İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:39

Page 1

Yıl: 4 Sayı: 39 Mart - Nisan 2018

Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında

Edebiyatımızda


incir çekirdeği

Ayşe Bengisu AKDAĞ

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Genel Yayın Yönetmeni

Yazı İşleri Ekibi Sırdem Kemiksiz Sultan Demir Kübra Tarakçı

Editör Ekibi Mehmet Altınova Işık Selin Orhuntaş Tuğçe Erkol

Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Cengiz Güler Hasan Sayyaf Khan Hilal Akarslan Muhammed Münzevî Muharrem Kaplan Önder Öztürk Pınar Çaylak Sema Keser Sevcan Özbek Süleyman Erkut Uğur Kaya

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Sevgili İncir Çekirdeği okuru,

Birinci Dünya Savaşının sona ermesinin 100. Yılı münasebetiyle -genel anlamda arzu edilmese de- insanlığın var olduğu dönemden beri devamlı gündemde olmuş bir konuyla, “savaş” temasıyla sizlerleyiz bu ay. İncir Çekirdeği olarak mart ayına “Edebiyatımızda Çanakkale” dosya konusu ile giriyoruz. 18 Mart 1915-9 Ocak 1916 tarihleri arasında cereyan eden Çanakkale Savaşı, Türk askerinin inanç, azim, cesaret ve vatan sevgisinin ölümsüz bir destanıdır. Çanakkale, Türk'ün gerektiğinde vatanı uğruna severek ölüme koşmasının ve Türk kahramanlığının anıtlaşmış örneğidir. İşte bizler de tarihimizin en önemli destanlarından birinin yazıldığı Çanakkale’yi, araştırmalarla, denemelerle, şiirlerle ve hikayelerle anıyor; sayfalarımıza taşıyoruz. Bu vesileyle Çanakkale’yi anıyor, Afrin’e dualarımızı yolluyoruz. Dosyamızın yanında her zaman olduğu gibi kitap tanıtımlarımız, şiirlerimiz ve hikayelerimiz de sizlerle. Aynı zamanda Mart-Nisan ayları İncir Çekirdeği’nin de tohumunun ekildiği ay. Dört yıl evvel bugün kurduğumuz dergimiz değerli okurları sayesinde daha çok edebiyatsevere ulaşmaya devam ediyor. Nice yılları, nice yaşları beraber yaşamak dileğiyle… Bahara “merhaba”! Umut çiçekleri İncir Çekirdeği’nin sayfalarında…


İÇİNDEKİLER Editörden Havadis DOSYA: EDEBİYATIMIZDA ÇANAKKALE “Allahaısmarladık” /Cengiz GÜLER Akif’in Evinde / Ayşe Bengisu AKDAĞ Bir Zaferin Kişiyi Şekillendiriş Öyküsü: Çanakkale’den Sonra / Beyza ÖZKAN Kalemden Süngüye Çanakkale’de Bir Savaş Şairi: Rupert Brooke / Tuğçe ERKOL “Mart’ın On Sekizi” – Şiir / Önder ÖZTÜRK Bir Milletin Diriliş Destanı: Çanakkale – Seher BOYKOY ile Röportaj / Emirhan KIZILDAŞ “Mevsimsiz Aşk” – Hihaye / Sevcan ÖZBEK “Uzun Beyaz Bulut: Gelibolu” Romanına Eleştirel Bir Bakış / Ayşe Bengisu AKDAĞ Bunu da Okuyun: Çanakkale Üzerine Çanakkale: Karanlığa Galebe Gelen Aydınlık / Busenur ASLAN “Eksik Efe” – Hikaye / Serdal GÖÇMEN Ruhu Revan III – Şiir / Süleyman ERKUT Geçmiş Zamanın Şiiri / Osman MUHSİN Türklerde Yağmur ve Kar Yağdıran Yada Taşı Efsanesi / Cengiz GÜLER “Kadın” – Şiir / Sevcan ÖZBEK ARKA KAPAK Kaside-i Medine – Şiir / Süleyman ERKUT “Kadir” – Deneme / Yasemin ULU “Ey Hasan” – Şiir / Hasan Sayyaf KHAN Sosyal Sorumluluk: Bir Patililer Hikayesi / Sırdem KEMİKSİZ “Çanakkale Şehitleri’ne” – Mehmed Akif ERSOY Aybige Akdağ – Fotoğraf İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İçindekiler


havâdis Nilüfer Belediyesi tarafından iki yılda bir düzenlenen Nilüfer Tiyatro Festivali, bu yıl da sanatseverlere tiyatro ile dolu bir ay yaşatacak. 'Yan Yana Geliyoruz' sloganıyla bu yıl 6'ncısı gerçekleşecek olan festivalde, Türkiye'den usta tiyatro sanatçılarının yanı sıra yurt dışından gelecek topluluklar da izleyiciyle buluşacak.

16. BURSA KİTAP FUARI BAŞLADI Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği beraberinde, Bursa Büyükşehir Belediyesi, Bursa Ticaret ve Sanayi Odası, Bursa İl Milli Eğitim Müdürlüğü ve Uludağ Üniversitesi’nin destekleri ile hazırlanan Bursa 16. Kitap Fuarı, Bursa Valisi İzzettin Küçük, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş ve TÜYAP Kültür Fuarları Danışma Kurulu Başkanı Doğan Hızlan’ın katılımlarıyla kapılarını açtı. Bu yıl 390 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla gerçekleşecek Bursa Kitap Fuarı, söyleşi, panel ve çocuk etkinliklerinden oluşan 100 kültür etkinliğine ev sahipliği yapacak.

NİLÜFER, TİYATRO FESTİVALİNE HAZIRLANIYOR Nilüfer Belediyesi tarafından 27 Mart-29 Nisan tarihleri arasında bu yıl 6'ncısı düzenlenecek Nilüfer Tiyatro Festivali'nde Türkiye'den ve yurt dışından 58 tiyatro topluluğu, 82 temsille sanatseverlerin karşısına çıkacak. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Havâdis

TÜRKİYE’DE BİR İLK: KİTAP GÖRÜNÜMLÜ KÜTÜPHANE Artvin Çoruh Üniversitesi tarafından hizmete açılan kütüphane projesi, mimari özellikleriyle Türkiye'de bir ilk olma özelliğini taşıyor. Masanın üzerinde üst üste dağınık halde duran kitaplar görünümündeki kütüphane binası görenlerin de ilgisini çekiyor. Hizmete açılan kitap şeklindeki kütüphanenin ışıklandırılması gece görünümüyle şehre ayrı bir hava katıyor. Çoruh Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Fahrettin Tilki, 4 bin 500 metre kare alanda yer alan ve 6 kattan oluşan kütüphanede 30 binden fazla kitabın bulunduğunu belirterek dış mekan tasarımıyla kitap şeklinde olan kütüphanenin ilgi gördüğünü söyledi.

TANPINAR’IN ARŞİVİNDEN YENİ KİTAP: SUAT’IN MEKTUBU Tanpınar Arşivi’nden yayına hazırlanan ilk kitap ise ‘Suat’ın Mektubu’. Dergah Yayınları tarafından basılan ‘Suat’ın Mektubu’; ‘Huzur’ romanının karakterlerinden Suat’ın arkasında Mümtaz’a


hitaben yazdığı bir mektup bırakarak intihar etmesini işliyor. ‘Huzur’da bir paragrafı yer alan bu mektupta Suat açısından Mümtaz’ın anlatılması ve Suat’ın kendi içine dönerek kendisini açıklaması yer alıyor. Tanpınar Merkezi eseri yayımlama gerekçelerini şöyle açıklıyor: “Bu yarım kalan eseri kitaplaştırmayı tercih etmemizin nedeni de ‘Huzur’ romanıyla olan bu doğrudan ilişkisidir.”

11. EĞİTİMDE EDEBİYAT SEMİNERİ SONA ERDİ Çocuk ve gençlik edebiyatının uzman yayınevi Günışığı Kitaplığı’nın düzenlediği 11.Eğitimde Edebiyat Semineri, 10 Mart’ta yoğun bir katılımla gerçekleşti. Seminere 40’a yakın ilden, 500’den fazla öğretmen, eğitim yöneticisi, kütüphaneci ve akademisyen katıldı.

AHMET HAMDİ TANPINAR EDEBİYAT YARIŞMASI İÇİN SON GÜNLER Osmangazi Belediyesi tarafından bu yıl 17'incisi düzenlenen Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Yarışması başladı. Bu yıl mektup dalında düzenlenecek olan yarışmanın konu başlığı ‘Tanpınar'a Mektup’ olarak belirlendi. Yarışmaya başvurular 30 Mart 2018 tarihinde son bulacak. Yarışmanın ödül töreni 5 Mayıs 2018’de gerçekleştirilecek.

II. ABDÜLHAMİT’İN BURSA FOTOĞRAFLARI SERGİSİ Bursa Büyükşehir Belediyesinden yapılan açıklamaya göre, Bursa Vakıf Kültürü Müzesi'nde, Büyükşehir Belediyesi ile IRCICA iş birliğinde açılacak "IRCICA Arşivlerinde ve Sultan 2'nci Abdülhamit Albümlerinden Seçilmiş Tarihi Fotoğraflarla Bursa Sergisi", 20 Mart'ta açılacak. Sergide, 2'nci Abdülhamit Han'ın albümünde yer alan 19'uncu ve 20'nci yüzyıla ait 72 Bursa fotoğrafı görülebilecek.

BURSA’DA CEM SULTAN VE DÖNEMİ SEMPOZYUMU Uludağ Üniversitesi (UÜ) İlahiyat Fakültesi tarafından, Osmangazi Belediyesi himayesinde ve Türkiye Yazarlar Birliği Bursa Şubesi'nin destekleriyle organize edilen "Cem Sultan ve Dönemi Sempozyumu" Ördekli Kültür Merkezi'nde başladı. Üç gün sürecek sempozyumun açılışında konuşan UÜ Türk İslam Edebiyatı Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bilal Kemikli, Bursa'yı "şiir şehri" olarak tanımladığını belirtti. Sempozyumla Cem Sultan'ı tanıtmayı amaçladıklarını dile getiren Kemikli, "Son yıllarda özellikle yüksek lisans ve doktora öğrencilerimiz ile şiir, şair ve mekan çalıştayları yapıyoruz. Genç edebiyat bilimcilerinin, bilim adamlarının, şiirin söylendiği mekanların tanınmasını amaçlıyoruz." dedi.


Fotoğraf: Aybige AKDAĞ

EDEBİYATIMIZDA

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


ALLAHAISMARLADIK Cengiz GÜLER “Muharebeye girdik. Milyonlarla top tüfek patlıyor… Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allahaısmarladık.” Türk milli eğitim sisteminde tarih derslerinde sebep-sonuç ilişkisi içerisinde defalarca anlatılan pek çok savaşın ve tarihi olayın beşeri boyutu hep ihmal edilmiş, kitaplara hapsedilen kuru bilgilerle tarihimiz nakledilmeye çalışılmıştır. Bu durum da doğal olarak savaşı yapanların bir savaş makinesi gibi algılanmasına, özel dünyalarında olup bitenlerin ayrıntı kabilinden görülmesine yol açmıştır. Ancak Çanakkale’deki bir şehidin 24 Mayıs 1915’te Pazartesi günü tutmaya başladığı ve yine bir pazartesi gününe, 21 Haziran 1915’e kadar devam eden günlüğü Çanakkale Savaşı’nın sadece mermilerin ve bombaların atıldığı bir savaş olmadığını göstermektedir. Yazıldığı tarihten 98 yıl sonra ortaya çıkan günlüğün sahibi 71. Alay 10. Bölük’ten Teğmen İbrahim Naci’dir. Teğmen İbrahim Naci, Çanakkale’de verilen binlerce şehitten sadece biridir. Onu diğerlerinden ayıran özelliği ise sadece bir asker olarak değil; insan, evlat ve askerlerini düşünen bir ağabey olarak görülebileceği bir günlük bırakmış olmasıdır. Çünkü bu günlükte sadece bir savaşın milleti etkileyen boyutlarını ve devlete getirdiği sıkıntıları görmüyoruz. Bunun bir adım ötesine geçerek fert olarak bir askerin iç dünyasında savaş ve mücadele kavramının, aile ve “canan” hasretinin, savaşın kaçınılmaz akıbeti olan ölümü düşünmenin, iaşe meselelerinin ve günlük sahibinin çevresi hakkında intibalarının neler olduğunu müşahede ediyoruz. İbrahim Naci günlüğüne başlarken ilk sayfasına şu şekil de yazmıştır: 1 Allahaısmarladık: Çanakkale İNCİRİbrahim ÇEKİRDEĞİNaci, | İnceleme Savaşı’nda Bir Şehidin Günlüğü, Yayına

“71.(Alay)/10.(Bölük) Mülâzımısâni (Teğmen) İ. Naci Ailemin adresi: İstanbul’da Beşiktaş’ta, Yeni Mahalle’de Bostanüstü’nde, 62 numaralı hanede Musa Efendi. Bu defter kimin eline geçerse bir şehit hürmetine yukarıdaki adrese göndersin…”1 Görüldüğü üzere daha günlüğüne başlarken şehitlik ihtimalini peşinen düşünmüş ve ailesinin adresini ve ricasını ilk sayfaya yazmıştır. Şehit olmadan bir gün önce yazdığı satırda; “Fakat bilmem bu satırları ailem okuyabilecek mi? Defterim oraya kadar gidecek mi?..”2 derken cephedeki her bir askerin hissiyatına tercüman olmuştur: Cepheye gidip geri dönmemek, sevdiklerini bir daha görememek… Teğmen İbrahim Naci Kimdir? Günlüğün ortaya çıkmasıyla İbrahim Naci hakkında araştırmalar yapılmış ve Milli Savunma Bakanlığı Lodumlu Arşivi’nde bulunan şehit subayların künyelerin arasında şehitlik kaydı bulunmuştur.

Hazırlayanlar: Lokman Erdemir, Seyit Ahmet Sılay, Yeditepe Yayınları, İstanbul 2016, s. 45. 2 İbrahim Naci, a.g.e.,s. 133.


Arşivdeki şehitlik künyesinde; baba adı, rütbesi, bağlı olduğu birlik isimleri, şehit olduğu yer, şahadet tarihi ve doğum yeri hakkında bilgi vermektedir. Ancak doğum yeri künyede Ordu yazarken günlükteki verdiği adresin nüfus kaydında babasının Ohrili olduğu kayıtlıdır. Muhtemelen doğum yeri ile karışıklığın, künye kayıtlarının Arap alfabesinde Latin alfabesine geçirilmesi sırasında yapılan bir hatadan kaynaklanmaktadır. İstanbul Beşiktaş’taki nüfus kayıtlarında babasının adının Musa, annesinin adının Emetullah, kız kardeşinin ise Fatma olduğu kayıtlıdır. Musa Efendi’nin doğum yeri ise Ohri’dir. Günlükten anlaşıldığı üzere İbrahim Naci’nin iki de ağabeyi bulunmaktadır. Günlükteki kayıtlarda; “Bu esnada telefonla ağabeyimi aramak hatırıma geldi” ifadesi ile Çanakkale Cephesi’nde bir ağabeyinin olduğu; “Eve, Fehmi ağabeyime ve Yakup’a birer mektup yazdım” ifadesinden de İstanbul’da bir ağabeyinin olduğu anlaşılmaktadır. Günlüğü günümüze kadar korumuş olan kız kardeşinin torunu Nüzhet Örnek Hanım’ın verdiği bilgilere göre Fehmi Ağabeyi’nin Kurtuluş Savaşı’nda şehit olduğu anlaşılmıştır. İsmi geçmeyen ancak İbrahim Naci’nin yakındaki bir birlikte olduğunu öğrenip telefonla görüştüğü abisinin adının

Mehmet Rasim olduğu ve Çanakkale Savaşı’na bir subay olarak katıldığı öğrenilmiştir. İbrahim Naci günlüğünü tutmaya başlarken başta “Harb-i Umumi Hatıratı” olarak isimlendirmiştir. Daha sonra bu ismin üstünü çizerek hemen altına “Gelibolu Muhaberatı Hatıraları” şeklinde isimlendirmiştir. Ancak günlük 2013’te incelenip kitap haline getirilmiş ve yayıma hazırlayanlar İbrahim Naci’nin son cümlesini kitabın ismi olarak yayınlamışlardır: “Muharebeye girdik. Milyonlarla top tüfek patlıyor… Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allahaısmarladık.”3 İbrahim Naci’nin isimlendirmesi orijinal olsa da bir edebi metin olan bu eserin şehidin yazdığı son kelimeyle isimlendirilmesi günlüğün ruhuna daha uygun görülmüştür. Günlüğün İçeriği İbrahim Naci’nin çetin muharebelerin olduğu bir bölgede kaleme aldığı bu metin, sade bir anlatımla yazılmasının dışında savaşın insan üzerindeki tesirini yansıtması açısından da önemlidir. Bir bakıma bize içeriden ve doğrudan bilgiler vermekte, bu sayede Çanakkale Savaşı’nın yanlış bilinen bazı hususlarını da tashih etmektedir.

İbrahim Naci, a.g.e.,s.134.

3

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Günlüğün 24 Mayıs 1915 tarihli ilk sayfasında İstanbul’dan Çanakkale’ye geliş serüvenini anlatmaya başlamıştır. İlerleyen sayfalarda şehit olduğu güne kadarki seyahati esnasında yaşadığı hadiseleri ve bulunduğu mekânları anlatmıştır. Günlükte gerektiğinde bazı detaylara da yer veren İbrahim Naci’nin, üzerinde durduğu hususlardan biri de askerlerin iaşe durumudur. İaşe konusunda çok sıkıntı çekmediklerini anlatan İbrahim Naci, bazen günde üç öğün yemek yiyebildikleri, yemekten sonra kahve içebildiğini, askerlere birtakım çerezler verilebildiğini anlatmaktadır. Savaş sırasında kimi zaman bombardıman korkusundan mutfaklar geriye kurulur ve yemekler siperlere sıcak getirilememişti. Cephede yemekler genellikle kuru bakliyattan oluşmaktaydı. Pirinç çorbası, etli fasulye, etli nohut, bulgur pilavı, hoşaf… İbrahim Naci’nin verdiği yemek listesi de bundan farksızdır. Günlükte askerlere genellikle fasulye, pilav, papara, nohut, bakla, hoşaf, konserve verilmektedir. Bu listeye bakıldığında savaş şartlarını da düşünüldüğünde o günün şartlarında çoğu insanın sofrasında yoktur. Ancak subayların erlerden farklı yemek yediği belirtilmektedir. Erlere karavana verilirken, subaylar lokanta diye adlandırdıkları yerden yemek verilmektedir:

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

“Biraz sonra ise lokantadan yemek geldi. Fasulye pek lezzetli idi. Birazını da pilava katarak yedim. İri üzüm hoşafını da içtim. Bu sırada efrada baklayı dağıttırdım. Bunu yedikten sonra hoşafı da verdim.” İbrahim Naci uğradığı kasaba ve köyleri, içinde varsa yaşayanları da gözlemlemiş ve günlüğüne yer vermiştir. Özellikle Çanakkale’den “sevimli, müthiş” gibi sıfatlarla bahsetmiştir. Düşmanın Çanakkale’yi yerle bir ettiğini, ancak birkaç dükkânın açık olduğunu, hayvan ve arabaların atıl tutulduğunu anlatmaktadır. Bütün bu anlatılanlar savaş ile ilgili ve bilgi yüklü bilgilerdir. Ayrıca günlük türüne uygun bir temayla yazılmış bölümler de vardır. İbrahim Naci günlüğünde duygularını gizleyememiş, sevdiklerinden ayrı kalmanın verdiği hasret ve hüznü de yazmıştır. İki canan olarak ifade ettiği E.N. ve M. hakkında yazdığı satırlar, iç dünyasında neler yaşadığını ortaya koymaktadır. Sadece isimlerinin baş harflerinin yazıldığı bu şahıslar hakkında bilgi vermediği için bu kişilerin sevgili mi, arkadaşı mı, kardeş mi oldukları tahmin edilememektedir. E.N. İbrahim Naci’yi en çok etkileyen ve hasret duygusunu hissettiren kişidir: “Ah! E.N. bu ıssız ve meçhul dağ başlarında seni ne kadar düşündüğümü senin için neler çektiğimi bilsen. Acaba bunu anlayacak mısın? Yoksa sizi unuttuğum fikrine mi kapılacaksınız. Bu kadar kafi. Boğuluyorum, boğuluyorum. Artık yazamıyorum. Sana selam


E.N.”4 İlerleyen satırlarda da ikinci cananından şu şekilde bahseder: “Beni fersiz, yaşlı gözleriyle, yanan ve ağlayan kalbiyle, sonsuza kadar yaralı ve kırık kalacak gönlüyle M. Ne olacaktı?”5 Bunların dışında savaş bölgesine giderken görmüş olduğu şehit kabirleri ona ölümü düşündürmüştür: “Ve şimdi doğrusu kalben pek sarsılmış bir haldeyim. Kendisi kim bilir nasıl bir naz u niyaz içinde büyümüş, ne yüce bir anne-baba şefkati ve merhameti ile yetiştirilmiş bu vücutlar şimdi nerede yatıyorlar. Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim. Fakat bu ne kadar merhametsiz ve ne kadar feciydi.”6

tarihinde istirahat mahallinde sağ cenaha taburla gittiği sırada, 2 Temmuz 1915’te onun da şahadeti maalesef vuku bulmuştur.”9 şeklinde not yazılmıştır. Sonuç olarak İbrahim Naci’nin 24 Mayıs 1915 Pazartesi günü tutmaya başladığı ve yine bir pazartesi gününe, 21 Haziran 1915’e kadar devam eden günlüğü, 98 yıl sonra gün yüzüne çıkmış ve 2013 yılında Lokman Erdemir ve Seyit Ahmet Sılay’ın çalışmalarıyla “Allahaısmarladık-Çanakkale Savaşı’nda Bir Şehidin Günlüğü” ismiyle kitaplaştırılmıştır. 21 yaşında şehit olan İbrahim Naci’nin vatan için atan kalbi, umarım bu eser vesilesiyle milyonların yüreğinde yeniden hayat bulur.

Ayrıca günlükte iki ayrı yazı daha vardır. Bunlardan ilki İbrahim Naci’nin şahadetini haber veren bölük yüzbaşısı Bedri Efendi’nin notudur. Bedri Efendi: “Zavallı Naci! Evladım gibi sevdiğim yavrum. Defterine emanet ettiğin gizli duygularını bir peder, bir ağabey yakınlığıyla okudum. Bundan dolayı bana darılmaz ve hatalı bulmazsın değil mi? Senin o cevval zekân, mini mini, fakat hareketli ve zinde vücudun, susmak bilmeyen, her konuşanı susturmak gayretiyle mitralyöz gibi daima işleyen konuşkanlığın, bölük askerlerine öğrettiğin vatan şarkıların… Hâsılı sevimli varlığının taburumuz içinde 7 unutulacağını mı sanıyorsun?” diye başladığı hamişine devam etmiştir ve son cümlesi: “Bazen hayat felsefesine dair kendisiyle yaptığım sohbetleri büyük bir dikkat ile dinler, …”8 olmuştur. Görüleceği üzere cümlesi virgül ile bitmektedir. Yarım kaldığı anlaşılan bu notun hemen altında neden bitirilemediğini yazılı diğer bir notta açıklanmıştır. Bedri Efendi’nin yarım kalan notunun altı çizilerek tabur imamı tarafından, “Bölüğün Yüzbaşısı Bedri Efendi yukarıdaki hamişi buraya kadar yazarak, 1 Temmuz 1915 İbrahim Naci, a.g.e.,s. 97. İbrahim Naci, a.g.e.,s. 118. 6 İbrahim Naci, a.g.e.,s. 117.

İbrahim Naci, a.g.e.,s. 136. İbrahim Naci, a.g.e.,s. 137. 9 İbrahim Naci, a.g.e.,s. 137.

4

7

5

8

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


ÂKİF’İN EVİNDE Ayşe Bengisu AKDAĞ Orta Anadolu’nun bozkırlarına kurulmuş; eteklerinde tarihlerin yazıldığı, gölgesinde yüzlerce yıllık medeniyetlerin hüküm sürdüğü, Anadolu’nun milli mücadele kokan şehri… Cumhuriyet Caddesi’nden geçerken mütevâzı bir o kadar gururlu bir şekilde göründü Eski Meclis. Şehre bakarken penceremden giren rüzgâr beni Ankara’yı Ankara yapan; o kandil ışığında, harita başında geçen uykusuz gecelere, kâh omzunda süngüyle kâh elinde mürekkeple mücadele edilen o yıllara götürdü. Şehrin hürriyet, milliyet kokan caddelerinde gezmeye devam ettim. Eski Anadolu evlerinin olduğu küçük mahalleye geldiğimde beni, günlük hayatın telaşını kenardan seyreden ancak göğe doğru uzanan uzun gövdesinin oluşturduğu gölgeyle varlığını hatırlatan saat kulesi karşıladı. Etrafını güvercinlerin sardığı kulenin yanında aradan geçilen küçük bir sokak fark ettim. Ayaklarım kendiliğinden girdi bu yola. Caddenin sonunda

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

yükselen çam ağaçlarının çevrelediği, tek katlı, şirince, ahşap pervazlı eski bir ev göründü. Önünde “İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy’un Evi” yazılıydı. Tahta kapısını yavaşça açtığımda etrafımdaki insanlar kayboldu aniden. Basamakları çıktım bir bir. Mehmet Akif, duvarlara sıra sıra asılmış çerçevelerden çıkmış; “Âsım”a*, bana, gözlerimin içine bakıyordu adeta. Açtığım her kapıdan başka bir rüyaya giriyor, her odada ayrı anılara sürükleniyordum. Yemek odasında yuvarlak tahta yer sofrasının etrafında cemiyetten arkadaşlarıyla harbin son durumunu konuşuyorlardı ama boğazlarından bir lokma geçmiyor, kaşıkları masada amaçsızca duruyordu. Şair, oturma odasında, başından fesini çıkarmış, elleriyle alnını ovuşturarak hüzün ve endişeyle pencereden Sirâceddin Mahallesinin sokaklarına bakıyordu Kalbindeki acı gecenin karanlığından daha çok, daha derindi. Bir diğer tarafta gözlerinden dökülen yaşların ıslattığı kağıtlara:


“…Asırlar var ki aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım Tesellîden nasibim yok, hazân ağlar baharımda; Bugün bir hânümânsız(evsiz) serseriyim öz diyarımda…” dizelerini yazıyordu. Öbür yanda kurumadan kullanmaya çalıştığı mürekkebiyle kâğıt yoksunluğundan duvarlara ince ince işliyordu:

“…Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı…” mısralarını. Gelen öksürük sesleri üzerine biraz ilerleyip yatak odasına gelince yorganın altında, hastalıktan sararmış solmuş benzi, zayıf düşmüş bedeni, yarı kapalı gözleri, ellerini başının arkasına almış, dayanmış bir şekilde görünce “İstiklal Marşı Şairi”ni, tutamadım gözyaşlarımı.

Yanaklarımdan süzülürken yaşlar:

“Hudâ bilir ki dayanmaz, taş olsa bir sîne, O gözlerinde dönen sağnağın dökülmesine. Hayır! Yakar beni derdimle âşina çıkman, Bırak; ben karşımdan.

ağlayayım

sen

çekil

de

Bela mı kaldı dünya evinde görmediğim? Bırak, şu yaşları, hiç yoksa görmeden gideyim.” Beyitleri okundu, Mehmet Akif’in gözlerinden. Güçlükle çıktım odadan. Trabzanlara tutunarak indim tahta basamaklardan. Titreyen ellerimle kapıyı yavaşça açarak çıktım. Saat beşi vuruyordu. Dönüş yolunda Eski Meclisten yükselen ay yıldızlı bayrağın arkasında gökyüzü kızıla bürünmüştü. Bir hilal uğruna yâ Rab, ne güneşler batıyordu.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Bir Zaferin Kişiyi Şekillendiriş Öyküsü: “Çanakkale’den Sonra” Beyza ÖZKAN “ ‘Uyanınız! Kendinizi biliniz. Hayvanlar gibi gayesiz, teşkilatsız, medeniyetsiz yaşamayınız. Bir millet olunuz...’ demeye cesaret edemez, bu iktidarı kendinde duyamazdı. Hem artık lafın ne tesiri olabilirdi? İflas fiilen başlamış ve nihayete yaklaşmıştı. Ticaret, zenginlik, para, saadet tamamıyla yabancıların eline geçmişti. Kapitülasyonlar bir milleti yavaş yavaş öldüren bir idam makinesi, bir gasp müessesesi idi. Hakikati kimse görmüyor, yaklaşan felaketten kaçmak için kimse, hiç olmazsa ricat istikametini tayin edemiyordu. ‘Ah hakikati idrâk etmiş bir kahraman çıksa…’ diye inlerdi.” 1914-1918 yılları, ülkemizin ve dünyamızın tarihi açıdan önemli bir zaman dilimidir. Bu zaman dilimi içerisinde ülkemiz ve dünyamız, bir dünya savaşına beşiklik etmiştir: ‘’I.Dünya Savaşı.’’ Bu savaş, çeşitli cephelere sahne olmuştur ve bu cephelerden birisi vardır ki, hem ülkemiz açısından hem de dünya açısından çok önemli bir cephedir: ‘’Çanakkale.’’ Çanakkale Cephesi’nin önemli bir rol oynamasında etkili olan nedir? Vatanın

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

bölünmez bütünlüğüne inanan, onu kutsal bir ocak olarak gören, bayrağına sahip çıkan, iman dolu sîneye sahip Türk ordusu ve o ordunun başında olan, savaşmayı değil ölmeyi emreden, askerî dehası ve yüksek karakteriyle başında bulunduğu ordusuna ve milletine zafer kazandıran, dünyaya adını duyuran eşsiz komutan: Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal. I. Dünya Savaşı’nın seyrini değiştiren bir cephe olan Çanakkale Cephesi, cephe gerisinde kendisini nasıl hissettirmiştir? Soruyu şöyle sormak da mümkündür: Cephe gerisindekiler, Çanakkale Cephesi’ndeki savaşlar ve savaştan sonra olanlar karşısında nasıl hissetmişlerdir? Cevaplar şöyle olacaktır: Elbette ki cephe gerisindekiler, savaşmakta olan Türk ordusundan yana ümitlidir, Türk ordusu bayrağını indirmeyecek, ezanlarını susturmayacak ve alnı ak, başı dik bir şekilde cepheden geri dönecektir. Vatan uğrunda ya gazi olacaktır ya şehit olacaktır. Bir soru daha sorulmalıdır: Cephe gerisinde olup, hissettiklerini kâğıda dökenler Çanakkale Cephesi karşısında nasıl hissetmişlerdir? Hissettiklerini kâğıda dökenler arasında edebiyatımızda kendine yer edinmiş isimler


hatıra gelecektir. Mehmet Emin’in dizeleri kulaklarda yankılanır: “Ben bir Türk’üm dinim, cinsim uludur Sinem, özüm ateş ile doludur’’ Bu dizeler, edebiyatçılarımızın cephe gerisindekilerin hislerine tercüman olabilecek niteliktedir. Mehmet Emin’in gür sesle haykırdığı bu hisler, karşılık bulmuştur. Balkan Savaşları’nda görev yapan, görev yaptığı yerlerin nabzını tutan ve oradaki izlenimlerini, hislerini kâğıda aktaran ve milletine ‘’Uyanınız!’’ diye haykıran genç bir kalem: “Ömer Seyfettin.” Ömer Seyfettin, Balkan Savaşları sırasında ülkesinin durumuna tanıklık etmiş, tanıklık ettiği manzaraları kâğıda dökmüş bir kalem neferidir. Yazdığı hikâyeleriyle edebiyatımızda kendine yer etmiş, hikâyelerinde yarattığı kahramanlar yoluyla yazar, kendisini sürekli olarak hatırlatmıştır. Yazarın yarattığı kahramanlar, gerçek hayattan kopuk değildir, canlıdır ve okuyucunun hayâl dünyasının emrine amade bir şekilde canlanır.

Şöyle bir soru sorulmalıdır: Edebiyat eserlerinde yer alan kahramanlar, gerçek hayattaki insanlar gibi şekillenebilir mi ve kahramanların yaşamış olduğu olaylar, bu şekillenmede bir rol oynar mı? Bu soru, somut bir cevaba muhtaçtır. Verilecek somut cevap, Ömer Seyfettin’in ‘’Çanakkale’den Sonra’’ isimli hikâyesi etrafında olacaktır. “Çanakkale’den Sonra’’, Ömer Seyfettin’in 1917 yılında Yeni Mecmua dergisinde yayımlanan öyküsüdür. Öykünün yayımlanış tarihi ile öyküye verilen başlık anlamlıdır. Ömer Seyfettin, bu öyküsünde cephe gerisindeki bir aydının Çanakkale Savaşı’ndan önceki ve sonraki hâlini anlatmıştır. Yazar, öykünün kahramanını cepheye giden bir aydın olarak tasarlamamıştır. Tasarladığı kahraman, kırk beş yaşlarında, akrabalarının ‘’meraklı’’, uzaktan tanıyanların ‘’deli’’ dediği bir özelliğe sahiptir. İyi bir eğitime sahiptir, bir evvel zaman Epikür’ü gibi davranır. ‘’Feylesof, bedbin, derviş, sinirli ve ilah…’’1olarak tanımlanan bir mizaca sahiptir. Hikâyenin kahramanı hep ölümü beklemektedir.

1

SEYFETTİN, Ömer, Hikâyeler 2, Çanakkale’den Sonra, Dergâh Yayınları, İstanbul, Nisan,2014, sf.91 İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Ölümü beklemektedir çünkü kendisini ümitsiz bir ruh haline gark etmiştir. Ayrıca kendisine ‘’insan’’ gözüyle bakmayan bir kişidir. Ömer Seyfettin, kahramanın kendisini bu gözle değerlendirişine şu şekilde açıklık getirir: ‘’İnsan olmak için mutlaka bir içtimaiyetin, bir milletin içinde bulunmak lazımdı… Düşünüyordu: Kendisinin bir milliyeti yoktu; bir içtimaiyeti yoktu. Yalnız, hararetini hissedemediği, lisanından ve duasından bir şey anlamadığı müphem bir dini vardı. Mabedinde ulviyet duymuyor, önünde derin bir ezeliyet görmüyor, semasında ilahî bir mefkûrenin nihayetsizliklerine dalamıyor, siyah toprağın üzerinde tıpkı bir hayvan gibi, bir fert gibi kalıyordu.’’2 Görüldüğü üzere hikâyenin kahramanı, yaşadığı yere kendini ait hissetmemekte, içinde bir huzur duymamaktadır. Bu huzursuzluklar arasında sürekli kendisine bir soru sormaktadır: ‘’N’olacak, n’olacak?’’ Bu soru, kahramanın içinde bulunduğu bıkkınlık içinde yükselmiş ve hikâye, bu bıkkınlık içinde başlamıştır. Camus, ‘’Bıkkınlık, makinemsi yaşamın edimlerinin sonundadır, ama aynı zamanda bilincin

2 Age.,s.91 İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme 3 CAMUS, Albert, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, İstanbul, Mayıs, 2016, sf.31 4 Ömer Seyfettin, age., s.91

devinimini başlatır.’’3 demektedir. Hikâyenin kahramanı da, işte bu bıkkınlık içerisinde kendi bilincini hareketlendirmiş ve sorusuna şöyle cevap vermiştir: ‘’Yarın Ruslar gelecek. İstanbul’u alacak. İngilizler ve Fransızlar Anadolu’yu yağma edecekler. Namımız tarihten silinecek…’’4 Bu gerçekle uyanan kahraman, bıkkınlık içinde yükselen ‘’N’olacak?’’ sorusuna cevap vererek bilincini hareketlendirmiş ve uyanmıştır. İçinde bulunduğu bıkkınlık, bu uyanışın gerisini getirecektir. Gerisi, bilinçsiz olarak yeniden zincire dönüş ya da kesin uyanıştır:5 ‘’…Kendi ismini bilmeyen, kendi dilini yazmayan, düşmanlarını kardeşi tanıyan bir millet yaşabilir miydi? Buna imkân var mıydı? Yarın bu kendi ismini bilmeyen, kendi lisanını yazmayan, düşmanını kardeş sanan zavallı millet Rusların, Fransızların, İngilizlerin elinde Hindistan halkı gibi esir olacak, onlara hayvan gibi hizmet edecek, medeniyetten, yani insaniyet ve ahlâkiyetten mahrum kalacaktı. Ve kendisi de işte böyle bir esir olmaya namzetti…’’6 Kahraman, ülkesini kardeş yerine koyan Rusların, Fransızların ve İngilizlerin yapacaklarını ve kendisinin de içinde bulunduğu halkla birlikte düşeceği durumu düşündüğü zamanı aklına getirir, uyanışını bu şekilde sağlar. Uyanır, ancak kendisi söz edildiği üzere ‘’esir olmaya namzet’’tir. Çünkü kendini yaşadığı millete ait hissetmemektedir, huzursuzdur ve de ümitsizdir. Bu hâliyle kahraman, zincire dönmüş bir hâlde çizilir. Peki, kahramanın düşünsel olarak gerçekleşen uyanışı, eyleme nasıl geçecektir? Uyanışın ardından bir sonuç gelir zamanla; intihar ya da iyileşme.7 Kahraman, Birinci Dünya Savaşı’nın çıkışıyla birlikte huzursuzluk hâline iyice girer. Rusların Ayasofya’ya haçlarını asacaklarını, Batı Asya’nın köşesindeki bin yıllık bir Türk tarihinin kapanacağını düşünerek kendini vehme sürükler. Bu vehim, onu intihar seçeneğine 5

CAMUS, Albert, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, İstanbul, Mayıs, 2016, sf.31 6 Ömer Seyfettin, age., s.92 7 CAMUS, Albert, Sisifos Söyleni, Can Yayınları, İstanbul, Mayıs, 2016, sf.31


götürür: ‘’Şuurunu kaybetmiş bir milletin esirliğini görmemek için kendini öldürmeye karar verdi.’’8

evlenir. Evlendikten sonra hikâyenin ana kahramanı, bir kız çocuğu sahibi olur. Adını ‘’Mefkûre’’ koyar.

Kahramanın aldığı bu intihar kararından, Çanakkale Savaşı ile birlikte dönecektir. Hikâyede Çanakkale Savaşı’nın başladığını ‘’…Çanakkale’yi İngiliz, Fransız topları dövüyordu. Ha bugün, ha yarın… Düşman muhakkak bir surette bekleniyordu. Anadolu’ya hicret başlıyor ve yavaş yavaş mahalleler boşalıyordu.‘’9 cümlelerinden öğreniyoruz. Savaşın olumlu bir şekilde sonuçlandığını ‘’İngiliz ve Fransız zırhlıları Çanakkale’yi geçemedi. Hicret edenler 10 döndüler.’’ Çanakkale’nin geçilmemesi, orada gerçekleşen mücadelenin zaferle sonuçlanması, kahramanın duygu ve düşünce dünyasında bir değişmeye vesile olmuştur. Kendisi zaferin hayreti içindedir: ‘’O, bu mucizeden şaşkın bir hâlde, köşkünden dışarı çıktı. Yüz…binlerce askerler sokakları, meydanları, kırları dolduruyordu. Bu intizam, bu ruh, bu ordu, bu millet birdenbire nereden doğuvermişti? Anlayamıyordu…’’11

Sonuç olarak Çanakkale Savaşı, ülkemiz ve dünyamız açısından önemli bir merhaledir. 1914-1918 yılları içinde meydana gelen bu savaş, cephedekileri etkilediği kadar cephe gerisindekileri de etkiler. Cephe gerisindekiler arasında hissettiklerini kağıda dökenler de vardır. ‘’Edebiyat eserlerinde yer alan kahramanlar, gerçek hayattaki insanlar gibi şekillenebilir mi ve kahramanların yaşamış olduğu olaylar, bu şekillenmede bir rol oynar mı?’’ sorusunun etrafında Ömer Seyfettin’in ‘’Çanakkale’den Sonra’’ isimli hikâyesini inceleyerek cevap vermeye, somutlaştırılmaya çalıştım.

Kahraman, uyanıştan sonra ilk önce intiharı seçmiştir ancak savaş kazanıldıktan sonra kahramandaki bu uyanış, iyileşmeye yönelir: ‘’…Onun ümitsizliği geçtikçe gözleri açılıyor, artık yaşayan, kendisini duyan, mefkûresini bilen bir milletin içinde olduğunu görüyordu. Kapitülasyonlar kalkıyor, dâhilî düşmanlar temizleniyor, zehirli tufeyliler gibi milletin bünyesi üzerine üşüşüp kanını emen hainlerin elinden ‘’iktisat ve istismar’’ silahları alınmaya çalışılıyordu. İşte ümidini kestiği bu muhit nihayet bir millet oluyor ve Türklerin arasında da ‘’iş bölümü’’ fikri uyanıyordu.’’12

Cevap, şu şekilde verilebilir: Edebiyat, hayat ile iç içedir ve hayattan kopuk bir edebiyat düşünülemez. Edebiyat eserlerini oluşturan yazarlar, hayatın içinden kişilerdir ve yazarlar eserlerini oluştururken kendilerini, hissettiklerini dışa vururlar. Bu dışa vurma eylemini gerçekleştirirken kahramanları kullanırlar. Yazarlar, kahramanlarını yaratırken hayattan kopuk bir tavır almazlar. Kahramanlar, gerçekliğe sahiptir ve gerçek hayattaki insanlar gibi değişime ve şekillenmeye açıktır. Edebiyat eserlerinde yer alan kahramanlar, çevrelerinde yaşadıkları olaylardan etkilenirler. Ömer Seyfettin’in yazmış olduğu ‘’Çanakkale’den Sonra’’ isimli öyküde yer alan kahraman, hikâyesinin başladığı ana kadar ümitsiz ve karamsar bir kişi olarak çizilmiştir. Ancak Çanakkale Savaşı, ümitsiz ve karamsar kahramanı, hayata yeniden döndürmüş ve kendisini şekillendirmiştir.

Kendini yaşadığı topluma, millete ve yere ait etmeyen bu kahraman, ümitsizlikten kurtulur ve kendi hayatını yeniden düzenlemeye koyulur. Yaşadığı yerde küçük düzenlemeler yapar, kendine çekidüzen vermeye başlar; giyimine kuşamına özen gösterir. Çanakkale Savaşı’na kadar bekâr kalan kahraman, savaştan sonra 8

SEYFETTİN, Ömer, Hikâyeler 2, Çanakkale’den Sonra, Dergâh Yayınları, İstanbul, Nisan,2014, s.93 9 SEYFETTİN, age., s.94

10

SEYFETTİN, age., s.94 SEYFETTİN, age., s.94 12 SEYFETTİN, age., s.94 11

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Kalemden Süngüye Çanakkale’de Bir Savaş Şairi: Rupert Chawner Brooke Tuğçe ERKOL 1. Dünya Savaşı böyle bir ortamda ilerlerken askerlerin ve özellikle üst rütbeli komutanların günlüklerinin yanı sıra, savaş muhabirlerinin yazdıklarıyla savaşa katılan yazar, aydın ve gazetecilerin de yazdıkları o dönemin birer kanıtı olarak kaldı. Özellikle 1. Dünya Savaşı'na katılan Osmanlı Devleti'nin asker sayısı oldukça azdı, bundan dolayıdır ki Osmanlı'nın ordusu bütün halkıydı. Doğal olarak Galatasaray'ın tüm öğrencileri, vatansever yazarların büyük bir kısmı bu savaşın içindeydi. Nasıl ki Osmanlı adına ülkenin aydınları savaşa katıldıysa karşı cephede de benzer bir durum vardı. İngiltere adına savaşmaya gönüllü olan şair Rupert Chawner Brooke de bunlardan biriydi.

“Nasıl ki Osmanlı adına ülkenin aydınları savaşa katıldıysa karşı cephede de benzer bir durum vardı. İngiltere adına savaşmaya gönüllü olan şair Rupert Chawner Brooke de bunlardan biriydi.” 1. Dünya Savaşı... Adından da belli olacağı üzere bütün dünyayı insanın aklına gelebilecek her yönden etkileyen, berbat eden, sefil eden bir savaş... İnsanların sömürge için birbirilerine yaptıkları en büyük eziyet! Savaşın dünyaya yayılması daha çok insanın savaşa katılmasını gerektirdi. Askerlerin yanı sıra halk da savaşa dahil oldu ve bu halkın içinde ev hanımından çocuğuna, öğrencisinden memuruna, bilim insanından sanatçısına herkes vardı...

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

İngiltere'nin Rugby kentinde 3 Ağustos 1887'de dünyaya gelen Rupert Brooke (Bazı yerlerde ikinci adı Chawner yerine Chaucer olarak da geçer.) öğretmen bir baba olan William Parker Brooke'yle Ruth Mary Brooke'nin ortanca oğludur. Okul çağına gelene kadar evde babası onunla özel olarak ilgilendi. Sonuçta kendisi de bir öğretmendi. Eğitim Brooke, hayatının ilk basamaklarını Hillbrow ve Ruby okullarında aldı. Daha çocuk yaşlarında yakışıklılığı onu popüler bir hale getirmişti. Daha sonraki yıllardaysa kültür ve spor faaliyetlerine olan ilgisi ve bunlardaki başarısı sayesinde popülaritesi giderek artmıştı. Onun bu yakışıklılığı ve popülaritesi bütün hayatını etkileyecek şeylerden biriydi. Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avrupa üzerinde geziler yaptı. Ülkesine dönmek için uzun yolu seçerek bir


yelkenliyle Büyük Okyanus'a açıldı. Tahiti'de birkaç ay geçirdi. Burada tanıştığı Taatamata adlı kadınla ciddi bir ilişki yaşadı. Hatta ilk şiirlerindeki duygusallığın Taatamata'ya duyduğu hislerden dolayı olduğu da söylenirdi. Hayatının en uzun süren ilişkisini yaşadığı Taamata'dan bir de çocuğu olmuştu. Ancak bu çocuğun haberini yıllar sonra almış, aldığında da umursamamıştı. Brooke, bu geziler sırasında yaptığı gözlemleri eserlerine yansıttı. Özellikle de 1. Dünya Savaşı öncesinde Avrupa'nın kaynayan kazana dönüşmesini çok iyi bir şekilde gözlemleyebilmişti ki son dönem şiirlerine de bu durum iyice yansımıştır. Yapmış olduğu seyahat sırasında tiyatro üzerine hazırladığı tezini tamamladı. Bu tez ona Cambridge'nin kapılarını ardına kadar açtı. Cambridge, Rupert Brooke'nin hayatını şekillendiren en önemli yerlerden biri oldu. İçinde bulunduğu çevre sosyal hayatını, siyasi görüşlerini, hatta cinsel eğilimlerini bile etkiledi. Cambridge Yıllarında, günümüzde hala etkisi süren Marlowe Society adlı tiyatro topluluğunun kurulmasına yardımcı oldu ve bu topluluğun üyesi olarak hayatına devam etti. Brooke'nin tiyatro üzerine yazmış olduğu tez konusu tiyatro topluluğuna adını veren Christopher Marlowe ile yakından ilgili bir konuydu: Elizabeth Dönemi Tiyatrosu, Tiyatroya tez yazma, tiyatro topluluğu kurma, eser verme gibi alanlarda bir yazar olarak destek vermesinin yanı sıra tiyatro oyunculuğu da yapmıştır. Cambridge ve Marlowe Society'nin hayatına yön verdiği yıllarda ünlü yazar Henry James ve Winston Churchill ile çok yakın arkadaştı.

Özellikle edebiyat topluluğu görünüşlü bir sosyal kulüp olan Bloomsbery'de çok fazla zaman geçiriyordu. Burada birçok arkadaş edinmişti. Bu arkadaşların bazıları edebi dostlarıydı, bazılarıysa gönül arkadaşlarıydı. Wirginia Woolf ve eşi Leonard Woolf, iktisatın babalarından Keynes ve daha sonraki yıllarda birçok ünlü isim daha bu ekibe üyeydi. Biraz dedikoduvari bir bilgi olsa da şöyle anlatılır: Virgina Woolf bir arkadaşına, Bloomsberry'nin toplantılarından birinde, Brooke'yle başbaşa, ay ışığı altında, bir havuzda vakit geçirdiklerini söyler. Tabii, Brooke bekar bir erkek olarak bu grubun içinde farklı eğilimlerde birçok ilişkiye de girip çıkmıştır. Genç yaşından beri oldukça sosyal bir hayatı olan Brooke bundan başka Georgian Poets ve Dymok Grubu'na da üye olan önemli şairlerden biriydi. Yaşadığı yoğun hayat ve deyim yerindeyse çarpık ilişkileri onu çok yormuştu. Aynı anda birçok insanla ilişki yaşıyordu. Popülaritesi ve yakışıklılığı onun yalnız kalmasına izin vermiyordu. Hatta İrlandalı şair William Butler Yeats onun için "İngiltere'nin en yakışıklı genci" demiştir. 1912'de dönemin en ünlü aktrislerinden

1911 yılında yazmaya başladığı ilk şiirleri çocukça denecek kadar basit bir düzeydeydi. Bunlar ilk aşkla birlikte yazılabilecek romantik ve acemi şiirlerdi. Ancak bunların son dönem şiirlerinden bir farkı vardı. Henüz birer savaş şiiri değillerdi ve genç, dinamik bir havadaydı. Üstelik henüz savaş başlamamıştı. Savaşın başlamasıyla içinde bulunan milliyetçilik fidanı büyüyüp dallı budaklı kocaman bir ağaç olacaktı. İçindeki milliyetçiliğin büyümesiyle de hümanizm ruhundan tamamen uzaklaşacaktı. Cambridge yılları edebiyat grupları içinde toplantıdan toplantıya koşarak geçti.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Cathleen Nesbitt'le kısa süreli bir ilişki yaşamıştı. Tabii ki iki popüler insanın ilişkisi oldukça gözler önündeydi. Hatta kendinden 15 yaş küçük olan ve sonraları çok başarılı bir hekim olacak olan hemcinsi Noel Olivier'le nişanlandı. Bu yoğun aşk hayatı bazı sinir krizlerini tetikledi, tedavi görmesi gerekti. Bu tedavi süreci için Almanya'ya sık sık seyahatlerde bulundu. Aşk yaşamının vermiş olduğu yorgunluğun ardından ülkesine döndüğünde ilk dönemde yazmış olduğu şiirlerden farklı bir tarza yöneldiği gözler önüne serildi. Zaten yeterince milliyetçi olan Brooke, artık savaş yanlısı bir milliyetçiye dönmüştü. 1915 senesinde çıkarmış olduğu şiir kitabında da bu görüşlerinin izi görülmektedir. Ona göre inançlarımız ve milli hislerimiz uğruna ölmek, ölümlerin en güzeliydi. 1. Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle birlikte yazmış olduğu düz yazı ve şiirlerine bu değişim yansımıştır. Eserlerindeki milliyetçi coşku savaştan ayaklanan halkı iyice ayaklandırdı ve özellikle genç erkeklerin savaşa katılmaya gönüllü oluşunda etkili oldu. “Eğer daha askeri bir ulus haline dönüşeceksek ve tüm gençler buna katılacaksa ben de onlardan biri olacaktım” I. Dünya Savaşı'nın büyük mimarlarından biri olup önce Çanakkale'yi sadece bir donanmayla geçip ardından da İstanbul'a kolaylıkla ulaşabileceklerini savunan Winston Churchill zaten Brooke'nin en yakın arkadaşlarından biriydi. İki yakın arkadaşın da görüşleri birbirine paraleldi. Erol Mütercimler'in Gelibolu 1915 adlı eserinde Mütercimler'in Brooke'ye ait olduğunu söylediği şöyle de bir alıntı vardır ki Brooke'nin görüşleriyle oldukça da paraleldir: "Kaderimizin, bize bu kadar yardımcı olacağını tasavvur edemezdim! Demek, Galata Kulesi 15'lik toplarımızın altında paramparça olacak! Demek deniz top gümbürtüleriyle kana boyanıp leş gibi olacak! Demek Ayasofya'nın mozaiklerini, lokumlarını, halılarını yağmalayacağım! Demek ki bizler, tarihte bir çağın dönüm noktasını yaratacağız! Oh tanrım, hayatımda bu kadar mutlu olmamıştım!"

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

1. Dünya Savaşı'na katılan Osmanlılar için Türk ibaresini kullanan şairin Osmanlı'ya düşmanlık ve kin besleyen onlarca şiiri vardır. Bu şiirlerin de yer aldığı 1914 & Diğer Şiirler adlı tek şiir kitabı Mayıs 1915'te ilk baskıyı yaptıktan sonra tıpkı yazarın kendisi gibi oldukça popüler bir hal aldı. Savaşın devam ettiği üç yıl içerisinde 24 baskı yapan kitap bu dönemde en çok satılan şiir kitabı oldu. Brooke yazmış olduğu savaş şiirleriyle birçok insanın savaşa katılmasına ve bu sırada belki yaralanmasına belki de ölmesine sebep oldu. Ona göre bu yaptığı oldukça doğruydu ve herkesi kendi milleti için savaşmaya davet ediyordu. Teoride yazmış olduklarını hayata da geçirmek istemiş olacak ki 27. yaş gününü kutladıktan sonra İngiliz donanmasına kaydoldu. O artık bir şair değil, bir teğmendi ve Çanakkale'de görevlendirilmek üzere yola çıkma emri verilmişti. Savaş için Gelibolu'ya giden gemiye bindi. 23 Nisan 1915 günü dudağının kenarından bir çeşit sinek tarafından sokulunca kan zehirlenmesi yaşadı. Çanakkale'ye çok az bir yolu kalmıştı oysa. Yunanistan açıklarındaki Tris Bukes körfezinde demirlemiş olan Fransa'ya ait bir gemi hastaneye tedavi için gönderildi ama hayata karşı mücadelesini kazanamadı. Yunanistan'da ölen şairi, gemi hastaneye oldukça yakın olan İskiri Adası'ndaki bir zeytinliğe gömdüler. Yakın arkadaşları tarafından mezar taşına şöyle yazıldı: "Yatar burada Tanrı'nın kulu bir İngiliz teğmen ki İstanbul'un Türklerden kurtulması uğruna öldü."


MART’IN ON SEKİZİ Bulutlar basamak basamak ay yıldızken göklerde Küllenir mi şehâdet sevdası! Ateş var serde Güler de parmağın kopmasına azm ile mehmetçik Kazılıdır namlusuna ''Ey düşman askeri, çek git!'' Yitiktir yaptıkların, yaktıkların külliyen ziyan Henüz diriliş vakti uyan Çanakkaleli uyan! Boğaza inip açtığın kabri sulama kan ile Alçalma, düşme aynı kuyuya seni yıkan ile Akanlar ile ölçmeye hışmını yeter mi kudret? Hayretlerdedir düşman heyy Koca Seyit ha gayret! Seyrettirdin dünyaya boğazları seyrettirmekle tek Bıraktın, tekdîr ile uslanmayana haktı kötek Türk’ün gövdesinden hürriyete uzanan eller Uzanan ellerle yazılmış zaferle coşan gönüller Mustafa Kemaller, yüz binlerce Mehmetçik ve siz Atar mı hiç yüreği Anadolu'nun Çanakkale’siz? Sessiz hüzünler yeşerir geldikçe bir gün hatra Ateşin düştüğü ocakta yanar acı birer hatıra Sığdıramamışken on sekiz satıra martın On Sekizini Doğuruyor analar her gidenin bir ikizini! Önder ÖZTÜRK

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


BİR MİLLETİN DİRİLİŞ DESTANI: ÇANAKKALE Doç. Dr. Seher BOYKOY ile Röportaj Emirhan KIZILDAŞ Doç. Dr. Seher BOYKOY, Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, Cumhuriyet Tarihi Bilim Dalı öğretim üyesidir. Lisans ve Yüksek Lisans eğitimini Uludağ Üniversitesi’nde, Doktora derecesini Dokuz Eylül Üniversitesi’nde almıştır.

Emirhan Kızıldaş: Seher Hocam, 18 Mart Çanakkale Deniz Zaferi’nin 103. Yılı, zaferin anlamı ve önemi hakkında genel olarak neler söylersiniz? Doç. Dr. Seher Boykoy: Arkadaşlar, öncelikle benimle böyle anlamlı bir konu üzerine söyleşi yaptığınız için size teşekkür ederim. Çanakkale Zaferi başlı başına bir destandır. Buna “Türk’ün Şanlı Destanı” da diyebiliriz. Biliyorsunuz, Çanakkale Cephesi, I. Dünya Savaşı’nın en önemli cephelerinden birisidir. Osmanlı Devleti’nin İtilaf Devletleri’ne karşı kendi topraklarını savunma mücadelesi verdiği bu cephede savaşın en önemli, en kanlı çarpışmaları yaşanmış ve büyük kayıplar verilmiştir. E.K.: Çanakkale Cephesi’nin açılmasında temel sebep, Çanakkale Boğazı’nı ele geçirmek ve İstanbul’a ulaşmak olmuştur. Peki İtilaf Devletleri bu hedeflerini gerçekleştirmek için nasıl bir yol izlemişlerdir? S.B.: Çanakkale Cephesi’nde deniz savaşları, kara savaşları ve hava harekatları vardır. Başlangıçta yöntem konusunda İtilaf Devletleri arasında bir birliktelik olmadığını görüyoruz. Sadece donanma ile Çanakkale Boğazı’nı geçmek veya donanma destekli karar kuvvetleriyle geçmek düşüncesi arasında kaldıklarını görüyoruz. Fakat daha sonra ilk düşünce ağır basıyor. Bu nedene Çanakkale Savaşı’nın ilk aşaması deniz savaşları olmuştur. Çanakkale’yi geçmek için on sekiz savaş gemisinden oluşan bir filo oluşturulmuştur ve filonun adı da “Yenilmez Armada”dır.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj

E.K.: Türklerin bu denizden gelecek saldırıları önlemek için ne gibi planları vardı? S.B.: Deniz savunmasında iki önemli husus vardır. Bunlardan birisi, boğaza girecek olan müttefik filololarına toplarla yapılacak olan saldırı ve “B” planı. Bu “B” planı da sahile seri halinde su altı mayınları döşemektir. İşte bu noktada özellikle belirtmemiz gereken bir husus da Nusret Mayın Gemisi. Deniz savaşlarının kaderini belirlemiştir bu gemi. Komutanı Hakkı Bey olan gemi, elinde kalan 26 mayını sahil şeridine döşemiştir. Tabii 18 Martta biz kesin geçeceğiz taarruz da zaferle sonuçlanacak dediler ama Nusret’i hesaba katmadılar. Tabii bu sırada bir insanın taşımayacağı büyüklükte bir top mermisini sırtlayarak Ocean zırhlısını vuran Seyit Onbaşıyı da anmamız gerekli. E.K.: Hakkı Bey kalp krizi geçirerek vefat etmiştir. Buradan savaşın ne denli güç olduğunu anlayabilir miyiz? S.B.: Tabi bu kolay bir şey değil. Elimizdeki malzeme, mühimmat çok az. Karşınızdaki kuvvet 5-6 kat fazla mühimmata sahip. Bunun yanında yalnızca bir devlet de değiller. Karşınızdakiler dünyanın önemli güçleri olan devletler. Böyle yokluk ve yetersizlikler içerisinde insanların psikolojisi ve sağlığı da bozulması kaçınılmaz. E.K.: Bundan sonra kara savaşları başlıyor. Kara savaşları ne zaman başlıyor ve ne kadar sürüyor?


S.B.: Deniz saldırısında istediklerini elde edemeyince bu sefer, 25 Nisan’da Gelibolu Yarımadası’na askerleri çıkarmaya başlıyorlar. Bu noktada Hint ve Anzak birliklerinden destek sağlandığını görüyoruz. Anzak birlikleri Avusturalya’dan ve Yeni Zellanda’dan getirilen askeri birlikleri. Kara savaşlarında General Hamilton etkili oluyor. Bu saldırılar Ocak 1916 yılına kadar sürecektir. Arıburnu, Anafartalar ve Seddülbahir bölgesi en şiddetli çatışmaların yaşandığı bölgedir. E.K.: Kara savaşlarında Mustafa Kemal’in askeri stratejisi hakkında bilgi verir misiniz? S.B.: Harbiye Nazırı Enver Paşa, Çanakkale Boğazı savunmasının sağlamak üzere, 5.Orduyu kuruyor. Bunun başına Limon von Sanders geçiriliyor. Mustafa Kemal de, 5.Orduya bağlı olarak 19.Tümen Komutanı olarak askeri faaliyetlerde bulunuyor. Kara savaşlarının en çetin aşamalarında Mustafa Kemal’i görüyoruz. Aslında Çanakkale zaferinin mimarı diyebiliriz. E.K.: 57.Alay da ona bağlanıyor değil mi? S.B.: Evet, 57.Alay Mustafa Kemal’in başında bulunduğu 19.Tümene bağlı ve alayın komutanı Hüseyin Avni Bey ki daha sonra kendisine Arıburnu soyadı veriliyor. Mustafa Kemal, daha başından düşmanın çıkartma yapacağı yeri öngörmüştür. Çünkü İtilaf güçleri sık sık şaşırtma çıkartmalarında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal, düşmanın çıkartma yeri konusunda Limon von Sanders’i de uyarmıştır. Bu uyarılarının dikkate alınmaması üzerine Çanakkale Cephesinin kaderini belirleyecek inisiyatifi almaktan kaçınmamış, ordu komutanının emrini beklemeden 57.Alaya taarruz emri vermiştir. 57.Alayın saldırısı karşısında düşman kuvvetleri başarısızlığa uğruyor. Bununla birlikte düşman donanmasından yapılan bombardımanlar sonrasında 57.Alayın üçte ikisi kaybediliyor. Mustafa Kemal’in burada kazandığı başarı kendisinin yarbaylık

rütbesinden albaylık rütbesine terfi etmesini sağlıyor. Daha sonra da Ağustos 1915’te Anafartalar grup komutanlığına getiriliyor. Burada Mustafa Kemal’in ileri görüşlülüğü ve askerî dehası önemlidir. E.K.: Çanakkale Cephesi adeta bir ateş çemberine dönmüş durumda… S.B.: Tabi bundan sonra İtilaf Devletleri dokuz aya yakın bir süre siper savaşına devam ediyorlar. Dünya savaş tarihinin en yüksek oranına ulaşılıyor, metrekare başına altı bin mermi düşüyor. Havada çakışan mermiler var. Aynı anda atılan mermilerin birbirine denk gelme olasılığı çok fazla. Çanakkale’de çakışan mermiler sergileniyor. Bu da savaşın adeta bir cehennem ateşi içerisinde geçtiğini gösteriyor. Çanakkale Cephesinde etkili olan bir de seyyar jandarma tabutları vardır. Özellikle kara muharebelerinde Anafartalar Grup Komutanlığı’nın kuzey hattını koruyan jandarma taburları var. E.K.: Jandarma taburlarının Çanakkale Cephesine nasıl etkisi oldu? S.B.: Bu konu, genellikle kaynaklarımızda çok ihmal edilen bir konudur ama üzerinde titizlikle durulması gerekmektedir. Baktığımız zaman I. Dünya Savaşı’nın tabi seferberlik ilan edilince ülkede sabit olan jandarma birliklerindeki subaylar ve erlerden seyyar birlikler oluşturuyorlar. Bunlar, bir kısmı piyade alayları içerisinde veya bir kısmı da tabur olarak müstakil halinde faaliyet gösteriyorlar. Aslında I. Dünya Savaşı’nda pek çok cephede önemli hizmetleri görülmüştür bu taburların. Çanakkale Cephesinde görev yapan bu taburlardan birisi de Bursa seyyar jandarma taburudur. Bu tabur Arıburnu, Anafartalar, Kitre muharebelerinde gerçekten çok önemli kıyı savunması gerçekleştiriyor ve bu bölgede düşmanı geri çekilmeye zorluyor. Bu taburlar,

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj


Anafartalar grubunun zaferini de büyük ölçüde takviye etmiş oluyorlar.

denizaltıyla da Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın da katıldığı bir törenle Müstecip Onbaşı adı verilmiştir.

Kahramanlarından bir de Yenişehirli Müstecip onbaşısı vardır. Bursa Yenişehir’de doğmuş ve seferberliğin başlamasıyla birlikte silah altına alınmıştır. Dünya savaşının en şiddetli zamanında Çanakkale cephesi Kilitbahir bölgesinde kıyı topçusu olarak görev yapmıştır. Deniz zaferinin kazanılmasını ve itilaf devletlerinin 18 Mart’ta bozguna uğratılmasından sonra, Gelibolu yarımadası ele geçirme planlarını daha önce belirtmiştik. İşte burada özellikle bu planın uygulanma aşamasında denizaltılardan yararlanılıyor. Fakat denizaltılar o günün yeni icatlarıdır günün şartlarına göre çok ileri bir donanımları yoktur. Teknik donanım açısından bazı yetersizlikleri var. Bir de Çanakkale boğazı öyle kolay geçilecek bir boğaz da değildir. Çok dar, çok virajlı, çok akıntılıdır. Burada Çanakkale Boğazı’nın kendi konumu itibariyle de düşmanın kolay geçemeyeceği bir boğaz olduğunu görüyoruz. İşte bu yüzden denizaltılar zaman zaman hedef tespit etmek amacıyla periskoplarla su yüzüne çıkıyorlar. Su yüzüne çıktıklarını anda kıyı topçuları bunları görüyor ve hemen top ateşine başlıyor. İşte Osmanlının savaş ve ticaret gemilerine çok büyük zararlar da veren bu düşman denizaltıları büyük bir kısmı kıyı topçuları tarafından batırılmıştır. Müstecip Onbaşı da Çanakkale boğazını geçmek isteyen ve Fransızlara ait Turquoise (Q46) adlı denizaltının su yüzüne çıktığını görüyor ve komutan emri beklemeden denizaltıyı vuruyor. Aslında bir vuruş iki hedef alıyor. Nasıl oluyor da iki hedef vuruyor? Şöyle ki daha sonra Alman teknisyenler, bu denizaltı üzerinde inceleme yapıyorlar. Turquoise’nin Marmara Denizinde 5 Kasım tarihi için belirlenmiş olan İngiliz denizaltısıyla randevu koordinatlarını tespit etmişlerdir. Bu tarihte Turquoise yerine, UB-14 Alman denizaltısı gönderilmek suretiyle, belirlenen saat ve koordinatta, İngiliz denizaltısı da batırılmıştır. İşte buna atfen, İstanbul’a çekilen

Müstecip Onbaşı da Millî Mücadeleye katıldıktan sonra sağ salim memleketine dönmüştür. Döndükten sonra da gösterdiği başarılardan sonra kendisine madalya takdim edilmiştir. Hatta kendisine sunulan Ziraat Bankası tarafından beş yıl vadeli faizsiz on beş bin lira krediyi de “O para çok paraydı, ben fakirdim ama devletim de fakirdi.” diyerek geri çevirmiştir. Müstecip Onbaşı 1956 yılında 65 yaşında vefat etmiştir.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj

E.K.: Çanakkale Savaşlarında hakkında bilgi verir misiniz?

Bursa’nın

şehitleri

S.B.: Çanakkale cephesinde Bursa, çok özel bir yere sahiptir. Kayıtlara baktığımızda Bursa’nın Çanakkale cephesinde en fazla şehit veren il olduğunu görüyoruz. Bunlar ile ilgili tespiti Millî Savunma Bakanlığının yayımladığı Şehitlerimiz adlı çalışması var. Millî Savunma Bakanlığınca yürütülen “Şehit Kimliklerinin Tespiti” projesi kapsamında beş cilt olarak bu veriler hazırlanmıştır. Bu çalışma o dönemle ilgili sosyal analizler de yapmamıza da olanak sağlıyor. O şehitlerin adı, baba adı, lakapları, doğum yeri, doğum tarihi, hangi cephede şehit olduğu liste halinde verilmiştir. Çanakkale Savaşı başladığında aynı zamanda Doğu cephesinde de savaşlar vardı. Doğu cephesinde de Rumlar ve Ermeniler var. Onlara karşı savaş verildiği için bu dönemde Doğu Anadolu halkı daha çok Doğu cephesindeki savaşlara destek veriyordu. Çanakkale cephesinin konumuna baktığımızda hem cepheye yakınlık hem de asker sevkiyatı açısından daha çok Batı bölgesindeki halk destek veriyor. Batı Anadolu'dan çoğunluk var ve bunların da çoğunu Bursa'dan gidenler oluşturuyor. Bu kayıtlardaki veriler savaşın en acı yüzünü ortaya çıkartıyor.


Bu şehit isimleri arasında %10'luk bir oranda Ermeni ve Rum isimlerine de rastlıyoruz. Bu önemli bir husus aslında. Neden? Şöyle deniliyor, işte Türkler 1915 yılında Doğu Anadolu'daki Ermenileri sevk ve iskân kanuna tabii tuttular, zorla göç ettirdiler. Aynı dönemde Ermeniler Batıda cepheye gidiyor, cephede savaşıyor, cephede şehit düşüyor. O halde burada Doğu bölgesindeki Ermeniler için bu sevk ve iskân kanununun çıkarılmasını anlamışlar. Bunlar Rus ordusuna katılıyor ve isyanlar çıkartıyorlar. İşte burada Ermeni sorunu arkasındaki kışkırtmaların etkisinden söz edilebilir. E.K: Çanakkale cephesinde sağlık ihtiyaçlarının karşılanması nasıl sağlanıyor? S.B: Tabi hepsi cephede savaşırken hayatlarını kaybetmemişlerdir. Yaralanalar da var ve bunlar birtakım hastanelerde tedavi ediliyor. Bu süreçte Kızılay yani Hilâl-i Ahmer’in yardımları önemlidir. Yine fırkaların kendi bölüklerinde oluşturulan revirler, sargı odaları, bir takım seyyar hastaneler de bulunuyor ve yaralananların ilk tedavileri bu hastanelerde yapılıyor. Durumlarına göre tedavi edildikten sonra tekrar cepheye gönderiliyorlar İstanbul’daki hastanelere de yaralı sevkiyatı yapılıyor. E.K: Yaralıların tedavi edilmesinde halkın desteği var mı? S.B: Bu savaşların bizde en çok ihmal edilen yönü, kadın faktörüdür. Bir bakıma Türk kadını, yaşanan savaşların gizli kahramanlarıdır aslında. Burada özellikle Türk kadınının Çanakkale Cephesindeki yerini vurgulamamız gerekiyor. Avustralya ve Yeni Zelanda arşivlerinde, Çanakkale’de bazı Türk kadın savaşçılarına ilişkin bilgiler verilmektedir. Bununla birlikte daha çok cephe gerisinde, sağlık hizmetlerinin yürütülmesinde, yaralıların tedavisinde cepheye mermi taşımasında, askerler için mermi hazırlanmasında, cemiyetler vasıtasıyla yardım toplanmasında önemli hizmetlerde bulunan kahraman kadınlarımız, toplumun tamamlayıcı, birleştirici, dinamik bir unsuru olduklarını her yönüyle kanıtlamıştır. Babası ile birlikte cepheden cepheye koşan Nezahat Onbaşı Çanakkale’deki kahraman kadınlarımızdan biridir sadece. O dönemde cephede sosyal yardım dediğimiz cemiyetlerden biri de asker ailelerine yardımcı hanımlar cemiyeti. Bu cemiyet kadınları tarafından, askerlerin ve cephe gerisindeki ailelerin ihtiyaçlarının karşılanması için yukarıda belirttiğimiz müstecip onbaşı adı verilen gemi müzede 1 lira karşılığında halkın ziyaretine açılıyor. Toplanan paralar da şehit ailelerine yardım amaçlı kullanılıyor. Baktığımızda cephe gerisinde de insanlar büyük bir savaş veriyorlar.

E.K: Son olarak bugünün anısına neler söylemek istersiniz? S.B: Konuşmanın başında da bu bir destan dedim. Her şeyden önce Mustafa Kemal, O’nun yeniden cesaretini toplayarak harekete geçirdiği Türk ordusu ve bu ordunun esasını teşkil eden Anadolu halkı tarafından yaratılan bir kahramanlık destanıdır. Bu destan, uzun savaş yıllarında alınan yenilgiler ve özellikle Balkan bozgununun Türk Ulusu üzerinde yaratmış olduğu eziklik psikolojisinin aşılmasında büyük moral destek sağlamıştır. Bir bakıma, Balkanlarda uğranılan hezimet, Çanakkale Zaferi ile büyük ölçüde dengelenmiştir. Hepsinden önemlisi de Çanakkale cephesinde kazanılan bu büyük zaferin ortaya çıkardığı milli irade ve ruh olmuştur ki, bu ruh sayesindedir ki, Kurtuluş Savaşının kazanılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yolda mihenk taşı teşkil etmiştir. Balkanlarda uğranılan hezimet, Çanakkale Zaferi ile büyük ölçüde dengelenmiştir. Hepsinden önemlisi de Çanakkale cephesinde kazanılan bu büyük zaferin ortaya çıkardığı milli irade ve ruh olmuştur ki, bu ruh sayesindedir ki, Kurtuluş Savaşının kazanılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yolda mihenk taşı teşkil etmiştir.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj


Mevsimsiz Aşk Ilık esen rüzgarla birlikte sakin sakin yağıyordu yağmur. Toprak kokusu, kan kokusu birbirine karışmıştı. Kış mevsiminin bittiğini müjdeleyen yalancı bahara aldanıp çiçek açan ağaçlar... Onca savaşın, kanın ve acının içinde bahara hazırlanan doğa, tüm umutsuzluğu unutturup yeniden umuda sürüklüyordu insanı. Gün, ılık geceye bırakırken yerini, Ayşe dinlenmek için geldiği evinin salonundan duyuyordu sesleri. Bütün gün ara vermeden devam etmişti savaş. Hastaneye getirilen yaralılara hiç dinlenmeden kırk sekiz saat boyunca bakmaktan yorulmuştu. Eve gidip dinlenmek istemişti ama aklı hala cephede ve hastanedeydi. Uzandığı koltuktan yorgun olmasına rağmen fırlayıp çıktı evden. Aklına bugün eline tutuşturulan pusula gelmişti. Gidip bakmalıydı. Sessiz sokaklarda çıt cıkarmadan başı önünde yürüdü. Savaş sırasında düşman askerleriyle karşılaşmamak için böyle yürürdü. Dik yokuşu da çıktıktan sonra hemen sağındaydı harabeye dönmüş ev. Savaş sadece insanları değil, değip geçtiği her şeyi mahvediyordu. Evleri ağaçları doğayı... Geriye yanmış çürümüş toprak kalıyordu. Yanmış evin kapısından içeri girip sağa döndü Ayşe. Girişte küçük bir odanın tam ortasında bekliyordu onu Jonathan. Bir koşuda boynuna atıldı adamın.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

Hikaye – Sevcan ÖZBEK -Nasılsın? Seni çok merak ettim, dedi. -İyiyim sen nasılsın? Çok özledim seni, diyerek boynundan öptü Ayşe’yi. -Çok yorgunum. Her gün cepheden gelen yaralıları gördükçe umudum daha da azalıyor. Ne zaman bitecek bu savaş Jon? -Bilmiyorum canım. Keşke elimden daha fazlası gelseydi… -O kadar alışmışız ki savaşa, ölüme. Dün yan komşumuz Emine Abla’nın eşinin şehit haberi geldi eve. Kadın bir damla gözyaşı dökmedi. “Vatan sağ olsun” dedi sadece içindeki yangını bastırarak. -Her gün ailelere onlarca telgraf çekmekten üzülmeme fırsat kalmıyor. Sizin oradan bakınca biz hainiz. Bizim buradan bakınca siz hainsiniz. Birbirimizi suçladığımız savaşta, ölenlere masum, şehit diyoruz. Anlayacağın herkes masum ya da herkes suçlu. -Bizim kendimizi vatanımızı, namusumuzu savunmaktan başka gayemiz yok. Eğer bu savaşı kaybeder, Çanakkale'den geçit verirsek düşmana bir daha asla topraklarımızı savunacak gücümüz kalmaz. O kadar yalnızız ki millet olarak… Tek başımıza tüm dünyaya karşı savaş veriyoruz! -Haklısın. Ne düşünsen, nasıl hissetsen haklısın.


Başını eğdi Ayşe. Uzun bir sessizlik oldu. Cephede savaşı görmemişti hiç ama savaşın varlığı ve izleri hayatında bir travmaya neden olacaktı. -Siz sadece asker gözüyle bakabilirsiniz savaşta ölenlere; ama onlar umudu, aşkı, ailesi olan insanlar. Bir asker öldü demek kolay. Arkalarında bıraktıklarını ne yapacağız peki Ayşe? -Bilmiyorum Jonathan böyle elimiz kolumuz bağlı oturacak mıyız savaş boyunca? -Tabi ki hayır düşüneceğim bir şeyler. Merak etme sen. Siz milletçe yalnızsınız bu savaşta. Bense tüm dünyanın ortasında yalnızım. Derin bir nefes aldı Jonathan. Gözlerindeki hüzün yüzüne yerleşmişti. Başını gökyüzüne çevirip devam etti konuşmasına. -Bu savaşa katılacağımı söylediklerinde çok sevinmiştim, Britanya Krallığı'nın devamını sağlayacak bu topraklarda savaşmak gurur vericiydi. Ama buraya yerleşip bu insanların, sizlerin haklı mücadelelerini gördükçe benim gurur duygum nefrete dönüştü. Eğer o gün karşıma çıkmamış olsaydın kendimizi hala haklı sayabilirdim. Senin olduğun her yer vatan toprağı bana artık. Baktığın yerden dünyayı görmek, hissetmek ve aşkın varlığını seninle bilmek yeniden doğmak gibi. Jon, “Seni çok seviyorum” dedi ve eğilip Ayşe'nin dudaklarından öptü. Jonathan'ı öperken Ayşe’nin aklına nasıl tanıştıkları geldi. Savaşın bütün dünyayı kasıp kavurduğu bu topraklarda bir akşam nöbet değişimi için tek başına hastaneye gidiyordu Ayşe. Çok geçmeden Anzak askerlerinden biri laf atmıştı. Ne yapacağını bilemeyen Ayşe sağına soluna bakınırken asker onu yakaladığı gibi ıssız bir yere götürmüştü. Tam saldırmak üzereyken Ayşe entarisinin içinde sakladığı bıçağı adamın kasıklarına saplamıştı. Asker can havliyle tuttuğu Ayşe'nin entarisini yırtmış ve “ahh” diye bağırmıştı. Ayşe kaçmaya çalışırken iki asker boğuşma seslerine gelmişti. Arkadaşlarının acı içinde yerde kıvrandığını görünce kadını tutuklayıp doğru karargâha götürmüşlerdi.

Jonathan Ayşe’yi Anzak askerleriyle İngilizlerin bir arada çalıştığı ortak alanda görmüştü ilk Önceleri sadece izlemişti kızı. Nefes kesici bir güzelliği yoktu Ayşe'nin ama görenin bir daha dönüp baktığı cazibesi çekmişti onu kendine. Onunla konuşmanın yolunu bulup sesini duydukça kopamaz hale gelmişti Ayşe'den. Savaşın ortasında bir anda beliren mavi gözlere bakmaktan kendini alamamıştı Ayşe. Uzun boylu sarışın asker her defasında farklı bir bahane ile karşısına çıkmıştı. Her şeyin mahvolduğu zamanda aşkın sırası değildi. İkisinin de kabullenmesi epey zaman almıştı bu aşkı. Önceleri mantığının ve kalbinin savaş verdiği bu hislerden kurtulmak için her şeyi denemişti Ayşe. Ama kalbine söz geçirememenin zorluğunu ilk defa anlıyordu. Bunu kendine bile itiraf edemezken ailesine nasıl anlatacaktı bilmiyordu. Bunları düşünürken daha sıkı sarıldı sevdiğine. Dünyada savaşın ayıp olmadığı ama iki farklı ırktan kişilerin birbirini sevmesinin neden ayıp olduğunu anlamak istemiyordu Ayşe. Sadece onun yanında olmak istiyordu. Gözlerini ayırmadan gözlerinin içine baktığı Ayşe'den ayrılma fikri kalbine bıçak saplanmışçasına canını acıtıyordu Jonathan'ın. Derin bir nefes aldı. -Çok geç oldu seni bırakayım. Oradan da karargaha gideceğim. - Tamam, hadi gidelim. Yol boyunca tek kelime etmeden yürüdüler. İkisi de yaşadıkları bu aşkı geleceğe taşıyamayacaklarını bildikleri halde hayal kurmaktan vazgeçmeden yürüdüler. Ne de olsa hayallerde imkansız diye bir şey yoktu. -Burada ayrılalım. Ben giderim. Ne zaman göreceğim seni bir daha? -Ben sana yine bugünkü gibi bir pusula gönderirim. Seni seviyorum Ayşe. Yüzündeki anlamsız gülümsemeyle kapıyı açıp eve girdi Ayşe. Issız bir sessizliğe gömülmüştü ev. Herkes uyumuş olmalı diye düşünürken odasına girdi. Başını yastığına koyduğu gibi uykuya dalmıştı bile.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye


Sabah ezan sesiyle açtı gözlerini. Derin sessizliğin devam ettiği eve bir kez daha baktı. Kimseler yoktu evde. Korktu önce. Cesaretini toplayıp nerde olabileceklerini düşünürken kapı çaldı. Gelen annesiydi. Kapıyı açar açmaz başladı suallerine.

oldukları yere gömdüklerini bilse de Ayşe yine de umut ediyordu. Yaşıyor, hatta şu an Seyit Onbaşı gibi o da mermiyi kucaklıyordur belki diye hayal kurmaktan, umut etmekten bir an bile vazgeçmeden bekliyordu babasını ve kardeşini.

-Nerden geliyorsun anne? Bütün gece mi yoktunuz evde? Noldu anlatsana?

Gelen yaralılara ilaç almak için alt kata inerken merdivenlerde karşılaştı Jonathan'la. Bir gören var mı diye sağına soluna bakınıp kolundan tuttuğu gibi Ayşe'yi malzeme odasına sürükledi.

-Sen evden çıktıktan sonra haber geldi. Hatice yengenin köyünden biri doğuracakmış acil seni istediler. Ben de evde yok, çıktı dedim. Sen gel o zaman yardıma bacım dediler. Yoldan çevirdiğimiz arabayla vardım köye. -Ya ninem, kardeşim? Onlar nerde? Ağlamaya başladı sessizce annesi. -Kardeşin gitti. Cepheye, babanın yanına gitti. Onu bulup omuz omuza çarpışacakmış düşmanla, öyle dedi giderken. Ninen de Emine Ablana gitti onu teselli için ama kendi içindeki fırtınayı dindirebilirse teselli edecek. Evde kimse olmayınca orda kalmıştır. -Başka bir şey demedi mi Memet giderken? Nasıl saldın onu anne? Daha on altı yaşında o, küçücük! Ne anlar silahtan toptan? Neden izin verdin? Bütün sinirleri boşalmıştı Ayşe'nin, ağlamaya başladı. -Beni dinlemedi bile. Babamı yalnız bırakamam oralarda, dedi. Ablamı, ninemi öp benim için, kalın sağlıcakla deyip ellerimin arasından kayıp gitti yavrum. İkisinin de ağlamaları hıçkırığa dönmüştü artık. Ağladıkça sakinleşmeye başlayan Ayşe kalktı yerinden üstünü giyip evden çıkarken, -Ben hastaneye gidiyom ana, diye seslendi. Belki yaralı getirmişlerdir hastaneye, bana ihtiyaçları vardır. Hastanede gönüllü çalışmaya karar verdiğinde babası yeni gitmişti cepheye. Hiç değilse sağ mı ölü mü onu bilirim belki diye yollarını gözlemişti babasının. Şimdiyse ikisinin de yolunu bekleyecekti hastanede. Babası gelmedikçe hastaneye umudu daha da artırıyordu Ayşe'nin. Bugün de yaşıyordu. Cephede ölenleri hastaneye taşımak yerine İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

-Çok özledim seni, dedi Jonathan, sımsıkı sarıldığı Ayşe'ye. -Bir şeyim yok sevgilim iyiyim ben. Merak etme beni, derken en çok ihtiyacı olduğu anda yanında olduğu için bırakmadı adamı kollarından. Uzun bir süre birbirlerine sarılarak kaldılar. Gözleri dolmuştu Ayşe'nin. -İyi değilsin sen, bir şey olmuş. Ne oldu Ayşe’m? -Dün akşam kardeşim de gitmiş cepheye, babamın yanına. -Savaş böyle bir şey Ayşe’m. Savaşanları görenler bilenler evlere sığamıyor. Ama kaçıp gidiyor ama savaşıyor. Üzülme sen belki yaralı olarak dönerler eve, diye teselli etmeye çalıştı Ayşe'yi. *** Jonathan'ın tesellisinin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Türk askerlerinin en son İngiliz karargahını bombalaması üzerine, Jonathan zaferi göremeden orada ölmüştü. Çanakkale zaferi tüm yurtta büyük bir sevinç ile karşılanırken, bütün dünyada şaşkınlık ve hayranlık uyandıran bir zafer olmuştu. Cepheye gidenlerin geri dönmediği bir zaferi Ayşe buruk bir acıyla kutlamıştı. Ninesiyle İzmir'e gitmek için yola koyulmuşlardı.


“Onlar mukaddes vatan toprakları için canlarını seve seve vermişler, Çanakkale Savaşları’nın kaderini değiştirmişlerdir. Burada geçen her saniye, kullanılan her an, ölen her nefer, Türk vatan ve milletinin mukadderatını çizmiştir. Kara savaşlarına katılan ilk birlik olan 57. Alay, vatan sevgisinin ne olduğunu insanlığa göstermiştir. Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


“Uzun Beyaz Bulut Gelibolu” Romanına

Eleştirel Bir Bakış Ayşe Bengisu AKDAĞ

“Hiçbir şey dışardan göründüğü gibi değildir. Ve yalnızca bu nedenle bile tarih, düz okunacak bir metin olamaz.” (Gelibolu, s.313) Altı yıl olmuş Buket Uzuner’in Gelibolu hakkındaki romanını okuyalı. En son, üniversitedeki kompozisyon dersimiz için elime almıştım kitabı. Hocamızın ders için okuttuğu romanlardan biriydi. Ders için olmasından mütevellit dip köşe, altlarını çize çize, notlar ala ala okuduğum bir kitap olmuştu. Şimdi dergimizin dosya konusu münasebetiyle tekrar elime aldım ve zamanında sınav kağıdına yazdığım eleştirileri şimdi dergimizin sayfalarına yazmak üzere tekrar inceledim romanı. Buket Uzuner’in Uzun Beyaz Bulut Gelibolu romanı on beş yılda 50 küsur baskıya ulaşmış bir kitap. Bir “çok satan”. Popüler bir tarihî roman. Uzuner romanı yazdıran durumu bir röportajında şu şekilde ifade ediyor: “1996 yılında oğlumu ilkokula, Galatasaray Lisesi'ne yazdırmak istemiştim. Kuralara isim yazdırmak için koridorlardan geçmek gerekiyordu. Geçerken duvarda bir yığın Osmanlı delikanlısının siyah beyaz resimlerini gördüm. Dikkatimi çekti. Doğum ve ölüm tarihlerini hesaplayınca 16-18 yaşları arasında, Çanakkale'de şehit olmuş çocuklar olduklarını gördüm. Onlar için "gönüllü gitti ve şehit oldu" yazmışlardı. Bu beni çok etkiledi. O yaşta ölmeleri kadar, bu çocukların Osmanlıların en iyi okullarında okuyan, varlıklı ailelerden gelen İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

çocuklar olmaları beni etkilemişti. Belirli bir eğitim almış, yetişmiş kitlenin ölmesi her ülke için büyük bir kayıp. O an resimleri gördüğüm zaman, bir aydınlanma oldu. "Bu çocuklar hakikaten orada ölmeseydi, biz bugün burada mı olurduk?" dedim. O resimlerin önüne öyle bir çakılmışım ki, kura saati bitmiş, beni çağırıyorlardı! Zannederim o sırada ben, bilinçaltımda bu romanı yazmaya başlamıştım. Yazarken, romandaki Ali Osman Bey'in o çocukların kolektif bir sentezi olduğunu düşündüm.” Temelde Çanakkale Savaşı odaklı olan eser, cepheden ziyade cephe gerisini ve evrensel olanı yakalama peşinde. Savaşın insanlığı nasıl ve neden tehdit ettiği üzerinde duran eser, emperyalizm, sömürgecilik, modernizm, yeni pazar arayışları ve tüketim gibi kavramları ve bireysel ve toplumsal kimlik kavramlarını sorguluyor derinde.


Eser neyi anlatıyor? Buket Uzuner'in Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu adlı romanı özetle Wellington'da bir klinikte çalışan ve Çanakkale Savaşları'nda ölen büyük dedesinin izini aramak için Gelibolu'ya gelen Yeni Zelendalı Psikolog Victoria Taylor ile Gelibolu'da yaşayan Beyaz Hala'nın öyküsünü konu alır. Bu öykü, etrafında Çanakkale Savaşları, özellikle barış yüklü mesajlarla yansıtılır. Çanakkale cephesindeki iki asker, Osmanlı teğmeni Ali Osman Bey ile Anzak Er Alistair John Taylor'ın yaşadıkları romanda peşine düşülen ana olayı oluşturur. Roman, Viki’nin Yeni Zelanda’dan Çanakkale’ye gelerek dedesi Alistair John Taylor’u aramasıyla başlar. Viki’nin Beyaz Hala ile tanışıp konuşmasından sonra Gazi Alican Çavuş’un aslında Yeni Zelandalı Alistair John Taylor olduğunu söylemesi üzerine Eceyaylası köylülerinin ve Türkiye’nin tepkisiyle karşılaşması anlatılır. İlk bölüm Viki’nin, Beyaz Hala ile tanışma süreci ve dedesinin Türk topraklarında Müslüman olduğunu öğrenip kabullenmesiyle sona erer. Romanın büyük bölümü geçmişe gidilerek Alican Çavuş ve Alistair Taylor’un ayrı ayrı mektupları üzerinden devam eder. Bu mektuplarda askerlerin hayat, ölüm, toplum ve savaş üzerine düşünceleri yansıtılır. Düğümlenen olayın sonunda anlaşılır ki Alistair John Taylor cephede karşılaştığı Ali Osman’ın yerine geçmiştir. Romanın sonlarında bir yandan geçmiş araştırılırken Viki ile Çavuş’un torunu Ali Osman da birbirlerine aşık olurlar. Birbirlerine sevgilerini ifade ederler ama sonunda ikisi de kendi memleketlerine dönerler ve ayrılırlar.

Neden “eleştirel” bir bakış? Milletlerin tarihinde belleğinde izleri silinmeyen, yeri çok hassas olan dönemler, olaylar vardır. Bizim için de Çanakkale bu dönemlerden biri ve belki en önemlisi şüphesiz. Bu gururun, zaferin etkisiyle Çanakkale üzerine çok söz söylendi, çok roman, çok hikaye yazıldı. Çok şiir döküldü. Çanakkale; uğruna onlarca film, belgesel yapılsa, kitaplar, destanlar yazılsa yine de

yetmeyecek ölçüde büyük bir kahramanlık öyküsü. Bir sanatçının, bir yazarın Çanakkale’yi yazmaya “kalkışması” büyük cesaret isteyen bir durum. Bu kadar maneviyat, duygu, inanç yüklü bir hadiseyi anlatmak herkesin harcı değil zira. Hele de önümüzde Çanakkale’nin zaferi kadar muhteşem ve daha üstü yazılamayan bir “Çanakkale Destanı” şiiri varken… İşte Buket Uzuner kolları sıvayıp bu zor yola girmiş. Giriş için orijinal bir fikir de seçmiş. Aynı anda farklı cephelerde aynı kişilikte bir kahramanlık bulmacası örmüş adeta. Eserdeki ana fikir, savaşın insanlığa bir fayda getirmediği, kaybedenin insanlık olduğu yönünde. Benzer fikirleri pek çok yazarda görmek mümkün. Faik Baysal da açık örneklerindendir. Savaş romanlarını aslında “savaş karşıtlığını” dile getirmek için yazdığını ifade eder Baysal da. Ama gerek Drina’da Son Gün romanında Yugoslavya coğrafyasındaki Müslüman Türklerin İkinci Dünya Savaşı yıllarındaki savaşı olsun, gerek Ateşi Yakanlar romanında İzmir’in işgalinde verilen savaş olsun, Faik Baysal bu mücadelelere bu savaşlara zorunlu kaldığımızı, kendimizi müdafaa etmek durumunda olduğumuzu açıkça dile getirir. Buket Uzuner’de böyle bir düşünce, yorum pek görülmüyor. Savaş karşıtlığını dile getirmek için Çanakkale gibi bir savaşı seçmesi bu düşüncesinin farklı algılanmasına sebep oluyor. “Kendi ölümüyle başka bir gencin hayatını kurtaran, ama aslında ikisi de emperyalizm kurbanı olan iki gencin hazin hikâyesi gerçeği” şeklinde ifade ediliyor Çanakkale Savaşı. Uzuner Çanakkale Savaşı’nda şehit olan askerleri nasıl emperyalizm kurbanı olarak nitelendirebiliyor? Dünya savaşlarının sebebi her ne kadar emperyalist güçler olsa da şehitler emperyalizm kurbanı değil, Allah yolunda vatan yolunda kurban olmaktadırlar. Bu her ne kadar tarihi değil edebi bir eser olsa da, verilmek istenen siyasi imalar için kullanılmamalı. Buket Uzuner romanda ele aldığı tema açısından değerlendirildiğinde diyebiliriz ki, yazar yeni bir tarih okuması yapmaya çalışıyor. Aynı mekânda, aynı savaşta, aynı tarihlerde yaşayıp farklı iki ülkede farklı kişiler olarak anlatılan baş kişiler Alican Çavuş ile Alistair John evrensel değerleri yansıtıyorlar. Farklılıkları ve benzerlikleri ile eleştirel

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


bir tavırla sorgulanıyorlar. Roman bu bağlamda özellikle Anzakların tarihe bakışına ve bu savaşa “sürüklenişleri”ne de dikkat çekiyor. Tarih bilincinin “hatırlama” üzerine kurulu olduğunu unutan bir toplumu eleştiren yazar, Çanakkale Zaferlerinin başta bölgedeki köylüler olmak üzere halk tarafından sıradanlaştırılan tarihi bir olaya dönüştürülmesine de tepki gösterir. Yazar tarafından, “Tarihî vakanın kendisi dururken Yeni Zelanda’dan gelen bir kadının büyük dedesini arayış öyküsünü daha cazip bulan medya mensupları ve toplumun büyük çoğunluğu “bilinçsiz” bir kitle olarak suçlanır.” Ancak bu haklı medya eleştirisi de romanda derinliksiz ve yama bir görüntü çizer. Romanın birçok kısmı için bu ifadeyi kullanmak mümkün esasında. Buket Uzuner farklı bakış açısından, orijinal konulu bir savaş romanını son derece basit, derinliksiz bir içerikle kaleme alarak adeta konusunu heba etmiş durumda. Romanda alt mesajlarla kimi zaman küçük bir olayla, kimi zaman ayrıntı sözlerle köylülerin cahilliği ve ataerkil söylemleri gözler önüne serilmekte. Satır aralarında geçen “kadın olmasına rağmen…” gibi ifadeler Buket Uzuner’in feminist damarıyla esere gereksiz ve yapma bir şekilde iliştirilmiş. Ataerkil sistem eleştirisini Egeli köylüler üzerinden yapmaya, cephede erkeğiyle kadınıyla omuz omuza çarpışan insanlar üzerinden bir mesaj vermeye çalışmak uygun olmuyor. Köylü birçok yerde cahil, tepkisiz, bilinçsiz bir yığın olarak ifade ediliyor. Roman tekniği ise ,özellikle zamanıyla, popüler romanlarda pek karşılaşılmayan belli bir düzene ve iç içeliğe sahip. Roman, iç içe geçmiş iki farklı zaman dilimini kapsayan olaydan oluştuğu için geçmiş ve an çizgisinde ilerleyen iki zaman söz konusu. Şimdiki zaman düzleminde olaylar başkişi Viki’nin Çanakkale’ye gelişiyle “2000 yılının bir Mart sabahında” başlıyor. Ve romanın gerçek zamanı yaklaşık bir aylık süreyi kapsıyor. Romanda zamanda geriye dönülerek Alican Çavuş’un hikâyesinin anlatıldığı süreç ise Çanakkale Savaşları’nın öncesinde 1915’in ilk aylarında başlıyor. Geçmiş zamana mektuplar aracılığıyla gidiliyor. Mektuplarda verilen tarihlerin arasındaki zaman boşluğu yaklaşık yedi aylık bir süreci kapsıyor. Bu süreçte yaşanan olaylar, iki askerin gözüyle

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

aktarılırken yaşananlar özetleme tekniği aracılığıyla sunuluyor. Edebi teknik açısından zamanı iyi bir kurguyla işleyen yazar içerikte yer verdiği konularda yine eserinin seviyesini düşürüyor. Bu bağlamdaki eleştiri konusu aşk. Romanda bir anda beliriveren Viki ve Ali Osman aşkı son derece sığ kalmış durumda. Irk, dil, din gözetmeyen bir aşk kurgulama planı ile romana sığdırılmaya çalışılan bu aşk hikayesi son derece derinliksiz ve nihayete ermemesi ile amaçsız bir şekilde ortada kalıyor. Bir eleştiri de tekrarlarla ilgili. “Gelibolu’nun ayazı yamandır. Hiç acımaz çarpar insanı.” cümlesi ile başlayan eserde aynı cümle onlarca kez tekrar edilmiş. Kısa bir romanda bir tasvirde bu kadar tekrara düşülmesi yazarın edebî niteliğini sorgulatacak cinsten. Romanda son olarak eleştireceğim nokta edebî veya teknik bir durum değil. Karşımıza sık sık


çıkan ifadelerden biri olan “Türkiyeli” kavramı. “Türkiyeli köylüler”, “Türkiyeli askerler” diye romanda pek çok yerde geçmekte bu kavram. Bu “Türkiyeli” ifadesi aydın(!) kesimlerce ülkenin en önemli meselesiymiş gibi bir zamanlar çok dile getirildi. Buket Uzuner de bu kervana katılmış. Az ve öz bir şekilde “Türk” demeye utanan bu kervan yolcuları yapım eklerimizden -li ekini Türkiye sözcüğüne getirdikleri an “ırkçı” olmaktan kurtulmuş oldular(!) Özetle, temelde düşman bir Anzak askerinin Gelibolu’da kimlik değiştirerek Gazi Alican Çavuş oluşunun izini süren torun Viki’nin arayış macerası üzerine odaklanan romanda hem Viki’nin hem de Alistair John Taylor’un kimlik arayışı ile Türk insanının ortak yazgısını metnin alt tabakasında sunmaya çalışıyor Buket Uzuner. Kimlik tanımı ve kimlik bunalımını irdelemeye çalışıyor ama bu sorgulama Çanakkale gibi olağanüstü bir savaş ve zaferin içinde yapay ve sığ kalıyor. Çanakkale’den yola çıkarak bugünün sorgulamalarını yapması, günümüz siyasî düşüncelerine göndermeler yapma çabası bariz şekilde hissediliyor. Romana, karakterlere, olaylara tamamen sindirilmiş bir durumda görülmüyor. Ayrıca, Çanakkale’de verilen mücadeleyi sadece Anzaklar için değil Türkler için de “kendi çıkarları uğruna başkalarını kullanan dış güçlerin eseri” olarak nitelemek, Türklerin bu mücadelede adeta “maşa” olduğunu ifade etmek, Mili Mücadele’ye, mili duyuşa ve hassasiyete son derece

aykırı ve haksız bir düşünce durumunda. Bu düşünce bir edebî eser için eleştiri konusu olmayabilir denilebilir zira edebiyatçının meselesi gerçek tarihi sunmak değildir. Ancak söz konusu Çanakkale olduğunda sadece edebiyatçı kimlikle değil, tarihi duyarlılık ve milli vicdanla hareket edilmelidir. Tarihle ilgilenen, tarihi eserine malzeme olarak seçen romanlarda yazarın ilgi alanını 'tarihi gerçeklik'in oluşturduğu ortadadır. Fakat romanda tarihin konumu, romancının tarihe yaklaşımı, ilgilendiği tarihi dönemler bu romanların durumunu değiştirmektedir. Buket Uzuner’de de bu durumun bir yansımasını görmek mümkün. Tarihî romanın, ideolojik roman olarak bir boyuta geçmesi son dönemlerde pek çok yazarda olduğu gibi Uzuner’de de görülüyor. Gelibolu romanında tarih, anlatılmak istenilen hikaye, verilmek istenen mesaj için kullanılan bir zemin, bir araç durumunda görülüyor. Bu bağlamda aslında Buket Uzuner popüler tarihi roman anlayışının gereğini yerine getiriyor. Çünkü kabul edilenlerle çelişmek pahasına yeni bir tarih yapılandırır tarihi roman yazarı. Kendisine kadar var olan tarihi alt üst ederek onunla adeta alay eder. Okuyucunun zihninde tarihe inanma ve güvenme konusunda yerleşmiş olan kesin inancı şüphe duygusuyla karşılaştırır. Buradan yola çıkılarak denilebilir ki 'tarihi kullanan' bu yeni roman anlayışının kökeninde 'şüphe uyandırma', temel hedefi ve hareket noktasını oluşturmaktadır. Ancak bu emeller ve hedefler için Çanakkale’nin seçilmesi doğru bir tercih değildir.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Bunu da oku! ÖLÜMÜN SEYİR DEFTERİ / JOHN MONAGHAN Bu kitapta çevirisi yayımlanan eser; Çanakkale Savaşı sırasında “Loch Broom” adındaki bir mayın tarama gemisinde görev yapan İngiliz mühendis John Monaghan’ın tuttuğu savaş günlüğüdür. Günlük, 15 Mart-28 Haziran 1915 tarihleri arasında, savaşın en zor sayılabilecek sürecini kapsamaktadır. “Gemilerimiz belirli aralıklarla Türkleri ağır şekilde bombalıyordu. Özellikle bu kadar ağır bombardıman halindeyken bizi nasıl görebildiklerini bilmiyorduk. Avustralyalılara ateş ettiklerinde, nereye ateş edeceklerini biliyorlardı. Ayrıca bugün oldukça fazla takviye kuvvetimiz geldi... O kadar da kötü durumda olmamamız gerekirdi zira daha büyük silahlarımız vardı ve denizcilerimiz gerçek bir savaşçıydı.” “T.J.C'nin Kaptanı… 25 yılı aşkın deneyimi vardı. Bizlere, şu son sekiz gündeki gibi bir taarruz daha önce hiç görmediğini söyledi. Bugünün, 2 Mayıs’ın izlerini gelecekte duyacağımıza eminim. Bunu yazıyorum ve şu an hâlâ silah sesleri kulaklarımdan gitmiyor. Bunun belki birazını yaşamayı istemiştim ama bu kadarı artık çok fazla geliyor. Herkesin aklında aynı şey var. Yarının ne getireceğini kimse bilmiyor.”

TÜRKİYE’DE BEŞ SENE / LİMAN VON SANDERS Osmanlı Devleti'nin girdiği son savaşta, en hayati ve kritik cephelerde, adeta ölüm kalım mücadelesinin verildiği savaş sahnelerinde ordu komutanlığı yapan Liman von Sanders, Türkiye'de en çok tanınan ve bilinen yabancı asker olmuştur. Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı gün olan 31 Ekim 1918'de Yıldırım Orduları Komutanlığını Mustafa Kemal Paşa'ya devreden Liman Paşa, İstanbul'a dönmüştür, bir müddet Türkiye'deki Alman askerlerinin vatanlarına dönüşünü organize etmiştir. Savaştan sonra Almanya'ya dönerken Malta'da İngilizler tarafından savaş esiri olarak tutulduğu süre içerisinde yazdığı hatıratı Fünf Jahre Türkei (Türkiyede Beş Sene) adıyla Berlin'de 1920 yılında yayımlandı.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


KIYAMET KOPTUĞUNDA / HASAN CEVDET BEY’İN ÇANAKKALE VE DOĞU CEPHESİ GÜNLÜĞÜ Çanakkale Muharebeleri'ne otuz yaşında üsteğmen rütbesiyle katılıp yüzbaşı rütbesiyle çıkan ve ara vermeden Doğu cephesine giden Hasan Cevdet Bey'in tutmuş olduğu günlük, 1915-1917 tarihleri arasında iki cepheye dair çok önemli bilgiler sunmaktadır. Hasan Cevdet Bey'in tayin olunduğu 5. Tümen'e bağlı 14. Alay, Çanakkale Cephesi'nde Arıburnu ve Conkbayırı mıntıkalarında en yoğun muharebelerin, en kritik anların yaşandığı siperlerde ateş hattında bulunmuştur. Ama maalesef 14. Alay muharebelerdeki kahramanlık ve fedakârlığına rağmen adı pek duyulmayan ve bilinmeyen alaylardan birisidir.

ÇANAKKALE MAHŞERİ / MEHMED NİYAZİ Çanakkale Mahşeri; “cihânın yedi iklîminden” Türk’ün aziz topraklarına “kaynayan bir kum gibi” sökün edip gelmiş, Türk’ü tarihten ve hatta beşeriyet hafızasından söküp atmaya ahdetmiş düşman karşısında, Türk’ün “göğsündeki kat kat îmanla” ve kanının her damlasıyla verdiği cevabın destanıdır. Çanakkale Mahşeri; asırlardır Anadolu coğrafyasında çalınan mayanın bozulmayacağının, en sağlam istihkâmın vatanını nâmûs bilenlerin pâk yürekleri olduğunun, “rükû” haricinde cihâna nizam vermiş başların asla eğilmeyeceğinin destanıdır. Mehmed Niyazi’nin 1998 yılında yayınlandığı ilk günden bu yana büyük bir ilgiyle okunan romanı, Çanakkale muharebelerinin en gerçekçi anlatıldığı eserlerin başında geliyor. Bir muharebede tek bir neferin bile ne kadar önemli olduğu malumdur. Çanakkale Mahşeri romanını da, bu hakikatin âdeta bir tezahürü olarak kaleme alan Mehmed Niyazi, Çanakkale siperlerindeki en üst rütbelilerden en düşük rütbelilere kadar bizleri sayısız kahramanın dünyasında gezdirir. Çanakkale Mahşeri’nin kahramanları öyle bir rûh iklîminin insanlarıdır ki, efsanelerde anlatılanlardan daha efsanevî, tarih kitaplarında anlatılanlardan ise daha gerçektirler.

MUSTAFA KEMAL ÇANAKKALE’Yİ ANLATIYOR / RUŞEN EŞREF "Çanakkale Zaferi, Türk askerinin ruh kudretini gösteren şayanı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.” "Ben size taarruzu emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler gelir, başka komutanlar hâkim olabilir"

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


MİTOLOJİ PUSULASI

ÇANAKKALE: Karanlığa Galebe Gelen Aydınlık Busenur ASLAN Büyülü anları vardır her milletin. Biz, bu anlardan pek çoğunun nasip olduğu milletlerden biriyiz. Bunlardan en yücesi sayılabilecek olanı da Çanakkale Zaferi’dir. Gönlümüzde, zaferlerin en büyüğü olarak yer etmiş, Türk milletinin yaşadığı en kutlu zaferlerden biri. Defalarca bu büyülü anlara yolculuk ettim. Atalarımın dokunduğu, parmak izini bıraktığı bu anlarda kendimi bulmaya çalıştım. İnsan, köklerinin olduğu yerde varlığını bulur. Benim köklerim, dünyanın her yerini büyük parçalar halinde kavramıştı. Atalarımın atının nalının değmediği yer kalmamıştı. Onların bıraktığı izlerin peşinden yolumu arıyorum şimdi. İzim onlardan, yolum onlara… Büyük yolculuklar, derin bir yorgunluk verir. Ya da biraz korkutur ürkek bir kuş gibi çarpan yüreği. Ben, bu yolculuklardan birine hazırlandım. Uzun süredir hayallerini kurduğum, sürekli gitmek isteyip daima vazgeçtiğim bu yere artık gidecektim. Bütün gücümü toplamıştım. Fakat hâlâ gönlümün ürkekliği geçmemişti. Ama kararım kesin, gideceğim! Bu yolculuk için sessiz, kimsesiz ve tarih kokan bir yere gitmeliydim önce. Burası, kitabımı ve pusulamı bulduğum dedemden yadigâr kütüphaneden başka bir yer olamazdı elbette. Kendimi öncelikle buraya attım. O kitap ve anı kokusunu çektim ciğerlerime. Sanki elleri belirdi dedemin kitaplarında. Nefesini hissettim evin en sakin köşesinde. Anlattığı birbirinden eşsiz hikâyeler eşliğinde sesi çınladı kulaklarımda. İçimdeki korku bir sis gibi çekildi kenara ve huzura bıraktı yerini. Artık tam anlamıyla hazırdım. Zaten içimdeki bu amansız istek, buralarda durmamın önündeki en büyük engeldi.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

Çok büyük değere sahip şeyler, daima önemsiz, izbe yerlerde hatta harabelerde bulunmuştur. Benim kitabım ve pusulam da dedemin tozlu, kimsesiz kalan kütüphanesinden çıkmıştı. Bu büyülü eser, başka dünyaların kapılarını açtı bana. Şimdi de öyle olacaktı. Bu sefer gideceğim yer başka değil birebir benim dünyamdandı. Şimdi yine ellerimde kitabım. Boynumda bir sır gibi sakladığım pusulamı kitabın üzerindeki oyuğuna yerleştirdim. Bu sefer bir gümbürtü koptu adeta. Kitabım, kanıyordu. Her defasında hızla dönen sayfalar bu sefer ağır ağır dönmüş ve sükûnetle varmıştı istikametine. Ellerim kıpkırmızı olmuştu. Kitabın altın varaklı sayfaları arasında damarlar şeklinde bir kırmızılık ilerleyip bütün kitabı sarmıştı. Bu sefer anı resmeden bir çizim yoktu karşımda. Kanıyla canıyla bir Türk bayrağı oluşmuştu ellerimde. Bayrağa dokunduğum an, kendimi gökte süzülürken buldum. Kozasının ağırlığından kurtulmuş bir kelebek gibi süzüldüm gökyüzünde. Bu sefer biraz kısa tutacaktım gökyüzünde süzülmeyi. Ama beklediğimden farklı gelişti her şey. Birden vücudumun içinden göğsümde bir delik oluştururcasına geçti bir top mermisi. Havada birbirine çarpışan, uçuşan binlerce mermi… O an şükrettim bir hayalet gibi süzülüyor olduğuma. Yine de yaşadığım anlar dehşet vericiydi benim için. Vücudumun her yanından mermiler, toplar geçiyordu. Delik deşik ediyorlardı bedenimi. Nefesim kesildi bir an. Ölüm gibi bir şeydi… Gözlerim, denizin karalığına daldı yarımada boyunca. Kapkara bulutların ardında bulutlardan kara düşmanlar vardı. Karanın içinde kara görünür müydü hiç? Görünüyordu


işte. Karşıda ise göğsü cesaret ve imanla dolu koca bir ordu. Gencecik binlerce nefer... Sanırsın her biri bir ışık huzmesi. Parıldıyordu gözlerimin önünde karanlık dumanı yararcasına gencecik bedenler. Başı toprağa değenler, ellerinde geleceklerini kurtarmak için tuttukları demir sopalarla savunuyorlardı kendilerini. Derken taarruza geçtiler. Koşarak, ateşler saçarak ilerliyorlardı. Düşmanın kara gemileri kıyılara yanaşıyor, botlarla bir yığın karaltı gönderiyordu karaya doğru. Zaman parça parça, an an akıyordu. Öyle hızlıydı ki kendimi alamıyordum bu akışa kapılmaktan. Bir an geldi ve büyük bir gümbürtüyle kapkara bir gemi, kızıla boyandı. Geceden denize döşenmiş mayınların işi olmalıydı bu. Alevler o kadar canlıydı ki sanki, karaltıyı yiyip aydınlığa boğuyordu. Bir yanda da koca cüssesiyle Seyid Onbaşı görünüyordu. Sırtlıyordu koca topu ve gönderiyordu karanlığın içine. Karanlıkta koca bir delik açılıyor ve ışıklar saçılıyordu o delikten. Geleceği karanlığı boğmak, içine hapsetmek isteyen karanlık, bir darbe daha yiyordu. Karanlık kaybedecekti! Bir yandan da hâlâ mermiler atılıyordu. Kulaklarımda olanca hızıyla atılan mermilerin sesi çınlıyordu. İki taraf da birbirine durmadan, amansızca… Sanki iki arı sürüsü bir yolda karşılaşmış gibiydi. Vızıltılar, karmakarışık bir gürültü, vızıltı… Öyle çoktu ki bu arılar çarpışıp yere düşüyor, iç içe geçiyor, hedefini buluyor,

bulamıyor ya da kara bir iz bırakıyor geleceğin aydınlığına. Kızıl bir boya sarıyordu etrafı, ak pak yüzleri ve aydınlığı. Gökyüzü kızıla boyanıyor, ağlıyor, kanıyordu adeta. Öyle bir andı ki Mehmet Akif Ersoy’un dizelerinden daha iyi bir ifade olamazdı bu an için.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer… Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara, vâdilere; sağnak sağnak. Bir duyan yok mu bu çığlıkları? Bir gören yok mu yüreği vatan sevdasıyla dolan binlerce neferi? Bu sorular, gözlerimdeki karartı, kulaklarımdaki vızıltı… Ah şu bitmeyen vızıltı! Derken gözlerim yakaladı tanıdık bir yüzü. Gülümsedi yüzüme gökte bekleyen atam Oğuz Kağan. Yanında belirdi Dedem Korkut. Diğer bir yanda da Bilge Kağan, Kül Tigin, Tunyukuk ve Cengiz Han. Bütün gökyüzü, karaltıların arasında doldu atalarımla. Osman Bey, Orhan Bey, Ertuğrul Gazi, Timur, Fatih Sultan Mehmet, bütün haşmetiyle Kanunî… Böyle böyle niceleri göründü bir bir gökte. Her biri, hayretle, hiddetle, gururla izliyordu o anları. Upuzun yolumuzda şahadete erişmiş binlerce şehit… İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Hepsi, kanlı canlı gibi duruyordu gökte. Sabırsızlandı atları. Atalarım kaldırdı kılıçlarını havaya ve hücum emri verdi. Durur muydum olduğum yerde? Katıldım ben de aralarına. Askerler, padişahlar, yöneticiler indiler birden nur gibi parıldayan erlerimizin, komutanlarımızın yanına. Ardında yürüdüler gencecik neferlerimizin ve güçlerine güç kattılar. Yolları ışıklardan bir yol oldu. Hızla karanlığın içine daldılar. Bir yandan da doğdu içlerinden ateş gibi, pırıl pırıl bir güneş. Bu yüreklerinde yer etmiş ulu önder Atatürk’tü. O ışık da karanlığı yardı. Kanlar, ışık, kanlar, ışık, hayat, ölüm, gelecek, geçmiş her şey bir oldu o anda. Bir zelzele koptu adeta. Topyekun sallandı bütün zemin. Gök yarılırcasına parıldadı. Yıldırımlar ışıttı bütün evreni. Gelecek, küllerinden yeniden doğuyordu ve her doğum sancılı olurdu. Bu acı, avaz, zelzele… Karanlığı boğdu ışık. El ele verdi genç, yaşlı, yoksul, zengin. Kimi canını verdi kimi yamalı hırkasını. Dualar saldı göklere nur yüzlü analar. Ak saçlı dedeler, nineler, gözyaşlarıyla arındırdı toprağı. Toprak, utandı bu kara sevdadan. O da kanadı, acıdı, ağladı. Gelecek aydınlandı. Yüzü güldü yeni doğmuş bir bebeğin. Hayat şimdi, hemen şu anda bir ağacın kopmayan köklerinden ama kurumuş dallarından yeniden filizlendi. Canlar gitti yemyeşil bahçelerin, masmavi ırmak aktığı uçmağa. Giderken gülüyordu yüzleri. Kurtardıkları, canlarından kıymet verdikleri vatanlarıydı. Vatan, sınırları olan bir kara parçası değildi. Vatan, altında binlerce yatanı, kan damlalarından filizlenmiş ağaçlarıyla canlı, hür bir ocaktı. Ve sönmeden yurdun üstünde tüten en son ocak, vatan olarak kalmaya devam edecekti. Bütün bu coşkunlukla birden kendimi yine dedemin kütüphanesinde buldum. Dizlerim titriyor, gözlerim yaşlarla doluyordu. Yüreğim, aman dinlemeden çarpıyordu. İşte şimdi minnet, sevgi, gurur, gözyaşı, sevinç ve yüreğimizi yerinden çıkaran, bizi coşkunluğa sevk eden bir sürü duyguyla diyorum ki; ruhları şad olsun! Vardıkları yerde, yürekleri bir kez olsun sızlamadan huzur içinde otursunlar. Vatan bize emanet!

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Eksik Efe / Hikaye Serdal GÖÇMEN Yenilmez bir ordu gibi dizilmiş Aydağlar’ın eteklerindeki İncebel yolunda bir toz bulutu yükseliyordu. Toprak yol serin çam ormanına girince toz bulutu dağıldı. Güneş tam tepede bağdaş kurmuş, ovayı kavuruyordu. İki yanı gür çamlarla çevrili daracık orman yolunda, Sarı Efe Akkara kısrağını dörtnala koşturuyordu. Sekiz on kilometre geride daha büyük bir toz bulutu yükseliyordu. Sarı Efe peşindeki tüfekli beş atlıdan kaçıyordu. Beş atlının biri Harun Ağa, diğerleri ergenlikten yeni çıkmış, bıyıkları yeni terlemiş ağanın küçük oğlu Hasan, ağanın sağ kolu ve has adamı Mehmet Çavuş ve adamları Sait ile Bekir’di. Onlarda atları çatlatırcasına koşturuyorlardı. Sarı Efe orman yoluna girince azıcık serinledi. Atı da kendisi de yorgunluktan ve susuzluktan perişan haldeydi. Kuşluk vaktinden beri kaçıyorlardı. Sarı Efe; kısa boylu, saçları altın sarısı, kirli sarı sakallı, kalın kaşlı, kısa kalın boyunlu, geniş omuzlu, çevik biriydi. İyi güreşirdi. Bu yörede nice yiğitlerin belini yere getirmişti. Sarı efe kaçmaya alışkındı. Ezelden de jandarmalardan defalarca kaçıp dağlara sığınmıştı. Onu hep ağası kurtarmıştı. Ama şimdi durum farklıydı. Jandarmalara dağlarda izini kaybettirebilirdi ama Harun Ağa vazgeçmezdi. Çok iyi iz süren has adamları vardı. Ağayı iyi tanıyordu. Bir zamanlar fedailiğini yapmıştı. Cesur, atak, becerikli, kavgadan kaçmayan sadık adamıydı. Ağa ne görev verse sorgusuz yapardı. Ağası için adam vurmuş, haraç toplamış, iz sürmüş, avrat kaldırmıştı. Ağa onu çok sever, oğullarından ayırt etmezdi. Şimdi babası gibi bildiği ağanın can düşmanıydı. Harun Ağa; elli beş atmış yaşlarında, uzun gür sakallı, kıvırcık saçlı, iri yapılı, ikisi kuma üç karısı, ikisi erkek altı çocuğu olan, buraların en büyük toprak ağasıydı. Koskocaman çiftliği vardı. Çiftliğinde otuza yakın insan yaşıyordu. Gaddar ve acımasız olmasına rağmen, her yerde sözü geçerdi. Seveni az düşmanı çoktu. Cesur ve gözüpekliğiyle nam salmıştı. Gençken vurmuş, vurulmuş mahpus yatmıştı. Herkes korkuyla karışık saygı duyardı. Dağdaki eşkıyadan, bayırdaki yiğit efelerden, kasabadaki İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

kaymakamdan, karakoldaki jandarmadan tut, her yere eli kolu yetişirdi. Ataları da ağaydı. Bu ellerde ağalık soydan gelirdi. Burnundan sıcak buhar bulutları üfleyen Kısrak, sıcaktan çatlamak üzereyken suyun kokusunu aldı. Şaha kalkıp kişnedi. Efe kısrağın dizginlerini gevşetti. Kısrak kulağını dikip, kişneyerek efeyi sırtından attı. Yol ağzından yokuş aşağı çakıllı dereye indi. Başını suya sokup kana kana içti. Efe perişan haldeydi. Düşüp yokuş aşağı yuvarlanmış, her yanı yara bere içinde kalmıştı. Bacağına sivri bir kıymık girmiş, kötü yaralanmıştı. Kıymığı acıyla çıkardı. Bereket kanaması azdı. Zor bela dereye vardı. Berrak akan soğuk suyun içine yattı. Serinleyip kendine geldi. Zihni açıldı. Hava kavurucu sıcaktı. Yaprak kıpırdamıyor, çam ağaçları güneşten emanet aldıkları sıcağı, dışarı üfleyip havayı daha nemli ve dayanılmaz hale getiriyorlardı. Kısrak suya doymuyor arada nefes alıp kişneyip tekrar içiyordu. Efe peşindekileri düşündü. Bir an önce toparlanıp, kaçmalıydı. Burada yakalanmaya, niyeti yoktu. Daha yaşayacak yılları, görecek günleri vardı. Bir süre dinlendikten sonra toparlandı. Yaralı sağ bacağı fena ağrıyordu. Yuları çekti. Kısrak huysuzlanıp gitmek istemedi. Sert bir kırbaç vurdu. At çaresiz boyun eğdi. Bir süre engin derenin içinden gittikten sonra, karşı kıyıdan, yukarıdaki yola çıktı. Arkasındakilerle arasındaki mesafenin daraldığını biliyordu. Kaçmak zorundaydı. Ters yöne geçmişti. İzini biraz olsun kaybettireceğini düşündü. Su iz bırakmazdı. Beş saat kadar daha at sürdükten sonra, hava yavaş yavaş karardı. Yaz güneşi kendini usulca sakladı. Arayı epeyce açmış olmalıydı. Aydağların eteklerinde kaya dibinde küçük bir yarık gördü. Burada bir saat dinlenecek sonra kaçmaya devam edecekti. Gelen olursa tetikte olsun diye atını uzağa bağladı. O kadar yorulmuştu ki bacağının acısına rağmen, tüfeğiyle çalı çırpının üstünde derin uykuya daldı. Şafak vakti yüzünde patlayan sert ve acımasız tekmeyle acı içinde uyandı. Gözlerini açtığında Mehmet çavuşla adamları tüfeklerini üzerine doğrultmuş. Başında avını yakalayıp


sahibini bekleyen köpekler gibi dizilmişlerdi. Oysa biraz dinlenip uyanacaktı. Ama uyanamamıştı. İşte şimdi yanmıştı. Derin uykudan uyanıp, tüfeğine davranamamıştı. Katli vacipti. Kendini en acı ölüme hazırladı. Çaresizce: ̅ Etme çavuş kıyma bana, doymadım genç ömrüme, sen benim bubam gibiydin, ağam gelmeden bırak gideyim. Çavuş: ̅ Onu ağanın oğlunu vurmadan önce düşünecektin kavat, şimdi ölümlerden ölüm beğen sarı efe, yolun sonuna geldin. Nereye kadar kaçacaktın? Seni bulamaz mıyız sandın? Ben buraları avcumun içi gibi bilirim. Benden eyi iz süren vaamı len ovada? Bir süre sonra Harun Ağayla küçük oğlu geldi. At sırtında bitkin düşmüşlerdi. Ağa efeyi görünce kanlanan gözleri fal taşı gibi büyüdü. Hışımla atından inip; “Ulen soysuz köpek, ulan kahpe kancık, sen benim oğlumu nasıl vurursun?” diyerek elindeki kırbaçla yerde yatan efeye sertçe vurmaya başladı. Efe birkaç kırbaç darbesinden sonra artık acı hissetmiyordu. Ağa yorulup kan ter içinde kalıncaya kadar, efeyi kırbaçladı. Efe bayılmıştı. Bir süre uzakta bekleyen Hasan, elinde doldurduğu tüfeğiyle gelerek: ̅ Buba ne olur izin ver ağamın öcünü alayım, vurayım şu kahpeyi, gayri yaşamak haram bu dürzüye. Ağa: ̅ Dur hele uyansın, hıncımı almadan vurmayın, kolay ölmeyecek bu dürzü. Yediler, içtiler, dinlendiler, sarı efe uyanınca, Ağa; ̅ Bağlayın dürzüyü, çiftliğe götüreceğiz, daha yapacağım var bu soysuza. Kolay ölüm yok buna, ciğerimi yaktı gavat, inim inim inletecem soysuzu. Efeyi bağlayıp, atına yükleyip, yola koyuldular. Akşama doğru çiftlik yolunda jandarma yol kesmişti. Uzaktan jandarmaları gören Ağa: ̅ Siz onu orman yolundan çiftliğe götürün. Jandarma görmesin. Elimden kimse almasın o iti. Bir süre jandarmalarla sohbet eden ağa, çiftliğe geldi. Efeyi ahırdaki direğe bağlamışlardı. Efe Ağanın oğlunu vurduğu anı hatırladı. Yaşıt olmalarına, aynı çiftlikte büyümelerine rağmen,

ezelden beri araları kötüydü. Hiç geçinemezlerdi. Babasının efeyi çok sevmesinden dolayı, efeyi çok kıskanıyordu. Birkaç kere atışıp kavga etmişlerdi ama işlerin bu noktaya geleceğini kim bilebilirdi. O uğursuz gün, tüfekle üstüne gelmişti. Efenin çiftlikten kovulmasının sebebi de oydu. Sonra aynı kıza tutulmuşlardı. Kız efeyi seviyordu. Efeye zarar gelmesin diye ikisine de yar olmamış, gözü yaşlı yaban ellere gelin gitmişti. Bu olaydan sonra sürekli birbirlerini suçlamış, can düşmanı olmuşlardı. Ağa bunların hepsini bildiği halde doğal olarak oğlundan yana çıkmış, sarı efeyi çiftlikten kovmuştu. Bu olaydan bir süre sonra efe çiftliğe gelmişti. Harun ağa ve adamları çiftlikte yokken. Hüseyin’le karşılaşmış, yine atışıp dalaşmışlar, kavga büyüyünce efe tüfekle üstüne gelen oğlandan önce davranıp onu vurmuş, arkasına bakmadan kaçmıştı. Cesur ve yiğit sarı efe, yılarca malları beslediği, tomruk, yem, odun yüklediği bu geniş ahırın direğine bağlı, uçurumun kıyısında, ölümü bekliyordu. İki atın ayak sesi, küçük ağanın vurulmasından sonra, az yenilip az konuşulan çiftlikte bir anda sesleri, çoğalttı. Kadın ve erkek sesleri birbirine sarıldı. Harun ağa belinde tabancasıyla tek başına ahıra geldi. Yaralı efeye baktı. Mikrop kapıp, iltihaptan şişen bacağını açtı, bacağın durumu çok kötüydü. Efenin umurunda değildi. Nasıl olsa ölecekti. ̅ Ulen kahpe seni öz oğullarımdan ayırmadım, seni tumansız, bubandan alıp, besledim, sahip çıktım, has adamım bildim, kaç kere jandarmaların elinden aldım. Cevabın bu muydu len? Sarı Efe başını yerden kaldırmadan, acı dolu bir ses tonuyla: ̅ Ağam bende seni babam bilip saydım, sana heç hıyanet etmedim, senin oğlan başlattı her şeyi, önce o davrandı tüfeğine, ben gendimi, kolladım. Güçüklükten beri ondan iyi at sürdüğümden, kama salladığımdan, tüfek attığımdan, güreştiğimden benim ilen dalaşır, kıskanırdı. Sevdalandığım kızı, sırf inadından bana yar etmedi. Gözü yaşlı ellere getti. Lakin bütün bunlara rağmen, inan ki vurmak istemedim ağam. O başlattı. Ben vurmasam o beni vuracadı.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye


̅

Keşke vuraydı len, gettiğinden beri ne çiftliğe gelip durursun, ne gelirsin ikide bir, bilmez misin Hüseyin senle dalaşır? ̅

Ağam çocukluğum burda geçti. Burayı çok seviyom. Napem, ağaçlarda, çiçeklerde, mallarda emeğim va özlüyom.” ̅ Yeter gayri bu gader sohbet, sen dua ette oğlan kurtulsun.” Efenin gözleri açıldı, ruhu aydınlandı, ağrıları azaldı. ̅ Ölmemiş mi ağam? Çok şükür Rabbime. ̅ He ölmemiş gomada diyola, gardaşı, anası, herkes yanında. Şindi bende gediyom. Dua et ölmesin. Sen de mezarını kazarsın. ̅ Güle güle ağam, şükürler olsun.” Ağa gidince hizmetli Ayşe bacı gizlice efeye yiyecek içecek getirdi. Ayşe bacı Mehmet çavuşun avradıydı. Orta yaşlı, kısa boylu, tombul bir kadındı. Çocuğu olmamıştı, efeyi oğlu gibi severdi. Ağzına börek uzattı. Efenin bir şey yiyecek, durumu yoktu. Bacının elinden su ile ayran içti. Hüseyin ölmesin diye Rabbine dualar edip, yalvarıp durdu. Sabah Ayşe Bacı efeye sıcak süt getirdi. Küçük ağanın komadan çıktığını, durumunun iyiye gittiğini haber almıştı. Efeye sevinç ve heyecanla anlattı. Sarı efe rabbine şükürler etti. Açlığını, susuzluğunu, ağrılarını, sancılarını, yorgunluğunu, unuttu. Akşamüstü ağa geldi. Oğlu iyileşmeden efeyi çözmemelerini, sadece su verip yemek vermemelerini, ellerinden kaçırmamalarını emretti. Ayşe bacı ahıra su götürme, süt sağma bahanesiyle koynunda yiyecek sokup efeye gizli yediriyordu. Efe beş gündür burada perişan ve bitkin bir halde direğe bağlı oturuyordu. Bacağı su toplayıp şişmiş pantolona sığmıyordu. Ayşe bacı sundurmada oturup düşünen ağanın masasına semaveri koyduktan sonra: ̅ Ağam, kızmazsan bir diyeceğim var. ̅ De hele bacım hayırdır? ̅ Efenin bacağı fena şişmiş, su toplamış. Doktora varmazsa kangren olcak. ̅ Oğlan iyileşmeden heç karışmayacaksınız bacı. Geberirse geberir. Üç gün sonra, öğlen vakti ağa oğlunu kasabadaki hastaneden çiftliğe getirdi. Az yürüyüp, Yiyip içip konuşabiliyordu, karnındaki yara iyileşiyordu.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

Akşam küçük ağayı kontrol için doktor geldi. Efeyi çözüp ahırda yatırmışlardı. Doktor efenin bacağına da baktı. ̅ Kötü mikrop kapmış, tedavisi imkânsız, kesmezsek ölebilir. Kasabaya götürmemiz gerek. Ağa efenin kasabadaki hastaneye götürülmesine izin vermedi. Doktora ne yapacaksa burada yapmasını söyledi. Doktor iki saat sonra kasabadan başka bir doktor ve ameliyat malzemeleri ile geldi. Çavuşun evinde efenin bacağını dizin bir karış üstünden kesip alıp gittiler. Efe iki gün sonra kendine geldi. Kesilen bacağına bakmadı. Bakmak istemedi. Üç gün daha yattıktan sonra kalktı. Ayşe Bacı’nın kendisi için getirdiği koltuk değneğini aldı. Elini yüzünü yıkadı. Giyindi. Atını hazırladı. Ağanın huzuruna vardı. Ağa sundurmada oturmuş, nargile içiyordu. Eksik bacaklı efeyi görünce tepki vermedi. İstifini bozmadı. ̅ Ağam Hüseyin nasıl eyileşti mi biraz? ̅ Düzeliyor, seni görmesin sen yol al gayri ̅ Bende vedalaşmaya geldim, gidiyom gayri, oğlunun bedelini ödedim. Bacağımı verdim. Affet beni ağam. Hakkını helal et te sılama gidem. ̅ Benden yana helal olsun, de get gayri güle güle. ̅ Eyvallah ağam sağlıcakla. Sarı Efe tek bacağıyla atına binemedi. Yardım edip bindirdiler. Güneşin yavaş yavaş batışı gibi kesik bacağının gölgesinden uzaklaşan Sarı Efe’nin adı o günden sonra Eksik Efe oldu.


Ruh u Revân III Anlatabilmek anlayabilmek

Neşemsin her daim menekşem

Aşkı hissedip kavrayabilmek

Sana sevgim cavidan ey dil-güşa

Her gecenin bir sabahı,anı

Bu kalbe miftah ancak sensin sen

Her kışın da bir baharı var

İlhamın ile şehd akar bahr olur şiir

Seninle aşk dolu uzun yıllar

Aşina oluruz kelama aşktan yana

Yollarda türkü türkü şiir şiir

Şiir gibi bakıyorsun şu süleymana

Dillere pelesenk akar nehir

Ne güzel bir okyanus bu umman

Akan şiir sana pınar var,yar

Sonsuza yolcuyuz gönlüme sultan

Şimdi bana şiir sensin şiir sen

Anlıyor musun ey arif olan muarrif

Dudaktan kalbe yazılan şiir sel

Tarifi zor bu şiirin tabibi mücerreb

Kametin gören kalem şiirsel

Ruhumu leb-i lal kılan kalemde raz

Pinhan olan aşk ise kelam sev

Şiire bal çalan mana türkülerde saz

Emir sevmek ise raz olan pertev

Ve aşk için aşık yazar her dem pazar

Hüsn-i bedi kalbin gibi mah-ı nev

Her an tatil ama aşka ne yazsam az...

Karşımda cemalin nergis açmış

Süleyman ERKUT

Saba esmiş aşka gelmiş hem-dem

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


Geçmiş Zamanın Şiiri Sen bu şiiri okurken ben, Hangi ağacın kovuğunda, Hangi güvercin kanadında, Belki gökte Cebrail katında, Belki yerin yedi kat altında. Ve sen bu şiiri okurken, Bir demet yeşil bakışla; Ay ikiye taksim edildi, Kızıldeniz ikiye, Ben ikiye. Hani kadife gülüşler dağıtırdın, Kuşluk vakitleri. Hani tebessümün alacaydı, sevdan rengarenk. Uzak coğrafyaları yakın yaşardın, Kumdan köprüler kurardın, Karıncalar geçsin diye. Bundan dönüyordu Dünya o zamanlar, Olanca süratiyle. Ağladıkların hakkaniyetliydi, Hakkını verirdin sevdanın da. Şiirbazlar dolanıyorken etrafta, Şiirler bile yazdın pervasızca. Yanağında utangaç mağrurluğun çizgileri, Alnın Zühre ile parlak. Aşkın siyasetini bırak, yaşamak sanatını, Keşke inanmayaydım bu çağdaş yalana. Endamımız ile duralım haydi karşılıklı, Korkusuzca savaşalım korkuyla. Ceset yığınları yaşıyorken ölmek için, Biz ölerek başlayalım yaşamaya. OSMAN MUHSİN

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


Türklerde Yağmur ve Kar Yağdıran Yada Taşı Efsanesi Cengiz GÜLER “(Yada) Bir tür kamlıktır (kahinlik). Belli başlı taşlarla yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır; rüzgâr estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi; bu suretle kar yağdırıldı ve Ulu Tanrının izniyle yangın söndürüldü” – Kaşgarlı Mahmud Türklerde yağmur ve kar yağdırma ile ilgili inançlar çok eski olup İslam devrinde de devam etmiştir. İnanca göre Tengri Türklerin atalarına “yada” denilen sihirli bir taş hediye etmiştir. Bununla istediği zaman yağmur, kar, dolu yağdırır, fırtına çıkartılırdı. Bu taş her devirde şamanların ve Türk komutanlarının ellerinde bulunmuştur.i

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Yada taşı Türk lehçelerinde, her lehçenin fonetik özelliklerine göre farklı şekillerde ifade edilirdi. Yakutçada sata, Altayca’da cada, Kıpcak grubuna dahil lehçelerde cay olarak adlandırılır.ii Yada taşının yağmur ve kar yağdırması hakkındaki inanış İslam devrinde de devam etmiştir. İslam müelliflerine göre Nuh Peygamber Türkistan’ı oğlu Yafes’e verdiği zaman bu kurak coğrafyada ne yapacağını sorar. Hz. Nuh oğluna yağmur ve kar yağdırma kudretini bahşeder ve üzerinde dua yazılı olan bir taş verir. Buna “yada taşı” adı verilirdi. Rivayete göre bu taş Oğuzlar eline geçtiği için onlarla Karluk, Hazar ve diğer Türk kavimleri arasında bu taşa sahip olmak için savaşlar eksik olmazdı.iii Yada taşı İslam, Hıristiyan ve Çin kaynaklarında da sıkça zikredilmektedir. Bu taş hakkında ilk habere Çin kaynaklarında rastlıyoruz. Tang sülalesi tarihine göre “Türkler’in büyük ataları Hunların kuzeyinde bulunan So sülalesinden idi. Oymağın başbuğu Ananbu idi. Bunlar yetmiş kardeş idi. Birincisi dişi kurttan türemiş olup adı icjini-nişibu idi.


Ananbu ve kardeşleri doğuşundan budala oldukları için onların bütün sülalesi imha edildi. Nişibu tabiat ustu hususiyetlere malikti: yağmur yağdırıp, fırtına çıkartabilirdi. İki karısı vardı. Diyorlar ki biri yaz ruhunun kızı, İkincisi de kış ruhunun kızı idi.”iv Hunlar düşmanlarına karşı yağmur, dolu, kar yağdırarak veya fırtına ve rüzgar çıkartarak onları mağlup ediyorlardı. 5. asırda Cücen’lerin bir istilasına karşı kendilerini bu sayede korudukları da kaydedilmiştir.v Böylece bu taşın düşmanlara karşı da kullanıldığını anlaşılıyor. Kaşgarlı Mahmut ise eserinde yada taşını “yat” olarak adlandırarak şu bilgileri vermektedir: “Bir tür kamlıktır (kahinlik). Belli başlı taşlarla yapılır. Böylelikle yağmur ve kar yağdırılır; rüzgâr estirilir. Bu, Türkler arasında tanınmış bir şeydir. Ben bunu Yağma ülkesinde gözümle gördüm. Orada bir yangın olmuştu, mevsim yaz idi; bu suretle kar yağdırıldı ve Ulu Tanrının izniyle yangın söndürüldü.”vi Dönemin müverrihlerinin dikkatini çeken yada taşını Abbasi Halifesi Me’mun da duymuş ve onun hakkında tetkiklerde bulunmak için Horasan valisi Esed bin Nuh’u görevlendirmiştir. Esed, gereken bilgileri toplamış ama olayın mahiyetini öğrenememiştir.vii Kar ve yağmur yağdırmanın usulü ve çeşitli amaçlar için kullanılışı hakkında kaynaklarda zengin kayıtlar vardır. Muhammed bin Hüseyin et-Tusi eserinde

“Türkler arasında türlü renk ve cinsleri olan bir yat taşı vardır ki onun madeni Hıtay ve Tavgaç dağlarından çıkar. Bu taş vasıtası ile yağmur dolu ve kar celbedilir. Türkler ve Uygurlar bu sanata vakıf olup bunu icra edene Yarçı derler. Bu işte mahir olanlar köyün bir tarafına yağmur ve kar getirdikleri zaman diğer tarafında da güneş çalar. Türkler bunu muharebelerde yanlarında taşır ve o sayede düşmanlarına zafer kazanırlar. Türkistan’da bir tepeden çıkan bu taşlardan şehirlere götürülür; suya asar ve yağmur yağdırırlar.” şeklinde bilgi verir.viii 10. yüzyıl coğrafyacılarından İbn’ül-Fakih de eserinde bu taşa yer vermiştir. Onu verdiği bilgiye göre “Ebu’l-‘Abbas ibn Muhammed ibn ‘isa elMerveza, Oğuzlar, Dokuz Oğuzlar ve Karluklarla komşu olan ve Horasan sınırlarında bulunan Türkler arasında istedikleri zaman yağmur ve kar yağdıran ve fırtına çıkaran adamların bulunduğunu işitmiştir; fakat Davut ibn Mensur ibn ‘Ali el-Badgisi’yi görüp konuşuncaya kadar bu rivayetlere inanıp inanmamakta tereddüt etmiştir. Bu Davut ibn Mensur evvelce Horasan’ı idare etmiş ve idaresi beğenilmiş salih adamdı. Bu zat Ebu’l-‘Abbas’a kendisinin Dokuz Oğuz hakanının oğlu Balkık ile bu yağmur taşı hakkında konuştuğunu anlatmıştır. Onun anlattığına göre, Türk hakanlarından biriyle oğlunun arası açılmış, oğlu adamlarıyla beraber haydutluk yapmak için doğuya gitmiş ve orada bir dağda bu taşı elde etmiştir. Türkler bu taşla istedikleri zaman yağmur ve kar yağdırırlar.”ix

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


yağmur yağmaya başlayarak, yağmur suyunu içiyorlar. Abdülkadir İnan, Kırgızların Manas Destanı’nın büyük Çin seferi rivayetinde Almabet adlı kahramanın yağmur yağdırmak için “bulutları afsunladığı” zikredilmektedir. Ali Şir Nevai, Fevaid-ul-Kibar divanında şöyle bir beyit vardır: Yada taşığa kan tegec yağın yağkandek ey saki Yağar yağmurdek eşkin cun bolur Ja’lin şerab alud Harezmşah yazın (Şamani) Türk beldelerine sefere çıkardı. Bir defa hudutta yağmur ve kar yağışına tutularak askerlerin helak olmak tehlikesi ile karşılaşmış; bu durumda candarlarını çıkararak dağı araştırmış ve yağmur yağdıran iki kişi buldurup getirtmiş. Karı kestirmek ve tehlikeyi atlatmak maksadı ile yadacıları keçeye sararak canlı iken gömdürmüş ve bu sayede hava düzelmiştir.x Harezm ordusunda da bu işte usta kişiler bulunmaktaydı. Harezm ordusunda asli unsuru teşkil eden Kanglılar bu işte ustaydılar. Çin seferinde zorlukla karşılaşan Oktay kağan bir Kanglıyı yat yapması için görevlendirmiş ve yaz ortasında kar yağdırınca Çinliler dehşete düşmüşlerdir.xi Yada taşı motifi Doğu Türklerinin halk edebiyatlarında da pek çok tekrarlanmaktadır. Kırgız-Kazakların ‘Er Gökçe’ destanında, Altın Ordu’nun ünlü kahramanı Er Kosay da, maiyetindekilerin susuzluktan sıkıntıları üzerine, Er Kosay, atının eğerleri altından Cay taşını (Yad Taşı) alıp, birkaç defa sallayarak yere koyuyor ve Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, 3. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1986, s. 160. ii Abdülkadir İnan, a.g.e., s. 160. iii Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, 23.Baskı, İstanbul: Ötüken Yayınları, 2014, s.80. iv Abdülkadir İnan, a.g.e., s. 160. v Osman Turan, a.g.e., s.80. i

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Yakutlar yada taşına sata derler. Bu taş, Yakutlara göre, at, inek, ayı, kurt gibi hayvanların içinde bulunur. En kuvvetli sata taşı kurdun karnından çıkarılan taştır. “ Sata taşı” ile şamanlar yağmur, yazın kar yağdırabilirler; müthiş fırtına estirirler. Sata taşı canlı bir cisimdir, insan kafasına benzer. Yüzü, gözü, kulağı, ağzı çok açık görülür. Kadın veya bir yabancının eli veya gözü dokunursa olur, kuvvetini kaybeder. Canlı “ sata”yı ele alıp yukarı kaldırılırsa derhal soğuk rüzgar eser, yağmur veyahut kar yağar. Elinde bu taşı bulunan adam uzak yola çıkarsa atının yelesi veya kuyruğu altına bunu bağlarsa at terlemez, daima esen serin rüzgar altında rahat seyahat eder. Şamanlardan birine “ sata” yı kartal vermiştir.”xii Anadolu’nun bazı bölgelerinde, “yağmur duası” ile ilgili gelenekler arasında kırk bir taşa dua okuyup suya atmak adeti tespit edilmiştir. Bu adetin de “yada taşı” efsanesiyle bağlı bir gelenek olması mümkündür.

Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi, Cilt 3. çev. Besim Atalay, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları, 2013, s. 2. vii Osman Turan, a.g.e., s.80. viii Osman Turan, a.g.e., s.81-82. ix Abdülkadir İnan, a.g.e., s. 161. x Osman Turan, a.g.e., s.82. xi Osman Turan, a.g.e., s.83. xii Abdülkadir İnan, a.g.e., s. 163. vi


KADIN Sokağımda kedilerin ayak sesi Öyle yakınsın ki bana Elimi uzatsam dokunacağım sesine Geceye yansıyan cılız sokak lambası Öyle uzaksın ki bana Tanımam imkânsız seni Her gece aynı karanlık Aynı anılar Uzaklaşıyor anılarımdan son vedan Ne zaman hatırlamayacağım seni? Unutmak balıklara özgü Hatırlamak ise sevenlere Yeniden gelseydim dünyaya Yeniden sevseydim seni Ya da sever miydim bilmiyorum Şimdi gittin ya Uçurumlar daha derinleşiyor Dağlar yükseliyor Kışlarım daha da sert geçiyor Ruhumda bedenimde Şimdi diyorum ki kendime Küllerimden yeniden doğduğumda Hiçbir acı hiçbir kış Hep bahar olacak Yenilen umutlarım hep birlikteydik Aynı yerden yeşermesin diye umutlarım Gökyüzüne bakmıyorum Aynı yerden sevmeyeyim diye Sevdiklerimi hep aynı yerden kırıyorum Her gece sokak lambası ışığında Kitap okuyan kadın Öyle kokunu savura savura Geçme yanımdan Sarılamam bir daha sana. Sevcan ÖZBEK

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


arkapak IŞIK SELİN ORHUNTAŞ

MENEKŞELER, ATLAR, OBURLAR / HÜSNÜ ARKAN – KIRMIZI KEDİ YAYINEVİ Müzisyen kimliği ile tanıdığımız Hüsnü Arkan’ın romancı kimliği ile tanışmak için ilk adım. “Yaşam kurgudur, gerçek düştür.” 12 Eylül’ün gölgesinde bir hayatla karşı karşıya bırakır yazar bizi. Varlıklı bir ailenin tek çocuğu olan Hüseyin’in ilginç hayatıdır söz konusu olan. Çiftlk yöneten amcası, başkaldırmayı seçip meyhane açan babası, menekşe kokulu annesi ve çiftlikteki sevgilisi atlar arasında geçen hayatı bir cumartesi günü değişir. Kişilik arayışı ve bölünmelerine şahit olduğumuz Hüseyin’in boşa geçmiş, kaybedilmiş hayatının öyküsü.

KENDİNE AİT BİR ROMA/ CEMAL KAFADAR – METİS YAYINLARI Ezber bozan tarihçi Cemal Kafadar’ın aynı isimli makalesinin gözden geçirilmiş hali Metis Yayınları tarafından yeniden basıldı. Kafadar bu kitapta, milliyet ve vatan kavramlarını “Rum” ve “Rumi” kelimeleri üzerinden arıyor. Birkaç sözcük üzerinden kimlik ve kültürel miras konusuna değiniyor. Osmanlı çatısı altında toplanan insanların bu kavramların içini nasıl doldurduğuna yakından bakıyoruz.

K. / ROBERTO CALASSO Calasso, Dünya edebiyatını şekillendirmiş Alman yazar Kafka’nın kahramanlarını ve eserlerini ele alıyor. Kafka’nın eserlerinin neden eşsiz, roman kişilerinin neden benzersiz olduğu sorusunun peşinden gidiyor. Kafka’yı anlamak 21. YY’ı anlayabilmek demektir. Bu çözümleme için Roberto Calasso’dan daha iyi bir yazar olamazdı.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Arka Kapak


arkapak AYŞE BENGİSU AKDAĞ BİR İDAM MAHKUMUNUN SON GÜNÜ / VİCTOR HUGO Ölümle ilgili bu kısa romanın üzerine söylenecek söz var mı bilmiyorum. Ne desem yetmeyecek gibi. Daha Hugo'nun kendi önsözü ile tüylerimi diken diken eden romanı okurken yutkunamadım çoğu zaman. "Sanki haftalar değil de yıllar önce, ben de herkes gibi bir insandım. " satırlarıyla başlayan beş haftalık bir idam süreci işleniyor 80 sayfada. Kahramanın duygularını düşüncelerini, sorgulamalarını umutlarını ince ince işliyor Victor Hugo. Ve belki de idamı bekleyen insanın vaziyeti kadar idamları büyük bir "şenlik" şeklinde heyecanla bekleyen ve izleyen halka da dikkatimizi çekiyor yazar alttan alta. O insanlar ki idamı izlemek için önlerden para karşılığı yer alıp ailecek geliyorlar izlemeye! Romanın özü şu ki, idam bir gün bir saniyede gerçekleşen bir ölüm değil. Öğrenildiği andan itibaren her an, her saat, her saniye ufak ufak ruhu ve beyni ele geçirip kemiren bir sancı. Roman da aynı şekilde her ayrıntısıyla ıstırabı yaşatıyor okura.

NİSAN YAĞMURU / EMİNE IŞINSU Tasavvuf romanları daha ziyade Mevlana, Şems, Yunus gibi evliyalar üzerinden şekillenir. Nisan Yağmuru bir evliyadan yola çıkan roman olmamakla beraber bu isimlerin hepsinden beslenen bir "modern insan" ın romanı. Bu romanda dergah yerine sedefkârlık atölyesi, Şeyh yerine sedefkar Usta, mürşid yerine de çıraklar var. Ve gündelik, geçici, fani, bunalımlı hayattan Ustası sayesinde ruhunu kurtaran "Meryem". Tipik bir tasavvufi yolculuk romanı. Roman boyunca kocasının ölümünden sonra hayatı, hayatın anlamını, kendini sorgulayan Meryem'in yolculuğunu okuyoruz. Vefat sonrası gidenin ardında kalanın Yaradan'ın rahmetine sığınıp yaşadığı içsel yolculuğun vücut buluşu bu hikaye.

MAGGİE HUMM / FEMİNİST EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ Bir edebi eseri feminist eleştiri yöntemiyle eleştirme temelinde erkekler tarafından erkek bakış açısıyla yorumlanan edebiyata farklı bir yorum tarzı getirmeyi amaçlıyordu. Virginia Woolf'un önemli adımlarını attığı bu yöntem, erkek bir yazarın romanında bir kadını ele alması kadar erkek bir eleştirmenin bu romanı eleştirmesinin de doğru olmadığını, eksik olduğunu düşünüyordu. "Sonuçta bir erkek bir kadın ruhunu ne dereceye kadar tahlil edebilirdi?"diye sorguladılar. İşte Doğu Londra Üniversitesi Kadın Araştırmaları bölümü profesörü olan Maggie Humm bu temelden yola çıkarak feminist düşüncenin sanata yansımalarını, edebi eleştirinin metotlarını, bu yöndeki gelişmeleri bu sahanın öncüleriyle tahlil ediyor.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Arka Kapak


Kaside-i Medine Ey gözleri mana taşıyan Kalbinde kuşlar uçuran

Tuttuğun el seninle açar güneşim Sen ezelden ebede her gün eşim

Masivadan manaya eren Engin bir okyanus seven

Bize günler yetmeyecek sonsuzluk Çünkü maddeden manaya sonsuz

Denizlerin deryasıyım ben İçinde beni taşıyan gül sen Nehirler taşar ah bir gülsen Esvapta saklı olan gülşen Sükut arz eden Süleyman Üftade olmuş bir küheylan Leyl vakti akar kaleme bostan Eski bir şem gibi yanar ilham Yakar alevler aşk ile candan Muradım sensin ey şuh canan Ariflerin rindinde kalem elimde Nar tanesi şiirler akacak dilimde Ezelden ebede akacak ırmağım Rayihası sen olan yaşam pınarım Kutlu bir günde sen dilimdesin Ulu rabbim şahit, daim kalbimdesin

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

Ve perim sen ilham ile sonsuz ruh Seninle daim kalbim aşka yolculuk Gel gül-i rana olan mana köşküm Aksanımı maksadıma urur aşkım Sen şuhperver olan alın yazım Sen diye diye şiirlere adın yazdım Doldum şiirlerle açıldım uçtum Doydum da şiirlerde aşık oldum Senden sana seni arar seni buldum Sen diye diye şiirlerde kayboldum...

Süleyman ERKUT


Kadir Siyah deri bir koltukta bacaklarını iki yana açmış, kara yağız bir delikanlı oturuyor. Kolları, önünde özenle düzenlenmiş masanın üzerinde duruyorlar. Sol bileğini sarmalayan beyaz, marka bir saat. Aklında bin bir tane düşünce. O düşüncelerde birkaç kişi, birkaç kişinin içinde bir de ben. Sol eliyle çenesini kaşıyor, düşüncesinde bile rahatsızlık duyuyor benden. Biliyorum. Çünkü karşısındayım. Tam karşısındaki ufak beyaz bir masada onu yazıyorum. Kara saçlarını, kara benzini ama en çok da bakışlarındaki keskinliği. Öylesine derin ve duygulu ve içten bakıyor ki insan bakışlarında okyanusun en derinlerine erişebilmiş gibi nefessiz kalıyor, boğuluyor. İnce dudakları var. Yumuşak, narin saç teli misali. Gülünce kısılıyor ufak gözleri. Küçük bir çocuğun eline şeker tutuşturunca yüzündeki masum ifade tam oturuyor onun gülüşüne. Eline bir kâğıt almış, kafası masanın üzerindeki koluna yaslı. Kağıtla saklıyor uyuyan suratını. O, hiç ayak basılmamış bir ormanın yabancısı. O, kağıtlarca yazılıp, çizilebilecek bir küçük oğlan çocuğu. Selvi boyu yok belki, şimdilerde kimin var ki? Bir destanın kahramanı değil belki ama o, üzerine destanlar yazdırabilecek bir insan.

Yasemin ULU

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Serbest


Ey Hasan Ben ki müştâk-ı aşk ez deryâ-ı cigr-i tu Sen ki inkar bi’d-devam misl-i revân su Zikr-i canânsa zikr-i dîgerden mahsûl ne Zülf ü ruhsârdır kâfî li devam-ı güft ü gû Sad hâmiye bed-nâmiye gad-dâriye dâhî Bes yek nigâh-ı nâz-ı canân olam serfürû Söylesem de nasıl ey yâr mihirbân-ı men Sensiz geçen hayatım misl-i salat bi-vuzû Ser-i der füruzan çirâg-ı ümidim ey Hasan Gel ki çeşm ü gûş sana mutazırdır çâr-sû Hasan Sayyaf KHAN

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


SO

SYAL RUMLULUK

Sırdem KEMİKSİZ

BİR PATİLİLER HİKÂYESİ Eve getirilmiş sarı bir” tüy yumağı” nasıl değiştirir birçok insanın hayatını? Nasıl bir kırılma hatta “paramparça” olma noktası olur bilir misiniz? Hayat gayelerimden oldu yıllarca sokak canları, gönlümü açsam dinler misiniz? Belli bir yaş grubunun (eğer bir de tek çocuk olarak büyümüşse) en büyük arzusu evinde kediköpek beslemek olmuştur. Daha ilkokul 1. sınıftayken çöplükten kedi çıkarıp evimize götürmeye çalıştığımı hatırlarım. Fakat çabalarım asla başarıyla sonuçlanmamıştı. Ne bir kedi yakalayabilmiş ne de annemi babamı evde bir kedi beslemeye ikna edebilmiştim. Hayvan sevmeyen insanlar değillerdi aslında. Hafta sonları babam iş yerindeki köpeği sevmeye götürürdü beni ara sıra. Annemle bazen artan et-tavuk parçalarını onlara verirdik. Hatta sorardım ona her çocuk gibi “Anne onlar üşümez mi?” Klasik cevap geliverirdi hemen “Hayır onların tüyleri var, üşümezler.” Ne kadar bihabermişiz meğer şimdi anlıyorum. Yıllarım bu saf duyguları içimde yaşamakla ve ileride evimi her türden hayvanla doldurmak ile geçti. Ancak zaman gelecek ve herkesin hayatını değiştirecek bir misafire bu evin kapıları açılacaktı. Lise sona geçtiğim bir yaz tatilinde arkadaşlarımla her zaman gittiğimiz parka gitmiştik. Dört küçük pati tımbıl tımbıl bana geliyordu. Eğildim, kucağıma atladı. Kedilerin sahibini seçtiği doğru efendim, o anda vuruldum ona. “Annen asla eve almaz bunu!” nidaları eşliğinde eve götürdüğüm “Jelibon” Hanım 8 yıldır evimizden hiç ayrılmadı. İşte o günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı… Üniversite yıllarımda zaman zaman ayrılmak zorunda kaldık Jelibon’la. Ancak aileme ve bana aşıladığı en büyük şey hayvan sevgisiydi. Evet, hayvanları seviyorduk ancak hayvan haklarından ,

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Sosyal Sorumluluk

onların planlı bir biçimde beslenmesinden, tedavi edilmesinden haberimiz asla yoktu. Önce onun yemediği yemekleri, mamaları çöpün kenarına her gün koymakla başladı bu hikaye. İki kedicik türedi apartman girişinde: “Huri ve Nuri”. Ardından pek çok can geldi kapımıza nasiplerini almak için. Mestan, Milka, Sargın, Pofuduk… Adını sayamadığım, çoğunu araba çarpması sonucuyla annemle birlikte ağlaya ağlaya toprağa verdiğimiz diğer evlatlarımız. Anne kedilerimiz oldu, bir sürü yavru kedi dünyaya gözünü açtı bahçemizde. Sonra adını ilk kez duyduğumuz “Genç Hastalığı” yıktı bir daha bizi.10’dan fazla yavru kedimize odamı verdim iyileşsin diye fakat kurtaramadık. Ama hep hatırlattık kendimize “İnsan eliyle ölmesin yeter ki, ölüm ilahi bir son!” 8 yılımız onların yaşamlarını sürdürmesine destek vermekle geçti. Şimdi soran olacaktır mutlaka “Hayvan sevgisi diyorsunuz, neden sadece kedilerinizden bahsediyorsunuz?” Çevremizde bir tane bil köpek yoktu o dönemde de o yüzden. Bu da ayrı bir hikaye maalesef. Gelecek bölümlerde aktaracağım☺ Tabi bir de güvercin ve kargalarımız vardı. Ama kedilerin olduğu yerde uzun süre ikamet etmiyorlar malum. Sadece bir kargamız kızım Jelibon’un en yakın arkadaşı oldu bir dönem. Resmen iletişim kurduklarına defalarca şahit olduk hep birlikte. Bizim hayvanseverlik yolculuğumuz işte böyle başladı. Şimdi Jelibon’un iki kız kardeşi var : “Pamuk ve Doçent!”.Doçent’in isminin hikayesi ise ayrı bir mevzu tabi. Vakti gelince bol bol anlatacağım acısıyla tatlısıyla. Bir dahaki sefere kadar siz değerli okuyuculardan tek isteğim; “1 kap mama 1 kap su biraz da sevgi” Sevgiyle, merhametle kalın…


Çanakkale Şehitlerine Mehmet Akif ERSOY Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi? En kesif orduların yükleniyor dördü beşi, Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya. Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı! Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!” Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi, Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi! Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer, Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer. Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında, Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada! Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk; Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk. Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ… Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ! Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil, Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil, Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına; Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına. Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz… Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz. Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb, Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb. Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı; Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı; Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin; Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin. Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam, Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer… Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak, Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak. Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller, Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller. Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere, Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre. Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler… Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından; Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman? Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm? Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm. Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler, Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer; Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi; “O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi. Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek: İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek. Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar… O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar… Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor! Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker! Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer. Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i… Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? “Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın. Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb… Seni ancak ebediyyetler eder istiâb. “Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına; Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına; Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle, Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle; Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan, Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan; Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına; Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına, Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem; Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem; Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana… Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana. Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini, Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i, Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran… Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın; Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât! Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât… Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber, Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


FOTOĞRAF Aybige AKDAĞ

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Fotoğraf


Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir. İnancınla, imanınla, emre uymanla, hiçbir korkunun yıldıramadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı sonunda alt eden büyük gayretin için gönül borcumu ve teşekkürümü söylemeyi kendime en aziz bir borç bilirim.” (1921)


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.