış yakarmış ikna etmiş oğlunu. O da başka hikayenin konusu olsun ama daha önceden oğlunun hayatını kurtarmışlığı varmış sonuçta. Tabii ki dinleyecekmiş Zeus, annesinin sözünü. Rheia istediği sözü alınca hemen gitmiş kızıyla torunun yanına. Her ikisine de sarılmış, teselli etmiş onları ve son noktayı koymuş bu yarışa. "Demeter, sevgili çocuğum, sen bir annesin. Bir anne olarak mutluluğa da acıya da katlanmalısın. Üzüntünün seni mahvetmesine izin verme. Kaldı ki sen önemli görevlere de sahipsin. Bu nedenle, bundan sonra ekinlerin tohum olarak ekilip, yetişip, büyüyüp, toplanması ve son hasadın yapılmasını kaplayan bir senenin üçte ikisini Persephone seninle geçirecek. Ama geriye kalan kısmını, toprağın dinlenmesi için gereken zamanı, kocasının yanında geçirecek."

Demeter annesinin verdiği bu habere çok sevinmiş. O kısa süre için de yokluğuna dayanabilecekmiş, en azından evladının nerede olduğunu bilecekmiş. Persephone'ye kavuşma şerefine dünyadan lanetini çekmiş Demeter. Çiçekler açmış, tohumlar büyümüş, kuzular yavrulamış, hayat yeniden canlanmış. Persephone kocasının yanına gidene kadar 9 ay boyunca tüm canlılığıyla hayat devam etmiş; ama Persephone Yeraltı Ülkesi'ne iner inmez Demeter'in gözyaşları önce yağmura sonra kara dönüşmüş. Persephone'nin gelişi yaklaştıkça içindeki coşku çiçeklere tomurcuk olmuş; yeryüzüne ayak basışıysa hasat şenliğine dönüşmüş... Velhasılkelam dünya yaşanılır bir yer olarak dönmeye devam etmiş...

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Kardaki Ayak İzleri

Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Nazım Hikmet Ayşe Bengisu AKDAĞ

“Tabiat çeşitli şekiller ve ifadelerle tasvir edilerek ölü bir varlık olmaktan çıktı. Birçok duyunun işin içine girmesiyle idrak edilmeye başlandı. Şairler, tabiata gerçekçi bir ressam gibi baktı, ötesine de geçerek tabiatı daha çok kendi ruhlarının bir aynası olarak gördüler.” Tabiat, edebiyatımıza gireli yüzyıllar oldu şüphesiz. Yazar arkadaşlarımızın yazdığı “şitaiyye” üzerine yazılar da bunun bir göstergesi. Ama tabiatın edebiyatımıza ne şekilde girdiği söz konusu olunca durum biraz daha farklı. Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa etrafında şekillenen Tanzimat’ın ilk devresinde sosyal ve politik konuların sanatta öne çıktığı malum. Ancak Tanzimat’ın ikinci devresinde Abdülhak Hamit ve Recaizade gibi şairlerle sanatın yönü, amacı değişti. Bireysel ıstıraplar, romantik ihtiraslar, aşklar, acılar girmeye başladı bu dönemlerde şiire. Ve 1896’da onların açtığı yoldan gelişerek ilerleyen Servet-i Fünuncular duyurdu adlarını. Melonkolinin İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

üstatları. Tevfik Fikret açıkça ifade eder “ağlama ve kederlenme zevki”ni Recazide’den aldığını. Sadece kederi değil, melankolik tabiat görüşünü de ondan almıştır Fikret ve onunla beraber, diğer Servet-i Fünuncular da elbette. Servet-i Fünun edebiyatında insanın iç alemine, hayallerine önem verildiği kadar dış aleme, tabiata da önem verildi. Tanzimat döneminde fikrî planda kalan tabiat, Servet-i Fünuncularda canlı, renkli, somut hale geldi. Tabiat çeşitli şekiller ve ifadelerle tasvir edilerek ölü bir varlık olmaktan çıktı. Birçok duyunun işin içine girmesiyle idrak edilmeye başlandı. Şairler, tabiata gerçekçi bir ressam gibi baktı, ötesine de geçerek tabiatı daha çok kendi ruhlarının bir aynası olarak gördüler. Servet-i Fünun’la birlikte Türk şiirinde özellikle kar konulu şiirlerde bariz bir artış görüldü. “Mütereddit” bir yağmur damlası, “lerzebahş” bir kar tanesi tabiat resminden çıkıp bir duygu ifadesi oldu onların ellerinde. Tabiat, hayalî bir kimlik kazandı bu mısralarda. Tabiat bir hayâl alemi olarak yaşadıkları dönemden nefret eden ancak bunu bastırarak içlerine kapanan Servet-i Fünuncuların bir sığınağıydı. Tıpkı Rousseau gibi. Cenab Şahabettin’e ve ondan geçerek bütün Servet-i Fünunculara göre tabiat, ölü bir manzara değil; ruh ile yakınlığı olan, hatta bazen hayali aşarak evrensel bir ruhun somut görüntüsü olarak algılanan bir varlık haline geldi. Tevfik Fikret, “Karlar” şiirinde kardan çok, kar altında kalmış tabiatı anlatır. Şiir, baştan


sona Servet-i Fünûn’un tabiat bağlıdır:

anlayışına

Bir ıztırâb-ı serd ile titrer mükevvenât Altında karların; Bir dûd-ı müncemid gibi âfâk-ı bî-hayât, Pîşinde canlanır mütehâşî nazarların Bu mısralarda bütün duygulara hitap eden bir tabiat manzarası ile karşılaşırız. Tabiat tasviri ile başlayan şiir sonlara doğru duyguların ifadesine doğru sürüklenip soyut anlamlar kazanır. Kapalı sembollerle hayal alemine götürür: Lâkin sorun şu penceresinden bakanlara Kâh-ı tahayyülün Onlarca aynıdır bu bürûdetli manzara, Bir sîne-i semende gülen bir beyaz gülün

Kar üzerine yazılan en önemli şiirlerinden biri de musiki ile resmi bir araya getiren Yahya Kemal’in “Kar Musikileri” şiiridir. Tanpınar’ın ifadesiyle “Türk lirizmini yeniden bulan” Yahya Kemal, bu şiirinde İstanbul’daki veya Anadolu’nun herhangi bir beldesindeki kar manzarasını tasvir etmez aslında. Şiir 1927 Varşova tarihlidir: “1927’de Varşova’da elçilikte bulunduğum bir akşam odamda çalışıyorduk. Dışarıda kar

yağıyordu. Orada kar bir başladı mı, günlerce, aylarca durmadan yağar. İnsanda bin yıl sürecek bir yağış tesiri yapar. Bir kuytu manastırda, koro halinde söylenen dualar gibi gamlı bir erganun âhengi insanda ne tesir bırakırsa, orada yağan karın öyle hüzünlü ve devamlı bir tesiri vardır. François isimli, ihtiyar ve kibar tavırlı hizmetçim böyle yalnız ve muzdarip gecelerimde benim Türk mûsikî plaklarıyla avunduğumu bilirdi. Bilhassa Tanburî Cemil Bey’in Hüseynî Peşrevi’ni dinlerdim. François bana yarı acıyan ve zamanla bu musikîdeki güzelliğe alıştığı için, yarı anlayan bir gözle bakardı. Musikîmiz beni gurbetten alır, vatana, hatta vatanımızın muhassalası olan İstanbul’a götürürdü. O gece de öyle yaptım. Plak başlayınca içimdeki hüzün silindi, sesler beni İstanbul’a götürdü.” Şair, “Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. /Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.” diyerek başladığı şiirinde kar ile gurbet acısını dile getirir. Bu acıdan kurtulmak için anılarına, tarihine sığınan Yahya Kemal nihayet, “Birdenbire mes’ûdum işitmek hevesiyle, Gönlüm dolu İstanbul’un en özlü sesiyle” Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık, Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık” mısralarıyla kederden kurtulduğunu dile getirir. Gurbet dendiği zaman ilk anacağımız isimlerden biri de Nazım Hikmet şüphesiz.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Nazım da kar ile memleket özlemini birleştiren şairlerden. Her ne kadar sanata ideolojik yaklaşan biri olsa da Nazım Hikmet’in şiirlerinde de lirizm etkisi tabiatla beraber dile getirilir zaman zaman. “Karlı Kayın Ormanı” şiiri de özlemin tabiat ile getirilmesidir:

derken Nazım Hikmet bu sefer karın acıları hatırlatan özelliği üzerine yoğunlaşır. Seyrine dalarken yağan karın insan düşüncelere dalar ve hatırlar. Karın beyazlığının saf, temiz çağrışımlarının aksine Nazım Hikmet onun şehri kör bir insan gibi bıraktığını düşünür.

“Karlı kayın ormanında

Kar, Servet-i Fünun’dan Cumhuriyet sonrasına kadar hep duyguların, acıların, ıstırapların, yalnızlıkların ifadesi oldu şiirimizde. Temsili olarak tahliline çalıştığım bu birkaç şirin dışında edebiyatımızın pek çok ismine pek çok biçimde etki etti kar. Bir bilinmeyenler aleminin uğultulu sesi olarak hissedildi mısralarda. Sonsuz beyazlıktaki bir arayış bir çığlık oldu sanatçıların elinde. Bizlerse XXI. Yüzyılın değişen iklimlerinden ne kışı yaşayabiliyoruz doya doya ne yalnızlığımızı giderebiliyoruz karların saf beyazlığında. Bahattin Karakoç’un dediği gibi ocakın ortasında yüzümüze yüzümüze gülen güneş ile “yazla kış arasında sallanıyoruz”.

Yürüyorum geceleyin. Efkârlıyım, efkârlıyım, Elini ver, nerde elin?” Tıpkı Fikret gibi Nazım Hikmet de şiirinde kardan ziyade kar altında bir kayın ormanından geçişini ve bu süreçte yaşadığı acıları, tereddütleri, duyguları dile getirir. Nazım Hikmet, daha sonraları da “Kar Yağıyor” ve “Karanlıkta Kar Yağıyor” diyerek yine karı duygularının, acılarının, vatan hasretinin bir ifadesi olarak kullanmaya devam etti: “Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum. Kar... Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar... Ve şehir kör bir insan gibi kaldı altında yağan karın.”

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Kar Kasidesi -prenses zinia'ya... uzun rüzgarlar karanlığın dalgın sansarları atlayıp dağıtırlar telaşlarıyla ürperen karları sihirli bir lambadır bardaktaki güller gecede yıldızlar donmuş göllere düşen buz billurları düşten geyikler kudurtur kızıl buğulu kurtları bir ulumadır kanlı/açlıkları uzar gecede duman dumana kaybolur kar ışığında kısrakları nedir saklı bir özlem midir kızak çıngırakları geçen yüzyıldan kalma bulutlu bir pencerede köpekler mi sarmıştır kar uykusunda koruları yankılanır saltanatlı bir geçmişten av boruları yalan değildir yaşanmıştır kim bilir ne zaman nerede dinmez boşluklarda karın soğuk ve sürekli ısrarı yumuşak hantallığıyla kaplayışı uçurumları kül mavisi bir pus ufka bir perde çeker de kayıp kervanlar belirir uyandırıp korkunç hanları duyulur batmış şehirlerin boğuk sabah ezanları kılıç gibi bir mehtabın yarattığı o depremde getirir akla çocukluktan bilinmez hangi soruları kar gecesi uyandırır ölüme değgin korkuları yalnızlık bir samanyoludur genişler düşüncede

Attila İlhan

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


Bir Anıda Saklanan Kış Cini:

Karakoncolos Busenur ASLAN “Anadolu kültüründen gelip Türk mitolojisine ve halk bilimine giren Karakoncolos, "Kış Cini" adıyla bilinip kışın en soğuk günlerinde ortaya çıkan ve insanlara zarar veren doğaüstü bir yaratıktır. Kışın en soğuk zamanı olan Zemheri ayının ilk 12 gününde sokaklarda dolaşan Karakoncolos, Karakonculu, Karakoncilo, Koncolos gibi isimlerle de anılmaktadır.” Çok eski bir zamandan kalma, küçük bir anı kırıntısı var şimdi aklımda. Sanırım, beş-altı yaşlarındaydım. Annemler, beni babaannemin yanına köye bırakıp bir yerlere gitmişlerdi. Aylardan aralıktı. Hava soğuktu. Bütün gün o tahtadan yapılmış küçük köy evinde kendi İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

kendime oyunlar oynadım. Bez bebeklerle, minderlerden yaptığım evlerle, kendi dünyamın renkleriyle harmanlanmış bir masal dünyası kurdum kendime. Küçücüktüm… Bir süre sonra çok sıkıldı canım. Akşam olmuş ve kimsecikler gelmemişti henüz. O küçücük ev yetmiyordu benim kocaman dünyamı doldurmaya. Çocuğum daha inat ettim ve başladım ağlamaya. Kara kışa aldırmadan dışarı çıkmak istedim. Bir başına babaannem ne yapsın, susturamadı beni bir süre. Sonra dedi ki; “Oy güzel kızım sus bak, Koncolos gelir alır seni. Şiştt! Sessiz ol bak, Koncolos direnide (çatı katı) geziyor.” Çocuk aklı, biraz sustum önce. Sonra babaanneme dönüp; “Hadi babaanne, gidip Koncolos’a bakalım.” dedim. Tabi mümkün mü bu? ‘’Gidemeyiz. Yer bizi.” demez mi? Benim merakım daha da arttı haliyle ve başladı babaannem anlatmaya bana bu pek korkunç canavarı… Asıl adı Karakoncolos’dur. Bu vakitler gelir bizim buralara tüner bu canavar. Adı gibi


kapkaradır kendisi de. Senin gibi küçücük çocukları görmesin geceleri sokakta, hemen bir teste sokar. Bilemedin mi vay haline. Elindeki tapul tarağını (yün tarağı) geçirir kafana, orada alır canını. Böyle acımasız bir canavardır Koncolos. Aslında bir tek bu aylarda görünür bu canavar. Niye diye soracak olursan Allah’ın onlara bir cezasıdır bu. Yılın geri kalan aylarında deniz kenarında bir kürekle kum toplar. Ama bir türlü fark edemez kırık küreğin hiçbir işe yaramadığını. Sen bilir misin bizim bu ambarların kapıları neden hep siyaha boyalı? Çünkü Karakoncolos kara renginden hiç hoşlanmaz, iğrenir bu renkten. Biz de gelip ambarlarımızdaki tahılları almasın diye, hepsini karaya boyadık kapılarının. Kendisi kapkara tüylerle bezelidir. Gözleri kömür karasıdır. Ama bilinmez neden, nefret eder kara renginden. Bu yaratığın, dişisi de olur erkeği de kızım. Eğer dişisini görürsen kendini çirkin tanıtacaksın. Yoksa seni alır götürür. Bir de eğer bir gün karşılaşırsan ne sorarsa kara ile başlayan cevaplar vereceksin ona. Bil ki testin sonunda geçersen, yolun açık olsun deyip evine uğurlayacak seni. Anlattı babaannem, ben dinledim. O anlattıkça ben meraktan yerimde duramadım. Çocuklar cesur olur ya bende de aynı cesaret baş gösterdi. Babaannem yattıktan sonra giyindim paltomu, taktım acemice kaşkolumu ve sessizce açıp o kocaman, kapkara kapıyı düştüm karanlığın koynuna. Aklımda hep bir soru. “Karakoncolos nerede?” Az gittim uz gittim. Küçük patikalardan geçtim. Bir de baktım hareket ediyor bir karaltı. İyice yaklaştım bu karaltıya. Karanlıkta kocaman olmuş gözlerimle gördüm Koncolos’u. Yüzünden aşağı iniyordu kapkara tüyler. Bütün vücudunu sanki tüyden bir pelerinle örtmüştü. Öyle keskin bakıyordu ki gözleri, hareketsiz kalıyordu bacaklarım. Yalnız bir şey vardı onda bütün bu görüntüye tezat. Kısaydı boyu heybetli yapısına rağmen. Durdu ve sordu bana; “Adın nedir?” Tam o anda babaannemin söyledikleri geldi aklıma ve ne sorarsa kara ile başlayan bir cevap verdim ona. “Adım, kara Buse.” Cevaptan pek memnun olmadı ve devam ettik;

- Nereden gelirsin? - Karaköy’den. - Nereye gidersin? - Karadağ’a. - Ne yemeği yersin? - Kara lahana. - Yemişlerden ne yersin? - Kara yemiş. Bilmiyorum bu sorular daha ne kadar devam etti böyle. Bildiğim tek şey bu uzunca konuşmanın ardından Karakoncolos’un bana veda edip “uğurlar olsun” dediğiydi. Evet, çok korkmuştu minicik yüreğim. Uzun bir sürede gittiğim yoldan koşarak dönmeye başladım. Buz gibiydi ellerim ve yüzüm. Deli gibi çarpıyordu kalbim. Bir an hiç yavaşlamayacak sandım. Tahtadan o küçük, şirin köy evini gördüğüme hiç bu kadar sevinmemiştim. O kapkara kapı hiç bu kadar güzel görünmemişti gözüme. Koşarak girdim içeri. Hemen bir kenara fırlattım ayakkabılarımı. Kabanım, kaşkolum hepsini sağa sola savurdum. Usulca sokuldum babaannemim sıcacık kucağına ve yumdum gözlerimi. O gün bugündür hep aklıma takılmıştır. Acaba Koncolos, hatırlar mı beni?

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Bursa’nın Kışına “Şehrengiz” Gözüyle Bir Bakış Beyza ÖZKAN

“Şitâ irüp zükâl-i şâmı gerdûn Yakup nâr-ı şafaktan itse gülgûn Esîr idüp cihân Zâlını Behmen Ser-â-tâ-pâ kılur kaydını âhen”

Şehrengiz, bir şehrin güzellerini ve güzelliklerini anlatan, manzum türde yazılan bir edebî tür olarak edebiyatımızda yer edinmiştir. Anlatılan güzeller ve güzellikler, şehir halkının yaşama biçimini, bu yaşama biçimi içinde yer alan insanları, meslek erbaplarının tanıtılması şeklinde bu manzum türlerde yer almıştır. Bütün bunlar yanında kimi şehrengizler var ki, bunlar yazarlarının kaleminden adeta bir şehrin panoraması olarak çıkmışlardır. Bu tür şehrengizler, o şehrin doğal alanlarını, yapılarını ve dahi mevsimlerini bile anlatmıştır. Bu çalışmada az önce söylendiği gibi bir şehrengizden söz edilecektir. Bu şehrengiz, sözü edildiği üzere şairin kaleminden bir şehrin panoraması olarak çıkan bir edebî ürün olarak hem şairine, hem de şehrinde ün kazandırmıştır. Bu şair, Lâmi’î Çelebi’dir ve bu şehir, Bursa’dır. Lâmi’î Çelebi, yazmış olduğu ‘’Bursa Şehrengizi’’ ile diğer şairlerin yazmış olduğu şehrengizlerden sıyrılarak kendine ayrı bir yer edinmeyi başarmış bir şairdir. Ona bu yeri kazandıran nokta ise, şehrengizinin yazılış amacı ve ele aldığı konulardır. Söylendiği üzere şehrengizler, şehrin güzellerini anlatan bir türdür ancak Lâmi’î, İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

şehrin güzelleriyle birlikte güzelliklerini de anlatmıştır. Şairi bu amaca yönelten de yaşadığı devrin, 16.yüzyılın padişahı Kanûnî Sultan Süleyman’ın Bursa’yı ziyaret edecek olmasıdır. Şair Lâmi’î, padişaha söz incilerini kullanarak, onları nazım ipliğine dizerek padişaha takdim edecektir. Şehrengiz de bu bağlamda amacını oluşturur. Padişaha Bursa’nın güzelliklerini anlatmak amacıyla kaleme alınan şehrengiz, yörenin güzelliklerinin tasvirlerini içinde barındırır. Bu bağlamda eser, Bursa için bir gezi rehberi olmakla birlikte Bursa’nın kelimeler aracılığıyla çizilmiş panoramik bir resmidir. Lâmi’î’nin kaleme almış olduğu şehrengiz, münacat ve Peygamber efendimize övgü ile başlamaktadır. Bu bölümlerden sonra eserini kaleme alış sebebi ve de Uludağ’ın övgüsü izlemektedir. Uludağ’ın övgüsünden sonra Bursa’daki doğal güzelliklerin tanıtımını yapar. Doğal güzelliklerin tanıtımından dış çevreye geçişi Bursa’da yer alan kale tasviriyle sağlar. Okuyucu, Emir Sultan ile birlikte dış çevreye resmen bir adım atmış olur ve buradan hareketle Bursa’nın yapılarını, türbelerini, camilerini, imaretlerini vs. tanır. Bütün bunlar


bir yana, şairin şehrengizinin önemli bir yapıt olmasını sağlayan bir faktör vardır: Bursa’nın mevsimlerinin şehrengizde yer almasıdır. Lâmi’î, şehrin baharından başlayarak yazını, sonbaharını ve kışını anlatır. Sonuç bölümünde ise şair, kendi perişan halini anlatarak şehrengizini tamamlar. Bursa’nın kışını, Lâmi’î’nin kaleme almış olduğu bu eserin ‘’Vasfı Şitâ-yı Bursa’’ bölümü ekseninde kış mevsimini seçilen beyitlerle belli başlı özellikler etrafında incelenmeye çalışacağım. Şitâ irüp zükâl-i şâmı gerdûn Yakup nâr-ı şafaktan itse gülgûn Esîr idüp cihân Zâlını Behmen Ser-â-tâ-pâ kılur kaydını âhen Kış gelip gökyüzü akşam yıldızını yaktığında, şafağın ateşinden gül rengi (elde) etse Behmen, dünya Zâl’ını esir edip baştan ayağa zincire vurur.) Lâmi’î, ‘’Vasf-ı Şitâ-yı Bursa’’ bölümünü bu beyitle açmaktadır. Beyitte kışın geldiğini tarif etmektedir, bunu ‘’şitâ irüp’’ cümleciğinden anlıyoruz. Kar, genellikle akşam vakti yağmakta ve insanlar şafağın ateşinin yanmasıyla, sabahın oluşuyla karın yağdığını fark etmektedir. Şair, bu duruma telmih yapıyor olmalıdır ki gökyüzüne ‘’zükâl-i şâmı’’ yakma görevini vermiştir. Gökyüzü, ikinci beyitte ‘’nâr-ı şafak’’ özelliğiyle yer almıştır. Gökyüzü, şafağın ateşinden gül rengi elde etmesiyle birlikte ikinci beyitte kaynağını Şehnâme’de yer alan ‘’Zâl’’ ve ‘’Behmen’’ hikâyesiyle yer alacaktır. Bu hikâye kısaca şöyle anlatılmaktadır: Behmen, Rüstem tarafından öldürülen kardeşi İsfendiyar’ın intikamını almak için, Sistan diyarına gelir. Rüstem’in babası Zâl’i tutuklatıp zincire vurdurur ve Rüstem’in oğlu Feramuz’u da feci bir şekilde öldürtür. İşte Behmen ve Zâl arasında geçen bu hikâye, Lâmi’î’nin anlatacağı kış tasvirine ilham olmuştur. Behmen’in Zâl’ı esir etmesi ile kışın şehri esir etmesi arasında Lâmi’î bir ilgi kuruyor. Gümiş pervâneler tutup sipihri Söyündürmek dilerler şem’-i mihri

( Gümüş pervâneler, göğü tutup güneş mumunu söndürmeyi dilerler. ) Lâmi’î, bu beyitte ‘’Şem ü Pervâne’’ imajını kullanmıştır. Şem, kelime anlamı olarak ‘’mum’’ manasını taşır; pervâne ise mumun etrafında dönen bir böceğin adıdır. Pervâne, şem’in etrafında dönerek ateşe kapılarak can verir. Ancak Lâmi’î burada öyle bir hayal gücü geliştiriyor ki pervâne, ‘’şem’’i söndürmek istiyor. Üstelik şair kış mevsimini anlatması dolayısıyla pervâneleri gümüş renkli olarak tasvir ediyor. Pervânelerin gümüş renkli oluşu bize karı hatırlatır ya da bulutları hatırlatabilir. Gümüş pervânelerin varlığı, yani kar ve bulutun varlığı, güneşin yokluğunu da beraberinde getirir. Dolayısıyla gerçekte mümkün olmayan durum, yani pervanenin mumu söndürmesi durumu, beyitte Lâmi’î vasıtasıyla mümkün hâle getirilir. Sehâbı lakve idüp bâd-ı sermâ Lu’âbı agzınun turmaz akar hâ ( Soğuk rüzgâr, bulutun ağzına çarptığında (onun) ağzının suyu durmaz akar ha!) Burada kışın bir özelliği olan rüzgâr ve rüzgârla birlikte gelen bir hava olayı yani yağışlar anlatılmak istenmiştir. Şair, ‘’bâd-ı sermâ’’yı, soğuk rüzgârı ve ‘’sehâb’’ı, bulutu kişileştirerek kışın bilinen bir gerçeğini anlatmak istemiştir. Kışın havalar soğuduğu zaman esen rüzgârın da karakteri soğuk olur ve bu karakterdeki rüzgâr, gökyüzündeki bulutlara çarparak yağışlara ortam hazırlar. Şair beyitte bunu ‘’ağzının suyu durmaz akar’’ diyerek kendince anlatmıştır. Gögerüp çarh tutar mihri lerze Tonup kalur sovukdan şîr-i şerze ( Gökyüzü aydınlanıp güneşi titreme tutar, kudurmuş aslan soğuktan donup kalır.) Kış mevsiminde güneş, ikinci planda kalan bir kahramandır. Beyitte de güneş, titreme halindeyken verilmiştir. Güneşin titreyişte olması, onun yeryüzüne ışıkları saçma şeklini de etkileyecektir. Titreme halinde olan güneş, yeryüzüne tam bir şekilde ışık saçamaz. Kış mevsiminde ise güneş, sadece ışığıyla kendi varlığını gösterir ancak titreme halinde olduğu

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


için insanlar, gökyüzünde aydınlanan güneşin sadece ışığından faydalanırlar, yaydığı ısıdan faydalanamazlar. Kış mevsimi, soğuğu beraberinde getirmiştir. Soğuktan nasibini almayan bu mevsimde yoktur. Öyle ki ormanların tek hâkimi olarak nam salan aslan bile soğuktan donup kalmıştır. Şair, beyitte bu aslanı kudurmuş olarak vermektedir. Kış mevsimi, bu aslanın elini, dilini bağlamış ve aslan, donup kalmıştır. Zemîni örs idüp enhârı pûlâd Sovuk âhen döger haddâdveş bâd ( Soğuk, yeryüzünü örs, ırmakları çelik edip bir demirci gibi rüzgâr demir döver.) Lâmi’î, demircilik zanaatından ilham alarak kış soğuğunu demircinin demiri dövüşü gibi düşünmüştür. Yeryüzü burada demircinin kullandığı örs, ırmaklar da çeliğe benzetilmiş; soğuk, demirci ustası olmuş ve burada rüzgâr, demircinin demiri döverken kullandığı alete benzetilmiştir. Gerçek anlamda da beyite bakılacak olursa kış mevsimi, çeşitli yerlerde demir kadar sert geçmektedir. Şair de Bursa’nın kışının da tıpkı bir demir gibi bir çelik gibi sert geçtiğini kullandığı kelimeler yoluyla anlatmıştır. Kılurlar i’tikâfı hânelerde Kalurlar kûşe-i kâşânelerde (Onlar, evlerine kapanırlar, köşelerinde kalırlar. )

köşklerinin

Kış mevsiminin bir önemli özelliği vardır ki o da insanları evlerine kapatmasıdır. Havanın soğuk oluşu, bulutların, yağmurun ve de karın varlığı, güneşin yokluğunu da beraberinde getirmiştir. Havanın güneşle aydınlanmadığı, ısınmadığı zamanlarda insanlar dışarı çıkmak istemezler. Önceki beyitte de söz edildiği üzere kış mevsimi ile birlikte gelen soğuk hava, kudurmuş aslanı bile dondurmuştur. Bursa’nın insanları da şairin gözünde kışın soğuğundan kurtulmak adına evlerinde kalmayı yeğlemişlerdir. Şair, bu beyitle bu gerçeğe atıfta bulunmuştur. İdersen dilde candan i’tikâfı Sovukdan zikr odıdur sana kâfi

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

( Gönülde bir yere kapanmayı candan edersen sana yeterli olacak olan soğuktan zikir ateşidir.) Önceki beyitte yer alan ‘’i’tikâf’’ kelimesi, bu beyitte şair tarafından yine kış mevsiminin olanakları içinde yer alıyor ancak beyitin bütününe bakıldığında şairin ne demek istediği daha iyi anlaşılacaktır. İ’tikâf, bir yere kapanmak, bir köşeye çekilmek anlamlarını taşır ancak burada yalnız kalarak Allah’a yakın olmayı kastetmiştir. Kişi candan bir şekilde yalnız kalıp Allah’a yakın olmayı isterse kış soğuklarından korunmayı da isteyecektir. Allah’la yalnız kalan kişi, i’tikâf vakitlerinde Allah’ın zikrini yaparak kışın soğuklarından korunacak ve yaptığı zikrin ateşiyle ısınacaktır. Yani şair burada Bursa’nın soğuklarından kurtulmanın yolunun zikir ateşinden geçtiğini dile getirmektedir. İderler şiddet-i sermâya hande Ururlar hey şitâ-yı pür-gezende (Onlar, soğuğun şiddetine gülerler; hey elem dolu kış (diye) söylenip dururlar. ) Şair, burada Bursa’da yaşayanların kıştan ne anladıklarını, kış mevsiminin onlarda uyandırdıkları izlenimi nazım ipliğine dizmiştir. Bursalılar, kışın getirdiği soğuğun şiddetine


gülmektedirler. Soğuğun şiddetine gülmeleriyle birlikte bir yandan kıştan şikâyet etmektedirler. ‘’Gezende’’ kelimesi, zarar, ziyan; elem, keder; musibet ve bela anlamlarını taşıyan bir kelimedir. Bu kelime ‘’şitâ’’ kelimesiyle bir araya geldiğinde ‘’elem, keder, zarar, ziyan, bela dolu kış’’ anlamını kazanır. Gerçekten de kış mevsimi insanların ruhuna elem ve keder getirir. Bahar ve yaz aylarında mutlu olan, kanı kaynayan insanlar, kış mevsimiyle birlikte kendilerini eleme ve kedere sürüklerler. Musibet ve bela mevsimidir çünkü insanlar kış mevsimi ile birlikte birçok zorluğa göğüs germek ve karşılaştıkları zorlukların üstünden gelebilmek için musibet ve belalarla baş etmek zorunda kalırlar. Zarar ve ziyan mevsimi olması yönüyle kış, insanlara ve çevreye farklı açılardan çeşitli zararlar verirler. İnsanlar, bu zararları ortadan kaldırmakla uğraşırlar, uğraştıkları zaman da kışın bu özelliklerinden şikâyet ederler. Şair de kış mevsiminde yaşanan bu durumlardan yola çıkarak bir tezada başvurmaktadır. Gözi dörd olur âteş hasretinden Olur külhan esîri hayretinden ( Onun gözü, ateşin hasretinden dört olur; hayretinden hamam ocağının esiri olur. ) Lâmi’î Çelebi, şehrengizinde kış mevsimini anlattığı bölümün bu son beyitinde, Bursalıların kış mevsiminden ettikleri şikâyetler sonucu sıcağa nasıl hasret kaldıklarını anlatmaktadır. Bu

durum sadece Bursa’da yaşayanlara özgü olmayıp tüm insanlar tarafından hissedilen ve dillendirilen bir gerçektir. Kış mevsiminin getirdiği soğuğun şiddetine gülüp geçen insan bir yandan da kışın getirdiklerinden şikâyet etmektedir. Kışın getirdiklerinden şikâyet eden insan, ateşin hasretinden gözlerini dört açar. Gözlerini dört açmasının sebebi de o devrin kış şartları göz önüne alındığında ateşin zor elde edilmesine bağlanabilir. Ateşi elde etmek isteyen biri, gözlerini dört açmak durumundadır. Ateşin hasretine kapılan bu kişi hayretinden külhanın, yani hamam ocağının esiri bile olur. Hamam ocakları, çok sıcak olması yönüyle dikkati çekici bir unsurdur. Beyit bağlamında dikkate alındığında ateşin hasretiyle gözünü dört açmış bir insan, ateşten ayrı kalmamak için külhanın esiri bile olur. Sonuç Lâmiî Çelebi, yazdığı ‘’Bursa Şehrengizi’’ ile şehrengiz türü içinde en önemli yeri edinen, eseriyle hem kendisine hem de yazdığı şehre ün kazandırmış bir şairdir. Lâmi’î’nin şehrengizini bu kadar güzel ve önemli yapan da şehrin güzellerinin yanında güzelliklerini de ele almış olmasıdır. Şehrin doğal güzelliklerini, dış çevresini, yapılarını ve mevsimlerini ele alışıyla Bursa’nın kelimelerle çizilmiş panoramik bir resmini yapmıştır. Çalışmada Lâmi’î’nin şehrengizde Bursa’nın kışını anlattığı ‘’Vasf-ı Şitâ-yı Bursa’’ bölümü, şairin kış mevsimini ele alışı bakımından bölümden seçilmiş beyitler etrafında incelenmiştir. Şair, yeteneğini gözlem gücünün emrine vererek kış mevsimini bütün gerçekliğiyle tarif etmiştir. Kışın soğukla birlikte geldiğini, soğuğun insanların canlıların ellerini, dillerini bağladığından söz etmiş; kış mevsiminde rol oynayan kahramanları şiir dünyasının el verdiği ölçüde şiirine almış ve onların Bursa’nın kışında ne denli rol oynadığını anlatmıştır. Kıştan şikâyet eden insanların bir yandan kışın soğuğuna güldüklerini ve bu insanların ateşin hasretiyle gözlerini dört açtıklarını dile getirmiştir. Denilebilir ki, soğuk, sıcağa kavuşacak; kış geldiği gibi gidecek ve bahara kavuşacaktır.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Işık Selin ORHUNTAŞ

“Yüreğim, tipili bir günde bir dağını, bir tepeni tırmandığım andaki gibi atıyordu.” Ferit Edgü’nün Hakkari’de öğretmenlik yaptığı zamana ait anılardan oluşuyor “O”. Kitabın asıl ismi “O”. Ancak 1977’de Tezer Özlü’nün “Neden filmi çekilmiyor?” fikrini ortaya atmasından sonra ismi değişiyor. Onat Kutlar senaryoyu yazıyor ve yönetmen koltuğuna Erden Kıral oturuyor. Başrolde Genco Erkal. Sıkıyönetimin denetimine takılıyor film. O zamanlar için büyük cüret. Berlin Film Festivali’nden ödülle dönüyor ve Türk romancılığında “Hakkaride Bir Mevsim” ismiyle tekrar yer alıyor. Kitapta sürgün bir köy öğretmeninin dilini, kültürünü, iklimini bilmediği insanların arasında yaşamaya çalışması şiirsel bir dille anlatılıyor. Aslında mesele çok yönlü. “O” isminden bakarsak yabancılaşma, Batı’dan Doğu’ya gelmekle bir sürgün, “Na” dışında hiçbir kelime bilmemeyle de yüzleşme. Okur nereden bakmak istiyorsa orayı görebilir metinde. Kitap iki bölümden ve 65 başlıktan oluşuyor. İlk bölüm ile ikinci bölüm arasında çok fark var. Anlatıcının olgunlaştığını görebiliyoruz. Bu açıdan olgunlaşma romanları içinde yer alabilir.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

Aynı zamanda konu “Kafkaesk” hava taşıdığından Türk edebiyatında Kafkaesk eserlere de örnek olabilir. Ferti Edgü’nün kendine has romanı ve kendine has cümleleri bu ayki dosya konumuza da uygun düşecek. Anlatıcı denizcidir ve teknesiyle Hakkari’ye sürüklenmiştir. Burada geçireceği zaman boyunca denizi arayacak ve uçsuz bucaksız dağları denizlere benzetecektir. Ayrıca bir denizci için iklimle mücadele de başlayacaktır. “Söyledim değil mi, teknem kayalara çarpıp battı. Ve kendimi burada buldum. Söyledim değil mi, kızgın kumların üstünde değil, deniz kıyısında değil, başı bulutlarda bir yerlerdeydi bu kayalar. Kendime geldiğimde, çevremdeki insanlara denizi ve tayfaları sordum. Hiçbir şey anlamadılar. Karların üstüne, (çünkü karla kaplı kayaların üs tünde bulmuştum kendimi) bir çubukla denizin dalgalarını çizdim. Bir de gemi.


Bilmediler. Deniz nasıl anlatılır? Çevremdekiler, yaşamları boyu görmemişlerdi denizi. (Bunu sonradan öğrendim.) … Ön ve Sonsöz’de Hakkari’ye uzaktan bakar: “Hak. Kentim Çileli gözlerin Cüzzamlı derin Ve-kar ile devam eder adın. İrtifa bin altı yüz metre. Nüfus on bin Yarısı asker. Ne yolun var, ne suyun...” “Gereği Düşünüldü” başlığında kahraman oraya adapte olmak için yaptıklarını anlatır. Neyle geçineceğini ve ne yapabileceğini köylüye sorar. Yazar, bunları Hakkari’den çok uzakta yazdığı için çoğu kez iç hesaplaşmaya dönüşür: “Bir zamanlarda güneşlerde yanan sen, şimdi, biraz da diz boyu karın ayazında yanacaksın, diyordum. Eskiden kalanlara yenileri eklenecek.” Sınıf başlığı altında öğretmenlik yapacağı öğrencileriyle tanışır. Burada köyün sosyal durumunu gözler önüne serer: “Hiçbirinin ayağında çorap olmayan giderek bazılarının ayağında ayakkabı bile olmayan yani yalınayak yalınayak, ama karlar

üstünde yalınayak, mosmor ayaklı yalınayak çocuklar hiçbirinin önünde kalem, defter, kitap olmayan çocukla tam yirmi bir çocuk, saydım on altısı erkek, beşi kız” Daha önce onun gibi sürgün olmuş kaderdaşının mektupları eline geçer. Mektupları yazan bir sevgilidir. Şu anda bulunduğu yeri merak eder ve ondan fotoğraf çekip atmasını ister. Öbür yandan köyde peş peşe bebek ölümleri gerçekleşmektedir. “Ama önerisi hiç de aptalca değil. Bir an düşündüm. Yetersiz sözcüklerinle anlatacağına, çek fotoğraflarını yolla. Ben buyum de. Burada yaşıyorum de. Çocukları anlatacağına portrelerini çek yolla. Yetinme, ellerinin ve ayaklarının fotoğrafını çek ve yolla. Karların üstünde, şahrem-şahrem yarılmış, pabuçsuz, çorapsız ayakların fotoğraflarını çek yolla…” Tabiatla mücadele süreci içerisinde duygudan duyguya atlar anlatıcı. Çoğu kez büsbütün yabancı olduğu yere hayranlıkla bakar. Gün Doğumu başlıklı yazıda şöyle anlatır: “Elbet sabah da olur, zamanı gelince, elbet, yalnız kentlerin, denizlerin, düzlüklerin üstünde doğacak değil ya güneş, elbet, hurda

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


da, olduğumuz yerde de, karların, karlı kayaların üstünde, ağaçsız çıplak dağlarda da doğar güneş, tüm güzelliğiyle, tüm korkunçluğuyla. Açarsın pencereni, bakarsın, karşı tepeden yükseliyor güneş. Al ışınları karların üstünde yansımakta. Bir gün daha başlıyor, dersin. Gece bitti, dersin. Uykusuz, uykulu, düşsüz, korkulu düşlerle dolu bir gece daha bitti, dersin. Sancılarla dolu bir gece daha bitti ya, gene sabah oldu ya, dersin. Çok şükür gene sabah oldu, dersin. Güneşin yükselişini, gözle görülen yükselişini izlersin bir kez daha, daha yüzlerce gün izleyeceğin, başkalarının binlerce, binlerce gün izlediği gün doğumuna, sanki yeryüzünün ilk gün doğumuna tanık olan1 ilk yaratıkmışsın gibi bakabilirsin.” Karın nisana kadar kalkmadığı coğrafyada okuldaki derslerden biri de oyun olur: “Onlara döndüm. Elimden geldiğince gülümseyerek, Hadi çocuklar, dedim, dersimiz oyun. Dışarı çıkalım. Hep birlikte bir kardan adam yapalım. Burnuna koyacağımız havuç yok, ama bir tezek parçası koyarız. Göz olarak koyacağımız kara zeytinlerimiz yok, ne yapalım biz de gözlerini oyarız. Eline vereceğimiz süpürge yok, ama bir çifte veririz. Dergilerdeki kardan adamlara benzemeyecek ama, aldırmayın, İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

bizim kardan adamımız da böyle olur, deriz soranlara. Soran olursa. Çocuklar, karları yuvarlamaya başladılar. Birbiri ardı sıra koca kar yuvarlarım getirip yığıyorlardı yan yana, üst üste. Başladık bir kardan adam yapmaya. Bahara değin yaşar dağ başında yapılan kardan adam. Kardan adamı yaptıktan sonra b ağırdım çocuklara: Okulu tatil ettim! … Kendime dedim ki: Düşlerin birer kara çarşaf onlar da beyaza dönüşecek. Baksan, nereye baksan o bitmek bilmeyen, göz kamaştıran göz kırpan beyazlık. Hadi unut karları, kahvesizliğini, tütünsüzlüğünü, kadınsızlığını, ölümleri. Hadi yavrum, hadi sevdiğim, hadi tutkunum, kalk yürüyelim beraber ayağımızda ordu malı hedikler . . . Dur. Şimdi değil. Yarın sabah. Kar kapamış yolları. Ziyanı yok biz açarız eski yolları değil, yeni yolları açarız çocuklarımızla birlikte yirmi bir çocuğumuzla birlikte, bize kalanlarla birlikte. Ama şimdi sen yarınki dersine hazırlan.”


Bunu da oku! YAZ İZLENİMLERİ ÜZERİNE KIŞ NOTLARI- Fyodor Mihayloviç Dostoyevski / İletişim Yayınları Dostoyevski’nin ilk Avrupa seyahatinin ardından kaleme aldığı Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları öfkeli ve alaycı bir Batı eleştirisidir. Dostoyevski, 1862 Haziranı’nda Petersburg’dan ayrılarak ilk kez Batı Avrupa seyahatine çıktığında, tedavi için gittiği bu topraklarda bir yandan da varlığını uzaktan sezdiği yoldan çıkmışlığı ve yozlaştırıcılığı arama niyetindedir. Yazar Avrupa’nın kültür başkentlerinde sivri kalemiyle Londralı hayat kadınlarından Fransız küçük esnafına herkesi Slavcı bakış açısıyla deşifre ederken karşı olduğu bir kültürün ahlâki ve siyasi zaaflarına olan öfkesini saklama gereği görmez.

KIŞ MASALI - William Shakespeare / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları William Shakespeare oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdüren efsanevi yazar. Konusunu Robert Greene’in ilk kez 1588’de basılan Pandosto adlı yapıtından alan Kış Masalı, ilk üç perdede dramatik bir yoğunluğa, son iki perdede ise fantastik bir gerçekliğe sahiptir. Tür açısından sınıflandırılması oldukça zor olan bu oyunun ilk temsili 1611 yılında sarayda gerçekleşmiştir. Oyunun başkişisi Kral Leontes’in Shakespeare’in yazınsal evrenindeki diğer kralların kaderlerine benzemeyen kaderinde, I. James’in tahta geçişiyle başlayan mutlak monarşi döneminin izleri görülebilir.

KAR YAĞIYOR HAYATIMA - Selim İleri / EVEREST YAYINLARI "Selim İleri’nin anılarını okuduğumuzda kendisinin tam da romanları ve öykülerinde olduğu gibi öz yaşamında da duygularını, tüm içtenliği ve iniş çıkışlarıyla yaşamayı içselleştirmiş, öyle yaşamayı seçmiş bir yazar olduğunu görüyoruz. Yazarın değerleri, popüler kültürün değerleriyle örtüşmüyor. Onun meselesi başka. Onu, bilinmeyenler, görmezden gelinenler, değeri anlaşılamayanlar, artık sözü edilmeyenler ilgilendiriyor. İleri, anıları kırıldıkları yerden özenle yapıştırmaya uğraşıyor..." Afife Jale, Ahmet Muhip Dıranas, Azra Erhat, Behçet Necatigil, Belgin Doruk, Cahide Sonku, Cahit Uçuk, Diclehan Baban, Feriha Tevfik, Haldun Taner, Halide Edib Adıvar, Kemal Tahir, Kerime Nadir, Memet Fuat, Nisa Serezli, Oğuz Atay, Sadri Alışık, Salih Zeki Aktay, Samet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Sevim Burak, Vedat Günyol, Yaşar Nabi Nayır, Zeki Faik İzer... Selim İleri'nin anılarından.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Bir Kış Günü St. Petersburg’da Kübra TARAKÇI “Dondurucu bir Şubat akşamüstünde eve dönüyordum. (...) Daha çok gençtim. Neva’ya geldiğimde bir an duraladım ve bu nehrin akıntısına dalıp gittim. Gece kente yavaş yavaş iniyordu. Bir anda bütün bir dünya, içinde oturan yoksulvarsıl bütün insanlarıyla ve o izbe konut, lüks konak ve saraylarıyla birlikte, bir düşteki büyülü hayaletlere dönüştüler. Ve birden bütün bu hayal ve düş evreni, aniden gökyüzlerinin o mavi alacakaranlığında buharlaşıp kayboldular. Anlatılmaz bir ürpertiye kapıldım. O kısacık sürede kalbim ani bir kan hücumuyla dolup taşar gibi oldu. İçimde ne tür tuhaf bir düşüncenin kıvılcımlaşıp parladığını pek anımsayamıyorum. Yalnız anlayabildiğim tek şey vardı; o da o ana dek içimde yalnızca kıpırtısını hissettiğim ama bilincine varamadığım bir şeyin varlığını olanca gücümle sezinledim.”

Dostoyevski İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

St.Petersburg… Rusya'nın ikinci, Avrupa'nın dördüncü büyük şehri. Baltık Denizi kıyısında… Neva Nehri üzerinde yer alan kırk iki adanın üzerine kurulmuş ve köprüler ile birbirine bağlanmış, 1703 yılında Büyük Petro tarafından Rus Çarlığı'nın Avrupa'ya açılan kapısı olarak kurulmuş bir tarihi şehir… İki yıl evvel, arkadaşlarla yaptığımız uzun Avrupa turu bittikten sonra büyük bir boşluğa düşmüştük. Türkiye'ye dönmemize de daha vardı. “Ne yapsak?” diye düşünürken Rusya Türkiye arasında vizenin kalktığını öğrenmiştik ve ardından kendimizi Letonya’dan Rusya’ya gitmek üzere otobüs terminalinde bulmuştuk. Letonya'dan Rusya otobüsle yaklaşık on dört saat. Bu on dört saatin bir an için hiç bitmeyeceğini sanmıştım. Otobüsten indiğimizde ayaklarımızı hissetmiyorduk. Zira, Türkiye’de olduğu gibi 3 saat git, mola ver, 5 saat git, mola ver mantığı yok. Sadece sınırda otobüsten indik o kadar. Güzel olan bir şey vardı ki o da Avrupa'nın diğer ülkelerinde olduğu gibi


"others" bölümünden geçmek zorunda kalmamış olmamızdı. Vize problemimiz olmadığı için çok havalıydık :) St. Petersburg’a inip, hotelimize yerleşip, biraz dinlendikten sonra şehri keşfetmeye başladık. Bu şehir birçok ilginç yönüyle bizi etkiledi. En ilginci de Kiril Alfabesi'nin kullanıldığı tabelalar. Sokağa çıktığımızda dikkati çeken ilk şey bu tabelalar oldu. Diğer ülkelerde görmeye alışık olduğumuz Burger King, Starbucks gibi markaların hepsi Kiril harfleri ile yazılıydı. Riga ile de birçok farklılıkları vardı. En basitinden Riga'da kafelerin birçoğu akşam sekizde kapanıyorken St. Petersburg'da sabaha kadar açıktı. Şehrin en önemli caddesi, adeta kalbi Nevsky Prospekt Caddesi. Gecesi ayrı gündüzü ayrı güzel caddenin. Şehrin gezilecek birçok tarihi mekanının yanında çok sayıda kafe de mevcut bu caddede. St. Petersburg’a kışın gitmek elbette çok etkileyiciydi ancak bunun dezavantajlarını da yaşadık. Biz kışın gittiğimiz için maalesef şu meşhur "Beyaz Geceler”e şahit olamadık. Çünkü kışın deyim yerindeyse siyah gündüzler var. ☺ Gündüzler o kadar kısaydı ki…

Şahit olamadığımız bir diğer olay da meşhur köprünün gece yarısından sonra açılma olayı... 15 °C'ta saatlerce beklememize rağmen artık bizim şanssızlığımızdan mıdır bilinmez bir türlü köprü açılmadı. Hava St. Petersburg’ta o kadar soğuk oluyordu ki -5, -8 derecede kendimizi şanslı hissediyorduk. St. Petersburg’da soğuk kadar edebiyat tarihini de iliklerimize kadar hissettik tabii ki. St. Petersburg bir edebiyatçıya çok farklı duygular uyandıran bir şehir. Adımlarımı attığım o sokaklarda kimler kimler yürümüş... Kimi sokaklarında gezerken şiir yazmaya karar vermiş, kimi sokakta gördüğü kadına aşık olup roman yazmaya... St. Petersburg, Dostoyevsky’nin romanlarında ve Pushkin’in şiirlerinde bahsi geçen bir kent. Dostoyevsky, St Petersburg için, “Dünyanın en sakin kenti” der. Malaya Morskaya Ulitsa adlı sokak, Dostoyevski, Turgenyev, Çaykovski ve Gogol’un yaşadığı, hatta Bir Delinin Hatıra Defteri’nin yazıldığı sokak. Sanat dünyasının bu önemli sokağı 100 kg saf altın kaplı kubbesiyle kentin önemli simgelerinden olan Aziz İshak Katedrali'ne çıkıyor. Dünyanın en büyük kubbelerinden birine sahip olan Rusya’nın ana

Hermitage Müzesi

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Saray Meydanı da yine görülmesi gereken yerlerden biri. Kışlık Saray ve yarım daire şeklindeki bakanlık binalarıyla çevrili meydanın merkezinde 1812 yılındaki savaşa ait 42,5 metre yüksekliğiyle dünyanın en yüksek sütunu olan Alexander Sütunu var.

katedralinin içi heykeller, parlatılmış taşlar, resimler, mozaikler ve özel camlarla kaplı. Bu şehrin en önemli yapısı Hermitage Müzesi. İçinde 3 milyon eserin olduğu müzeyi pazartesi günleri hariç gezebilmeniz mümkün. Öğrencilere giriş ücretsiz :) Admiralteysky‘de bulunan St. Isaac Katedrali ise şehrin görüntüsüne renk katan, altın ve granitten yapılma bir kubbeye sahip.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

Pisa nasıl Pisa Kulesi ile, Venedik nasıl kanalları ile bütünleşmişse St. Petersburg da Voskresenia Khristova Kilisesi ile bütünleşmiş. Bu kilise ile bir fotoğrafınız yoksa St. Petersburg'a gelmiş sayılmazsınız. Burada olan en önemli olay ise Rus Çarı II. Alexander'ın öldürülmesi. Rus çarı, bu kilisenin yakınında suikast sonucu öldürülmüş. Bu nedenle, öldürüldüğü yere bir anıt dikilmiş. Vee gece muhteşem ışıklandırması ile beni büyüleyen Saint Peter ve Paul Kalesi. Kale ilk olarak İsveç ordusu ve donanmasına karşı savunma amaçlı planlanmış, fakat kalenin yapımı bitmeden Rus orduları İsveçlileri mağlup etmeyi başarmışlar. Kale tamamlandıktan sonra askeri garnizonun bir parçası ve siyasi mahkûmlar için hapishane olarak kullanılmış. Hapishanenin ünlü mahkumlarından bazıları Peter’in kendi isyankar oğlu Alexei,


Voskresenia Khristova Kilisesi

“Seviyorum senin amansız kışının Kımıltısız havasını ve ayazını Geniş Neva boyunca kızakların koşusunu Kızların güllerden parlak yüzlerini Ve parıltını ve uğultunu ve balo konuşmalarını” Aleksandr Puşkin (Bronz Atlı’dan)

BONUS - Okuma Önerisi PETERSBURG ÖYKÜLERİ - GOGOL “Gogol’ün Rus edebiyatının kaderini değiştiren hikâyelerini bir araya getiren Petersburg Öyküleri, kendisinden sonra gelen yazarlar kuşağı için büyük bir ilham kaynağı oldu.

Dostoyevski, Gorki, Troçki ve Lenin'in ağabeyi Alexander'dır. Ayrıca katedralin kubbelerinden birinde bulunan sütunun tepesinde altın kaplı Haç Tutan Bir Melek figürü vardır ve bu sütun 404 metre yüksekliği ile şehrin en yüksek yapısı. Dünyanın en büyük ve en eski müzelerinden olan Ermitaj Müzesi de burada yer alıyor. 1764 yılında Çariçe II. Katerina kurulan müze tam 3 milyondan fazla eseri barındırıyor. Müzeye girebilmek için buz gibi havada tam bir buçuk saat sıra bekledik demek isterdim ama bekleyemedik. Pişman mıyım? Evet. Kısmet bir dahaki sefere artık. St. Petersburg'da görülmesi gereken o kadar çok yer var ki belki de biz bu kısa gezimizde sadece şehrin yarısını görebildik. Umarım bir daha bu güzel şehre yolum düşer eksik kalan parçaları da tamamlama imkânı bulurum.

Petersburg Öyküleri’nde, Rusya’nın ünlü bulvarlarından geçip memurların tekdüze yaşamlarına, soyluların gösterişli yemek davetlerine, yoksul bir ressamın virane atölyesine konuk oluyoruz. Kahkahayla gözyaşı arasında hassas bir dengede ilerleyen öyküler, her satırda bize gülmenin karanlık yüzünü hissettiriyor. Yayımlandığı dönemde Gogol’ün büyük toplumsal tepkiyle karşılaşmasına sebep olan öyküler, Çarlık Rusyası’nda yaşanan sosyal sınıf çelişkisini zekâ dolu bir alaycılıkla yansıtıyor.”

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Kış Filmleri Tuğçe ERKOL Kış mevsimini hemen hemen yarıladığımız ama doyasıya kar göremediğimiz şu günlerde en iyi gidecek şey belki de kar, kış, buz temalı filmler izlemek. Çekilen filmlerin büyük bir kısmında bu saydığımız üç şey olsa da biz en güzel ve en özel olanları sizler için seçtik. Öncelikle keyifli okumalar dileriz...

adlı genç bir kız da vardır. İki genç, şans eseri tanışacak, aralarındaki sınıf farkına aldırmaksızın birbirlerine yakınlaşacaktır. Bu arada doğa insanoğlunun günden güne artan kibrine bir nokta koymayı planlamaktadır. Yola çıkılmasından dört buçuk gün sonra, 10 Nisan 1912'de, Titanic iki saat kırk dakika süren ve sulara gömülmesiyle son bulan, hazin olayların başlamasına neden olacak buz dağına çarpacaktır. Film boyunca buzul denizinin soğukluğu ve acılığı iliklerimize kadar işler.

3) The Grinch (2000) 1) Home Alane / Evde Tek Başına (1990) Bir doksanlar klasiğidir Evde Tek Başına. Kevin aldığı ceza üzerine geceyi evlerinin çatı katında geçirir ve ertesi gün yatağında uyandığında ailesinin evde olmadığını, tatile giderken onu unuttuklarını fark eder. Başta panikleyen Kevin bunun fırsat olduğunu çok geçmeden anlar ve yalnızlığın keyfini çıkarır. Fakat bu arada eve gözlerini dikmiş olan iki hırsızı evden uzaklaştırmak artık Kevin'a düşmüştür. Filme hakim olan manzara ise karlı Noel günleridir.

2) Titanic (1997) Düşler Gemisi diye adlandırılan dev transatlantik Titanic'in hikayesini bilmeyenemiz yoktur. Geminin yolcuları arasında Avrupa'da birkaç yıl geçirdikten sonra Amerika'ya dönmekte olan, Jack adlı genç bir ressam ile nişanlısı ve annesiyle Philadelphia'ya giden Rose

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Noel coşkusu, Whoville kasabasının her sokağında müthiş bir şekilde yaşanmaktadır. Noel heyecanı artık çok yakındır. Kasaba


halkının tek derdi, diğer insanlara çok güzel hediyeler almaktır. Bu kasabaya Crumpit Dağı'nın tepesinden bakan Grinch ise Noel'den nefret etmektedir ve bu zavallı insanların neden bu kadar aptal göründüğünü sorgulamaktadır. Tek isteği, onları Noel'i beklediklerine pişman etmektir.

4) Ice Age (2002) Buzul Çağı'nın hüküm sürdüğü zamanlarda uzun tüylü, kendi halinde bir mamut; karizmatik ve dişli bir kaplan ve muzır bir rakun, nasıl olduysa bu kaos esnasında bir araya gelmişlerdir. Bu üç birbirinden farklı türe mensup hayvanın odağında ise tek bir mevzu vardır. Buldukları küçük bebeği, insanlara ulaştırıp o bebeğin hayatını kurtarmak...

henüz fark etmediği şey ise bu olayın, dünya popülâsyonunu etkileyecek bir doğal afetin tetikleyicisi oluşudur. Son üç haftadır aralıksız yağmurlar yağmaktadır ve tüm dünyada bir dizi iklimle ilişkili felaketler meydana gelmeye başlamıştır. Herkes dünyanın yeni bir buzul çağına girmekte olduğunu fark eder. İnsanlar, mümkün mertebe yaşadıkları alanları terk ederek güneye doğru daha sıcak iklim şartlarının olduğu bölgelere toplanmaya başlar. Jack, New York’ta mahsur kalan ve donma tehdidi altındaki oğlu ve arkadaşlarını kurtarmak için kendi canını ortaya koymaya hazırdır.

5) The Polar Express (Kutup Ekspresi) (2004) Geçirdiği Noeller nedeniyle artık Noel Baba'ya olan bir inancı kalmayan küçük bir erkek çocuğu, oldukça tuhaf bir trene atlayarak hiç bilmediği yollara düşer. İnancını sorguladığı için gideceği yere varmak onun için çok da heyecan uyandırıcı değildir. İçerisinde bir sürü mucizenin yaşandığı bu tren, Noel Baba'nın ikamet ettiği Kuzey Kutbu'na doğru yol almaktadır.

7) Eight Below (2006) Antartika’da, Dr Davis McClaren ile yaptıkları bir seferin ardından, kızak köpeği eğitmeni olan Jerry Shepherd, meslektaşları ile birlikte kutupları terk etmek zorunda kalır. Ciddi bir kar fırtınası yaklaşmaktadır. Köpeklerini daha sonra kurtarmak üzere bağlar. Ancak misyon çağırır ve köpekler kendi kaderlerine kalırlar. Altı ay boyunca Jerry kurtarma misyonu için bir sponsor arayıp dururken köpekleri hayatta kalma mücadelesi verirler. Maceracı ve güzel pilot Katie ise bu süreçte Jerry’nin yanında olandır.

6) The Day After Tomorrow (2004) İklim bilim uzmanı olan Jack Hall, Antarktika’da büyük bir buzulun koptuğunu keşfeder. Ancak

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


8) 120 (2008) Kış deyince akla gelen en büyük acımız Sarıkamış şüphesiz. 120’de anlatılan da adeta bir Sarıkamış vakası. Birinci Dünya Savaşı esnasında sınır birliklerinde cephane tükenir. Osmanlı ordusu cephanesiz kalır ve Van’da dehşet top sesleri duyulmaktadır. Kışın en sert zamanıdır. Ordu, Van’ın insanlarından yardım ister. Onların kaynakları mevcuttur. Ancak TürkRus harbi nedeni ile bölgenin tüm erkekleri imparatorluğun dört bir köşesinde savaşmaktadırlar. O nedenle de bu yardım çağrısına cevap veremezler. Van’ın çocukları bir şeyler yapmak isterler. Oğlunu savaşta kaybetmiş bir okulu müdürü cephanenin Sarıkamış’a nakledilmesini önerince 12-17 yaş aralığında 120 gönüllü çocuk yola koyulurlar. bastırması ve artan kar yağışı bu küçük taşrada en çok Aydın'ın sinirlerine dokunur ve onu uzaklara gitmeye teşvik eder...

10) The Revenant Hugh Glass kürkleri için hayvanları avlayan bir kuruluş için çalışan deneyimli bir tuzakçıdır. Fakat avlandıkları bölgelerde kendilerinden başka hem yerli Kızılderililer hem de Fransız

9) Kış Uykusu (2014) Aydın emekli bir tiyatrocudur; oyunculuğu bıraktıktan sonra Kapadokya'ya babasından yadigar kalan butik oteli işletmek için geri döner. Aydın o günden sonra başlayan kış uykusu bu gözlerden ırak otelin içerisindeki gündelikleriyle, kah yerel bir gazeteye köşe yazıları yazarak kah her zaman niyetlendiği ancak bir türlü başlayamadığı tiyatro tarihi kitabını yazmayı düşünerek geçer. Tüm bu süreçte hayatında iki kadın vardır: Kendisine her anlamda uzak ve soğuk davranan genç karısı Nihal ve boşandıktan sonra yanlarına taşınan kız kardeşi Necla... Kışın

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


birlikleri kol gezmektedir. Bir av ertesinde bir boz ayı tarafından ölümcül bir biçimde yaralanan Glass'ı, yavaşlamamak adına ekibi ölüme terk eder. Fakat bölgeyi herkesten iyi bilen avcı Glass hayata tutunur ve yavaş da olsa yaraları iyileşir. Zira yaşama tutunması için oldukça geçerli bir sebebi vardır…

Bonus 1: Beauty and The Beast (2012) Yaşlı bir dilenci genç bir prense bir gül verir ve karşılığında bir gecelik konaklayacak yer ister. Fakat prens dilenciyi reddeder. Dilenci bunun karşılığında prensi lanetler ve onu çirkin bir yaratık olan Beast'e, hizmetçilerini ise mobilyaya çevirir. Yaşlı dilenci prense sihirli bir ayna ve bir adet gül bırakarak 25 yaşına kadar gerçekten sevmeyi ve sevilmeyi öğrenirse bu lanetin ortadan kalkacağını söyler. Yıllar sonra Belle isimli güzeller güzeli bir genç kız ve babası Maurice çıktıkları bir yolculuk esnasında aniden bastıran kar fırtınasının da etkisiyle ormanda yollarını kaybederler ve kendilerini lanetli bir şatonun önünde bulurlar. Bu şato Beast'e aittir ve bu çirkin yaratık Belle'i alıkoyar. Belle bu lanetli yerden kurtulmak için mücadele ederken yıllardır süren büyük sırları öğrenecektir. Animasyon tarihinin en iyi birkaç yapıtından biri olan film, Disney'den çıkan peri masallarının en değerlilerinden biri.

Bonus 3: Harry Potter Harry Potter serisinin en önemli dönemlerindendir Hogwarts’taki Noel tatilleri. Her kitapta mutlaka yer alan bu dönemde öğrencilere ailelerinden gelen Noel hediyelerinin heyecanı yaşanır. Ron’un hayal kırıklıkları, Harry’nin hüzünleri hissedilir en ince noktasına kadar…

Bonus 2: Frozen (2015) Krallık, Karlar Kraliçesi'nin laneti sonrasında ebediyen sürecek bir kış mevsimine mahkum edilmiştir. Bu krallıkta yaşamakta olan maceracı ve iyi kalpli Anna, Karlar Kraliçesi'ni bulup laneti sona erdirmesini sağlayarak, şehrinde yaşayan insanları eski güzel günlerine döndürmeye karar verir. Masalsı bir yolculuğu çıkan Anna'nın yol arkadaşı ise usta bir dağcı olan Kristoff'tur. Başarıya ulaşmaları için Karlar Kraliçesi'ni görüp tanıyabilmeleri gerekmektedir. Görünürde basit olan bu plan, izbe dağdaki yolculuk ilerledikçe zorlaşmaya başlar. Mitolojik yaratıklar ve ürkütücü büyüler eşliğinde süren yolculuğun her dönemecinde ayrı bir tehlike ortaya çıkar. Yolculuğun asıl zor yanı ise zamanla yarışıyor oldukları gerçeğidir.

Sıcacık evinizde, sevdiklerinizle birlikte keyifli seyirler dileriz...

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Yerli ve Milli, Düşük Bütçeli “Cadılar Bayramı”: Bocuk Gecesi Işık Selin ORHUNTAŞ

Mevsim geçişlerinin kutlanması taa Sümerlere kadar iniyor. Bu geçişlerin kutlanması da insanların tabiata dair korkuları ve korkularıyla başa çıkma yöntemini gösteriyor. İnsan nesli de kış gelince ne yapacağını şaşırıyor haliyle. Ben de dosya konumuzla bağlantılı olarak Trakya’da kış mevsiminin nasıl karşılandığını anlatacağım. Ama baştan uyarayım, korkmaya hazır olun. Çünkü ‘bocuk gelecek, hepimizi yiyecek.’ Bocuk Gecesi, Balkanlar Hristiyanları Bojic olarak adlandırıyor ama Edirne’de kutlanan gecenin bununla bir alakası bulunmuyor. Daha çok Trabzon’daki “Kalandar” gecesine benziyor. Bocuk’un kelime anlamı tam olarak bilinmiyor. Bir korku unsuru olarak kullanılıyor. Efsaneye göre, Kasım günlerinde (Hicri takvime göre kış ayları) 80 yaşındaki bocuk karısı 18 yaşındaki haline bürünerek sokaklarda

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

dolaşır, insanları korkutur ve hayvanları rahatsız edermiş. İnanışa göre bocuk karısından kurtulmanın tek yolu kabak tatlısıymış. Bunun için ahırlara kabak tatlısı bırakılırmış. Ayrıca ocak ayının ilk haftalarına denk düşen bu gecede kimse sokağa çıkmazmış. Çünkü bocuk karısıyla karşılaşıp ona yem olmaktan korkarlarmış. Bir başka rivayet ise, Bocuk gecesinin Balkanlar’da yaşayan Türklerin adeti olması


yönünde. Balkanlar’daki Hristiyan topluluklar kışın domuz eti pişirirlermiş. Domuz etinden yayılan ağır kokuyla baş edebilmek için Müslüman Türkler de –muhtemelen bulabildikleri nadir şeylerden biri- bal kabağını pişirirlermiş. Domuz eti kokusunu bastırabilen tek koku bu tatlının kokusuymuş. Bugüne evrilen halinde de olaylar şöyle gelişiyor ; Bocuk gecesi kışın en soğuk gecesi olarak da biliniyor. Yukarıda da sözünü ettiğim bocuk karısı bu gece ortaya çıkıp haneden bereketi almak için sokaklarda dolaşıyor. İnsanlar da bu gece eş dost, akraba, çoluk çocuk bir evde toplanıp ateşin başında bir şeyler pişirip yiyor. Gelen misafirleri de gece vakti sokakta dolaşan bocuğa yem olmasın diye göndermiyor. Köyün gençleri bocuk karısını temsilen beyaz çarşafa bürünüp yüzüne nişasta sürüp teker teker evlerin camını tıklayıp onları korkutuyor. Tabii bu esnada şarkılar, türküler ve maniler eksik olmuyor. Bu arada ev halkının pişirmek zorunda olduğu iki şey var; kabak tatlısı ve akıtma. Akıtmanın manasını tam olarak bilmiyorum. Bildiğim tek şey kahvaltı sofralarını süsleyen leziz bir şey olduğu. ☺ Ama kabak tatlısının zorunlu tutulması da Bocuk karısından kaçınmak için. Çünkü kabak tatlısının piştiği eve bocuk girmez, kabak tatlısından yiyen kişinin de tepesine binip rahatsız etmez. Bu gece uyuyan ya da topluluğa katılmayan olursa Bocuk’un gazabına uğruyor.

Edirne’nin Keşan ilçesine bağlı Çamlıca beldesinde 13 yıldır geleneksel olarak Bocuk gecesi kutlanıyor. Yaşlısından gencine herkes temsili olarak Bocuk kıyafeti giyip yüzünü boyuyor ve sokak sokak geziyor. Meydana vardıklarında da belediyenin düzenlediği etkinlik kapsamında tiyatro oyunu, dans gösterisi ya da DJ performansı izliyor. Bu sene 6 Ocak 2018 tarihinde düzenlenen Bocuk gecesi’ne ilgi büyüktü. Haliyle sosyal medyaya ve haberlere taşındı. Cadılar Bayramı çakması olduğu iddia edildi. Bu konuya açıklık getireyim. Bocuk Gecesi tamamen Türkler’e has bir şey. Aynı toprakları paylaştığımız halklarla aramızda mutlaka kültür alışverişi olmuştur. Lakin bu özel gün birdenbire ortaya çıkma değildir. Prof. Dr. Erman Artun “Tekirdağ Adetlerinde Bocuk Gecesi ve Sodenka” isimli çalışmasında detaylı olarak inceliyor. Bir başka araştırmacı Nazif Karaçam’ın “Efsaneden Gerçeğe Kırklareli” eserinde Kırklareli bölgesinde bu gecenin Kolada –Kolara Gecesi olarak kutlandığını belirtiyor. Bocuk gecesinin şekil ve isim değiştirmiş hali. Kukerler Gecesi Bulgaristan’da kutlanır. Bocuk gecesiyle benzer olarak, hayvan postu giymiş insanlar korku ögesine benzemeye çalışırlar. Temelde Bocuk Gecesi, kışın en soğuk gününü dayanışma içinde aile ve dostlarla birlikte geçirmenin bahanesidir. Zorluklarıyla birlikte gelen kış mevsiminin bolluk ve bereket içinde kötülüklerden uzak geçmesi dileğinin simgesidir. Bocuk kötülüğü ve evden bereketin çalınmasını temsil eder.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Tablolarda Kış Camille Pissarro (1830 – 1903) The Road From Versailles To Saint Germain At Louveciennes, 1872

Pierre-Auguste Renoir (1841 – 1919) Skaters In The Bois de Boulogne, 1868

Vincent van Gogh (1853 – 1890) Miners In The Snow Winter, 1882

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Trabzon’da Bir Kış Şenliği: Kalandar Hilal AKARSLAN Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz “Kalandar” nedir? Kalandar'ın Latince'de takvim anlamına gelen Calandae'den geldiği tahmin edilmektedir. Bazı kaynaklar da Kalandar'ın bölgede yerleşik Hristiyanlardan kalma bir gelenek ve Cadılar Bayramı'nın Anadolu'daki uyarlaması olduğunu belirtmektedir. Kalandar, Trabzon ve civarında miladi takvime göre 13 Ocak’a denk gelen hem Rumi yılın ilk gününü hem de mahalli takvimde yılın ilk ayı olan ocak ayını tanımlamak için kullanılan terimdir. Trabzon’un köylerinde Kalandar adetleri değişik şekillerde kutlanır. Kalandar sabahı, güneş doğmadan evdekilerden biri kalkar, evin her tarafına su serper, mısır haşlayıp evdeki çocuklara yedirirdi. O gün rızık meleklerinin evleri ziyaret edeceği inancıyla tüm kapılar açık bırakılırdı. Geleneksel olarak Kalandar gecesinde çocuklar dışarı çıkarlar ve evleri tekerlemeler söyleyerek dolaşırlardı. Çocuklar, ellerindeki torbaları İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

evlerin kapısına koyup kapıyı çaldıktan sonra evdekiler tarafından torbalara konulacak olan hediyeleri beklerler. Genellikle torbalara; şekerlemeler, fındık, meyve, ceviz konulurdu. Kalandar gecesi gezmelerinin en önemli özelliği çocuklardan birinin yüzünü karaya boyanmasıdır. Yüzünü karaya boyayan çocuk üzerine post alarak ayıya benzer, evleri öyle dolaşırdı. Evleri dolaşırken “Kalandar gecesi, devlet bacası, torbayı dolduran, cennet hocası” tekerlemesini söylerlerdi. Söylenen bir başka tekerleme ise şöyle: Kalandar soğuğunda Ya bakın kaldık dara Açın siz kapıları Biz geldik kalandara … Ne olursa alırız İste gelduk kapiniza Selam verduk yapinıza Selamumi almasanız Daha gelmem kapiniza


Hasret mi Vuslat mı? hasret mi, vuslat mı gün gece oldu yazıyorum demli geceye şiir çalıyorum dalıyorum derinlere neredesin seni arıyorum hangi alemdesin vuslatın demi hangi viranede sen ben uykusuzum yar ay'a bin de gel yokluk varlıktan uzakta gönülde hasret sen şiirde ruh kalpte aşk dilime keramet şiir demini alsın söz kısalsın gün geceye varsın ay kalsın kalemim eskilerin adamı eskiler kadar gür ve şanlı aşkımın şiiri ihtişamlı, akşamın halı turabtır

pirinçten taneler, akar şiire yareler yaralar bağlar, karalar ağlar dağlar yıkılır, ağlar yırtılır balıklar mefta, alıklar meftun şiirde efsun, dilimde yoksun kalbi okuyorsun, dilde yaşıyorsun sen şiir oluyorsun, ben seni buluyorum kavga da ediyoruz, biz gönül veriyoruz imtihandan geçiyoruz, imtina da ediyoruz sorular soruyoruz, aşıklara balık veriyoruz tutmayı da öğretiriz, yunus gibi severiz özümüz birdir bizim, şu şiir ki hepimizin

aksanın dili çoraktı, sensiz şiir çolaktır

adımız şiirdir bizim, söz ki dizim dizi

çalabın emri ikra, şiirim kalbe ikram

hasret mi vuslat mı, şiir mi roman mı

hicrette var hediye, vuslatım medinem

sorular sorgular, yorgun yolcular

ne diye bilmem söz, şiir biraz raz kalbe arz

örnek aşıklar, ördek bakışlar

sazda dem farz; arş ile yek farazi şu arazide bütünüz, mazide aşık küskün mahşerde hesap, düğün günü azap bir sen anlarsın, içten bir okursan

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

çatıp atışsak, bakıp yarışsak ve sonunda bitse, hasret evine gitse vuslat demini alsa, şiirler aleme kalsa ve böyle bir macera, yaşadık ve bitti işte dünya... Süleyman ERKUT


Kaktüs Durağı Adına şiirler yazdım adına söz, En az ben kadar eski, Kimine imge kimine gerçek Kimine saçma Kimine başkaca.

Henüz sonlanmadı yalnızlık Üstelik kuru gürültüler de çoğaldı Nasıl anlatsam paylaşmak gibi de değil Hep hayal kurmaya endeksli bu karanlık

Her şey yarım sanki olmayacak bir sabah Huzurun umutla beklediği bir bahar Mutluluk yine en moda halinden uzaktı Hayatın pencere kenarındaki kaktüs durağı

Merdümgiriz

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


Jean Paul Sartre’ın İzinde Sözcüklerin Peşinde Ayşe Bengisu AKDAĞ “Bir dışavurumdur şairlerin yaptığı da. Düzyazı yazarı düşüncelerini, duygularını ortaya döktükçe dile getirdikçe açıklar, aydınlatır oysa ozanlar “tutku”larını mısralara döktükçe onları tanımaz olur Sartre’a göre. Yani yazar konuşur, gösterir, ortaya koyar, açıklar; şairse hissettirir. “

Jean Paul Sarte “Edebiyat Nedir?” adlı deneme-tartışma türündeki eserine sözcükleri irdeleyerek başlıyor. Yazmanın ne olduğunu sorguluyor. Herkes “derdini anlatma derdinde” bu dünyada. Farklı şekillerde olabilir ama gaye aynı. Kimi bir fırça darbesiyle renklerle, kimi bir ezgiyle notalarla, kimi de sözcüklerle. Jean Paul Sartre burada önemli bir ayrım yapıyor ancak. Öncelikle ressamlar ve müzisyenler gibi boyaları veya sesleri kullananlarla yani sembolleri kullananlarla sözcükleri kullananları ayırıyor. Sonrasında ise sözcükleri kullananları da kendi aralarında ayırıyor: yazarlar ve şairler.

Sözcükler ne tuhaf… Onları bizler üretiyoruz, bizler var ediyoruz ama kendi düşünce dünyamız ve dilimizle ürettiğimiz bu sözcüklerin hepsini yaşayabilme gibi bir hakka sahip olamıyoruz. Mesela, insanoğlu adına “mutluluk”, “happiness”, “bonheur”, “saadet” demiş ama bu sözcüğü üretebilmiş olması onu yaşayabileceği anlamına gelmemiş. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi “Bir yaşanan sözcük vardır, bir de rastlanan sözcük.” Belki buna “yaşanamayan sözcük” de eklenebilir.

Sartre’a göre bir ressam resminde bunalımı, mutluluğu, aşkı veya nefreti resmetmez. Örneğin Van Gogh “Yıldızlı Gece” tablosunda “Bunalımımı ifade etmek için şu ön kısma büyük ve karanlık bir selvi çizeyim, ruhumdaki girdabı birbirine geçmiş yıldızlarla dile getireyim” dememiştir. Bu gök bir bunalım göğü”, ya da “bunalan bir gök” değildir; nesneleşmiş bir bunalımdır bu. Bu bunalım, bizlerin “çıkarım” yoluyla izah getirdiği bir bunalımdır ve son derece öznel de olabilir. Ancak yazarlarda bu söz konusu değil.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Romanlarda, hikayelerde bunalım yaşayan insanı açıkça dile getirir yazar. Bizler çıkarım yapmayız. Sartre şu örnekle açıklık getiriyor konuya: “Yazar kılavuzluk edebilir size ve eğer bir gecekonduyu anlatıyorsa, bu gecekonduyu toplumsal adaletsizliklerin simgesi yapıp öfkenizi kışkırtabilir. Ressam dilsizdir; size bir gecekondu sunar, hepsi bu, orada dilediğinizi görmek sizin elinizdedir.” Ressamlar, müzisyenler nesnelerle uğraşırken yazarlar “im”lerle, yani “anlamı bulunan göstergeler”le uğraşırlar. İşte bu noktada hepimizin aklına gelen sorunun ayrımını yapıyor Sartre: şairler. Onlar da sözcüklerle kendilerini dile getirmelerine rağmen, Sarte şairleri yazarlar grubuna değil, ressamların, müzisyenlerin, heykeltıraşların grubuna dahil ediyor. Şiirde kullanılan sözcüklerle düzyazıda kullanılan sözcüklerin tamamen farklı mahiyette olduklarını düşünen Sartre felsefik bakışını getiriyor bu noktaya: “Şiir sözcüklerden aynı biçimde yararlanmıyor. Hatta onlardan hiç yararlanmıyor. Ozanlar dili kullanmayı reddeden kişilerdir. Onlar dünyayı adlandırmayı da akıllarından geçirmezler ve gerçekten de hiçbir şeyi adlandırmazlar, çünkü adlandırma, adlandırılan şeyin sürekli olarak adlandırma uğruna harcanmasını gerektirir. Ozanlar konuşmaz; susmaz da. Bambaşka bir şeydir onların yaptıkları.” Şairlerin sözcüklere bakışı ve gördükleriyle yazarların bakıp gördükleri arasında büyük fark olduğunu dile getiren Sarte, bu noktada ressamlar, müzisyenler grubuna dahil eder şairleri de derdini anlatma, ya da derdini “dışa vurma” noktasında. Doğru sözcük bu. “Dışavurum”. Bir dışavurumdur şairlerin yaptığı da. Düzyazı yazarı düşüncelerini, duygularını ortaya döktükçe dile getirdikçe açıklar, aydınlatır oysa ozanlar “tutku”larını mısralara döktükçe onları tanımaz olur Sartre’a göre. Yani yazar konuşur, gösterir, ortaya koyar, açıklar; şairse hissettirir. araya

üzerinde birleştiren ressamın yaptığı işi görmektedir; bir cümle kurduğu sanılır, oysa bu bir dış görünüştür. O, bir nesne yaratmaktadır. Nesne halindeki bu sözcükler, tıpkı renk ve sesler gibi, aralarındaki uygun ve aykırı büyülü çağrışımlarla bir araya gelir.” Sartre’ın yazma ve yazma biçimleri üzerine bu yorumlarını okurken bir an düşündüm. Öyleyse şair romancıları hangi gruba dahil edeceğiz? Nesrini adeta bir nazım kapalılığında veya sembolizasyonunda kaleme alan yazarları? Kafka’nın Dönüşüm’ü için “sadece bir böcek ve böceğin yaşadıkları “dememiz gerekmez miydi bu düşünceye göre, ama biz Gregor Samsa’nın sembolünde, nesnesinde yani derininde adeta Van Gogh’un karanlık uzun selvisi gibi bir kişiliğin, bir toplumun bunalımını yorumlamıyor muyuz? Bu çıkarımı okurlar, araştırmacılar yapmıyorlar mı? Öyleyse biz birer sembol olan Dönüşüm’ün Gregor Samsa’sını oluşturan Kafka’yı veya Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Halit Ayarcı’sını oluşturan Tanpınar’ı hangi gruba dahil edeceğiz? Bu sorularımın cevaplarını bir sonraki sayıya verebilmek umuduyla… :)

“Ozan bu küçük evrenlerden birkaçını bir getirdiğinde, elindeki renkleri bez

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Galata Mahkemesi Bitirim Ali Abi’yei

Suların sonunda buldum akşamı yürüdüm yürüdüm uyandı Leyla vefa yaylasına eşkıya çadırları kurulur kurulmaz devrildi yuva.

Bir alevle yükseldi omzunda mehtap dağlandı geceleri eleminden Galata yeminler çizerek yüzüne şehrin kısalan gölgeyi sayıklar ama rüyası bir nehrin dağlardan serin.

Gün oldu, insanlar; ekmekle şarap gün oldu, nefreti söndürdü mazi düne sadık sözleri boyandı şimdi yıkandı ayazda; her şeyin başı sabah gün oldu, gitti Cahit, içinde bir kadın yaşadı çocukluğunu tahtında yalnız annesi mi her kadın, sessiz oturumların?

Önder ÖZTÜRK

i

Galata Kulesi’nin dibinde arkadaşımla oturuyorduk. Bize doğru bir kâğıt toplayıcısı yaklaştı. ‘‘Ben Bitirim Ali Ağabeyiniz’’ diyerek verdiği selamın içinde bizi kardeşi bellemişti. Hayatından kesitler sunmaya başladı şaraplı nefesinden üşümüş yüzümüze. Söylediğine göre Galata’dan atlamış da ölmemişti, jokeydi, doktordu ve daha birçok işte maharetliydi.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

Oğlunu, karısı kaçırmıştı. Beni oğluna benzetip sarıldı. Ben de ona sarıldım, o içindeki dağılmış ruhuna. Cebinden çıkardığı para destesini uzatıp karnımız açsa doyurmamızı istedi. Teşekkür edip kalkmaya hazırlanırken ağzından şu mısralar döküldü: ‘‘Ara sıra bazı bazı / Gelsen bile gönlüm razı.’’


Aşk Bahçem Bir şiir ile başlar Ve onunla su akar Gönül demini alır Aşk ebedi kalır Seni sevmek saltanat Gönüldeki bir murad Sevgili sesin ab-ı hayat Aşığın halidir bak turab Varlığın cennetin anahtarı Yokluğun cehennem azabı Ey ezeli ve ebedi muradım Aşk bu varlığım, imtihanım Sendeki tecelli bana intisab Bana merhem bana külliyat Bana sayfalar bana iktisab Sendeki aşk bendeki raks Ve şiirdeki inkılab İnzivada irtiba eden şu insan İnkisar eder mi kalbe mihman Bir garip ozandır şu Süleyman Aşk kentim başkentim Medine’m Aşk nehri bostana akar su ne diye Tabi ki sen can canansın diye diye Dönecek can veren şu pervaneler Seyrine dalmışken manzaranın Ne önemi kalır acep şu zamanın İçimizdeki akan sevgi külliyatının Yansımasıdır kaleme şiir vesselam...

Süleyman ERKUT

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


Son Samuray: Yukio Mishima (Kimitake Hiraoka) Tuğçe ERKOL

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


“Beni yeterince iyi duyduklarını sanmıyorum.” Yukio Mishima, 14 Ocak 1925'te Kimitake Hiraoka adıyla Tokyo'da doğdu. Doğduktan kısa bir süre sonra büyükannesi Natsu'nun yanına gönderildi. Çünkü anne ve babasının çalışma koşulları bir çocuğu yetiştirmek için uygun değildi. Büyükanne Natsu onu ilk çocukluk döneminde dışarıdaki hayattan kopuk izole bir şekilde yetiştirdi. Kendisi Takugawa döneminde ve bu dönemin samuraylarıyla ilişkili bir ailede yetişmişti. Bu nedenle klasik, geleneksel ve aristokratik, bir hayata alışıktı. Evlendikten sonra da bu alışkanlıklarını bırakmayıp eşinin ailesinin kurallarıyla sentezlemişti. Mishima böyle bir sentez kültürde ve kapalı bir şekilde yetişti. Öyle ki Natsu, onun erkek çocuklarıyla akrabaları bile olsa- oynamasına izin vermezdi. Mishima, sadece büyükannesi Natsu'nun müsaade ettiği kız kuzenleriyle vakit geçirirdi. Büyükannesi, Mishima’nın erkek çocuklarıyla iletişim kurmasına müsaade etmediği gibi erkeklere has görülen tabanca, araba, kılıç gibi oyuncaklarla da oynamasını yasaklamış; bebeklerle oynamasına izin vermişti. Natsu'nun bu değişik kuralları Mishima'nın geleceğini fazlasıyla etkileyecekti. Cinsel yönelimleri ve istekleri normal insanlardan daha farklı bir boyuta taşınacaktı. Mishima ancak 12 yaşına geldiğinde anne ve babasının yanına gidebilmişti. Babası askeri disiplini seven bir adamdı. Burada da onun otoritesi, gelecekte geleneksel değerleri savunmasını etkileyecekti. “Bir Maskenin İtirafları” adlı otobiyografik kitabında -belki de dünya edebiyatındaki otobiyografilerin en cesur olanlarından biridir- ailesiyle yaşadıklarını da anlatmıştı. Bazı çevrelerce özellikle annesiyle yaşadığı ilişkisi ensest olarak adlandırılıyordu. Oysa sadece bir anne ve oğul olarak birbirlerine geç kavuşmuşlardı, kaybettikleri vakitleri telafi

etmeye çalışıyorlardı, onlar için her saniye önemliydi. (Belki de ben öyle olduğunu düşünüyorumdur.) Mishima çocukluğundan beri içinde bulunduğu samuray öğretisini ve otoritesini iyice benimsemişti. Bu nedenle Japonya'nın modernleşmesine karşı geleneksel samuray değerlerini savundu. Bunu sadece savunmakla kalmadı, aynı fikirdeki insanlarla bir araya geldi, ülkesini kendilerince kurtarmak için arkadaşlarıyla planlar yaptı, eserlerinde yaptıklarını anlattı, fikirlerini savundu ve en sonunda bu uğurda can verdi. Gerçek adı Kimitake Hiraoka olan yazarın Yukio Mishima olması için 20li yaşlara ulaşması gerekti. Kendisine isim olarak seçtiği Mishima adı Fuji Dağı'nın karlı tepelerinin izlendiği şehrin adıydı. Yukio ise ölümle lanetlenen muammalı şeytan anlamına geliyordu. Belki de kendisine bu adı seçtiği zamanlarda sonunu planlamıştı, kim bilir! Mishima'nın ilk romanı olan Hırsızlar 1948 yılında yayımlanmıştı. Bu romanlar belirli çevrelerce tanındıktan sonra içerisinde eşcinsel olduğu ifadelerinin de bulunduğu -cinsel yönelimiyle ilgili en hafif ifadeler belki de buyduBir Maskenin İtirafları adlı otobiyografik romanı yayımlandı. Bu romandan sonra artık Japonya'da iyiden iyiye tanınan bir yazar oldu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında ve sonra yazmış olduğu onlarca eser sayesinde o dönem Japonya'sının en verimli, renkli ve değişik yazarlarından olmuştur. Onun bu önlenemez yükselişi üç defa Nobel'e aday olmasını sağladı. Bu adaylıklar 1963, 1964, 1965 yıllarında olmuştur. Ancak Nobel'i Japonya'ya Mishima değil çok yakın arkadaşı olan Yasunari Kawabata getirmiştir. Öyle ki Kawabata bu durum karşısında şaşkınlığını gizleyememiştir: "Sadece Japonya'da değil, dünya çapında olağanüstü bir yetenek. 300 yılda bir doğan dahilerden biri. Benden çok yukarılarda." Yasunari Kawabata, dostluğunun yanı sıra Mishima'yı bir önder olarak görmüştür. İdeolojik alanda da edebi alanda da ondan feyz

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


almıştır. Hatta bu feyz alma işini o kadar ileriye götürmüştür ki intihar nedenine ve şekline hayran kaldığı Mishima'nın intiharını bile gerçekleştirmiştir. Tabii ki bir farkla. Kawabata 1972'de gazla intihar etti. Ancak ardında bir intihar notu bırakmadığı için intiharının gerçek sebebi asla öğrenilemedi. İkinci Dünya Savaşı'nın tüm sancıları eserlerine yansıtmış olup Japonya'ya Nobel'i getiren ilk isim Kawabata olmuştur. En bilinen eserleriyse İzu Dansözü, Göl ve Karlar Ülkesi'dir. Yukio Mishima'nın eserlerinin temelinde çağdaş hayatın ruhsal boşluğuna karşı gelen geleneksel Japon değerleri vardır. Bu temel problem Mishima'nın sadece edebi eserlerinde değil hayatında da yaşamıştır. Dünya edebiyatına mal olmuş romanlarının yanı sıra popüler romanlar, kısa hikayeler, denemeler, Kabuki tiyatroları (Geleneksel Japon tiyatrosunun bir türüdür. 17. yüzyılda Okuni adlı bir bayan tapınak hizmetkarı tarafından geliştirildi. Başlangıçta tüm oyuncuları kadındı. Ancak tapınak çevresince kadınlar arasındaki ilişkilerin gayri ahlaki durumlara yol açtığı iddia

edilince sadece erkek oyuncular tarafından oynanmaya başlandı. Değişik roller, ilginç makyajlar, tuhaf saçların bir araya gelişi seyircilere keyifli zamanlar yaşatıyordu.) Noh dram tiyatroları (14. yüzyıldan beri oynanan geleneksel bir dram türüdür. Dram ve müzikal bu türde bir arada olup mai, hayaşi utai gibi müzik, dans ve söz unsurlarının üzerine kurulmuştur.) gibi türlerde eserler vermiştir. 1950 – 1964 yılları arasında yazmış olduğu tüm eserlerin her biri olağanüstü özellikler taşır. Aşka Susamak, Yasak Renkler, Denizini Kaybeden Denizci, İpek ve Sezgi, Şölenden Sonra, Dalgaların Sesi onun en önemli eserleridir. 1964-1970 yılları arasında dört roman yazmıştır. Bereket Denizi adı altında toplanan bu dört ciltlik nehir romanı – Bahar Karları, Kaçak Atlar, Şafak Tapınağı, Meleğin Çürüyüşü- yazdı. Bu seri sadece Japon Edebiyatı'nın değil tüm dünyanın en büyük başyapıtları arasına girdi. Hayatı boyunca edebiyatla ideolojik fikirlerini yan yana tutan Mishima artık sona yaklaştığını hissediyordu. Dörtlemenin son kitabı olan Meleğin Çürüyüşü'nü bitirdikten sonra vermiş olduğu bir röportajda kendi sonuna dair şeyler söylemiştir: "Artık bittiğimi hissediyorum. Piyesler, uzun romanlar, her türlü şeyi yazdım. Artık yapacak hiçbir şeyim kalmadı." Edebi olarak doygunluğa ulaştığından, kendince, emin olduktan sonra sırada ülkesi için bir eylen yapmak vardı. Kendisi gibi fanatik milliyetçilerin bir araya toplandığı Kalkan Cemiyeti'nden arkadaşlarıyla beraber bir eylem planı başlattı. 1970 yılının Kasım ayında cemiyetten 100 kişiyle birlikte Tokyo'daki mühim generallerden birini rehin almak için karargaha girdiler. Karargahta konuşmasını yapmak için yüksekçe bir balkona çıktı. Daha önceden hazırladığı konuşma metnini okumaya başladı. O metnini okurken karargahtaki askerler kıkır kıkır ona güldüler, dalga geçtiler. Japonlar için çok önemli olan gururu bu anda paramparça olan

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Mishima artık intihar edeceğinden emindi. Önce o sırada yanında olan dört yaveri intihar etti. Ardından da kendisi, büyükannesi Natsu'dan kalan 7. yüzyıla ait samuray kılıcıyla seppuku denilen geleneksel Japon intihar sanatını gerçekleştirmeye karar verdi. "Beni yeterince iyi duyduklarını sanmıyorum." Son cümlesi bu oldu. Seppukuyu gerçekleştirdi. Kalkan Cemiyeti'ne mensup olan yirmi beş yaşındaki Masakatsu Marito'yu herkes Mishima'nın nişanlısı gibi görüyordu. Mishima'nın kendi gözleri önünde seppuku yapmasına dayanamadı. Öncelikle Mishima'nın kafasını aynı samuray kılıcıyla kesti, ardından kendisi seppuku yaparak intihar etti. Seppukudan önceden son sözleri tarihe geçti. "Üstadımın olmadığı bu ülkede yaşayamam ben artık." Yazarlığı sayesinde maddi durumu cemiyetteki birçok arkadaşından daha iyi olan Mishima, mal varlığının büyük bir kısmını -eşi ve çocuğu olmasına rağmen- cemiyete bağışladı. Mishima hayatını ideolojik ve edebi olarak iki temel safhada yaşamış bir insan. İdeolojik sahada istediği başarıyı yakalayamasa da edebi sahada istediği başarıyı yakalamış, tüm dünyaca tanınmıştır. Ölmeden önce iyi duyulmadığını söylese de o, dünya çapında kendini en iyi duyurmuş yazarların arasına girmiştir…

İngiliz gazeteci Christopher Ross, Yukio Mishima'nın eserlerini önce İngilizceden okumuş ardından yazardan çok etkilenip onu anadilinden okumaya karar vermiş. Bunun üzerine Japonca öğrenmiş. Japonca öğrenip eserleri okuduktan sonra, anlatıldığı yerleri gezmek için Japonya'ya gidip beş yıl orada yaşamış. Ross'un bu serüveninin sonucunda bir de kitap ortaya çıkmış: Mishima'nın Kılıcı Bir Samuray Efsanesinin İzinde Yolculuk.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


arkapak IŞIK SELİN ORHUNTAŞ

NOVALİS – GECEYE ÖVGÜLER / İş Bankası Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi Romantizm akımının hakim olduğu şiirleriyle Novalis’in dünyasına yolculuk yapıyoruz. 29 yaşında veda etmiş olsa da en olgun şiirlerini yazmış. Ölüm ve ayrılık acısının dışında doğa da şiirlerin temelini oluşturuyor. Ahmet Cemal’in eşsiz çevirisini 19.YY’ın siyasi ve sosyal yaşantılarıyla birlikte okumak ayrı bir lezzet verecektir. “Ah! Tüket beni ey sevgili, Sonuna kadar tüket ki, Uykuya dalayım Ve sevebileyim. Hissediyorum ölümün”

VEDAT TÜRKALİ – BİR GÜN TEK BAŞINA / Ayrıntı Yayınları Eski devrimci Kenan ve üniversiteli Günseli arasında başlayan yasak aşk… Sadece aşk değil bu romanı güzel kılan, yaklaşan darbenin ayak sesleri, köşe başlarında bulunan ölüler, kimsenin en yakınına bile güvenmediği huzursuz ortam. Türkiye’nin geçirdiği siyasi bunalımlara şahitlik eden bir ömür ve onun kaleminden dökülen ustaca hesaplaşma. Vedat Türkali’nin kalemini tanımak, geçmişle yüzleşmek ve iyi bir kitapla tanışmak için okuma listelerinin en başına yerleşmesi gerekiyor romanın.

GÖKHAN YAVUZ DEMİR – BORGES’İN DEDİĞİ GİBİ / Nora Kitap Edebiyat Üstadları Üzerine yazılar genellikle yazar portreleri içeriyor. Demir kitapta daha önce çeşitli yerlerde yayınladığı yazılarını bir araya getirmiş. 28 yazının ortak noktası yazarın önsözde de belirttiği gibi konunun bir şekilde ‘Borges’in dediği gibi’ cümlesiyle Borges’e bağlanması. Dil üzerine çalışmış aynı zamanda edebiyatla dolu bir sosyoloğun gözünden çok sevilen yazarları ve kanon dediğimiz kitapları görmek için okunması gereken bir deneme kitabı.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Arka Kapak


arkapak AYŞE BENGİSU AKDAĞ

SUSANNA TAMARO – TEK SES İÇİN / CAN YAYINLARI Susanna Tamaro'nun kendi yaşamından esinlenerek kaleme aldığı hüzünlü, acı, hassas hikayelerden oluşuyor "Tek Ses İçin". Kitabın arka kapağında "yalnız, mutsuz ve hırpalanmış çocukların dehşet verici, içe işleyen öyküleri" şeklinde ifade edilmiş hikayeler. Acı çeken, başarısızlıklar yaşayan ve bu sebeple kendini eksik hisseden çocukların ve insanların ruhuna bir yolculuk yapıyor Tamaro. Hem doğal, hem şiirsel, şaşırtıcı ve çarpıcı, hem serüven dolu, hem tüyler ürpertici bu anlatımda, yazar ve öbür kahramanlar, acıyı tanıyan kurban kişiliğinde birleşiyorlar.

YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU – HEP O ŞARKI / İLETİŞİM YAYINLARI Bir naif aşk hikayesi. Bir devrin çöküşüne tanıklık eden hayatın enkazı. Yakup Kadri'nin diğer romanları arasında müstakil bir yere sahip olan son eseri "Hep O Şarkı". Belki çok okunan çok duyulan, sıradan bir aşk hikayesi Münire ve Cemil'in aşkı ama Yakup Kadri'nin üslubuyla hayaller, heyecanlar, pişmanlıklar ve acılar en derinden hissediliyor. Yalıların, konakların, mehtabın, Boğaz'ın ve bu muazzam manzaranın derinindeki acının tablosu "Hep O Şarkı". Yaşanan değil, yaşanamayan bir aşkın romanı "Hep O Şarkı ".

ZİYA OSMAN SABA – MESUT İNSANLAR FOTOĞRAFHANESİ / CAN YAYINLARI Ziya Osman Saba'nın Türk hikayeciliğinin kilometre taşlarından biri olan "Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi" de işte bu gündelik, sıradan, küçük insanların hayatlarına bir dokunuş. Kitabın adıyla tezat ruhların yaşanmışlıklarını kalbimizde hissettiriyor Saba. Mutluluğun, saadetin, mesut olmanın umudunu taşıyan insanların, mekanların hüznü çöküyor içimize her satırda. Adeta Necatigil'in şiirlerinin nesir hali Saba'nın hikayeleri. Ama yine de kitabın kapağını kapatıp uzaklara dalarken geçiriyoruz içimizden: "Bütün saadetler mümkündür"

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Arka Kapak


Son Yolculuk / Hikâye Sevcan ÖZBEK

Gökyüzünün en yaslı ve en acımasız yüzünü gösterdiği bir kış günüydü. O eski görkeminden eser kalmayan konakta kendisinden başka kimsenin yüzüne bakmadığı varaklı aynada kendine bakıyordu Asiye. Doğduğundan beri bu konaktan başka yerde yaşamamış, tüm ailesi ömürlerini burada tüketmiş, şimdi ise sıranın kendisine geldiğini biliyordu. Çarpan kapı sesiyle yerinden sıçradı. Söylene söylene girdiği salonda Asiye’yi ayna karşısında gören Memduh, söylenmeye devam ederek merdivenleri çıktı. Her gün, gece gündüz eve girdiğinde yaptığı tek şeyin söylenmek olduğunun farkında olmadan yatak odasının yarı aralık kapısının önüne geldiğinde birden irkildi. Evin kedisi bacaklarının arasından fırlamıştı. ‘Bu evde bir rahat huzur yok mu bana?’ diye homurdandı. Yıllarını mahalle kahvesi köşelerinde harcamış, bir baltaya sap olamadan bu dünyadan gidecek olmanın huzursuzluğunda yaşıyordu. Sabah evden çıkarken almayı unuttuğu cüzdanını alıp yine geldiği gibi kapıları ardından çarparak çıktı evden. Her ne kadar yaşamayı hayal ettiği hayat böyle olmasa da bir şekilde yaşıyordu işte Asiye’nin gölgesinde. Kadının son zamanlarda ki tutumu bir bakıma işine geliyordu. Yıllardır sürdürmek zorunda olduğu mutluluk oyunu kendiliğinden son bulmuştu. İlgiliymiş gibi davranmak zorunda değildi. Hatta yüzüne bile bakmadığında bunun sorun olmadığını görünce rahatlıyordu. En sevdiği oyuna yetişebilmek için hızlandırdı adımlarını. Konsolun en üst çekmecesinden çıkardığı eski resmine uzun uzun baktı Asiye. Ne kadar da uzaktı kendine. ‘Bu defa bu işi yarım bırakmayacağım’ dedi. Birçok kez hissettiği ölümün soğukluğunu yeniden duymak içini ürpertti. Ölüm, soğuk, acı, öfke. ‘Ölüm en çok kışa yakışıyor’ diye mırıldandı. ‘En soğuk olanla en acının buluşması.’ Yatak odasına çıkan merdivenleri ağır ağır çıktı Asiye. Kapısı yarı aralık odadan içeri girerken kedinin başını okşadı. Yatağa uzandı. Zehrin tesirini beklemek yerine uyumayı denedi. Uyanması imkansız bir güne uyanamamasını düşündü. Hiçlik, acı ve yine acı hissetmeyi umdu. Ama yoktu. Bu defa her zamankinden farklı bir dünyaya uyanmak için gözlerini yumdu ve bir daha hiç açmadı. Gecenin zemheri soğuğunda, sokak lambalarının cılız ışığı altında ağır ağır yürüdü eve Memduh. Dışarıdan hayat belirtisinin olmadığı konağa yaklaşırken içindeki huzursuzluk daha da artmaya İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

başladı. Nedenini hiçbir zaman sorgulamayı düşünmediği Asiye’yi, sabahtan beri aklından çıkaramamıştı. Bir kadının hayatında bir haftada ne değişebilirdi böyle davranması için? Kafasındaki sorularla girdi konağa. Buz gibiydi ev. Ve ölüm sessizliği hakimdi. İçi ürperdi Memduh’un. Ağır ağır tırmandı merdivenleri. Gecenin sonundan korkuyordu. Yatak odasının aralık kapısından ay ışığının Asiye’nin soluk benzine yansıdığını gördü. Yaklaştı. Yatakta sırtüstü yatan kadının ayak bileklerine dokundu. Yıllardır sürdürmek zorunda hissettiği bu zoraki evliliğin son bulması içini rahatlatması gerekirdi. Özgürdü artık. Neden hissedemiyordu peki özgürlüğü ruhunda. Asiye’nin cansız yatan bedenine baktıkça neden sorusu aklından çıkamayacaktı. Etrafına bakındı. Asiye bir not ya da mektup bıraktı mı diye? Göremedi. ‘Bir açıklama, bir söz söylemeden gidemezsin neden?’ diye bağırdı kadına. Daha birkaç saat önce aynanın karşısında kendini izliyordu. ‘Ayna mı?’ koşa koşa indi merdivenleri. Salonun ışığını yaktı. Kiraz ağacından yapılma antika konsolun üzerindeki aynaya baktı önce. Konsolun üzerini aradı. ‘Bir iz bir işaret olmalı mutlaka’ diye mırıldandı. Vicdanını susturmanın bir yolunu arıyordu. Tam kapanmamış en üst çekmeceyi açtı yavaş yavaş. Asiye’nin gençlik fotoğrafı ve bir dosya ve katlanmış bir kağıt vardı. Fotoğrafa dokunmadan dosyayı aldı eline. Hastane isminin yazılı olduğu dosyada Asiye’nin aids olduğu yazılıydı. Eli ayağı titremeye başladı Memduh’un. ‘En son ne zaman seviştik? Yok değildir bir yanlışlık vardır mutlaka. Olamaz’ derken ağlamaya başladı. Ağladıkça daha çok hırslandı. Bir hışımla yeniden çıktı yatak odasına. Asiye’nin soğuk bedenini sarstı. Ağlama krizi sona erdiğinde güneş doğmaya başlamıştı. Oturduğu yerden doğruldu ve ayağa kalktığında son bir defa göz ucuyla baktı Asiye’ye. Bunu hak etiğini düşündü vicdanını rahatlatarak. O günden sonra bir daha kapısını açmadı konağın. Asiye’nin Memduh’a yazdığı üç satırlık mektup ise kimsenin eline geçemeden bir ay sonra konakta çıkan yangınla kül oldu.


FOTOĞRAF

“Yeşil deniz gibi gözleri vardı Beyaz tüyleriyle bir küme kardı … Onda bir kadının gururu vardı Sürmeli gözlerinden riya akardı” Nazım Hikmet RAN

Aybige AKDAĞ

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Fotoğraf


Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. İnancınla, imanınla, emre uymanla, hiçbir korkunun yıldıramadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı sonunda alt eden büyük gayretin için gönül borcumu ve teşekkürümü söylemeyi kendime en aziz bir borç bilirim.” (1921)


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.