İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:35

Page 1

Temmuz-Ağustos 2017 Sayı: 35

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

MiTOLOJi Özel Sayısı M. N. SEPETÇİOĞLU: KUTSAL MAHPUS- EBÛ HANİFE

ÜTOPYALAR ŞÂHI: THOMAS MORE

BURSA’DA BİR ÂŞIK:

DELİ AYTEN


İncir Çekirdeği Dergisi Ayşe Bengisu AKDAĞ Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Genel Yayın Yönetmeni

Yazı İşleri Ekibi Sırdem Kemiksiz Sultan Demir Kübra Tarakçı

Baş Editör Mehmet Altınova

Editör Işık Selin Orhuntaş Tuğçe Erkol

Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hasan Saiyaf Khan Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Muharrem Kaplan Önder Öztürk Pınar Çaylak Sema Keser Serhan Demir Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Misafir Yazarlar Duygu Dağoğlu Yıldırım Cengiz Güler

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

“Dünya bir deniz idi; ne gök vardı, ne bir yer, Uçsuz bucaksız sonsuz sular içindeydi her yer.” diye başlar Altay Yaradılış Destanı. Yelkenimizi açtık, dümenimizi eski çağların yaradılış öykülerine çevirdik. 35. sayımızda sizlerle mitolojinin derinliklerine doğru yolculuğa çıkmak istedik. Öncelikle belirtmeliyiz ki mitolojiye dair her şeyi bu sayıda bulabileceğinizi iddia etmiyoruz. Muhakkak ki daha ele alınması gereken, mitoloji dendiğinde anlatılacak çok öykü var insanlığın kültüründe. Her ay var olan “Mitoloji Pusulası” köşemizde mitolojiye dair başka pek çok konu kaleme alındığı için bunlara tekrar yer vermedik. Bizler her zaman dediğimiz gibi “incir çekirdeğini doldurma” amacıyla elimizden geldiğince belli başlı mitolojik anlatıları ve bunların özellikle günümüz kültür ve edebiyatına yansımalarını ele almaya çalıştık. Oğuz Kağan’dan Prometheus’a, Hüma Kuşu’ndan Şeytan Sofrası’na uzanırken; mitolojik filmler, çocuklar için mitolojik kitaplar, Divan edebiyatında ve Tanzimat edebiyatında mitolojinin etkisi üzerine çeşitli yazılar da dosyamızda. Olağanüstü coğrafyaların, olağanüstü olaylarında masalsı yolculuğun yanında her zaman olduğu gibi şiirlerimiz, hikayelerimiz, kitap tanıtımlarımız ve sizlerden gelen yazılar da dergimizde okunmayı bekliyor. Temmuzlar hep “sıcak” geçiyor ülkemizde. “Ateşler içinde”, kanlı, acı… Geçtiğimiz yıl Temmuz sayımızı da, tam 15 Temmuz gününde, tarihimize kanlı bir şekilde yazılan olaylar vuku bulmadan saatler önce yayınlamıştık. Üzerinden tam bir yıl geçti. Ve şimdi, gözünü kırpmadan canını feda eden yüce gönüllü insanlarımızı düşünürken Montaigne'in "Ölmek Özgürlüğü" başlıklı yazısında mitolojik dönemlerden aktardığı anekdottan şu kısım geliyor aklıma: Spartalılar, kendilerini korkutmaya kalkışan Antipater'a şunu demişler: "Bizi ölümden beter bir şeyle korkutmak istersen, daha seve seve ölürüz" Şehitlerimize rahmetle…


İçindekiler Havadis / Beyza ÖZKAN “Gerek” , “Biz” - Şiir / Sema Keser Leke – Hikaye / Hilal Akarslan Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Kutsal Mahpus- Ebu Hanife” Romanında Halk Biliminin İzleri / Mehmet Altınova Bir Amin – Şiir / Muharrem Kaplan DOSYA: MİTOLOJİ Biraz Da Mitolojik Bakalım O Zaman / Pınar Çaylak Mitolojinin Doğuşu: Thegonia, İlyada ve Odyssea Destanları / Işık Selin Orhuntaş Prometheus’tan Halûk’a: Bir İnsanlık Mücadelesi / Ayşe Bengisu Akdağ “Bir Adın Yolculuktu” – Şiir / Ülkü Tamer Mitoloji Pusulası: Oğuz Kağan- Evlilik ve Urum Kağan’la Savaş / Busenur Aslan “Yüz Soruda Mitologya”dan / Behçet Necatigil Mitolojiye Bir “Nev’i” Bakış: Netayic El-Fünûn / Beyza Özkan Çocuklara Mitoloji / Duygu Yıldırım “Yazı Makinesi”nde Mitoloji / Işık Selin Orhuntaş Türk Mitolojisinde Devlet Kuşu Hümâ / Cengiz Güler Biblos Kadınları – Şiir / Yahya Kemal İslam Hamuruyla Yoğrulmuş Kutadgu Bilig’de Türk Mitolojisinin Kırıntıları / Busenur Aslan Hey Koca Mavi Anadolu / Ayşe Bengisu Akdağ Mitolojik Yayınevleri / Işık Selin Orhuntaş Mitolojik Filmler / Tuğçe Erkol “Bunu da Oku”: Mitolojik Kitaplar Mitoloji Haritası “Âdem Ağabey” – Hikaye / Ogün Peçenek Teslimiyet – Şiir / Sema Keser İtiraz – Şiir / Berkay Avcı Gayba Hicret – Şiir / Süleyman Erkut Bursa’da Bir Âşık: Deli Ayten / Sırdem Kemiksiz “Ey Habîb” – Şiir / Hasan Sayyaf Khan “Meftun” – Şiir / Süleyman Erkut Ütopyalar Güzeldir: Thomes More / Tuğçe Erkol Bahane – Şiir / Serhan Demir Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ Şehir – Şiir / Konstantinos Kavafis Fotoğraf / Aybige Akdağ


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Derleyen: Beyza Özkan

HA VÂ DİS

çeşitli panel ve söyleşiler düzenlenecek. Fuarın teması ise “Edebiyat, İyi ki Varsın” olarak belirlendi. İstanbul Kitap Fuarı tema çerçevesinde yurt dışından çok değerli yazarları konuk etmeye hazırlanıyor.

Kültür-Sanat ve Edebiyatımızın “15 Temmuz İmtihanı"

Uluslararası Bayburt Dede Korkut Kültür Sanat Şöleni

36. İstanbul Kitap Fuarı 04-12 Kasım 2017 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre MerkeziBüyükçekmece’de düzenlenecek olan 36. İstanbul Kitap Fuarı'nın yazarı Ayla Kutlu oldu. Fuar süresince Kutlu’nun yaşamı ve eserleri üzerine, kendisinin de katılımıyla

Bayburt Belediyesince 23'üncüsü düzenlenen Uluslararası Bayburt Dede Korkut Kültür Sanat Şöleni başladı. 23. Uluslararası Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat Şölenleri kapsamında, Masat köyündeki Dede Korkut türbesi ziyaret edilerek çelenk konuldu, dua edildi ve Kur’an tilaveti yapılarak dua edildi.

15 Temmuz anma etkinlikleri kapsamında Topkapı Sarayı'nda 'Kültür Sanat ve Edebiyatımızın 15 Temmuz İmtihanı' adlı açık oturum yapıldı. Etkinlikte ayrıca sergi de ilgi çekti ve ziyaretçi akınına uğradı. Vali Şahin yaptığı açılış konuşmasında,15 Temmuz'da yaşananların gelecek kuşaklara doğru şekilde aktarılması konusuna değindi.

750 BİN TL’LİK MEKTUP 19. yüzyılın en büyük yazarlarından birisi olan İngiliz Jane Austen’ın, yeğeni Anna Lefroy’a 1812’de yazdığı mektubu, İngiltere'deki ‘Sotheby's London' da sunulan satışta 750 bin


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TL’ye satıldı. Austen’ın dönemin kadınlarıyla dalga geçtiği mektup tam 162 bin 500 pounda, yani yaklaşık 750 bin liraya satıldı.

Nobel Ödüllü Çinli yazar hayatını kaybetti

Nobel Barış Ödülü sahibi Çinli yazar ve insan hakları savunucusu Liu Xiaobo 61 yaşında tutuklu olduğunu cezaevinde hayatını kaybetti. 2009 yılında, Çin’deki tek parti rejimine karşı

demokratikleşmei öneren ’08 Sözleşmesi’ sebebiyle hapis cezasına çarptırılan Liu Xiaobo’ya, bir süre önce akciğer kanserinin son evresi teşhisi konulmuştu. Nobel Barış Ödülü’nü tutukluyken alan Liu Xiobo, silahlı gardiyanlarla izole bir koğuşta tedavisini sürdürüyordu.

AFRODİSYAS UNESCO DÜNYA MİRASI LİSTESİNDE 2009 yılında UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi'ne alınmış olan ve Dünya Miras Listesi'ne girmeyi bekleyen Afrodisyas'ın, UNESCO 41. Dünya Miras Komitesi Toplantısında UNESCO Dünya Miras Listesine kaydedilmesine karar verildi. Afrodisyas bu listeye giren Aydın'dan ilk kültür değer oldu. Aydın'ın, Karacasu ilçesinde Eski Yunan ve Roma dönemlerine ait en görkemli antik kentlerden biri olan Afrodisyas tarihte kentin en önemli tanrıçası olan Afrodit Tapınağı ile ünlü. MÖ 2. yüzyıldan MS 6. yüzyıla kadar görkemini korumuş olan kentin

kesintisiz olarak bu kadar uzun yerleşim görmüş olması, antik dönemde pek çok önemli gelişmeye tanıklık etmesi açısından da önem taşıyor.

42. KIBATEK Uluslar Arası Edebiyat ve Kültür Şöleni Gerçekleşti Kıbrıs-Irak-BalkanlarAvrasya Türk Edebiyatları Kurumu’nun (KIBATEK) her yıl yurtiçinde ve dışında düzenlediği uluslararası edebiyat şölenlerinin 42.si 29 Haziran-2 Temmuz 2017 tarihlerinde Ürgüp’ün Ortahisar Kasabasında yapıldı. Edebiyatseverler şölene büyük ilgi gösterdi.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GEREK Ne çok özlemek gerek Gerekenden fazlaysa sevmek Bilinen günleri, Bilinmeyen senelere değişmek Bilinmeyenleri raflara kaldırıp Bilinenlerle mesai etmek . Sema KESER

BİZ Mutlu çocuklardık biz başkalarının aksine... Güneşi koklar, taze nane yerdik. Varoluştan bahsederdik, esasicilerin aksine. Unuttuğumuzda hatırlardık, Arap sabununu Sezon sonlarına kurban olanların aksine. Yenibahar koklardık, avangartların yerine Saf dışı kalsak bile oyunlarda en çok biz sevinirdik, Güneşi unutup, gölgeyi seçenlerin aksine. Sema KESER


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“LEKE”

Hilal AKARSLAN

/

Otobüsten indiğinde ürkek bakışlarıyla kalabalığı süzdü, yavaş adımlarla hiç bilmediği bu şehrin asfaltı üstünde yürümeye başladı. Tam olarak nereye geldiğini bilmiyor, nereye gideceğini ise hiç bilmiyordu. Siyah sırt çantasının ön gözünden dörde katlanmış ufak bir kâğıt çıkardı. Kâğıdı elinde sımsıkı tutuyor, esmeyen rüzgârda uçmasın diye göğsüne doğru bastırıyordu. Otogardan metroya kadar bu şekilde yürümüştü. Metroya girmeden bir kenara çekilip cebinden çıkardığı eski telefondan Ümran isimli kadını aramak için düğmeleri tuşladı. Telefon çaldı fakat açan olmadı. İçindeki korku bu şehirde yapayalnız kalacağı düşüncesiyle daha da çok arttı. Belki de yalnız kalmak ölüm kurşunundan daha iyidir diye düşündü. Bu sefer telefonun tuşlarına daha sert bastı. Sanki ne kadar sert basarsa Ümran’a o kadar çabuk ulaşacaktı, ulaştı da… Odanın köşesinde üzerinde yeşil minderleri olan krem rengi koltuğun köşesine usulca oturdu. Ümran çayını içene kadar birbirleriyle uzun uzadıya bakıştılar. Azize’nin ürkek bakışlarının yanında Ümran’ın acıyan bakışları kıyasıya yarışsa kömür karası gözlerinden etrafa saçılan korku galip gelirdi. Ama keşke korkular bu hayatta galip gelmeseydi. Küçük camı olan odada koltuğun üzerine bırakılmış mavi çarşafları alıp yatağını hazırladı. Gözlerini kapamadan önce suratında beliren gülümsemeyle rahat bir nefes aldı. Burada, bu şehirde, bu evde her şeyin güzel olacağına inanan bir gülümsemeydi bu. Ta ki o şubat sabahına kadar her şey gerçekten çok güzel olmuştu. Çok güzel, dingin bir beş ay geçirmiş artık namus davası diye peşine saldıkları öz kardeşinin onu bulamayacağına inanmıştı. Kahvaltısını yapmak için yattığı yerden doğrulup yanında duran bardaktan bir yudum su içti. Üzerine giydiği anneanne yeleğinin düğmelerini ilikledikten sonra mutfağa geçip her sabah yaptığı gibi kaşarlı tostunu ve şekerli kahvesini hazırladı. Dış kapıdan gelen anahtar sesiyle birlikte camın önünde durağan kurumuş karanfilden gözlerini ayırdı, durup Ümran’ın yanına gelmesini bekledi fakat hâlâ yanına gelmemişti, merak etti. Kapıya doğru bakmak için arkasını döndüğünde alnının üzerinde soğuk namluyu hissetti. Aylarca korkuyla yaşadığı o an, tam da her şeyin iyi olduğuna, güzel olduğuna inandığı zaman karşısına

Hikâye dikilmişti. Yavaşça bir bacağı neredeyse kırılacak olan sandalyeden alnındaki namluyla beraber doğruldu. Ümran’ın gözlerine bakarak boğazına dizilen tükürüklerini yutkunup, ‘Vur beni, lütfen.’ dedi. İzini kaybettirdiğine inandığında aslında tam da o izin üzerinde yaşadığını nerden bilecekti. Babası ve amcalarının kardeşinin bu işi beceremeyeceğini anlayınca bir tür oyunlarla onu resmen ölümün kollarına attıklarını nereden bilecekti? Bilemedi. Amcasının kızı Hatun’dan aldığı numaranın aslında paraya ihtiyacı olduğu için Azize’yi öldürmeyi kabul etmiş bir kadının olduğunu çok sonra öğrenecekti. Ümran sol elinin tersiyle önce kendi yanaklarından aşağıya süzülen yaşları sildi, sonra ise Azize’nin yanaklarındaki çaresizlik içinde akan o gözyaşlarını sildi; ‘Mecburdum ama yapamam, yapmayacağım.’ dedi ve Azize’nin amcasının yolladığı silahı, kendi çenesinin altına dayayıp tetiği çekti. Balkonun girişinde, beyaz rafta bulunan o çok sevdiği sümbülü yere düştü, Ümran yere düştü. Azize’nin ciğerinden kopan çığlık mutfak duvarlarını aşıp İstanbul’un yedi tepesine birden aynı anda ulaştı. Açık kalmış balkonun kapısını kapadıktan sonra yere düşen mor saksıyı rafa kaldırdı. Odanın içinde ayağına dolanan minder, örtü ne varsa ayağının ucuyla itip geçti. Başka hiç bir şeye dokunmadı, dokunamadı. Odanın sağ köşesinde bulunan ahşap masanın üzerinde açık kalmış dizüstü bilgisayarın başına geçti, soğumuş kahvesinden bir yudum aldı. Ümran’ın her sabah yaptığı gibi posta kutusuna düşen gerekli gereksiz ne kadar email varsa hepsini çöpe boşaltı. Sonra sırasıyla Ümran’dan farklı olarak diğer temizleme işlemlerine başladı. Bilgisayarda ne kadar dosya, fotoğraf, müzik varsa hepsini tek bir tuşla sildi. Bilgisayarı kapatıp koltuğun üstüne koyduktan sonra masadaki kahve lekesini sildi, tabakta kalan tost kırıntılarını sildi, yere dökülen toprakları sildi, tırnaklarında beş gündür duran siyah ojeyi sildi, telefon rehberini sildi. Her şeyi sildi ama bir ruhunu silemedi, acısını silemedi, korkularını silemedi. Duvardaki kan lekelerini silse de üzerine sıçrattıkları namus lekesini hiçbir zaman sildirmeyeceklerdi.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Kutsal MahpusEbu Hanife” Romanında Halk Biliminin İzleri Mehmet Altınova

(Önceki sayıdan devamıdır.)

1. Toplumsal Yaşantı Romanda İslam coğrafyasının yaşayış tarzını yansıtan pek çok ögeye yer vermiştir. Bu bölümde isimleri, toplamsal söylemler, kıyafet, bölge halkının dünya görüşlerine yer verilecektir. 1.1. İsimler Arap toplumu ya da daha genel olarak ifade etmek gerekirse Orta Doğu coğrafyasının neredeyse tamamı babalarının isimleriyle anılırlar. Bu sebeple romanda da bu isimlerde bu unsurlar görülmektedir. Ebu Hanife, Ebu Müslim, Ebu Seleme, Yezid, Hammad gibi isimler Arap kültürüne özgü isimlerdir. 1.2. Kıyafet Her milletin kendine özgü kıyafetleri vardır. Kıyafet sayesinde o millet kendini yansıtabilir. Kıyafetin modeli, neyden üretildiği eserde tasvir edildiğinde olayın nerede geçtiği tahmin edilebilmekte ve o toplumda hangi ham maddenin fazla olduğu hakkında bilgi sahibi olunabilmektedir. Arap yarım adasında

çarşaf ve cübbe sıklıkla giyilmektedir. Ebu Hanife de o coğrafyanın adamı olduğundan cübbe giymesi dikkat çeker. “Ebu Hanife, herkesin bildiği sanını duyduğu anda çırılçıplak kalmışçasına yadırgadı; şaşırıveren elleri cübbesinin yenlerini çekiştirdi, yakaları boynuna doğru kaldırıp indirdi.” (Sepetçioğlu, 1990, s.29) 1.3. Para Birimi Para birimi olarak dirhem kullanılmaktadır. “Kûfenin orta hallisi yiyor denildiğine bakılırsa... nice yoksul çocuğun cebinde Hammâtın cebindeki aylık yarım derhemden çok para bulunur...imiş; öyle duymuştu...hoş, yarım dirhemi olduğunda zengin sayıyordu kendini, çok zengin sayıyordu, bayramlarda.” (Sepetçioğlu, 1990, s.37) 1.4. Halkın Düşünce Yapısı Olayları ve durumları yorumlayış tarzı, o millet hakkında bize bazı ipuçları verir. Örneğin; “Vali çağırtmıştı. Emevilerin bir Valisinin, üstelik Kûfedeki Sarayında Irak Valisinin çağırması demek…? İyiye mi


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

sayılır?” (Sepetçioğlu, 1990, s.22) Ebu Hanife’ye ait olan bu söyleme bakıldığında Irak Valisine önem verildiği, halkın ona bir değer yüklediği göze çarpar. “Üstelik” ifadesi bu değer yargısını daha da güçlendirdiği görülmektedir. Bir başka örnekte, “Bayram namazını Ebu Müslimin kıldıracağı sanılıyordu, imamlığa Kesirin Süleyman geçti. Daha ilk anda değişiklik anlaşıldı, bayram hutbesi okunmamıştı, namaza geçilmişti. Halbuki Emeviler hutbesiz başlamazlardı, HazretiAliyle soyuna söğmeden o ilk hutbeyi tamamlamazlardı... değişiyordu zaman; değişmeye başlamıştı...” (Sepetçioğlu, 1990, s.201) Görüldüğü üzere toplumsal yapı Emevilerin çökmesi ile birden bire değişmişti. Emeviler zamanındaki hutbeler, bayram namazından önce okunurken, Emevilerin çökmesiyle birlikte sonra okunmuştur. Bunun yanında Emeviler, Hz. Ali karşıtı söylemlerde bulunurken, bu çöküşle birlikte böyle bir şey yaşanmamıştır. Bu da yine toplumsal düşünce yapısının hareketlenmesi anlamı taşımaktadır. Bir başka yerde ise “Kufe halkı adamı gece vakti vurmasını sever; adamı zehirlemesini sever...” diyerek yine Kufe halkının yaşayış biçimine vurgu yapmıştır. 1.5. Yemek Kültürü Yemek kültürü bir milletin kimliğini göstermede yardımcı olur. Ülkelerin kendilerine has yemek kültürleri vardır. Bu kültür öğesi maddi kültürün içerisinde yer alır. Romanda da yine bu kültüre has özellikler sıklıkla verilir. Bunun yanında burada konu edinilmesi gereken bir başka husus yemeği hangi araçlarla tükettikleridir. Zira, Ebu Hanife, Saraya gittiği vakit Emevi hükümdarı süslü, altın kadehlerde içki sunmasından dolayı içmeyi kabul etmemiş ve en nihayetinde topraktan yapılma bir tasla birkaç yudum almıştır. Maddi kültür içerisinde yer alan yemek kültüründe ise kitabın bir bölümünde uzunca bahseder; “Bamyalar, küçük parmağın son eklemleri iriliğinde ancak, onları da ayıklamağa kalktın mı geriye ne kadarcığı kalırsa artık birer birer kızartmak gerekirdi yağda; o kurumuş yeşilin yağ kızarmasında tazelenmesi olurdu bu; ondan sonra döş etinde kapanma tarafından az tirite vereceksin: pişmesi, bamyanın o tirit içinde şöyle biraz tombullaşması olacak... et bamyaya bamya ete doyasıya ateşte tutacaksın; ancak böyle piştiğinde pilava sarar mübarek... Yoksa, pilav yabancı bamya yabancı...”

(Sepetçioğlu, 1990, ss.229-230) Yine Mekke’ye gittiği vakit Hammad’ın annesinin yaptığı muhallebiye de özlem duymakta ve onun tarifini de uzunca vermektedir. 2. Halk Edebiyatı Ürünleri 2.1. Türkü Türkü, halk edebiyatı nazım biçimleri içerisinde bölgeyi en iyi yansıtan edebi türdür. Romanın bir yerinde de türkü türü geçmektedir; “Ses, genç bir gırtlakta öfkelenirken, türkünün sözlerini de olduğundan çok katılaştırıyordu: “ Aramızda câriye çocuklarının sayısı ne kadar çoğaldı, Ya Rabbi, beni, içinde piçlerin dolaşmadığı bir ülkeye gönder... [...] Türkünün sözlerindeki arapçadan da belliydi bu bir halk türküsüydü. Rabbi derken iki dudak arasında ezilen sesin peltekleşmesi de ayrıca aşağıdan, güney araplarından gelme bir kendini beğenmiş sahiplenmede çağırıyordu.” (Sepetçioğlu, 1990, s.23) 2.2. Şiir Şiir islami inanç çerçevesince mühim bir yer teşkil eder. Hz. Muhammed’e yazılan Kaside-i Bürde şiirine baktığımızda bunu bariz bir şekilde görebiliriz.1 Bunun yanında Seb’i Muallaka adı verilen Ka’be’ye asılan yedi seçkin şiir geleneğine de bakacak olursak

1

Kaside-i Bürde şiirinin çevirisi için bkz. Karakoç, Sezai, İslamın Şiir Anıtlarından, Diriliş yay.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

cahiliye devrinde de sanata ve güzel söz söylemeye yedah, Yâ yedah!.” Çığırdıktan sonra tuğla köşkün ne derece önem verildiği görülmektedir. Arap filolojisi içindeki genç sesi, boğayı ineği kışkırtan helhelelerle uzmanı Prof. Dr. Nihat Mazlum Çetin, Eski Arap yedekledi.” (Sepetçioğlu, 1990, s.23) Görüldüğü üzere Şiiri’nde Arapların barbar olmaktan kurtaran şeyin burada bölgesel dil olan Arapça ile kurulmuş bir yapı 2 sanat ve şiir olduğunu belirtir. Arapların şiir anlayışı vardır. ve poetikasına ilişkin bilgi veren başka bir şahsiyet de Bir başka yerde ise “Valinin arap damarını düşündü. Adonistir.3 Kur’an da yine güzel sözü övmektedir. Kabarması tatsızlığın artmasına sebep olurdu; Bununla ilgili ayetler İbrahim suresinin 24. ayetinde korkudan çok sevimsizlik verirdi.” (Sepetçioğlu, 1990, Allah, kullarına “Görmedin mi Allah güzel bir sözü s.22) ifadeleri vardır. “Arap damarı” ile kasdedin nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, aniden sinirlenen bir kişiliğe sahip olmadır. dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.” der. Yasin “[...] Emir demişti. Neden Emirülmü’nin, dememişti? suresinin 69. ayetinde ise Peygamberlerin sözlerinin Yahut neden Halife demiyordu çoğunluk gibi?” şiir olmadığını, onların bir ayet olduğunu ifadesinde de yine halkın söyleyiş tarzına örnektir. vurgularcasına şu ifadeleri kullanır; “Biz o Burada Arapçada harf-i tarif adı verilen ve İngilizce Peygamber'e şiir öğretmedik. Bu ona yaraşmaz da. karşılığı “The” olan belli bir kişi/ teklik anlamı katan O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık bir “El” ekinin niçin kullanmadığını sorgulamaktadır. Kur'an'dır.” Bu sebeple- ayetlerle şiir Halk dilindeki bazı sözcükler romanın içinde birbirine karışma ihtimali nedeniylekullanılmıştır. Kocakarı, dulda, kuzu peygamberler şiir yazmamışlar uysallığı, Arap damarı bu kelimelerin Milli bilinç, kendi kültür ve ama şiir yazanlara karşı da arasında yer almaktadır.4 medeniyet dairesini cömert olmuş ve ihsanda tanımakla mümkündür. Din 3. Romanda Halk Bilimine bulunmuşlardır. Romanda da ve dini unsurlar ile halk Bakış Arap şiirinden bir parça biliminin unsurları da milli Romanda Halk bilimine bakışın örnekleme yapılmıştır; kültür ve medeniyetini izleri bariz bir şekilde “-Ben karanlık getiren tanımanın bir parçasını görülmektedir. Özellikle kişilerin karanlık yayan; azametli teşkil eder. halk tanımı, halka bakışı ve toplumsal dağların tepelerine tırmanan sınıfın izleri sıklıkla rastlanır. Ebu kimseyim. Sarığımı suratımdan Hanife, Ebu Müslim’e halkın kökenine sıyırdığım vakit sen beni tanırsın! Kufe ilişkin düşüncelerini şu şekilde verir; camiinde, vefasızlığıyla ünlü Iraklılara Haccac bu eski “Yazık! Deyişini mi duydu nedir, Ebu Hanife, Ebu arap şiirinin mısralarıyla seslenmişti, sonra da: Ey Müslimin içinden yazıklanmasına karşılık Kufeliler! demiş bağırmıştı. Boynundan vurulmağa verirmişçesine: hazır kelleler görüyorum. Ben, gerçekten bu işi -Hayır, dedi. Soyumun kim olduğunu biliyorum, bu yapacak kişiyim.” (Sepetçioğlu, 1990, s.202) bana dünyada sağlam durabilme gücünü verir, tıpkı Görüldüğü gibi eski Arap şiiri burada kendini ağaçların ayakta durmasını sağlayan kökleri gibi. göstermiştir. Bir düşünceyi daha da etkili hale Ağaçlar köklerinden beslenmiyor mu? Biz de öyle, getirmenin yolu insanın ruhunu derinden etkileyen geçmişimizin köklerinden besleniriz. Ama bakın şiir türünü kullanarak aktarmaktır. arapça konuşuyoruz sizinle. Sen de ben de Arapça 2.2. Bölgesel Söyleyişler düşünüyoruz; konuştuğumuz dildeyiz biz, Bölgesel söyleyişlerden kasıt salt o bölgeye has olan düşündüğümüz dildeyiz inandığımız bir tek şey var; söyleyiş biçimleridir. Bunlar içerisinde atasözleri, güvendiğimiz bağlandığımız bir tek şey... o, üzerinde deyimler v.d.dir. Bunlara örnek olarak; “Helhele yaşadığımız ve bizim olması için, ebediyen bizim çağırıyordu... akıl almaz bir Şam gırtlağında: “Yâ olması için dua ettiğimiz toprağın hürriyetidir; ondan 2 sapmayız. Bunun için ben güvendiğim geçmişimi Ayrıntılı bilgi için bkz. Çetin, Nihat M., Eski Arap Şiiri, Kapı yay, 2012. 3 Adonis’in bu poetik eseri için bkz. Adonis, Arap Poetikası, Y.K.Y., 2014.

4

Bkz. a.g.e. ss.22, 31,45,117.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ortaya sürmek istemem, zorunda da değilim. Sen de, o da, öteki de... hepimiz için geçerli bu. Yoksa bölünürüz, dağılırız, hepimiz yok oluruz. Sanma ki sen kendini kurtarırsın, öteki pek böbürlendiği soyunu ayakta tutar, beriki su yüzünde kalabilir. Yok, hayır, yanlış! Benim dedemin köle oluşu, babamın hür kölelerden bilinişi de önemli değil; ben, benim; ben geçmişimde yaşadığım kadar bende yaşıyorum, gelecekte yaşayabilmek için de bende yaşamak zorundayım. Tanrımın beni yaratılış sebebince yaşayacağım... [...] Bir sözüm daha var, dedi; Senden benden sonrakilerin köleleşmesini istemiyorsak, onlar hür doğsun, hür ölsün, hürriyet dediğimiz nesneyi ekmek gibi su gibi şart bilsinler, geçerli bilsinler diyorsak... savaşmakla olmaz bu! Vurup kırmakla olmaz. Bunların sonu yeni köleliklerdir. Hayır, hürriyete düşüncelerle varılır Ebu Müslim, akılla varılır,ilimle.” (Sepetçioğlu, 1990, ss.48-49) Ebu Müslim’in halk tanımı ise, “- Biz halkız, dedi. Haklıyız da. Yöneten olmadığımız, yönetimi haksız yere haksızlıkların çalışına katlanmak zorunda kalmadığımız için gözü kapalı olmamalıyız. Akıtılan kanın sahbi bizleriz, zulüm bizim üzerimize yağıyor, yok edilen biz oluyoruz. Bu durumda olandan bitenden de habersiz kalır sak büsbütün yok olmuş sayılmaz mıyız? Sanırım, kim olduğumuzu yeterince söyledim. Şimdi huzur dolu evimize gidebilir miyiz? Güneşin ağzını açtığı şu saatlerde sokak ortasında çok durduk, çok göründük, yeter sanırım, daha çoğu...” (Sepetçioğlu, 1990, ss.31-32) şeklindedir. Halk arasında eşitlik fikrine sıkça yer verilir. Nitekim İslam dini de insanlar arasındaki eşitliğe sürekli vurgu yapmaktadır. Arap toplumunda kabileler arasındaki birtakım çatışmalar nedeniyle toplumsal statüler oluşmuş ve köle-efendi gibi toplumsal sınıflar meydana gelmiştir. Ebu Hanife, bu sınıf farklılığını bertaraf etmek için şu görüşlerini ifade etmiştir; “Hepimizin aslı bir sayılır, diye mırıldandı; kimsenin kimseye üstünlüğü olmadığı gibi kimsenin kimseden ayrıcalığı da yok... var mı sence? Var diyorsan... sen bilirsin. Ben yok diyorum. Kılıcın başka kitabın başka düşündüğü yerler de olmuştur zamanlar da. Ne var ki bu meselede bir düşünürler sanıyorum.” (Sepetçioğlu, 1990, s.47) Bu düşünce ayetlerle ve hadislerle sabittir. İnsanın doğduğu yer onun düşünsel yapısını da değiştirmektedir. Çünkü halk, insana şekil verir. Bunu

romanda şu şekilde açıklar yazar, ““Önemli olan insanın doğduğu yerdir. Doğduğu yerin iklimi değişik ise insan da değişiktir. Bir olduğu milletin huyu ne ise o insanın huyu da odur...” (Sepetçioğlu, 1990, s.47) Bu düşünce aslında İbn-i Haldun’da ve Fransız yazar, Camile Julien’in de etkisiyle Yahya Kemal Beyatlı’da da vardır. Onlar da tıpkı Ebu Hanife gibi yaşanılan toprakların aslında insanların karakterini de etkilediğini söylerler. 3.1. Yabancı Halk Kültürü Kitapta yalnızca bir yerde yabancılara ait halk kültürü ögesi zikredilmektedir. İranlıların Mecusilikten gelen ateş kültü romanda anlatılmıştır. “Yiğit, Araptan çok İranlıydı; İranlının da ateş sevenlerinin soyından gelme… o havayı veriyordu.” (Sepetçioğlu, 1990, s.29) 4. Diğer Unsurlar 4.1. Hayvanlar Sıklıkla geçen hayvan isimleri bölge hakkında bilgi vermesi bakımından önem arz eder. Arap yarım adasında daha çok deve ve atların çok olması romana da yansımıştır. Bu iki hayvan onların günlük yaşamlarında önemlidir. (Sepetçioğlu, 1990, s.27) 4.2. Bitkiler Özellikle var olan endemik bitkiler, coğrafya hakkında önemli ipuçlarını oluşturur. Romanda da yine bitki adlarına sıkça rastlanır. Bunlara örnek olarak kengeller, hurma ağacı çok fazla kullanılmıştır. Kimi zaman benzetmeler özellikle köken benzetmeleri ağacın köklerine benzetilerek yapılması dikkat çekicidir. Ağaç kültürü ve ağaç sevgisi romanda görülmektedir. 4.3. Renk Unsurları Romanda çeşitli renk unsurları kullanılmaktadır. Ak, kara, mor, siyah gibi pek çok renk gerek sıfat gerekse ad olacak cümle içinde yer almıştır. 4.4. Yer Adları Yer adları, halk biliminin unsurları arasında önemli bir yere sahiptir. Dini ritüeller, turistik geziler ve sahip olduğu şehir kültürü halk tarafından belirlenmiş ve halk algısıyla yapılanmıştır. Bu sebeple yer adlarının kökenleri dahi araştırmacıya bazı düşünceler kazandırabilir. Örneği, “Medine” bölgesi Arapça’da “şehir” ma’nasındadır. Araplar, bu bölgeyi bir şehir, merkez olarak görmüşlerdir. Yine Kütahya, Kutların buraya yerleşmesinden dolayı ismini buradan almıştır.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Kutsal Mahpus Ebu Hanife adlı romanındaki şehir adları genel olarak romanın ana karakterini teşkil eden İmam-ı Azam’ın gezip dolaştığı, yaşadığı yeri ihtiva etmektedir. Bu sebeple buradaki şehir adları umumiyetle Orta Doğu coğrafyasına aittir. En başta Ebu Hanife, Kufe’de doğmuş, orada doğmuş ve yetişmiştir. Daha sonra Saray’dan çağrılması üzerine ikinci mekan olarak Emevi sarayını görmekteyiz. Akabininde Mekke’ye yolculuğu başlamaktadır. Komis Şehri, Sefideç, Merve de var olan mekanların arasında yer almaktadır. Başka bir zaviyeden mekan analizi yaptığımızda iç-dış mekan anlayışıyla romanın kurgulandığı göze çarpar. Ebu Hanife, şehir gibi büyük bir alandan saray gibi küçük bir alana gitmesiyle dar bir mekan, saray mekanından daha dar bir mekana gidişle daha da ufalan bir mekana geçmektedir; daha sonra zindandan çıkmasına izin verilen Ebu Hanife dar alandan geniş alana geçer. Nihayet Mekke’ye giderek Kufe’nin ötesine geçmesiyle beraber daha da geniş alana geçmiştir. Bunu formülize edersek; Geniş>Dar>Dar>Geniş>Geniş şeklindedir. Bu durum okuyucuya romanın genel anlayışında %60 oranında geniş, ferah alanda geçtiğinin izdenimi verir. Geri kalan %40 oranı onun saray yaşantısıdır. Sonuç Makalede Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun 1886 yılında Yeni Haber gazetesinde tefrika edilmeye başlanmış ama gazetenin kapanmasıyla yarım kalan ve daha sonra tamamlanan “Kutsal Mahpus Ebu Hanife” romanında halk bilimine dair izleri tespit edilmeye çalışıldı. Yazar, bu biyografik muhtevalı eserinde gerek Türk gerekse de Arap toplumunun halk kültürüne ait izlerin olduğu görülmüştür. Beş ana başlık ve onlara bağlı alt başlıklarla bu özellikler tasnif edilmiştir. Dini üst başlığının içerisinde ayetler, tasavvuf düşüncesi, ehl-i beyt sevgisi, yemin, dua ve beddua konularına yer verilmiştir. Romanda İslam dininin fakihlerinden biri olan ve İmam-i Azam adıyla anılan Ebu Hanife anlatılmasından dolayı bu bölümde çokça sayılan halk bilimi unsurları bulunmaktadır. İkinci bölüm toplumsal yaşamın ürünleri olan ve daha çok toplumun yaşayış ve pratik yaşama ait olan konular tespit edilmiştir. Kıyafet, para birimi, isim geleneği, halkın düşünce yapısı ve yemek kültürü sıralanmıştır. Farklı bir coğrafya beraberinde farklı

kültürü de getirmesine olanak sağlar. Bu sebeple halk bilimi çalışmalarında bu maddi kültürün de incelenmesi gerekmektedir. Üçüncü bölümde daha çok halk biliminin ürünleri olan türkü, şiir ve bölgesel söyleyişler başlıkları arasında toplanmıştır. Bölgesel söyleyişler başlığı altında. Kufe halkının dili nasıl kullandığı, söylemlerini nasıl oluşturduğu üzerine tespitler yapılmıştır. Dördüncü bölümde ise halk bilimine bakış tespit edilmeye çalışılmıştır. Gerek Ebu Müslim gerekse Ebu Hanife’nin halk tanımının ne olduğu halk deyince neyi tasavvur ettikleri konusu yer almaktadır. Beşinci bölümde diğer unsurlar olan renkler, hayvanlar, bitki adları anlatılmaya çalışılmıştır. Milli bilinç, kendi kültür ve medeniyet dairesini tanımakla mümkündür. Din ve dini unsurlar ile halk biliminin unsurları da milli kültür ve medeniyetini tanımanın bir parçasını teşkil eder. Mustafa Necati Sepetçioğlu da bu milli bilinci, daha yeni yeni temellenen siyasi ortamda tekrar bu unsurları güçlendirmek amacıyla bu romanları kaleme almıştır.5 Kaynaklar ÇALIK, Etem,(1993), Mustafa Necati Sepetçioğlu Hayatı Sanatı ve Eserleri, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı A.B.D.,Basılmamış Doktora Tezi, Erzurum Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Mustafa Necati Sepetçioğlu Özel sayısı, S. 49,2007 KUMSUZ, Nurkal, Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Eserleri, http://www.ulkucudunya.com/index.php?page=habe r-detay&kod=6910 (E.T. 29.12.2016) http://kuran.diyanet.gov.tr/mushaf#/kuran-meal2/fatiha-suresi-1/ayet-1/diyanet-isleri-baskanligimeali-1 (E.T. 02.01.2016) NECATİGİL, Behçet,(1999), Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık yay: İstanbul. SEPETÇİOĞLU, Mustafa Necati,(1990), Kutsal Mahpus Ebu Hanife, Akran yay: İstanbul. UZUNPOSTALCI Mustafa, EBÛ HANÎFE maddesi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.10. 5

Ayrıntılı bilgi için bkz. Çetin, Nurullah, “Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Romanlarının Milli Bilince Katkısı”, Erdem Atatürk Kültür Merkezi Dergisi, Mustafa Necati Sepetçioğlu Özel sayısı, S.49,2007.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Âmin bir yol bir adam bir yolun tam ortasında bir adam durmuş yerdeki çınar yaprağına bakıyor durmuş ağaçların arasına sıkışmış parıldayan ayı izliyor durmuş yol boyunca parke taşlara bulanmış sonbaharı izliyor bomboş parklarda dolaşıyor bir rüyaya uyanıyor. bir adam bir gece 2.45 boş banklar kedi geçti diye seviniyor bomboş parktaki rüyalarından vicdanları sonbahar olmuş insanları ve yalnız senin gözlerini düşünüyor bir adam bir parkta bir çeşmede bir rüya suyun akışında gülüşün ürperiyor adam tebessüm ediyor bir dua geliyor aklına bir adam bir parkta akıp giden sular içinde 'âmin' diyor. Muharrem KAPLAN


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"gökler yoktu bir zamanlar, yeryüzü yoktu, yükseklik ve derinlik isim yoktu. … birbirine karışmıştı tatlıya acı, örgülü kamışlar belirmemişti henüz, suları bulandırmıyordu sazlar.” Babil Yaratılış Şiiri’nden


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MiTOLOJi Özel Sayısı


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Biraz da Mitolojik Bakalım O Zaman Pınar ÇAYLAK

Mitoloji hakkındaki yazımıza öncelikle mitolojinin hangi anlama geldiğini açıklayarak başlamak, Türk mitolojisine nasıl yansıdığını ve insanların mitoloji dendiğinde neler algıladıklarını sıralayarak devam etmek, iyi bir yol olacaktır diye düşünüyorum.“Mitolojinin kelime anlamı Yunanca mit kelimesinden türemiştir. Efsanevi olaylar ve kahramanların gerçeklik payı taşımayacak biçimde anlatılması mitoloji olarak tanımlanmıştır.”1 “Bir nevi mitoloji düşsel öğelerin öyküleme unsuruyla dile getirilmesiyle oluşmuştur. Mitolojinin birçok tanımı olmasına rağmen tarihsel açıdan incelendiğinde; millî ve geleneksel kültürün kaynağı olarak tarihi en eski kalıntılar olarak tanımlanabilir.”2 Mitolojinin çıkış noktası veya kesin bir tanımı konusunda farklı görüşler olduğu ortadadır. Ama yine 1

G. S. Kirk, Myth: Its Meaning and Functions in Ancient and Other Cultures, Cambridge, 1974, s. 8. 2 Şinasi Gündüz, Mitoloji ile İnanç Arasında, Samsun, 1998, s. 26.

de mitoloji dendiğinde hemen hemen herkesin aklına “tanrılar”, “efsaneler”, “yaratılış” gibi kavramların geldiğini de söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda mitoloji, tarihsel-kültürel geleneğe ait olan mit metinlerinin toplamından ibarettir. Milli edebiyatın ve tarihin içeriği mitolojiyle bağlantılıdır. Ayrıca semavi dinlerin başlangıç noktası da mitoloji ile alakalıdır. Merak duygusu insanoğlu için hem bulunmaz bir hazine hem de ona en çok zarar verebilecek duygular arasındadır. Önemli olan bu merak duygusunu ne şekilde yönlendirdiğimizdir. Mitolojinin çıkış noktası da aslına bakılırsa bu merak duygusundandır ve mitoloji bu merakın oluşturduğu özel bir alandır. İnsanoğlu sormak ve anlamlandırmak zorundadır. Cevabını bulamadığı her soru insan için dayanılmaz bir sancıdır. Doğamız gereği çevremizi, renkleri, sesi, canlıları ve daha nicelerini bilmek isteriz. Çünkü bilmediğimiz şeyleri kontrol de


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

edemeyiz. İster Türk mitolojisinde ister Yunan mitolojisinde ister Mısır isterse diğer dünya mitolojilerinde açıklık getirilemeyen şeylerin efsanevi söyleyişlerle gizemli ve girift bir hal aldığı aşikârdır. Önceleri sözlü anlatıma dayanan bu efsanevi inanışların sonraları bir takım değişikliklerle birlikte yazıya geçirildiği bilinmektedir. Farklı kültürlere özgü mitoloji varlıklarında oldukça ilginç benzerliklerin bulunması da göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Medeniyetlerin mitolojik özellikleri demişken Türk mitolojisine değinmemek haksızlık olur elbette. Mitolojik olarak en zengin ve köklü geçmişlerden birine sahip oluşumuz bu yazıyı mitolojimize kısa da olsa değinmeden geçmeme engeldir. Türk mitolojisi destanlardan masallarımıza, efsanelerimize hepsinde olağan gücüyle yaşamaya devam etmektedir. Göçebe-atlı yaşam kültüründe gelişen uzun yıllar tabii ki de doğaya olan saygınlık üst seviyedeydi: kutsal dağlar, kutlu taşlar, kutsal ağaçlar… Bunun yanında destanlarımızda sık sık görülen kahramanların olağanüstü doğumları, daha çok küçük yaşlarda savaşmaları, ad almaları, kısa sürede büyümeleri, abartılı fiziki özellikleri ve daha çoğaltabileceğimiz pek çok özellik kuşkusuz ki mitolojinin o büyülü özelliklerinden birer parçadır. Türkler çok eski çağlardan itibaren mitolojiyle kaynaşmış ve mitolojik varlıkları hayatlarına adapte etmiş bir millettir. Türk tarihinde pek çok varlık mitolojik öğe olarak kullanılmıştır. Bunların başında kurt, geyik, kartal, dolu tanesi, ağaç vb. gelir. Altay’ın kuzeyindeki destanlardan tutun da Oğuz Kağan Destanı’nın çeşitli varyantlarına değin bu zenginlikleri bulmamız mümkündür.

konuşup, kendi adını vermesine, herkes şaşırdı (tangladı)”4 Son olarak da mitolojinin halk arasındaki algılanışına biraz değinecek olursak da büyük bir kitle tarafından hala daha tamamıyla hayal ürünü olan olağanüstülüklerden ibaret olarak görüldüğünü söylememiz yanlış olmayacaktır maalesef. Ulusların inançlarından, milli benliklerinden, yaşam şekillerinden meydana geldikleri göz ardı edilmektedir. Olağan üstülüklerinin yanı sıra insan zihninin ne kadar mucizevî öğretiler ortaya koyduğu ve hayal dünyasının sınırsızlıklarını bize tanıtan bir alan olduğunu inatla görmezlikten gelmek istiyor gibiyiz. Ben çoğunluktan bir parça değilim kesinlikle. Mitolojiye her açıdan bakabilmeyi sevenlerdenim ve onun büyülü dünyasına hayal dünyamı zenginleştirdiği için minnettar olanlardanım hatta. Bu yazıyı okuyan değerli okurlarımıza ricamdır en azından bu yazıyı okuduktan sonra mitolojiye bir de bu gözle bakmayı lütfen ihmal etmeyin. Ve lütfen hayal dünyanızı zenginleştirmekten korkmayın, bizlerin hayal edebildiğimiz müddetçe mutlu olabileceğimizi de görmezden gelmeyin tabii ki. Lafın kısası sevgili okurlar, her şeye herkesin baktığı pencereden bakmak yerine gelin kendi penceremizden, olaylara biraz da mitolojik bakalım o zaman. 

Uzunköprü Oğuznamesi3 şöyle diyordu: " ... Kara Han, oğlu Oğuz 'a ad vermek için büyük bir ziyafet çekti (aş tarttı). Herkes, boğazına kadar yediler'. Bu sırada öz "oğul, öz adını, atadı"! Oğlanın böyle

3

Oğuz Kağan Destanı’nın nüshalarını yedi olarak tespit edilmiştir: Uygur harfli Oğuz Kağan Destanı, Reşideddin Oğuznamesi, Ebu’l-Gazi Bahadır Han Oğuznameleri, Cüveynî’nin Oğuznamesi, Yazıcıoğlu Ali Oğuznamesi, Uzunköprü Oğuznamesi, Kazan Oğuznamesi.

4

Uzun Köprü Oğuz Destanı, s. 98


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MİTOLOJİNİN DOĞUŞU: THEGONİA, ILYADA VE ODYSSEA DESTANLARI Işık Selin ORHUNTAŞ 1. BÖLÜM THEGONİA Mitoloji, mitlerin oluşturduğu bütün. Kelimenin sonundaki –loji bugün bilim dalı/alan anlamında kullanılsa da -logos’dan gelir. Mitoloji de mthos ve logos kelimelerinin birleşiminden meydana gelir ikisi de Yunancadır ve felsefeden önce ortaya çıkar. Mit ve logos temelde zıt şeylerdir. Mit kurmaca; logos gerçektir. Mit, gerçek değil ve akıl dışıdır. Absürttür. Mitoloji, dünyanın tecrübesinin söze ve yazıya dökülmesidir. Bugün bu tecrübeleri Homeros’un ve Heseidos’un metinlerinden okuyoruz. Ayrıca bu metinler kanon yani kanun diyebileceğimiz metin olma özelliği taşımakta. Heseidos’un iki eseri vardır: Theogonia ve İşler ve Günler. Theogonia’da tanrıların doğuşundan, İşler ve Günler’de ise günlük yaşantıdan söz eder. Theogonia, “Musalara Sesleniş” ile başlar. Musalar ilham perileridir. Musalardan aldığı ilhamla eseri yazar. Eski tanrılardan yeni tanrılara doğru saymaya başlar. Kronosoğlu Zeus’la başlatır saymayı. İlhamı veren de Zeus’un kızlarıdır. Metinden hareketle tanrılar arasında ataerkil düzen ile anaerkil düzenin kavgası var diyebiliriz. 1-115 numaralı satırlar arasında genel olarak Tanrılardan ve Zeus’un yeryüzüne hakim olmasını anlatır. Zeus’un adaleti üzerinden Kralın doğru karar vermesini işler. Adalet devam ederse yeryüzünde hayat sorunsuz devam eder. Zeus orijinal metinde “dike” yani adalet sıfatıyla anılır. 97-98 numaralı satırlarda ise kendine pay biçer. Kasidedeki fahriye bölümü gibi düşünebiliriz. Musalar tarafından ona verilen bir dini görevdir ve bu görevi yerine getirir. Benzer övgüyü Dante’nin cehenneminde de okumak mümkün. Dante’nin farkı “Kitab-ı Mukaddes yarım kaldı,ben devam ediyorum.” Anlayışıdır. 110-115

arasında şan ve şerefin nasıl paylaşıldığından söz eder. Asıl mesele budur; şan ve şerefin kaynağı nedir ? 116. satır itibariyle YER –GÖK TİTANLAR başlığı altında evrenin nasıl yaratıldığı meselesine geçeriz. Başlangıçta Khaos vardır. Ardından Gaia ,Eros,Erebos ve Karanlık Gece doğar. 125’den itibaren Toprak’ın kendinden yarattıkları anlatılır. Bunlar ; Uranos,Gök,Pontos,Uranos,Koios,Hyperion,Iapetos,Th eia,Rheia,Themis ve Nmemosyne,Phobie,Tethys’den sonra Kronos dünyaya gelir. “O art düşünceli Tanrı, En belalısı Toprak oğullarının. Ve Kronos diş biledi yıldızlı babasına” 155 itibariyle 210’a kadar APHRIDİTE’NİN DOĞUŞU’na şahit oluruz. “Aphrodite dediler ona tanrılar ve insanlar Bir köpükten doğduğu için, Güzel çelenkli Kytheralı da dediler ona O adanın kıyılarına uğradığı için,


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kıbrıslı da derler,oranın sularından çıktığı için, Philomedia da derler hayalarından türedi diye” 211 itibariyle GECE’NİN ÇOCUKLARI doğar. Gece üç ölüm tanrısı yaratmıştır. Bunun dışında uykuyu ve sürü sürü düşleri kimseyle yatmadan kendi başına yaratır. İnsanların hazır konacağı çoğu kavramı da Gece yaratmıştır. Lethe (unutkanlık),Limos (acı),Algos(keder),Logos(sözlü kavga),Makhe (Savaş,dövüş)… 234-264 :DENİZİN ÇOCUKLARI 265-345 : EJDERLER SOYU başlığında evlilikler ve evliliklerden kimlerin doğduğu 364-370:OKEANOS KIZLARI 370-450 : GÜNEŞ SOYLULAR anlatılmaktadır. OLYMPOS TANRILARININ DOĞUŞU 451. Satır ile anlatılmaya başlanır. Yazar bu metinde yarım bıraktığı bazı hikayeleri diğer metinde işler. 506. satır ile İAPETOS OĞULLARI VE PROMETHEUS anlatılır. Burada Promete’nin Zeus’u kandırması ve Zeus’un da ceza olarak “ekmek yiyenlere” Pandora’yı göndermesi işlenir. İki tanrı arasında pazarlık vardır. İkisi de birbirinden bir şeyler saklar. Metinde bu ‘kyrip’ sözcüğü ile karşılanır. Yani saklayarak götürmek. Bugün tıpta kullanılan “Kriptomani” hastalığının kökeni buradadır. Theogonia’da insan ve tanrı henüz ayrılmamıştır. İşler ve Günler’de yazar insanla tanrının ayrılışından söz edecektir. İki metinde de hazırlık safhası mevcuttur. Kötü olanı iyinin içine yerleştirme gibi. 537. Satırda Promete’nin Zeus’a öküzü sunması ateşi çalmaya hazırlıktır. 550’den itibaren Zeus ölümlüleri yok etmeye hazırlanır. İyi ve kötünün mücadelesi burada saklama evresinde başlar. Pandora iyiliğin ardından gelen kötülüktür. Yani kadındır. Hesedios, her iki metninde de kadınlara pek olumlu yaklaşmaz. Kadın ona göre insanlığa verilmiş bir beladır. Her iki metinde ortak olan bir diğer konu aldatıcı hediye meselesidir. Promete’nin öküz sunarak ateşi çalması ile Zeus’un Pandora’yı göndermesi. Metinde bunlar “Kaluptein ve Kleptein” sözcükleriyle ifade edilir. Yani saklanması, verilmemesi durumu. Belayı ya çalarak elde edersin ya da tanrı gönderir. Pandora kutudan çıkarken geriye sadece umut bırakır. Umut o kutunun içinde kalır. İnsanlara en gerekli şeyi saklar. Bu çifte beladır.

600 ile 610 arasında evlilik kurumundan söz eder. Yazar döneminin koşulları altında konuşur. Kadınsan evlenmek ve çocuk doğurmak zorundasın. Çünkü soyun devamı için gereklidir. Pandora geldiğinden beri soy topraktan devam etmez.

2. BÖLÜM: İLYADA VE ODYSSEİA Ve Homeros… Homeros İ.Ö 9. YY’da yaşadığı kabul edilen Yunan şairi. Derlediği iki büyük destan; 16 bin mısralık İlyada, 12 bin mısralık Odysseia. Bu destanların önemi Yunan Mitolojisi için hem ilk hem de en büyük yazılı kaynak olmalarıdır. İlyada Destanında Troya Savaşı anlatılır. Yunanlılar ile Ahkalılar’ın arasındaki savaşı Homeros yazıya dökmüştür. Ancak savaşın tamamına yer vermediği gibi anlattığı kısımla savaşın bilinen hali birbiriyle örtüşmez. İlyada’da olaylar düzensiz biçimde sıralanır. Destanın içinde anlatamayacağı hikayeler varsa da Homeros bunları aktarmak için eşyaları seçer. Ve farklı olarak sırayla anlatır. Aslında bütün destan öfkenin ve gazabın hikayesidir. Bu öfke Eriş’in , Peleus ile Thetis’in düğününe çağrılmaması üzerine Troya halkının üzerine saldığı lanetle birleşir. Eriş bunun intikamını üzerinde “düğünün en güzeline” yazan elmayı tanrıların sofrasına atarak alır. Düğünün en güzel kadınını seçmek Paris’e kalır. Afrodit,Athena ve Hera Paris’e vaatlerini sıralar. Hera ona sonsuz güzellik ve Asya’nın kralı olmayı ; Athena komutan olmayı ve zaferi ; Afrodit ise dünyanın en güzel kadının vaat eder. Paris elmayı Afrodit’e uzatır. Vaat edilen kadın Spartalı Helen’dir , Yunanlı Menalaus’un karısı. Paris, Helen’i görür görmez aşık olur ve onu kaçırır. Truva savaşı böyle başlar.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Odysseus , İlyada’nın hemen her sayfasında vardır. İthaka kralıdır. Savaşçı, ordu komunatı, danışman ve elçi gibi binbir görevle bulunur. Tahta at fikri de Odysseus’dan çıkar. İlyada’da anılması gereken bir başka kahraman da Akhilleus’dur. Hiddetiyle ünlü çeyrek tanrıya büyük tanrılar iki seçenek sunar ; ya uzun ve şanı olmayan bir ömür ya da şanlı,zaferli,kahramanlıklarla dolu kısa ömür. Tahmin edileceği gibi Akhilleus’un tercihi kısa ömürden yana olur. Truva savaşına gider, ayağından okla yaralanır ve kan kaybından ölür. Sağlık alanına “Aşil tendomu” olarak giren vaka mitolojik kaynaklıdır. ( Detaylı bilgi için Psikaytri ve Mitoloji – Dr. Kriton Dinçmen) Destanda “Homeric Simile” olarak tanımlanan Homeros’a özel benzetmeler vardır. Azra Erhat çevirisinde bu benzetmeler “Nasıl ki” ifadesiyle başlayan cümlelerdir. Homeros’un dil özelliği olarak kalıp sıfatları görebiliriz. Bu sıfatlar veznin getirisidir. Odysseia Destanı ise Nostos yani “eve dönüş” hikayesidir. Savaştan sonra geriye kalanlar anlatılır. Modern öykünün temeli bu destanla atılır çünkü insanın kendini sorgulaması konu edinilir. Kahraman değil bireydir. Homeros destanı olaydan 900 yıl sonra kaleme almıştır. Anlatırken taraf tutar. Truvalılardan yanadır. Ahkalılar ne kadar cesur olsalar da Truvalılar daha medenidir.

Bu destanda anlatım sakindir. Tam heyecanlı olay anlatılacakken konu değişir ve anlatıcı sakinleşir. Homeros destanı 24 bölüm olarak yazmıştır. Ama biz destanı 5 bölümde inceleriz. İlk 4 bölümde kahraman yoktur. Bu nostosların yani eve dönüş hikayelerinin olmazsa olmazıdır. Kahraman sahneye sonra çıkar. I.

Telemakhia (I-IV)

II.

Kalypso adasında (V)

III.

Phaiak’ların ülkesinde ( VI –IX)

IV.

Odysseus’un serüvenleri (kendi ağzından anlatılır) ( IX –XII)

V.

Ithake’de (Xm- XXIV)

Metin tanrıçaya sesleniş ile başlar. Homeros 9-12 satırları arasında ağlar. Pişmanlık doludur. Adeta kadın gibidir. Kocasının ardından ağlayan kadın benzetmesi yapılır. Tanrılar toplantısı vardır. Ve toplantıda Odysseus’un Klypso’dan ayrılması gerektiğine karar verilir. Bu arada Ithake’de de taliplerin toplantısı vardır. Penolope’nin talipleri beklemektedir. 20 -30 satırları arasında Telemakhos’a tanrıça Athena Mentes (yani insan) kılığında gelir ve Telemakhos’u uyarır. Burada üzerinde durulması gereken bazı metaforlar / noktalar vardır. Ev sahibi ve misafir ilişkisi bunlardan ilkidir. Burada artık misafirlerin sömürücü kılığına girdiğini görüyoruz. Talip adı altında kralın yokluğunu fırsat bilip sarayı


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

sömürme görülür. Artık ‘misafir’ değil sömürücülerdir. İkinci nokta ise ‘epifoni’ kelimesiyle açıklanan aydınlanma, zuhur etme durumudur. Tanrıçanın kılık değiştirerek gelmesi ve onun tanrıça olduğunu anlaması da aydınlanmadır. Destan boyunca bazı olayları kavraması ‘aydınlanma’ durumudur.

Telemakhos ikilemdedir. Eğer babası öldüyse annesini evlendirmesi gerek, eğer ölmediyse babasını bulması gerek. Tanrıça tam da bu anda gelip babasının yaşadığını ve onu bulması gerektiğini söyler. Arından babasını aramak için yola çıkar. Yolculuk motifinin ilk örneğidir. İkinci tanrılar toplantısından sonra Odysseus’un gitmesi için sandal hazırlanır. Yolculuk pek iyi gitmez. Sandal parçalanır ve denizde yolunu kaybeder. İki gün iki gece yüzüp bir ormanda çalılıklara varır ve orada uyuyakalır. Tanrıça Athena kılık değiştirip onun yanına gider ve Odysseus’a Alkinoos’un sarayına götürür. Burada gerçek kimliğini yola çıkmak üzereyken açıklar. Maceraları buradan sonra da devam eder. Ayrıca yaşayanların erişemediği bir şeye erişir ; yeraltı ülkesine iner. Burada ölülerle konuşur. Tansiyonun en yüksek olduğu an Akhilleus ile Odyseus’un karşılaşma anıdır. Burada yine bir motifle karşılaşırız. Yaşam ve ölüm. İkisinin arasındaki fark nedir ? Yunanlıların ölüm anlayışına göre ölüm yaşayanlara ders verir. Homeros da bu bölümü koyarken yaşayanlara ders vermek ister . Hiçbir şey yapmadan ölümü beklemek doğru değildir. Dante’nin esinlendiği cehennem tasvirinde Dante’nin aksine bir idealize edilme durumu yoktur. Bu destandan hareketle günümüze kadar gelen motifler arasında Penolope ve İthaka da vardır. Penolope sadakati temsil eder. Kendi hikayesinde ayrı

bir trajedi barındırır. İthaka / İthaki/İthaki de varılmak istenen hedeftir. Odysseus kralı olduğu İthaki şehrine varmak ister. KARŞILAŞTIRMALAR VE NOTLAR: 

Homeros kelime anlamı olarak görmeyendir. Kör olduğu tartışma konusudur.

İlyada’yı gençlik döneminde Odyssia ‘yı da yaşlılık döneminde yazdığı düşünülür.

Bir İngiliz romancıya göre İlyada bir erkek Odyssea ise bir kadın tarafından yazılmıştır.

Odyssea destanında gemi kataloğu bölümü bulunur. Yani sadece gemilerin anlatıldığı bölüm. Burada yazar “ben” diye konuşur. Homeros destanlarında asla “ben” diye konuşmaz. Bu bölümü sonradan eklendiği düşünülür.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Prometheus’tan Hâluk’a: Bir İnsanlık Mücadelesi Ayşe Bengisu AKDAĞ On ikisinde annesini kaybeden, ardından babası sürgün edilen bir öksüz. Galatasaray Lisesi’ni birincilikle bitirmiş zeki bir öğrenci. İnanç buhranlarıyla çırpınan bir kul. Hayatının merkezine oğlunu koyup ona şiirler yazan, şiirlerinde ondan inancı ve imanı yok etmesini isteyen bir baba. Tahsili için gönderilen İskoçya’dan Protestan olarak dönen ardından da Amerika’da bir Hristiyan papazı olan evladın yokluğuyla, acısıyla yalnız yaşamış bir baba… Ve inzivaya çekildiği “Aşiyan”ında 19 Ağustos 1915 sabahında hayata tek başına veda etmiş, yazmak için yaşamış bir şair: Mehmed Tevfik Fikret. Üstad Fikret’i yine kelam etmeye bir sebep bulmuş olmanın mutluluğu içindeyim. Uzun zaman olmuştu zira yâd etmeyeli. “Mitoloji”yi dosya olarak ele almaya çalıştığımız bu sayımızda Fikret ses verdi Aşiyan’dan: “Promete!”1 “Promete”, orijinal adıyla prometheus (prometyus), Antik Yunan mitolojisinden bir kahraman. Antik mitoloji kahramanları her ne kadar çağlar öncesinden kalma olsa da yüzyıllar boyu çeşitli fikirlere, duygulara, düşüncelere sembol olmuş durumdalar. Diğer birçok mitolojik kahraman gibi Prometyus da gerek antikçağda gerek Rönesans’tan sonra Avrupa’da gerekse Tanzimat’tan sonra Servet-i Funun Edebiyatı’nda ülkemizde tragedya yazarları, şairler, romancılar ve hatta düşünürler tarafından işlenerek sürekli yeniden keşfedilmiş bir kahraman. Pierre Grimal, “Yunan ve Roma Mitoloji Sözlüğü”nde Titanlar soyundan gelen Prometyus’u Zeus’un “bir kuzeni” olarak tanıtır. (Yine Grimal’den 1

Bu dipnotu okuyanlar yaşadı: Tevfik Fikret’in “Promete” şiirinin Osmanlı Türkçesinden okunması, transkript edilmesi, günümüz Türkçesine çevirisi ve şiirin tahlili Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde, 2. sınıfın “Edebiyat-ı Cedide: Nazım” dersinde Yrd. Doç. Dr. Mustafa Üstünova tarafından sıkça sorulmaktadır. :)

aktarmalarla özet geçmeye çalışacağım.) Zeus, Titan Kronos’un oğlu olduğu gibi, Prometheus da bir başka Titan olan Iapetos’un oğludur. Prometheus, kimi efsanelerde daha farklı şekilde izah edilmekle beraber kile şekil vererek ilk insanları yaratan kahraman olarak geçer. Gelelim Prometyus’un “kahraman” olmak için ne yaptığına. Malum bütün kültürlerde kahraman olmak için mücadeleler vermek, zorluklar aşmak, kendini ispatlamak gerekiyor. Olay, Prometheus’un, Tanrı Zeus’u aldatmasıyla başlar. Prometheus bir kurban töreni sırasında sığırı iki parçaya ayırır. Bir derinin altına etleri, bir diğer derinin altına da kemikleri koyar. Zeus’a kendi payını seçmesini, kalan parçanın insanlara gideceğini söyler. Zeus, seçtiği derinin altında kemikten başka bir şey bulunmadığını


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

görünce, Prometheus’a ve bu kurnazlıktan kazançlı çıkan Ölümlüler’e fena halde kinlenir. Ölümlüler’i cezalandırmak için, onlara bir daha ateş göndermemeye karar verir. Bunun üzerine, Prometheus, bir kere daha onların yardımına koşar. “Güneşin Tekerleği”nden ateşin tohumlarını çalar ve bunları yeryüzüne getirir. Ancak Zeus’tan en güçlü şekilde intikamını alan Prometheus, bu davranışı iynedenle Zeus tarafından cezalandırılır. Kafkas Dağları’nda yalçın kayalıklarda zincire vurulur. Üstüne üstlük Zeus, bir kartalı ona musallat eder. Kartal, her gün gelip Prometheus’un karaciğerini yer ve karaciğer her gün yeniden oluşur. Gel zaman git zaman, bir gün Herakles bu bölgeden geçerken, Prometheus’un kartalını bir okla öldürür ve kahramanı kurtarır. Efsane çeşitli olaylarla devam etmekle beraber bizim için önemli olan kısım Prometheus’un Tanrı Zeus’u kandırması, ona kafa tutması ve devamında insanlar için mücadele edip ellerinden alınan “ateş”i güneşten alıp gelmesi. Prometheus tanrısal düzene kafa tutarak karşı çıkmış, sonunda insanoğluna ateşi, bir başka anlamda “aydınlığı, bilimi, uygarlığı” vermiştir. Yani Prometheus, düzeni değiştiren yönüyle günümüzdeki yerleşik düzene başkaldırmayı sembolize eden bir mitolojik kahramandır. Yüzyıllar boyunca birçok sanatçıya, birçok esere ilham olan Prometheus ile ilgili bu açıklamayı yapınca Fikret ile olan alaka kurulmuştur diye tahmin ediyorum.

çabası içindeydi. Bu ihtiyaçla diğer birçok şiiri gibi yine geleceğin umudu olarak gördüğü gençlere hitaben Promete’yi yazdı. Promete’yi seçti çünkü Doğu kültür ve medeniyetinden, inanışlarından uzaklaşarak çareyi Batı’da arayan Fikret için medeniyetin doğduğu ve insanlığı aydınlattığı yer olarak algıladığı Antik Yunan’dan Prometheus en sağlam malzemeydi. Zaten, Fikret’in Batı hayranlığını, yeri geldiğinde dinini, tarihini inkâr derecesine vardırmış olması, en çok eleştirildiği noktalardan biriydi. “PROMETE Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün Minkâr-ı âteşînini duy, dâ’ima düşün: Onlar niçin semâda, niçin ben çukurdayım? Gülsün neden cihan bana, ben yalnız ağlayım?.. Yükselmek âsumâna ve gülmek, ne tatlı şey!.. Bir gün şu hastalıklı vatan canlanırsa… Ey Müştâk-ı feyz ü nûr olan âti-i milletin Meçhul elektrikçisi, aktâr-ı fikretin Yüklen getir – ne varsa – biraz meskenet-fiken, Bir parça rûhu, benliği, idrâki besleyen Esmâr-ı bünye-hîzini; boş durmasın elin. Gör dâimâ önünde esâtir-i evvelin Gökten dehâ-yı narı çalan kahramânını… Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını!..”

“Promete” şiirinde Tevfik Fikret oğlu Haluk’a Tanrılara “baş kaldıran” mitoloji kahramanını örnek gösterir. “Bu sembol ile Fikret, Rübab-ı Şikeste’deki hülyaları içine kapalı, âciz insan tipinin tam zıddı olan yeni bir insan fikrine”2 ulaşır. Peki Fikret neden böyle bir şiir yazma ihtiyacı duydu ve bu ihtiyaca neden Promete’yi seçti? Fikret her ne kadar içe kapanık, karamsar, yalnız bir insan olsa da topluma ayna tutma ve kendince aydınlatma ihtiyacını hiçbir zaman kaybetmemişti. Çekildiği Aşiyan’ında bedenen toplumdan uzak olsa da ruhen hiçbir zaman kopamadığı topluma yol gösterme 2

Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret Devir-Şahsiyet-Eser, Dergâh Yay., İst 2014, s.161

Tevfik Fikret ve oğlu Halûk


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

(14 mısralık bu şiirde fark edildiği üzere Fikret, Prometheus’un adını hiç anmıyor. Bizler onu “Gökten dehâ-yı narı çalan kahramânı” tasviriyle anlıyoruz. )

Tevfik Fikret’in ateş etrafında bir mitolojik kahraman seçmesi ateşin ışığı yani sembolik olarak aydınlanmayı getirmesi sebebiyledir. Şair, yeni bir doğuşa özlem duyulduğunu okuyuculara düşündürür. Buradaki “ateş” , ülknenin içinde bulunduğu sıkıntılı dönemde yeniliği getirecek olan kahraman ihtiyacını ifade eder. Devam eden mısralarda “onlar” diye karşılanan ve semâda yani gökte, aydınlanmış vaziyette yukarda olanlar “Batı”, çukurda olanlarsa bizleriz şaire göre. Fikret “Sabah Olursa” şiirinde dile getirdiği “Bu memlekette de bir gün sabah olursa, Halûk” mısrasına benzer umudu burada da yaşatır. Fikret, bir gün “hastalıklı vatan”ın tekrar canlanacağı düşüncesinin umudu içindedir. Devamında günümüz Türkçesine göre biraz daha zor anlaşılan “Işık ve ilmi çok isteyen gelecek milletin meçhul elektrikçisi” diye çevirebileceğimiz mısralarda Fikret yine beklenen “kahraman”a duyulan ihtiyacı belirtir. Gelecek neslin gençleri aydınlığa susamıştır, kahraman onları aydınlatacaktır. Bu kahraman miskinliği, durgunluğu giderecek her ne varsa yüklenip getirecektir. Ve kahramanın bu uğurda, bu amaçta yolunda kılavuz olarak göreceği kişi Promete’dir. Fikret, kahramana vereceği bu mücadelede gökten ateşi çalan Prometheus gibi kahramanları kendine örnek almasını söyler.

Varsın bulunmasın bilecek nâm ü şânını!.. Bu son mısra özellikle önemlidir. Meçhul elektrikçinin yaptıkları için insanlıktan bir karşılık, en azından somut bir karşılık beklememesi gerektiği yönünde uyarı yapılır. Onun adı, sanı gün gelecek hatırlanmayacaktır bile, “meçhul”dür o. Büyük fedakârlıklar sonucu elde ettiklerini insanlık kullanmaya devam edecek; ama kendilerine bu imkânı sağlayan kahramanı çoktan unutmuş olacaktır. Promete şiirinde şair özelde Halûk, genelde görmek istediği gençlikteki özellikleri sıralamıştır. Şaire göre hastalıklı vatanın miskinlikten kurtulup canlanabilmesi, Batı’nın olduğu yüksek medeniyet seviyesine çıkabilmesi için Halûk da tıpkı Prometheus gibi cesurca davranacak, vatanını, tüm insanlığı düşünecek ve mücadele edecektir. İşte böyle bir gençlik sayesinde insanlık yücelecek ve yüce olmanın mutluluğunu yaşayacaktır. Prometheus’u yâd eden bir diğer şiirle satırlarımı sonlandırmak istiyorum: “Prometos, bir hırsız, Tanrıları soymuş Ateşi çalmış Yanar gazı, Sen misin purometos!.. Kafkas dağlarında, bir Kayaya çakılmış Karaciğerine de iki kartal, Vur allah vur!.. Mustafa Kemal'den önce, ilk Kemalistti kendisi, belki de ilk siroz Prometos” Can Yücel


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR ADIN YOLCULUKTU Kavaklık neresiydi, İthaka neresi Belki Kırkayak bahçesinden başlamıştı yolculuğun senin Belki Nurgana'dan Başpınar'da konaklar mıydı Odysseus Penelope kurar mıydı tezgâhını Kayacık'ta Troya neresiydi Agamemnon Bir dağ-yüreğinin sesiydi … Neresiydi İthaka Ne işi vardı burada Odysseus’un Yılanların uykusunda ne işi vardı Sığırcıkların akşamında Kanatlı kısrakların uçuştukları gecede Sabahın sessiz patlayışında ne işi vardı Hep bunu soruyor, bunu konuşuyordun … Narlı neresiydi, İthaka neresi İthaka neresiydi, Troya neresiydi İstanbul neresiydi Ulukışla’dan sonra Kayacık’ta mekik atarken Penelope Düşünüyordu: İstanbul Uslu bir çocuğun sesiydi … Kavaklık neresiydi, İthaka neresi Kimdi Odysseus Antep’ten gidenlerin delisi miydi

ÜLKÜ TAMER


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI Oğuz Kağan II. Bölüm: Evlilik ve Urum Kağan’la Savaş Gözler, gördüklerine inanamaz bazen. Benim gözlerim ise son dönemlerde daha çok inanamıyor buna. Bunun sebebi de bildiğiniz üzere, dedemin kütüphanesinde bulmuş olduğum paha biçilemez eser ve onu harekete geçiren pusulam. İşte şimdi bu eserler sayesinde, yine büyülü bir olayın ortasındayım. Oğuz Kağan’ın yaşamına şahit olmaya, kaldığım yerden devam ediyorum. Gün be gün bir gölge gibi takipteydim Oğuz Atamı. Durmadan, dinlenmeden ilerleyen bir yaşamı vardı. Rüzgar bile, onun hızına yetişmekte zorlanıyordu. Durup biraz dinlendiği nadir anlar ise, Tanrıya dua ettiği anlardı. Şimdi bir gölge gibi onu izlerken ben yine böyle anlardan biriydi. Başını göğe uzatmış, yalvaran gözlerle bakıyordu. Belli ki içinden yakarıyordu Tanrıya. Birden bir gök ve kapkara oldu. Sonra gökten gök rengi bir ışık indi, yere kondu. Aydan ve güneşten daha parlaktı. Bakmaya çekiniyordu insan, kör olacağından korkuyordu. Tabi Oğuz Kağan, korku nedir bilmezdi. Yürüdü bu ışı huzmesine doğru. Baktı içinde güzeller güzeli bir kız. Kızın alnında, ateşli ve parlak bir beni vardı. Kutup yıldızı gibiydi bu kız. Öyle güzeldi ki, gülse Gök Tanrı gülüyor, ağlasa ağlıyordu. Bu kız, Gök Tanrının kızıydı. Oğuz bu güzeller güzeli kızla evlendi. Sonra da muradına erdi. Kızdan, ay parçası gibi üç güzel oğlu oldu. Birinci oğullarına Gün, ikinci oğullarına Ay ve üçüncü oğullarına Yıldız adını verdiler.

kovuğunda, güzelden daha güzel bir kız vardı. Oğuz Kağan onu görünce aklı gitti. Gözü, gökten daha gök saçı, ırmak gibiydi. Bembeyaz teni, bir inci gibiydi. Öyle rivayet ederlerdi ki, halktan biri görse öldüm sanır, tatlı acı olurdu. Ben de bu yolculukta, gözlerime yine inanamadığım anlar yaşıyordum. Bu kadar güzel bir kız, bir kişioğlu olamazdı. Yeryüzü Tanrısının kızı olmalıydı bu. Nitekim Oğuz atam, bu kızı da aldı ve onunla evlendi. Bir zaman sonra muradına erdi ve üç oğlu oldu. Teker teker onlara da Gök, Dağ ve Deniz adlarını verdiler.

Oğuz, üç evladı olan bir erdi şimdi. Nefessiz yolculuğuna devam ediyordu ama. Dur durak bilmeden birçok şey yapıyordu. En büyük zevki, av avlanmaktı. Yine böyle bir av sonunda evine dönerken, gördü göl içinde bir yüce ağaç. Ağacın

Kutlanacak onlara şey birikmişti Oğuz Kağan’ın köşesinde. Bunları toplayıp kutlamak ve kağanlığını tüm dünyaya duyurmak gerekirdi artık. Öyle de yaptı Oğuz atam. Büyük bir toy düzenledi. Halka buyruk saldı ki her biri bu toya gelsin. Onlar da


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

aralarında konuştular ve toplanıp gelme kararı aldılar. Sonra Oğuz Kağan ahşap işleriyle uğraşanlara da buyruk saldı. Onlara kırk masa ve kırk sandalye yaptırdı. Sonra her şey hazır oldu ve toy günü geldi. Bu güne kadar hazırlıklardan kaynaklı curcuna yerini biraz daha dinginliğe ve neşeye bıraktı. Birçok şarap ve yiyecek, kımızlar ve tatlılar ikram edildi toyda. Herkes dilediğince yedi, içti ve gönlünce eğlendi. Her güzel şey gibi toyun da sonu geldi. Oğuz atam yerinden doğruldu ve o herkesin bir kez dahi olmuş olsun duyduğu o sözlerini söyledi: Ben sizlere oldum kağan, Alalım yay ile kalkan, Nişan olsun bize buyan, Bozkurt olsun (bize) uran Demir kargı olsun orman, Av yerinde yürüsün kulan Daha deniz daha müren Güneş bayrak, gök kurıkan. Böyle dedi ve toyu bitirdi. Ardından bütün elçilere bir buyruk gönderdi. “Ben Uygurların kağanıyım ve yer yüzünün dört köşesinin kağanı olsam gerektir. Sizden itaat dilerim. Kim benim emirlerime baş eğerse, hediyelerini kabul ederek onları dost edinirim. Kim baş eğmezse gazaba gelirim, düşman sayarak ona karşı asker çıkarır ve derhal baskın yapıp onu astırır ve yok ederim.” Söz söylemesini iyi bilen dağı eğer. Atam karşısında dağlar boyun eğdi. Bazı dağlar inat çıktı dikelmeye devam etti. Sağ yanda bir Altun Kağan vardı. Bu Altun Kağan, Oğuz Kağan’a elçi gönderdi. Çokça altın, yakut ve pek çok cevher gönderdi. Oğuz atama itaat ettiğini bildirdi. Oğuz atam da bu vesileyle onu dost saydı. Fakat bir de sol tarafta bir kağan vardı. Bu kağanın askeri ve şehirleri çoktu. Anlayacağınız başı yüksek dağlardandı. Adı, Urum Kağan’dı. Oğuz atama baş eğmedi, onun ardından gitmedi ve sözünü dinlemedi. Bunun üzerine düşman belledi Oğuz Kağan, Urum Kağan’ı. Tebliğine uydu ve gazaba geldi Oğuz Kağan. Sonra bayrağını açarak üzerine yürümeye başladı. Birçok boydan ve hanlıkta

askerler oluşturdu. En büyük orduyu kurdu ve yürüdü Urum Kağan’ın üzerine. Pek çok savaş gördü gözlerim bu kitap ve pusulayla buluştum buluşalı. Şimdi de böyle kan ve vahşet dolu bir sahneyle karşılaşacaktım. Alıştım demeye dilim varmıyor. Kim böylesine korkunç bir olaya alışabilirdi ki? Az gitti uz gitti Oğuz Kağan’ın peşi sıra koskoca ordu. Tam kırk gün geçmişti sefere çıkılalı. Bir yüce dağa vardılar. Bu dağın adı Buz Dağ’mış. Adını kendi aralarında konuşan askerlerden duydum. Oğuz Kağan, bu dağın eteklerine kurdurdu çadırını ve dinlenmeye koyuldu gecenin karanlığında. Ben bile yorulmuştum bitmek bilmeyen hareketten. Ama merakım yorgunluğuma üstün geliyordu her zaman. Oğuz dinlenirken ben biraz süzüldüm havada. Baktım ki askerlerin çoğu dinleniyor bir kısmı da nöbet tutuyordu. Pek bir ses seda yoktu. Sonra uzaktan bir parıltı çarptı gözüme. Az önce ayrıldığım yerde Oğuz’un çadırının olduğu yerdeydi bu parlaklık. Sırtıma aldığım rüzgarın hızıyla süzüldüm tekrar dağın eteğine. Az kalsın bu muhteşem manzarayı kaçıracaktım. Gök tüylü, gök yeleli bir kurt indi ışıkların içinde. Bu kurtla, göz göze geldik. Kimsenin beni görmediği yolculuklarımda Tanrılar ve Şamanlar tarafından daima fark edilmişimdir. Gözleri parladı beni gören kurdun ama asıl benim gözlerim parladı. Hafifçe başımı eğip saygımı gösterdim ona. O da bir patisini öne attı ve hafifçe eğdi başını. Ardından; “Gel kızım, sen de gözle Oğuz’un zaferini.” dedi ve çadıra girdi. Bu anın mutluluğunu yaşamaya fırsatım kalmadan girdim ben de çadıra. Kurt, seslendi Oğuz’a; “Ey Oğuz, sen Urum üzerine yürümek istiyorsun. Ey Oğuz, ben senin önünde yürümek istiyorum.” dedi ve çıktı çadırdan. Darda kalana gelir yardım. Bir gün kurt olur zaman geçer bir gün Hızır olur. Oğuz, kurttan duyduğu sözlere sevindi. Bir süre geçti ve gün ağarmaya başladı. Çadırını dürdü kolunun altı aldı ve yürüdü tepeye doğru. Gördü ki, ilerleyen ordusunun önünde gök tüylü, gök yeleli bir kurt. Bu yürüyüş birkaç gün sürdü. Ben kah kurdun yanında süzüldüm kah Oğuz Kağan’ın. İkisinden de haberdar olmak istiyordum. Birkaç gün bu ikilemle boğuşurken ve ordu yürümeye devam ederken kurdun ardı sıra kurt, birden durdu. Oğuz Kağan da bütün bir ordusunu durdurdu. Durdukları bu yerde bir deniz vardı.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Denizin adı, İtil Müren’di. Kargılar, kılıçlar, yaylar ve oklar hazırlandı. İtil Müren’in yanında kara bir dağ vardı. Bu kara dağın yanında savaş başladı. Ortalık kan gölüne dönmüştü. İki tarafın askerleri durmadan, korkusuzca birbirlerinin üzerine gidiyordu. Urum Kağan’ın erlerinden çokça öldü. Oğuz Kağan’ın erlerinden de çokça öldü ama Urum Kağan kadar hasar almadı ordusu. Öyle kan aktı ki bu savaşta İtil Müren, kan kırmızı oldu. Sonuçta Urum Kağan, yenildi ve kaçtı. Bu galibiyet sonrası Urum Kağan’ın halkı ve hanlığı Oğuz Kağan’ın oldu. Ordugahına pek çok canlı ve cansız ganimet kaldı. Bu sırada Urum Kağan’ın bir kardeşi vardı. Adı Uruz Beydi. Bu Uruz Bey sonradan oğlundan öğrendiğimize göre onu iyi dağların arasında iyi saklanmış bir şehre gönderdi. Burayı korumasını ona salık verdi ve o da kaçtı, gitti. Başlıya baş eğmek gerekirdi bazen. Gücünün yetmeyeceği varsa aklını kullanacaksın. Kaldı ki Oğuz atam, baş eğdirecek türden bir kişiydi. Dağların arasında iyice kollanmış bu şehre de yürüdü Oğuz Kağan. Ne var ki, Uruz Bey’in oğlu aklını kullandı. Gördü ki bükemeyeceği bir bilek vardı ve onu öpmeye karar verdi. Oğuz Kağan’a altınlar ve cevherler gönderdi. “Ey Oğuz, sen benim kağanımsın. Babam, bana bu şehri verdi ve koru, sonra da gel dedi. Babam sana kızmışsa bu benim suçum mudur?

Ben senin emrini yerine getirmeye hazırım. Bizim devletimiz senin devletindir, bizim uruğumuz senin ağacının yemişindendir. Tanrı sana yer vermek lutfunda bulunmuş ben sana başımı ve devletimi veriyorum. Sana vergi veririm ve dostluktan çıkmam.” dedi Uruz’un oğlu. Oğuz Kağan buna pek memnun oldu ve onu dost saydı. Ona şehri iyi koruduğu için Saklap adını koydu. Yolun başında bir gergedanı yendi Oğuz. Baktı ki akıl ile yenildi gergedan. Sonra yürüdü, büyüdü yuva kurdu. Altı güzel evlat sahibi oldu. Obası geliştikçe sınırlarını aştı. Baktı ki aklın yanında kılıç da gerekirdi yayılmak için. Aklıyla bir kullandı kılıcını. Yendi Urum Kağan’ı ve büyüttü sınırlarını. Bunlar yeter miydi ona? Elbette yetmezdi. Çünkü Türk töresi derdi ki, “Güneş bayrak, gök kurıkan.”. Daha gidecek çok yolu vardı Oğuz Kağan’ın. Tanrı neler getirecekti önüne? Bekleyip göreceğiz…


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“100 Soruda Mitologya”dan Behçet NECATİGİL SORU 98: YUNAN VE LATİN MİTOLOGYALARI BİZİM ŞAİR VE YAZARLARIMIZDAN HANGİLERİNİ NE DERECE İLGİLENDİRDİ; KİMLER BU MİTOSLARDAN FAYDALANDILAR? Tevfik Fikret’in Promete şiirini bilirsiniz. Serveti Fünun topluluğunda olmamakla beraber gene o dönem yazarlarından Mehmet Celal’in iki hikayesi’nin isimleri Venüs ve Aurora’dır. Yahya Kemal, Paristeyken Fransız Parnas şairlerini okumuş, sevmiş, onların etkisinde “Biblos Kadınları”, “Sicilya Kızları” gibi, ilhamını mitologyadan alan şiirlerle başlamıştı şairliğine. 1912’de kısa bir süre, Yunan ve Latin kaynaklarına da yönelmek gayretleri, edebiyatımıza böyle bazı örnekler daha eklendi ( Yahya Kemal’in ve Yakul Kadri’nin bu konudaki görüşleri ve ilgili tartışmalar için bk. Hasan Ali Yücel, Edebiyat Tarihimizden I, 1957 s. 251 -299) Cumhuriyet Döneminde Salih Zeki Aktay, eski Yunan mitologya ve dünyasını yansıtan pek çok şiir yazdı. Persefon (1930), Asya Şarkıları (1933), Pınar (1936) kitaplarındaki şiirleri mitoslara telmihlerle doludur. Bu yüzden helleistik şair dendi Salih Zeki’ye, Gene mesela Hasan İzzettin Dinamo’nun ilk kitabı Deniz Feneri (1937), şairin mitologyadan çok geniş ölçüde faydalandığını gösterir. 1940 yılından başlayarak Yunan- Latin klasiklerinin Milli Eğitim Bakanlığınca sistemli metotlu bir şekilde çevirtilip yayınlanmaya başlaması, bu mitologyaların etki alanlarını daha da genişletti. 1940 sonrası edebiyatımızda, özellikle Yunan mitologyasına yaslanmalar, o mitosların hareket noktası olarak kullanmalar çoğaldı. Orhan Hançerlioğlu’nun Oyun(1953) romanının kahramanı Halim bir küçük memur, gerçeklerden bunaldıkça hayal iklimlerine yelken açarak, Argos kralı olur, mitologya dünasında yaşamaya başlar. Güngör Dilmen Kalyoncu’nun bir oyunu mitologyadır : Midas’ın Kulakları (1959). Selahattin Batu’nun İphigenia Tauris’te (1942), Güzel Helena (1954), Munis Faik Ozansoy’un Medea (1963), Kemal Demirel’in Antigone (1966) isimli eserleri birer tragedyadır; yani Yunan mitoslarından almışlardır konularını. Şairlerimizden Edip Cansever’in bir kitabı Nerde Antigone(1961), Melih Cevdet Anday’ın bir kitabı Kolları Bağlı Odysseus (1963) adını taşıyor. Latin Ozanlarından Çeviriler (1963) ve Yunan Antologyası (1964)nda eski Latin ve Yunan şairlerinden çevirdiği şiirleri derlemiş olan Oktay Rifat’ın ayrıca mitolojik şiirleri de vardır. Zeki Ömer Defne, Mustafa Seyit Sutüven, Behçet Necatigil vb. isimleri de eklersek, mitologyadan faydalanmış şairlerimizin listesi daha da kabaracaktır.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MİTOLOJİYE BİR “NEV’İ” BAKIŞ: NETÂYİC EL- FÜNUN Beyza ÖZKAN Divân şiirinin kendine has bir dünyası ve bu dünyanın kendine has birikimi, remizleri ve oluşturduğu şiir dili vardır. Bu şiir geleneğini beslendiği kaynaklardan ayrı düşünmek imkânsızdır. Divân şiirinin beslendiği kaynaklara baktığımızda Kur’an-ı Kerîm ayetleri ve hadis-i şerîfleri, dinî ilimleri, İslâm tarihi ve peygamber kıssalarını, mucize ve kerametleri, bunların yanında tarihî ve efsanevî kişilerin maceralarını, içinde bulundukları çağın ilimlerini –felsefe, hikmet, mantık, tıp, eczacılık, ilmi nücûm vs. – Türk milli kültürü ve yerli malzemesini ve bu kaynaklarla birlikte şiirlerini harmanlarken kullandıkları dili ve en önemlisi de Agâh Sırrı Levend’in kaynaklar içinde önemli bir yere oturttuğu ‘’tarih ve esâtir’’ başlığı adı altında ele aldığı, diğer bir deyişle mitolojiyi anlıyoruz. Divân şiirinin kaynakları arasında olan ‘’mitoloji’’ nasıl ve nerede şiir geleneğimize katkı sağlamış ve bu katkı, divan şiirinin mitolojik yapısının incelenmesine nasıl öncülük etmiştir? Bu soruların çoğaltılabileceğini söyleyerek konuya girmek istiyorum.

isimli eserinde Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk adlı eserinin kaynağı, mitik karakteri ve beslendiği unsurlar üzerine hazırlamış olduğu bir çalışmasında Kaknus’un mitolojik anlamı üzerine bilgi vermektedir. Yabancı araştırmacıların Divân şiirinin mitolojik yönüne dair yaptığı araştırmalar, incelemeler bir yana, edebiyat tarihimizde de, edebiyat sahamız içerisinde de pek çok çalışmaya imza atılmıştır. Bunlar içinde en değerlisi Ömer Ferid Kam’a ait olan ‘’Âsâr-ı Edebiye Tedkîkâtı’’ isimli eserdir. Kam, bu çalışmasında divan şiirinin mitolojik yönüne yirmi yedi sayfalık bir kısım ayırarak onu astroloji sahası içinde inceler.

Divan şiiri, kaynağını doğrudan doğruya Şehnâme’den, büyük masallardan ve Arap kültüründen almaktadır. Divan şiirinin mitolojik yönü Şehnâme’den ve Arap kültüründen oluşmaktaysa bu mitolojik yönü oluşturan unsurlar da bu iki kültürün malzemesi ile yoğrulmuş oluyor demektir. Divân şiirinin mitolojik yönü üzerinde yapılan müstakil bir çalışma yoktur fakat şiir geleneğimizin mitolojik yönü kimi eserlerde kendine kısa da olsa kendine yer edinmeyi başarmıştır. Bazı eserler içinde kendine yer buldukları gibi yabancı araştırmacılar tarafından yazılan makalelerde, incelemelerde de yer almıştır. Walter G.Andrews, ‘’From the Poetry’s Voice, Society’s Song: Otoman Lyric Poetry Ecology of the Song’’ ya da Türkçesiyle zikredecek olursak ‘’Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı’’ isimli eserinde Divan şiirinin mitsel anlayışı ile bahçe düzemi arasında ilişki kuruyor. Victoria Rowe Holbrook, Originality and Ottoman Poetics: In the Wilderness of the New’’

Yerli ve yabancı araştırmacıların Divan şiirinin mitolojik yönü üzerine yaptığı çalışmalara kısa da olsa bir göz gezdirdikten sonra yazımın birincil öznesi olan bir çalışmayı inceleyeceğiz. XVII.yüzyılda yaşamış Divân şairi, âlim yönüyle de kendine yer edinmiş olan Nev’î’nin kaleme aldığı, bugünkü Türkçe’ye ‘’İlimlerin Özü’’ adıyla kazandırılan ‘’Netâyic el- Fünûn’’ isimli eseri Divân şiirinin mitolojik yönüne ışık tutucu bilgilerin ele alınışı bağlamında değerlendirmesini yapacağız. Nev’î Efendi’nin kaleme aldığı Netâyic el-Fünûn, on iki fennin ele alındığı ansiklopedik bir eserdir. Eser,


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

genel itibariyle mensur olmakla birlikte bazı konular işlenirken nazım tercih edilmiştir. Yazar eserinde yazdıklarını Kur’an ayetleri, hadisler ve şiirlerle delil göstererek daha güçlü, daha sağlam kaynak kullandığını okuyucuya göstermiş olur. Kuran ayetleri, hadis ve şiirlerle yetinmeyen yazar, eserinde önemli kaynaklardan faydalandığını şu şekilde açıklar: ‘’Ekser mesa’ilin kutbu’l kâmilin zü’l medâric ve’l meani İmâm-ı Gazâlî Hazretine nisbet olunan Yevekitü’l Ulûm adlu kitâbdan ve ba’zı mes’elesin Hazreti Şeyh Abdurrahman Bestâmî’nün Fevâyih-i Miskiniyye’sinden ve Mevzu’atu’l Ulûm adlu kitâbdan ve sair risâil-i ekâbirden ve kütüb-i mu’tebereden intihâb edüp muhtasar-ı mezbûru on iki fenn-i muhtara müştemil kıldım ki felek-i zâti’l- burûca mümâsil, şehre münâzil ola…’’ Nev’î Efendi böylelikle eserinde İmam Gazâlî başta olmak üzere Şeyh Abdurrahman Bestami’den ve daha birçok büyük, geniş çaplı eserden yararlandığını dile getiriyor. Büyük çaplı kitaplar içinde ele aldığı eserleri zikretmek gerekirse bunlar şöyledir: Tarih-i İbn-i Kesîr, Tarih-i Taberî, Tarih-i İbn-i Esîr-i Cezrî, Nizâm-ı Tevârih gibi eserler yer almaktadır. Saydığımız eserler içinde Tarih-i Taberî’nin yer alıyor olması eserin mitolojik yönünün ele alınışını aydınlatmak bakımından bizim için biçilmiş bir kaftandır. Netâyic el-Fünûn isimli eser, fenlerin sıralanışı bakımından şu şekilde bir düzen oluşturur: Tarih (ilmi tarih), hikmet (ilm-i hikmet), astronomi (ilm-i hey’et), kelâm(ilm-i kelâm), fıkıh usulü (ilm-i usul-ı fıkh), ilm-i hilaf, tefsir (ilm-i tefsir), tasavvuf (ilm-i tasavvuf), rüya tabiri (ilm-i ta’bir-i rüya), remil, tılsımlar, tıp, gemicilik, yıldız bilimi ve fal olarak düzenlenmiştir. Nev’î’nin yazmış olduğu bu eserde divan şiirinin mitolojik yapısına ışık tutan bölümlerden birisi, eserin ‘’ilm-i tarih’’ bölümüdür. Bu bölümde Nev’î, mitolojik İran kahramanlarıyla ilgili geniş ve değerli bilgiler verir. Şehnâme’nin en önemli kahramanlarından olan Behram ile ilgili şu şekilde bir tespit geliştirir: ‘’Behram, başka bir ülkedeyken babası Yezdgird ölünce, kardeşi Kisra tahta geçer. Behram buna razı

olmaz ve tahtı ister. Akabinde iki aslan arasına tacı koymaya ve bu tacı aslanların arasından alacak olanın da kral olmasına hükmedilir. Behram hemen meydana çıkar ve önce sağdaki aslanı bir gürz darbesiyle helak eder. Soldaki aslan korkusundan kaçmak üzereyken onu da yakalar ve öldürür. Bunun üzerine kardeşi Kisra özür diler ve tahtı Behram’a bırakır. 1 Behram başta olmak üzere Nev’î Efendi’nin eserini oluştururken kullandığı kaynaklar arasında Tarih-i Taberî’nin önemli olduğu daha önce söylenmişti. Taberi, eserinde İran mitolojik kahramanları olarak Behmen ve Nev’î’nin de eserinde zikrettiği önemli şahıslardan olan Behram, Cemşid, Dârâ, Ehrimen, Huşeng, Hüsrev, İsfendiyar, İskender gibi daha nice şahıs hakkında önemli değerlendirmelerde bulunmuştur. Netâyic el-Fünûn isimli eserde yazar, aynı zamanda eserinin ‘’ilm-i hikmet’’ bölümünde, Aristo ve Eflatun gibi filozofları anlatıp onların mitolojik bir değerlendirmesini yapar. Aristo’dan bahsederken 1

TÖKEL, Dursun Ali, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Akçağ Yayınları, Ankara,2000,sf. 118


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aristo’nun bütün eserlerinin önceleri Mora vilayetinin Atine beldesinde bulunduğunu, bunu haber alan Abbasi Halifesi Me’mun’un oranın emirinden Aristo’nun kitaplarını istediğini, o emirin buna yanaşmadığını, bilâhare göndermek zorunda kaldığını, Me’mun’un bu eserleri çevirtmesine rağmen o zamanda tam anlaşılamadığını, ta Farâbî zamanına kadar bunun devam ettiğini, Farâbî’nin bu eserleri anlaşılır hale getirdiğini bu sebeple Muallim-i Sani adıyla anıldığını, Farâbî’nin dağınık bir halde bıraktığı Aristo çalışmalarını ise İbn-i Sina’nın temize geçtiğini, bilâhare İbn-i Sina’nın Şifa adlı eserini bunlardan faydalanarak yazdığını, bu eserlerin bulunduğu kütüphaneninse bir müddet sonra yandığını söylemektedir. 2 Şair Nev’î eserinde Aristo’nun kişiliği üzerinde dururken onun neden Muallim-i Evvel adıyla neden anıldığı hakkında da şöyle bir açıklama yapar: ‘’Evvelâ müessis-i bünyân-ı hikmet ve müşeyyid-i erkân-ı ma’rifet oldur, ol sebebden Muallim-i Evvel ismine mahal olmuştur. ‘’ Nev’î, eserinde Aristo’ya kadar hiç kimsenin Hikmet’in sırlarını ifşa etmediğini dile getirir. Aristo’nun ağızdan ağza dolaşan hikmet ve ilme dair sırları kitaplaştırmak istediğini fakat hocası Eflatun’un onun hakkında ‘’ şimdiye kadar hiç kimse böyle bir şey yapmadı. Sırrı fâş etmedi. Bunu sen mi yapacaksın?’’ diye dediğinde Aristo’nun ‘’sırrı cahillerin elinden koruyacak bir şekilde yazacağını ve her okuyanın değil, ancak ilim ehlinin eserlerini hakkıyla anlayacağını’’ ifade edince hocasının izin verdiğini anlatır. Böylelikle Aristo’nun mantık ilmini icat ettiğini ve bu hikmeti anlamayı sağladığını söyleyerek Aristo hakkında söylediklerini toparlar. Nev’î eserinde Aristo’dan sonra Eflatun’un da bahsini yapar, bu bahsi açarken Eflatun’un İslâm ulemasından bazılarına göre peygamber olduğu hatta bu hususta bir hadisin olduğuna dair kaynaklarda bilgi bulunduğunu nakletmektedir. Bu hadise göre, ashabdan birisi İskenderiye şehrine gidip döndükten sonra da gördüğü acayipliklerle ilgili sorular sormuşlardır. O da, orda bir kavim gördüğünü, bu kavmin siyahlar giyinmiş bir halde dolaştıklarını ve Eflatun’un zikrine devam ettiklerini söyleyince, orada bulunan ashabdan bazıları Eflatun’a lanet eder. Bunu duyan Hazreti Peygamber

Eflatun’a laneti yasaklamış ve ‘’Eflatun’a lanet etmeyin, muhakkak ki o peygamberlerdendi, fakat kavmi onu bilmediler. ‘’ demişti. 3 Nev’î, eserinde İran mitolojisine ait şahıslar ilm-i tarih bölümünde, Aristo ve Eflatun’u da ilm-i hikmet bölümlerinde tanıttıktan sonra önemli bir şahısı da mitolojik yönüyle inceler: İran mitolojisine ait Sinimmar’ın da bahsi geçer. Sinimmar, Havernak aslı, eşi benzeri görülmedik şekilde güzel binayı yapan ünlü mimarın adı. Sinimmar’ın Numan ve Behram’ı da içine alan hikayesi Nev’î’nin eserinde kendine yer edinmeyi başarmıştır. Şair Nev’i Efendi, Sinimmar’ın hikâyesinin darb-ı mesel oluşuna şöyle dikkat çekmektedir: ‘’Ba’dehû ber-vechile katl olunup cezâyı Sinimmar rüzgârda darb-ı mesel olmuştur.’’ İncelediğimiz eserden hareketle sonuca varacak olursak Nev’î’nin Netâyic el-Fünûn isimli eseri, ansiklopedik olarak kaleme alınmış, on iki fenni de içine alan önemli bir eserdir. On iki fen içinde tarih ve hikmet bölümlerinde ele aldığı konular hakkında bilgi vermiş ve de bilgi verdikleri konuların mitolojik yanlarına da ışık tutan bir eser olması nedeniyle önemlidir. İlm-i tarihte İran mitolojisine ait kahramanlar olan Behram, Sinimmar ve kaynak gösterdiği Taberî tarihinden bazı mitolojik kahramanları da anlattıktan sonra ilm-i hikmet kısmında Aristo ve Eflatun’un tanıtımlarını yapıp eserinin amacına başarılı bir derecede hizmet eder. Divan şiirinin mitolojik yapısını doğrudan ele alan müstakil yapıda bir eser olmamasına rağmen şiir geleneğimizin mitolojik yapısını dolaylı yoldan da olsa inceleyen önemli bir eser pâyesine eren Netâyic elFünûn, sadece ansiklopedik ve felsefi mahiyette ele alınmamalı, mitolojik yapıya değinen eser bağlamında da daha nice çalışmalar yapılmalıdır.

3 2

TÖKEL, Dursun Ali, a.g.e, sf. 415

TÖKEL, Dursun Ali, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Akçağ Yayınları, Ankara, 2000, sf.424


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çocuklara Mitoloji

Duygu YILDIRIM

Çocuklarımıza erken yaşta okuma alışkanlığı kazandırmak onlar için yapabileceğimiz iyiliklerin en önemlilerinden biri. Odasına kitaplar koymak, ona kitap okumak, kütüphaneye götürmek, hayal dünyalarının temellerini atmak tüm ebeveynlerin önceliği olmalı. Hangi çocuk sevmez ki masalları, süper güce sahip efsanevi kahramanları... Ve işte hazır okullarda kapanmış, yaz tatili devam etmekteyken zevkle okumak isteyecekleri, dört mitolojik kitap önerisi: İLYADA - ODISSEİA Hommeros’un yazdığı ve eski yunan edebiyatının en önemli iki eserinden İlyada’da 9 yıl süren Troya savaşının 51 günü anlatılır. Odisseia’da ise Troya savaşı biteli 10 yıl olmasına rağmen hala ülkesine dönemeyen Odisseia’nın tutuklu bulunduğu adadan tanrılar tarafından affedilerek çıkması ve ülkesine dönene kadar pek çok olayla mücadele edişini konu alır. Can çocuk tarafından 9 yaş üzeri çocuklar uygun olarak basılan bu iki kitapta çocuklara sorumluluk, doğa olayları, doğaüstü kahramanlar hakkında bilgi verirken hayal gücü gelişimlerine katkıda bulunur.

GÖKYÜZÜ SİRKİ Mitolojik masal türünde kaleme alınan kitapta konu şöyledir: Dünya ile gök kubbe arasında kocaman bir sirk kurulur. Yeraltından gelen kötü adamlar ve her şeyi yıkan tufan bu sirke zarar vermeye çalışır. Ve bakalım başarılı olabilecekler midir? Can GÖKNİL bu masal çocukların hayal dünyalarının gelişimine katkı sağlarken bir yandan da iyi ve kötü kavramlarını anlatır. 6 yaş ve üzeri için uygundur.

MİTOLOJİ İLE EĞLENMEK Konuşma diliyle yazılmış, bol renkli ve resimli,Yuna mitoloji kahramanlarının ve Tanrılarının öykülerini anlatır.Öyküden yola çıkarak mesajlar verir. 6 yaş ve üzeri için uygun olan bu kitapta oyunlar ve eğitici faaliyetler de bulunmaktadır.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Yazı Makinesi”nde Mitoloji

Işık Selin Orhuntaş

Tanzimat Dönemi, Türk Edebiyatı’nın Batı’ya açılan kapısıdır. Tanzimat Fermanı ile birlikte bir değişim rüzgarı başlar. Haliyle edebiyat da etkilenir bundan. Rönesans; Antik Yunan ve Roma metinlerin okunmasının ardından başlar. Bu yüzden Batı denilince akla mitolojinin gelmemesi imkansız. Aslında mitoloji bizim için yeni değildir. Divan Şiiri’nde de mitoloji vardır. İmgeler sık sık kullanılır. Ancak Tanzimat Edebiyatı’nda nesre taşınır.

ederken, ediplerimiz Batı’yı tam anlamıyla tanımak ve çizdikleri yolu doğru anlamak için bir araştırma gayreti içine girerler. Bu hususta ileri sürülen ve araştırılmaya başlanan konulardan biri de mitolojidir. “Tanzimat’la beraber yüzünü batıya dönen edebiyatçılarımız, sadece Batı edebiyatını örnek almakla kalmamış, aynı zamanda bu edebiyatın ilham kaynağı olan Yunan ve Roma’ya da eğilmeye başlamıştır”.

HER ŞEYİN ÇEVİRİSİ

Mitoloji, Tanzimat döneminde, 1862 yılında “Tercüme-i Telemak” ismiyle çevrilen Telemak eseriyle girer. Kitapta, mitolojik bir hikaye üzerinden 14. Luis’nin gereksiz harcamalarına dair öğüt vermek amacı vardır. Telemakos, Odysseus’un oğludur. Truva savaşına giden babası Odysseus’u bulmak için yola çıkar. Bu çeviri Yunan Mitolojisine dair büyük bir ilgi uyandırmıştır. Tercüme Odası’nın Osmanlı’daki Batılılaşma düşüncesinin filizlendiği yer olduğunu ifade eden Tanpınar şöyle aktarır : “ihtiva ettiği ahlâkî umdelerle [ilkelerle], bizim için yeni olan hayal sistemiyle ve taşıdığı Yunanî masal unsuruyla uzun zaman -bilhassa Nâmık Kemal-Ekrem nesline- tesir etmiştir.”

Nasıl Rönesans’ın başlangıcı Antik Yunan ve Roma metinlerinin okunması ise bizde de Tanzimat Edebiyatı’nın başlangıcı Tercüme Odaları ile başlar. 1821’de Yunan isyanı sonucu Fenerli Rumların devlet hizmetlerinden uzaklaştırılmaları üzerine tercüman yetiştirilmek maksadıyla, II. Mahmut tarafından kurulan Tercüme Odası, Osmanlı Devleti’nin ilk resmi tercüme kurumudur. Bu kurum, Osmanlı edib ve devlet adamlarının yetişmesinde büyük rol oynamıştır. Batı’nın örnek alınması süreci mekteplerin kurulması, gazetelerin çıkarılması ve çeşitli alanlarda çeviriler ile başlayıp, zaman içerisinde bu tercümeler örneğinde meydana getirilen telif eserlerle devam


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İkinci mitoloji tahmin edileceği gibi yazı makinesi Ahmet Midhat Efendi’den gelir. Ahmet Midhat Efendi, mitoloji konusuna da çeşitli eserlerinde değinmiştir. Bu hkonuda en derli toplu bilgiyi Tercüman-ı Hakikat gazetesindeki “Mitoloji ve Şiir” ile başlayan yazı dizisinde verse de, bundan önce ve sonraki başka eserlerinde bu mevzuya değinmiş, hatta özel olarak konuyla ilgili makaleler kaleme almıştır.

“ ‘Esatir-i evvelin’ veyahut ‘hurafât-ı evvelîn’ diye Frenklerin mitoloji dedikleri şol hikâyelere derler ki en eski zamanların ilah ve ilahatı veyahut yine tabiat-ı insaniyenin ma-fevkında addolunan hükümdarân ve kahramanlar hakkında rivayet olunur” A. Midhat A. Mithat, özellikle Taaffüf isimli romanında mitolojiden faydalanır. İffetli olma anlamına gelen bu roman realist romana örnek olmak üzere yazılmıştır. Ahmet Mithat’ın tarzı budur; bir konunun var olup olmadığını tartışmak amacıyla değil ona örnek olması amacıyla yazar. Taaffüf’ün amacı da realist roman olacağını ispatlamaktır. İkdam gazetesinde tefrika edilir. İfade başlıklı önsözünde ve romanın ilerleyen sayfalarında eserin konusu hakkında ipucu verir. “Evli bir kadına heveslenmek bekar bir erkek için kendinin olmayan bir mala göz dikmesi demektir.” diyerek eserin aşk, evlilik ve kadın-erkek ilişkisi üzerinde duracağını sezdirir. Romanın kahramanı Saniha Hanım’dır. Yazar, mitolojiyi Saniha Hanım’ın yatak odasında duran heykeller üzerinde kurar. Buradaki iki heykel üzerinden romandaki kahramanlarla ilişki kurar. Söz konusu heykeller Venüs ve Minerva’dır. Yazar, heykellerin Latin Mitolojisindeki isimleriyle yer verir. Venüs güzellik tanrıçasıdır ve Yunan mitolojisinde Afrodite’e denk gelir. Minerva ise güzel sanatlar, akıl ve bilgelik temsilcisi Athena’dır. Saniha Hanım üç yıllık evlidir. Kocası Rasih Bey ve onun en yakın arkadaşı Tosun Bey üçgeninde olaylar gelişir. Tosun Bey ile Saniha Hanım arasında mektuplaşmaya dayalı bir ilişki başlar. Bir gün kocası bu ilişkiyi fark eder ve olayı kimseye çaktırmadan bitirir. Tosun Bey’in saf dışı bırakılmasıyla karı koca eski hayatlarına kaldıkları yerden devam eder. Olay aslında bu kadar sadedir. Ahmet Mithat Efendi

kuşkusuz Venüs ile Saniha Hanım arasında bağlantı kurar ve örnek kadın olarak Minerva’yı gösterir. Bilindiği üzere en ünlü romanı olan Felatun Bey’le Rakım Efendi’de karşılaştırma iki erkek üzerinden yapılmıştır. Birbirinin zıttı iki erkektir. Bu romanda da açık olarak karşılaştırma Venüs ile Minerva üzerinden yapılır. Ancak Saniha Hanım’ın karşısına çıkan somut bir Minerva yoktur. Kendi Venüs’ten Minerva’ya dönüşür. Romanda heykellerin tanıtıldığı bölümde Ahmet Mithat Efendi resim ve heykelin İslamiyet’teki yerinden uzun uzun söz eder ve detaylı bilgi verir. Yemek salonunun düzenlenmesi ve sofra adabı da batılı ev döşemesinin nasıl olması gerektiği ile ilgilidir. Saniha Hanım’ın odasında bulunan heykeller aynı zamanda onun dönüşümünün de simgesidir yani romanın ana fikridir. Ahmet Midhat’ın mitoloji hakkındaki ilk bilgilerini müzeler ve heykellerle edindiğini düşündürecek bir örnek olan bu kısımlar aynı zamanda Tanzimat aydının heykel ve mitoloji arasında kurduğu birliktelik ve hatta tercihi de göstermektedir ve görülüyor ki Ahmet Midhat’ın daha önceleri makalelerinde dile getirdiği meseleler romanında da sırayla açığa çıkmaktadır.

Kaynak: Harika Durgun, “Ahmet Mithat Efendinin Realist Roman Örneği Taaffüf”, Ahmet Mithat Efendi, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Neşe Demirci, “ ‘Mitoloji ve Şiir’in İzinde Ahmet Midhat Efendi’nin Mitolojiye Dair Görüşleri”.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Türk Mitolojisinde Devlet Kuşu

HÜMA Auguste Comte’un üç hal yasasına göre “insanlık birbiri ardınca üç aşamadan geçmiştir. Bunlar sırasıyla: Teolojik aşama, bunda insan olayları doğaüstü güçlerle açıklar; metafizik aşama, bunda insan olayları doğaüstü ve soyut kavramlarla açıklar; son olarak pozitif aşama, bunda insan olayları bilimsel olgu ve olaylar ile açıklar.” Soyut düşünme seviyesi zayıf olan ilk çağ insanı soyut kavramları maddi bir şekle büründürme, onları belli bir şekilde, yapıda algılama ve yansıtma ihtiyacı duyar.1 Bu sebeple ilkel insan, kendi dışındaki her varlığa bir anlam ve görev vermeye çalışmıştır. Bunun sonucun farklı mitolojik inançlar ortaya çıkmıştır. Mitolojik inançlar zamanla önemini yitirmesine rağmen günümüz halk hikâyelerinde ve konuşmasında etkileri sürmektedir. Çalışmamızın asıl konusu olan Hüma kuşu bu inanışlardan biridir. Hüma Kuşunun Hikâyesi: Farsça olan Hüma kelimesi devlet kuşu, saadet ve kutluluk anlamlarına gelir. Arapçası "Bulah"dır. Bazı Türk lehçelerinde Kumay, Umay şeklinde kullanılan Hüma, Farsçada Hüma ve Hümay, Anadolu Türkçesinde ise Hüma biçiminde kullanılır.2 Eski Türk inancındaki dişi tanrı Umay'la benzerlikleri üzerinde de durulan Hüma’nın yaşadığı mekan aklın alamayacağı, gözün göremeyeceği kadar yükseklerde ve sınırsız bir genişlikte tasavvur edilmiştir. Ulaşamayacağı bir yer bulunmadığına inanıldığı için Oğuz boylarından Çepniler ile Oğuz hakanının hanımına ongun olmuştur.3 Ayrıca Göktürkler de cesaretin, devletin mutluluğun ve 1

Mustafa Sever, “Türk Mitolojisinde Kuşlar”, Milli Folklor Dergisi, Yıl: 11 Sayı: 42, s. 83. 2 H. Dilek Batîslam, “Divan Şiirinin Mitolojik Kuşları: Hümâ, Anka ve Simurg”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2002, s. 187. 3 Cemal Kurnaz, “Hüma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Cilt 18 Ankara : TDV, 1998, s. 478.

Cengiz GÜLER

bolluğun sembolü olduğuna inanıldığı için ongun olarak kullanmışlar, Kül Tigin'e ait heykel başında da bu onguna yer vermişlerdir. Aslında Hüma kuşu benzeri figürler hemen her mitolojide mevcuttur. Hüma kuşu bugün bu isimle anılır, fakat Eski Türk efsanelerinde Hüma kuşunun eşi Umay olarak kabul edilebilir. Umay eski Türklerde evlerin huzurundan ve mutluluğundan sorumlu önemli bir tanrıdır. Bazı Türk lehçelerinde Kumay, Umay vs. isimlerle de anılır. Umay’ın gittiği yere huzur ve mutluluk götürmesi ile aynı şekilde Hüma kuşunun gittiği yere huzur ve mutluluk getirmesi karşılaştırılırsa efsanenin kökeni daha iyi anlaşılacaktır. Ayrıca Altay mitolojisinde Tanrıça Umay, kuş olup uçarken gölgesi kime düşerse o hükümdar olurmuş.4 Halk inançlarına göre eskiden bir hükümdar ölünce halk bir meydanda toplanır, Hüma kimin başına konarsa o kişi hükümdar seçilirmiş. Hüma kuşunun uçarken üzerinden geçtiği ya da gölgesinin düştüğü kişinin taç giyeceğine ya da yüksek bir makama ulaşacağına inanılırmış. Günümüzde kullanılan talih kuşu, devlet kuşu deyimleriyle, insanın başına ya da üstüne kuş pislemesinin hayra yorulması Hüma'nın zenginlik ve mutluluk getirici olması inancıyla ilgilidir. Hüma ile ilgili inanışlara göre, yükseklerde dinlenmeksizin uçar ve hiç yere konmaz. Hatta bazı kaynaklarda, havada yumurtlar yavrusu da yumurta yere düşmeden içinden çıkarak uçmaya başlarmış.5 Bu yüzden bu kuşun ayaklarının olmadığı söylenir. Hüma zararsız hayvanları incitmez sadece kemikle beslenir, murdar olana konmaz. Hüma'nın canlısının asla yakalanamayacağı ve onu bilerek öldüren kişinin kırk gün içinde öleceği de yaygın inançlar arasındadır.

4

Lütfullah Sami Akalın, Türk Folklorunda Kuşlar, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları, 1993, s. 131. 5 Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, 3. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1986, s. 37.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hüma kuşunun Türk kültüründeki siyaset, devlet, inanç yönündeki etkileri Osmanlı’da da devam etmiştir. Devleti, huzuru ve bolluğu temsil eden Hüma ismine “yun” edatı eklenerek padişaha ait olan anlamında hümayun kelimesini kullanmışlardır. Ayrıca Hüma resim, minyatür, dokumacılık, nakkaşlık gibi geleneksel Türk el sanatlarında çok önemli bir motif oluşturmuştur.6 Edebi Eserlerde Hüma Kuşu: Hüma Kuşu’nun Türk Kültürü’nde devlet ve inanç yönündeki etkilerinin yanında, Türk Edebiyatına da etki etmiştir. Tahmin edileceği gibi eski Türk Kültüründeki deyişlerde Umay ismiyle çok kullanılan Hüma kuşu, İslamiyet’ten sonrada Türk edebiyatında çokça kullanılır. Özellikle Divan Edebiyatında Hüma kuşu motifi çok fazla kullanılmaktadır. Hüma ve diğer kuş türlerinden bahseden çeşitli eserler mevcuttur. Bunların arasında en başta gelen eser “Hüma vü Hümayun” mesnevisi gelir. Bunun yanında Gazali’nin “Risaletü’l-tayr”, Feridüddin Attar’ın “Mantıku’t-tayr” ve Ali Şir

6

Cemal Kurnaz, a.g.e., s. 478.

Nevai’nin “Lisanü’t-tayr” eserlerini de Hüma Kuşu ile ilgili bölümler bulunmaktadır.7 Hüma Kuşu ile ilgili verilen bu bilgilerden sonra onun özellikleriyle ilgili benzetmelerin sık kullanıldığı beyitlere örnekler verebiliriz: Âsık-ı sâdık isen bakma bu dünyâ yüzüne Ki hümâ-himmet olan konmaya murdâr olana “Sadık âşıksan bu dünya yüzüne bakma ki Hüma gayretli olan murdar olana konmaz.” Hüma sadece kemikle beslenir, murdar olana konmaz. Bu beyitte dünya, murdar olarak nitelendiriliyor. Şair burada eğer sen de sadık bir Hak aşığıysan murdar olan dünyaya tenezzül etme diyerek nasihatte bulunuyor. Perçemin zülfün Hüma-veş saye saldı üstüme Pâdişâh-ı 'âlem oldum çün gedâ oldum sana "Saçının perçemi Hüma kuşu gibi üstüme gölge saldı. Sana kul olduğum için âlemin padişahı oldum" diyen şair, sevgilinin perçeminin Hüma gibi üzerine gölge saldığı için padişah olduğunu söyler. Aynı zamanda 7

H. Dilek Batîslam, a.g.m., s. 188.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

sevgilinin de kuludur. Yukarıdaki beyitle benzer özellikler taşıyan bu beyitte de Hüma gölgesinin uğur getirme özelliği üzerinde durulmuştur. Sevgilinin zülfünün gölgesi övülmüştür. Tezerv-i hoş-hırâmım sînem olsun cilvegâhın gel Hümaveş saye salsın başıma zülf-i siyahın gel "Hoş salınan sülünüm! Cilve edeceğin yer sinem olsun, gel. Siyah zülfün Hüma gibi başıma gölge salsın, gel" diyen Nedim sevgilisinin siyah zülfünün Hüma gibi başına gölge olmasını ister. Hüma'nın gölgesi kimin başına düşerse onun şansının açılacağı inancına telmih yapar. Sevgilinin saçının gölgesinin de kendisine Hüma gibi şans getirici olduğunu vurgular. Gölgelikde edemezsin derd-mendinle karâr Sen Hümasın dâ'imâ işin senin pervâz olur "Dertlinle gölgelikte duramazsın. Sen Hümasın; senin işin daima uçmak olur" beyitinde sevgili, Hüma gibidir, daima uçar. Hiçbir yere konmaz, kendisinin yüzünden derde düşen âşığa ilgi göstermez. Âşık sevgiliye sitem eder. Sevgilinin kısa bir süre görünüp sonra kaybolmasını Hüma'nın hiçbir yerde durmayıp sürekli yer değiştirmesine benzetir.

"Elif ki harfler topluluğunun başta gelenidir. Mutluluk Hüması'nın kanadı başındaki meddir" diyerek şair, elif harfi üzerindeki med işaretini Hüma kanadına benzetir. Saadet Hüması'nın kanadı nitelemesiyle Hüma'nın mutluluk getirici olma özelliğini hatırlatır. Şair elif harfi, bu harfin üzerindeki med işareti de Hüma kanadı gibi mutluluk getiren sevgilidir. Yukarıda verilen beyitler gibi daha birçok örnek verilebilir. Divan şiirlerinde de görüldüğü üzere mitolojik bir varlık olan Hüma’nın en önemli özelliği devlet kuşu ve talih kuşu olmasıdır. Bu nedenle mutluluk, şans ve güç sembolü olarak kullanılır. Divan edebiyatında da şairler mutluluğu, şansı, ulaşılması zor hedefleri, idealleri ifade etmek için Hüma ile ilgili benzetmelerden yararlanmışlardır. Hüma, havada çok yüksekten uçması, elde edilemeyişi, tuzağa düşmemesi, gölgesinin insanlara şans getirmesi, diğer kuşlardan üstün olması gibi özellikleri ve bunlarla ilgili inançlar, efsaneler, rivayetler dolayısıyla edebiyatta da şairlerin şiirlerinde zengin bir hayal ve benzetme dünyası içinde karşımıza çıkar.

Hüma’nın en önemli özelliği devlet kuşu ve talih kuşu olmasıdır. Bu nedenle mutluluk, şans ve güç sembolü olarak kullanılır.

Nice ayrılsın Necati 'aşk-ı dil-berden kim ol Bir Hümadur k'âşiyanı ol hevâ üstündedür "Necati sevgilinin aşkından nasıl ayrılsın ki? O, yuvası havada olan bir Hüma'dır" beyiti Hüma'nın yuvasının havada olma özelliğini hatırlatır. Elif ki encümen-i harfde ser-âmeddür Per-i Hüma-yı sa'âdet serindeki meddür

Mitolojik kökenli olan Hüma kuşu devlet, sanat, mimari, inanç, rivayet, efsane, şiir vb. birçok alanda uzun zaman yaşamış bir kültürel öğedir. Bugün bile Anadolu’nun birçok yöresinde benzer hikâyeler bulunmakta, Hüma Kuşu adıyla olmasa bile talih kuşu veya devlet kuşu gibi tabirlerle kullanılmaya devam etmektedir. Eski Türk kültürünün tamamen akıllara kazınmış bazı temellerinin hala kültürümüzde yaşamakta olduğunu göstermektedir.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Biblos Kadınları Mermerden na'şı hâreli bir tülle örtülü Biblos ilâhı genç adonis bekliyor ölü, Mâtem şeritleriyle sarılmış alınları Mevkible çıktı lâhdine biblos kadınları Pîşinde ağlayan gölgeden işit İskenderiye kızlarının âh ü vâhını Ağlarken ayda dağlarının nîm ilâhını Giryeyle biz vedâ ediyorken bu beldeye Kalsın yanında saçlarımız armağan diye Ey şimdi genç ölen, kalacak dilde zikrimiz Biblos'da lâleler soldukça bikrimiz. Yahya Kemal


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İslam Hamuruyla Yoğrulmuş Kutadgu Bilig’de Türk Mitolojisinin Kırıntıları Busenur ASLAN

Mit, tarih boyunca kuşaktan kuşağa yayılan, toplumun düş gücü etkisiyle zamanla biçim değiştiren, tanrılar, tanrıçalar, evrenin doğuşu ile ilgili, imgesel, alegorik bir anlatımı olan öykülerdir. Dinsel inanışlardan ortaya çıkıp zamanla imgeler evrenine giren anlatılardır. Aradan ne kadar zaman geçerse geçsin toplum hafızasındaki yerlerini korurlar. Küçük söz öbeklerinden davranışlara kadar varlıklarını sürdürürler. Bazen farkında olmadan tahtaya vururlar bazen eşiğe bal sürerler. Takdir edersiniz ki toplumun genlerine işlenmiş bu olgular, edebiyatlarına da yansır. Başta bilinen ilk yazılı ürünlerimiz olmak üzere bugüne kadar yazılan bütün eserler de az ya da çok mitlere ya da mitolojik unsurlara yer vermişizdir. Yusuf Has Hacib’in üstün nitelikleriyle yazmış olduğu Kutadgu Bilig, bu bakımdan incelemeye değerdir. İslami dönem geçiş eseri olması, İslamiyet etkisini içinde çokça hissettirir fakat bazı benzerlik ve ayrılıkları gün yüzüne çıkarmamızı, hiç değilse Türk kültürünün izlerini bulmamızı sağlar.

olacaktır. Kutadgu Bilig, 1070 yılında yazılmış ve 6645 beyitten oluşmuştur. Çeşitli kaynaklarda farklı kişilere sunulduğuna dair bilgiler bulunmaktadır. Bunlarda en bilineni Saltuk Buğra Han’dır. Eserin Bugün elimizde bulunan üç nüshası vardır. Bu nüshalar Herat, Fergana ve Mısır nüshalarıdır. En önemli olan nüsha, Fergana nüshasıdır. Ancak bu nüshanın baş ve son sayfaları eksiktir; nerede, ne zaman ve kim tarafından yazıldığı da bu sayfalarla kaybolmuştur.

Kutadgu Bilig ve mitoloji arasındaki izleri aramadan önce, eser hakkında bilgi vermek yerinde

Yaşıl köktin indi yaşıl yirke söz Sözi birle yalnguk agır kıldı öz (b.210)

Alegorik bir eser olan Kutadgu Bilig bir siyasetname ve öğüt kitabı niteliğindedir. Dört unsur üzerine konumlandırılmış bir binadır eser. Binanın dört ayrı duvarını, dört sembol oluşturmaktadır. Bunlar; Kündoğdu’nun temsil ettiği adalet, Aytoldu’nun temsil ettiği kut, Ögdülmiş’in temsil ettiği akıl ve Ogdurmuş’un temsil ettiği zamandır. Eserde bu dört kişinin arasında geçen konuşmalarla iyi bir yöneticinin ve doğru bir insanın nasıl olması gerektiği anlatılır bize.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

(Söz, yağız yere mavi gökten indi; Kişi kendisine sözüyle değer verdirdi.) Türk mitolojisi, “dünyada hiçbir şey yokken söz vardı” demişti. Altay mitolojisinde Tanrı Kuday ve Erlik, gökyüzünde kaz şeklinde süzüldü. Dünyada sudan başka bir şey yoktu. Tanrı Kuday “Ol!” dedi ve oldu. Böylece bütün dünya bir söz üzerine kuruldu. İslam inancında da aynı şey söz konusudur. Allah ol demeden yaprak bile kıpırdamaz. Görüldüğü gibi Gök Tanrı ve Allah inancı birbirine paraleldir. Söz kutsal ve değerlidir. Gökten inmiştir. Gök Tanrı inancına göre Tanrı göktür. Bundan dolayı gökten inen söz de Tanrının kutsal emridir. Bunların yanında, sözlü kültürden de hayli etkilenen Yusuf Has Hacib, eserinde sözün değerine değinirken “Dinle.” demiştir. Ama dinlenilmesi gereken kişi, görmüş geçirmiş, bilgili kişidir. Negü tir eşitgil biliglig kişi Ajunda sınayu yetilmiş yaşı (b.261) (Ömrünü tecrübeyle geçirmiş bilgili kişi, ne der dinle!)

sudan ibaretti. Tanrı Ülgen, toprağa “Büyü.” dedi. Toprak büyüdü yer oldu. Böylece yağız yer yaratıldı.

Türk düşünde dünya üç katmanda yaratılmıştır. Gökyüzü, yerküre ve ikisi arasında Bütün bunlardan anlaşılacağı da kişi yaratılmıştır. Yer yedi katmandan üzere söz değerli bir olgudur. Tanrı oluşmuştur ve Erlik, gökteki düzene tarafından yeryüzüne indirildiği Türk mitolojisi, uymadığı için burayla için kutsaldır. Bunu hem Türk “dünyada hiçbir şey cezalandırılmıştır. Gökyüzü, mitolojisi çevresinde hem de yokken söz vardı” Tanrı’nın alanıdır. İyi, güzel İslam inancında görmekteyiz. demişti. İslam şeylerin bulunduğu yer göktedir. İki inancın harmanlanmış inancında da aynı şey İkisinin arasında insan olduğu Yusuf Has Hacib’in söz konusudur. Allah yaratılmıştır. İnsan, bu dünyada bir elinden çıkmış bu değerli ol demeden yaprak bakıma sınav halindedir. Eğer iyi bir eserde de bu olguyla karşılaşırız. bile kıpırdamaz. insan olmazsa ölümünden sonra Tiledi törütti bu bolmuş kamug ruhunu Erlik alıp Yeraltına götürecektir. Ol ök bol tidi boldı kolmış kamug (b.4) Burası Tamu’dur. İnsan iyi bir insan olursa ruhunun yeri, gökler olacaktır. Burası da Uçmağ’dır. (Diledi ve bütün varlıkları yarattı Bu, İslam anlayışındaki Cennet ve Cehennem algısıyla Bir kere “Ol” dedi, bütün diledikleri oldu) aynıdır. Bu anlayışı Kutadgu Bilig’de, islam etkisinde olan Yusuf Has Hacib’in eserinde görürüz. Fakat gelmiş olduğu Türk kültür ve geleneğini de ondan Dünyanın varoluşunu farklı şekilde ele alır ayrı tutmamız mümkün değildir. Kutadgu Bilig’de birçok medeniyet. Buna rağmen birçoğu, her şeyden aradığımız, kırıntı dahi olsa Türk inanışlarıdır fakat iki önce suyun olduğunu düşünür. Türk mitolojisinde de inanış birbirine o kadar benzerdir ki net şekilde “Bu, dünyanın yaratılışına bakacak olursak başta her şey budur.” diyemiyoruz.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Karangku titigsig börk ev içi Yaruttı yaşık birle erklig küçi (b.3723) (Bu kubbe evin içi, balçıktan yapılmış ve karanlıktır; Onun hakim kudreti bunu güneş ile aydınlattı.)

Apa yazdı erse bayat kınadı Bu dünyag tünek kıldı erklig idi (b. 3520) (Âdem cennette buğday tanesi yedi; Kadir Tanrı bu dünyayı zindan yaptı)

Tanrı insanı çamur ve kilden şekillendirmiştir. Sonra da içine ruhu üflemiştir. Yusuf Has Hacib’in eserinde de çamur ve balçıktan evin içine doğan güneş insanın ruhudur. Türk mitolojisi çerçevesinde farklı Türk toplulukları da insanın yaratılışını, benzer şekillerde düşlemişlerdir. Tanrı muhteşem yaratıcılığıyla çamurdan yoğurmuştur insanın kabuğunu. Fakat insan, bu haliyle sadece boş bir kabuktur. Sonra yaşamı üflemiştir insana. Bu sayede insan, canlı bir varlık olmuştur. Altay inanışında ise sinirlenir. Birden fırtınalar kopar. O zamana kadar her Tanrı, yeryüzüne yedi dalı olan bir ağaç yanı tüylerle kaplı olan insanın bütün tüyleri dökülür. kondurmuştur. Bu ağacın yedi dalından yedi farklı ırk Ece’ye doğum sancısı çekme cezası verilir ve insan doğmuştur. İslam zemininde yazılmış olan Törüngey’le birlikte kovulurlar. Ayakları olan heybetli Kutadgu Bilig, insanın topraktan gelme yılana da sonsuza dek sürünme cezası verilir. fikrini vermiştir. İnsanın Cennetten Bunun bir benzeri İslam inancında da dünyaya inmesi ya da kovulması vardır. Âdem ve Havva yasak meyveyi Allah insanı çamur ve inancı da Kutadgu Bilig’de yiyince Cennet’ten kovulur. İki kilden şekillendirmiştir. geçmektedir. Beyitte inanışta da insan, Cennetten, yasak Sonra da içine ruh görüldüğü gibi Âdem, yasak meyveyi yemek yüzünden kovulur. üflenmiştir. Yusuf Has buğdayı yediği için Buradan anlıyoruz ki, mitolojik Hacib’in eserinde de Cennetten kovulmuştur. bulgular aradığımız Kutadgu çamur ve balçıktan evin Altay mitolojisinde de Bilig’de yaratılış mitine dair büyük içine doğan güneş Âdem ve Havva’nın kanıtlar bulunmakta. Hepsini ele Cennetten kovulmasına insanın ruhudur. alıp işleyemesek de yolumuzu benzer bir hadise vardır. aydınlatması bakımından bu birkaç Bunlar, Törüngey ve Ece’dir. Erlik, beyit, faydalı olacaktır; yılanı kandırır ve onun kılığına girer. Ölümüg unıtma anun tevbe ka Rivayete göre yılan, ayakları olan heybetli bir Usanma ölüm kelge tutga yaka ( b. 5715) varlıktır. Yılan kılığına giren Erlik, Törüngey ve Ece’yi kandırır. Dünyada dört dalından meyve yemek yasak olan yedi dallı bir ağaç vardır. Bu yasaklı dallardan meyve yer Törüngey ve Ece. Bunu öğrenen Tanrı çok

( Ölümü unutma, tövbeye hazırlan; Gafil olma, ölüm gelir yakana yapışır)


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Özüng kökçü atıng sening kökçün ol Köçütçi ölüm kelgü ahır kün ol ( b. 6112 ) ( Sen göçeceksin, senin adın da göçecekti Son gününde seni göçüren ölüm gelecektir.)

Yaratılan her varlığın elbet bir sonu vardır. Yaşam, ölüme muhtaçtır. Dünya da bu yaratılan güzelliklerden biridir. Elbet bir gün son bulacaktır. Farklı inanışlar, dünyanın sonu yani kıyamet günü için farklı düşler geliştirmiştir. Depremler, nüfusun kalabalıklaşması, yığınlar halinde ölümler bunlardan bir kısmıdır. İslam inancı çerçevesinde güneş, batıdan doğacaktır, Dabbe adlı büyük yaratığa karşı Mesih gelecektir. Her şey son bulmadan önce İsrâfil adlı melek, iki kez sura üfleyecektir. İlk üflemesinde bütün dünya hayatı son bulacaktır. İkinci üflemesinde ise, ruhlar âleminde canlanacaktır insanlar ve yargılama başlayacaktır. İnanışların birçoğu, dünyada bir sınava tabi olunduğunu düşünür. Sınav sonrası da yargılama başlar. Hep bir kıyamet inancı hâkimdir. Türk töresinde de bu böyledir. Orhun Abideleri’nde “ Türk Oğuz beyleri, kavmi dinleyin; yukarıda gök basmasa, aşağıda yer delinmese Türk milleti, ülkeni töreni kim bozabilir?” şeklinde bir ifade vardır. Burada bir kıyamet tablosu çizilmiştir. İki inanışta da bunu görebiliriz. Beyitlerden yola çıkacak olursak; insanın kıyameti, kendi yok oluşudur. Ölmek, yaşamın son bulmasıdır. Bu dünyadan göçen, yanında sadece yaptığı iyi şeyleri götürür. Eskiden Türklerin mezarlarının başına öldürdükleri düşman sayısı kadar Balbal konulurdu. Bu kişilerin, ölümden sonra onlara

hizmet edeceğine inanılırdı. Hayatını doğruluk içinde geçiren insan, ölüm sonrası Uçmağda huzur içinde yaşayacak, kötü insanlar ise, Tamuya gidecektir. Yukarda da belirttiğimiz gibi bu, İslam’daki Cennet ve Cehennem fikrinin aynısıdır. İslam ehilleri, ölümü Allah’a kavuşmak olarak görür. Onlar, Allah’a ve Cennete kavuşma umuduyla dünya uykusundan uyanmayı beklerler ölümle. Yusuf Has Hacib de ölümü Allah’a kavuşma olarak görmüştür. Bütün bunları kırıntılardan yola çıkarak büyük parçalar bulduğumuz Kutadgu Bilig’de görüyoruz. Bununla ilgili şöyle diyor Balasagunlu Yusuf; Özüm yangu boldu bayatka bu kün Yazuklar üçün yıglasa ben ünün ( b.5644 ) (Bugün artık, Tanrı’ya dönme zamanı geldi Günahlarım için feryâd ederek ağlamalıyım) İslam hamurunda yoğrulmuş Kutadgu Bilig’den yola çıkarak Türk mitolojisi kırıntılarını aradık. Bu kırıntıları söz, dünyanın ve insanın yaratılışı ve dünyanın sonu mitleri çerçevesinde izledik. Balasagunlu Yusuf’un genlerinde bulunan Türk inanışlarının eserine yansımalarını inceledik. Gördük ki İslam ve Gök Tanrı inanışı içinde pek çok benzerlik ve bazı ayrılıklar gördük. Adım adım izlediğimiz kırıntılardan, bir somon ekmeğe ulaştık. Zaman geçse de pek çok düşünüşün değişmediğini gördük. Bunca doğrusuna rağmen bir yanlışına şahit olduk Balasagunlu Yusuf’un. Ölümünden sonra adın bile kalmaz demişti bir beytinde. Ama onun adı ve eserleri bugün bile dillerden düşmüyor. Dünya döndükçe var ol Balasagunlu Yusuf. Bir adın daima kaldı geride.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hey Koca Mavi Anadolu Ayşe Bengisu AKDAĞ

“Hey Koca Yurt!... Batı uygarlığı senden çıkıp senden beslendiği hâlde yüzyıllardır hakkını yedi… Akan ırmaklardan esen rüzgârına kadar her zerreciğinde tarihi yapan, tarihi yaratan nice dev eserler var; yine de senin felsefeni, senin uygarlığını dile getiren bugüne kadar çıkmadı.” Cevat Şakir Kabaağaçlı Halikarnas Balıkçısı’nın bu sözleri aslında dergimizin bu ayki dosya konusunun amacı ve içeriğinin özeti. “Milliyetçilik” içerdiğini düşünebileceğiniz ve belki de Cevat Şakir’in dünya görüşüne uyduramayacağınız bu düşünce aslında “Mavi Anadoluculuk”1 veya “Mavi Hümanizma” adlarıyla anılan bir akımın felsefesi. “Irk”ı değil “kültür”ü birlik unsuru alan Mavi Anadolucular, Batı medeniyetinin kökeni sayılan Yunan medeniyetinin halis kaynağının Anadolu olduğunu söyler ve bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan Anadolu halkını da bu kültürel mirasın doğal sahipleri olarak tanımlar. Batı’ya uygarlığı götüren Orta Asya’dan göç eden Türk boyları değildir, fakat Avrupa medeniyetinin kökeni sayılan Yunan medeniyetinin beşiği Anadolu’dur. Çağdaş yazının en çok etkilendiği alanlardan biri olan mitolojiyi Halikarnas Balıkçısı da eserlerinde bu düşünceyle yansıtmış bir kültür aşığıdır. Türkiye’de bu alanda ilk çalışma yapanlardan biridir Cevat Şakir. Halikarnas Balıkçısı, Türkiye’de çok önemli ve bakir bir alan olan mitoloji alanında, gerçekten eksikliği hissedilen bilimsel çalışmaları başlatan öncü araştırmacılardandır.

1

“Mavi Anadoluculuk” düşüncesi, Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan başka Azra Erhat, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu ve İsmet Zeki Eyüboğlu tarafından geliştirilmiştir.

“Halikarnas Balıkçısı mitoloji bakımından bilimsel açıdan bir otorite idi. Özellikle karşılaştırmalı mitoloji alanında Türkiye’de tek isimdi. Karşılaştırmalı mitolojinin Türkiye’deki tek uzmanı idi.” -İlknur Hatice Önal, Halikarnas Balıkçısı Tabii bu düşüncenin oluşmasında Bodrum’a sürülmesi sonucu değişen hayatının etkisi yadsınamaz. “Yazar, bunun neticesinde hikâye ve romanlarını Klasik Ege-Akdeniz uygarlığı ile ilişkilendirmek için mitolojiyi çeşitli yöntemlerle


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kurmaca dünyanın bir parçası haline getirir.”2 Hemen hemen bütün eserlerinde Ege-Akdeniz bölgesindeki sahil kasaba ya da köylerinde yaşayan ve geçimini denizden sürdüren insanların hayatını kelimelere döker Halikarnas Balıkçısı. Romanlarının bu konudaki detaylı çözümlemesi dipnotta belirttiğim makalede mevcut ben ise Cevat Şakir’in bu düşüncelerini roman kişileri üzerinden yansıttığı değil kendi dilinden ifade ettiği gezi yazılarına değinmek istiyorum. Kendi seslenişinden “Hey Koca Yurt” demek istiyorum.

“Halikarnas Balıkçısı, Osmanlı düşmanlarının Hellenizm bayrağı altında birleştiklerini bilmektedir. Bunun için, Yunanlılara mal edilen medeniyetin aslında onlarla hiçbir ilgisi bulunmadığını ve doğrudan doğruya İyonya’nın malı olduğunu ispat etmek için Anadolu’nun Sesi (1971), ve Hey Koca Yurt (1972) adlı kitapları yazdı.”

Yazar 29 bölümde ele aldığı kitap boyunca çeşitli mitolojik tanrıların “Anadolulu” oluşlarını ifade etmeye çalışır. Anadolu’nun bir medeniyetler beşiği olduğuna ve bu coğrafyadaki insanların Halikarnas Balıkçısı, Anadolu sürekli etkileşim içinde olduklarına insanını ve Anadolu medeniyetini, vurgu yapar. Eserinde mitoloji ve din Kabaağaçlı, yaşadığı ve Batı uygarlığı ve onun kökeni olduğu bağlamında çeşitli bilgiler de öne çok sevdiği Bodrumun iddia edilen Hellen Uygarlığının sürer, çeşitli inançlara dair antik isimlerinden olan karşısında yücelttiği en önemli Hıdrellez, Nevruz ve Paskalya gibi Halikarnas’ı kullanarak eseri olan Hey Koca Yurt’ta, en ritüellerin ortak mirası bu “Halikarnas başından paylaştıklarını eserinde anlatır. Balıkçısı” ismini Balıkçı’ya göre, “uygarlık öyle bir Hellenistan tarihinin yanlış benimsemiştir. üründür ki; onun tohumunu salt şu olduğunu savunur. Bu tezini ispata, soy ya da bu soy ekmiş olamaz. İnsan Yunan mitolojisinin büyük destansı olan uygarlık hiçbir zaman tek bir soyun eserlerinden biri olan “Arganautların Seferi” tekeli olmamıştır.” adlı anlatının gerçeklik taşımadığını iddia ederek başlar.( İskenderiyeli Apollonius Rodius’un İ.Ö. 3.yy’da yazdığı bu hikâye, Hellenistanlı İason’un, Hellenistan’ın her yerinden topladığı gemicilerle Karadeniz’e giderek Altın Post’u alıp Hellenistan’a geri dönmesinin hikayesidir.) Anadolu uygarlıklarına yapılan haksızlığı ifade eden Halikarnas Balıkçısı, Yunan Uygarlığının, Anadolu’nun öncüsü değil takipçisi olduğunu savunur. Bunu ve bu yöndeki diğer bir takım savlarını, Hellen mitlerini ve Anadolu’da yaşamış olan uygarlıkların mitlerini karşılaştırarak ispatlamaya çalışır. Yaptığı en önemli karşılaştırmalı mitoloji değerlendirmelerinden biri, Sümerlilerin Gılgamış Destanı ile Homeros’un Odysseia ve İlyada’sı arasında yaptığı karşılaştırmadır. Beşir Ayvazoğlu, Kabaağaçlı’nın Anadolu ve Hellen Uygarlıklarına bakış açısını şöyle değerlendirir:

2

Nermin Yazıcı, “Halikarnas Balıkçısı’nın Yazınsal Eserlerinde Türk Kimliğine İlişkin Söylemler”, Türkbilig, 2011/22: 163- 170.

Halikarnas Balıkçısı, insanlığın gerçek anlamda geçmişini bilerek uygarlığı yüceltebilmesi için gerekli olan, ancak göz ardı edilen bu kültürel gerçeklerin ortaya çıkarılması gerekliliği üzerine, hayranı olduğu ve her incelemesinde hayranlığını arttıran Anadolu’yu, başta mitoloji odaklı olmak üzere kültürel, bilimsel ve sosyal yönleriyle inceler. Bu alanda incelemeler yapan sayılı kişiler arasında yer alırken, tanrıçalar yurdu Anadolu’nun önemine dikkatleri çeken ilk isim de odur. Ve bugün Halikarnas Balıkçısı, Akdeniz’in hep “genç” ve “canlı” kalan mit dünyasından bizlere denizin dalgalarıyla selam verir. Sizler de özelikle içinde bulunduğumuz yaz aylarında Akdeniz’e uğrarsanız bir dağın yamacından seslenin: “Tüm bu yerlere, HEY KOCA YURT! Denmez de nedir?”


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mitolojik yayınevleri Hangi Yayınevi İsmini Nereden Alıyor? Yüzlerce yayınevinin yer aldığı kültür yazın sektörümüze baktığımızda bunların büyük kısmının adlarını mitolojiden aldıklarını görüyoruz. Bunun sebebi belki de Karl Jaspers’ın dediği üzere felsefenin ilkin edebiyat biçimi içinde doğmuş olması. Edebiyat, insanda, evrene dair sorgulama ve anlamlandırma becerisi geliştirir ve bu da en eski tür olarak mitlerle gerçekleşmiş. Bakalım bu düşünceden hareketle adlarını aldığını düşündüğümüz “mitolojik yayınlar” neler?... 

Adonis Yayınları: Azra Erhat’ın aktarımına göre Adonis bir Anadolu efsanesidir. İbranice ‘efendi’ anlamına gelen “Tammuz (Temmuz)”un Yunanca karşılığıdır. Kışın yeraltında saklanır yazın baharın gelişiyle birlikte yeryüzüne çıkar. Adonis yayınlarının katalogu genellikle tarihi kitaplarla doludur. Apollon Yayıncılık: Zeus ve Leto'nun oğulları, Artemis’in ikiz kardeşidir. Delos'ta dünyaya gelmiş, ki bu yüzden uzun bir sure Delos, Apollon'a tapınanların merkezi olmuştur. Delphoi'ye yerleşerek, Python'u öldürmüş ve en ünlü kehanet merkezi olan Delphoi tapınağını ele geçirmiştir. Araf Yayınları: Dante’nin İlahi Komedya’sında Cennet ile Cehennem arasındaki katman olarak mitoloji açısından da adlandırılabilecek olan “Araf”, Arapça, yüksek yer, atın yelesi ve horozun ibiği anlamlarındaki "a-r-f" kökünden türeyen bir kelimedir. "a'râf" din dilinde, cennetle cehennem arasındaki perdenin (sûr/duvar) yüksek yerleri demektir. A'râf, aynı zamanda Kur'ân'ın yedinci sûresinin adıdır.

Işık Selin ORHUNTAŞ

Ares Yayınları: Zeus’un oğlu. Savaş tanrısı.

Artemis Yayınları : Ana Tanrıça olarak bilinir. Ay ile birlikte tasvir edildiğinde kadınlığı ; ok ile tasvir edildiğinde ise avcılığı temsil eder.

Babil.com: İnternet kitapçısının ismi olan Babil, Mezopotamya'da adını aldığı Babil kenti etrafında M.Ö. 1894 yılında kurulmuş, Sümer ve Akad topraklarını kapsayan bir imparatorluktur.

Dedalus Kitap : Güneşe uçmaya çalışan Ikarus’un babasıdır. Aynı zamanda labirentin kurucusu ve mimardır.

Ephesus Yayınları: Anadolu'nun batı kıyısında, bugünkü İzmir ilinin Selçuk ilçesi sınırları içerisinde bulunan, daha sonra önemli bir Roma kenti olan antik bir Yunan kentiydi. Klasik Yunan döneminde İyonya'nın on iki şehrinden biriydi.

Epsilon Yayınları: Epsilon, Yunan abece’sinin beşinci harfidir. ( έ )

Hyperion kitap : Titan’lardan biri. Uranos ile Gaia’nın oğludur. Kızkardeşi Heia ile evlenerek Helios (güneş), Selen (ay) ve Eos (şafak)’un dünyaya gelmelerine sebep oldu.

İthaki : İthakos ‘un kurduğu ülke. Odysseus’un evi ve ayrıca kralı olduğu şehir. Kavas’in şiirinde varılmak istenen hedef olarak sembolize edilir.

Metis Yayınları : Yunanca anlamı “akıllı, zeki, bilge”dir. Zeus’un ilk eşi bilge tanrıçadır.

Minerva Yayınları : Tanrıça Athena’nın Latince ismidir. Azra Erhat’ın aktarımına göre kendine has bir efsanesi yoktur.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nika Yayıncılık: Latincede zafer kazanmak, başarıya ulaşmak, yenmek anlamında kullanılan kelime. (Bkz. Nika Ayaklanması: 532 Nika ayaklanması, İmparator 1.Jüstinyen döneminde Hipodrom’da meydana gelen ve 30.000 kişinin katledilmesiyle son bulan isyandır. İstanbul tarihinin en kanlı olaylarından birisidir.)

Olimpos Yayıncılık: Yunan mitolojisine göre Zeus ve diğer 11 tanrının oturduğu dağ. Uludağ’ın Bizans öncesindeki adıdır.

Orion Yayınevi:Orion’ Yunan mitolojisinde dev cüsseli yakışıklı bir avcının adı. Artemis ona aşıktı. Ama yanlışlıkla öldürdü. Mitolojiye göre bu olaydan sonra ışığını kaybeden Artemis Zeus’a yalvararak Orion’u bir takım yıldızına dönüştürdü.

Pegasus Yayıncılık : Sırtında bulunan kanatları sayesinde uçan attır. Medusa’nın kafasından doğar. Athena vahşiliğini kontrol edebilmek için dizgin verir.

Promete Yayıncılık : İsminin anlamı “önceden gören / öngörüşlü”dür. Zeus’tan ateşi çalıp insanlara armağan eden kahraman. Zeus da bu olay karşısında ölümlüleri cezalandırmak için Pandora’yı gönderir. Promete’yi cezalandırmak için dağın başına zincirle hapsedip ciğerini kartala yedirir. Ciğer kendini yenilediği için her gün bu işkenceyi çeker. Bkz : Zincire Vurulmuş Promete Tragedyası ve Tevfik Fikret’in Promete şiiri

Ra Kitap : Mısırlı bulmaca tanrısıdır.

Venüs Yayınları : Roma mitolojisinde Aphrodite’nin ismi , güzellik tanrıçası.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MİTOLOJİK FİLMLER Tuğçe ERKOL Bu ayki film listemizi yine dosya konumuza uygun olarak seçtik. Sizler için birbirinden büyüleyici mitolojik filmleri listeledik. Hepsi birbirinden güzel olan bu filmlerden birini seçin, ambrosialarınızı elinize alın ve izlemeye başlayın…

1)Thor Kenneth Branagh’ın yönettiğ film Marvel Comics tarafından yaratılan aynı isimli çizgi romandan sinemaya uyarlanmıştır. Chris Hemsworth, Natalie Portman, Tom Hiddleston, Anthony Hopkins ve Stellan Skarsgård gibi oyuncuların yer aldığı yapımda İskandinav Mitolojisine yer verilir. Film ABD Marvel Studios tarafından yapılmıştır. İlk filmin ardından serinin devamı gelmiş, hatta Thor karakteri Yenilmezler serisinde de seyircisiyle buluşmuştur.

2)Herkül: Efsane Başlıyor Yönetmenliğini Renny Harlin'in üstlendiği, 2014 Amerika Birleşik Devletleri yapımı fantastik aksiyon filmi. Başrollerini Alacakaranlık serisiyle yıldızı parlayan ABD'li oyuncu ve manken Kellan Lutz, Gaia Weiss, Scott Adkins, Roxanne McKee ve Liam Garrigan'ın paylaştığı film, mitolojik kahraman Herkül'ün hayatının bir bölümünü anlatmaktadır.

3)İlahların Aşkı Dünya üzerindeki hemen her mitolojide bulunan ve bizim deniz kızı olarak adlandırdığımız mitolojik yaratıklardan birinin filmi Ondine ya da İlahların Aşkı. Syracuse, İrlandalı bir balıkçıdır. Bir gün ağlarına takılan güzel ve gizemli bir kadınla hayatı değişir. Küçük kızı Annie bu kadının büyülü bir varlık olduğuna inanmaktadır. Syracuse ise bu güzel kadına umutsuzca aşık olmuştur. Tüm masallarda olduğu gibi mutluluk ve karanlık bu hikayede de yan yana gitmektedir. İlk başta basit bir deniz kızı hikayesi gibi dursa da Collin Farrel, Alicja Bachleda ve Alison Barry’nin oyunculuğuyla özel filmler arasına girmeyi başarmıştır.

4)Percy Jackson ve Olimposlular Rich Riordan’ın 5 kitaplık serisinin sinemaya uyarlamasıdır. İlk 2 eser olan Şimşek Hırsızı ve Canavarlar Denizi beyaz perdeye uyarlanmış, izleyicisinin beğenisini almıştır. Film, babasının Mitolojik Yunan tanrılarından denizlerin hakimi Tanrı Poseidon ve annesi ise sıradan bir insan olan Percy adındaki gencin zorlu hikayesini anlatacak. Eserin tamamına bakıldığında Percy karakteri yine mitolojik bir karakter olan Perseus ile yer yer benzerliklere sahiptir.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

5) Truva Kaz Dağları’nın eteklerine kurulmuş olan Troy yani Truva’nın çöküşünü ve dönemin meşhur kahramanlarını konu almaktadır. Brad Pitt, Diane Kruger, Eric Bana, Orlando Bloom, Sean Bean ve Rose Byrne gibi oyunculardan oluşan kadrosuyla da döneme damgasını vurmayı başarmıştır. Özellikle Truva Atı konusu çok tartışılmış, ülkemizdeki birçok insan tarafından Çanakkale seyahatleri planlanmıştır. On yıl süren ve bir medeniyetin çöküşüne neden olacak savaşı, Truva prensi Paris ile Sparta Kraliçesi Helen'in aşkı başlatır. Bu yasak aşkın intikamını almak isteyen Sparta kralı Yunanistan’ın tüm ordularını bir araya toplar ve savaş hızla gelişir.

6) Truvalı Kadınlar Truva düştükten sonra, Truva Kraliçesi Andromache, Hector’un dul eşi ve oğlu Astyanax’ın savaş sonrası yükselmesi gerektiğini bekleyen kahinlik yönüyle tanınan Cassandra’nın hikayesi anlatılır. Arka planda ise, savaşın yıkımları işlenmiştir. Başrolünde Katherine Hepburn’un olduğu film büyük beğeni toplamış yapımlar arasındadır.

7)Titanların Savaşı Nihai güç için süren mücadele, insanları krallara karşı ve kralları da tanrılara karşı kışkırtmaktadır. Diğer taraftan, tanrılar arasındaki savaş da dünyayı yok edebilecek güçtedir. Bir tanrı olarak doğmuş, ancak insan gibi yetiştirilmiş olan Perseus, ailesini yeraltı dünyasının kinci tanrısı Hades'e karşı korumak konusunda çaresizdir. Kaybedecek hiçbir şeyi kalmayan Perseus, Zeus'un güçlerini ele geçirebilecek ve dünyaya cehennemi yaşatabilecek Hades'e karşı, çok tehlikeli bir görevi yönetmeye gönüllü olur. Şeytanlarla ve korkunç canavarlarla olan savaşı kazanmanın tek yolu tanrı olarak güçlerini kabul etmek ve kendi kaderini çizmektir.

8) Immortals Kral Hyperion’un insanlara ve tanrılara savaş açmasının ardından savaşın kaderini belirleyecek olan Epirus yayıdır. Kral bu yayı bulabilmek için elinden geleni yapmakta ve düşman türetmektedir. Annesi de öldürülen Theseus isimli bir köylü intikam yemini etmiş ve yayı ele geçirmiştir. Tarsem Singh’ın yönetmenliğini üstlendiği bu üç boyutlu filmin oyuncuları ise; Mickey Rourke, Henry Cavill, Freida Pinto, Stephen Dorff ve Luke Evans gibi isimlerdir. Immortals – Ölümsüzler: Tanrıların Savaşı Antik Yunan Mitolojisi türünde bir filmdir.

9) Titanların Öfkesi Yönetmen koltuğunda Jonathan Liebesman’ın oturduğu filmin konusu tanrı Zeus’un yarı tanrı oğlu Perseus’un canavar Kraken’i alt etmesinden 10 yıl sonra Titanlar ve Tanrılar arasındaki güç savaşını konu alır.

10) Exodus: Tanrılar ve Krallar Exodus: Tanrılar ve Krallar, Ridley Scott tarafından yönetilen ve Kitab-ı Mukaddes'ten esinlenen 2014 yapımı bir epik film. Başrollerinde Christian Bale, Joel Edgerton, John Turturro, Aaron Paul, Sigourney Weaver ve Ben Kingsley yer almaktadır. Hz. Musa'nın İsrailoğulları'nı kölelikten kurtarma hikayesidir asıl anlatılan. Firavun Ramses'in şiddetinden kaçmak için, kendisine güvenen 600 bin kişiyle birlikte bin bir türlü engeli aşmaya çalışırlar. Birbirinden güzel 10 filmi sizler için listeledik. Umarım beğenirsiniz. Keyifli seyirler.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bunu da Oku! Dosya konumuz olan “Mitoloji” hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen veya mitoloji içerikli eserler okumak isteyen okurlarımız için “Bunu da oku” dediğimiz kitaplar: KAHRAMANIN SONSUZ YOLCULUĞU / JOSEPH CAMPELL Amerikalı akademisyenin uzmanlık konusu mitoloji. Bu yüzden en bilinen eserlerinden “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” ve “Tanrının Maskeleri (Doğu, Batı, Yaratıcı, İlkel Mitoloji) başta olmak üzere bütün çalışmaları mitoloji hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak için okunabilir. SANATIN MİTOLOJİSİ / İSMAİL GEZGİN Mitoloji sadece hikayeden ibaret değildir. İsmail Gezgin, diğer çalışmalarında da olduğu gibi mitolojiyi arkeolojiyi, sanatı ve tarihi harmanlayarak inceliyor. Mitosların insanlığın ölüm korkusuyla olan ilişkisini, mitolojik efsanelerin kutsal kitaplarda işlenişini ve daha birçok şeyi bir Türk yazarın kaleminden okumak mümkün. VERGİLİUS’UN ÖLÜMÜ / HERMANN BROCH 20.YY’ın en önemli modernist eseri olan kitap Hermann Broch'un da başyapıtı aynı zamanda. Dilimize Ahmet Cemal’in 40 yıllık çalışması sonucu kazandırılan eser Aineias Destanı şairi Vergilius’un son 18 saatini anlatır. Eserde Sezar Agustus ile Aineias Destanı hakkında yaptığı tartışma sanatçının asıl derdinin anlaşılmak olduğunu ortaya koyuyor. Ayrıca roman 3. Kişi ağzından yazılsa da bütün monologlar yazar Vergilius’un dünyasını yansıtır. UYUMSUZ DEFNE KAMAN’IN MACERALARI / BUKET UZUNER Buket Uzuner’in bu dörtlemede en eski Türk inanışlarından şamanlığa dair bazı şeyler bulmak mümkün. Çorum’da Hitit Dönemine ait büyük bir tarihi eserin çalınmasını araştıran Defne Kaman üzerinden şamanlığın yanı sıra Kutadgu Bilig’e de referanslar mevcut. Tabiat dörtlemesinde yazar Türk inanışının temelini oluşturan ‘toprağa, doğaya saygı’ değerlerini bugüne taşıyor. TÜRK MİTOLOJİSİ I. - II. CİLT / PROF. DR. BAHAEDDİN ÖGEL Orta Asya Türk Tarihi konusunda yaptığı araştırmalar ile ülke ve dünya da ismini duyurmayı başaran Prof.Dr.Bahaeddin Ögel’in uzun çalışmaları sonucu meydana getirdiği Türk Mitolojisi kitabı Orta Asya Türk dünyasının bir çok bilinmeyen konusuna ışık tutan bir eser. Eserde Türk yaşamındaki birçok kült, inanış ve yaşamsal olgu geçmişten günümüze inceleniyor.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ADEM AĞABEY

Ogün PEÇENEK Hikaye

Kış mevsiminin yeni yeni kendini hissettirdiği zamanlardı. Pencereden baktığımda dışarıda yağan karı görünce, içimi büyük bir huzur kaplamıştı. En sevdiğim mevsimdi kış. Doğanın beyaza boyanması beni mesrur ederdi. Bugün kitapçı Adem Ağabeyin yanına gideceğim. Her ay yaptığım gibi. Her gün kumbarama attığım birkaç lira ile her ay Adem Ağabeyin yanına uğrar ondan bir kitap alırdım. Bu da beni mutlu eden ayrı bir olaydı. Onunla sohbet etmenin heyecanıyla, hızlı bir şekilde kahvaltı yaptım. Saat on bire yaklaşırken evden çıktım. AlsancakKonak seferli vapura bindim. Adem Ağabeyin yeri Alsancak’ta, Sevgi yolunda idi. Sevgi yolu İzmir’in en güzide kitap satılan yerlerinden biriydi. Sıra sıra kitapçıların olması güzel bir görüntü oluşturuyordu. Sanki sokak ortasına açık ve büyük bir kütüphane kurulmuş gibiydi. Bunun yanı sıra gümüşçüler ve sokak müzisyenleri de sokağa ayrı bir renk katıyordu. Birden fazla kültürün birleştiği yerdi Sevgi Yolu. Vapurdan indikten sonra Adem Ağabeyin yanına gitmek için yürümeye başladım. Sahil kenarı olan Kordon’da hafif rüzgarlı havada yürümek bana iyi gelmişti. Sahilde yürüyen çiftler, simit tezgahları, seyyar çay satıcıları… Sevgi Yoluna girdiğimde Adem ağabeyin kitap dükkanının önünde toplanan kalabalık gözüme çarptı. Hemen oraya hızlıca yöneldim. Yerde yatan oydu. Kalp masajı yapan biri vardı. Vefat etmişti Adem abi. Kimse gözyaşlarına hakim olamamıştı. Daha sonra defnettik onu. Herkesin dertlerini dinlediği, sırlarını paylaştığı, hayattan dersler aldığı Adem abisi yoktu artık.

Eve geldim. Derin bir boşluk… İnsan inanamıyordu. Gerçekten herkes bir bir gidiyordu. Ölüm vardı! Bu en büyük hakikatti. Belki de evrendeki en büyük hakikat. İnsan sevdiğini kaybedince, dünyaya yüklediği anlamlar bir bir ortadan kalkıyordu. Boş bir dünya! Mezarlık. Hakikat. Bu sorular, bu düşünceler kafamda dolanıp duruyordu. Adem Ağabeyin yokluğu büyük bir boşluktu benim için. Onunla tanışma nedenim, dostluğumuz, ağabeyliği, birlikte geçirdiğimiz zamanlar sürekli zihnimde dolaşıyordu. Dört sene öncesiydi. Kitapları çok seven bir dostuma kitap hediye etmek istedim. Benim ise kitaplarla aram yoktu. Bir adam karşıladı beni gülümseyen yüzüyle. Bir sıcaklık, bir dostluk vardı. Kitapçının önünde oturuyordu. Gel evlat dedi. Karşısına oturdum. Tanıştık. İsminin Adem olduğunu öğrenmiştim. Tahminimce ellili yaşlarda idi. Hangi kitabı aradığımı sordu. Bende herhangi güzel bir kitap olabileceğini söyledim. Kitaplara ilgim olmadığını anlamıştı. “Bütün kitaplar güzeldir dedi. Bazıları çok güzeldir bazıları az güzeldir. Sana ne kattığına bağlı. Ama kitaplar mutlaka bir şeyler katar insana. Güzellik katar, ufuk katar, dostluk katar. Kitaplar limandır. Sığınırsın. Kendinden bir şeyler bulursun onda. Yeni bir dünya açar sana. Yeri gelir romandaki kahraman olursun; yeri gelir yazarı olursun. Hiç bitmesin istersin bazen. Burada bitmemeliydi dersin. Kitapların o büyülü dünyasına daldın mı evlat o dünyadan çıkmak istemezsin. Geriye kalan tek şey sevgidir. Kitaplara sevgiyle yaklaşırsan, onlar sana


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

dost olur, arkadaş olur, sevgili olur ve hiç yalnız kalmazsın.” Adem Ağabeyin yüreğinin derinlerinden gelen bu sözler beni fazlasıyla etkilemişti. Kitaplara karşı olan bakışım değişmişti. Onları seveceğimi düşündüm ve kendime de bir kitap alıp onun yanından ayrıldım. İlk romanımı elime aldığımda heyecanlıydım. Yavaş yavaş okumaya başladım ve daha ilk başlarda ayrı bir dünyanın içine girdiğimi fark ettim. Bu bambaşka bir dünya idi. Hayatımdaki boşluğu kitaplar doldurmaya başlıyordu. Üzerinden epey zaman geçmişti. Ben artık kitaplarla bir arkadaş bir dost gibiydim. Kitapçılarda gezmek, kitapların o sihir kokan sayfalarına dokunmak etkileyici bir duyguydu. Yalnız eksik olan bir şey vardı. Kitap sohbeti yapabileceğim biri. Eksiği dolduran Adem ağabeydi. Bir sabah uyanıp kahvaltı ettikten sonra her zaman ki gibi kahvemi yaptım ve kitabımdan yirmi sayfa kadar okudum. Hazırlanıp dışarı çıktım. Sahilde güzel bir deniz havası aldıktan sonra Alsancak limanından Kıbrıs Şehitler caddesine doğru dönen yola girdim. Bu caddenin de kendine özgü bir havası vardı. Uzun bir cadde idi. Her zaman kalabalıklarla dolup taşardı. Kafeler, restarauntlar, kulüpler, kültür ve sanat evleri, kitapçılar, giyim mağazaları, alışveriş merkezleri, sokakta hiç rast gelmediğiniz müzik enstrümanları çalan insanlarıyla zengin bir sokaktı. Bu caddeyi bitirdikten sonra Sevgi Yolu’na doğru yürüdüm. Adem Ağabeyin yanına geldiğimde ilk kez gördüğüm gibi kitapçının önünde oturmuş, kitap okuyordu. Selam verdim. Hoş geldin evlat dedi. Beni tanımıştı herhalde. Hoş bulduk diye cevap verdikten sonra beni hatırladınız mı diye cevap verdim. Evet dedikten sonra kitaplarla aran nasıl diye sordu. İyiyiz dedim. İyice alıştık birbirimize. Ne okuduğunu sordum. Özdemir Asaf diye cevap verdi. Şiir ruhun gıdasıdır evlat dedi. Şiir okuyan insan duygulanır. Bazen hüzünlenir. Bazen mutlu olur. Okuduğun dizeler beni anlatıyor dersin. Benim duygularım dersin. Seni ifade eder şiirler. İçin için yakar. İçini yakar. Gönlünü aydınlatır. Yeri gelir karamsarlığa büründürür. Yeri gelir romantikleştirir. Yeri gelir insana aşık olma isteği katar. Saf değildir şiirler. Duyguları, anlamları vardır. Ruhu vardır kelimelerin. O ruhu olan kelimeler bir bedene aittir. Can bağışlar. Nefes verir. Şiiri tanıtmıştı bana Adem ağabey. Şimdiye kadar hiç şiir okumamış ve hiç şiir yazmamıştım. Denemelerim bile olmamıştı. Şiirleri merak etmiştim. Cemal Süreya ile tanışıp ayrıldım o gün onun yanından. “Üvercinka” ile evin yolunu tutmuştum.

Şiir okumak için aşık olmak gerekiyordu belki de. Şair olmak için de. Yoksa şiir kitapları hep tozlu raflar arasında, kendilerine ait köşelerinde mi kalacaktı? Her yerde şiir olmalı. Duraklarda, afişlerde, kahvehanelerde, kafelerde, çarşıda, dükkanlarda, pazarlarda, seyyar satıcılarda, sloganlarda. Evet bayım sloganlar şiir olmalıydı. Adem Ağabey ile arkadaşlığımız birbirimizi ziyaretlerle, sohbetlerle devam ediyordu. Onunla her sohbetimizden sonra yeni dünyalar keşfediyor, yeni ufuklar açıyordum kendime. Onunla konuştuktan sonra yerimde duramıyor, sürekli bir şeyler yazmak, bir şeyler okumak, dünyaya şekil vermek istiyordum. Evet evet, dünyayı ancak okumakla değiştirebilirdik. Yazmak. Artık okumak yetmiyordu. Yazmak lazımdı. Düşüncelerini ifade etmek… Ne çok şey kazandırmıştı bana. Yine onunla sohbet etmenin, bir şeyler öğrenmenin verdiği heyecanla hızlı bir şekilde kahvaltı yaptım. Saat on bire yaklaşırken evden çıktım. AlsancakKonak seferli vapura bindim. Adem Ağabeyin yeri Alsancak’ta Sevgi yolunda idi. Vapurdan indikten sonra onun yanına gitmek için yürümeye başladım. Sahil kenarı olan Kordon’da hafif rüzgarlı havada yürümek bana iyi gelmişti. Sahilde yürüyen çiftler, simit tezgahları, seyyar çay satıcıları… Sevgi yoluna girdiğimde Adem Ağabeyin kitap dükkanının önünde toplanan kalabalık gözüme çarptı. Hemen oraya hızlıca yöneldim. Yerde yatan oydu. Kalp masajı yapan biri vardı. Adem Abi ölmüştü. Onu son kez görüşümdü bu. Defnettik Adem Ağabeyi sonsuzluğa uğurladık. Uyuyamadım o gece ve nedensizce aklıma ilk tanıştığımız zamanlar yaptığımız şu sohbet geliyordu: İsminin anlamı ne ağabey? İnsan demek evlat… Biliyorsun ilk insan Hz. Adem idi. İlk peygamber. Biliyorum ağabey. Bugünkü insanlar Hz. Adem ve Hz. Havva’dan türeyip çoğalmıştır. İnsan en şerefli mahluktur. Yaratılanların en şereflisi… Ha bir de Adem’in yokluk anlamı da var. Ama hiçbir insan yok olmaz evlat. Onlara ikinci sonsuz bir hayat bahşedilmiştir. Çok ilginçmiş. Kelimeler ağabey. Hepsinin dünyası ayrı… Öyledir evlat. Kelimelerin ruhu vardır. Sen yok olmadın biliyorum abi. Sonsuz olan hayatta tekrar sohbet etmek dileğiyle…


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İTİRAZ nerede durmuşsak orada yitirmiştir soluğunu gölgelerin musahipliğinde geçtiğim

TESLİMİYET

bu asma köprülerin hınç ile adımların kalaslarını

Mutlak kalabalıkların bağıl yalnızlığında

tutsam bu halatı ve dikenlerimi

Ucu usturayla tıraşlanmış arzularımı

küheylanların yelesinden yolarak

Armağan ederken migrenli sokaklara Daha da yaklaşıyorum Simurg'un yoluna

çeksem dirimle şahlanmış gözlerini göğsüme en önce onun sırtında dolaştık yüz yılın bayram yerlerini

Yüzlerce yol kat ettim belki daha fazla Ulaşmak için sessizliğin yankısına Yolun sonunda bulunca bir ayna Sükûtun bayrağına teslim oldu dünya

bedestenden geçmedi o köleler topukları yer yüzü görmüş kadınlar şimdi bir beyaz gömleğin yakasından ayıklanmaktadır ne garip seni böyle sevmiştim

Sema KESER

belki bir itiraz gelir de kalem uçlarından her adımda seslediğimiz taşların notası duyulurdu sazından daha çalışır karıncalar döllemek için reislerin yumurtasını gittin ve ölü karıncalara dayandık dayandık çünkü bir ağustos türküsü beklerdik dudaklarından böyle geçti bir mevsim.

Berkay AVCI


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gayba Hicret IV Öyle güzelsin ki sen “kuş koysunlar yoluna” Varsam yanına da yüz sürsem dergahına Söylesem şiirleri gece den ay sel olsa Şiir sel olup aksa da bana ay sen olsan Okusam heceleri geceden aksa secerem Seni bana yazdırıyor bak aydınlık geceler Karanlıkta kalmıyor mana bak bu gecede Süleyman ayı serdi şiire akıyor bak heceler Yakınlık manasız uzaklık anlamsız sorgular Korkular yağmur gibi kaldı ansızın yolcular Kim yolcu kim hancı, sen bana kalacaksın Kervan gidiyor dörtnala, bu şiiri okuyacaksın Elbet,işte böyle geleceğe şiir maziden atiye Gel mirim otur süleymandan bir dem söyle...

Süleyman ERKUT


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bursa’da Bir Deli Aşk Hikayesi:

DELİ AYTEN Sırdem KEMİKSİZ Tanpınar’ın “Beş Şehir”inde su gibi akıp giden bir şehir Bursa. Osmanlı’ya payitahtlık yapmış, nicelerinin uğrak yeri olan evliyalar şehri. Siz Bursa’yı tarihe tanıklık eden koca çınarları, surları, külliyeleri ve camileri ile tanırsınız daha çok. İskender kebabının başkentidir.En güzel ipekleri hanlarında bulur, düğün alışverişlerinizi Kapalıçarşı’da yapar, yorgunluk kahvenizi aşiyan tadında Kozahan’da yudumlarsınız.Günlük işlerin peşinde hangi duvarın önünden geçtiğinizi bile fark etmezken her ara sokağı bir türbeye, bir anıya çıkar Bursa’nın.Bazen dalar gözlerim o surlara, çeşmelere, kubbelere. Kim bilir hangi acının, hangi sırrın yükü omuzlarındadır onların. Peki ya aşka gelince? Bir tabir vardır burada yaşayan halkın dilinde: “Deli Ayten gibi ne dolaşırsın?” Avare gezen, kendinden bihaber insanlara söylenir bu söz. Belki de ilk kez duydunuz bunu.Gelin bir bakın, kimmiş Deli Ayten? Bursa'nın ünlü Kamberler'inde 1935’te doğup büyümüş ve asıl adı Ayten Şenocak olan Deli Ayten bir roman kızıdır. Sokak sokak dolaşması, Kapalıçarşı esnafıyla diyalogları, kızdığında attığı taşları, çocukların yanaklarından aldığı hınzır makasları ve en çok çantası, tenekeden bozma davulu ve cümbüşüyle bilinir. Ayten, küçükken menenjit hastalığı geçirir ama ilaç bulunamadığı için konuşma engelli olur. 1617 yaşında genç bir adama aşık olur. Kendisinden beş-altı yaş büyük olan Cümbüş Hasan (Bayındıroğlu) da sevmiş Ayten’i ama Ayten’in ailesi, Cümbüş Hasan çok içki içiyor, gece alemlerinde kendini kaybediyor diye kızın sevdiği adama kavuşmasına engel olunca, yanıp tutuşan Ayten, yemeden, içmeden, uykudan kesilmiş.

“Sonunda Hasan’ına kavuştu ama artık çok geçti.” İşte bu dönemde açılıyor gerçeklikle aklı arasındaki mesafe. Her zaman olduğu gibi, tabip tabip dolaşırlar. Sonunda bir doktor, “Sevdiği adama kavuşursa belki düzelir.” diye tavsiyede bulunur ailesine. Ancak kızın bu haline herkes "Sevdadandır, kara sevda çekiyor. Vermezseniz Cümbüş'e iyice gider bu kız" deyince ailesi razı olur. Altı yılın sonunda rıza gösterirler evlenmelerine. Ama iş işten geçmiş, Ayten ile gerçek dünya arasında açılan mesafe bir türlü kapanmak bilmemektedir. Alkolizmin derinliklerinde kaybolan Cümbüş Hasan


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

da evi, Ayten’ini terk edip gider. Başka bir rivayete göreyse aynı sebepten ölür. Ayten de sevdiği adamdan kalan cümbüşü eline alıp, davulu boynuna takar, sokak sokak dolaşıp Hasan’ı arar.Ve öyle bir gün gelip çatar ki, Ayten, 57 yaşında, 12 Mart 1992 günü Kızyakup Mahallesi’ndeki kulübesinde bir başına ölür. Ayten’in heykeli 2009 yılında doğduğu, büyüdüğü ve öldüğü mahalle yıkıldıktan sonra yapılan parka dikilir. Gazeteler bu haberi “ ‘Deli Ayten’ Mahalleye Geri Döndü” başlığıyla verir. Ardından, trajik hikayesi merak uyandıran bu deli aşık kadının yaşam hikayesi Bursa Belediyesinin de katkılarıyla tiyatro sahnesine taşınır. Ayten’in kardeşi Bayram Şenocak’ın bestelediği müziklerle Kamberler’deki günlük yaşamın ve dansın da canladırıldığı müzikal tadındaki bu oyun Ayten’i “Deli” ilan etmekten öteye taşıyıp Bursa’nın ablası, Bursa’nın Ayten’i yapmaya çalışmış bir deli aşkın garipçe hikayesidir. Deli Ayten Heykeli, Bursa


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

EY HABÎB Hāl-i dil-i zār kimseye izah etme ey habîb Geçsin bu vakıt olduğu gibi, dert çekme ey habîb O hicret-i yār ki vuslata bir bahane yok Dönüş yok ki hiç, sadā etme ey habîb Bād-i sabāyı peyām-āver ettim çok sana Meskenim şehr-i şuma, gel bekletme ey habîb Ne iştah-i māl ü menāl ne de çāh-i haşmet Usūl-i visāl-i ma sevdadır, endişe etme ey habîb Kime izah edeyim, ve beni duyan kim Gam-i aşk ü derd-i hicran, anlatma ey habîb Tenha bu leyl-i firakta uyanıp durma Ālem tamam ħābdadır, sen de uyu üzülme ey habîb

Hasan Sayyaf KHAN1 Hindistan

1

Uludağ Üniversitesi, Eski Türk Edebiyatı Anabilim Dalı, Yüksek Lisans öğrencisi.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Meftun(Dem)

Karanlık bir gece Dertli kalem biçare Geçer mi heceler Boğazda düğüm var

Gördüğüm hal bir başka Seven düşermiş aşka Derde vehme kışa An gitti vakit kısa

Kar düşüyor kirpiğe Hüzün peyderpey Yosun tutmuş kelime Affet dedi reis bey

Söz kıza yazılır Söylersin buza Sonrası tuzla buz Keder içe sonsuz

Ağlayan anlar imiş Ağlatan mana kış İş bu ki hal gargış Karanlığa ses alkış

Çalar beste kulağa Akıl gider uzaklara Takılı kalır nota sona Sonra hep bi bekleyiş

Yazım kızımdır Sözüm dizimdir Özüm su şiirdir Gözüm şu nehir

Kimi niye neden niçin Nerede ne halde ne şekil Bu bekleyiş kim için Sahi bu boşluk niçin şimdi

Sekizler de mana Anlamda karalama Görmüşüz de anla Anlatmak ne ki sana

Yunus misali kıssadan hisse Verdin mi buğdayı hey naçar Açar mı kapıyı taptuk emre Süleyman diye gelen nadan

Bana şuna ona şiir Kime yazılır ki şair Kime ne yazar şu bahir Sair örnek olur belki sır

Aslında kim kalır kapıda açar Kapıyı da sitare peki güneş nerde Erenler bağından kaçan üftade Bir süleyman bir fani naçar

Kara kalem açık saz Ak kelam kaçık söz Kırklara nefes raz Göz burada öz

Kaçar gider nefs ile nefes nerede Ölmüşüz ölmeden de mezar nereye Gömün gitsin meftunu makber belde Matem dilde madem lafz dökülsün

Görmedi görüntü Şiirler hep süprüntü Saçma oldu görüldü Sonrası da kördüğüm

Kapansın son perde vefa dilde Veda vakti söz eder vefat beldeye Elde bir kaç şiir uçar kalır göçer diye Söz gider ad kalır şiir nefes sahibine... Süleyman ERKUT


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÜTOPYALAR GÜZELDİR

Tuğçe ERKOL

başladı. Daha sonra Başpiskopos Morton'un sayesinde Oxford Üniversitesi'ne girmeye hak kazandı. Rönesans’tan etkilenmeye başlamasının ardından Antik Yunan ve Latin edebiyatına yoğunlaştı ve yazılar yazmaya başladı. Babasının zoruyla iki yıl sonra Oxford’u bırakarak Londra’ya döndü. Hukuk eğitimini tamamladı ve Londra Barosu’na kayıt olarak çalışmalarına başladı. Eğitiminin ilk yıllarında Canterbury Başpiskoposunun yanındaydı, bu yılların oldukça etkisinde kalmış ve Londra’ya döndükten sonra 15011504 yılları arasında bir rahip olmak için kendisini manastıra kapamıştı. Ancak manastırda olduğu dönemde fikirlerindeki değişmeden dolayı birden siyasete atılmaya karar verdi. 1504’te seçimlere katıldı ve parlamentoya girdi.

Dergide yazmaya başladığım ilk üç ayı birbiriyle bağlantılı olacak şekilde Tudor ailesine ayırmıştım. Önce Shakespeare’nin onlarla olan ilişkisi, ardından VIII. Henry’nin gönül maceralarının edebiyata, sinemaya ve hatta televizyona yansımasından bahsetmiş, son olarak da anneleri farklı olan iki kız kardeşin birbiriyle olan iktidar savaşını yazmıştım. Bu üç yazının sonuncusu dergimizin 2014 Kasım sayısında yayımlanmış. Demek ki ben şimdi 2014 yılında yazdığım Tudorlar’a yeniden selam ediyorum. 1478 yılının 7 Şubat’ında Londra’da doğdu Thomas More. Biz onu dünya edebiyatına bıraktığı Ütopya eseriyle aslında bir türün yaygınlaştırıcısı olmasıyla tanısak da yaşadığı dönemin önde gelen isimlerinden biriydi. Hukukçuydu. Lordlar Kamarası’nın başkanıydı. Dönemin kralının danışmanıydı. Bütün bunların yanı sıra hümanizm ruhuyla yazan bir yazardı. 1490-1492 yılları arasında Canterbury Başpiskoposu John Morton'nun yanında eğitimine

More, parlamentoya girdikten bir yıl sonra fikirlerinden etkilendiği, sohbetinden hoşlandığı John Colet’in kızı Jane Colet ile evlendi. John Colet’in yurt dışında kaldığı dönemde tanışık olduğu Erasmus’la da kayınpederi sayesinde tanıştı ve hayatının sonuna kadar sürecek bir dostluğu kurmuş oldular. Bu dostluk öyle iyi bir derecedeydi ki Erasmus, Rotherdam’dan Londra’ya geldiğinde Thomas’ın evinde kalırdı. Onların dostlukları sadece bununla sınırlı kalmayıp Erasmus’un Deliliğe Övgü eserine de taşındı. Erasmus bu eseri yazmaya karar verdiğinde İtalya’dan Londra’ya doğru at üstünde seyahat ediyordu ve zamanını boş geçirmeyi hiç de istemiyordu. “Bir şeyler yapmaya karar verdiğimden, fakat ciddi bir eser meydana getirmek için uygun durumda bulunmadığımdan, deliliğe bir övgü yazarak neşelenmek istedim. Belki "Hangi Minerva bu garip fikri size ilham etti?" diyeceksiniz önce. Ancak sizi düşünürken, soyadınız Morus, bana Greklerin deliliğe verdikleri Moria adını hatırlattı, bununla birlikte bu ilgi ancak adlar arasındadır ve herkesin onaylayacağı gibi, bu Tanrıçanın etkilerinden pay almış olmaktan pek uzaksınız. Aynı zamanda bu şakanın hoşunuza gideceğini düşündüm. Çünkü Demokritos gibi insan hayatına bakarak güldüğünüzü ve bu gibi şakaları,


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

hoşluktan, nükteden büsbütün yoksun olmadıkları zaman sevdiğinizi bilirim. Eğer yanılmıyorsam bu böyledir. Her ne kadar zekânızın yüksekliği sizi sıradan insanların pek üstüne çıkarıyorsa da, siz herkesin anlayabileceği bir tarzda yazmak ve söylemek yeteneğine sahipsiniz, tabii iyiliğinizden, bunu sık sık yapmaktan da zevk alıyorsunuz. O halde, bu küçük nutku, hem size karşı duygularımın bir belirtisi olarak, hem de koruyuculuğunuza sunduğum, size adamış olduğum için benden çok sizin olan bir eser olarak lütfen kabul ediniz.” Erasmus’un Londra’ya geldikten sonra eserini kaleme alışını değerli çevirmen Ahmet Cemal, eser için yazdığı önsözünde şu şekilde ifade ediyordu: “Deliliğe Övgü (özgün adıyla: Morias enkomion seu laus stultitiae), Erasmus'un canlılığını, geçerliliğini ve çekiciliğini günümüze değin değişmeden koruyabilmiş tek yapıtıdır. Bu küçük kitabın taslağını 1509 yazında, İtalya'dan İngiltere'ye yaptığı yolculuk sırasında çıkaran Erasmus, yazma işini İngiltere'de, dostu Thomas Morus'un evine vardıktan kısa süre sonra gerçekleştirdi; kitabı da Thomas Morus'a adadı. Yapıtını birkaç gün gibi kısacık bir sürede tamamlayan Erasmus, bu arada hiçbir kitaptan yararlanmadı.” Böyle bir dostluk sadece birbirleriyle hoş sohbeti değil, fikir alışverişini de fazlasıyla içeriyordu ki her ikisinin de hümanizm ortak paydasında buluşması bunun en büyük ve en genel örneğidir. Thomas More, hayatını yazılar yazarak, hukukla ilgilenerek ve parlamentodaki işleriyle geçiriyordu. Ancak parlamentoda dönemin iktidarının ortaya attığı fikirlere kesinlikle karşı çıkıyor, onların karşısında ateşli bir muhalif olarak duruyordu. Zaten Thomas More’un da sonunu hazırlayan şey onun muhalif damarı olmuştu. Öyle ki VII. Henry’nin öfkesinden kurtulmak için ülkesinden uzaklaşmış, bir tatil yapmış, VII. Henry’nin ölümü üzerine rahatlıkla ülkesine dönebilmişti. Ama bu dönüş VII. Henry’nin ölümü ardından kral olan VIII. Henry’nin fikirlerine muhalefet etmeyeceği anlamına gelmiyordu. 1510’da yargıçlığa yükselen More, hümanizmi yaşam felsefesine çevirmesinden dolayı yargıçlıkta halk tarafından sevilen bir isim oldu. Yargıcı olduğu davalara sadece bir hukuk adamı

olarak değil; hümanist bir ruhla da yaklaşıyordu ki onun bu tutumu çoğunlukla insanların lehine oluyordu. Ve 1516 yılına geldiğimizde hemen herkesin okumasa da adını bildiği eserini yazar Thomas More: Ütopya. Ütopya türü daha önce Platon’un Devlet ve Yasalar adındaki iki eserinde görülmektedir. Genel olarak Platon’un tasarısı değişmese de yaşlılık döneminde yazdığı Yasalar’da bazı güncellemeler yapmıştır. Düşünürler, içinde yaşadıkları toplumsal düzenin iyileştirilemeyeceğine inandıkları için, gerçekleşme şansı çok fazla olmayan, ideal hatta düşsel bir toplum düzeni tasarlamışlardır. Eğer tasarladıkları bu düşsel dünya gerçekleşirse işte o zaman dünya kurtarılacaktır. Öğrencilik yıllarında Antik Yunan kaynaklarına yönelen More, özellikle Rönesans’la beraber Antik eserlere yeniden yönelmiş ve böylece Platon’u okumuştur ardından da özgün dili Latince olan bu eserinin adını Yunanca iki kelimeyi harmanlayarak oluşturmuştur. Eutopia güzel yer ve outopia hiçbir yer anlamlarına geliyordu. Yani hiçbir yerde olmayan güzel yer. Bizler bugün ütopyanın tanımını yaparken aslında olmayan ve olmayacak olan, tasarlanmış ideal toplum düzeni diyoruz. (Başarılı müzisyen İlhan Mimaroğlu ki kendisi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemi mimarlarından olan Kemaleddin Bey’in oğludur, ütopya için “yokistan” demiş ve Yokistan Tasarısı adında da bir kitap yayımlamıştır. ) Thomas More de 16. yüzyılda kendi ütopyasını yazmış ve şimşekleri üzerine çekmişti. Çünkü ütopyalar, genel olarak baskı altında kalındığında insanlar bir şeyleri rahat söyleyebilsin diye varlar. Dönemi daha rahat eleştirmek için varlar. Dönemin yöneticilerine ben sizi beğenmiyorum; böyle olsa daha güzel olur demek için varlar. Thomas


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

More da kendi Ütopya’sında anlattıklarıyla eleştirilerini gerekli yerlere iletmişti. Thomas More, hiçbir zaman devlete yakın olmak istememişti. Hele ki beğenmediği bir devlet sisteminin içinde çalışmayı hiç istememişti. Bu durum işinden memnun olmayan insanların her gün işe gitmek zorunda olması gibi bir şey. Onun istediği hayat daha sakindi. İlk gençliğinde rahip olmayı düşünüyordu. Ama hayat ilerledikçe o da ilerledi ve VIII. Henry’e oldukça yaklaştı. Ütopya’nın yazıldığı tarihten bir süre sonra onu danışmanı olarak yanına aldı. Ama Thomas More, Henry’nin istediği gibi her şeyi alkışlayacak bir adam değildi. Hele ki Anne Boleyn ile evlenmek için çıkartmaya çalıştığı yasayı alkışlayacak, onaylayacak bir adam asla değildi.

de yemin etmemişti. Bütün bunlar toplanınca hakkında çıkan kararla Londra Kalesi’ne kapatıldı. Kısa bir süre davaları sürdü. Kim ne derse desin VIII. Henry onun hakkında hükmünü kesin olarak vermişti. Karşısında bu kadar güçlü birini istemiyordu. 6 Temmuz 1535’te idam edildi. More, idamı sırasında, bir fırsat bulup ayağa kalkmış ve celladı öpmüş. Onu öpüp yerine yerleşirken de avazınca bağırmış: “Sen ve kral bana en büyük iyiliği beni bu dünyadan uzaklaştırarak yapıyorsunuz!”

Thomas More 57 yıllık kısa sürmüş hayatı boyunca doğru bildiklerini savundu. Batı kültürü Ütopya’nın yayımlanmasından sonra uzun bir süre artık bir tür adı olan ütopya türünde birçok eser verdi. Günümüzde hala daha Cesur Yeni Dünya, More koyu bir Katolik’ti. Oysaki kralın 1984, Hayvanlar Çiftliği, Güneş Ülkesi gibi Protestanlığa doğru ilgisi artmaktaydı. Bu eserler okunuyor, hatta beyaz perdeye ilgi artışı nedeniyle de hali hazırda aktarılıyor. Ütopyanın karşılığı Katolik olan kiliseye karşı da olarak distopyalar yazılıyor ki şu Eutopia güzel yer ve gelmeye başlamıştı. More’un anda sinemadaki filmler ya da outopia hiçbir yer Kral’a doğrudan yaptığı ilk çok satan eserler arasında anlamlarına geliyor. Yani olumsuz eleştirileri bu bunları bol bol görüyoruz: “hiçbir yerde olmayan güzel tutumundan dolayı oluyordu. Suzanne Collins’in Açlık yer.” Bizler bugün ütopyanın Diğer yandan VIII. Henry, karısı Oyunları serisi ya da tanımını yaparken aslında Kraliçe Catherine’den Veronico Roth’un Uyumsuz olmayan ve olmayacak olan boşanmak istiyordu ve Papalık serisi gibi. tasarlanmış ideal toplum buna izin vermiyordu. Bunun Thomas More, öldükten tam düzeni diyoruz. üzerine VIII. Henry de Papalık'a 400 sene sonra, 1935 yılında Papa karşı olarak 1532'de Act of XI. Pius tarafından aziz ilan edildi. Supremacy adlı yasayı çıkarttı. Bu yasaya Oysa insanlar öldükten sonra onları göre kendisini İngiltere Kilisesi'nin başı ilân ediyordu alkışlamanın anlamı neydi ki? Zamanında hak ve ülkesini Katolik dünyadan kopararak Anglikan ettikleri değeri onlara göstermemenin, onları mezhebini kuruyordu. yargılamanın, infaz etmenin anlamı neydi? Batı More ise Anglikanizm’in karşısında duruyordu. Her türlü düşüncesini açıkça yazıyor, Kral’ın bu tavrını eleştiriyor, Katolikliği savunuyordu. Bu iki farklı din görüşü ,neredeyse, yakın iki dost olan Kral ile More’un arasını iyice gerdi, öyle ki 1531’de Kral’a bağlılık yemini etmeyi reddedince ipler gerginliğe dayanamadı ve koptu. 1532’de görevinden istifa etti. 1533’de nihayet kraliçe olmayı başarabilen zoraki Kraliçe Anne Boleyn’in taç giyme törenine katılmayı reddetti. Zaten Kral’ın çıkardığı yasayı tanıdığına dair

medeniyeti diye alkış tuttuğumuz adamların bu huyunu da almışız. Zamanında değer vermeyip yakıp Temmuz ayında yaslarını tuttuğumuz 35 kişi gibi. Öyle ya internette en çok paylaşılan alıntılar onlara ait değil mi? “Bir vapur dumanıyla, Sanki gelecek gibi. Bir gün gelecek elbet… Ütopyalar güzeldir!” Ferhan Şensoy


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BAHANE

Diller yarı sayıklar Leyla dilde bahane Eller dilleri arar Tenler tende bahane Yollar çıkar dildare Adımlar hep bahane Akar yaşlar dillerden Gözler dile bahane Diler seni dillerim Yazar seni ellerim Her dem seni söylerim Şiirler hep bahane İnsan dediğin dildir Dil dediğin insandır Gayrısı hep yalandır Dünya döner bahane

SERHAN DEMİR


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

MUAZZEZ İLMİYE ÇIĞ / UYGARLIĞIN KÖKENİ SÜMERLİLER -1 “Son Sümer Kraliçesi” ile yazının mucidi Sümerliler’e ve onların mitolojilerine dair ne varsa öğrenmek için bu kitapla başlayabilirsiniz. Okudukça merakınız artacak ve bize ezberletilmişin dışında tarihin,mitolojinin nasıl müthiş bir evren olduğunu göreceksiniz. Kadın hakları,tarihte ilk rüşvet,Sümer Tufanı, entrikalar,medeniyet nereden nasıl geldi… Hepsini Muazzez İlmiye Çığ’ın Sümerler hakkında yaptığı eşsiz çalışmalarda bulmak mümkün.

BEHÇET NECATİGİL / 100 SORUDA MİTOLOGYA Sanatın kökenini mitoloji oluşturur. Sanatla iç içe her toplumun da kendi coğrafyasına adapte edilmiş mitolojisi vardır. Gerçek Yayınevi’nin ‘100 Soruda Serisi’ bünyesinde çıkarttığı kitaplara Behçet Necatigil de “100 Soruda Mitologya” ile destek vermiş. Şair sanata ilham veren Yunan Mitolojisini ‘’Mitos ve Mitologya Nedir ?’’ ‘’ Yunan Mitologyasına Göre Evren Nasıl Yaratıldı’’ ‘’Orphik Nedir, Mysteria nedir?’’ gibi 100 soruyla eksiksiz bir şekilde anlatmış.

WİLLİAM F. McCants / KÜLTÜR MİTLERİ ‘’Bir Tanrı insanlara kültürü indirir ya da onun nasıl kullanılacağını öğretir.’’ (s.28) Mitoloji sadece Yunan ve Roma’dan ibaretmiş gibi davranılır çoğu zaman. Özellikle Müslüman toplumların mitolojisi geri planda kalmıştır. McCants, kültürün nasıl oluştuğu sorusunun cevabını Müslüman toplumlar üzerinden irdeliyor. Kendinden önceki medeniyetlerle nasıl bir ilişkileri vardı ? Kültür insanların yaratımı mıydı yoksa Tanrı tarafından mı öğretildi ? Bu gibi merak uyandıran konuları Sümerlerden İslamiyet’e kadar uzanan çizgide kutsal kitaplardan (Kitab-ı Mukaddes) hareketle irdeliyor.


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ

AHMET HAMDİ TANPINAR / AYDAKİ KADIN Tanpınar’ın son romanı Aydaki Kadın. Daha doğrusu tamamlanamamış son romanı. Yazarın tamamlamaya ömrü vefa etmediği bu eserini müsveddeler arasından Güler Güven tek tek bir araya getirmiş ve yayına hazırlamış. Yarım bir eser olduğu için iç kısımlarda bazı eksiklikler mevcut ama yayına hazırlayan Güler Güven o kadar titiz bir çalışmayla derlemiş ki bu kitabı, hiç eksikliğini hissettirmiyor parçaların. Romanın ilk cümlesini okuduğumuzda o muazzam Tanpınar tadını aldıyoruz. Başkahraman Selim'de, Huzur'un Mümtaz'ının ruhunu hissediyoruz: "Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye oradan dünyaya gireceğim." İstanbul'un, Boğaz'ın tasvirleriyle bir dönemin de "ayna"sı olan bu aşk romanında altını çizdiğim etkili çok cümle var. Okuyup uzaklara daldıran cümleler...

FRANZ KAFKA / AFORİZMALAR "Kafesin biri kuş aramaya çıktı." Kafka'nın 1917-18 yıllarında kaleme aldığı düşünceleri derlemiş Ferit Edgü. Kafka yalın, süssüz, doğal anlatımıyla inanca, varlığa, ilahi güce, ruha dair hislerini düşüncelerini dile getiriyor bu kitapta. Romanlarında ve öykülerinde kurtuluşun mücadelesini veren ama kurtulamayan insanın kurtuluşunu Tanrı'ya bağlıyor buradaki cümlelerinde. Çok da inançlı biri olarak belirtilemeyecek olan Kafka’nın bu davranışını Ferit Edgü "Kafka kendini aldatmadan inanacağı bir Tanrı arayışı içindeydi" şeklinde izah ediyor. Bu bir özlü sözler kitabı olarak algılanmamalı. Bir çırpıda "okudum bitti" denmemeli. Kafka'nın manevi değerler ve umut taşıyan bu önemli cümleleri, üzerinde saatlerce düşünmeyi gerektiriyor aslında...

CAHİT ZARİFOĞLU / YAŞAMAK Eşi Berat Hanım, Cahit Zarifoğlu'nu okumaya ilk hangi kitapla başlamanın doğru olacağı sorusuna "Yaşamak kitabıyla” cevabını verir. Çünkü bu kitap Zarifoğlu'nun zarif duyuș ve düşünüș yaşamından bir parça. "Ne çok acı var" diyerek başlanan bu günlük - anı kitabının en zor yanı kronolojik olmaması. Kendinizi bir an 1979'un Sarıkamış'ında, bir an 1969'un İstanbul'unda bulabilirsiniz. Bir diğer zorluğu da üslup. Şiir üslubunu düz yazısına aktaran Zarifoğlu'nun sembollerle süslü sözlerinin derinliklerinde kaybolup soru işaretleriyle çıkabilir zihniniz. Yine de ruhunuzda beliren hissin dudaklarınıza yayılan tebessümünü hissedersiniz fark etmeden... Babasını, Necip Fazıl ile tanıșmasını ve daha nice önemli anlarını, anılarını okuyoruz kitapta...


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ŞEHİR Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey ummaÖmrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de. Konstantinos Kavafis ( Çeviren: Cevat Çapan )


“Ne bu gürültü, bu oyunlar Ne bu saygısızlık burada, Dionysos’un çok gümbürtülü sunağında? Bak Bakhos benim: ben söylerim (nasıl) çığlık atılacağını, haykırılacağını, Dağlar üzerinden kanatlanarak güzel su perileriyle” PRAİNTAS

Fotoğraf Aybige Akdağ Efes, İzmir


Temmuz-Ağustos’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.