İNCİR ÇEKİRDEĞİ DERGİSİ SAYI: 36

Page 1

Yıl: 3 Sayı: 36 Eylül-Ekim 2017

Ahmed PAŞA


İÇİNDEKİLER Havadis Boğaziçi Mehtapları’ndan İstanbul Geceleri’ne / Ayşe Bengisu AKDAĞ Güzelsin Hayat – Şiir / Sema KESER Güzel Olurdu – Şiir / Sema KESER Medine’m – Şiir / Süleyman ERKUT Beş Duyumla Sevdim Seni – Şiir / Muharrem KAPLAN Mitoloji Pusulası – Oğuz Kağan / Busenur ASLAN Belki Bir Mektup – Şiir / Önder ÖZTÜRK DOSYA: ŞAİR AHMED PAŞA Bursalı Ahmed Paşa / Ayşe Bengisu AKDAĞ Ahmed Paşa ve Cinsel Yönelimi Meselesi / Mehmet ALTINOVA Bir Latîfe / Latîfî Tezkiresi’nden Kerem Et Ey Sultânım / Sırdem KEMİKSİZ Bunu da Oku: Ahmed Paşa ve Eski Türk Edebiyatı Ahmed Paşa’nın, Balıkçı Kerim ile Harun Reşit Hikayesinde Geçen Beyti Üzerine Birkaç Söz / Beyza ÖZKAN Klasik Türk Edebiyatında Çocuk / MEHMET ALTINOVA Mehmetçik – Şiir / Ömer Ekinci MİCİNGİRT Hoşgörülü Zihin: Desideraus Erasmus / Işık Selin ORHUNTAŞ Ahilik ve Menkıbevî Kişiliğiyle Ahi Evran / Uğur KAYA

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İçindekiler

Yeni Hayat’ın İçinden Verilen Pozun İki Kahramanı: İsmet Özel ve Orhan Pamuk / Beyza ÖZKAN Sararan Çalkantı – Şiir / Muhammed Münzevî Ruh u Revan – Şiir / Süleyman ERKUT Türklerin Kadim Kitabı: Ulu Han Ata Bitiği / Cengiz GÜLER Hareket – Şiir / Sema KESER Aniden – Şiir / Sema KESER Kezâlik – Şiir / Hasan Sayyaf KHAN Bir Kültür Ağacı: Ahmet Kutsi Tecer / Tuğçe ERKOL Kürkçü Dükkanım: Riga / Kübra TARAKÇI Arka KAPAK / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ “İnsan ve Deniz” – Şiir / Charles Baudelaire Fotoğraf / Aybige AKDAĞ


incir

Sırdem Kemiksiz

çekirdeği

Yazı İşleri Müdürü

Genel Yayın Yönetmeni

“Sipîde-dem ki kadem bastı bağa bâd-ı hazan Döşedi atlas-ı zer-befı ayağına bostan

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Ekibi Sırdem Kemiksiz Sultan Demir Kübra Tarakçı

Editör Ekibi Mehmet Altınova Işık Selin Orhuntaş Tuğçe Erkol

Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Cengiz Güler Hatice Türk Hasan Sayyaf Khan Hilal Akarslan Muhammed Münzevî Muharrem Kaplan Önder Öztürk Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Uğur Kaya

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Konuldu san per-i tavus içinde âyine Çemende berg-i hazân içre havz-ı şadırvan”

Ahmed Paşa Merhaba sevgili okur. Eski Türk Edebiyatı aşığı biri olarak sizlerle yine böyle güzel bir sayıda, üstelik edebiyatın mevsimi “bâd-ı hazan”da yeniden bir arada olduğumuz için çok mutluyum.Bu sayımız hem içeriği hem de yenilenen tasarımı itibariyle dört gözle beklediğimiz bir sayı oldu. Umuyorum ki heyecanımızı ve edebiyat tutkumuzu sizlere sınırsız aktarabileceğimiz güzel bir sayı olmuştur. Bu ayki içeriğimizi takdim etmeden önce henüz öğrencilik yıllarımızda kalemlerimiz titreyerek başladığımız bu yolda ilk sayıdan bu yana her sayımızı büyük bir merakla ve coşkuyla takip eden okuyucumuza yine minnetlerimi ve teşekkürlerimi sunarım. Gelelim yeni sayımızın içeriğine… Bu ay dosya konumuzu 15. Yüzyıla usta şairliği kadar kişiliği ve sürgünü ile de damga vuran “Ahmed Paşa” olarak belirledik. Bu bağlamda bendeniz sizlere “Kerem Et Ey Sultanım” başlıklı yazımla onun saraydan sürgün edilişini ve aman dileyişini ele almaya çalıştım. Bunun yanında Mehmet Altınova sizlere Ahmet Paşa’nın sürgününe neden olan sebebi psikolojik temeller ve tipolojik bağlamda “Ahmed Paşa’nın Cinsellik Meselesi” bakımından ele aldı. Ahmed Paşa üzerine çalışmalar “Bunu da Oku” köşemizde sizleri beklerken Beyza Özkan ise Ahmet Paşa ve Binbir Gece Masalları arasındaki ilişkiyi anlattı. Yine dosya konumuzun muhtevasıyla yakın olarak Mehmet Altınova sizlere “Divan Edebiyatında Çocuk” başlıklı yazısıyla Klasik Türk Edebiyatı’ndaki çocuğa olan bakış açısını da anlatmaya çalıştı. Dosya konumuzun dışında, Busenur Aslan “Oğuz Kağan” yazı serisinin 3. Bölümüyle karşınızda. Gezginimiz Kübra Tarakçı’ya gelince: O hayallerinin ve gerçeklerinin peşinde koşarken yine kendini Riga’da buluverdi. Maceraları okunmak için sabırsızlıkla bekliyor… Ayşe Bengisu Akdağ ise edebiyatımızın önemli şehri İstanbul’u Samiha Ayverdi ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın eserlerinin izinden tahlil ediyor. Işık Selin Orhuntaş dünya edebiyatına Desideraus Erasmus ile değinirken, Tuğçe Erkol da Ahmet Kutsi Tecer’in kültür hayatımızdaki önemini sizlere anlatıyor. Dergimizin yeni kalemlerinden Uğur Kaya ve Cengiz Güler ise bizleri yüzyıllar öncesine götürüyor. Ve tabii ki dergimizin sevgili şairleri Sema Keser, Süleyman Erkut ve Muhammed Yıldırım’ın birbirinden güzel şiirleri, ay da sizlerle. Her ay edebiyat, kültür sanat dünyasında “Neler oldu, hangi ödüller alındı?” sorularının cevabı “Havadis” köşemizde. Aynı zamanda bu ay hangi kitabı okumalıyım diye düşünmek istemiyorsanız “Arka Kapak” sizler için müthiş bir çözüm olacaktır. Sonbaharınız kendi yapraklarınızı dökmeden, göğe ümitle savrulduğunuz umut dolu anlar yaşatsın sizlere. Keyifli okumalar diliyorum. Bir dahaki sayıya dek sağlıcakla kalın…


havâdis MUZAFFER İZGÜ HAYATINI KAYBETTİ

29 Ekim 1933 günü Adana’da dünyaya gelen Muzaffer İzgü 26 Ağustos 2017 günü hayata veda etti. Bir süredir hasta olan usta yazar Bulaşıkçılıktan garsonluğa ve sonunda Türkçe öğretmenliğine uzanan zorlu bir hayat mücadelesi veren Muzaffer İzgü, İzmir'de hayatını kaybetti. Muzaffer İzgü hastanede yattığı dönemde, öldükten sonra kendisi için “Muzaffer İzgü doğdu, okudu, düşler kurdu, yazdı ve gitti” denilmesini istemişti. İlk yazılarını 1959’da yazmaya başlayan İzgü’nün, Bilgi Yayınevi tarafından 42 roman ve öykü kitabı, 73 çocuk kitabı yayımlandı.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Havâdis

ORHAN VELİ VE TANPINAR’IN İZİNDE TİYATRO

Devlet Tiyatroları Genel Müdürü Nejat Birecik, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Orhan Veli Kanık'ın bir dönem yazılarını yazdıkları Ulus'taki tarihi Evkaf Apartmanı'nda okuma tiyatroları ve şiir günleri düzenleneceğini ifade etti. Birecik, okuma tiyatrolarının ilk kez sistemli bir hale dönüştürüleceğini aktararak sahneye uyarlanacak edebi eser ve romanların öncelikle okuma tiyatrosunda alt yapısının oluşturulmasının oyunun başarısı açısından da önemli olduğunu belirtti. Geçmişi 1930'lu yıllara uzanan binanın DT tarafından kullanılmadan önce Evkaf Apartmanı olduğunu ve bu dönemde Ahmet Hamdi Tanpınar ile Orhan Veli Kanık'ın burada yaşadığını anlatan Birecik, "Tanpınar'ın yaşadığı odayı tespit etmeye çalışıyoruz. O odada tiyatro okumaları, okuma tiyatrosu ve edebiyat söyleşileri yapmak istiyoruz. Orhan Veli Kanık da burada yaşamış. Onun odasında da şiir günleri yapmak istiyoruz. Tanpınar'ın çalışma odasının nerede olduğunun temelini oluşturursak temsili bir odayı seçeceğiz” şeklinde açıklamalarda bulundu.


“DAHA” FİLMİ ULUSLARARASI FESTİVALDE

ASLI ERDOĞAN’A ÖNEMLİ ÖDÜL

Hakan Günday’ın romanından uyarlanan “DAHA” filmi 52. Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde yarışıyor. Onur Saylak’ın ilk kez yönetmenlik koltuğuna oturduğu film uyarlamasıyla Avrupa’nın en eski ve önemli festivallerinden Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde izleyicilerin karşısına çıktı. Kaçak göçmenler üzerinden bir insanlık dramını anlattığı romanıyla hem Türk hem de yabancı okurların beğenisini kazanan “DAHA” romanı, film uyarlamasıyla dünya prömiyerini Karlovy Vary Uluslararası Film Festivali’nde yaptı ve izleyicilerden tam not aldı.

AnStifter Derneği tarafından verilen Stuttgart Barış Ödülü’nün, bu yıl Türkiye’de ifade ve basın özgürlüğü için verdiği mücadele dolayısıyla Aslı Erdoğan’a verileceği duyuruldu. AnStifter Derneği 2003 yılından bu yana her yıl barış, eşitlik ve dayanışma için özel bir mücadele yürüten insanlara ödül veriyor. 5 bin Euro’luk ödül, aralık ayında düzenlenen bir törenle verilecek.

KÜRK MANTOLU MADONNA TİYATRO SAHNESİ’NDE ‘İsimsiz Yıldız’ adlı oyunla yapımcılığa adım atan Tuba Ünsal, Sabahattin Ali’nin ünlü romanı ‘Kürk Mantolu Madonna’yı sahneye taşımaya hazırlanıyor. Sabahattin Ali’nin ünlü romanı “Kürk Mantolu Madonna”yı tiyatroya uyarlayan Tuba Ünsal, ekim ayında Türkiye’de sahneleyeceği oyunla ocakta Avrupa turnesine çıkacak Sekiz aydır üzerinde çalıştığı oyunda prova aşamasına gelen ünlü oyuncu, ortak yapımcı Nisan Ceren Göknel ile gittikleri Edinburg Fringe Tiyatro Festivali’nde oyunun yurtdışında da sahnelenmesi için girişimlerde bulundu.

KOSOVA’DA 8. ULUSLARARASI KİTAP FUARI Kosova'da bu yıl 8'incisi düzenlenen Uluslararası Kitap Fuarı'na ilgi her geçen yıl artıyor. Prizren'deki Kültür ve Sosyal Araştırma Enstitüsü tarafından bu yıl 8'incisi düzenlenen Uluslararası Kitap Fuarı başladı. Kitap fuarına Prizrenliler ilgi yoğun gösteriyor. Prizren'deki Akdere kıyısına kurulan fuarda başta Kosova olmak üzere dünyanın da birçok ülkesinin yanı sıra Türkiye'deki basım evleri de katılıyor. 1 hafta açık kalacak fuarda Arnavutça, Türkçe, Sırpça, Boşnakça ve İngiliz dillerinde kitaplar satılıyor. Fuarda; edebiyat, çocuk, bilim, tarih gibi değişik dallarda eserler yer alıyor.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Havâdis


Boğaziçi Mehtaplarından İstanbul Gecelerine Ayşe Bengisu AKDAĞ İstanbul'u daha önce Beş Şehir ile Tanpınar'dan, Boğaziçi Mehtapları ile Abdülhak Şinasi Hisar'dan okumuş olanların denk geldiği bir kitap da İstanbul Geceleri’dir muhakkak. Bu isimlerin ortak yanı İstanbul'u medeniyetiyle, musikisiyle, ahengiyle, ruhaniliği ile idrak eden ve yansıtan isimler olmaları. İki İstanbul aşığından on yıl arayla yayınlanan iki ayrı İstanbul manzarası. 1942’de Abdülhak Şinasi’nin kaleminden dökülür “Boğaziçi Mehtapları”. 1952’de ise Sâmiha Ayverdi ile dile gelir “İstanbul Geceleri”. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Yüzyıllar boyunca pek çok şair, pek çok yazar, sanat ve fikir adamı anlattı “Eski İstanbul”u. İstanbul bitmedi. Her satırda, her sayfada yeni bir ruh buldu. Şimdilerde “Eski İstanbul” dediğimiz İstanbul, eski zamanlarında da birileri için yeniydi ve onlar da daha eski İstanbul’un özleminde ve arayışındaydı. İşte bu özlemi duyanlardan biriydi Abdülhak Şinasi Hisar. 1887’de doğan, çocukluğu, İstanbul’u İstanbul yapan, Tanzimat dönemi edebiyatımızın gözde mekanları olan olan Rumeli Hisarı, Büyükada ve Çamlıca’da geçen, 1898’de Galata Sultanisi’ne giren Abdülhak Şinasi Hisar, romanlarında Rumelihisarı,


vaadiyle kaplar. Her şey kolaylaşmaya, revanlaşmaya başlar...” Toplanış bölümünde Boğaziçi sakinlerinin bir araya gelişleri, mehtap alaylarının nasıl hazırlandığı, gece sefalarında yaptıkları, toplanmaları, nasıl safha safha büyüyüp şekillendiği tasvir edilir. Bu bölümde anlatıldığına göre Boğaziçi’nde oturanlar akşamları kayıklarıyla boğazda gezintiye çıkarlar, yan yana gelen sandaldakiler sohbet ederler. Kalender’den başlayıp İstinye önlerine oradan Kanlıca Koyu’na ve Bebek’e kıyılar, yalılar önünden geçit yaparak uzanan musiki ve ay ışığının iç içe olduğu mehtap âlemi burada bütün şaşaası ile canlandırılmaktadır.

Büyükada, Çamlıca üçgeninde varlıklı, gününü gün eden, sorunsuz insanların yaşamlarını yansıtan Hisar, bu manzaraların kendi ruhunda bıraktığı etkileri de deneme-anı kitaplarında kaleme aldı. Bunun en önemli örneği olan eseri de şüphesiz Boğaziçi Mehtapları’ydı. Boğaziçi Mehtapları’nın bölüm başlıklarına bakmak bile içindeki ruh hakkında bilgi edinmek konusunda kâfi. Eser, “Hazırlanış”, “Toplanış”, “Musiki Faslı”, “Sükût Faslı”, “Aşk Faslı”, “Dağılış ve Hatırlayış” olmak üzere yedi ana bölümden oluşuyor. Her bölüm de kendi içinde dört alt bölümden oluşmakta. Yazar, “Hazırlanış” bölümünde okuyucuları Boğaziçi medeniyetine “hazırlar” adeta. Boğaziçi’nin genel tasviri yapılır, mekân tanıtılır. Bu bölüm Boğaziçi Medeniyeti, Tabiat Sevgisi, Musiki İptilası gibi alt başlıklardan oluşur. Bu fasılda yazar insanın hayatında iki ayrılmaz temel olarak tabiat ve musiki zevkinin tuttuğu yeri gösterir: “Her sene yalıya dönünce baharın genç tenli, uzun boylu, mavimtırak günlerine kavuşurduk. Hayat sanki yeniden doğar, ağaçlar yeşillenir, beyaz ve pembe çiçeklerini ve erguvanlar da lalden alevlerini açarlar. Çiçek kokularıyla dolgunlaşan hava gönlümüzü bir saadet

Musiki Faslı bölümü de Saz Fasılları, Hanende Sesleri gibi bölümlerden oluşur. Boğaziçi’nin vazgeçilmez musiki toplanmalarından insanların bir araya gelerek düzenlediği musiki eğlencelerinden bahsedilir. Sükût Faslı’nda ise musikiye ara verilen dinlenme anlarında Boğaziçi’nin insanda adeta başka bir musikiymiş hissini uyandıran kendisine mahsus tatlı, sessizlik atmosferi ve “Boğaziçi Cenneti” diye adlandırdığı mehtap altında Boğaziçi’nin insana ürperti veren güzellikleriyle muhteşem dekoru ve ona ayrıca bir mana katan yalıların, görünüşlerine göre bir bir yorumdan geçirilerek bir şahsiyet gibi hüviyetlendirilişi şiir gibi ifade edilir. “Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmıştır ki bazen ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hemen daimî iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi...”

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Sonraki bölüm de “Aşk Faslı”dır. Bu fasılda konuşan mehtabın pırıltıları içinde geceye mahsus giyim ve süsleriyle bir kat daha güzelleşen ve sadece bu mehtap alemlerine tanınmış hoşgörürlükle büyük sandal kafilesinin akışı sırasında kendilerine yakınlaşmak, göz göze gelmek mümkün olan kadın çehreleri karşısında musikinin davet ettiği aşk haletidir. Ancak bu güzellikler kalıcı değildir. Sırada her şeyin kaybolmaya gittiği “Dağılış” faslı vardır. Sonunda Boğaziçi’nin o eski gecelerinde bütün bu yaşananları bekleyen kaçınılmaz son buluş ve yok oluş anlatılmaktadır. Bu fasıl kaybolan mutlu bir geçmişe mersiyedir. Burada Boğaziçi insanı ile hep birlikte yaşadığı mehtap gecelerinde bir devrin bir daha gelmemek üzere kapanmakta ve bir daha kendilerine gelmemek üzere olduğunun farkına varamayışlarının esefleri konuşur. “Fanilikler” ve “Sönüş”ü takip eden “Ayrılık” kısmının anlattığı Boğaziçi’nin mehtaplı suları üzerinde saatler boyu dolaşmaktan sonra saz seslerinin susup yorgun sandal kafilesinin dağılışında her defasındakilerden biri olmak yerine aslında artık bir daha tekrarlanmamak üzere son dağılış ve bitişin bütün bir ima ve işareti vardır. Faslın “Unutuluş” adlı son kısmı geçmişteki hayatımızın yazıya ve sanata aksetmemiş oluşu ile en güzel nice taraflarımızın unutulmuşluğa düşmesinin acı ve toplu bir muhasebesini getirir. Esere son veren “Hatırlayış” faslı, bütünü ile bir milli mazi felsefesi, bir hatıralar estetiğidir. Bu son fasıl Boğaziçi Mehtabı’na ait düşünceleri ve yazılmasının gayesini ortaya çıkarır. Bu fasılda Boğaziçi’nin unutulup hatıraların yok olmasını önleme esas amaçtır. Burada eser artık bütünü ile geçmişimizin milli hafızada yeri ve korunması üzerinde bir düşünce sistemi çapına yükselir. Abdülhak Şinasi Hisar, eski Türk cemiyetinin Boğaziçi’ndeki huzurlu ve güzelliklerle dolu hayatını hatıraları ile yaşatabilmek için yaptığı işi, insan yaşayışında belirli bir gelişme ve ilerlemelere bir defa erişildikten sonra hatıralarının zamanla İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

unutulup silinmelerine kayıtsız kalmak yerine mana ve değerlerini anlayıp korumaya çalışmanın bir medeniyet gereği ve gayesi olduğu düşüncesine bağlar. Vedat Günyol, “Geçmişe Konan Bellek” başlıklı makalesinde Hisar’ın geçmişten aktarmak istediğinin yaşanılmış bir hayat değil, yaşamın kendisi olduğunu söyler. Bu yüzden yazar yaşamın olaylarından çok, yaşamın kendini anlatmaya yaşamın “büründüğü şekilleri ve gösterdiği tecelliler”i vermeye çabalar. Boğaziçi Mehtapları, yaşanılmış yaşamın, ayrıca doğanın aynası olmak savında. Ancak Hisar’ın bu yapıtında kaleme aldığı anıları özel kılan, esas olarak fasıllarla düzenleyiş biçimi ve edebî anlatış tarzıdır. İstanbul’u, A. Şinasi Hisar gibi duyan, hisseden, ona bir başka pencereden bakan bir diğer isim de şüphesiz Samiha Ayverdi’dir İstanbul'u; güzel Türkçesi, edebî dili, akıcı üslubuyla deneme tarzında kaleme alan kitaplardan biri de ona ait. İstanbul'u daha önce Beş Şehir ile Tanpınar'dan, Boğaziçi Mehtapları


ile Abdülhak Şinasi Hisar'dan okumuş olanların denk geldiği bir kitaptır muhakkak. Bu isimlerin ortak yanı İstanbul'u medeniyetiyle, musikisiyle, ahengiyle, ruhaniliği ile idrak eden ve yansıtan isimler olmaları. Bu yazıda Hisar ile Ayverdi’yi bir karşılaştırma denemesi ile ele almanın sebebi de bu esasında. [Tanpınar’ı bu ikiliye dahil edemedim zîra Beş Şehir’in İstanbul’u ve Tanpınar başlı başına bir makale konusu :) ] Bu kitapta İstanbul, semtleriyle tek tek başlıklar halinde yer alıyor. Nihad Sami Banarlı önsözde "İstanbul mevzûunda yazılmış mensur bir sohbet kitabı" diyor. Yazarın İbrahim Efendi Konağı romanının denemeye dökülmüş hali de diyebiliriz belki. Her kelimesinden her satırından müthiş bir İstanbul aşığı olduğu öyle anlaşılıyor ki Ayverdi'nin... “Geceler... dedim; İstanbul geceleri... Gündüzleri de söylesem, hatta buna, gecelerin ve gündüzleri teknesinde yoğrulup şekillenmiş içimizin sesinden ve nefesinden de bir tutam katsam günah mı olur? Amma Asya ile Avrupa'nın ortasında boşluğa kurulmuş muazzam bir örümcek ağı gibi, her telini bir kıt'aya iliştirmiș olan bir şehrin manevi fezasında dolaşmak, onun kıldan ince tellerini koparmadan, örselemeden bir taraftan öbür tarafa geçmek mahareti nerede?” İstanbul’da doğan, orada yaşayan -orayı yaşayan- ve tarihiyle, kültürüyle, mimarisiyle, her yönüyle şehri çok iyi tanıyan, çok seven Samiha Ayverdi’nin niyeti İstanbul’u anlatmak, yaşatmaktır. Her semtinde, her sokağında geçmiş bir adet, kaybolmuş bir an’ane, göçmüş bir nizam barındıran İstanbul, yazar için ayrı muhafaza etmemiz gereken unsurların yansıması açısından ayrı bir önem taşır. Sonuç olarak, Abdülhak Şinasi Hisar’ın İstanbul’un eski semtlerinde ve Adalarda geçirdiği çocukluğundan esinlenerek yazdığı anı niteliği taşıyan “Boğaziçi Mehtapları” da Ayverdi’nin “İstanbul Geceleri” de geleneksel üslûbun özelliklerini paylaşmaktadır. Hisar’ın anı yazılarında ve özellikle bu yazılardaki doğa betimlemelerinde Divan edebiyatın etkisi de görülmektedir. Bu anlamda, Ayverdi’nin ve

Hisar’ın anılarında çizdiği idealleştirilmiş, kişileştirilmiş, her zaman üstün niteliklere sahip ve bir simge hâlinde olan doğa manzaraları, insan merkezli modern edebiyatın betimleme tarzına değil, Divan şiirinde görülen idealist dünya görüşüne uygun görülür. Hisar, eski İstanbul’un neşe, keyif ve romantik ânlarını hatırlatırken, Ayverdi eski İstanbul’un muhafaza ettiği kültürü, görgüyü, öz kimliğimizi hatırlatır ve arar. Fethedildiği dönemden itibaren toplumumuzu siyasi, sosyal her yönden şekillendiren İstanbul; A. Şinasi Hisar ve Samiha Ayverdi örneğinde olduğu gibi, kültür ve edebiyat dünyamıza da her daim yön verdi, veriyor, verecek ve herkes kendi “eski” İstanbul’unun peşinden gidecek.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Güzelsin Hayat Sema KESER

Ağlamak gibi güzelsin hayat Sinema önlerindeki kestaneciler gibi Bir kebapçıda yıllanan bir fotoğraf gibi Akarsulara koşan sazlıklar gibisin hayat

Bir ninni gibisin hayat Akşam beş zili kadar özgürsün Yastık altına saklanmış bir altınsın Bir simidin susamı gibisin hayat

Bir baharın nane kokusunun Poşetinde ciklet taşıyıp Mesafelerden korkmayan Misafir gibi yarınsızsın hayat

Güzel Olurdu Sema KESER Ama güzel olurdu değil mi Akşam vapuruyla Kadıköy'e geçip Haydar'ın özleminden öpmek Cahil düşlere dalgaları davet edip Düşünceleri uçurtma yapmak Sanki her şey güzelmiş gibi

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


Medine’m Aşk ile doldum Şiire koyuldum Beni benden aldın Seni sana bırakmam

Beş Duyumla Sevdim Seni

Uykuya daldım Aşkınla yandım Medine’m Medine’m Ey beratım hediyem

Vakit akşamüzeri

Gün doğdu gül Sen oldun sümbül Çiçek çiçek şiir şiir Aşk bahçem Medine’m Açtı bahçede Laleler ve goncalar Seninle uzun uzun yollar Yıllar aylar gün ve seneler var Gel gel ey yar Gel de aksın pınar Aşka dair elde ne var Bir sen bir de papatyalar Gönül evim canım Aşkım benim kalemim Mekke’m hicretim suyum Yolum kolum sonum Medine’m

Dönüyor son kuşlar da Yuvalarına, kanatları ıslak Kurulmuşum koltuğuma Elimde kitap Peteğim sıcak Çayım sıcak Yüzümde hafif bir tebessüm kulağımda kedimin mırıltısı sen geliyorsun aklıma, ürperiyorum ve bir dua amin diyorum

Sana yazılır şiirler Senin için akar nehirler Sana gelir en güzel sözler Şiirim benim cana can yar

şeker tadında

Cananım canıma ruh Kalbime akan akarsu Sen ve ben biz olduk Ve şiir bitti yola koyulduk...

gözlerim ıslak

Süleyman ERKUT

Muharrem KAPLAN

dışarda yağmur yüreğim sıcak

özlüyorum…

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | şiir


Mitoloji Pusulası Oğuz Kağan; Boy İsimleri ve Devletin Oğullara Bölüştürülmesi Busenur ASLAN

Yol aldı altında atı, peşinde atlılarıyla Oğuz Ata’m. Her bir Türk boyunun adını kendi verdi. Bir aksakaldan aldığı tavsiyeyle böldü yurdunu oğullarına. Doğuya altın tavuğu yerleştirdi zenginliğini göstermek için. Batıya gümüş tavuğu yerleştirdi zenginliğini göstermek için. Sonunda bir veda cümlesi söyledi oğullarına ve dostlarına. Başlayan her şey gibi bitti Oğuz’un yolculuğu da. Her yolun bir başı bir de sonu vardır. Oğuz Kağan’ın hayatına doğru çıktığım bu yol da elbet son bulacaktı. Uzun süredir kitabın sayfaları yardımıyla çıktığım bu yolculuğun içindeydim. Oğuz Atamın doğumunu, büyürken attığı adımları, zekasını, evliliklerini, çocuklarını ve ilk savaşını gördüm. Tüm bunları yaparken kimsenin haberi olmadı benden. Astral seyahate çıkan ruh gezginleri gibiydim. Yalnızca gök yeleli Bozkurt farkıma vardı. Biraz olsun onunla da süzüldüm göklerde. Asıl amacımdan sapmadım İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Mitoloji Pusulası

hiç. Bir gölge gibi takip ettim Oğuz Kağan’ı. Şimdi bu yolculuğun son adımlarını atıyorum. İzinin ulaştığı son noktaya kadar takipteyim Atamın… Büyük bir savaşın üstesinden kahramanca ve kolayca gelen Oğuz Kağan, durmadan ilerledi. Yoluna çıktı bir büyük ırmak. Bu ırmağın adı İtil’di. Sordu Oğuz Kağan; “İtil’in suyunu nasıl geçeriz?” diye. Askerlerin arasında vardı bir kahraman yiğit. Adı, Uluğ Ordu Bey’di. Çok akıllı bir beydi. Gördü ki ırmağın etrafında pek çok dal ve ağaç vardı. Bu ağaçlardan kesti ve bu ağaçlara yattı geçti ırmağı. Bunu gören Oğuz Kağan pek sevindi. Uluğ Ordu Bey’i buraya bey yaptı Oğuz Kağan ve adını da Kıpçak Bey koydu bu beyin. Durmak yoktu Oğuz’un kanında. Daima ileri! Yine ilerlediler. Oğuz’un yoluna çıktı yine gök tüylü ve gök yeleli erkek kurt. Bu kurt Oğuz’a ordusunu almasını ve yürümesini söyledi. Gök tüylü, gük yeleli kurt orduya yol göstereceğini söyledi. Gün ağardığında kurdu gördü ordunun başında Oğuz Kağan ve pek memnun oldu. Emir verdi herkes, gök yeleli kurdun izinden gitti. Oğuz’un her zaman bindiği alaca atı vardı. Bu at birden kayboldu gözden. Gözden kaybolduğu yerde başı karlı bir koca dağ vardı. Bu dağın adı, Buz Dağ’dı. Çok sevdiği atının Buz Dağ’a kaçmasından dolayı çok büyük ıstırap duydu Oğuz. Asker içinde vardı bir kahraman yiğit. Ne tanrıdan korkardı ne de şeytandan. Soğuğa da yürüyüşe de dayanıklıydı bu bey. Atıldı ileri ve atı getireceğini söyledi. Başı ak karlarla kaplı ulu dağa doğru çıktı yola bu bey. Tam dokuz gün sürdü bu kahraman beyin dönmesi. Sonunda atla birlikte döndü. Fakat soğuktan derisi siyah,


saçları bembeyaz olmuştu. Atının geri gelmesine çok sevinen Oğuz, bu beye oradaki beylerin beyi olmasını buyurdu. Ardından onun adının ebediyen Karluk olarak kalmasını buyurdu. Karluk’a çok mücevher bağışladı ve yoluna devam etti. Yürürken hedefine doğru Oğuz Kağan, yolda bir ev gördü. Bu evin duvarları altından, pencereleri gümüşten ve çatısı demirdendi. Durup bu evi açmaya vakit kaybedemezdi Oğuz. Beylerden birine görev verdi ve evin çatısını açmasını istedi beyin. Böylece Beyin adı, Kal-aç (Halaç) oldu.

Böyle böyle bütün dünyanın hakanı olmak için ilerledi Oğuz Kağan. Günlerden bir gün izinden gittikleri gök yeleli, gök tüylü kurt durdu. Onu gören Oğuz Kağan da durdu ve çadırını kurdu. Onun durmasıyla bütün askerler de durdu. Durdukları bu yerin adı Çürçet’ti. Çok büyük bir yurttu burası. Atları, öküz ve buzağıları, altın ve gümüşleri, cevahirleri çoktu. Buranın bir kağanı vardı. Adı, Çürçet Kağan’dı. O ve halkı Oğuz Kağan’a karşı çıktı. Bu karşı çıkış büyük ve çetin bir savaşın başlamasına neden oldu. Kulakların acımasına sebep olacak derecede ok sesleri yükseldi. Birbirine çarpan kılıçların sesleri örste dövülen kılıcın ödünü

koparttı. Çok kan döküldü. Savaşı atam Oğuz kazandı. Çürçet Hakan’ı öldürdü ve başını kopardı. Çürçet Hakan’ın halkı Oğuz Kağan’a tabi oldu. Oğuz Kağan ve askerlerine, bu çarpışma sonunda o kadar çok ganimet kaldı ki onları nasıl götüreceklerini bilemediler. Nitekim o kadar ganimeti götürecek atları, katırları ve hatta öküzleri yoktu. Yine askerler içinde bir yiğit bey vardı. Bu bey, aklıyla ün salmıştı. Bu beyin adı, Barmaglıg Çosun Billiğ idi. Çok maharetli olan bey, bir araba yaptı. Canlı ganimetleri arabanın önüne bağladı, cansız olanları arabaya yükledi. Böylece, sayısız ganimeti götürmenin yolunu bulmuş oldu. Oğuz Kağan’ın maiyeti bu olaya çok şaşırdı. Onlar da beyin izinden araba yaptılar. Bu arabaları çekerken de “kanga, kanga” diye bağırıyorlardı. Bundan dolayı onlara Kanga adını koydular. Oğuz Kağan arabaları ve halkı gördü pek hoşuna gitti. “Kanga ile cansızı canlı yürütsün, sizin adınız Kangalug olsun ve bunu araba göstersin.” dedi ve gitti. Bu kadarla kalmadı Oğuz Kağan’ın yolculuğu ve seferleri. Gök yeleli, gök tüylü kurdun ardında Hint, Tangut ve Suriye taraflarına yürüdü. Durmadan savaştı ve yurduna kattı. Sınırlarını bir hanın aklının alabileceğinden çok genişletti. Ben daima etrafında onu takip ettim. Ara ara kurdun yanına süzüldüm ve yolculuğun sonunu sordum. Hep aynı cevabı aldım kurttan; “Güneş bayrak, gök kurıkan!” Demek o ki bütün yer küre alınana dek durmayacaktı. Yine bir ovaya vardılar. Ucu bucağı yoktu bu ovanın. Cenup’ta bir yerdi burası. Buranın bir beyi vardı Barkan adında. Yurdu çok zengin, otlakları geniş ve cevheri çoktu buranın. Çetin bir savaş sonunda Burkan yenildi ve kaçtı. Onun halkı Oğuz Kağan’a tabi oldu. Oğuz’un dostları çok sevindi düşmanları üzüldü. Batıdaki en geniş sınırlarına ulaştı devleti Oğuz’un. Bütün ganimetlerle koyuldu dönüş yoluna atam. Her büyük Kağan’ın yanında vardır bir bilgin aksakal. Oğuz’un da vardı böyle bir hocası. Çok tecrübeli, anlayışlı ve asil bir aksakaldı bu kişi. Oğuz Kağan’ın nazırıydı bu kişi. Adı Uluğ Türük’tü. Günlerden bir gün bir düş gördü. Düşünde bir altın yay ve üç gümüş ok vardı. Bu altın yay, gün doğusundan ta gün batısına kadar

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Mitoloji Pusulası


ulaşmıştı ve üç gümüş ok da şimale doğru gidiyordu. Uykudan uyanınca düşünde gördüklerini Oğuz Kağan’a iletti ve dedi ki; - Ey kağanım! Senin ömrün hoş olsun. Ey kağanım! Senin hayatın hoş olsun. Gök Tanrı düşümde verdiğini hakikate çıkarsın. Tanrı bütün dünyayı senin uruğuna bağışlasın. Oğuz Kağan, Uluğ Türük’ün sözlerini çok beğendi. Sonra onun dediklerini bir bir yaptı. Bir gün doğumu vakti oğullarını yanına çağırdı. - Benim canım avlanmak istiyor ama ihtiyarladığım için artık cesaretim çok. Benim yerime sizler gidin. Gök, Dağ ve Deniz siz, doğu tarafına gidin. Gün, Ay ve Yıldız, sizler de batı tarafına gidin, diye buyurdu. Oğulları onun sözünü dinledi ve üçü doğu üçü de batı tarafına gittiler. Gün, Ay ve Yıldız çokça av ve kuş avlandıktan sonra, bir altın yay buldular. Babaları Oğuz Kağan’a getirdiler. Bunu gören Oğuz, çok sevindi ve yayı üçe böldü. Her birini bir oğluna verdi. - Ey büyük oğullarım! Yay sizin olsun. Yay gibi okları göğe kadar atın, dedi. Gök, Dağ ve Deniz de çok av ve kuş avlandı. Onlar da yolda üç gümüş ok buldular. Onlar da buldukları bu okları babalarına getirdiler. Oğuz Kağan, buna da çok sevindi ve her bir oku birine verdi. - Ey küçük oğullarım! Oklar sizlerin olsun. Yay oku attı. Sizler de yay gibi olun, dedi. Oğuz Kağan büyük kurultayı topladı. Bütün tebaasını çağırttı. Herkes gelip ona iyi dileklerini sundu. Büyük ordugahını da çağırttı. Daha sonra, sağ yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir altın tavuk, atına bir ak koyun bağladı. Sol yanına kırk kulaç direk diktirdi. Üstüne bir gümüş tavuk, dibine bir kara koyun bağladı. Sağ yanında Bozuklar, sol yanında Üç Oklar oturdu. Kırk gün kırk gece yediler, içtiler ve sevindiler. Sonra Oğuz Kağan, oğullarına yurdunu üleştirip verdi. Ve; - Ey oğullarım! Ben çok aştım, çok vuruşmalar gördüm. Çok kargı ve ok attım. Atla çok yürüdüm. Düşmanları çok ağlattım, dostları çok

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Mitoloji Pusulası

güldürdüm. Ben, Gök Tanrı’ya borcumu ödedim. Şimdi yurdumu size veriyorum, dedi. Yol aldı altında atı, peşinde atlılarıyla Oğuz atam. Her bir Türk boyunun adını kendi verdi. Birine Kıpçak, birine Karluk, birine Kalaç, bir diğerine de Kangaluk dedi. Sonra etrafında Topladı Bozok ve Üçokları. Bir aksakaldan aldığı tavsiyeyle böldü yurdunu oğullarına. Doğuya altın tavuğu yerleştirdi zenginliğini göstermek için. Batıya gümüş tavuğu yerleştirdi zenginliğini göstermek için. Sonunda bir veda cümlesi söyledi oğullarına ve dostlarına. Başlayan her şey gibi bitti Oğuz’un yolculuğu da. Adı yaşar Atamın bedenler kalası değil. Ardı sıra bıraktığı toprağı, maiyeti ve biz torunları… Dünya döndükçe adın var olsun Ey yüce Oğuz Kağan! Yolun yolumuzdur. Daha deniz daha müren Güneş bayrak, gök kurıkan.


Belki Bir Mektup Önder Öztürk Bu şiiri şifahanesinden postalıyorum kalbimin mukaddesine yakamadım derece çatlatan korkuları patladı dudaklarım, kırıldı dişlerim bir daha, hiçbir daha gözyaşlarından öpemeyecek miyim? Vardır bir yolu belki içinden çıkmanın dünyanın kırmadan kurtarıcının kanatlarını kapıdaki mayınlardan kurtulmanın... Geceden h/okkalı nidalarla söndü hüneri güneşin sus da uykunu al Mukaddes... geçmiş gelse geri geçsem tornasından kalbinin olmayan savaşın kanlı gövdeli yol ağzında kendime suçüstü kaldım, kendime sır, kendime sen! kalbim, attıkça yerine taktığım bisiklet zincirim uzanmaz ki kolum sarılasın buradan sabitlensin zaman sinerayak ay göndersinler postayla sesinin, gülüşünün taşıma çantalarını burada tek tük ağaç, çokça ayaz patlamış sokak lambası kıyılarında bile bile bile düşünmek seni kemirtmek içini geceye fare fare.

Bir kiralık var olmak ortasında şehrin içim el vermiyor sancıma sağır içime el vermiyor için dışarıda yalancı milyonlarca bahar desem ki hangi yüzü görümlük istemeyene merhaba

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

deprem hisarı, lodos bahçesi, sel aksanı var ciğerinde yetmemiş terlik onların da dünyaya davetsiz misafirliklerine... Tımarladım sancı bulutunu Mukaddes, vefasız iskeleyi kopmuş motor kayışıyla gülüşü tekleyen yüzümü üstüne kapanırsa kolun köşedeki konsolun yoktur başka şubesi hiçbir acımızın acı kaybımızın, kaybımızın... indiririm perdeleri, kırdırırım pencereleri, ördürürüm duvarları öldürürüm gündüzleri Mukaddes katl et , katil etme beni! Doldurulmuş yoklukla şu can çuvalı sırtlanmış benim o hamal gövdem ise bırakmaz tuttuğu al kışı ciğerlerim ağlamayan gözün bile yaşarmışken bugün şerhi kader midir olacakların? atar tan, küser karanlık, süzülür sakallarımdan bir şey keskin ve acemi çocuklarını bekleyen anneyle düşerken yüzümüz kalpten gideydik seninle anılar koridorlu otobüse... Alnımı okşatıyor saçlarıma rüzgâr madem neden göbeğim dizinin dibinde kesilmişçesine matem kırpıyor gözlerini avuçlarıma? Aksilik, bu gece de ay silik karşımda reddediyorum dünyayı bu dermanı derdhanesinden postalayamıyorum kalbimin Mukaddes’ine bu dünyadan olmadığından bu dünyadan güzeldir aşk.




BURSALI AHMED PAŞA Ayşe Bengisu AKDAĞ

“Ahmed Paşa, devrinde ‘sultanü'ş-şuara’ unvanını almış, şiirleri bütün Anadolu ve Rumeli'ye yayılmış, hatta Hüseyin Baykara'nın Herat'taki sarayına kadar ulaşmış bir şairdi. Hem değerini hem aczini bilen bu usta şairin Bursa’ya bıraktığı bir miras var: Ahmed Paşa Medresesi. ” II. Murad'ın kazaskerlerinden Veliyyüddin Efendi'nin oğlu olan ve bazı kaynaklara göre Edirne'de dünyaya geldiği düşünülen Ahmed Paşa’yı herkes “Bursalı” olarak bilir. Bursalı olarak tanınması, hayatını Bursa'da geçirmesi, bu şehre sevdalanması ve burada ölmesi ile açıklanan Ahmed Paşa Klasik Edebiyatımızın tam olarak başladığı dönemde

eser veren bir şairdi. Osmanlı Devleti’nin bir cihan devleti olma yolunda emin adımlarla ilerlediği, Fatih Sultan Mehmed'in tahta geçmesinden sonraki dönemde kısa sürede yükselerek önce kazasker daha sonra da padişaha musahib ve hoca oldu. Bunda şiirlerinde padişahı methederek ondan gördüğü ilginin payı olduğu kadar bilhassa bir devlet adamı sıfatıyla gösterdiği başarıların da rolü vardır. Böylece payelerin en yükseğine ulaşarak vezirlik rütbesini elde etti. İstanbul'un fethi sırasında da Ahmed Paşa'yı yanından ayırmayan padişah ondan askerin maneviyatının yükseltilmesinde faydalandı. En görkemli dönemde padişahın desteğini ve ilgisini gören Ahmed Paşa devrin sanat anlayışını belirleyen isim de oldu. Şiirin ya sevgiliye ya da memduh’a yazıldığını ifade etti hep beyitlerinde. (Memduh kimi zaman padişah, kimi zaman devlet adamları, kimi zamansa alimler veya sûfiler olabilir.) Her kimi ele alırsa alsın şiirin konusu her zaman aşk, güzellik, vuslat ve hicran ya da fazilet, meziyet gibi güzellik kavramları ve duyguları oldu onun için. Edebiyatımızın önemli bir basamağı olan bu dönemde eser veren Ahmed Paşa, dönemin diğer şairleri tarafından da takdirle karşılanan, devrinin edebini zevkini belirleyen ve bu devri en güzel şekilde temsil eden bir şahsiyet oldu. Ahmed Paşa'nın hayatından bahseden kaynaklar da onun zekasının keskinliğinde ve nüktedanlığı konusunda birleşirler. Divan'ındaki ifadeler de bu görüşleri destekler mahiyettedir. Ahmed Paşa, devrinde "sultanü'ş-şuara" unvanını almış, şiirleri bütün Anadolu ve Rumeli'ye yayılmış, hatta Hüseyin Baykara'nın Herat'taki sarayına kadar ulaşmış bir şairdir. Kendisi de bunun idrâkinde olacaktı ki, şiiri, daha çok kendi şiirini ve şairliğini övmek

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Ahmed Paşa Türbesi ve Uluumay Müzesi

amacıyla ele aldı. Ancak Ahmed Paşa öyle bir sanatçıydı ki kendi sanatını överken aczini ifade edebiliyordu:

“Yüz bin lügat olsa her dilümde Her harfde bin beyânum olsa Bin bin kalem olsa her kılumda Her hâmede bin lisânum olsa Evsâfunı söylesem ve yazsam Tâ haşre değin zemânum olsa Bir şemmesi şerhin idemezdüm ‘Âlem tolu dâsitânum olsa” İşte hem değerini hem aczini bilen bu usta şairin Bursa’ya bıraktığı bir miras var: Ahmed Paşa Medresesi. Ahmed Paşa tarafından 15. yüzyılda Fatih döneminde Muradiye semtinde inşa edilen medrese “Geyikli Medrese” olarak da biliniyor. Avlusunda şadırvanı, etrafında sivri kemerli ve aynalı revaklarıyla Bursa’nın birçok köşesinde olduğu gibi “yaşıyor sihrini geçmiş zamanın.”

Hayatı boyunca çeşitli vesilelerle, tayinlerle, sürgünlerle yolu hep Bursa’dan geçen Ahmed Paşa II. Bayezid zamanında da sancak beyi olarak Bursa'ya tayin edilir. Ancak ll. Bayezid, Ahmed Paşa'yı takdir etmesine rağmen nedense saraya çağırmaz, o da eski günlerine bir daha kavuşamamanın acısını ömrü boyunca çeker ve Ahmed Paşa Bursa'da hayata veda eder. Cenazesi de Muradiye Medresesi yakınında yaptırdığı türbeye defnedilir. Ahmed Paşa Medresesi 1999 yılında Bursa Valiliği’nin girişimlerinden sonra 2004 yılında kimsesiz ve harap halinden kurtuldu. Tadilat döneminden sonra karşımıza Osmanlı kıyafetlerinin sergilendiği “Uluumay Osmanlı Halk kıyafetleri ve Takıları Müzesi” olarak yeniden hayat buldu. 15. yy’a kadar uzanan Osmanlı Anadolu ve Rumelisi’nden farklı dönemleri yansıtan yazmalar, seccadeler, kadın ve erkek başlıkları, heybeler, kolonlar, bohçalar, keseler, Yörük çuvalları ve çeşitli bakır eşyalardan toplam 70 kıyafet ve 400 parça takının bulunduğu müzenin içinde Osmanlı çay bahçesi de bulunuyor. “Küçük şadırvanda şakırdayan su” eşliğinde çayınızı yudumluyorsunuz…

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Ahmed Paşa ve Cinsel Yönelimi Meselesi Mehmet ALTINOVA

Edebiyatta sevgili tipi salt kadın olarak anlaşılsa da bu yaygın bilinen ciddi bir yanlıştır. Bu şiirlerin sunulduğu kimselerin önemli bir kısmının devlet adamları olması dolayısıyla şiirlerin methiye bölümlerinde övülen bu kişilerin umumiyetle erkek olduğunu da düşünmek gerekir. Klasik Türk edebiyatında cinselliğin izleri daha çok bahname1 türünde görünse de canlılara ait olan bu nefsanî özellik, kimi şiirlerde de geçmektedir. Klasik Türk şiirinde bu cinsel özelliklerin geçmesi tabiidir. Zira insanlık her ne kadar zevkleri değişse de temel olan birtakım özellikler daima aynı kalır. Bununla birlikte cinselliğe ilişkin kimi bilgiler, gerek kutsal kitaplarda gerekse mezhepsel olan fıkıh kitaplarında sıklıkla söz edilmiştir.

Bâh-nâme, Arapça-Farsça birleşik isim olup, cinsel konularla ilgili yazı ve resimleri ihtiva eden kitap demektir. Bâh-nâme, Osmanlı edebiyatında esasen bir “tıp” konusu olarak bilhassa “cinsî münâsebet”ten bahseden eserler hakkında kullanılan bir tâbir olup, “Bâh” kelimesi Arapça’da cima, çiftleşme, cinsel arzu ve istek, cinsî münâsebet ve şehvet gibi anlamlara gelir. Bâh-nâmelerin mensur 1

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

Ahmed Paşa’nın şiirinde cinsellik mefhumunu ele almak için evvela Klasik Türk şiirindeki sevgili tipolojisine ardından tarihi belgelerin ışığında bu bilgilerin doğruluğuna bakmak gerekmektedir. Bu yazıda sözü edinilen başlıklar çerçevesince Ahmed Paşa’nın gerçekten eşcinsellik suçlamasıyla mı sürgün edildiği ortaya koyulmaya çalışılacaktır. Klasik Türk Şiirinde Sevgili Tipolojisi Klasik Türk şiirinde sevgili tipolojisi hakkında pek çok çalışma2 yapılmış olup, bu çalışmalarda umumiyetle bir güzele benzetiliş görünmektedir. Bu edebiyatta sevgili servi boylu, la’l dudaklı, gül kulaklı, hokka ağızlı, keman kaşlı, mızrak kirpikli, çevganı andıran

olanları olduğu gibi, manzum olanları da vardır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. Canım, Rıdvan, Divan Edebiyatında Türler, ss. 25-28, Grafiker yay., 2014) 2 Örneğin, Erdoğan, Mehtap, Güzellik Unsurlarıyla Divan Şiirinde Sevgili, Kitabevi yay, 2013; Akün, Ö. Faruk, Divan Edebiyatı Maddesi, Diyanet İslam Ansiklopedisi C.9; Cebeci, Dilaver, Divan Şiirinde Kadın, Bilgeoğuz yay., 2009 v.d.


saçları, sinesi gümüş, yüzü Mushaf olan hayali bir kimse3 olarak telakki edilir. Sözü edilen edebiyatta sevgili tipi salt kadın olarak anlaşılsa da bu yaygın bilinen ciddi bir yanlıştır. Şöyle ki bu şiirlerin sunulduğu kimselerin önemli bir kısmı devlet adamları olması dolayısıyla şiirlerin methiye bölümlerinde bu kişilerin övülmesi sevgilinin karşılığı olarak umumiyetle erkek olduğunu da düşünmek gerekir. Na’t türünde Hz. Peygamberin övüldüğü hatırlanacak olursa sevgili tipinin erkek de olabileceği kolayca anlaşılabilir. Bu sebepten sevgilinin güzellik unsurları bir erkek için de kullanılabilir. Sevgilinin en belirgin vasıflarından olan yaralayıcılık o dönemin sosyal hayatın da bir parçası olan ok, yay, kılıç, hançer, mızrak ve top gibi bazı savaş araç ve gereçleriyle ifade edilir. Bununla birlikte Ömer Faruk Akün, sevgilinin fizik güzelliğinin tesirini belirten imajlarda onu bir savaşçı hüviyetinde ve öldürücü silahlarla donanmış gösteren tasavvurların yer almasının çok dikkat çekici ve arka planı olan bir mesele olduğunu, sevgilinin sert karakterini aksettiren güzelliğinin bu çarpıcı hüviyetinin esasını Ortaçağ Arap ve Fars dünyasının Türk imajından aldığını söyler. […] Akün, öldürücü savaş aletlerine benzeyen güzellik unsurlarıyla âşığa cefa eden sevgili tipinin Türk gulamı imajı etrafında nasıl teşekkül etmiş olduğunu, Nûştegin adlı bir Türk’ün oğlu olan Sıbt İnbü’tTeâvîzî’nin Abbasi halifesi Nâsır Lidînillah’ın ordunsundaki Türk gulamlarını övdüğünü şu şekilde anlatır: Savaşlarda onun etrafını ay parçası gibi Türk gençleri kuşatırlar. Başlarına daima tolga giymelerine rağmen onların saçları dökülmüş değildir. Onların keman gibi kaşlarından attıkları oklar kalplere isabet etmekte hata etmez. Onlar her ne kadar pek giyimli ve aynı zamanda fidan boylu iseler de demir gibi kuvvetlidirler. Müsâlemet vaktinde kumluk geyikleri iseler de savaş ateş saçmaya başlayınca kaplan kesilirler. Zırhların içinde 3

Her ne kadar sevgili tipi bu edebiyatta hayali olarak algılansa da bilhassa 17. Yüzyıl ve sonrasında gerçek sevgili tipleri edebiyata girmiştir. 4 Bu bilgiler Mehtap Erdoğan’ın a.g.e.in Giriş kısmından alıntılanmıştır.

aslan olan bu güzel gençlerin yüzleri, tolganın içinden ay gibi görünür.4 Görüldüğü üzere sevgilinin birtakım özelliklerinin savaş âletlerine teşbih edilmesi, sadece şekil yönünden benzerlikle açıklamak, şiirleri kime karşı sunulduğunu ihmal etmek olur. Zira daha önce de ifade edildiği gibi na’t Hz. Muhammed’e, mehdiye padişaha yahut bürokratlara sunulmasından dolayı sevgili tipinin bir kadın olabileceği gibi erkek de olabileceğini anlayabiliriz. Bu sebepten savaşa giden bürokratların bu silahları kullandığını düşünürsek teşbihin sebebini kavrayabiliriz. Klasik Türk şiirinde özellikle başlangıcı olarak sayabileceğimiz 13. yüzyıl ile klasik dönem olarak niteleyebileceğimiz 16. yüzyılın ortalarına kadar muhayyel sevgili ile karşılaşırız. Bu dönemde yazılan şiirlerde gerçek hayatta görülmesi muhal olan sevgili tipi, 16. yüzyılın sonu ve bilhassa 17. yüzyıl ile 18. yüzyılda gerçek dünyada karşılık bulan sevgili tipinin yansıtıldığını görürüz.5 15. yüzyıl şairlerinden Ahmed Paşa’nın divanındaki sevgili tipini bu çerçevede değerlendirmek uygun olur düşer düşüncesindeyiz. Zira özellikle kasidelerde anlatılan sevgilinin yansıması daha çok erkektir. Örneğin, kerem ve güneş redifli kasidelerde II. Mehmed’e yazılmasından ötürü, memduh aynı zamanda sevgilidir. Tarihi Belgelerin Işığında Ahmed Paşa ve Sürgünü Ahmed Paşa’nın bürokrat olması sebebiyle hakkında birtakım belgelerin olması tabiidir. Tarihçilerin kutbu olarak adlandırılan merhum Halil İnalcık, Osmanlı’da hâmilik kurumunu anlattığı eserinin dipnotunda şu ifadeye yer verir: “Onun Bursa’ya sürüldükten sonra da, Bursa hamamlarından birinde bir tellâki satın almak için uğraştığını gösteren bir mahkeme sicili vardır.”6 Prof. Dr. Halil İnalcık, bu dipnotun

Örneğin, Şeyh Galib’in ateş redifli gazeli âşık olduğu Beyhan Sultan’a yazdığı rivayet edilir. Bkz. Altınova, Mehmet, İncir Çekirdeği Dergisi, Ağustos 2016. 6 İnalcık, Halil, Şâir ve Patron Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme, s. 29, 5

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


üzerindeki yazıda Ahmed Paşa’nın eşcinsel oluşunu net ifadelerle şu şekilde ortaya koyar: “Eşcinsel olup, ömründe hiç evlenmemiş, padişah sarayındaki “mahbublara”lara bile göz dikme cüretini göstermiş olan usta şâir Velîyüddîn oğlu Ahmed Paşa misâli burada anılabilir.”7 Öte yandan şâirin eşcinsel oluşunu gösteren bir diğer belge yaşanan meşhur hikâyenin ardından söylediği şiirdir. Şiir şu şekildedir: Zülfün gidermiş ol sanem kâfirliğin komaz henüz Kesmiş veli zünnârını dahi müselmân olmamış8 Burada dikkat edilmesi gereken nokta elbette ki “zünnar” kelimesidir. Zünnar, papazların beline kuşadığı ipe verilen addır. Papaz bilindiği üzere erkeklere has bir dinî kimsedir. Bu sebeple Fatih’in bendesi bir erkek olacağı ihtimali şiirden bu şekilde çıkmaktadır. 16. yüzyıl tezkirecilerinden Latifî tezkiresinde, Ahmed Paşa için şu ifadeler yer alır: “Adı geçen merhûmun ileri seviyede güzellere düşkün, güzel sever, neşe ve coşkudan aşk ve uçarılıkla sarhoş ve elele biri olduğu herkesçe bilinir. Bu yüzden dünyada kadın ve kadın düşkünlerinden nefret eder ve onlarla yakın olup sohbet etmekten kaçınırdı. Ömrü boyunca evlenmeyip yalnız yaşadı ve kadın kucağını ve onu öpmeyi tasavvur ve tahayyül etmedi.”9 Bir diğer nokta-i nazar gelenektir. Osmanlı geleneğinde erkek erkeğe cinsel ilişki kurmak ayıp karşılanmıştır. Bunda örf ve gelenek olmasının yanı sıra dinî çerçevesi de incelenmeye değerdir. Kur’an’da, Tevrat’ta ve İncil’de erkek erkeğe yapılan cinsel faaliyetler günah karşılanmış ve açık bir şekilde lanetlenmiştir. Bunun yanında devlet yönetiminin teşrifatında da usûle göre anlatılanlar kesinlikle ayıp sayılmaktadır. Bir erkeğin haremde bir kadını görmesinin muhal olduğunu, konuşmak lazım gelirse hâciplerin yardımıyla perde arkasından görüşülmesi

Doğu Batı Yay., 2013. İnalcık hoca böyle belge gösterdiyse de hangi arşivde bulunduğu hakkında bilgi vermemektedir. Muhtemelen mezkur belge Bursa şeriye sicil kayıtlarındadır. 7 İnalcık, a.g.e. s.29.

geleneği hatırlanacak olursa Ahmed Paşa’nın karşısındaki kişinin erkek olması beklenir. Sonuç olarak buradaki temel mesele Ahmed Paşa’nın cinsel eğilimi değildir. Burada değinmek istediğimiz temel mesele yazının başında da bahsedildiği üzere yazılan şiirlerde sevgili tipolojisinin kim olduğudur. Belirtildiği üzere şiirdeki sevgiliden kasıt özellikle 13 ile 16. yüzyıla kadar muhayyel bir tiptir. Bu yüzyıldan sonra bu muhayyel tip devam etse de gerçek sevgili tipi de edebiyata girmiştir. Özellikle Nedim, Nefi ve Şeyh Galib’de gördüğümüz bu tip umumiyetle kadın olmasına karşılık Ahmed Paşa’da kimi yerde erkek güzellerini de görmekteyiz. Bunun yanında değinmeye çalıştığımız bir diğer nokta ise Osmanlı devletinde hâmilik geleneği hangi durumda geçersiz olduğudur. Geçmişten gelen geleneğe karşı gelindiğinde sebep her ne olursa olsun geleneğe karşı gelene muhakkak ceza verilmektedir. Osmanlı devletinin kurucusu Sultan Gazi’den Sultan Reşat’a kadar sanatın her bir bölümü ile uğraşmış Osmanlı hükümdarları şüphesiz ki sanatkârlara yardım etmiş olması dolayısıyla onlara birtakım ayrıcalıklar tanımışlardır. Yedikule’ye hapsedilen şâir, kerem redifli kaside yazmış olmasından dolayı cezası hafifletilip Bursa’ya gönderilmiştir. Yine burada da önemli bir durum vardır. Zira ceza verilmesine karşılık, yine sanatı sayesinde Ahmed Paşa bu müşkül durumdan kurtulmuştur. Şiirle fire vermesinin ardından şiirle kurtuluşu olması yabana atılmayacak kadar önemli olaydır. Kimi araştırmacılar, Ahmed Paşa’nın bir iftiraya kurban gittiğini ifade etse de sebebi açıktır. Fakat bu durum Ahmed Paşa’nın sanatından hiçbir şey kaybettirmemektedir.

İsen, Mustafa, Sehi Bey Tezkiresi, s.60, Akçağ yay., 1998. 9 İsen, Mustafa, Latifi Tezkiresi, ss.107-108, Akçağ yay., 1999. 8


Bir Latîfe1 Latîfî, Ahmed-i Rûmî adlı bir şâirden söz ederken bunun bazen Ahmed, bazen da Ahmedî tahallus ettiğini ve Ahmed Paşa’dan epeyce önce yaşadığını söyledikten sonra şöyle latîfe nakleder:

“Devrin şiir severlerinden biri Ahmed Paşa’ya bir gün, ‘İkiniz de aynı mahlası kullanıyorsunuz. Bu durumda şiirlerinizin karışma ihtimali ya da şiirlerinizin ona isnad edilmesi söz konusu olamaz mı?’ diye sormuş. Şiirine sonsuz güven içinde olan Paşa, bu soruya şöyle cevap vermiş: ‘Benim şiirimi ona isnad etmeleri gam değil, yeter ki onun saçmalıklarını bana mal etmesinler.’ ”2

1

Bu yazı Mustafa İsen’in Dîvân Edebiyatıyanda Mahlasdaş Şâirler adlı yazısından alınmıştır. Yazının tamamı için bkz. İsen, Mustafa, “Dîvân Edebiyatıyanda Mahlasdaş Şâirler”, Tezkireden Biyografiye, 2010, Kapı yay, ss.206219 2 Latîfî, Tezkire, İstanbul 1314, s. 84-85. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya Konusu


KEREM ET EY SULTÂNIM Sırdem KEMİKSİZ

15. yüzyıla damgasını vurmuş bir isim: Ahmed Paşa. Zekâsı ve karakteriyle zirveyi, bir dedikoduyla sürgünü görmüş usta şair ve devlet adamı. Peki neydi ona “kerem” dileten, kasideler yazdıran? Saraya “akıl olmak” yahut “yakın olmak” nasıl bir bedel isterdi? Sultan II. Murad’ın kazaskerlerinden Veliyüddin Efendi’nin oğlu olup dedesinin ismi İlyas’tır. Tahsilini bitirdikten sonra müderris olarak Bursa’ya atanmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in tahta geçmesinden sonra, önce kazasker sonra da ona musahip ve hoca olur. Kısa zamanda vezirlik rütbesine ulaşır. İstanbul’un fethi sırasında padişahın Ahmet Paşa’yı gerek askerin maneviyatını yükseltmesi, gerekse her konuda kılı kırk yaran bir kişiliği olması sebebiyle hemen hiç yanından ayırmadığı görülür. Kendisine bu devrede “Sipahi Müftüsü” dendiği bilinmektedir. Padişaha olan yakınlığı kimi hasımlarını celp etmiş olmalıdır ki bir zaman sonra bazı dedikodular üzerine onun gazabına uğraı ve tutuklanarak sarayın kapıcılar odasına hapsedilir. Âşık Çelebi’nin ifadesine göre Ahmet Paşa Padişah’ın hususi haremine ait olan hizmetlilerinden birine âşık olmuştur.Durumu fark eden padişah da bu hâli imtihan etmek istemiş ve ipeğe misk sarıp gizler gibi güzelin zülfünü külâh içinde saklamıştır. Güzel, her

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya konusu

zamanki gibi hizmette iken Ahmed Paşa’nın gözü ona düşmüş, saçını görmeyince orada şu beyti söylemiştir: “Zülfün gidermiş ol sanem kâfirliğin komaz henüz Kesmiş veli zünnârını dahi müselmân olmamış’’ (O putu andıran sevgili zülfünü saklamış ama kâfirliğini elden bırakmamış; her ne kadar belindeki Hristiyanlık alameti olan kuşağı çıkarmışsa da henüz Müslüman olmamış.) Sultan Mehmed durumu anlayıp şüphesini giderince önce Ahmed Paşa’yı idam ettirmek istemiştir. Latifî’ye göre ise Ahmet Paşa Yedikule Zindanları’na hapsedilmiştir. Kısa bir zaman sonra paşa Padişah’a yazmış olduğu “Kerem Kasidesi”ni ona göndererek kendini affettirdiyse de bir daha asla saraya giremez. Ancak söz konusu kaside inelendiğinde şairin asla ölüm tehlikesini atlatmak gibi bir ruh hali içinde olmadığı, suçunu itiraf ederek bağışlanmak istediği anlaşılmaktadır.


Ali Nihad Tarlan (1992: 12), Ahmed Paşa Divanı adlı eserinin önsözünde şair hakkında yapılan ahlakî dedikoduyu gerçekçi bulmaz. Ahmed Paşa’nın kişisel bir nedenden dolayı ölüm cezasıyla hapsedilemeyeceğini, bahsedilen tezkire yazarların kasideyi gerektiği kadar incelemediğini ve Ahmed Paşa’nın mahiyetini bilmediğimiz bir sebeple padişahın gözünden düştüğünü söyler.

oluşturmaktadır (Tolasa 1973: 457). Hükümdarın kullarına gösterdiği cömertlik, lütuf ve ihsan inciyi oluşturan nisan yağmurları aracılığıyla somutlaştırılmıştır. Böylece nisan yağmurunun inciye dönüşen damlalarıyla cisimlenen cömertlik maddi bir ölçü olarak sunulan Hint okyanusunun suyu ile karşılaştırılarak hükümdarın cömertliği görünür hâle getirilmiştir.

Yukarıda sözü edilen kaside Osmanlı’nın zihniyeti ve otorite anlayışı bakımından incelendiğinde Ahmet Paşa’nın gözünden Fatih Sultan Mehmed; saray ve padişahlık kavramları açısından onun gözünde irdelenmiş, ondan af dilenmiştir:

Saltanat hıl’atini kaddüne hayyât-ı felek

Açılır hulku nesîmiyle gül-i gülşen-i cûd Bezenür lûtfu zülâliyle gülistân-ı kerem “Cömertliğin gül bahçesinin gülü onun yaratılışının latif esen rüzgârıyla açılır. Cömertliğin gül bahçesi lütfunun tatlı suyuyla dolar.” İdeal hükümdarın mizacı latif esen bir rüzgâr gibidir. Dolayısıyla hükümdar, bol bol bağışlarda bulunan yumuşak huylu bir padişahtır. Önceki halkalarda hükümdarın sahip olduğu bağışlayıcı vasfı dile getirir.

Bahr-ı Ahzar nedürür kulzüm-i cûdında habâb Katre-i feyzi nedür ebr-i dür-efşân-ı kerem “Hint okyanusu da nedir, senin cömertlik denizinde ancak bir kabarcıktır. Cömertliğin inci saçan bulutundaki damlanın bereketi nedir?” Hükümdarının keremiyle ilgili tabiattan karşılaştırmalar yaparak mübalağalı bir biçimde üstünlüğünü ortaya koymaya çalışır. Bu noktada hükümdarın sahip olduğu kerem, Hint okyanusundan da büyüktür. “ Ebr ve dür” kelimeleri hükümdarın cömertliğinin timsali olarak ele alınır. Klâsik Türk şiirindeki incinin oluşumu ile ilgili inanış hatırlatılmıştır. Bu inanışa göre, nisan yağmurlarının bereketiyle sedefin içine düşen yağmur damlaları inciyi

Râst biçmese açılmazdı girîbân-ı kerem “Felek terzisi, saltanat kaftanını senin boyuna göre ölçmeseydi cömertliğin yakası açılmazdı.” Hükümdar, Tanrı tarafından seçilmiştir. Felek, halkada kaderi temsil eder ve kişileştirilerek Tanrının emri doğrultusunda hükümdara saltanat kaftanını diker. Bu aslında mecazi olarak kullanılan “biçilmiş kaftan” ifadesidir ve bugün de kullanılan bu ifade bahsedilen işin insana uygun olduğunu gösterir. Zaten bu makama en uygun kişi de cömert olarak tanımlanan Fatih Sultan Mehmed’dir. Şair, kutsal olan ve saltanatı temsil eden kaftanı giyen ideal kişinin hükümdar olduğunda cömertliğin yakasının açıldığını, dolayısıyla hükümdarın kişiliğinde bulunan cömertlik aracılığıyla bereketin dünyaya dağıldığını düşünür veya öyle olmasını arzu eder.

Metnin genelinde bu ideal insan, kasidenin redifi olan Kerem kelimesi ve keremin kavram alanlarında bulunan ihsan, cömertlik, lütuf anlamları içinde çizilir. Bu anlamda her beyitte Kerem redifinin kavram alanlarında bulunan kelimeler farklı hayallerle yoğrularak sunulur. Böylece metinden ideal

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya konusu


hükümdarın en önemli özelliği cömertliğiyle ilgili şu ifadelere ulaşılır:

olan

•Cömertlik bağını kerem yağmuruyla dolduran hükümdarın lütfunun bir damlası uçsuz bucaksız kerem ummanıdır. •Hükümdar, yüceliği göklere benzeyen lütuf devri padişahıdır. •Hükümdar, krallara taç bağışlayan, tahtın ve mührün süsü olan lütuf padişahıdır. •Lütfun parlak ayı hükümdarın göğe benzeyen eşiğinde değersiz bir yıldızdır. •Hükümdarın ayağının en değersiz tozu hayat iksirinin cevheridir. •Eşiğinin tozu da cömert kişilerin gözlerine sürmedir. •Cömertliğin gül bahçesindeki gülü hükümdarın yaratılışının latif rüzgârıyla açılır ve gül bahçesini lütfunun tatlı suyuyla doldurur. •Hint okyanusu hükümdarın cömertlik denizinde ancak kabarcıktır. Hükümdar, cömertliğin inci saçan bulutundaki damlanın bereketinin kaynağıdır. •Hükümdar cömertliğin delilidir. Hükümdarın ihsanları benzersiz olduğundan düşmanlar tartışmayı keser. •Hükümdarın avucundan bir anda saçılan hazinenin onda birini cömertlik terazisi kıyamete kadar ölçemez. •Melek huylu hükümdarın lütfu, bağışlanma cennetinin cömertlik ırmağını akıtır. •Hükümdarın cömert şahsındaki kerametler sayesinde ayağının bastığı yer cömertliğin ölümsüzlük suyu olur.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya konusu


Bunu da oku! Divan Edebiyatı- Prof. Dr. Ömer Faruk Akün, İSAM YAYINCILIK Ahmed Paşa’nın şiir dünyasını anlayabilmek için evvela şâirin hayal dünyasını ve yazmış olduğu edebî kültürü bilmek son derece önemlidir. Divan edebiyatı araştırmacıların öncülerinden Prof. Dr. Ömer Faruk Akün’ün İslam Ansiklopedisi’nin dokuzuncu cildindeki Divan Edebiyatı maddesi bu konu için temel oluşturacak niteliktedir. Bu madde içerisinde Akün, divan edebiyatında âşık, sevgili, rakip tipolojilerini ele almış, mazmunlara değinmiş ve türler hakkında tafsilatlı bilgilere yer vermiştir. Eser daha sonra İSAM yayıncılık tarafından da müstakil olarak basılmıştır.

Ahmet Paşa, Hayatı- Sanatı- Eserleri- Bazı Şiirlerinin Açıklamaları, Prof. Dr. Turgut Karabey, AKÇAĞ YAYINLARI Ahmed Paşa’nın hayatı, sanat anlayışı ve eserleri hakkında bilgi bulabileceğiniz bu eser şair hakkında yazılmış bir el kitabı niteliğindedir. Prof. Dr. Halûk İpekten’ten alışkın olduğumuz bir yöntemle kaleme alınan bu eserde şair hakkında tafsilatlı bilgi verildikten sonra birkaç şiiri şerh edilmiş ve metinlerin orijinal nüshaları da verilmek suretiyle öğrenciler için çalışma kitabı haline dönüşmüştür. Üç bölümden mürettep bu eser şair hakkında detaylı bilgi içermektedir.

Bursalı Ahmet Paşa ve Dönemi- Prof. Dr. Bilal Kemikli, BURSA BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ YAYINLARI Uludağ Üniversitesi, İlahiyat fakültesi öğretim üyesi Bilal Kemikli tarafından hazırlanan bu çalışmada geniş perspektifle şair hakkında bilgi verilmiş ve yorumlamalarda bulunulmuştur. Alanında büyük bir boşluğu dolduran bu güzide eser, Ahmed Paşa’yı dönemiyle birlikte ele alması bakımıyla önemli bir yere sahiptir. Bursa Büyükşehir Belediyesi yayınlarından çıkan bu eser Ahmed Paşa için başlı başına bir kaynak niteliğindedir.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | dosya konusu


AHMED PAŞA’NIN, BALIKÇI KERİM İLE HARUN REŞİT HİKÂYESİNDE GEÇEN BEYTİ ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ Beyza ÖZKAN Harun Reşid

Binbir Gece Masalları’nın Bursa nüshası, 15.yüzyıla ait en önemli nüshadır. Bilinen en eski tercüme oluşu ve hikâyesinde Ahmed Paşa’nın beyitine yer vermesi dolayısıyla bu nüsha önemini korumaktadır. Binbir Gece Masalları’nın elli altıncı hikâyesine adını veren Balıkçı Kerim ile Harun Reşit hikâyesinde Ahmed Paşa’nın yazmış olduğu Kerem Kasidesi’nden bir beyit, müellif tarafından yazdığı hikâyedeki olayı desteklemek amacıyla kullanılmıştır.

Dergimizin Orta Çağ Edebiyatı özel sayısında Binbir Gece Masalları hakkında yaptığım çalışma ile sizlere eşlik etmiştim. Bu sayımızda ise hem Binbir Gece Masalları’nı yâd edecek hem de sizlerle Ahmed Paşa’yı anacağım. Ahmed Paşa’nın Binbir Gece Masalları ile olan ilişkisi nasıl meydana geldi, diye sorduğunuzu duyuyor gibiyim. Sorularınıza bu yazı ile cevap vereceğim. Bu yazıda sizlere hem Binbir Gece Masalları’nın Bursa nüshasını tanıtacak hem de bu nüshada yer alan söz konusu hikâyenin Ahmed Paşa ile ilişkisini vermeye çalışacağım.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

Binbir Gece Masalları, Orta Çağ’da kaleme alınmış Orta Doğu kökenli bir eserdir. 8.yüzyılda Abbasi Halifesi Harun Reşîd zamanında Bağdat, İran, Çin, Hindistan, Afrika, Avrupa ve Anadolu’yu içine alan coğrafi unsurların bulunduğu, özellikle Bağdat çevresi ve Arap kültürünün harmanlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Binbir Gece Masalları üzerine nice çalışmaya imza atılmıştır fakat ülkemizde de bu eserin kaynak alındığı çalışma az da olsa vardır. Orta Doğu coğrafyasından Osmanlı’ya gelerek son aşamasını tamamlayan eser, Osmanlı devrinde Türkçe tercümelerine sahip olmuştur. 15.yüzyılda istinsah edilen Bursa nüshası, Beyânî nüshası ve Esad Efendi nüshaları olan Binbir Gece Masalları’nın asıl önemi 15.yüzyıla ait olan Bursa nüshasıdır. Çalışmamıza konu olan ve Ahmet Paşa’nın beyti ile ilişkilendireceğim nüsha, Bursa nüshasıdır.


15.yüzyıla ait olan bu nüsha yani Bursa nüshası, 24 Ağustos 2016 tarihinde Sadettin Eğri tarafından edebiyat sahnesine çıkarılmış bir eser özelliği taşımaktadır. 193 yaprak, 396 sayfalık bu eserin yazarı ve müstensihi belli değildir ve 56 hikâye dışındaki hikâyeler eksiktir. Müellifinin Abdî olduğu yönünde müphem düşünceler söz konusu olmakla birlikte müstensih, tam olarak aydınlığa kavuşamamıştır.

Fatih Sultan Mehmed

Bu kitap, Eşrefoğlu Rumî’ye izafe edilen Eşrefiyye Dergâhı’ndan kütüphaneye aktarılmıştır. Kitabın ilk sayfasındaki tesahüp ipuçları; kitabın yazımının XV. yüzyılda olduğunu güçlendirir. Sadettin Eğri, eserin önemini şu cümlelerle açıklamaktadır: “Bu kitabı değerli kılan, eski Anadolu Türkçesi’nin özelliklerini taşıyor ve en eski tercümelerden belki de ilki olmasıdır.’’ Öyle ki, bu nüshanın bilinen en eski Türkçe tercüme olması da muhtemeldir. Eseri önemli kılan bir diğer nokta da kitabın elli altıncı hikâyesine adını veren Balıkçı Kerim ile Harun Reşit Hikâyesi’nde Ahmet Paşa’nın beytine yer verilmesidir. Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşayan, Fatih Sultan Mehmed’in veziri ve dahi yakını olan şair Ahmet Paşa, hikâye içinde Fatih Sultan Mehmed’e yazdığı ‘’Kerem Kasidesi’’ ile arz-ı endam etmiştir. Ahmet Paşa’nın XV. yüzyılda yaşayan ve o dönemde faaliyet gösteren bir şair olması ve eserin müellifinin XV. yüzyıl içinde yaşayıp bu eseri meydana getirmesi yönünden dolaylı bir ilişki olduğu düşünülmektedir. Müellifin, Ahmet Paşa’nın bu beytine yer vermesi, Ahmet Paşa ile bir diyalogunun olup olmadığı da akıllara yerleşen bir diğer soru işaretini oluşturmaktadır. Binbir Gece Masalları’nın elli altıncı hikâyesine adını veren Balıkçı Kerim ile Harun Reşit Hikâyesi’nde olaylar, Dicle’de cereyan eder. Kerim, Dicle kenarında balık tutmaktadır ve Halife ise Kerim’in balık tuttuğu yakada balık tutmayı yasaklamıştır. Hikâyede yer alan Bahçıvan İbrahim, eğlenceye dalıp işlerini ihmâl edince balıkçılar da gizlice ağ atmaktadır. Balıkçı, halifeyi görünce hemen af dilemeye başlar. Halifenin gülümsemesiyle halife balıkçıdan kendi kısmeti için çekmesini ister ve balıkçı ağını attığı gibi bir sürü balık çıkarır.

Halife, balıkçının çıkardığı balıklardan dolayı memnun olur ve balıkçıdan elbiselerini çıkarıp kendisine vermesini ister. Balıkçının elbiseleri kirli ve paramparça bir hâldedir. Halife ile balıkçı elbiseleri değiş tokuş ederek giyerler. Halife, balıkçı kıyafetlerini giyerek kapıyı çalar ve Bahçıvan İbrahim, halifeyi tanımadan kendisinden balıkları kızartıp servis etmesini ister. Halife ile Cafer, mutfağa gidip balıkları temizleyip kızartmaya başlarlar. Balıkları köşke götürüp servis ederler. Balıkları yemekte olan Nurettin, cebinden üç dinar çıkararak balıkçı sanılan halifeye uzatır. Balıkçı sanılan halife, parayı alıp teşekkür eder. Enis’den bir şarkı söylemesini ister. O da duygu dolu şarkılarına devam eder. Halife, hayranlıkla onu dinler ve Nureddin onun bu halini görünce ‘’Cariyeyi çok mu beğendin?’’ der ve halifenin ‘’Evet, çok beğendim.’’demesi ile Ali Nureddin, cariyeyi balıkçı sanılan halifeye hediye eder. Enis-i Celis, Ali Nureddin’e ‘’Benden ne çabuk kurtulmak istiyorsun!’’ diyerek hikâyedeki önemli olay zincirinin fitilini ateşlemiş olur. Şeyh İbrahim balıkçı sanılan halifeye kendisinin tutkun olduğu cariyeyi götürmek istediği için hiddetlenir. Hiddetle eline geçirdiği çanağı balıkçının kafasına fırlatan Şeyh, Halife’yi hayli hırpalar. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Halife karşılık vermeden balıkçı üslubuna devam eder. Halife, cariyeyi yanına alır fakat İbrahim, silahhaneye gidip bir akdoğan alarak Halife’ye vurmak için saldırır. Bahçıvan İbrahim’in Halife’ye saldıracağını anlayan Cafer, hemen araya girer fakat gördüğü; hükümdar ile veziri Cafer’dir. Hemen yer öpüp özürler diler ve Ahmet Paşa’nın Kerem Kasidesi’nde yer alan şu beyti okur: Kul hatâ kılsa nola afv-i şehenşâh kanı Dutalum iki elüm kandaymış kanı kerem ( ‘’Kul hata etse bunda şaşılacak bir şey yok, sultanın bağışlaması nerede, tutalım ki iki elim kanda olsun, peki kerem (cömertlik) nerede? ‘’ ) Cafer, bu beyiti okuduktan sonra sultandan af diler. Halife, Şeyh İbrahim’in suçlarını bağışlar ve Ali ibni Hakan’a kendisinin buyruğunun ferman olarak yazılıp kendisine verileceğini söyler. Bu emriyle birlikte mektubu padişaha vermesini ister. Kendisine vezirlik verilmesini telkin eder. Ali Nureddin mektubu alıp, Halife ve diğer kişilerden izin isteyerek ayrılır. Sevgilisi olan cariye Enis, feryat edip ağlar ve sevdiği için bir şiir nazmeder. Halife, Nureddin ile Enis’in birbirlerine âşık olduklarını fark eder ve bu iki genci evlendirir. Balıkçı Kerim ile Harun Reşit hikâyesinde yer alan Kerem Kasidesi’nin bu beytinin çıkış hikâyesi de az evvel anlatılan hikâye ile benzerlik göstermektedir. Çeşitli tezkirelerde yer alan Ahmet Paşa, tezkire müelliflerinin şairleri ele alışları ve üsluplarına bağlı olarak farklı biçimlerde anlatılmıştır ancak bilgiler birbirlerini destekler niteliktedir. Ahmet Paşa; Sehî Bey, Latîfî, Aşık Çelebi, Kınalızâde Hasan Çelebi gibi XVI. yüzyıl tezkire yazarlarının eserlerinde geçmektedir. Söylediğimiz üzere tezkire müellifleri, şairi kendi bakış açılarından incelemişlerdir, incelemelerinde kullandığı kaynaklar da şairin incelenmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Latîfî tezkiresinde Ahmet Paşa’nın meşhur beytine ait hikâye şöyle aktarılmaktadır: Rivayet edilir ki bir gün Sultan Mehmet Han Hazretleri has gılmanlığından, uzun boylu

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

andıran birini nasihat ve öğüt için bağlatıp huzuruna getirmiş, hışım ve kin tohumu kahır ve gazap tarlasına ekmiş. O bağ ile bağlanmış olan kulu bu hâlde görünce adı geçenden hemen o anda şu şiir varid olmuş, orada dudaklarından şu şiir dökülmüş: Şiir: Cihân yansın ki ol şem’-i şeker-hand Yatar giryân ayagında demir bend Lebi Şirâzî helvâdır satarsa Deger Mısr u Buhârâ vü Semerkand

(“Cihan yansın, o tatlı gülüşlü mumu andıran sevgili ayağında demir bağlarla yatıp ağlar. Onun dudağı, Şirâz helvası gibidir; eğer satarsa Mısır, Buhara ve Semerkand’a değer.’’)

Bu şiir, Sultan Mehmed’in değerli kulaklarına ulaşınca, adı geçene Yedikule’de müebbet hapis emretmiş. Merhum Ahmet Paşa orada üzgün bir mahpus iken bu günahı için özür dileyip hatasının bağışlanması dileğiyle Kerem Kasidesi’ni söylemiş. Bu birkaç beyit o kasidedendir:

Kul hatâ etse nola afv-ı şehenşâhı kanı Dutalım iki elüm kandaymış kanı kerem

Ne kerem ola ki maglûb edine anı günâh Ne günâh ola ki maglûb edemez anı kerem Su batırmaz bitirir kendi murabbâlarını Beni niçin batıra gussâya ummân-ı kerem

( ‘’Kul hata etse bunda şaşılacak bir şey yok, sultanın bağışlaması nerede, tutalım ki iki elim kanda olsun, peki kerem nerede? Bu nasıl kerem ki onu suç yenebilsin; keremin yenemeyeceği günah olur mu?


Su kendi yetiştirdiklerini batırmaz, aksine onları büyütür, peki niçin kerem denizi beni derde, üzüntüye boğuyor.’’ )

Kısacası bu kasidede suçunun bağışlanması ve gazaptan doğan öfkeyi kontrol etmeyle ilgili o kadar yararlı bilgiler vardır ki Sultan Mehmed Hazretleri görünce ister istemez suçunu bağışlayıp esirgeme yoluna gider. ‘’Bu tatlı anlatım ve bu fasih dil mademki Ahmet’te vardır, ona sultanlardan zeval yoktur.’’ demişlerdir. Kısacası burada yazılıp zikredilen birkaç rengîn beyit çok beğenilmiş ve adı geçenin büyük suçunun bağışlanmasına sebep olmuş, ayrıca onu, kurtuluşunun dışında yüce makamlara eriştirmiştir. 1 Latîfî’nin tezkiresinden verdiğimiz kısım ile Balıkçı Kerim ile Harun Reşit Hikâyesi’ni karşılaştıracak olursak benzerlikler kadar farklılıklarla karşılaşma olasılığımız yüksektir. Hikâyede Halife, şeyh ve diğerlerinin olduğu sofrada cariye Enis-i Celis’den şarkı söylemesini ister fakat Latîfî’nin aktardığı hikâyede Sultan Mehmet Han, gözdesini nasihat ve öğüt için bağlayıp meclise getirir ve Ahmet Paşa, o esnada ona şiir okur. Şiir söyleme eyleminin burada fark oluşturduğunu gözden kaçırmamak gereklidir.

Ali Nureddin fermanı alarak köşkten ayrılır. Ahmet Paşa’nın tezkirede anlatılan hikâyesinde padişah kaside üzerine Ahmet Paşa’yı Bursa’ya başka bir makamla sürgün eder. Binbir Gece Masalları’nın Bursa nüshası, 15.yüzyıla ait en önemli nüshadır. Bilinen en eski tercüme oluşu ve hikâyesinde Ahmet Paşa’nın beyitine yer vermesi dolayısıyla bu nüsha önemini korumaktadır. Binbir Gece Masalları’nın elli altıncı hikâyesine adını veren Balıkçı Kerim ile Harun Reşit hikâyesinde Ahmet Paşa’nın yazmış olduğu Kerem Kasidesi’nden bir beyit, müellif tarafından yazdığı hikâyedeki olayı desteklemek amacıyla kullanılmıştır. Müellifinin Abdî olduğuna dair düşünceler olsa da bilinmeyen müellif ile Ahmet Paşa’nın çağdaş olduğu hakkındaki sorular kafamızda dolaşmaktadır. Binbir Gece Masalları’nın Bursa nüshası üzerinde daha çok incelemesi ve araştırması yapıldığı müddetçe nüshanın daha çok aydınlatılacağı yönünde temennide bulunuyorum.

Balıkçı Kerim hikâyesinde Enis-i Celis şiir söylerken, tezkirenin anlattığında Ahmet Paşa, gözdeyi gördüğü andan itibaren şiire başlar. Ahmet Paşa’nın yaşadığı bu olay Sultan Mehmed’in kulağına ulaşırken Binbir Gece Masalları’ndaki hikâyede olay yeri esnasında gerçekleşir ve düğümler orada çözülür. Hikâyede halife ile şeyh arasında bir mücadele cereyan eder ve mücadele Cafer’in araya girmesiyle sonlanır. Cafer, onların hükümdar ile vezir olduklarını anlar ve özür dileyerek Kerem Kasidesi’nden adı geçen beyiti okur. Bu durumda hikâyede geçen hükümdar, Sultan Mehmed Han, vezir Cafer de Ahmet Paşa’dır demek yerinde olacaktır. Halife, hükümdara yazdıracağı fermanla ona vezirlik makamı verir.

1

İSEN, Mustafa, Latîfî Tezkiresi, Akçağ Yayınları, Ankara,1999, sf.108-109 İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya


Klasik Türk Edebiyâtında Çocuk1 Mehmet ALTINOVA Klasik Türk şiirinde çocuk kelimesi umumiyetle gönül, kalp ya da aşk kelimesine teşbih edilmiş bu sebeple epistemolojik temeli aşka dayanan Klasik Türk edebiyatında sıklıkla kullanılmıştır. Bu kelimeye sözü edilen edebiyat döneminde çeşitli anlamlar yüklenmiştir. On üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar uzanan Klasik Türk edebiyatında sürekli kullanılmış olan bu kelime, yüzyıllar değiştikçe farklı manaya bürünmüş ve dilin incelmesi de bunda son derece önemli olmuştur. Bu çalışmada çocuk kelimesinin divan şiirinde nasıl geçtiği ve hangi anlam dairelerine sahip olduğu tespit edilmeye çalışılacaktır. Giriş Türkçede çocuk ve çocuğa ilişkin mefhumlar çocukla çocuk olma, çocuk gibisin örneklerinde olduğu gibi kötü ma’nalarda kullanılmış olsa da kadim edebiyatımızda bu kelimeye çeşitli anlamlar yüklenmiştir. Gerek klasik gerekse modern edebiyatta sıklıkla kullanılan çocuk imgesi XIII ile XIX. yüzyıl arasında hüküm süren

1

Resim Kaynak: Ottoman women and her children 1780s

klasik edebiyat döneminde daha çok gönülün benzetildiği kavram olarak karşımıza çıkar. Divan şiirinin teşrifatı gereği sevgilinin işveli ve nazlı olması sebebiyle sevgilinin gönlü âdeta bir çocuk gibi kendine sürekli yeni âşık bulur ve kararsızlığı ile ön plana çıkar. 1. Çocuk Oynar Çocuklar, oyun oynamaya meyilli, yaratılışı gereği her ne felaket olursa olsun daima oynamak isteyen bir yapıya sahiptir.

Bu çalışma Tebdiz projesinde tıfl ve çocuk kelimelerinin taranması sonucuyla elde edilen bulgularla yazılmıştır.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Oynar ḳoşar çocuḳlarımız öyle şād şen Ḳahr-ı şitā ile yine pek bi-mecāl iken

Yoluna öldüğüm için gönül alıcı (sevgilinin) bana ihsanı yok, çocuktur (çocuk gibidir) canın bir bitki gibi bostanda yetiştiğini sanır.

Leylâ Hanım (Saz), Solmuş Çiçekler (XIX. Yüzyıl) Çocuklarımız (insanları) kahr eden kışınında mecalsizken yine de mutlu bir şekilde oynar, koşar. Genelde çocuklarda gördüğümüz ve psikolojide animizm (canlandırmacılık) olarak adlandırılan duygunun örneği şu şekildedir: Şāḫlar üzre şükūfe bād ile oynar güler Ṭıfla beñzer kim aġaçdan ata olmışdur süvār

4. Gönül Çocuğa Benzetilir Gönlün en çok teşbih edildiği bir unsur da çocuktur. Aşk ve güzellik bir mektep, yüz mushaf, zülüf dal veya lâm, ağız mim, boy elif, gönül de bunları okumaya çalışan bir mektep çocuğudur. (Kurnaz 1996: 151) "Tıfl-ı dil kaddin görüp aşka eliften başladı

Nev’i Divanı, K. 15/6

Rabbi yessir ve la tüassir rabbi temmim bi'lhayr"

Dallar üzerindeki çiçek, rüzgâr ile oynar, güler; ki (o bu hâliyle) âdeta ağaçtan ata binmiş, kendisini süvari olduğunu zanneden bir çocuğa benzer.

Gönül çocuğu boyunu görüp aşk yazmaya eliften başladı, rabbim benim işimi kolaylaştır, işimi zorlaştırma

2. Çocuk Yaramazlık Yapar Çocuklar, bilerek ya da bilmeyerek ebeveynlerinin sözlerini dinlemezler ve daima söylenenlerin dışına çıkmak isterler. Ortalığı yıkıp, düzeni bozmak çocukların yaptığı yaramazlıklar olarak telakki edilir.

Öldürürdi ejder-i zülf ol ḫaṭ-ı Ḫıżr irmese Şol ḳad-i servüñdeki dil ṭıflini āh ey ṣanem Sarıca Kemal Divanı G.100/4 Ah ey put (sevgili), eğer Hızır yüzlü ermeseydi saçının ejderhası şu servi boyunun gönül çocuğunu öldürürdü.

Cihānı yıḳdı cefāyile ṭıfl iken dil-ber Muʿallim aña meger nāz u şḭve mektebdür Hamdi Divanı, G. 46/2 O gönül alıcı (Sevgili) çocukken cefâsıyla dünyayı yıktı, o sevgili meğer naz ve şive mektebinin hocasıdır. 3. Çocuğun Aklı Her Şeye Ermez -Cahildir Çocuklar rehbere muhtaç kimselerdir. Hayata dair bilgi ve tecrübesi çok sınırlıdır. Dolayısıyla yaşanılan dünyaya ait birtakım bilgilere sahip olmayan çocuklar başka yapılarla özdeşleştirme yaparlar.

5. Sevgilinin Dudağının Küçük Olması Sebebiyle Çocuğa Benzetilir Klasik Türk şiirinin sevgili tipolojisinde sevgilinin dudağı o denli küçüktür ki ya noktaya benzetilir ya da yok denecek kadar küçüktür. Şâir, şu beyitte sevgilinin küçük dudağını insanın gelişimindeki en küçük hâllerinden biri olan çocuğa benzetmektedir.

Her ṭıfl-ı ġonca-leblere meddāḥ olam bülbülṣıfat

Yolına öldügüme minneti yok dilberümüñ

Böyle naṣḭḥat eyledi şol pḭr-i pend-āmūzumuz

Ṭıfldur ėyle ṣanur cānı ki bostānda biter

Ali Divanı G. 109/6

Adni Divanı G. 45/2

Bülbül yüzlü gibi gonca dudaklı küçük çocuğunu (çocuk kadar küçük dudağu) daima öveyim, çünkü şu öğüt öğreten pirimiz (hocamız) bize böyle nasihat eyledi.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


6. Yeni Yetme Şairler Çocuğa Benzetilir Klasik Türk şiirinde yeni yetme şâirler yahut müteşâirler daima yerilmektedir. Bu şâirler, ilk yazdığı dizelerde sürekli kendilerini överler. Bu şiirde şâir, böyle kişileri yermektedir. Beñzedüm ol ṭıfla ki leyl ü nehār Düzdügi beytiyle ider iftiḫār Gülşen-i Envar M. 1/ 32 Ben, gece gündüz yazdığı her beyiti öven bir çocuğa (yeni yetme şâire) benzedim.

Sonuç Klasik Türk şiirinde çocuk ifadesi daha çok Arapça çocuk anlamına gelen tıfl kelimesi ile ifade edilir. Çocuk ve çocuğa ait birtakım özellikler bu şiirde çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Yaramazlık yapması, sürekli oyun oynaması, câhil olması, kararsız olması ve fiziksel anlamda küçük olması sebebiyle şâirler tarafından sürekli kullanılagelmiştir. Fakat en önemli olan kullanım sahası elbette ki gönülün benzetildiği unsur olmasından ileri gelir. Gönül tıpkı bir çocuk gibi kararsız olması sebebiyle sevgili, sürekli olarak rakipler arasında gidip gelmekte ve âşığa dâima eziyet çektirmektedir. Değişik divanlardan alınan örneklere bakıldığında çocuk mefhumunun yüzyıllar içerisinde değişik şekillerde kullanıldığını görmekteyiz.

Kaynakça Akün, Ö. Faruk, (1994) “Divan Edebiyatı” maddesi, C. 9, Diyanet İslam Ansiklopedisi Devellioğlu, Ferit, (2012), Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Kurnaz, Cemal, (1996), “Gönül” maddesi, C. 14, Diyanet İslam Ansiklopedisi Tebdiz, http://tebdiz.com/ (E.T. 07.08.2017)

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Jean Baptiste Vanmour / An Ottoman Women and Her Child


Mehmetçik Yedi düvel yankılanır sesinde Kıtaların onurudur Mehmetçik Kutlu yolun şuuru var hissinde Birliğimin sürurudur Mehmetçik

Mehmet demek altın çağa niyâzdır İdrâk etmek yaşamaktır vaazdır Kosova’dır Kafkasya’dır Hicazdır İnsanlığın şiârıdır Mehmetçik

Arşa çıkar ayak sesi geçerken Ona sorar güller gonca açarken Tufan durur ateş söner o varken Vatanımın göz nurudur Mehmetçik

Ölümsüzlük azığından beslenir Yiğitliğin zirvesinden seslenir Ölüm nedir ötesinden süslenir Milletimin şuurudur Mehmetçik

O kahraman efsanedir dillerde Altaylardan Galiçya’ya her yerde Üç kıtaya dağılacak ilerde Kıtaların huzurudur Mehmetçik

Namus benim vatanımdır buyurdu Ak kanıyla sulamıştır bu yurdu Düşmanını sofrasında doyurdu Çanakkale şiiridir Mehmetçik

Vatanımda hiç batmayan bu güneş Kime baba kime kardeş kime eş Alev alev vatan tüter pür ateş Ordumuzun gururudur Mehmetçik

Hey Malazgirt Sarıkamış Niğbolu En derûni mânalarla dopdolu Billur billur gözyaşları buğulu Sâmimiyet duvarıdır Mehmetçik

Nerde zulüm pür gayretle varılır Tez zamanda hesapları görülür Cephe cephe şahadetle dirilir Şehâdetin şehiridir Mehmetçik

O vatanın yavuklusu hastası Asırlardır bağımsızlık bestesi “Ya istiklâl ya ölüm”dür güftesi İstikbâlin şâiridir Mehmetçik O ölür mü o şühedâ o vatan Ölmez demiş müjdelemiş Yaratan Micingirt der Mehmetçiğim cân cân cân Peygamberler diyârıdır Mehmetçik Ömer Ekinci Micingirt

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


HOŞGÖRÜLÜ ZİHİN:

DESİDERAUS ERASMUS Işık Selin ORHUNTAŞ

“ Rotterdamlı Erasmus, hangi yandadır, öğrenmek istedim. Ama bir tacir şu karşılığı verdi bana: ‘Erasmus est homo pro se’ ” (Erasmus kendinden yanadır) Epistolae obscurorum virorum,1515, Johann Reuchlin

Stefan Zweig son zamanlarda gündeme gelen adeta “moda” olan bir yazar. Onu bu kadar çekici kılan nedenlerden biri psikolojiyi iyi kullanıp karakter yaratabilmesidir. Ayrıca bu kadar başarılı karakter yaratabilen bir yazarın kaleminden biyografi çıkabilirdi. Erasmus’un biyografisi de kelimelere hükmetmeyi bilen bu yazardan geldi. “Rotterdamlı Erasmus: Zaferi ve Trajedisi” isimli biyografi aslında yazarın “Yarının Tarihi” isimli deneme kitabında bulunur. Ancak bu deneme hem uzun hem de biyografi olduğundan Batı’da olduğu gibi bizde de çevirmeni Ahmet Cemal tarafından ayrı bir kitap olarak basılır. 206 sayfanın içinde sadece Rotterdamlı Erasmus’un hayatı, zaferi ve trajedisi yok. Onun doğduğu koşullar, yetiştiği tarih ve onun geliştirdiği Hümanizm akımının sosyal-siyasal arka planı bulunur. Böylece Erasmus’u ve onun

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

düşüncelerini okuyabiliyoruz.

geniş

bir

çerçeveden

Ahmet Cemal çeviriye dair yazdığı önsözde, Zweig’in kendini Erasmus’la bir tutmasından söz eder. Çünkü ikisi de her türlü bağnazlığa karşı durmuş, özgürlüğün peşinde koşmuşlardır. Tarafsızlığını koruyan her iki yazar özgür düşüncenin savunuculuğunu yapmıştır. Erasmus’un meşhur eseri “Deliliğe Övgü” eleştirel düşüncenin en önemli


ürünlerinden biridir. Ayrıca bir taşlama örneğidir. Zweig, bu eseri kitapta “Ustalık Yılları” başlığı altında değerlendirir. Rotterdamlı Erasmus bu eseri yedi gün gibi kısa bir sürede yazarken yıllardır içinde bulunduğu Kilise camiası artık yozlaşmıştı. Özellikle İtalya’daki kilise çöküşe sürüklenmekten kaçamaz haldeydi. O, hiçbir zaman Martin Luther gibi kavgacı bir yapıya sahip olmamıştır. İstediği şeyleri zekasını kullanarak elde etmiştir. Kilise gibi kurallarla örülü bir kurumda uzun yıllar rahatça yer alabilmesini de zekasına borçludur. Bu zekayı “Deliliğe Övgü”de görüyoruz. Erasmus, yapacağı ağır eleştirileri kendi ağzından değil de Stultitia’nın yani “deliliğin” ağzından yapar. Böylece hem içindeki söyler hem de söyledikleri ‘deli saçması’ olduğu için şahsına herhangi bir hakaret/saldırı gerçekleşmez. Eğer herhangi bir olumsuz eleştiri gelirse de Erasmus gardını almış hazırda bekler.

Eser, aslında deliliğin ağzından reform fikrini de gün yüzüne çıkarır. Zamanla bu reform hareketi Almanya’ya yayılır. İnsanlar din sömürüsünü fark etmeye başlar. Bu eserleri okuyarak yetişen Luther ile Erasmus arasında mektuplaşmalar başlar. Ancak eleştiri içeren mektuplar giderek kavgaya dönüşür ve zamanla Hristiyan dünyası Hümanizm ile ayrılır. Artık her iki taraf için de Erasmus suçludur. Ömrünün sonuna kadar da bu suçlamayla yaşayacaktır. Ancak bugünkü “Avrupa Birliği” düşüncesinin temelini 16.yy’da Erasmus atmıştır. Zweig’ın da dediği gibi: "Ne var ki tarih, yenik düşenlere karşı acımasızdır ve adil davranmaz. ... Herkes, kaderinin hazırladığı trajediyi yaşar." Erasmus da bu trajedinin kurbanıdır.

“Delilik göklerde kabul görür, çünkü sadece onun kusurları affolunur, oysa bilgeye af yoktur; işte bu yüzden insanlar bile bile günah işleyip af dilemeye kalktıklarında deliliği bir bahane, bir hami gibi kullanırlar.”

“Bu benden değil,Sayın Stultita Hanımefendi’nin ağzından çıktı; bir delinin konuşmasını kim ciddiye alır ki?” (Zweig, s.77) Eserin temelini oluşturan fikre gelince, gerçek bilgelik deliliktir; kendini bilge sanmak da gerçek deliliktir.

"Ama itiraf ediniz ki, ömrünüzde yaptığınız güzel ve hoş ne varsa bunu deliliğe borçlusunuz."

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


AHİLİK VE MENKIBEVÎ KİŞİLİĞİYLE AHİ EVRAN Uğur KAYA “Temelde Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine dayandırılan prensipleriyle İslâmi anlayışa doğrudan bağlı olan Ahiliğin tasavvufta önemli bir yeri bulunan “uhuvvet”i hatırlatmasından dolayı da kolayca yayılması ve kabul görmesi mümkün olmuştur.” 1. AHİLİK 1.1. Ahi Kelimesinin Kökeni “Ahi” kelimesinin kaynağı hakkında iki farklı görüş vardır. Bu görüşlerden birincisi, kelimenin Arapça kardeşim demek olan “ahi” kelimesinden geldiği görüşüdür. İkincisi ise, ilk defa Dîvânu Lugâti’t-Türk’te geçen ve “eli açık cömert” anlamlarına gelen Türkçe “akı”

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

kelimesinden geldiği görüşüdür. Ahi kelimesinin Türkçe kökenli olduğunu ileri sürenlere göre “akı” kelimesi Türkçede çok görülen bir ses olayı olan (k>h) değişimiyle “ahı” şekline dönüşmüş ve nihayet “ahi” olmuştur. Ahi kelimesinin Türkçe olduğuna dair ilk görüş bildirenlerden biri Necip Âsım Yazıksız’dır. Necip Âsım Yazıksız, 1918 yılında neşrettiği Hibetü’l-hakâyık’ta eserde geçen; Ahı erni öggil öger irsen Bahılga katı ya okun gizlegil beytinin açıklamasını yaparak sona koyduğu lugatçede “Ahi” kelimesini “Ahi, akı, sehî, cömerd” olarak açıklamıştır. Kelimenin “akı”dan “ahi” hâline dönüştüğü görüşü bilim çevrelerince de benimsenmiştir. Ünlü dilbilimciler Jean Denny, Sir Gerard Clauson ve Andreas Tietze de bu doğrultuda görüşler belirtmişlerdir.


Türk dili uzmanlarının değerlendirmeleri dikkate alındığında cömert anlamına gelen “akı” kelimesinin Ahilerin en temel özelliğiyle örtüşmesinin tesadüfî olamayacağı düşünüldüğünde Ahi’nin öz Türkçe bir kelime olduğu sonucuna varırız. Arapların “ahî”, İranlıların “ahund-ahu” kelimelerini bir unvan olarak kullanmış olmaları da bir tenakuz değil tevafuk olarak kabul edilmelidir. (Köksal, 2008: 53-56) 1.2. Bir Kavram Olarak Ahilik Ahilik, kavram olarak İslâm dünyasında Abbasi halifesi Nâsır Li-dînillâh tarafından kurumlaştırılan “fütüvvet” kurumunun, Anadolu da 13. yüzyıldan itibaren millî ve yerli unsurlarla donanmış şeklidir. Ahilik, Türk esnafının hayat anlayışına ve dünya görüşüne uygun olması sebebiyle daha çok esnaf arasında gelişmiştir. Aynı zamanda esnaf dışından da çeşitli meslek gruplarını bünyesinde barındırmıştır. Ahilik, Ahi Evran-ı Velî önderliğinde Anadolu da ve Balkanlar, Orta Doğu ve Kafkaslar’a kadar yayılan sivil bir yapılanmanın adı olmuştur. (Köksal, 2008: 57-58) Temelde Kur’an’a ve Hz. Peygamber’in sünnetine dayandırılan prensipleriyle İslâmi anlayışa doğrudan bağlı olan Ahiliğin tasavvufta önemli bir yeri bulunan “uhuvvet”i hatırlatmasından dolayı da kolayca yayılması ve kabul görmesi mümkün olmuştur. Bu teşkilatın Anadolu’da kurulmasında fütüvvet teşkilatının büyük tesiri vardır. (Kazıcı, 1998: 540)

2.1. Yazılı Kaynaklar 2.1.1. Ahi Şecerenâmeleri Ahi Evran’dan bahseden yazılı kaynaklar arasında “Ahi şecerenâmeleri”nin özel ve önemli bir yeri vardır. Ahilik bilgisinin önemli bir kaynağı olan şecerenâmelerin çoğunda, Ahi Evran’ın Hz. Peygamber’in amcası Hz. Abbas’ın oğlu olduğu, kahramanlıkları dolayısıyla Hz. Peygamber tarafından övülerek “Evran” adının bizzat onun tarafından verildiği, 830 tarihinde Anadolu’ya ayak bastığı ve başka hiçbir yere gitmeden Kırşehir’e geldiği, 93 yaşında öldüğü gibi menkıbevî bilgiler ve rivayetler yer almaktadır. 12. ve 13. yüzyılda yaşamış olan Ahi Evran’ın şecerenâmelerde anlatılan Ahi Evran olması için 600 yıl yaşaması gerekir. Bu çelişkiyi aşmak için olsa gerek şecerenâmelerin bazılarında iki Ahi Evran’dan bahsedilir ki 12. ve 13. yüzyılda yaşamış olan Ahi Evran gerçek Ahi Evran’dır. Şecerelerde Ahi Evran ile ilgili menkıbeler de vardır. Bu menkıbelerin hemen hemen hepsinde ortak olan zincirleme olaylar vardır. Menkıbelerin anlatıldığı şecerenâmelerin 6 tanesi Kırşehir Müzesinde bulunmaktadır. Bu şecerenâmelerin yanı sıra şahısların ellerinde de Ahi şecerenâmeleri vardır. Şahısların ellerindeki şecerenâmelerde de aynı olaylar, küçük farklılıklarla nakledilmektedir.

2. MENKIBEVÎ KİŞİLİĞİYLE AHİ EVRAN Ahi Evran’dan bahseden kaynakları yazılı kaynaklar ve sözlü kaynaklar olarak ikiye ayırabiliriz. Ahi Evran’dan bahseden yazılı kaynaklardan başlıcaları şunlardır: Ahi Şecerenâmeleri, Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevisi, “Menâkıb-ı Ahi Evran-ı Velî” adlı mesnevi, Hacı Bektaş Velî Vilâyetnâmesi.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


2.1.2. Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevisi Ahi Evran’ın kerâmetlerinden bahseden 167 beyitlik bir mesnevi vardır. Bu mesnevinin Kırşehir’in yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden Gülşehrî’ye ait olduğu iddia edilir. Bu eseri ilk defa tanıtarak yayınlayan Alman Franz Taeschner eserin Gülşehrî’ye ait olduğunu belirtirken Agâh Sırrı Levend, bu bilgiyi kabul etmez. Agâh Sırrı Levend, Gülşehrî’nin Mantıku’t- Tayr’ının tıpkıbasımına yazığı ön sözde Kerâmât-ı Ahi Evran’ın Gülşehrî’ye değil toplum içinde sayılıp sevilen biri olan Gülşehrî’nin adını kullanan “kendini Ahi Evran’ın halifesi göstererek halktan para ve mal toplamak isteyen bir şeyh”e ait olabileceğini ifade etmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı ve Prof. Dr. Kemal Yavuz da mesnevinin Gülşehrî’ye ait olmadığı kanaatindedirler. Mantıku’t- Tayr’ı Süleymaniye Kütüphanesi Fatih nüshasına dayanarak neşreden Aziz Merhan ise Gülşehrî’nin Ahi Evran’ın halifesi olduğu görüşündedir ve ihtiyat kaydı ile eserin Gülşehrî’ye ait olduğu konusunda Taeschner’e katılır. M. Fatih Köksal’a göre ise eserin Gülşehrî’ye ait olma ihtimalinin hiç de zayıf olmadığı yönündedir. (Köksal, 2008: 30-33) Kerâmât-ı Ahi Evran’da Ahi Evran’ın nasıl biri olduğundan ve kerâmetlerinden bahsedilir. Mesneviye göre, Gülşehrî, Ahi Evran’a 50 yıl hizmet etmiş, şeyhi Ahi Evran ise 93 yıl ömür sürmüştür. Ölmeden önce halifesi olarak Gülşehrî’yi tayin eden Ahi Evran, ayrıca evlenmemiştir. (Kartal, 2009: 225) İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Mesnevinin dikkat çeken beyitlerinden bazıları şu şekildedir: Ahi âlemde Ahi Evran idi Kim kamu Ahilere sultân idi (8. beyit) Âlemün içinde ol idi alem Gelmedi anun gibi sâhib-kadem (11. beyit) Toksan üç yıl dünyada oldı tamâm Ne helâl öninde geçti ne harâm (16. beyit) Gönlini avret odına yakmadı Kimsenün ağzın yüzine bakmadı (17. beyit) Her namâzı Ka bede kılur idi Girü kendü şehrine gelür idi (28. beyit) Gâh maşrıkda kılur idi niyâz Gâg magribde idi ol ser-firâz (29. beyit) Cân alıcı yöresine gelmedi Hakdan artuk kimse cânın almadı (41. beyit) Tanrı dîdârın ana çün gösterür Cân alıcı gelmedin ol cân virür (42. beyit) 2.1.3. Menâkıb-ı Ahi Evran-ı Velî Menâkıb-ı Ahi Evran-ı Velî adlı mesnevi doksan üç beyit olup Ahi Evran hakkında yazılan en eski eserlerden biridir. Varlığından haberdar olunmayan bu eser, el yazması nüshası elinde bulunan Baki Yaşa Altınok tarafından Ahilik Kültürünü Araştırma Merkezi’nce düzenlenen I. Ahilik Araştırmaları Sempozyumu’nda bir bildiri ile tanıtılmıştır. Bu eser aruzun fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla


yazılan bu şiirde çok fazla vezin kusurları olduğu görülüyor. Esere göre Ahi Evran’ın soyu Turfanlıdır ve adı da Hoylu Nasreddîn’dir. M. 1206 yılında dönemin ticaret merkezi Kayseri’ye yerleşen Ahi Evran, burada bir deri atölyesi kurarak çeşitli renklerden oluşan deriler üretmeye başlamıştır. Ahi ve Türkmenlerin koruyucusu olduğu bilinen I. Alaeaddîn Keykubad, Kayseri’de ününü ve maharetlerini duyduğu Ahi Evran’ın dergâhına giderek tabakhanesinde ürettiği derileri inceledikten sonra sanatına hayran kalmış, Ahi Evran’ı Konya ya davet etmiştir. Sultanın davetine uyan Ahi Evran, yerine baş kalfası Ahi Başara’yı bırakıp Konya’ya göçmüştür. 2.1.4. Hacı Bektaş Velî Vilâyetnâmesi Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nin kültürümüzdeki evliyâ menkıbeleri anlatma geleneğinde önemli bir yeri vardır. Vilâyetnâme’de 13. yüzyıl Anadolu’sunun önde gelen mutasavvıflarından Hacı Bektaş Velî’nin yaptığı faaliyetlerle gösterdiği kerâmetleri anlatır. Hem Hacı Bektaş Velî hem de çağdaşı birçok âlim ve velî şahsiyetlerle ilgili bilgi ve riveyetlerin ana kaynağı olması, onun önemini artırır. Eser, yazıldığı dönemin dinî inançları, sosyo-kültürel yapısıs ve gelenekleri ile ilgili önemli bilgi ve malzemeleri de içermektedir. Vilâyetnâme’de Ahi Evran’ın kerâmetlerinden dolayı ona sık sık Ahi Evran Padişah denilerek yüceliği belirtilir.

Vilâyetnâme, Ahi Evran’ı ilk olarak Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ile ilgili bir meselede ele alır, Ahi Evran’la ilgili çeşitli kerâmetlere ve menkıbelere yer verir. Menkıbedeki bilgileri tarihsel çerçevesine oturtacak olunursa Ahi Evran’ın I. Alâaddîn Keykubâd’ın çağdaşı olduğu ve dolayısıyla 12. yüzyılın ikinci yarısı ile 13. yüzyılın ilk yarısı arasında yaşadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. 2.2. Sözlü Gelenekte Ahi Evran Ahi Evran etrafında teşekkül etmiş birçok efsane, yazılı kaynakların dışında, sözlü olarak da ağızdan ağza yüzyıllardan beri nakledilmektedir. Kırşehir’de Ahi Evran’ı konu alan efsaneler Mahmut Seyfeli tarafından derlenerek “Kırşehir Yöresinde Ahi Evran Çevresinde Anlatılan Efsane ve Menkıbeler” adıyla yayımlanmıştır. Kırşehir halkı bugün de Ahi Evran’ın velî kişiliğini saygıyla anarlar. Ahi Evran Camii’nin yanındaki çeşmenin suyunun şifalı olduğuna inanırlar. Özellikle şap hastası olan hayvanlarına bu çeşmeden su içirip hayvanlarının ağzını, ayaklarını yıkarlar. Böylece hayvanın ağzında ve tırnakları arasında çıkan yaraların iyileşeceğine inanırlar.

KAYNAKÇA KARTAL, Ahmet, (2009), “Kerâmât-ı Ahi Evran Mesnevîsi Üzerine Notlar”, Divan Edebiyatı Araştırmaları Dergisi 2, İstanbul, s. 223-242. KAZICI, Ziya, (1998), “Ahilik”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.1, s. 540. KÖKSAL, M. Fatih, (2008), Ahi Evran ve Ahilik, Kırşehir Valiliği Kültür Hizmeti Yayınları. ŞAHİN, İlhan, (1988), “Ahî Evran”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C.1, s. 529-530.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


“YENİ HAYAT”IN İÇİNDEN VERİLEN POZUN İKİ KAHRAMANI: İSMET ÖZEL & ORHAN PAMUK Beyza ÖZKAN İsmet Özel ve Orhan Pamuk, toplumsal bir tema olan kapitalizmi kendi üslupları doğrultusunda işlemişlerdir. İsmet Özel, ‘’Dişlerimiz Arasındaki Ceset’’ isimli şiirinde kapitalizmin eleştirisini yapmaktadır. Kapitalizmin eleştirisi yapılmakla birlikte o sistemin yarattığı insan da şiirin içinde betimlenmiştir. Orhan Pamuk da 1980 sonrası gelişen Türkiye’nin kapitalistleşme sürecini “Batı’dan bir veba salgını halinde gelen tüketim özlemi hepimizin içinde olabilir” düşüncesinden hareketle Yeni Hayat’ta işlediğini söyler.

Yeni hayat arayışı edebiyat tarihimiz boyunca değişerek ve gelişerek devam etmiştir. Fotoğraf sanatı bakış açısıyla yaklaştığımızda kelimelerimizi de ona göre hazırlamamız ve ona göre cümle ipine dizmemiz gerekecektir. Zira adı geçen yazının başlığında ‘’yeni hayat’’ın içinden verilen bir poz olarak ele alınan bu arayış ve dahi anlayış, dolayısıyla fotoğraf sanatı bakış açısıyla anlaşılmayı bekliyor. Fotoğraf sanatı da ortaya çıktığı andan itibaren değişmiş ve gelişmiş, kadraja verilen pozlar da aynı şekilde yenilenmiş ve adı anıldığı gibi tekâmülünü sürdürmüştür. Tabi bu tekâmül sırasında pozları veren kahramanlar da değişmiş ve yerlerini yenileri almıştır. ‘’Yeni hayat’’ arayışının ortaya çıkışındaki temel faktör, var olan düzenin karşısında tasarlanan bir yaşama sahip olma isteğidir. Bu düzen ki,

Başlık İbrahim Tüzer’in yayımlanmış doktora tezi olan ‘’İsmet Özel Şiire Damıtılmış Hayat’’ isimli çalışmasının içinden esinlenilmiştir.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


insanların düşünme, sorgulama eylemlerinden alınan ürünün yanında yaşamdan alınan tecrübe, haz, arzu, talep ve benzeri unsurların insanlara olan geri dönütleri ile de ilgilidir. Bireysel boyutların da etkili olduğu yeni hayat arayışının yanında toplumsal boyutların varlığını yadsımak mümkün değildir. Çünkü insan sosyal bir varlıktır ve toplumun ayrılmaz bir parçasıdır.

birlikte dindar kimliğiyle edebiyat sahnesinde yer almış bir şairdir. Şiirlerinde anlaşılmazlık, dağınıklık ve asi tavrıyla kendini gösterir. Geceleyin Bir Kuş, Evet İsyan, Cinayetler Kitabı ve çalışmada incelenecek olan Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar şairin şiir kitaplarını oluşturur.

‘’Yeni hayat’’ arayışına edebiyat tarihi kadrajından bakacak olursak en belirgin izlerini Servet-i Fünûn döneminde buluyoruz. Baskıdan ve hafiyeden içlerine kapanan aydınlar, var olan hayattan sıkılmışlar ve kendilerine ait ‘’yeni hayat’’ tasarımları yapmaya başlamışlardır. Tevfik Fikret, Ömr-i Muhayyel ve Yeşil Yurt gibi şiirlerinde bu tasarımını nazım ipliğine dizmiş, Fikret dışındaki yazarlar da bu tasarımlarını edebiyatın sınırları içinde çeşitli şekillerde dile getirmişlerdir. Milli edebiyat dönemine gelindiğinde tasarım farklı bir boyut kazanmış ve yeni hayat kadrajına poz veren kahramanlar değişmiştir. Mehmet Emin’in gür sesiyle uyanan bir toplum ve o uyanışla birlikte dirilen destanî ruhun dirilmesi ile çizilen ve cisimlendirilen bir yeni hayat arayışı karşımıza çıkar. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise bu anlayış ilk dönemlerde destanî ruhunu canlı tutarken İkinci Dünya Savaşı’nın olduğu yıllarda farklı bir boyut kazanır. Batıdan gelen akımların etkisiyle değerlerin sorgulanmaya başlaması ve bu değerlerle birlikte biçimlenen insanlar yer almaya başlar yeni hayat içinde verilen pozlarda. Edebiyat tarihi seyri içinde gözlemlediğimiz bu arayış, yazarların ve şairlerin eserlerinde kendilerine has bir üslupla dillendirilmiştir.

Cellâdıma Glümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar, 1984 yılında Ankara’da İmge Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Elli sayfalık bu kitaba adını veren şiir, kitabın 7. sayfasındadır. İsmet Özel’in bu kitabında daha önceki şiirlerinin içeriğine ek olarak 1974 yılından sonra bağlandığı İslami düşüncenin etkisi dikkat çeker. Bu şiirler Erbain isimli kitaba alınmıştır. Kitapta yer alan şiirler sırasıyla şöyledir: Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar, Dişlerimiz Arasındaki Ceset, Mataramda Tuzlu Su, Jazz, Ils Sont Eux, Üç Firenk Havası. 1

Çalışmamızın asıl konusu, Cumhuriyet döneminde eser veren şair İsmet Özel’in ‘’Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar’’ isimli şiir kitabı ve yazar Orhan Pamuk’un kaleme almış olduğu romanı ‘’Yeni Hayat’’ ekseni etrafında sanatçıların kişilikleri ve onların yeni hayat algısı incelenmeye çalışmaktır.

gök yarıldı, çamura can verildi

İsmet Özel, 1960’larda sembollere bağlı şiirler yazan, önce Marksist sonra da 1970 yılıyla

Özel, Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar adını veren şiiriyle başlar. Bu şiir, bizzat nüfus kaydında geçen ismiyle ve bizzat kendisini anlatmaktadır. Bu şiir yüz on dizelidir ve şöyle başlamaktadır:

“Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar ben yaşarken koptu tufan ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat her şeyi gördüm içim rahat

linç edilmem için artık bütün deliller elde …” İsmet Özel, sakınmadan, imgelerin, sembollerin arkasına saklanmadan kendisini şiirine malzeme yapan bir şairdir. Ruhunu bütün boyutlarında şiirlerinde dışa vurmuştur. Şiirlerinde kendisi konuştuğu gibi kendisini de anlatmıştır. Üzerinde konuşulmakta olan şiir

1

KAYA, Ahmet, İsmet Özel, Hayatı, Şiiri ve Poetikası, İnönü Üniversitesi SBE, Malatya, 2014, sf.55 İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


‘’yeniden doğan insanın değişmeyen kendilik çağrısı’’ başlığı altında incelenen dikkate değer bir şiir olma özelliğini taşır. Adını andığımız şiirde kendilik çağrısını, ayık olmama halini kaybetmemek için öncelikle kendinden hareketle söz konusu eder. ‘’Yolculuk’’ metaforu etrafında açımlanarak farklı anlam katmanlarına yönelen söz konusu şiir, aslında şairin tüm hayatının ve buna paralel olarak gelişerek devam eden şiir evreninin özünü de imlemektedir.

kitabı ‘’Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar’’da, ilk şiiri itibariyle kendi benini kelimelere aksettirilen önemli bir şiir olma niteliğini taşır. Kitabın ikinci şiiri olan Dişlerimiz Arasındaki Ceset, İsmet Özel’in yaşadığı ilk ideolojik değişimden sonra 1982’de yazdığı önemli bir şiirdir. Bu şiirde temel mesele modern kapitalist dünyada insan –modelleri- denilebilir. Çünkü kapitalist modernleşme modeli kapitalist insanla tanımlanır ve Özel’e göre kapitalizm para kazanmak adına her şeyi yozlaştırır. Dişlerimiz Arasındaki Ceset modern hayatın başat unsurlarıyla kurulmuştur ve bunları eleştiren bir yapı arz eder. Şiirde kapitalist ve modernist özneyi temsil eden “şehir ahalisi”dir. Şiir “şehir ahalisi”ni konuşturarak başlar. İsmet Özel, bu şiirde kapitalizmin eleştirisini yaparak ve bu ideolojinin esiri olmuş modern insanı ‘’şehir ahalisi’’ olarak ele alarak yeni hayat arayışını yapmaya çalışmış ve arayışını kapitalizmin dayattığı şehir ahalisi tipinin olmadığı ve tüketim ekonomisinin egemen olmadığı bir yeni hayat tasarımına yaslar. Mataramda Tuzlu Su adını taşıyan üçüncü şiir de, İbrahim Tüzer’in ‘’İsmet Özel Şiire Damıtılmış Hayat’’ adını taşıyan çalışmasında

Şairin ‘’uzun yola çıkmaya hüküm giydim’’ mısrasından hareketle çıkmaya ‘hüküm giydiği’ ‘uzun yol’ , yaşanmışlıklardan dolayı aslında mecbur olunan bir ‘yolculuktur’. Çünkü şairin ‘’yakın yerde soluklanacak gölgesi yoktur.’’ Aydınlanma dolayımında önemli kazanımlar elde ederek hayatında köklü değişikliklere meydan veren şair, ruhuna kazandırmış olduğu içsel genişliğin büyüklüğü nispetinde zor görevlere/’acı kök tadı’na talip olmaktadır. Bu durum Jung’un ifade ettiği ‘’personasıyla özdeşleşmekten kaçınarak ruhlarına kazandırmış oldukları genişlik sayesinde, nesnelerinin büyüklüğüyle baş edebilen insanların durumunu akla getirmektedir.’’ Sonuç olarak bu şiir, şairin yeni hayat arayışı içinde yeniden doğan insanın kendilik çağrısının değişmediğini aksettirmesi yönüyle dikkate değerdir. Jazz adını taşıyan şiir, yeni hayat arayışı içinde herkeslerin eleştirisine ve dahi insanların yabancılaşmasına yönelik yapılan eleştirinin şair tarafından başka bir şekilde dışavurumu olarak nitelendirilebilir. İsmet Özel, ‘herkes’lerin sonu gelmez bir telaş içinde modern dünyanın karnavallaşan yapısının esiri olarak devam ettirmeye çalıştıkları hayatlarına bu şiirde işaret etmektedir. Türkçeye ‘’Bunlar Onlardır’’ şeklinde çevrilebilecek Ils Sont Eux adlı şiirinde herkeslerin eleştirisinden ziyade, kalabalığın kimler olduğuna dikkatleri çekmeyi amaçlar ve dikkat çekmeyi amaçladığı yabancılaşmayı daha belirgin bir hale getirir. Ils Sont Eux şiirinde, anlatı düzlemine yaklaştırılarak hayatı algılayış biçimleri şiirleştirilen insanların söz konusu edilen serüvenleri, toplumsallaşarak kendi


kimliklerinin uzağına düşen insanların tanıtımı; insanların tekdüze haline gelmiş olan yaşantılarından kesitlerin sunulması ve bu insanların hayatlarının anlamdan yoksun olarak sürüp gitmesi şeklindedir. İsmet Özel, hayatını kuşatan mecbur bırakılmışlıkların arasında ‘gittikçe daha dalgın’ hale gelen ‘buruşuk pardesülü adam’ın, bunlardan sıyrılmak/’dibe inmek’ için ortaya koyduğu kazanıma paralel olarak açımlanan bu kısımda şair, diğer kahramanlarının da sonunu şiirleştirmiştir. Yazımızda çalışma konusu ettiğimiz Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar kitabındaki son şiir Üç Firenk Havası, kendi döneminin yeni hayat arayışı içindeki insanının ölüm karşısındaki duyuş tarzına işaret eden önemli bir şiirdir. Şiirin başlığında kullanılan ‘hava’ kelimesi, aynı zamanda müzik parçalarında bir tür olarak da kullanılmaktadır. ‘Frenk Havası’ denildiğinde ‘’dans havası’’, ‘’roman havası’’, ‘’oyun havası’’ gibi müzikal bir dünyanın sınırlarına girmiş oluruz. Bu dünyada önemli olan, keyif ve neşe halinin devam etmesidir. Ne olursa olsun bu ‘hava’nın bozulmasına izin verilmez. Şair, yaptığı kelime oyunuyla modern insanın ölüm gibi çok önemli bir varoluş tarzı karşısında takınmış olduğu tavrı okuyucunun dikkatine sunar. Şiirin ilk bölümü ‘Capriccio Ölüm’ adını taşımaktadır. Neşe ve keyif anlamlarına gelen ‘’Capriccio’’ kelimesi, hicivsel aktarımlı müzik parçalarına da verilen bir isimdir. Bölüme alışılmadık bir şekilde dikkatleri ölüme çeker. Bölümün devamında, ölüm gerçeğinin modern zamanı yaşayan insan tarafından nasıl değiştirildiğini/gizlendiğini ifade eder. Bu bölümün sonunda ölümün farklı bir yönünü gözler önüne serer. ‘’Ölüm Cantabile’’ adını taşıyan ikinci bölümde şair, dinleyicisine, melodi vasıtasıyla konuşuyormuş gibi hitap etmektedir. Bu bölümde, ölüm olgusuna doğrudan modern insanın/’şehrin insanı’nın açmazlarını konu ederek yaklaşır. İkinci bölümün tamamında kendini hissettiren ‘’ben’’, artık yerini varoluş sebebinin ve ölümün doğru olarak kavranıldığı hayat tarzına bırakmıştır. Şiirin son bölümünün adı ‘’Requiem’’dır. Kelime anlamı ‘’ağıt’’ olan requiem, Hıristiyan inancına göre, ölen kişinin ruhunu rahatlatmak amacıyla yapılan cenaze

töreninde çalınan müziğe verilen addır. Neşeli bir girişin ve dinleyiciyi içine çeken bir söyleyişin ardından gelen ağıt havası, ölüm ve ölümlülük üzerine söylenen tam bir final havası niteliğindedir. İsmet Özel’den sonra yeni hayat arayışını ele alacağımız diğer kişi Orhan Pamuk ve onun Yeni Hayat isimli romanıdır. Yeni Hayat, kendisinden önce yayımlanan Kara Kitap ile birlikte postmodern romanın öncüsü olmuştur. ‘’Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.’’sözüyle başlayan Pamuk’un romanı, okuduğu bir kitaptan sarsılarak etkilenen, sayfalardan neredeyse fışkıran ışığa bütün hayatını veren ve kitabın vaat ettiği yeni hayatın peşinden koşan genç bir kahramanın hikâyesini anlatmaktadır. Kitabın etkisiyle âşık oluyor, üniversite öğrenciliğinden uzaklaşıyor, İstanbul’dan ayrılıyor, bitip tükenmeyen otobüs yolculuklarına çıkıyor, taşra şehirlerine doğru savruluyor. Onunla birlikte ve aynı hızla sürüklenen okuyucu, kahramanın okuduğu kitabı değil, başından geçenleri izleyerek bize özgü hüznün ve şiddetin kalbinde kendini bulur. On yedi bölümden oluşan Yeni Hayat, döngüsel bir arayış ve yolculuk romanı olarak değerlendirilebilir. İsmet Özel’in Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar da yer alan Mataramda Tuzlu Su isimli şiir ile ‘’yolculuk’’ metaforu bakımından birleştiğini görmemiz mümkündür. Jazz isimli şiir de Pamuk’un romanındaki yeni hayat arayışı bakımından birleşmektedir. Romanın arayışının öznesi konumundaki kişisi Osman aylarca otobüslerle Anadolu’yu dolaşır. Kimi zaman Mehmet’i, kimi zaman kitabı okuyan diğer kişileri ama daha çok kazaları, hayatı, zamanı yani varoluşun anlamını arar. İsmet Özel de Üç Firenk Havası’nın ikinci bölümünde varoluşun sebebini ve anlamını aramakta olan bir şair konumundadır. Bu iki eseri birleştiren bir diğer unsura gelindiğinde, Yeni Hayat isimli eserin çok katmanlı bir yapıya sahip olmasıdır. İsmet Özel de ele alınan şiir kitabında çok katmanlı bir yapıya ulaşmıştır. Özel ve Pamuk’un kaleme almış olduğu metinler, tema bakımından da birleşmektedir. Yeni hayat teminin bu iki yazar


tarafından nasıl ele alındığını gözlemlemeye çalıştığımız bu yazıda, yeni hayat arayışının içinde olan insanın kimlik arayışı da kendine önemli bir yer edinir. Yeni Hayat ta bu kimlik arayışı, ikizleşme, başkasına dönüşme teması çeşitli boyutlarıyla işlenir. Romanın ana kahramanı Osman, hemen hiç betimlenmeyen, biraz çekingen, içine kapanık kimliksiz bir bireydir. Asosyal bir kişi olan Osman’ın tek sığınağı kitaplardır. “Sol ya da sağ, dinci ya da sosyalist, herhangi bir siyasi görüşe yakınlık duymayan” çocukluğundan beri okumayı seven, bir bakıma hayattan çok kitaba bağlı kalan, kitapların dünyasında yasayan Osman’ın gerçek yasamla karşılaşması, insanları tanıması ve en önemlisi kendi varoluşunu gerçekleştirebilmesi için bir yolculuğa ihtiyacı vardır. Nitekim genç, dinamik ve tecrübesiz bir üniversite öğrencisi olan Osman’ın romanın başında adı bile belli değildir. Arayışın öznesi olarak Osman, yolculukları boyunca adını, kimliğini ve kişiliğini bulacaktır.2 İsmet Özel de çalışma boyunca anlattığımız şiir kitabına adını veren şiirinde de kendine has bir ‘’kendilik’’ algısıyla kendisini ve şair kimliğini de okuyucuyla paylaşır. İsmet Özel ve Orhan Pamuk, ele alınan eserlerde toplumsal bir tema olan kapitalizmi kendi üslupları doğrultusunda işlemişlerdir. İsmet Özel, ‘’Dişlerimiz Arasındaki Ceset’’ isimli şiirinde kapitalizmin eleştirisini yapmaktadır. Kapitalizmin eleştirisi yapılmakla birlikte o sistemin yarattığı insan da şiirin içinde betimlenmiştir. Orhan Pamuk da 1980 sonrası gelişen Türkiye’nin kapitalistleşme sürecini “Batı’dan bir veba salgını halinde gelen tüketim özlemi hepimizin içinde olabilir” düşüncesinden hareketle Yeni Hayat’ta işlediğini söyler. Çalışma boyunca iki sanatçının verdikleri ürünlere bakılarak, onlar ve verdikleri ürünler ‘’yeni hayat’’ bağlamında incelenmeye çalışıldı. İsmet Özel ve Orhan Pamuk, ürünlerinde kendilerini ve sanatçı kişiliklerini bir arada bulundurmuşlardır. İsmet Özel, bunu ‘’kendilik’’ algısıyla, Orhan Pamuk da Osman aracılığıyla arayışını gerçekleştirir. İki sanatçıyı yeni hayat 2

DEMİR, Fethi, Orhan Pamuk’un Romanları Üzerine Bir Araştırma, Yüzüncü Yıl Üniversitesi SBE, Van, 2011, sf.348 İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

arayışı bağlamında birleştiren bir başka unsur da ‘’yolculuk’’ metaforunu kullanmalarıdır. Şair İsmet Özel, bu metaforu ‘’Mataramda Tuzlu Su’’ da kullanırken, Orhan Pamuk, ana kahramanı Osman’ı otobüsle dolaştırarak bu metaforu eserinde kullanmayı tercih eder. İki sanatçı da eserlerinde çok katmanlı bir yapıya ulaşmışlar ve de ele aldıkları temalar bakımından da yeni hayatı aramışlardır. Bu temalar arasında kapitalizm, kimlik arayışı vardır ve bu temalar da bahsi edilen arayış etrafında işlenmiştir. Yeni hayat temi, şiirlerle de sınırlı kalmadan nesir türünde de çeşitli şekillerde ele alınmış ve iki sanatçı tarafından kendilerine has bir üslupla yoğrulmuştur.


Ruh u revan Sararan Çalkantı Muhammed Münzevî Yağmur olup yağdığımız bereketli toprak Sarışın buğdaylar doğurdu Göğe dinelen apartman Henüz ergenlik devrinde Uzun sayılmazdı boyu Pekmezi çaya bandığım vakitlerde İnkar kentlerinde ışıklar yanar Tarlalarda kör buzağılar topallar Gözlerimden biri güler biri ağlardı Ay doğanda Kuşlar karnımdan havalansın Üşüyen terliklerime kum taneleri saklanıyor Kabuklarım dikiş tutmaz Biçmelere gidişim oraksız Vagonlardan, bir seher tazeliğinde Yolları, yılları seyredişlerim Tusem bırakmadı kaldırımlarda Çünkü bir şairin haykırışıyla 'Saygım kalmadı buğday saplarına' Koştum, ayaklarıma saplanan Yıldızlar yok mahallelerde Dizimde kıvrılan kaostan Prangalarım yeşillenmiyor Avuçlarımda bir korku Bilmiyorum kimlerin eli değdi Güneşi sinirlendirmeyin Misafiriz Elbet sonu gelir devrimizin...

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

Süleyman Erkut

Sâkiya mürekkeb-i aşkın ile doldur içelim Bedaheten esen rüzgar ile aşktan geçelim Raksa dursun şiir ve aksın Süleyman’dan Ummanda yazılıp aks eden ilham ondan O benim şiirim öz bendim ta kendim bendim Yazıp çizip söylediğim gül parem sevdiğim İşim aşım eşim biricik sevgilim Medine’m Sabrım selametim ey sevdiğim aşk bahçem Aşkın kalbimi şair etti bahtiyarım yârim 8.ayım 27 senem gülüm özüm ömrüm Varlığı kalbe onur huzur gurur sonsuzluk Sonsuz ruh seninle her daim bize uyku yok Çünkü aşk bize gece gündüz ay ve sene Yaşayacak şiirler ve ben ebedi hep seninle Aşk-ı dil-i ruh u revan olan can menekşem Dil-i huzur ile ebedi yolum sonum can aşkım Akşam sen sabah sen bana aksanım garip Aksam seninle şiirlere söze girsem dil gâib Kaybım yok sabrım çok lakin geçti yıllarım Yollarım seninle akacak daima şiir pınarım Yazıyorum şiir oluyorsun şu geceme nehir Çalıyorum sazı türkü türkü söylüyorum seni Okuyorlar beni şiirleri ben de seni sende benim Ben ki sen de gizliyim sen de benim ey nefesim Ruh u revanım hayat ağacım koca uzun yolum Ezelim ebedim sonum sözüm özüm kervanım


TÜRKLERİN KADİM KİTABI:

“ULU HAN ATA BİTİĞİ” Cengiz GÜLER

Türklerin İslamiyet’ten çok önceleri yazılı kaynakları olduğuna delil olan “Ulu Han Ata Bitiği”, Ulu Han Ata’yı yani ilk insanı anlatan kitaptır. Bunun yanında ilk kadın Ulu Ay Ana’yı, ilk Türk kağanının seçilmesi, ilk Türk şehirlerinin kurulması, ilk törenlerin yapılması, ilk meslekler ve ilk savaşları da anlatmaktadır. Türk tarihinin en eski Türkçe kaynaklarının Orhun abideleri olduğu herkes tarafından bilinmektedir. “En eski” deyimi kapsamlı ilk yazıtlar olmasındandır. Yoksa bugün Hunlardan kaldığı bilinen, üzerinde Göktürk yazısına temel olduğu anlaşılan biçimlerle, söz konusu kap kacakların kime ait olduğu işlenmiş, yüzlerce araç-gereç bulunmuştur. Ancak kapsamlı başka kaynak günümüze ulaşamadığı için Türklerin yazılı kültürün olmadığı, bilimsel ve kültürel olarak gelişmediği, göçebe bir topluluk olduğundan bedevi bir toplulukmuş gibi zihinlerde izler bırakılmıştır. Ebûbekir bin Abdullah bin Aybek edDevadârî, "Dürerü't-Tîcân ve Tevârîh-i Gurerü'z1

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Eski Türklere ait yazılı kaynakların günümüze ulamamış olması, o dönemlerde böyle kaynakların olmadığı anlamına gelmez. Burada tanıtacağımız eser kadim Türklerin çok değer verdiği iki kitaptan birisidir. “Ulu Han Ata Bitiği” ya da “Ulu Han Ata Kitabı” İslam öncesi Türklerin çok değer verdiği bir kitaptır. Bu kadim eser, Ulu Han Ata’yı yani Türklerin en eski atası olan ilk insanın yaratılışını anlatan Türkçe bir eserdir. Ayrıca daha sonra yaratılan ilk kadını, Ulu Ay Ana’yı da anlatmaktadır.

Ulu Han Ata Bitiği Adlı Eserin Hikâyesi Ulu Han Ata Bitiği’nin orijinal nüshaları günümüze ulaşmamıştır ya da daha bulunamamıştır. Bu kitabın varlığını XIII.-XIV. yüzyıllar arasında yaşamış Memluk tarihçisi Ebubekir bin Abdullah bin Aybek edDevadari’nin (ö. 1335) "Dürerü't-Tîcân" adlı eserinden öğreniyoruz.1 Ebûbekir ed-Devâdârî, Zamân", Süleymâniye Ktp. Dâmâd İbrâhim, nr.: 913, vr. 202a-202b.


eserinde Moğollardan bahsederken, sözü Türklere getirerek onların tarihini çok iyi bildiğini belirtmiş ve buna delil olarak, kütüphanesinde bulunan "Ulu Han Ata Bitiği" adlı eski Türk kaynağını gösterip, eserin Arapça metnini kitabında nakletmiştir. Ulu Han Ata Bitiği’nin ilk ne zaman yazıldığı ve kimin yazdığı bilinmiyor. Ancak Ebûbekir edDevâdârî’ye kadar nasıl ulaştığını bilmekteyiz. Ebûbekir ed-Devâdârî’ye göre bu kitap, Türk kökenli bir devlet adamı ve âlim biri olan Sasani Hükümdarlığının ünlü veziri Bozorgmihr bin elBahtikan tarafından Farsçaya tercüme edilmiştir. Bozorgmihr 580 senesinde öldüğüne göre Orhun abidelerinden çok önce metin haline getirilmiştir. Daha sonra 826 senesinde Cibril bin Buhtişu tarafından Farsçadan Arapçaya çevrilmiştir. Ebûbekir ed-Devâdârî’nin bize özetini sunduğu kitap bu Arapça nüshasıdır.2

şehirlerinin kurulması, ilk törenlerin yapılması, ilk meslekler ve ilk savaşları da anlatmaktadır. Bahsedilen kitapta Kara Dağ denilen büyük bir dağdan bahsedilmektedir. Bu dağın Çin tarafında güneşin doğduğu yerde bulunmaktadır. Bu dağda hiç bitki yetişmezdi, kayaları çok sert ve simsiyahtı. Tanrı, Büyük Karanlık Denizi’nden güneş ilk doğduğunda ilk ışıklarını engellemesi için yaratmıştır. Çünkü güneşin doğarken yaydığı ilk ışık ve enerji çok tehlikeli olduğundan bütün canlıları öldürürdü. Enerji miktarı doksandan on ikiye düştüğü zaman yeryüzüne vurmaya başlardı.3

Ebûbekir ed-Devâdârî’nin verdiği bilgiler ışığında Oğuz name ve Ula Han Ata Bitiği gibi eserlerin çok eski asırlardan beri Türklerin elinde dolaştığını öğrenmekteyiz. Bu bilgiler bize Türklerin İslam öncesi edebi türlerinin sözlü gelenekle dilden dile aktarıldığı tezini çürütmektedir. Çünkü Oğuz name’nin ilk XV. Yüzyılda yazıya geçirildiği bilinmektedir. Ancak XIII. Yüzyılda yaşayan Ebûbekir ed-Devâdârî’ye göre çok eski zamanlardan beri bu kitabın var olduğu bilgisine ulaşıyoruz. Kitabın bir başka ilgi çekici yönü de İslamiyet öncesi konuları anlatırken çoğu konuda İslamiyet ile birebir aynıdır. İlk insanın ve eşinin balcıktan yaratıldığı, çocuklarının biri kız biri erkek olarak ikiz biçimde doğması gibi birçok konuda İslamiyet ile uyuşmaktadır.

“Ulu Han Ata Bitiği”ndeki Bilgilerin Özeti Ulu Han Ata Bitiği’nde Ulu Han Ata’yı yani ilk insanı anlatan kitaptır. Ayrıca ilk kadın Ulu Ay Ana’yı, ilk Türk kağanının seçilmesi, ilk Türk

Necati Demir, Türklerin En Eski Destanı Ulu Han Ata Bitiği, 2. Basım, Ötüken Yayıınları, İstanbul, 2017, s. 57. 2

Kara Dağda büyük bir mağara vardı. Zamanın başlangıcında aşırı bir şekilde yağmur yağdı ve sel oldu. Sel suları çamuru sürükleyip Kara Dağ’daki bu mağaraya taşıdı. Çamurlar insan şeklindeki yarıklara doldular. Güneş saratan (yengeç) burcunda ve en yüksek noktada idi. Rüzgârında esmesiyle doğadaki dört unsur (ateş, su, toprak, hava) birleşir ve dokuz ay sonra ilk insan can bulur. Bunun adı Ulu Han Ata’dır. Ömrünün ilk kırk yılında tam gücüne ve kalıbına ulaşır.4

3 4

Necati Demir, a.g.e., s. 82. Necati Demir, a.g.e., s. 83. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Ulu Han Ata yaratıldıktan kırk yıl sonra aynı olaylar tekrar oldu. Bu sefer güneş sümbüle (başak) burcunda idi. Güneş en yüksek noktaya ulaşamadı. Soğuk oyduğu için Ulu Han Ata’nın sahip olduğu güce ulaşamadı. Yine de Ulu Ay Va (ay yüzlü) can buldu. Daha sonra onların biri kız biri erkek olmak üzere kırk tane ikiz çocukları oldu. Bu çocuklar çapraz şekilde birbirleriyle evlendiler. Yüz yirmi yaşında Ulu Han Ata öldü ve çocukları onu Kara Dağdaki mağaraya götürdüler. Ulu Han Ata tekrar doğar umuduyla oraya gömdüler. Kırk yıl sonra Ulu Ay Va öldü ve onu da Ulu Han Ata’nın yanına götürdüler. Ancak Ulu Han Ata’nın vücudu çürümüştü. Çocukları mağaranın önüne, onları anımsatan altından birer suret yaptırır ve etrafını çiçeklerle donatırlar, artık bütün Türkler kalabalık gruplar halinde gelip orayı ziyaret etmeye başlarlar. Daha sonra onların çocukları çoğaldılar. Çoğaldıkları zaman insanlar birbirlerine zulüm ve haksızlık yapmaya başladılar.5 Ulu Han Ata ve Ulu Ay Va’nın çocukları bu haksız ve düzensiz durumu önlemek için çare aramaya başladılar. Sonunda bir çare buldular ve kendi aralarında bir lider seçip onun kararlarına uyacaklardı. Yani kendilerine bir kağan seçeceklerdi. Ulu Han Ata’nın en büyük oğlu Ay Atam Küçükeri ilk kağan oldu. Seksen yıl boyunca Türkleri yönetti. Kağanlığı sırasında Kara Dağ’ın eteklerinde Kaşırmak ve Abdırmak 5 6

Necati Demir, a.g.e., s. 89. Necati Demir, a.g.e., s. 90.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

diye iki şehir inşa ettirdi. Ay Atam Küçükeri öldükten sonra yerine oğlu Küçükeri Belceği geçti. Babasının vasiyeti üzerine babasına mezar olarak bir ev ve taht yaptırdı. Burası da Türklerin ilk ziyaretgâhlarından biri oldu.6

Kitapta geçen bir başka olayda kağanların soyundan gelen Kuşçu Tatar Han ile ilgilidir. Tatar Han’la birlikte doğa, havyaların efendisi ve bir müzik dostu dünyaya gelmiştir. Kara Dağ’ın eteklerindeki topraklar çok bereketliydi. İçinde ağaçlıklı adalar bulunan bir göl vardı. Dünyanın dört bir yanından gelen her tür kuş bu adalara gelir, insanlar tarafından rahatsız edilmeden buralarda yuvalar yaparlardı. Buralarda çok sayıda Ku, yani kuğu kuşu vardı. Tatar Han bir kamış aldı ve bu adalara gitti. Bu kamışla bir müzik aleti yaptı ve kuşlar gibi öttürmeye başladı. Bu sese gelen kuşları avladı. Tatar Han yaptığı bu alete sibsagu adını verdi.7

Tatar Han, daha sonra tekrar adalara gittiğinde Od atı (ateş atı) ile karşılaştı. Od atının yelesi ve kuyruğu çok uzundu ve toynakları ateş saçıyordu. Toynakları ile bir sıçrayışta aslanları öldürüyordu. Od atı, ağaç kütükleriyle, hatta yiyecek bulamazsa kaya parçalarıyla

7

Necati Demir, a.g.e., s. 96.


besleniyordu. Tatar Han tuzak kazarak onu bir çukura düşürdü. Od atı evcilleştirdi. Tatar Han’ın üç oğlu oldu. Birinin adını Şingiz Han, birinin adını Oğuz Han, diğerinin adını Altın Han koydu. Tatarların ve Türklerin soyları bu oğullardan devam etti.8 Hikâyenin bundan sonraki kısmı farklı boylara ayrılan Tatarların ve Türklerin mücadeleleri ve çoğalmalarıyla ilgilidir.

Sonuç Yukarıda görüldüğü gibi, Türklerin İslamiyet’ten çok önceleri yazılı kaynakları olduğuna delil olan Ulu Han Ata Bitiği, günümüze ulaşmamasına rağmen Ebûbekir edDevâdârî’nin bize aktardığı bilgiler sayesinde bu eser hakkında bilgi sahibi olmaktayız. Adı geçen eserde ilk insanların yaratılışı ve çoğalması İslamiyet’teki Hz. Âdem ve Hz. Havva kıssalarıyla büyük oranda uyuşmaktadır. Hatta Havva ve Ay Va isimlerinin benzerliği dikkat çekicidir. Ayrıca ilk insanın ölümüyle, hayat bulduğu dağa gömülmesi ve Türklerin bu dağa kutsallık atfetmesi gerçek hayatla örtüşmektedir. Çünkü Eski Türklerdeki dağ kültünü incelediğimiz zaman Kara Dağ inancının İslamiyet sonrasında dahi devam ettiğini görmekteyiz. Eski Türklerde dağları ataları olarak kabul ederler ve kadınlar dağlara kayın ata derlerdi. Kara Dağ ismi hem diğer Türki Devletlerde olsun hem de Türkiye’de olsun çokça kullanılmaktadır. Ayrıca Kara Dağ, canlıları güneşin ilk ışıklarından korumak için yaratıldığını ve güneşin enerjisinin doksandan on ikiye indiği zaman yeryüzüne vurduğu bilgisini verilmişti. Buradan anlaşıldığı gibi bir

8

enerji ölçümü mevcuttur. Ancak dünyada enerji ölçümü 19. Yüzyıla kadar yapıldığı bilinmiyordu.

Mağarada çamurların çukurlara dolduğunda güneş saratan (yengeç) burcunda olması ve bu olaydan sonra Ulu Han Ata’nın doğması hikâyesi de ilginçtir. Çünkü miladi takvime göre yengeç burcu 21 Haziran’da başlıyor ve okuz ay sonra 21 Mart geliyor. Ulu Han Ata 21 Martta can bulması Türklerin ilk yılbaşına, yani Nevruz’a denk geliyor.

Kuşçu Tatar Han hikâyesindeki sibsagu denilen alette Türklerin ilk çalgı aletidir. Günümüzde Türkiye’nin birçok yerinde, özellikle Muğla ve Isparta’da, sipsi denilen aletin kendisidir. Türkiye’de hala var olan bu yöresel bildiğimiz alet Türlerin kadim müzik aletidir. Bütün bu bilgileri dışında Ebûbekir ed-Devâdârî; Ku, sibsagu gibi bazı kelimeleri Arapçaya çevirmeden Türkçe halini olduğu gibi aktarmıştır. Bu kitabın dil tarihi açısından da çok değerli bir eser olduğu açıktır.

Necati Demir, a.g.e., s. 97. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Hareket Sema KESER

Tam şimdi yaşıyor hareket Şimdi lavanta kokuyor bahçe Kadının biri kocasına sövüyor Adamlar oraletten bıktık diyor Çocuğun biri dizini yaralıyor Tam şimdi bir saat duruyor Bir kadın can veriyor şu anda Tramvay, tramvaylar hep çalışıyor Sense bir ağaç dibinde hareketsizsin Bir seferin son durağını bekleyenler gibi.

ANİDEN Sema KESER

Aniden sever insan, Bir yaya vakti Yüzünü kıbleye dönenler gibi Aniden.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


Kezālik Hasan SAYYAF KHAN

Şöhretin sana mübarek beni rüsva etme keẕālik Zāt-ı tu fena olur yek rūz bu savda etme keẕālik

Ey Şaik-i perde vacibdır sana perde lākin Fi sū-i ḥaẓẓī ey Saba izafa etme keẕālik

Büse-i ruhsār-ı yār azaltmasın bana fi ḥayāti Zindegi aşktır,beni aşktan mesdūd etme keẕālik

Küşiştir taġyīr-i ḥālāta vesilet ül hāyıl Biẕẕat yıktığın takdire şikva etme keẕālik

Bendegidir temsil-i bende-nüvazi la şak fih Yek müşt nādān derler secde etme keẕālik

Mesken-i ḥaķ-nişini bu arş, tövbe tövbe Tekmil olmayan bir temenna etme keẕālik

Nigāh-i tu ḥusnu huda yapmış lākin ey dost Kendin yarattığın mabūdu ibādet etme keẕālik

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


BİR KÜLTÜR AĞACI: AHMET KUTSİ TECER Tuğçe ERKOL bitirdi. Ondan sonra da Darülfünun’da Felsefe üzerine eğitim almaya başladı. Darülfünun’daki öğrencilik yılları sırasında Dergah Dergisiyle tanışır. Dergah dergisi 1918’deki Mondros Mütarekesi’nin ardından Yahya Kemal tarafından kurulmuştur. Yahya Kemal Darülfünun’da Garb Edebiyatı ve Tarihi alanında dersler veriyordu o dönemde. Ahmet Kutsi’nin kendi bölümünden hocaları ve öğrenci arkadaşları bu derginin etrafında toplanmaya başladı. Dergi Milli Mücadele yıllarında Atatürk’ün en büyük destekçilerinden birisi oldu. Tecer de savaşa pratik olarak katılmamış olsa da Dergah ve daha nice dergide hem Milli Mücadele’yi destekledi hem de halkın cehaletiyle mücadele cephesinde savaştı. Tecer, iki yıl Darülfünun’da okuduktan sonra 1925’te Yüksek Öğretmen Okulu bursuyla Fransa’ya biyoloji eğitimi almaya gitti. Bu gidiş onun ilk Paris dönemidir. İkinci dönemi kültür ateşesi olarak gidişi olacaktır. Paris’te kaldığı dönemde bir yandan biyoloji eğitimini aldı bir yandan da Sorbonne’da Felsefe derslerine devam etti. Bu dönem onun için kültür, sanat ve edebiyat ile dolu olarak geçti. Tecer, 4 Eylül 1901’de Kudüs’te doğdu. Tecer’in ikinci adı olan Kudsi’yi almasının sebebi doğum yerinin Kudüs olmasıydı. Babası Abdurrahman Bey, Kudüs Duyun-ı Umumiye müdürlüğü nedeniyle Eğin’den Kudüs’e gitmişti ve en küçük çocukları olan Ahmet Kutsi’yi, Hatice Hanım burada dünyaya getirmişti. Tecer, çok önem verdiği eğitime ilk olarak Kudüs’te başladı. Babasının tayini sebebiyle Kırklareli’ne taşındılar. Böylece ilk ve orta okul eğitimlerini burada tamamladı. Liseyi okumak için İstanbul’a gitti. Burada Kadıköy Sultanisi’nde eğitimine devam etti. Liseden sonra 2 yıllık eğitim veren Halkalı Ziraat Yüksek Okulu’nu 1922 yılında

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Paris Şiirleri’nin içinde yer alan Sarhoşluk şiirinde Paris için şöyle bir dörtlük bulunur: “Fikir, şiir, sanat ülkesinden Ey Tarık ardında gemileri yak Herkes senin için ne derse desin Kendini bu yeni havaya bırak.” Bu şiirdeki “Herkes senin için ne derse desin” dizesi ve Paris Acıları adlı şiirinin genelindeki anlattıklarından yola çıkarak Paris’teki bu ilk döneminde birçok sorun yaşamıştır. 1925-1927 yılları arasında Paris Milli Kütüphanesi’nde araştırma yapma imkanı buldu ve bu sırada Cezayir Halk Şairleri yazmalarını bulup onları tanıdı.


1927 yılında daha Paris’teyken Halk Bilgisi Derneği’nin açılması için çalıştı. Aynı sene dernek açıldı ve Halk Bilgisi Mecmuası’nı yayın organı olarak kullandılar. 1928’te Paris’ten dönünce gözlem ve araştırmalarının sonucunu aktarmak için birçok yazı kaleme aldı. Bunları Dergah ve özellikle Halk Bilgisi Mecmuası’nda yayınladı. Ülkeye döner dönmez Darülfünun’daki eğitimine devam etmeye başladı. 1929 yılında Darülfünun’dan mezun oldu. Mezuniyetinin ardından doğrudan çalışma hayatına atılıp Sivas’a atandı. Bu süre zarfında halk bilimi için önemli birçok şey yaptı. Çalıştığı okulda Toplantı adlı bir öğrenci dergisi çıkardı. Sivas’a geldikten kısa bir süre sonra Halk Şairlerini Koruma Derneği’ni kurdu. Derneğin başına da dönemin belediye başkanı Hikmet Bey’i getirdi. Derneğin ve belediyenin desteğiyle üç gün süren bir bayram hazırlandı: Halk Şairleri Bayramı. Bu bayramda aşıklar gelip hünerlerini gösterdiler. Bayramın sonunda derneğin hazırlattığı aşıklık belgesi katılımcılara teslim edildi. Bu belge bundan sonra aşıkların, gittikleri yerlerde daha rahat etmesini sağladı. Bu bayram sırasında kültür mirasımız için önemli olan bir olay daha oldu. Tecer, Veysel ile tanıştı. Onların bu tanışıklığıyla Türkiye Cumhuriyeti en büyük zenginliklerinden birisini kazandı: Aşık Veysel Şatıroğlu... 1932 yılında Sivas Maarif Müdürlüğü’ne atandı. Aynı okulda Fransızca dersleri verdi. Kız Muallim Mektebi ve Kız Meslek Lisesi’nde Edebiyat dersine girdi. Sivas’ta olduğu dönemde Sivas Halkevi’nin başına geçti ve halk odalarının yaygınlaştırılması için çalıştı. 1934’teki Soyadı Kanunu’nda kendisine Tecer soyadını seçti. Bunun nedeni Halk Şairleri Bayramı’nda tanıştığı Ruhsati’nin şiiridir. “Kimdir ölen Tecer mi ola? Tecer dağı göçer mi ola?” Soyadını aldıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığı’na Yüksek Öğrenim Şube Müdürlüğü’ne tayin oldu. 5 yıl boyunca bu görevi ifa etti. Aynı dönemde Gazi Eğitim Enstitüsü’nün Kompozisyon; Gazi Lisesi’nin

Felsefe derslerine girdi. Gazi Eğitim Enstitüsü dahilinde olan müzik okulunun oradan ayrılıp Devlet Konservatuarı’na dönüşmesi için çalışan heyet içinde yer aldı. 1937 yılında öğretmen bir hanımefendi olan Meliha Hanım ile evlendi. Bu evlilikten iki çocukları oldu. 1938’de Yüksek Öğrenim Genel Müdürlüğü’ne terfi etti. Sivas’tan tanıdığı Mustafa Sarısözen’i memuriyete aldırıp halk müziği eserlerini derlemesi için ona yardımcı oldu. 1942'de Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atandı. Bu gelişmenin hemen ardından VI. dönem Adana ve VII. Dönem Şanlıurfa milletvekili olarak TBMM’deki yerini aldı. Tecer, Milletvekilliği sürecinde tam da kendinden beklenildiği gibi davrandı ve siyaset yapmaktan çok kültür ağırlıklı siyasi çalışmalarda bulundu. Ayrıca 1941’de Halkevleri’nin de başına geçen Tecer mecliste olmanın da getirdiği bazı kolaylıkları kullanarak Halkevleri Şenliği’ni düzenledi.

1941-1945 yılları arasında Halkevleri yöneticiliği yapan Tecer’in döneminde kurumun resmi yayın organı olan Ülkü Mecmuası daha sıkı çalışmaya başladı. Önceden ayda bir defa bazen de iki ayda bir defa olacak şekilde yayın hayatına düzensiz devam eden dergi Tecer döneminde 15 günde bir olarak düzenli bir şekilde yayın hayatına devam etti. Ülkü Mecmuası’nda Cumhuriyet’in ilk yıllarından beri Atatürk’ün ilke ve inkılaplarını tanıtmış, Cumhuriyet ideolojisinin savunuculuğunu üstlenmiştir. Ayrıca kitaplar ve başka süreli yayınların tanıtımı yapılmış, halk Şairleri tanıtılarak şiirleri yayımlanmıştır. Bu

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


1947-1951 yılları arasında hayatının ikinci Paris dönemini yaşar. Bu defa oraya Paris Kültür Ateşesi ve Öğrenci Müfettişi olarak gider. Teftiş etmesi için gönderildiği öğrenci “Harika çocuk” lakabıyla tanınan İdil Biret’tir. Orada onunla ilgilenmek Tecer için en önemli olaylardan birisi olmuştur. Çünkü Biret’in genç yaşında ülkesini temsil ediyor oluşu tam da onun fikirlerine uygun bir durum içeriyordu. Ankara’ya geçici olarak UNESCO Komitesi kurulur. Tecer 1948’de bu komiteye seçilir. 1950’de de UNESCO Yürütme Komitesi’ne dahil olur. Tecer her zaman için halkın sanatına hayrandır. Bunların korunması gerektiğini düşür. Eğer bu halk birikimini elimizde tutamazsak o zaman elimizde hiçbir şey kalmayacağını düşünür. Bu nedenle de UNESCO’yle birlikte yürüttüğü tüm çalışmalarda Türk kültürünün yani halk yaratmalarının korunması ve geliştirilmesi için çalışmalar yaptı.

dönemde Tecer’in yazıları arada sırada Yücel dergisinde ve Ulus gazetesinde de yayımlanmıştır. Gene bu dönemde özellikle Geleneksel Türk Tiyatrosu ve köylü temsilleri üzerine çalıştıktan sonra Koçyiğit Köroğlu adlı oyununu yazmıştır.

Tecer, "Koçyiğit Köroğlu"nun konusunu Köroğlu hikayelerinden seçer. Köroğlu bir Oğuz destanı kahramanıdır. Olaylar Anadolu'da, İslamiyet öncesinde geçer. Türk efsanelerinde Gök ile Yer, tanrısal kudretlerdir. İnsanoğlu, bu ikisi arasındaki varlıktır. Eserin yapısı bu ikileme dayanır. Köroğlu – Bolubeyi çatışması, ezilen halkın bir derebeyine, yani feodal düzene karşı koyuşudur.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

Türkiye’ye döndükten sonra öğretmenlik hayatına devam etti. Türk Dil Kurumu’nda çalıştı. 1957-1966 yılları arasında İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde estetik, Gazetecilik Enstitüsü’nde halk edebiyatı dersleri verdi. 1960′lı yıllarda İstanbul Radyosu’nda yayıncılara ders verdi. İstanbul Eğitim Enstitüsü Öğretmeni iken 1966 yılında emekli oldu. Emekliliğinin tadını bir yıl kadar çıkardıktan sonra 23 Temmuz 1967’de vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedildi. 1921-1922 yılında yazıp Dergah’ta yayınladığı şiirleri Tecer’in ilk şiirlerini oluşturur. Tecer bunları 1932 yılında Şiirler adlı kitabında yayımladı. Bu eser sadece 250 tane basıldığı için kütüphanelerde mevcut değildi. Müzayedelerin en değerli parçası olarak koleksiyonerlerin elinde bulunmaktadır. 1923’ten sonra yazdığı şiirleri onun şiirlerinin ikinci faslını oluşturur. Bunları kendi içinde birçok başlıklara ayırır. Paris’teki ilk döneminde yazdıkları Paris Şiirleri’dir örneğin. 1933-1936 yılları onun şiirlerinin en verimli olduğu dönemdir. 2001 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı doğumunun 100. Yılı olduğunu göz önünde bulundurarak onun şiirlerini tamamen topladı. 2002 yılında da Ahmet Kutsi Tecer Bütün Şiirleri adıyla yayımladı. Hayatı boyunca bir tane inceleme


Ahmet Kutsi Tecer, Sivas Lisesi'nde talebeleriyle toplantıda...

kitabı yazmıştır. O da Köylü Temsilleri’dir. Bu kitabını daha sağlığında bizzat kendisi yayımlamıştır. Yazılan Bozulmaz, Köşebaşı, Satılık Ev, Koçyiğit Köroğlu ve Bir Pazar Günü yazarın basılan kitaplarıdır. Bunun dışında yayımlanmamış üç oyunu daha vardır. Kızı Leyla Tecer’in anlattığına göre de altı oyunu daha vardır. Bunların isimleri belirlidir. Ama yazılı metinleri olmadığı için kesinleşmemiştir. Ayrıca bir de yarım kalmış romanı bulunmaktadır. Tecer’in dergilerde ve gazetelerde de birçok yazısı yayımlanmıştır. Bunların çoğu edebiyat, halk bilimi ve halk kültürü ile ilgilidir. Bir kültür ağacı dememizdeki sebep yazımızın sonuna geldiğimizde ortaya çıkar. Türk halk kültüründe en eski tarihlerden beri kutlu ve önemli sayılan ağaçların dalları gibi halkı, halktan aldıklarını medeniyet ve bilimle harmanladıktan sonra eğitmek için birçok şey yapmıştır. Bir kolu edebiyata uzanmış, bir kolu eğitime, bir kolu siyasete, bir kolu sanatın diğer dallarına...

NERDESİN Geceleyin bir ses böler uykumu, İçim ürpermeyle dolar: -Nerdesin? Arıyorum yıllar var ki ben onu, Âşıkıyım beni çağıran bu sesin.

Gün olur sürüyüp beni derbeder, Bu ses rüzgârlara karışır gider. Gün olur peşimden yürür beraber, Ansızın haykırır bana:-Nerdesin?

Bütün sevgileri atıp içimden, Varlığımı yalnız ona verdim ben. Elverir ki bir gün bana, derinden, Ta derinden, bir gün bana "Gel" desin.

Ahmet Kutsi TECER

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


KÜBRigA

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Gezi


Kürkçü Dükkânım: RİGA Kübra TARAKÇI

Üç yıl önceki “Erasmuslu kara cahil Kübra” yok artık. Nereye, ne ile nasıl gideceğini bilen bir Kübra var ve tabii buradaki can yoldaşı: İlona. İlk defa kalemin gücünün yetersiz kalacağını düşünüyorum. Size duygularımı keşke bir video ile anlatabilseydim. Umarım kalemimden dökülen sözcüklerle duygularımı size aktarabilirim. Hadi başlayalım... 08.20'de Atatürk Havaalanı'ndan kalkan uçakla, yerel saat 11:40 civarı Letonya'nın başkenti Riga'ya ulaştım. Yaşadığım birçok anın, duygunun tarifini az çok yapabilirim ama bu çok farklı. Üç yıl önce ağlayarak indiğim havaalanında şimdi mutluluk gözyaşları döküyordum. Özlem, hem de nasıl derin bir özlem. İkinci memleketim olmuş da haberim yokmuş. Üç yıl önceki "kara cahil" Kübra yok artık. Nereye, ne ile nasıl gideceğini bilen bir Kübra var. Havaalanında üç yıl önce Letonya'da bana can yoldaşı olan sizin de artık tanıdığınız İlona karşıladı beni. Bizim tanışmamıza vesile olan hostelde kalacaktık tabi ki. Otobüsü, insanları, yolları her şeyi o kadar çok özlemişim ki, bir bebek hayatında ilk kez bir şeyi görünce şaşkın şaşkın bakar ya ben de aynı o şekilde bakıyordum etrafıma. Meğer Letonya'nın

Riga-Özgürlük Anıtı

anlamı benim için çok farklıymış. Bütün duygular aynı anda beynime hücum ediyordu. Neyse bu kısmı çok uzun tutmayalım çünkü ben anlatırsam susmam. Derler ya "Yediğin içtiğin sana kalsın ne gördün onu anlat sen bize." diye , ben de gördüklerimi anlatmaya çalışayım. Letonya Baltık ülkelerinden bir tanesi. Başkenti Riga ise Baltıkların en büyük şehri. 1918 yılında I. Dünya Savaşı bitince bağımsızlığını ilan etmiş, fakat 20 yıl sonra tekrar Rusya'nın hakimiyetine girmiştir. 1991 yılına kadar Rusya egemenliğinde olan Letonya, Rusya'nın

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Gezi


dağılmasından sonra tekrar bağımsızlığını ilan etmiştir. Letonya'nın eğitim seviyesi oldukça yüksek. İnsanlar en az iki dil biliyorlar. Yöresel birçok yemekleri mevcut. Meşhur içecekleri ise "Black Balsam" Letonya'nın yöresel yemeklerini yemek isterseniz şehirde pek çok şubesi bulunan "LİDO" ya uğrayabilirsiniz. Çoğu Avrupa şehrinde olduğu gibi burada da bir "Old Town" var. Old Town'da sizi özgürlük heykeli karşılıyor. Heykelin üzerinde elinde 3 yıldız tutan bir kadın var. Kimileri bu üç yıldızın Estonya, Litvanya ve Letonya'yı simgelediğine inanıyormuş. Avrupa'nın en önemli geleneklerinden biri olan Noel ağacının süslenmesi ise ilk kez Riga'da gerçekleşmiş. 1510 yılının Noel gecesi eğlenceler 'House of Blackheads'den dışarı taşmış, 'bekar tüccar ve zanaatkârlar' meydandaki çam ağacının etrafında dans etmeye başlamışlar. Ellerine geçen süsleri ağaca atıp en sonunda da koca ağacı yakmışlar. Bu süslenen ilk Noel ağacı olarak kabul edilmektedir. Geleneğe dönüşen bu hareketi Martin Luther ağacı eve sokarak, ateşe vermek yerine de mum asarak şimdi uygulandığı haline kavuşturmuş. Old Town'daki önemli yapılarını şöyle sayabiliriz; yukarıda bahsettiğim Özgürlük Anıtı, ilk çam ağacının süslendiği meydanda bulunan Karakafalılar Evi (Blackheads House), St. Peters Kilisesi. Bu, 1209 yılında Alman tüccarlar tarafından halk için yaptırılmaya başlanan Riga’nın en eski kilisesidir. St. Peters kilisesi ilk

St. Peters Kilisesi

yapıldığında 120 metre uzunluğunda ahşaptan bir çan kuleye sahipmiş ve yapıldığı dönemde Avrupa’nın en uzun çan kulesine sahip kilisesiymiş. Altı kez yıldırım düşen çan kulesi 2 defa yanarak yeniden yapılmış. II. Dünya savaşındaki bombardımandan da nasibini almış. Savaşta yanan çan kulesi Sovyetler Birliği döneminde yeniden inşa edilmiş ve içine asansör düzeneği kurularak halkın çıkıp 72 metreden şehir manzarasını görmesi sağlanmış. Şu anda müze olarak hizmet veren binaya giriş ücreti ödeyerek girebilir ve çan kulesine çıkabilirsiniz. 3 Biraderler Evleri (3 Brothers Houses) Eski Riga içerisinde aynı konumda yanyana bulunan ve farklı dönemlere ait olup hiç restorasyona uğramamış 3 farklı yapıdır. En eski olan beyaz renkli gotik yapı 15. yy, sarı renkli yapı 17. yy ve yeşil renkli barok bina ise 17. yy sonlarına ait olup günümüzde mimarlık müzesine ev sahipliği yapmaktadır. Not: Riga televizyon Avrupa’nın üçüncü en

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Gezi

kulesi, yüksek


binasıdır. Letonyalılar ve Litvanyalılar birbirlerini ülkenin haritadaki görünümünden dolayı “at kafalı” olarak adlandırıyor. Vee ülkede değişmeyen tek şey ise insanların bana bakışı :) Malum Müslüman insanlara ülkede pek alışkın değiller :) Sonraki durağımız ise Litvanya oldu. Litvanya da sanırım benim Palanga Sahili üçüncü memleketim olacak. Bana kalırsa daha çok arşınlarım bu yolu ben. Daha canım İlona'nın düğünü var. Var da var yani. Maksat gezmeye bahanem olsun :) Birkaç gün evde dinlendikten sonra Palanga'ya gittik. Palanga, Türkiye'nin Antalya'sı konumunda. Vilnus'a yaklaşık 5 saat uzaklıkta. Antalya'ya hiç gitmediğim için fiyatları bilemeyeceğim ama Palanga'da her şey nerdeyse normal fiyatının 2 katı. Ama muhteşem waffle ları için gözümüzü kararttık. Palanga'da otel mantığı yok daha çok kişiler villalarındaki odaları kiraya veriyor ya da evini ona göre yapıyor. Kaldığımız yer gerçekten güzeldi. Tüm ihtiyaçlar düşünülmüş. Otelden daha konforluydu diyebilirim. Eğer bir gün gitmek isterseniz adımı soyadımı biliyorsunuz zaten :) İlk gün hava gayet güzeldi. Gayet güzel dediğimde 20 derece civarı :) Tabi ki yüzemedik. Benim narin, hassas, Türkiye'nin muhteşem sıcağına uyum sağlamış bedenim Baltık Denizi'nin soğuğuna henüz hazır değildi :) Sahile indiğimizde gözlerime inanamadım. İnsanlar deli gibi denizde yüzüyorlardı üstelik küçücük çocuklarıyla birlikte. Burada olsa, iki rüzgar esintisi muhterem annelerimizde kar etkisi yerine geçiyor ve o çocuklar asla ama asla dışarı çıkarılmıyor. Ama hamurumuzda yok, ne yapalım. Bizde sahilde yürümeyi tercih ettik. Tabi her gün en az 20 km yürüdüğümüz için bize vız geliyordu.

Palanga'ya bir gün yolunuz düşerse kesinlikle waffle yiyin ve gün batımını izleyin. Tabi bu “gün batımı” için gittiğiniz tarihe göre geceyi beklemek zorunda kalabilirsiniz. Ben yazın gittiğim için 10 11 arası güneş batıyordu. İkinci gün Litvanya'nın bir başka şehri olan Klaipeda'ya gittik. Bu şehir de yine Baltık Denizi'ne sınır. Burası 2. Dünya Savaşı sırasında Nazilerin savaşmadan aldıkları son toprak parçası Bu yüzden şehirde gezerken çok fazla Alman turist ile karşılaşabilirsiniz. Klaipeda, Palanga kadar büyük olmadığı için 1 2 saat şehir için yeterli. Buradan yaklaşık 2 saat süren otobüs yolculuğu ile Nida'ya gittik. Nida da yine sahil şehri. Burası kampçıların, doğaseverlerin uğrak yerlerinden biri. Günü birlik bu geziden sonra Palanga'ya geri döndük. Vilnus kazan ben kepçe bir hafta geçirdim. Vilnus yazım da diğer sayıda ;)

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Gezi


arkapak IŞIK SELİN ORHUNTAŞ

MASALLAR VE TOPLUMSAL CİNSİYET- MELEK ÖZLEM SEZER 2010 Oğuz Tansel Halkbilimi Ödülü’ne layık görülmüş çalışma, sözlüklerde tek tanımla geçilen masalı başlı başına bir disiplin olarak toplumsal cinsiyet merkezinden inceliyor. Çocukluğumuzdan beri anlatılagelen masallara bir başka açıdan bakıyor. “Ölü olan Pamuk Prenses’in öpülmesi neyin sembolü olabilir? Ya da masallardaki kadınların kötülüğü sadece bir sembol müdür yoksa psikanalizle başka anlamlara gelebilir mi?” vb. sorularla sekiz başlık altında masalları değerlendiriyor. Evrensel Basım Yayın etiketiyle okuyucuyla buluşan kitap disiplinler arası çalışmalara örnek oluşturuyor. “Periler Diyarı tehlikeli bir ülkedir ve bu diyarda ihtiyatsızlar için tuzaklar, fazla cesur olanlar için de zindanlar vardır.” Tolkien / Peri Masalları Üzerine

METİNLERLE SÖYLEŞİ / ŞARA SAYIN 15 Ağustos’ta kaybettiğimiz Alman dilbilimci Şara Sayın’ın Metinlerle Söyleşi kitabında yorumbilim kavramına ve bu kavramla doğan bazı tanımlara ışık tutuyor. Ayrıca kitapta Alman Edebiyatının önemli isimlerinin yanında Sait Faik’e Orhan Pamuk’a ve Haldun Taner gibi Türk Edebiyatının temel taşlarına rastlamak mümkün.

KÖRLEŞME / ELİAS CANETTİ 1 Ağustos’ta bize veda eden değerli çevirmen Ahmet Cemal’in Oğuz Atay desteği ile dilimize kazandırdığı başyapıttır Körleşme. Modern romanın ayak seslerini duyurur. 25 bin kitabıyla yaşayan Prof. Kien’in hapishanesine tanık oluruz. Bir aydının fildişi kulesindeki yalnızlığı ve kibri, kibirle yalnızlığın nasıl bir hayat sunduğunu “Dünyasız Bir Kafa” ve “Kafasız Bir Dünya” başlıklı bölümlerle tartışır. Aslında bir önermedir bu başlıklar son bölüm olan “Kafadaki Dünya” ile birlikte. Sade olmak için çabalayan yazarın 565 sayfalık yolculuğu…

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Arka Kapak


arkapak AYŞE BENGİSU AKDAĞ

YAVAŞ YAVAŞ AYDINLANAN / MEHMET KAPLAN Mehmet Kaplan tam bir vefalı talebe örneği... Yirmi beş yıl boyunca önce öğrencisi sonra meslektaşı olduğu Tanpınar hakkında yazdıkları, söyledikleri, incelemeleri ömrü boyunca devam etti. "Yavaş Yavaş Aydınlanan" adıyla başlığını Tanpınar'ın şiirinden alan bu kitap da Mehmet Kaplan'ın hocası hakkındaki çeşitli yazılarından denemelerinden oluşuyor. Yazıları bir araya getiren ve kitaba adını veren Zeynep Kerman, Kaplan Hoca için, "Eğer bugün Tanpınar tanınıyor, seviliyor, üzerinde çeşitli araştırma ve çalışmalar yapılıyor ve eserleri üniversite ve lise kitaplarında yer alıyorsa, bunu gerçekleştiren vefakâr talebesi ve meslek taşı Kaplan ile Dergâh Yayınları'dır." diyor. Bu kaynak kitapta şiirleriyle, denemeleriyle, fikir ve ruh dünyasıyla Tanpınar hakkında öğrenilecek çok şey var. Ayrıca kitaba verilen isim belki de en anlamlı başlık. Çünkü Tanpınar hâlâ daha keşfediliyor, yeni yeni idrak ediliyor, yavaş yavaş aydınlanıyor...

MAVİ LÂLE / NAZAN BEKİROĞLU Eski Türk Edebiyatının, eski mûsikinin, Türk-İslam sanatının Nazan Bekiroğlu'nun güzel, duru ama bir o kadar edebî dilinde vücut bulmuş ve günümüze uzanmış hali "Mavi Lâle". Kitaptaki denemeler, hızlı hızlı değil, yavaş yavaş hatta birkaç haftaya yaya yaya, ara ara okunmalı. "16. asırdan kalma bir pencere alınlığında, tam sağ alt köşeye düşürülmüş mavi bir Osmanlı lalesi neler düşünür''ü düşünen bir yazar tarafından ince fırça darbeleri yerine ince bir yürek işçiliğiyle yazılmış bir eser Mavi Lâle. Ve en güzeli de Tanpınar misali "rüya"nın peşinden gitmesi Bekiroğlu'nun...

ANADOLU YAKASI / MUSTAFA KUTLU Kapağındaki Kozahan fotoğrafı ile beni kendine çeken "Anadolu Yakası" kitabında Mustafa Kutlu ile yapılan söyleşilerin yer aldığını düşünüyor olabilirsiniz. Bu kitap üstünde 'nehir söyleşi' yazmasına karşın bir uzun hikaye. Benim de okumaya henüz başladığım bu kitap bir söyleşinin hikayesi aslında. "Anadolu Yakası" adlı yerel bir kanalın başarılı sahibi Muzo Gönül ile bir gazete muhabirinin yaptığı ‘nehir söyleşi'. Ve eser odağında, adından da anlaşılacağı üzere İstanbul ve Anadolu özelinde bir değişimi, kimliği, benlik mücadelesini ele alıyor.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Arka Kapak


İnsan ve Deniz Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman; Deniz aynandır senin, kendini seyredersin Bakarken, akıp giden dalgaların ardından. Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.

Haz duyarsın sulardaki aksine dalmaktan; Gözlerinden, kollarından öpersin, ve kalbin Kendi derdini duyup avunur çoğu zaman, O azgın, o vahşi haykırışında denizin.

Kendi aleminizdesiniz ikiniz de. Kimse bilmez, ey ruh, uçurumlarını senin; Sırlarınız daima, daima içinizde; Ey deniz, nerde senin iç hazinelerin?

Ama işte gene de binlerce yıldan beri Cenkleşir durursunuz, duymadan acı, keder; Ne kadar seversiniz çırpınmayı, ölmeyi, Ey hırslarına gem vurulmayan kardeşler!

Çeviri: Orhan Veli

Charles Baudelaire

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir


FOTOĞRAF Aybige AKDAĞ

Ildırı (Erythrai), İzmir

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Fotoğraf



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.