İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:41

Page 1

Yıl: 4 Sayı: 41 Temmuz-Ağustos 2018

İki ayda bir yayınlanır.

Vefatının birinci yıl dönümünde Ahmet Cemal anısına

ÇEVİRİ EDEBİYATI


“Çünkü sahiden yaz bitmiştir, Göle bakmaktan usanır insan, Koru tutmaktan, yol gözlemekten; Çadırlar toplanır, yaralar sarılır; Durgun bir yolculuk, uzun bir şapka Artık yaprakları beklemektedir.”

incir çekirdeği

Ülkü TAMER

Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Ekibi Sırdem Kemiksiz Sultan Demir Kübra Tarakçı

Editör Ekibi Mehmet Altınova Işık Selin Orhuntaş Tuğçe Erkol

Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Cengiz Güler Hasan Sayyaf Khan Hilal Akarslan Önder Öztürk Pınar Çaylak Sema Keser Sevcan Özbek Süleyman Erkut

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Ayşe Bengisu AKDAĞ Genel Yayın Yönetmeni Değerli İncir Çekirdeği Okuru, Dört yıl evvel, üniversite sıralarında “çekirdek” bir ekiple başladığımız edebiyat yolculuğumuzda dördüncü yılımızı da devirdik. Ardımızda birçok yazara-şaire adadığımız sayılar, özel temaları ele aldığımız dosyalar, çok değerli yazarlarla gerçekleştirdiğimiz röportajlar bıraktık. Siz değerli okurlarının katkısı, desteği ve ilgisiyle büyüyen bir e-dergi olarak, her şeyin hızla tüketildiği internet ortamında, tutunmaya, belli bir okur kitlesi oluşturup bunu muhafaza etmeye çalıştık. Edebiyata, sanata dair her şeyi ele alacağımızı iddia etmeden “incir çekirdeğini doldurmayı” amaçladık. Bir e-dergi olarak e-yayıncılığın çok sayıda yararını görsek de sayfalara dokunmanın, satırların altını çizmenin, onları hissetmenin çok ayrı bir duygu olduğunu da biliyoruz. Her yıl imkanlarımız elverdiği ölçüde yeni yaşımıza denk gelen sayımıza özel baskı yapıyoruz. İşte bu sayımız da bu yıla özel baskımız. Peki neler var bu ay sayfalarımızda? Ünlü yazar ve çevirmen Ahmet Cemal’i vefatının birinci yıl dönümünde ona adadığımız “çeviri edebiyatı” dosyasıyla yâd ediyoruz. Edebiyatımızda geçmişten bugüne çeviri, ilk tercümeler, çevirmenler, çeviri sorunları gibi pek çok konuda yazı kaleme aldık. Dosya konumuzun dışında çeşitli yazarlar ve konular üzerine araştırmalarımız, denemelerimiz, şiirlerimiz, hikayelerimiz ve kitap tanıtımlarımız da sizlerle. Ve bu özel baskıya özel röportaj: Edebiyat ve yayın camiasının önemli isimlerinden Hakan AKDOĞAN ile söyleşimiz de sayfalarımızda. İncir Çekirdeği yazın son ayında, son sayısında, son tatil günlerinde dopdolu içeriğiyle sizi bekliyor. Keyifle okumanız dileğiyle. Dilimize, kültürümüze incir çekirdeği kadar faydamız olduysa ne mutlu bize…


Yazı İşleri Ekibinden Okuruna… Sırdem KEMİKSİZ Merhaba sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, Yine basımı yapılma şansı yakalamış dolu bir sayı ile karşınızda olmanın sevinci içindeyiz. Dört yıldır bizi ilgiyle takip eden, okuyan, okutturan herkesin gönüllerine binlerce kez teşekkürler. Yazın son demlerinin keyfini dergimiz ile çıkarmanız dileğiyle… Kübra TARAKÇI 4 yıl 40 sayı... 2014 yılında başlamıştık bu maceraya. Arkadaşlar arasında yaptığımız muhabbetten nerelere geldik… Önceleri sadece yakın çevremiz tarafından bilinen dergimiz şimdilerde tanımadığımız birçok kişi tarafından okunuyor. Hep daha iyisi için, daha güzeli için çalıştık. Sizin sayenizde de olgunlaşmaya, en güzel incirin çekirdekleri olmaya devam edeceğiz.

Işık Selin ORHUNTAŞ İncir Çekirdeği ile yolculuğumuz üniversite yıllarında başladı. İştahla edebiyat öğrenmek, bunun adına bir şeyler yapmak isteyen bir avuç gençtik; birlikte büyüdük. Biz büyürken dergiyi de geliştirdik. Dosya konularını ve içindeki yazıları da siz okurlar için daha doyurucu hale getirmeye çalıştık. Bu sayımızın dosya konusu da “edebiyata başka hangi pencerelerden nasıl bakabiliriz?" sorusu üzerine düşünürken çıktı. Birlikte üzerine düşündüğümüz her sayıda olduğu gibi bu sayı da bize yeni ufukların kapılarını açtı. Dilerim bundan sonra da yeni araştırmalarla sürer gider hikayemiz. Tuğçe ERKOL Merhaba sevgili dostlar. Birbirimizi hiç tanımadan uzun zamandan beri bir paylaşım içindeydik. Bu değerli duyguyu dergimiz aracılığıyla tattık. Üniversite yıllarında başladığımız bu paylaşım zaman geçtikçe, hayatımız aktıkça farklı yollarda ilerledikçe devam ediyor. Öğrencilikten yetişkinliğe uzandığımız bu günlerde aslında her zaman bizim yanımızda olan sizlerdiniz. Edebiyat bizim sığınağımızdı. Siz de sığındığımız limanın sakinleri... Hayat bize bundan sonra ne getirecek bilemiyorum ama önümüzdeki yeni limanlarda da sizlerle olmak dileğiyle... İyi ki varsınız!

Mehmet ALTINOVA Her edebiyat okuyan gencin hayalinde şüphesiz dergi kurma fikri vardır. Bu fikir, kendi gibi düşünen fikirlerle birleşerek önce bir hayale ardından somut verilere dönüşür. Önce meşakkat ardından mutluluk duygularını çeken ekip, ancak ikinci sayıya kadar bu mutluluğu sürdürebilir. Bir süre sonra ekip bundan haz duymamaya başlar. Bizler, derginin kurulmasından bu yana bu meşakkatli süreci her sayıda yineleyerek bu sayının sizlere ulaşmasını sağlamaya çalıştık. Kavgalar, gürültüler yerine sevinç, mutluluk duyguları daima bizimle birlikte yol aldı. Dergi yolculuğundan elde ettiğimiz bir sonuç varsa bu bizden değil, ele aldığımız edebi münevverlerin duygularını yazıya geçirmesi sayesindedir. Hatalar ise tabii ki bize aittir. Keyifli okumalar dileriz. Sultan DEMİR Dört yıl önce bu yola adım attığımızda “acaba” dedik. Okunur muyuz? Şimdi çıkardığımız 40 sayıya bakıp kendimizle gurur duyuyoruz ve “iyi ki” diyoruz. Yıllar geçti dergimizi büyüttük, yıllar geçti biz sizlerle beraber büyüdük. Daha iyisini nasıl yaparız diye hep çalıştık karşılığını da sizler dergimizin satırlarını okuduğunuz vakit aldık ve almaya devam ediyoruz. Daha nice yıllar okunmak dileğiyle… Esen kalın.


İÇİNDEKİLER Editörden Yazı İşlerinden Okuruna Havadis

1

Mehmet Altınova – Sözcüklerin Arkeolojisine Giriş: Etimoloji Sözlükleri

3

Sema Keser – Şiir / “Ferdinand”

6

Sevcan Öznek – Hikaye / “Örümcek”

7

Pınar Çaylak – Deneme / “Garip”

8

DOSYA: EDEBİYATIMIZDA ÇEVİRİ Işık Selin Orhuntaş – Bir Ömür, Bin Çeviri Ahmet Cemal

11

Ahmet Cemal Çevirileri

15

Cengiz Güler – Asırlar Boyunca Tercüme: Osmanlı Devleti’nde Divan-ı Hümayun Tercümanları Ve Tercüme Faaliyetleri

17

Siyavuş Hayam – Farsça Şiir Çevirileri

20

Ayşe Bengisu Akdağ – İlk Çeviri “Telemak” yahut Yusuf Kâmil Paşa’nın “Maceraları”

21

Tuğçe Erkol – Metni Hisseden Çevirmen: Sabahattin Eyüboğlu

25

Beyza Özkan – Lâmiî Çelebi: (Nâmı Diğer) Tercümân-I Molla Câmi

27

Cengiz Güler – Anadolu Selçukluları ve Beylikler Döneminde Çeviri

31

Bunu da Oku – Çeviri Üzerine Kitap Önerileri

34

Sevcan Özbek – Fransız Edebiyatından Yüreğimize Dokunan Mısralar

35

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İçindekiler


Ayşe Bengisu Akdağ – Dünya Hangi Türk Yazarlarını Okuyor?

39

Tuğçe Erkol – İlk “Kültür Bakanı” bir çevirmendi: Talat Sait Halman

41

Kübra Tarakçı – Vilnius’ta Bir Küçük Sokak ve Litvanya Asıllı Ünlü Fransız Yazar: Romain Gary

43

Ayşe Bengisu Akdağ – Jean Paul Sartre’ın İzinde Sözcüklerin Peşinde

45

Tuğçe Erkol – Dünyada Türk Filmleri

47

Sevcan Özbek – Hakan Akdoğan İle Röportaj

49

Önder Öztürk – Hikâye / “Sarı Gelin”

55

Süleyman Erkut – Şiir / “Bir Dem Bir Ben”

58

Sırdem Kemiksiz – Kerem Et Ey Sultânım: Ahmed Paşa

59

İlkay Coşkun – Şiir / “Bursa’yı Anlat”

61

Mehmet Akın – Şiir / “Dostlar”

62

ARKA KAPAK

63

Önder Öztürk – Şiir / “Çatışma”

65

Sevcan Özbek – Şiir / “Sesin Yok”

65

Süleyman Erkut – Şiir / “Aşk Bahçem II”

66

Sırdem Kemiksiz – Sosyal Sorumluluk: Bir Patililer Hikayesi

67

Sema Keser – Şiir / “Zamanı Bekliyorum”

69

Aybige Akdağ – Fotoğraf

70


havâdis hazırlanıyor. İnsanlığın başlangıcını, gelişimini, evrimini ve geleceğini başarılı bir şekilde anlatan Sapiens için kolları sıvayan Ridley Scott, uyarlamanın yapımcılığını üstlenecek. Asif Kapadia ise yönetmenlik koltuğuna oturacak. Uyarlama, türümüzün dünya üzerinde nasıl hakim konuma eriştiğini inceleyecek.

“YAŞAR KEMAL EFSANESİ” BELGESELİ İZLEYİCİYLE BULUŞUYOR 2015 yılında yaşama gözlerini yuman usta yazar Yaşar Kemal'in hayatını anlatan 'Yaşar Kemal Efsanesi' belgeseli çekildi. Türkiye edebiyat tarihinin en önemli isimlerinden Yaşar Kemal' belgeseli çekildi 27 Temmuz'da izleyicilerle buluşacak. Usta yazarın kendi ağzından ve dostları tarafından anlatıldığı Yaşar Kemal Efsanesi'nin yönetmenliğini aynı zamanda belgeselin senaryosunu da kaleme alan Aydın Orak üstlendi.

PROF. DR. GÜRER GÜLSEVİN TÜRK DİL KURUMU BAŞKANI OLDU TDK Başkanı Prof. Dr. Mustafa Sinan Kaçalin görevinden alındı, yerine Ege Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gürer Gülsevin görevlendirildi. Kurumun yeni Başkanı Gülsevin devir teslim töreninde böyle bir göreve layık görülmekten duyduğu memnuniyeti vurgulayarak, zor bir işin kendisini beklediğini ancak kurumun uzun yıllar boyunca elde ettiği birikim ve tecrübeli çalışanların işi kolaylaştıracağını söyledi.

YAZAR - ŞAİR İZZET YAŞAR HAYATINI KAYBETTİ Bir süredir tedavi gören yazar ve şair İzzet Yaşar, 67 yaşında hayatını kaybetti. 4 Mayıs 1951’de İstanbul’da doğan İzzet Yasar, Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdi, ancak öğrenimini tamamlamadı. 1976’dan sonra çeşitli kurumlara da metin yazarlığı yaptı. Dönüşü Olmayan Hikayeler’le 1981 Sabahattin Ali Öykü

SATIŞ REKORLARI KIRAN “SAPIENS” PERDEYE UYARLANIYOR Ridley Scott ile Amy belgeseliyle Oscar ödülü kazanan yönetmen Asif Kapadia, Yuval Noah Harari imzalı Sapiens kitabını ekrana uyarlamaya

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Havâdis

1


Ödülü’nü kazandı. Reşit İmrahor adını da kullanan Yasar, 1970 yılından itibaren Birikim ve Yeni Dergi’de yayımlanan şiirleriyle tanındı. Yaşar’ın çok sayıda şiiri, hikayesi ve denemesi ve çevirisi de bulunuyordu.

ANTİK YUNAN ŞAİRİ HOMEROS'UN ODYSSEİA DESTANI’NA AİT YENİ BİR KİL TABLET BULUNDU Yunanistan başkenti Atina'daki Olympia tapınağının yakınlarında yapılan kazılarda, Roma Dönemi'ne ait bulgular arasında, Odyssia Destanı'ndan 13 satırın kazılı olduğu bir kil levha bulundu.

“HALKIN” MAN BOOKER ÖDÜLÜ SAHİBİNİ BULDU Man Booker Ödülü’nün 50. yıl kutlamaları kapsamında Kanadalı yazar Michael Ondaatje’nin kaleme aldığı ve 1992 yılında Man Booker’ı kazanan Türkçe çevirisiyle İngiliz Casus, Man Booker kazanan eserler arasında yapılan “En İyi Man Booker” ödülünü halkın oylarıyla kazandı. İngiliz Casus, II. Dünya Savaşı’nın yollarını kesiştirdiği, bambaşka geçmişlere sahip dört insanı merkezine alıyor. Sri Lanka doğumlu Kanadalı yazar Ondaatje’nin romanı 1996 yılında sinemaya uyarlanmış ve 9 Oscar kazanarak adını geniş kitlelere duyurmuştu.

Buluntularda Yunan mitolojisinin İthaka kralı olan Odysseus'un Eumaios'la konuşmasını konu eden XIV. rapsodiye ait dizelerin kazılı olduğu belirlendi. Levhanın, düşünüldüğü gibi üçüncü yüzyıla ait olduğu laboratuvarlarda da doğrulanırsa, Homeros Destanı'nın şimdiye kadar bulunan en eski yazılı metni olarak kabul edilecek.

YILDIZLARLA DOLU “KÜÇÜK KADINLAR” UYARLAMASI Lady Bird (Uğur Böceği) filminin yönetmenliğini de üstlenmiş olan Greta Gerwing'in yönetmen koltuğunda oturacağı Küçük Kadınlar filmi bir kez daha beyazperde de yerini almaya hazırlanıyor. Filmin oyuncu kadrosunda ise birbirinden başarılı isimler yer alıyor. Emma Stone, Saoirse Ronan, Meryl Streep, Timothee Chalamet yeni uyarlama da başrollerde olacaklar. Louisa May Alcott'un romanından uyarlanacak olan film, Amerika'da yaşamlarını sürdüren birbirinden farklı 4 kız kardeşin hikayesini ele alıyor. Filmde Jo March karakterini Saoirse Ronan, Meg March'ı Emma Stone, Marmee March'ı Meryl Streep, Amy March'ı Florence Pugh, Laurie Laurence'a ise Chalamet canlandırıyor. Filmin senaryosunu da Greta Gerwing kaleme alıyor.

2018 YILIN YAZARI SEVGİ SOYSAL ANISINA ÖYKÜ ÖDÜLÜ Nilüfer Belediyesi’nin “Yılın Yazarı” etkinlikleri kapsamında, o yılın adandığı yazar adına düzenlediği Öykü Ödülü başvuru süreci başlıyor. Bu yıl Sevgi Soysal anısına verilen ödüle başvurular 18 Haziran-24 Ağustos tarihleri arasında olacak. İnsana, topluma dair yeni bir bakış ve yorumla yazmaya yönelenlerin öykü çalışmalarını değerlendirmeyi amaçlayan yarışmanın Seçici Kurul'unu Müge İplikçi, Nahit Kayabaşı, Seval Şahin, Figen Şakacı ve Şafak Pala oluşturuyor.

2


Sözcüklerin Arkeolojisine Giriş: Etimoloji Sözlükleri Mehmet ALTINOVA İnsanlık, eski çağlardan günümüze kadar varlığının sebebini, evrenin nasıl oluştuğunu, doğada kendi türünden başka hangi türlerin olduğunu sorgulamış ve bu duruma cevap aramıştır. Bu soruların bir kısmına o anlık kendini tatmin edici cevaplar bulmuş ve hayatına devam etmiştir. Bilimin ve tekniğin ilerlemesinden sonra verilen cevapların yetersiz kalması sonucunda insanlar, müthiş bir iştahla araştırmaya koyulmuş ve sorulara tekrar cevap aramaya girişmişlerdir. Özellikle mikroskopla varlığının önemini kavrayan insanoğlu, teleskopla birlikte evrende tek olamayacağı sonucunu elde etmişlerdir.

mümkündür: Monogeistler ve poligeistler. Monogeist, evvela tek bir dil olduğu ve bütün dillerin bu dilden çıktığını savunurken; poligeistler ise birden fazla dil olduğu ve bunların kendi içerisinde gruplara ayrıldığı görüşünü savunur. Daha küçük bir yapı olan kelimeler üzerinden devam etmemiz gerekirse insanlar, bir veya birden fazla sesten oluşan sözcüklerin kökenlerini merak etmişlerdir. Bir sözcüğün arkeolojisini, ilk hâlini, gelişimini, geçirdiği değişimleri merak eden insanlar, bunları da inceleme konusu yapmıştır. “Etimoloji” olarak da bilinen bu dalın görevi bu konuyu araştırmaktır. İnsanlar, dilin gerek cebirsel1 gerekse geometriksel yapısını2 çözümleyerek kelimenin üreme yollarını3 tespit edip etimolojik tahliller yapmaya başladılar.

Elbette ki bu tecessüs daha sonraki dönemlerde dile de yansımıştır. İnsanlar, dilin nasıl oluştuğu hakkında birtakım görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu konuya genel bir kapsamdan bakacak olursak iki teori olduğunu söylemek 1

Dilin cebirsel yapısının çözümlenmesi önemli bir hadisedir. Kelimelerin türetme ekleriyle ne kadar kelime türetilebileceği, yeni kavramlara nasıl kelime türetilebileceğinin hesaplanmasıdır. Türkçe bilindiği üzere matematiksel bir dildir. Türkçe’nin cebirsel sonucunu Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu ortaya çıkarmıştır. 2 Dilin geometriksel yapısı, seslerin nasıl yan yana geldiğini geometrik bir çizelgeyle ortaya koymaktır. Bu durum gerek Türk araştırmacılar gerekse yabancı araştırmacılar için önem arz eder. Örneğin ünlü

Türkolog John Deny, Türkçe’nin kalınlık, incelik; düzlük, yuvarlaklığı hakkında küp modeli hazırlamıştır. Küp modeli için bkz. Tahsin Banguoğlu, Türkçe’nin Grameri, T.D.K. yayınları. 3 Hikmet Kıvılcımlı’nın türetme ekleri için kullandığı tâbirdir. Dilbilimsel olarak günümüzde pek geçerli olmayan kitap olmasına rağmen Türkçe’nin kelime türetme konusunda hazırlanan ilk kitaplardan olması dolayısıyla öneme sahiptir. Bkz. Hikmet Kıvılcımlı, Türkçenin Üreme Yolları, Derleniş yay.

3


Türkçenin etimolojik bilgisi, gerek yerli gerekse yabancı Türkologların ilgisini çekmiştir. Ancak bugüne kadar Türkçenin etimolojik sözlüğü tam anlamıyla yazılamamıştır.4 Türklerin geniş bir coğrafyaya yayılması, birden çok dine mensup olmaları, çok eski dillerden birine sahip olması, farklı dillerle girdiği etkileşimler, dilin doğal serüveninde kaynaklı birtakım zorlukların yanında özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Rusların Türkler üzerindeki baskıları ve kültürsüzleştirme politikaları Türkçe’nin köken bilgisi sözlüğünün hazırlanmasını zorlaştırmıştır. Bu sebepler uzun zamandan beri Türk dilinin söz varlığının ortaya çıkmasını engellemiştir. Türklerin söz varlığı geniştir ve bu genişlik şüphesiz tam anlamıyla sözcüklerin etimolojisinin de ortaya çıkmasını kötü yönde etkilemiştir.5

Bunun yanında Türklerin hem Doğu hem de Batının geçiş güzergahında olması, her iki medeniyetle ticaret yaparak etkileşimde bulunulması Türkçenin önemini arttırmıştır. Türkiye’de ilk etimolojik sözlük çalışmaları Hasan Eren tarafından yapılmıştır. Hasan Eren, Türk dilinin etimolojik sözlüğü için pek çok yazı kaleme almıştır.6 Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü olarak yayımlanan bir yapıtta yazar, bunu bir etimoloji denemesi olarak kaleme almıştır.7 Prof. Dr. Hasan Eren, bu çalışmayı yayımladığında daha sonra yayımlanacak/ hazırlanacak olan etimoloji sözlükleri için mihenk taşı oluşturmuştur. Her ne kadar uzun yıllar önce yapılsa da bu çalışma hâlihazırda araştırmacıların başvuru kaynakları arasında olmuştur.

Türkçenin köken bilgisi sözlüğünün yapılabilmesi için araştırmacının öncelikle Arapça, Farsça, Latince, Yunanca, Moğolca, Çince, Fransızca gibi Türk dilinin tarih boyunca etkileşimde olduğu dilleri bilmesinin yanında Türkçenin lehçelerini, şivelerini ve ağızlarını da bilmesi gerekir. Bu unsurları bilmeyen araştırmacının/ heyetin Türk dilinin köken bilgisi sözlüğünü yazması muhaldir. Dilin yanında toplumun kültürünü, dinlerini ve ritüellerini de bilmesi sözlüğü hazırlarken araştırmacıya büyük bir avantaj sağlayacaktır.

Daha sonraki zamanlarda Sir Gerard Clousen’in bu konudaki eseri 1972 yılında “An Etymological Dictionary of pre-thirteenth-century Turkish”8 adıyla yayımlanmıştır. Daha sonra Avusturyalı bir başka Doğu bilimci ve Türkolog Andreas Tietze, “Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lûgati” adlı sözlüğü de önemli bir etimoloji sözlüğüdür. Maalesef yazar, tamamlayamadan

Daha önce de bahsedildiği üzere gerek yerli gerekse yabancı Türkologlar bu konuyu önemsemişlerdir. Vambery’nin ifadesiyle Adriyetik’ten Çin seddine kadar başka bir dile ihtiyaç olmadan etkileşim kurulabilecek olan bu dilin geniş coğrafyalarda yayılmış olması araştırmacıların bu dile olan ilgisini arttırmıştır. Ayrıca yıllarca Batılı kabileleri Batıya tıkmış olan Türklerin dili hep merak konusu olmuştur. 4

Türkçenin etimolojik sözlüğünün niçin yazılamadığı akademi camiasında önemli bir tartışma konusudur. Bunun üzerine pek çok konferanslar yapılmış ve tebliğler/ makaleler sunulmuş ve yayımlanmıştır. Kimi dil bilimciler, yazıda da ifade edildiği gibi Türk dilinin geçirdiği süreçleri öne sürerken kimi dil bilimciler ise Türkçenin söz varlığının yeterince tespit edilemediğinin üzerinde durmuşlardır. 5 Türk Dilinin en kapsamlı sözlüğü yakın zamanda yayımlanmıştır. Yaşar Çağbayır’ın uzun emekler sonucunda basılan bu eserin ilk baskısı TİKA

tarafından yayımlanmıştır. Eser daha sonra Ötüken yayınlarında da çıkmıştır. 6 Ayrıntılı bilgi için bkz. Eren, Hasan, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü 7 Sözlük için bkz. Eren, Hasan, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, Kişisel yayınlar. 8 XIII. Yüzyıl Öncesi Türkçenin Etimololojik Sözlüğü olarak tercüme edebileceğimiz bu eserde sözcük sıralaması farklıdır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Agop Dilaçar, Yeni Yayınlar, s.s. 275-281, T.D.K Belleten.

4

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


hayatını kaybetmiştir. Bugün yalnızca bir cildi tamamlanıp yayımlanmıştır.

önce de belirtildiği gibi sözlüğün eleştirilecek yanı Nişanyan’ın temelsiz olarak bazı sözcükleri Yunanca, Ermenice ve Latinceye dayandırmasıdır. Bu nedenle sözlüğün tam olarak objektif olduğu söylenemez. Her ne kadar objektif olmasa da bugün bilimsel amaçla bu sözlük sıklıkla kullanılır.

Yakın zamanlarda monogeist görüşü savunan Türkologlardan Prof. Dr. Tuncer Gülensoy’un Türkiye Türkçesindeki Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü adlı iki ciltlik çalışması yayımlanmıştır.9 Alandaki büyük eksikliği dolduran bu çalışma maalesef Türk dilinin tamamının etimolojik sözlüğü değildir. Eserin önemli olan yönü kullanımının kolay olmasının yanı sıra diğer etimoloji sözlüklerde yapılan birtakım hatalara işaret etmesidir.10

Elbette ki etimoloji sözlükleri hakkında yapılan çalışmalar bunlarla sınırlı değildir. Münferit olarak kelimelerin etimolojileri üzerine makaleler, tebliğler de yazılmakta ve yayımlanmaktadır.

Yeditepe Üniversitesi öğretim üyesi olan ve ülkemizde daha çok sözlükçülük ve çevirmenliği ile ön planda olan Prof. Dr. Mehmet Kanar’ın “Örnekli Etimolojik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü”11 adlı çalışması da etimoloji sözlükleri açısından önemli bir yere sahiptir. Kanar, çalışmasında sözcüklerin menşeini ve anlamlarını vermek dışında köken bilgisine de yer vererek diğer Osmanlı Türkçesi sözlüklerinden farkını ortaya koyar.

Sonuç olarak insan; varlığını, evreni ve dilini eski çağlardan günümüze kadar merak etmiştir. Bu sebeple müthiş bir tecessüsle bu merakını gidermeye çalışmış ve kelimelerin kökenlerine doğru inmiştir. Türkçenin birtakım yaşadığı doğal ve doğal olmayan gelişmelerden dolayı etimolojik sözlüğü yapılamamıştır. Konuyla ilgili olarak gerek yerli gerekse yabancı araştırmacılar çalışmalar yapmış ve yayımlamıştır. Umarım teknolojinin gelişmesiyle birlikte Türkçenin etimolojik sözlüğü tam olarak yayımlanır. Elbette ki burada en büyük görev Türk Dilinin Kurumuna düşüyor...

Teknolojinin gelişmesiyle birlikte internet sözlükçülüğü de hızla gelişmiştir. Sevan Nişanyan’ın etimolojik sözlüğü de bunlardan biridir.12 Sözlük ücretsiz olarak erişime açıktır. Türkçedeki söz varlığını arama motorundan taratarak kökeni öğrenilebilmektedir. Daha 9

Bkz. Gülensoy, Tuncer, Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, C. I-II, T.D.K., 2011. 10 Kaldırım maddesinde bunun örneğini görebiliriz. Tuncer Gülensoy, sözü edilen çalışmasında Sevan Nişanyan’nın kaldırım sözcüğünün Yunanca

kaldıramostan geldiğini ifade etmesini ağır bir dille eleştirmiştir. Bu konuya daha sonra değinilecektir. 11 Sözlük için bkz. Mehmet Kanar, Örnekli Etimolojik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Derin yay., 2003. 12 Sözlüğe erişim için bkz. http://www.nisanyansozluk.com/ E.T. 07.03.2017.

5


Ferdinand Nasıl da unutmuşum bu aralar seni Ferdinand Oysa her gece boşluklarımı senle doldururdum Varlığımın kayboluşlarını sana danışırdım Şimdi kaybolmadığımı mı sanıyorsun

Peki şimdi ne değişti Ferdinand

Her geçen gün daha çok kayboluyorum

Senin yaprakların benim de bademlerim aynı

Ama yanına gelmeye korkuyorum Ferdinand

O zaman ben neden akşamları gelmiyorum sana Hayatın bana yaşattıkları bile aynıyken neden

Kırıldığını biliyorum bana Ferdinand Artık çok sık gelemiyorum yanına

Sanırım benim yaşanılanlardan aldıklarım farklı

Anlatamıyorum sana dut ağaçlarını

Ya da iklimler değişti onun bize verdikleri farklı Ferdinand

Ve dutların dallarından düşerkenki acılarını Biri beni üzdüğünde gözyaşlarım akmıyor üstüne

Yağmurun kirpiğime değişinde seni düşünürdüm

Geçen gün bir şarkıda adın geçti Ferdinand Gökyüzüne akıttım derdimi senin yerine Ferdinand

Bayram çocuğu gibi mutlu oluşumu anlatırdım sana Uzun zamandır yağmurlar akıyor üzerimden

Seni kokladığım günler geliyor bazen aklıma

Peki sen nerdesin Ferdinand sadece silik belleğimde

Gidenleri boş verip içindeki papatyaları kokladığım günler

Ben nerdeyim diye sorarsan da

Bademlerim ve elma çayımla yanına gelip

Uçmayı öğrenirken uçurtmayı unutan bir engebede

İçimde göç eden kelebekleri dinlediğin saatler

Bir gün yanına gelip tekrar dutları anlatmak isterim

Sen yine munis ben yine talaşlı Ferdinand

Özlediğin papatyaları hediye etmek belki de Tabii beni affedip yeniden seversen Çünkü büyüdüğünde hatalar da yapıyorsun Ferdinand

Sema KESER

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

6


“Örümcek” Hikâye

Sevcan ÖZBEK Başını kaldıramadı yattığı yerden çıplak adam. Kurşunların geçit vermediği amansız bir gürültünün tam ortasında kalmıştı bedeni. Etrafına baktı sağlam kalmış tek gözüyle. Kulaklarında sonu gelmeyen bir çınlama ve bedeninde örümcek ağı. Sonsuz bir zaman boşluğunda düşündüğü tek şey kaçmaktı. -Çorak topraklarda kaçabileceğim tek yer? Var mı böyle bir yer, diye sordu. -Var, dedi örümcek. -Neresi? -Ölüm. Tek kaçışın ölüm. -Hayır, şimdi değil. Daha değil, ölmek istemiyorum, dedi ve başını kaldıramadan gözleri kaydı.

“Acıııı” diye bağırdı çıplak adam. Çölün ortasında diz çökmüş vaziyette, gözlerindeki o büyük korkuyla bağırdı. Daha kaç bedeni çıplak bırakacaktı toprağa, kaç gece daha yaşayacaktı ruhsuz. Savaşlarda artık acı diye bağrılıyordu. Kimin savaşıydı bu? -Yoo hayır benim değil, dedi. Bu benim savaşım olsaydı böyle olmazdı. -Nasıl olurdu hadi anlat, dedi örümcek. -Ölüm olmazdı asla, hayır kan yok. Hayal ederdik mesela hep birlikte. Adına başka bir şey derdik. Mülteci kamplarının olduğu çölde ateş yakardık. Mülteci mi? Savaştan kaçanlar, kendinden kaçanlar, yok olmuşlar, bedenlerini örümcek ağları bağlamışlar hepsine mülteci deniyordu değil mi? Peki ya çölde yaşayanlara? Yaraları olanlara, soğuk olanlara ne denirdi? Ya mültecisin ya çöldesin. Çöller hangi sınırlara ait? -Hayat yok ki orda, sınırları ve ülkeleri yok bence. -Savaşın var mı? -Neyi var mı? -Savaşın sınırı ve ülkesi var mı? Kurşunlar, cam kırıkları ve çıplak adamlar neden hep kan kokusu içinde savaş dediğimiz yerin tam ortasında duruyorlar? -Savaşın ülkesi var tabi. Nerede biliyor musun? İnsanların yaralarında, parçalanmışlıklarında, ezilmişliklerinde savaş. İnsanların perde perde açılmış gözlerinde. Kurşunun dağılmışlığında. -Ee hani ülkesi vardı? Bu saydıklarının hiçbiri sınırlara ve ülkelere ait değil. -İnsanların sınırlarının olduğunu öğretmediler mi sana? Bedenlerin birer vatan olduğunu? Savaşın ve barışın bedenlerde başlayıp ruhlarda yok olduğunu bilmiyor musun? -Sen nerden öğrendin ki bunları? Çölden başka bir yer görmemiş örümceksin hâlbuki. -Saçmalama. Örümceğin ne işi var çölde. İyi dinle beni, ben senin hayal ettiğin çölde değil kafanın içinde yaşayan örümceğim.

Bedenindeki tüm ağlara teslim olmuştu, sıcak havada uçuşan ağır metal zerreleri tenine yapışmıştı. Göreceği tek şeyin ölüm beyazlığı olduğunu sanırken, sarı sıcak toz bulutunun içinde olduğunu anladı. Kendinde bulduğu son cesaretle bedenini ağır ağır kaldırdı yerden. Ölüm sessizliğinin hâkim olduğu günün alnında ayağa kalkarken tam arkasındaki çıtırtıyı duydu. -Bitti mi, diye sordu gözleri yerde. -Savaş mı? Bitmedi daha, dedi örümcek. -Nereden anladın? -Hayat boyu devam edecek bir şey asla bitmez. -Nasıl girdin içime? -Ben hep ordaydım. Beni görmen için gerçek acıyı çekmen gerekiyordu. -Çektim şimdi, git. İstemiyorum seni. Sağlam kalmış gözünü yerden kaldırdı. Karşısında kurşunun örümcek ağı izi bıraktığı delikten bakan askeri gördü. Soğuk ve anlamsız bakışlarını. -Her beden bir vatansa eğer, askerlerin hisleri neden yok? -Üniforma yakışmış, dedi örümcek. -İnsan olması için başka bir kıyafet yeterdi, dedi çıplak adam. O zaman belki ne hissettiğini anlardım.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

7


Pınar ÇAYLAK Yaşamımız boyunca herhalde şairler için en çok kullanılan ifadelerden biri “garip” olmuştur. Ne çok şey ifade ediyordu sadece iki ünlüye sahip kısacık bu kelime… Belki de anlatmak istediğimiz ya da anlatmaktan korktuğumuz ne varsa şu kelimenin içine anlaşılmaz şekilde sığdırıvermiştik. En çok anlatılması gereken duygular, özlemler, hayran kaldıklarımız, yadırgadıklarımız… hepsinin ama hepsinin adı “garip” oluverdi lisanımızda.

yüklerin altına sokarak anlaşılamayacak bir anlatıma onları büründürmek kadar garip mesela tüm olanlar. Dönelim tekrar Orhan Veli’ye. Kendini bu kadar garip hissetmesinde kendinden çok başkalarının payı mı vardır bilinmez. Hayat, bizleri şaşırtmakta usta ve bizler de birbirimizi anlamamakta bu kadar inatçı olmaya devam ettiğimiz sürece (ki edeceğiz) sanırım farklı hissetmememiz ve hissettirmemiz de çok mümkün olmayacak. Üzgünüm ama şikayetçi olmakla birlikte bunu biz de istiyoruz üstelik. Üstelik Orhan Veli’nin garipliği öyle güzel salınır ki mısralarda samimi ve daima bizden birine ait olabilecek kadar da tanıdık. Çoğu kez onlarca kelimeyle anlatamadıklarımızı hiçbir yabancı kıyafet giydirmeye gerek duymadan, onlarca ara sokakta dolandırıp yormadan, öyle güzel karşımıza çıkarır ki Orhan Veli, mısralarda kendimizi bulmadan edemeyiz. Hayattan, sevdadan tam umudu kestiğimiz anda ne hissederiz? Gelin bazılarını sıralayalım: umutsuzluk, çaresizlik, zavallılık, yalnızlık… (şu dünyaya gelmiş en şanssız kişi olduğunuzu düşünmeniz bile muhtemel ☺) Şairler ise yani büyük bir çoğunluğun gözünde nam-ı diğer gariplerimiz böyle zamanlarda bunlardan bile beslenerek şiir yazar. Alın size mucize ☺

Bizim bu kadar sıklıkla kullandığımız bir kelimeye halkın dilinden şairce bir yorum da geldi. O da anlatamadığı ne varsa “garip” sözcüğünün gizemine emanet etti. Bu sözcük ona ve arkadaşlarına o kadar güzel yakıştı ki oluşturdukları akım da bu isimle anıldı. Herhalde garip olmak şairlere ancak bu kadar yakışırdı. Hadi gelin, Orhan Veli’nin o muhteşem mısralarını tekrar hatırlayalım hep beraber: “İstanbul’da Boğaziçi’nde Bir garip Orhan Veli’yim Veli’nin oğluyum, Tarifsiz kederler içindeyim” Sahi hangimiz İstanbul’ da gözlerimizi bir an kapattığımızda aslında ne kadar yalnız ve o koca kalabalık içinde aslında ne kadar da yabancı olduğumuzu düşünüp ve o kalabalığı tedirgin bakışlarla amaçsızca izlemedik? Hadi kendimize seslice itiraf edelim yaptık. Hem de görüntüsüne hayran olup onlarca şiir üstünden ruhunu anlamaya çalıştığımız, bizi mest eden dokusuyla İstanbul’da yaptık bunu çünkü İstanbul’a hayranlığımıza rağmen aslında hepimiz garipliğimizi çok daha dokunaklı hissettik. Garipliğimiz Orhan Veli’nin anlatamadıklarından çok da farklı değil aslında. Tıpkı onun “Anlatamıyorum” deyişi kadar yürek burkucu ve dolu dolu hüzün, anlaşılamamanın ve en kötüsü de tam anlamıyla hiç anlaşılamayacak olmanın vermiş olduğu acı bir kabulleniş duygusu ekseriyetle… Ne kadar su içersek içelim dilimizden gitmeyen acı bir tadın kalıntısının varlığını bilmek gibi. Ve tüm bunlara inat hala dönüp dönüp tekrar yaşama isteğini kendimizde bulmak kadar garip… Hayatın anlaşılmazlığından dert yanarken sözcükleri ağır

Şairler böylesi bir dünyada gerçekten garipler doğrusu ama dizeleriyle daima yaşayan bu anlaşılamayan, kocaman, içinde birbirimizi bazen de hislerimizi kaybettiğimiz dünyanın en tatlı garipleri onlar. Sevdaya tutulmanın beklenilmeyen şaşkınlığını en doğal haliyle mısralara döken Orhan Veli ile yazımızı tamamlayalım o zaman: “Sevdaya Mı Tutuldum? Benim de mi düşüncelerim olacaktı, Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım. Sessiz, sedasız mı olacaktım böyle? Çok sevdiğim salatayı bile Aramaz mı olacaktım? Ben böyle mi olacaktım?”1 Orhan Veli KANIK Hayatınız boyunca garip insanların (bizi sihirli kelimelerle tanıştıran sihirbazların ☺) ruhunuza dokunması ve o mısraların hayatınızdan hiç çıkmaması dileğiyle.

1

Orhan Veli, Garip, Şiir Hakkında Bazı Düşünceler ve Melih Cevdet, Oktay Rifat, Orhan Veli’den Seçilmiş

Şiirler, , 5. Baskı, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2018, ss: 53

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Deneme

8


DOSYA:

9


ÇEVİRİ

edebiyatı

10


Bir Ömür Bin Çeviri: Ahmet CEMAL Işık Selin ORHUNTAŞ Hayatını sanat üzerine kurmuş bir okur, gönülden bağ kurduğu metinleri ‘yeniden üreten’ bir çevirmen… Uzun yıllar sürdürdüğü akademi hayatına son verip, öğrencileriyle Kadıköy Moda’da atölye kuran bir eğitmen. Ölümünün 1. yılı. Geçen sene aramızdan ayrıldı. Benim hayatımın – belki de- dönüm noktası ile onun hayatının son 1 yılı kesişti.

edebiyat. 2017’nin o karanlık ve kasvetli siyasi ortamında başka bir dünyamız olurdu. Bütünüyle soyutlanmazdık elbet. Ama kötülükle biçimlenen bir dünyada, hayatla mücadelesini sanat üzerine kurmuş Ahmet Hoca ile biz de direnişi sanatla yapıyorduk. Hepimizin hayatına bir şekilde dokunmuş Ahmet Cemal ile ben de önce çevirileri ile tanıştım. Ardından yolumuz atölyede kesişti. Hazır dergimizin konusu çeviriyken ben de sizlere Ahmet Cemal çevirilerinden, çevirmen Ahmet Cemal’den söz edeceğim. Böylece bir parça da olsa hasret gidermiş olacağım. “Sanat neyi değiştirebiliyor ki?” 1942 yılında İzmir’de doğdu. Dedesi Osmanlı Devleti’nde Bahriye Nazırı, İttihat ve Terakki mensubu Bahriye Nazırı, İttihat ve Terakki’nin üç yöneticisinden biri olan Ahmet Cemal Paşa. İsmini dedesi vasiyet etmiş; erkek torunum olursa benim ismimi verin, diye. Her fotoğrafta muhakkak gördüğümüz yüzüğüyle beraber ismi de dedesinden miras kalır. Anne ve babasının giderek birbirinden uzaklaşan ilişkileri

Her pazartesi günü Cumhuriyet gazetesini alır, onun köşesini okur akşamına da koşarak dersine giderdim. Aynı çeviri yaparken olduğu gibi atölyede ders verdiği akşamlarda dış dünyayla bağlantıyı keserdi. Sadece sanat ve

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

11


nedeniyle, sevgisizliği hissettiği bir evde büyür. Bunu saklamaz, aksine eserlerinde açıklıkla dile getirdiğine tanık oluruz. Sevgisizliğin dışında ailenin onun üzerinde önemli etkileri olur. ‘İyi edebiyat’ bilgisi çocukluktan beri taşıdığı bir bilgidir. Sürekli okuyan bir ailenin mensubudur. Baba tarafının dile olan hakimiyeti de bir başka mirastır. Babası Necdet Cemal’in meslek hanesinde ‘çevirmen’ yazar. Çevirmenliği babadan öğrendiğini iddia etmemiz yanlış olur elbette ama evde konuşulan Almanca, daima okuyan aile üyeleriyle çevrilmiş olması, Osmanlı Devleti’nin modern yüzünü temsil eden ‘soylu’ ve entelektüel seviyesi yüksek bir aileden olması, yaşamını şekillendiren temeller olur.

bitirmeden kendini çevirmen saymayacağına dair kendine verdiği sözü ‘Adanmışlık’, Ahmet Hoca’nın karakterini çok iyi yansıtan bir tanımlama. Yalnızlıkla bütünleşmiş yaşamı aslında en iyi üretebildiği koşulları oluştururken onun şekillenmiş en güçlü yanlarından biri... İç dünyasına kapanıp çalışmak ve üretmek onun varoluşunun temeli. Önemli bir kuşağın temsilcisi olmasının da etkisiyle; yazarak ve önemli çeviriler üreterek kendi coğrafyasını oluşturur. Öte yandan, Hasan Ali Yücel’in 1939 yılında I. Türk Neşriyat Kongresi’yle birlikte başlattığı çeviri seferberliği, Türk edebiyatının en güçlü eserlerini ve çevirilerini üreten kuşağın yetişmesini, tarihte ve edebiyatta adeta birdönüm noktası oluşmasını sağlar. Yazılarında sıkça adını andığı dostları onun deyimiyle ‘fikri hür vicdanı hür’ nesiller için çalışır. Başta İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Ali Yücel, Azra Erhat, Halikarnas Balıkçısı, Vedat Günyol, Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday, Sabahattin Eyüboğlu olmak üzere; Abidin Dino, Nusret Hızır, Mina Urgan gibi isimler kısa süren ‘Türk Aydınlanması’nı başlatır. Yani Ahmet Cemal çeviri dünyasına adım attığında böyle bir mirası devralır. Bunlardan beslenir üretirken.

St. Georg Avusturya Lisesi’ni bitirir. Almanca ve İngilizceyi, o dillerde üretilen iyi edebiyat eserleriyle iç içe olacak kadar iyi öğrenir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra aynı fakültede bir süre asistanlık yapar. Daha sonra çeşitli üniversitelerde dersler verir. Anadolu Üniversitesi Senatosu 1988 yılında Türk kültürüne yaptığı hizmetler nedeniyle kendisine fahri doktora unvanı verir. Öğrenciyken geçimini Cağaoloğlu’nda tozlu noter bürolarında çeviri yaparak sağlar, Almanca ve İngilizce sayesinde çeşitli evrakları tercüme eder. Böylece çeviri dünyasına adımını daktiloda belge çevirerek atar. Üniversite bittikten sonraysa burada çalışmayı bırakır. Çocukluğundan beri istediği kendine ait hayatı sanatla kurar. İlk edebi çevirileri Goethe ve Schiller olur.

Hayatını sanatla biçimlendirmiş insanlar, kendi kalelerini inşa ederken aynı dili konuşabildiği insanlardan ilham alır. Zamanla bu birbirinden beslenme hali, birbiri için de üretmeye dönüşür. Türk aydınlanmasını kuran ve devam ettiren kuşak da böyle bir birliktelik içindedir. Tutkuyla üretilen şeyler tutkuyla paylaşılır. En az Ahmet Hoca kadar iyi Almanca bilen Tezer Özlü, Kafka çevirisi yapması için ona ısrarcı olur. Daha önce hiçbir tanışıklığı olmayan Oğuz Atay, çevirmesi için Elias Canetti’nin ‘Körleşme‘ kitabının İngilizce baskısını okumasını önerir ve Almanca orijinalini edinip Türkçeye çevirmesi konusunda Ahmet Cemal’i teşvik eder.

12 telif eser ve yaklaşık 65 çeviri. ‘Yazıya adanmış bir ömür‘ deyimi yerinde olsa gerek. Bugün çeşitli alanlarda başyapıt sayılan birçok eseri okuyabiliyorsak, Ahmet Cemal sayesindedir. Malina’yı, Körleşme’yi, Dava’yı, Vergilius’un Ölümü’nü ve daha birçok eserle bizi tanıştırmıştır. Aslında teşekkür etmemiz gereken salt çeviri yapmış olması değildir elbet. Bu meseleye yaklaşımı ve süreci de önemli. Mesela, Vergilius’un Ölümü eserinin neredeyse bütün ömrüne yayılması ve bu çeviriyi

Birlikte üretmek baskı yıllarında daha anlamlı önemlidir. Yazko Çeviri, Ahmet Cemal’in yayın yönetmenliğini yaptığı iki çeviri

12

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


dergisinden biridir. İlk dergi BSF (Bilim, Sanat, Felsefe) yayınlarından çıkan ‘Dün ve Bugün Çeviri‘ dergisi. Ömrü iki sayıyla sınırlı kalan dergi, 1985-1986 yılları arasında çıkar.

Çevirmenin yazarı ve onun içinden geldiği kültürü iyi tanıması.'' Hasan Ali Yücel Kendini salt çevirmen olarak saymıyor ve çevirdiği eserleri de “yeniden üretim” kabul ediyor. Sanat Üzerine Denemeler kitabında “sanat, en kısa tanımıyla bir ‘alternatif dünya’ kurgulama eylemidir; sanatçı da bu kurguyu gerçekleştiren kişidir.” Şeklinde tanımlama yapar. Ardından bunu eleştirel düşünceyle ilişkilendirir.

YAZKO Çeviri’nin ilk sayısı 1981 tarihlidir. Neden baskı yıllarını özellikle belirttiğim anlaşılmıştır muhakkak. 1980 darbesi, sansür, baskı ve değişimi hiç bitmeyen, zor dönemeçlerden geçen Türkiye. YAZKO (Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi ) bünyesinde felsefe, edebiyat ve çeviri dergileri yayımlanmıştı. 12 Eylül 1980 günü askerî darbe ile ülkedeki bütün demokratik kitle örgütlerinin ve siyasal yayın organlarının yasaklanması, bir anda Yazko’yu ülkedeki neredeyse tek kültür kurumu durumuna getirdi. (Tugay Fişekçi, ‘Yazko Edebiyat Yılları’ Alt Üst 2015) YAZKO bir kooperatif dergisiydi yani imece usulünü barındırıyordu içinde. Aslında yukarıda sözünü ettiğim birbiri için üretme durumu burası için de geçerli olur. Ortak idealler paylaşmak, ideallere tutkuyla bağlı olmak ve ürettikleri şeylerden güç alarak, beslenerek ilerlemek tam olarak YAZKO ruhunu tanımlayabilir. Yazko Çeviri’nin ömrü 4 yıl sürdü. 2 ayda bir yayımlandı. Kafka Özel Sayısı akıllara kazındı. Çıkardığı 18 sayı ile Tercüme dergisinden sonra en Türkiye’nin en uzun soluklu dergisi oldu. (Tozan Alkan, Çevirdim Dilim Yandı)

Eleştirel düşünce Ahmet Cemal için önemli ve kilit bir kavram. Ayrı bir yazının konusu olabilir elbet ama merak edenler için “Sanat Üzerine Denemeler” kitabında bu kavrama dair birçok şey bulabilirsiniz. Ben burada eleştirel düşünce ile çeviriler arasındaki ilişkiden söz etmek istiyorum. Ahmet Hoca, yayınevinin değil kendi istediği metinleri çevirmesiyle ünlenmiş. Hatta bu üne bir de söylentilere göre- sözleşmeye asla bitiş tarihi koydurmaması da eklenebilir. Seçtiği yazarlar yukarıda tanımını yaptığı gibi ‘alternatif birdünya’ kurarken, eserler de eleştirel düşünce için önemli malzeme verirler. Kendine has her özelliği Broch’tan yaptığı ve bütün ömrünü adadığı Vergilius’un Ölümü çevirisinde somutlaşır. Çevirinin hikayesini her yerde bulmak mümkün. Başka bir metinden örnek verecek olursak Kafka’nın ‘Dava‘sı, ‘Dönüşüm‘ü ya da Musil’in ‘Niteliksiz Adam‘ı. Kafka ile aralarındaki ilk benzerlik Hukuk Fakültesi mezunu olup hayatlarını edebiyata adamış olmalarıdır. Kafka’nın çok okunan ama özü asla

''Başarılı bir çevirinin yapılabilmesi için yalnızca dil bilmek ve dilden dile sözcük aktarmak yeterli değildir: dil bilme koşulunun yanına bir başka koşul daha eklenmelidir. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

13


anlaşılmayan ‘Dönüşüm‘adlı eseri Türkçeye ilk defa Kamuran Şipal tarafından “Değişim” ismiyle kazandırılmış. 1986 yılında çevrilmesi gereken asıl ismiyle “Dönüşüm” olarak Ahmet Cemal tarafından –çevirmenin kendine has özelliği olarak metne dair önemli bilgiler verenönsözüyle birlikte okuyucuya sunulmuştur.

Dil bir kültür işi, çeviri de birikim işidir. Çevrilemez denen yapıtların çevirmeni, hem dili hem de yıllar içinde büyük emeklerle oluşturduğu birikiminikullanarak ortaya yüksek seviyede eserlerçıkartmış. Kendi ile metin arasında bağ kuramayınca hiç başlamadan bitirmiş çeviriyi. Ama en güzel eserler de hayatınıadadığı, kendini bulduğu ya da – Ahmet Hoca’nın deyimiyle- ikinci hayat kurabildiğinde olmuş. Sevgiyle çalışmış. Öyle bir sevgi ki bu, Malina’yı çevirmesinde yardımcı olmuş. Malina’nın önsözünde şöyle anlatır:

“Kafka’nın Die Verwandlung başlıklı uzun öyküsü, daha önce hep Değişim adıyla çevrildi ve öyle tanındı. Oysa Almancada “die Verwandlung”, bir değişimden, değişiklikten çok daha köktenci bir olguyu, bütünüyle değişip başkalaşmayı, bir metamorfoz durumunu dile getiren bir sözcüktür; öyküde Gregor Samsa’nın bir sabah kendini yatağında bir böcek olarak bulması, salt bir değişim değil fakat başkalaşım’dır; o, insanlığını koruyarak bazı değişiklikler geçirmemiştir; artık farklı bir canlı türü olmuştur. Ben de bu nedenle çevirime “Değişim” yerine “Dönüşüm” başlığını seçtim.” (Kafka, Dönüşüm Can Yayınları 40. Basım)

“Benim için çok yoğun bir çeviri çalışmasıydı Malina; çevirinin sonuna yaklaştığımda, oldukça ciddi sağlık sorunlarıyla yüz yüze gelmeme yol açan yoğunlukta bir çalışma; ve ben bu çalışmamı, gerçek bir sevgi ortamında bitirdim. Malina iç dünyamda seçilmiş sevgilerin doruklarında olduğum bir dönemde çevrildi. Var ise, başarısını buna borçlu olacaktır. Bu çeviri, başlanmış bir çeviriydi. Hiç bitmeyebilirdi. Eğer iki seven, Mustafa ve Zeynep yaşamıma girmeselerdi. Bu çeviriyi tümüyle sevgi arayışımın doruğu olan bu iki insana armağan ediyorum.” Ahmet Cemal Akyol Sokağı, 2/10/1985 Çevirmen olarak Ahmet Cemal’in kaybı Türk Edebiyatı için büyük. Çünkü aslında o bir kuşağın temsilcisi; Türk Aydınlanması’nın bir parçasıydı. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden yeni mezun olmuş ve okulda ‘bir şeyleri eksik’ benim için de Ahmet Hoca’nın yeri doldurulamaz. ACKA da bana önce düşünmeyi ardından eleştirel düşüncenin sonsuzluğunu öğretti. Sorgulamayı, kültür tarihini, Türk tarihini başka pencerelerden gösterdi. Aslında üniversitede öğretilmeyen her şeyi kısa süre içinde keşfetmemi sağladı. Sorgulamak, keşfetmek ve nihayetinde üretmek… Minnettarım Hocam.

14

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Ahmet Cemal’in Türkçeye Kazandırdığı Eserler 1.

Elias Canetti :

• Körleşme (1981) / Sel Yayıncılık • İnsanın Taşrası (2015) / Sel Yayıncılık • Sözcüklerin Bilinci (2015) / Sel Yayıncılık • Saatin Gizli Yüreği (2006) / Sel Yayıncılık 2.

Heinrich Böll

• Katharina Blum'un Çiğnenen Onuru (1983) / Can Yayınları • Babasız Evler (2007) / Can Yayınları 3.

Walter Benjamin

• Pasajlar (2008) / YKY • Epik Tiyatro Üzerine Üç Metin (2014) / Agora Kitaplığı 4.

Ingeborg Bachmann

• Malina (90) / YKY • Radyo Oyunları (2005) / YKY • Bu Tufandan Sonra (1998) / Metis Yayınları • Toplu Şiirler (1993) / YKY 5.

Kafka

• Dönüşüm (86) / Can Yayınları • Dava (99) / Can Yayınları 6.

Zweig

• Satranç (2012) / İş Bankası Yayınları • Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (2012) / İş Bankası Yayınları • Rotterdamlı Erasmus (2008) / Can Yayınları • Yarının Tarihi (1991) / Can Yayınları • Montaigne (2012) / Can Yayınları 7.

Johann Wolfgang Von Goethe

• Yarat Ey Sanatçı (2006) / İş Bankası Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi • Urfaust (1999) 8.

Heinrich Wölfflin

• Sanat Tarihinin Temel Kavramları (2015) / Hayalperest Yayınevi 9.

Hermann Broch

• Vergilius'un Ölümü (2012) / İthaki Yayınları • Kader Ağıtları (1996) / İyi Şeyler Yayıncılık 10.

Robert Musil

• Niteliksiz Adam -1 (2000) YKY / Kazım Taşkent Klasikler Dizisi • Niteliksiz Adam -2 (2009) YKY / Kazım Taşkent Klasikler Dizisi İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

15


• Yaşarken Açılan Miras (1993) / YKY 11.

Paul Celan

• Ellerin Zamanlarla Dolu (2015) / İş Bankası Yayınları 12.

Rainer Maria Rilke

• Rilke Şiirlerinden Seçmeler (1994) / İş Bankası Yayınları • Gece Mi Tek Gerçeğimiz ? (2003) / Dünya Aktüel 13.

Novalis

• Geceye Övgüler (2006) / İş Bankası 14.

Friedrich Wilhelm Nietzsche

• İşte Böyle Dedi Zerdüşt (2017) / Pinhan Yayıncılık • Dionysos Dithyrambosları (2011) / İş Bankası Yayınları 15.

Heinrich Von Kleist

• Amphitryon (1995) / YKY Kazım Taşkent Klasikler Dizisi 16.

Bertolth Brecth

• Bütün Oyunları Cilt: 5,6,7,8,10,11 / Mitos Boyut • Bütün Şiirleri -2 (2012) / Mitos Boyut • Tiyatro için Küçük Organon (1993) / Mitos Boyut • Bay Keuner'in Öyküleri (1994) / Mitos Boyut • Me- Ti (1994) / Mitos Boyut • Sofokles'in Antigone'si (1993) / Mitos Boyut 17.

E. H. Gombrich

• Sanat ve Yanılsama (2015) / Remzi Kitapevi 18.

Georg Lukacs

• Estetik -1 (1978) / Payel Yayınları • Estetik -2 (1981) / Payel Yayınları • Estetik -3 (1987) / Payel Yayınları 19.

Manes Sperber

• Parçalanmış Gerçeklik (1991) / Can Yayınları 20.

Johann Christian Friedrich Hölderlin

• Deliliğin Arifesinde (1996) / YKY 21.

Mikis Theodorakis

• Yapayalnız Kalacaksın Gecenin Ortasında (1990) / Can Yayınları 22.

Erich Maria Remarque

• Yaşamak Zamanı Ölmek Zamanı (1983) 23.

Octavio Paz

• Düşler Boyunca Yaratmak / Can Yayınları 24.

J. Mario Simmel

• Yalnız Havyarla Yaşanmaz (1971) / Yeni Zamanlar Sahaf 25.

Jura Sofyer

• Bütün Şiirlerinden Seçmeler / Can Yayınlar

16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


ASIRLAR BOYUNCA TERCÜME: OSMANLI DEVLETİ’NDE DİVAN-I HÜMAYUN TERCÜMANLARI VE TERCÜME FAALİYETLERİ Cengiz GÜLER Osmanlı Devleti’nde tercümanlık kurumunun resmi olarak ilk ne zaman kurulduğunu bilinmese de kuruluş devrinden itibaren tercümanlık yapan kişilerin varlığı bilinmektedir. 19. yüzyılın sonlarına kadar bir kişinin kariyerine başlayabileceği “en iyi yer” olarak görülmüştür. Nitekim Ahmet Vefik’in Namık Kemal’in buradan yetişmeleri Tercüme Odası’nın ne derece etkili bir mektep olduğunun kanıtıdır.

Ayrıca Batı dillerinden çevirdikleri eserlerle Osmanlı kültürüne önemli katkıda bulunmuşlardır. Divan-ı Hümayun tercümanları; gayrimüslim tercümanlar, mühtedi tercümanlar, Fenerli Rum tercümanlar ve Tercüme Odası’nda yetişen Müslüman tercümanlar olarak dört döneme ayrılmaktaydı. Osmanlılarda tercümanlığın resmi bir görev olarak ne zaman tesis edildiği bilinmemektedir. Orhan Gazi devrinden itibaren Bizans ile kurulan siyasi ve diplomatik ilişkiler dolayısıyla tercümanlık yapacak kişilere ihtiyaç duyulduğu bir gerçektir. Ancak Osmanlı Devleti’nin kuruluş devrinde diğer devletlerle olan resmi temasların nasıl cereyan ettiği ve tarafların kimler aracılığıyla bu görüşmeleri gerçekleştirildiği meçhuldür. Bizans tarihçisi Dukas’ın verdiği bilgiye göre II. Murat devrinde bir divan tercümanının olduğu kesinleşmiştir.

Divanı Hümayun tercümanları, Osmanlı Devleti’nde kendilerine tanınan yetkiler çerçevesinde Osmanlı diplomasisi ve dış politikasının şekillenmesinde rol oynamışlardır.

Fatih döneminde ise Bizans menşeli bir tercümanların Fatih'in sarayında görev yaptığı bilinmektedir. Bunların arasında İstanbul’un fethinden önce Fatih’in hizmetine girmiş olan

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

17


Dimitri Kyritzes bir tercüman bulunuyordu. Ayrıca tarihçi Kritovulos’ta Fatih’in tercümanlığını yapmıştır. Fatih’in Lütfi Bey’i tercümanlık görevine getirmesiyle Osmanlı Devleti’nde gayrimüslim tercümanlar dönemi bitmiş ve mühtedi tercümanlar dönemi başlamıştır. Fatih döneminden 17. Yüzyıl ortalarına kadar tercümanlar mühtedilerden seçilmiştir. Osmanlı Devleti, Divan-ı Hümayun Tercümanları dışında Avrupa’da 16. ve 17. yüzyıllar boyunca eğitim görmüş Yahudileri de kullanmışlardır. Bunların pek çoğu tıp, maliye, politika ve diplomasi alanında bilgi sahibi kimselerdi. Bunlar Türkiye’ye geldiklerinde Avrupa’yı tanıma, Avrupa dillerini ve koşullarını bilmek gibi işe yarayacak pek çok bilgi taşıyorlardı.

Osmanlı Devleti’nde Kitap Tercümeleri Divan-ı Hümayun tercümanları sadece diplomatik çevirilerle uğraşmamış, aynı zamanda farklı dillerden Türkçeye kitap çevirileri de yapmışlardır. Osmanlı tarihinde kitap tercüme faaliyetleri Fetih'ten sonra Yunan bilim, edebiyat ve kültürüyle de ilgilenen ve bu kültürden etkilenen Fatih devrinde önemli bir ivme kazanmıştır. Bizanslı bürokrat ve edebiyatçılara Batı dillerindeki eserlerden tercümeler yaptırılmış ve sarayda bu dillerdeki eserleri ihtiva eden bir de kütüphane kurulmuştu. Fatih dönemi tercümanlarından biri de Trabzonlu Amirutzes’dir. Amirutzes, Fatih’in kişisel kütüphanesinde “hafız-ı kütüb” olarak çalışıyordu. Fatih’in emri üzerine Batlamyus’un Geographia’sını tercüme etmişti. Amirutzes’in iki oğlundan biri olan Mehmed yine Fatih’in emriyle İncil’i Arapça’ya tercüme etmiştir. Ayrıca Amirutzes dışında Fatih’e Heredot Tarihi’ni okutturmuş olan İtalyan Anconalı arkeolog Ciriaco Pizzicalli ile portresini yapan Venedikli Bellini’de bulunuyordu.

18. Yüzyıla gelindiğinde ise Osmanlı Devleti’nde tercümanlık faaliyetleri Fenerli Rum ailelerin eline geçmiştir. Bunun sebebi ise Yahudilerin ve Müslüman olan mühtedilerin zamanla tercüme faaliyetlerinde yetersiz olmalarıydı. Müslüman tercümanların tercüme faaliyetlerinde gerilemelerinin ve yabancı dil öğrenmemelerinin sebebini araştırmacılar dini sebeplere dayandırmaktadır. İslam hukukunda bir Müslüman’ın “diyar-ı küfr” olan Hristiyan memleketlerinde uzun süre oturmalarının hoş karşılanmamasıdır. Böylece İslami gelenek Osmanlı’nın Batıyı kendisine uyarlama çabasına ket vurmuştur. Tercümanlığın Yahudilerden Fenerli Rumlara bırakmalarının sebebi ise 17. Yüzyılda Yahudilerin ilmi ve iktisadi dayanaklarını yitirmelerine dayandırılabilir. Avrupa’dan gelen yetenekli, bilgili Yahudiler azalırken Avrupa ile sıkı ilişkileri bulunan varlıklı ve iyi eğitimli, Ortodokslar çoğalmaya başladı. Böylece 1821 tarihine kadar Divanı-ı Hümayun tercümanlığı Fenerli Rum ailelerinin tekelinde kalmıştır.

Divan tercümanları arasında eser tercüme eden bir başka tercüman da tercüman Mahmut’tur. Mahmut, Latince yazılmış bir tarih kitabını “Tarih-i Ungurus” adıyla Kanuni Sultan Süleyman’a sunmuştur. Tercüman Mahmut’tan sonra gerek telif gerekse tercüme eserleri dolayısıyla Osmanlı kültürüne katkıda bulunan bir diğer tercüman da Murat Bey’dir. Arapça, Farsça, Türkçe, Hırvatça ve Almanca bilen Tercüman Murat Bey ise Çiçero’nun De Senectute adlı kitabını “Kitap der medh-i piri” başlığıyla çevirmesinin yanı sıra Neşri’nin Vekayinamesi’ni de Latince’ye çevirmiştir. 19. Yüzyılın başından itibaren bazı Fenerli Divan tercümanları da Batı dillerinden askeri eğitimde kullanılmak üzere tercümeler yapmışlardır. Bu alanda adı en çok bilinen tercüman, Konstantin İpsilanti'dir. İpsilanti, yazarı Bemard Foreste De Belidor olduğu tahmin edilen Fransızca bir eseri Fenn-i Harb adıyla Türkçeye çevirmiştir. Eser temize çekildikten sonra III. Selim' e takdim edilmiş ve eseri beğenen padişah bu hizmetine karşılık Konstantin İpsilanti'yi Divan-ı Hümayun tercümanı olarak tayin etmiştir.

Fenerli Rumların zararlı faaliyetlerinden dolayı Müslüman tercümanlar yetiştirilmesi için Bab-ı Âli’de “tercüme odaları” kurulmuştur. Tercüme Odası ilk zamanlarda yüzde yüz başarı sağlayamasa da ilerleyen zamanlarda iyileştirme faaliyetleri sonuç vermiş ve beklenen başarı sağlanmaya başlamıştır. Burada yetişen Müslüman tercümanlar, diplomatik gelişmelerin dışında çevirdikleri eserlerle de bilim ve sanatta büyük gelişmelere imza atmışlardır. Özellikle edebi alanda Osmanlı coğrafyasında Tanzimat ve Servet-i Fünun edebiyatı gibi yeni akımlar ortaya çıkmıştır.

19. yüzyıla gelindiğinde eser çevirilerinde büyük bir artış olmuştur. Bunun

18

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


çevrilen ya da uyarlanan iki yazarın Moliere ve Goldoni olduğu bilinmektedir. Ahmet Vefik Paşa ve Direktör Ali Bey’in çabaları sayesinde Moliere’in oyunlarının neredeyse tamamının Türkçeye çevrildiği söylenebilir. Tiyatro gibi roman da bizde bir edebi tür olarak Osmanlı’nın Batı dillerinden çevrilen eserler ile gelişmeye başlamıştır. Şinasi’nin Batı edebiyatından çevirdiği şiirler, edebiyatta yeni bir nazım üslûbu arayışı olarak değerlendirilmiştir. Sonuç olarak Osmanlı Devleti’nde tercümanlık kurumunun resmi olarak ilk ne zaman kurulduğu bilinmese de kuruluş devrinden itibaren tercümanlık yapan kişilerin varlığı bilinmektedir. Divan-ı Hümayun tercümanlığının ilk ne zaman kurulduğu bilinmemektedir. Buradaki tercümanlar resmi yazışmalar için tercümeler yaptığı gibi padişahların emriyle kitap çevirileri de yapmaktaydılar. Başlarda Bizanslı tercümanlar kullanılırken daha sonra Müslüman olan devşirme tercümanlar ve Yahudi tercümanlar görev almışlardır. 17. Yüzyılda bu tercümanlar önemini yitirince Fenerli Rum aileler tercümanlık görevini tekellerine almışlardır. Onların zararlı faaliyetlerinden dolayı Osmanlı Devleti, 1821’de Tercüme Odası’nı kurarak Müslüman devlet adamlarından tercüman yetiştirmeye başlamıştır. Türk ve Müslümanların yabancı dil öğrenerek hem diplomasinin hem de bilimin gelişmesi için güvenilir insanlar yetiştirilmesi amaçlanmıştır. Kısa zamanda amacına ulaşan Tercüme Odası bu haliyle Tanzimat sonrası reform hareketlerini hazırlayan bürokratların yetiştiği bir mektep görünümüne girmiştir. Dilbilgisine ait bir uzmanlaşma memuriyeti olan Tercüme Odası yüzyılın sonuna kadar bir kişinin kariyerine başlayabileceği “en iyi yer” olarak görülmüştür. Nitekim Ahmet Vefik, Ahmet Arifi, Sadullah Paşaların, Namık Kemal’in buradan yetişmeleri Tercüme Odası’nın ne derece etkili bir mektep olduğunun kanıtıdır.

nedeni Tercüme Odaları’nın kurulmasıyla Müslüman tercümanların yetişmesidir. Burada Batı dillerini öğrenen Osmanlı aydınları, Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında düşmüş oldukları göreceli zayıflığa çözüm bulma çabalarına girişmişler ve bu girişimin sonucunda Batı’daki gelişmeleri canlılıkla takip etmişlerdir. Bu takibin sonucunda, Batı’da çeşitli alanlarda üretilen metinlerin Osmanlı muhatap kitlesine aktarıldığını görülmektedir. Çevirilerin önce teknik, bilim ve tıp alanında başladığını, sonrasında ise edebiyat, tiyatro, felsefe gibi alanlara sıçradığını söylenebilir. 19. yüzyılda çeviri eserlerin artmasıyla Türkçeye birçok yeni kavram girmiş ve yeni edebi akımlar oluşmuştur. Tanzimat Dönemi ve Servet-i Fünun etrafındaki edebi akımlar bu dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönem Tercüme Odası'nda yetişen ve tercüman olarak görev yapan Ahmed Vefik Paşa, Fransızcadan çeşitli çeviriler yapmış ve daha çok Moliere, Lesage, V. Hugo, Voltaire, Fenolon'dan yaptığı edebi çevirileriyle tanınmıştır.

Kaynaklar BALCI, Sezai, "Osmanlı Devleti’nde Tercümanlık ve Bab-ı Âli Tercüme Odası", Doktora Tezi

Tercüme faaliyetleri ile birçok edebi tür Osmanlı topraklarında gelişme göstermiştir. Bu dönem Batı etkisiyle gelişen türlerden ilki tiyatrodur. Evrensel temalı tiyatrolar çevrilerek Osmanlı tebaası karşısında gösterimler yapılmıştır. Bu dönemde Türkçeye en çok

BİLİM, Cahit Yalçın, "Tercüme Odası" KOÇ, Haşim, “Osmanlı’da Tercüme Kavramı ve Tanzimat Dönemindeki Edebi Tercümelere Dair Çalışmalar”

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

19


Siyavuş Hayam1’dan Şiirler ÂŞIK HAKEM Vücudumda şiir merasimi Başlıyor Sen daha çok şairliğe benziyorsun Ben âşıkların hakemine Not alıyorum nitekim Seni seviyorumlarını senin Çeviri: İsmail Hakkı Korkmaz

AŞK SINAVI Vücudun ne güzel şiirdir Bak bana! Yanımda olduğun zaman Sınavdaki öğrenciyim Aşk sınavındaki Senin yüzünden kopya çeken Çeviri: Önder Öztürk

AŞKIN ÖTESİ Gül kelimelerin hepsini Çalmışlar Bırak! Sâde Kurşun kalemle Kendim olmadan yazayım Ki varsa Şekillenir belki aşkın ötesi. Çeviri: Mehmet Ali Öztürk

1

Genç Afgan şair okurumuz Siyavuş Hayam’dan.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

20


İlk Çeviri “Telemak” yahut Yusuf Kâmil Paşa’nın “Maceraları” Ayşe Bengisu AKDAĞ

Onu devletin ekonomik çöküşünü nasıl önlediği ile bilmiyoruz. Sadrazam maaşını kabul etmeyen biri olduğunu da bilmiyoruz. Devletin en üst yönetimlerinde başkanlık yaptığını ancak sonra bir anda sürgün edildiğini de… Onu ne yazık ki sadece bir eserle tanıyoruz: “Telemak” Arapgirli Yusuf Kamil Paşa. Bu isim pek tanıdık gelmemiş olabilir. Zira eseri, isminin önüne geçecek kadar önemli bir yapıt. Bir ilk. İlk çeviri. Şimdi tanıdık gelmeye başlamıştır sanıyorum. Lise yıllarından beri onu “Fransız yazar Fenelon’dan çevirdiği Telemak” ile “Türkçe yayımlanan (1862) ilk çeviri roman” ile kazımışızdır zihnimize.

Amcası da Kayseri ve Bozok sancakları mutasarrıfıydı. Eğitimli bir aileden gelen Yusuf Kamil bu dönemde Müderriszade Mehmed Alim Efendi'den özel ders aldı. Amcasıyla beraber İstanbul’a gelmesi ise onun hayatını yönlendiren esas eşik oldu. İstanbul’da önce amcasının mühürdarlığını yaptı. Henüz 21 yaşındayken Divan-ı Hümayun Kalemi'nde memuriyete başladı. Yusuf Kamil 1833’te bir rüya gördü. Gördüğü bu rüya üzerine Mısır’a gitmeye karar verdi. Burada meşhur Kavalalı Mehmed Ali Paşa onu Hazine-i Mısır kitabetine tayin etti. Mehmed Ali Paşa bununla yetinmedi, Yusuf Kamil’e çok güvenmiş olacak ki onu, kızı Zeyneb Hanım'la da evlendirildi.

Edebiyatımızdaki bu ilki gerçekleştiren Yusuf Kamil Paşa kimdi peki? Sadece çevirisi ile adını andığımız Paşa nasıl yüce bir devlet adamıydı, devletin ekonomik çöküşünü nasıl önledi, sadrazamlık maaşını dahi kabul etmeyen Yusuf Kamil Paşa nasıl gerçek bir “paşa” oldu? 1808 yılında Arapgir’de dünyaya gelen Yusuf Kamil’in babası Gökbeyi hanedanından İsmail Beyzade Mehmed Bey'di. Yusuf Kamil küçük yaşta babasını kaybedince amcası Gümrükçü Osman Paşa tarafından büyütüldü.

1845’te bir düğün sebebiyle valiyi temsilen İstanbul’a gelen Yusuf Kamil Paşa’ya Sultan

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

21


Abdülmecid tarafından "mîr-i mîranlık" unvanı verildi.

kulağına gitmesi üzerinde 1855’te görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Devamındaki yıllarda Mısır ve İstanbul arasında gelip giderek çeşitli idarî görevler yürüten Yusuf Kamil Paşa çok sayıda Osmanlı nişanına layık görüldü.

Bu güzel ve üst rütbeli günler uzun sürmedi Yusuf Kamil Paşa için. Ne kadar hızla üst mevkilere makamlara çıkarıldıysa o hızla da düşürüldü. Bunun sebebi sadece kabul etmediği bir davetti. 1849’da Mehmed Ali Paşa'nın vefatı üzerine Mısır valisi olan Abbas Paşa zamanında Sudan'da bir göreve tayin edildi. Görevi kabul etmeyince Asvan'a sürgüne gönderildi. Hapsedilerek Zeyneb Hanım'dan boşanmaya ve Mısır'daki mallarından vazgeçmeye de zorlandı Kamil Paşa.

Yusuf Kamil Paşa en çok devletin ekonomik sıkıntılar içindeki döneminde önemli sorumluluklar aldı. Öyle ki, altın paranın piyasadan çekildiği ve kağıt paranın değeri düştüğü için ticari hayatın zayıfladığı dönemde kendi hazinesinden bir miktar altını piyasaya sürdü ve bir taraftan da kağıt paranın değiştirilmesine başlandı. Ticari hayatı düzene koyarak Borsa Hanı’nı yeniden açtı ve daha büyük bir malî krizin çıkmasını önledi. Bu başarılarıyla yine üst düzey kurumlara başkan tayin edilen Paşa, 2500 lira olan sadrazamlık maaşını almak istemediyse de padişahın ısrarı üzerine sadece 5OO lirasını kabul etti.

Çareyi eskiden tanıdığı Sadrazam Mustafa Reşid Paşa'ya gizlice bir ariza göndererek kurtarılmayı talep etmekte buldu. Nihayetinde Padişahın fermanıyla hapisten çıkarılan Kamil Paşa İstanbul'a getirildi, arkasından Zeyneb Hanım da İstanbul'a gitti.

Neredeyse ömrünün sonuna kadar önemli görevleri yürüten, hastalığı sebebiyle bizatihi başında bulunamadığı görevinden dolayı her an sıkıntı duyan Yusuf Kamil Paşa’nın, çok sevdiği Sultan Abdülaziz'in akıbeti yüzünden hastalığı şiddetlendi ve Bebek'teki yalısında tarihler 10 Ekim 1876’yı gösterirken vefat etti. Kamil Paşa, Üsküdar'da yaptırdığı hastanenin bahçesindeki türbesine defnedildi.

İstanbul’a geri gelmesiyle eski itibarına ve mevkilerine kavuşan Yusuf Kamil Paşa, pek çok idarî görevde üst makamlarda görevler yürüttü. Ancak bir zaman sonra Mısır Valisinin Süveyş Kanalı imtiyazını Fransa'ya vermesini Mısır'a yabancı müdahalesini arttıracağı gerekçesiyle eleştiren Kamil Paşa, bunun Fransızların

Kamil Paşa ailesinden de gelen bir gelenekle kültürlü ve seçkin bir devlet adamıydı. Arapça, Farsça ve Fransızca biliyordu. Dosyamızın esas konusu da onun meşhur tercümesi. Modern hikayeye geçişte bir örnek olması açısından önem arz eden, Fenelon tarafından kaleme alınan eser, hocası Mentor tarafından eğitime tabi tutulan Telemak’ın maceralarını anlatır. Eser; eğitici, nasihat verici, çocuğu hayata hazırlayıcı özellikleriyle dikkat çeker. Bu eserin Tanzimat döneminde çevrilmek için seçilmesi önemlidir şüphesiz. Zira eser, yazıldığı dönemde (1699) Kral XIV. Louis'nin mutlakiyetçi yönetiminin bir hicvi

22

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


olarak görülmekteydi. Eserde Fenelon, XIV. Louis tarafından geleceğin kralı Burgundy dükünün eğitimi için görevlendirilen prense fabllar, diyaloglar hazırlar. Amaç, hem prensin devlet yönetmenin kurallarını ve inceliklerini hem insanî birtakım değerleri hem de Batı kültürünü özellikle Yunan mitolojisini öğrenmesidir.

Yusuf Kamil Paşa, François de la Manthe Fenelon'un “Les adventures de Telemaque” adlı bu eserini Türkçeye çevirerek Tercüme-i Telemak adıyla 1862'de yayımlamış, kitap 1863, 1870, 1877 ve 1881'de tekrar basılmıştır. Süslü ve ağır diliyle bir inşa örneği sayılan tercüme, içerik itibariyle siyasetnamelere benzetilir. Yusuf Kamil Paşa olabildiğince çok mecaz ve istiare kullanarak, bol miktarda terkibe başvurarak süslü bir üslup yaratmıştır.

“Telemak bir roman değil, bir ahlak kitabı, daha doğrusu bir siyasetnamedir ve Fenelon, veliahta devlet idaresini öğretmek için yazdığı Telemak'ta mitolojiyi süs olarak kullanır, hikâye bir vesiledir, ifadeleriyle bu fikre destek verir.” Cemil MERİÇ.

Yusuf Kamil Paşa’nın tercümesi incelendiğinde öne çıkan üslup özelliğinden başka metne çok sayıda eklemeler yaptığı hatta asıl metindeki bazı ayrıntıları da çıkartmış olduğu görülür. Bu bağlamda, Yusuf Kamil Paşa’nın yer yer “serbest çeviriye” kaydığı da düşünülebilir.

Eserde, XIV. Louis'nin politikasını eleştiren bir kurgu söz konusudur. 1693-94 yıllarında yazılan eser, devlet yönetimi konusunda verdiği derslerle, barışçıl diplomasi anlayışıyla evrensel değerlere ışık tutar. Bu kitap aracılığı ile hocası prense; insan sevgisi, halk sevgisi, savaş ve zorbalıktan nefret gibi duygu ve düşünceleri aşılamak istemektedir. Bu arada şunu da hatırlatmak gerekir ki Nabi’nin ünlü Hayriyye’si de bu dönemde yazılmıştır.

Mîr-i Mîran Yusuf Kamil, Paşa Yusuf Kamil, Devlet adamı Yusuf Kamil, Fedakar Yusuf Kamil… Ama en çok ilk çeviri romanın sahibi Yusuf Kamil… Belki bu özelliklerinin pek çoğu bilinmiyor ama en azından 17 yaşına gelmiş her genç, ilmini ilerletmek için onu zihnine kazımak zorunda.

Kaynaklar BAY, F. Özlem, Fransız Edebiyatından Yapılan İlk Edebi Çeviriler Üzerine Analitik Bir Uygulama, Doktora Tezi. KÂMİL

Fenelon

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

23

PAŞA, Yûsuf, Maddesi.

İslam

Ansiklopedisi


Şiir, en kötü çevirilerde bile büsbütün yitmeyen şeydir. Sabahattin Eyuboğlu

Şiir, çevrildiği zaman kaybolan şeydir. Paul Valery

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

24


Metni Hisseden Çevirmen:

Sabahattin EYÜBOĞLU Tuğçe ERKOL 1908’de Akçaabat’ta doğan Sabahattin Eyüboğlu, ilköğrenimini Kütahya’da, ortaöğrenimini Trabzon’da tamamladıktan sonra ulu önder Atatürk’ün talimatıyla Avrupa’ya eğitime gönderilir. Avrupa’da filoloji, edebiyat ve estetik alanında eğitim alır. İstanbul Üniversitesi’nde Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde akademik kariyerine başlar. Milli Eğitim Bakanlığı’nda farklı görevler üstlenir, Köy Enstitüleri’nde kültür tarihi öğretmenliği yapar. Hasan Ali Yücel tarafından kurulan Tercüme Bürosu’nda çalışır. 1930’lu yıllarda yazmaya başlayan Eyüboğlu, bu zamandan sonra birçok dergi ve gazetede yazar. Orhan Veli ve başka arkadaşlarıyla dergi çıkarır. Avrupa Resminde Gerçek Duygusu, Fatih Albümüne Bir Bakış, Saklı Kilise, Şiirle Fransızca, Mavi ve Kara, Yunus Emre’ye Selam, Yunus Emre, Paris Mektupları ve Şiirin Yapısı adlı telif eserleri vardır ki Fransızca olarak yazdığı eserler de mevcuttur. Edebiyatçı kişiliğinin yanı sıra sinemacı kişiliğe de sahiptir Eyüboğlu. Bilinen on bir tane belgesel filme imza atmıştır. 12 Mart Darbesi sonrasında Vedat Günyol ve Azra Erhat’la beraber “gizli komünist örgüt kurmak” iddiasıyla tutuklanmış ve davadan beraat etmiştir. 13 Ocak 1973’te, 65 yaşındayken İstanbul’da hayata gözlerini yummuştur.

Shakespeare’lerimi onun çevirisinden okumuştum. Hem de defalarca. Hamlet, Macbeth, Troilus ve Cressida, Atinalı Timon, Julius Caesar, Antonius ve Kleopatra gibi büyük eserlerini edebiyatımıza o kazandırmıştı. “Var olmak mı, yok olmak mı, bütün sorun bu! Düşüncemizin katlanması mı güzel, Zalim kaderin yumruklarına, oklarına Yoksa diretip bela denizlerine karşı Dur, yeter! Demesi mi? Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız Bitebilir bütün acıları yüreğin, Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun. Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü! Çünkü ölüm uykularında, Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından, Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.” (William Shakespeare, Hamlet, İş Bankası Yayınları, say: 71,72)

Çevirmen Olarak Sabahattin Eyuboğlu Sabahattin Eyüboğlu deyince telif olarak yazdığı eserlerden ziyade büyük çoğunluğun aklına yaptığı çeviriler gelir. “Karanlığı asıl yenen mavidir, güneş değil! Güneş çekip gittikten sonra bile mavi sabahlara kadar can çekişir karanlıkta.” dediği 1958 tarihli Mavi ve Kara’sıyla tanışana kadar ben de onu çevirmen olarak görüyordum. Özellikle ilk göz ağrım

Sosyal medyada çokça dönmesiyle herkesin adını bildiği, içerdiği derin düşünceden haberi olmayan insanların illa ki şahsi hesaplarında bir alıntısını paylaştığı İran Edebiyatının en büyük isimlerinden biri olan Ömer Hayyam’ın rubailerini de onunla sevdik mesela. “Kim demiş haram nedir bilmez Hayyam?

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

25


Ben haramı helâlı karıştırmam: Seninle içilen şarap helaldir, Sensiz içtiğimiz su bile haram.” (Ömer Hayyam, Dörtlükler, İş Bankası Yayınları)

bir tıp terimi. Bu terime karşılık biz halk arasında böyle insanlara uyuşuk, ataletsiz diyoruz. Tabii bir de yeni moda tabirle tükenmişlik sendromuna tutulmak var ki o da bir nevi oblomovluk sayılabilir. Oblomovluk sendromuna kapılmış kimseler sosyal yaşamdan tamamen kopmuş, boş vermiş insanlardır. Ancak içlerinde bulundukları durum tam bir bilinçli vazgeçiştir. Yaşarken ölmek durumudur. Bütün Rus edebiyatını paltosunda taşıyan Gogol “Yüzyıllar yüzyılları izliyor ve yarım milyon tembel mıymıntı insan büyük bir uyuşukluk içinde pinekleyip duruyor.” der. Tam anlamıyla Oblomovluk denen şeydir bu. Ama bir yazar daha çıkar ve Oblomov adlı bir başyapıt meydana getirir: Ivan Gançarov. Oblomov, Gançarov’un yarattığı bir karakterdir ve iflah olmaz bir mıymıntı insan profili çizip bütün gün pinekler. Daha sonra ruhsal hastalıklar üzerine çalışmaların artmasıyla Oblomov bir hastalığın keşfine ön ayak olmuş olur. Gançarov’un çizdiği kahraman tam olarak bu hastalığın etkisi altındaydı. Adı da bu yüzden Oblomovluk oldu. İşte anlatmaya kelimelerin yetmeyeceği bu eseri de Eyüboğlu çevirmiştir. “Oblomov içini çekti: -Ah! Bu hayat, dedi. -Nesi varmış bu hayatın? -İnsana rahat vermiyor. Başını derde sokuyor. Ne olur, şöyle bir yatıp uyuyabilsem... Hiç kalkmadan...” (İvan Gançarov, Oblomov, İş Bankası Yayınları, say: 493) Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisi sayesinde benim hayatıma dokunan kitapları seçtim. Ama bunların dışında Ütopya, Devlet, Gargantua, Şölen – Dostluk, Ermiş Antonius ve Şeytan, Cimri, La Fontaine’den Masallar, Kadınlar Mektebi, Zincir Vurulmuş Aisykhlos gibi birçok yapıtı daha bize armağan ermiştir. Belki aynı kitapları farklı çevirmenler de çevirmiştir ama aynı sanatsal lezzeti alıyor muyuz? Çeviri dediğimiz şey bire bir olarak açıp kelimeleri çevirmekle olmamalı. En az Shakespeare’nin yazdığı kadar hisli olmalıydı Hamlet’in tiradı da…

Hayatımızın illa ki bir yerinde Zeus’u, Posseidon’u duymuşuzdur. Ya da “Günah, günah ne demekmiş Tanrı? Allah’tan başkasını bilmeyiz biz tövbe estağfurullah!” diyenlere şaşırıp mitolojiye ufak çaplı bir bakış atmak için başvurulması gereken en önemli kitaplardan birini de Eyüboğlu kazandırmıştır dilimize. Tabii mahpus yattığı arkadaşı Azra Erhat’la beraber. “Doğup da yürüyünce tanrılara doğru Eros’la Himeros takıldılar hemen peşine, İlk günden bu oldu onun tanrılık payı İnsanlar arasında da, ölümsüzler arasında da; Ona düştü kız cilveleri, gülüşmeleri, oynaşmaları, Sevmenin, sevişmenin tadı, büyüsü. Ama Uranos kızıp oğullarına Titan adını verdi onlara: Fazla yükseğe el uzatmakla çılgınca Korkunç bir suç işlemişlerdi çünkü, Gelecek zaman öç alacaktı onlardan.” (Hesiodos, Theogonia – İşler ve Günler, İş Bankası Yayınları, say: 10) İlkokul sıralarından beri hepimizin ya ders kitaplarında ya tatilde elimize zorla(!) tutuşturulan okuma kitaplarından adına sıkça aşina olduğumuz bir kitap var. Bu kitabı dünya üzerindeki birçok yayın evi, birçok dile, birçok çevirmenle çevirerek yayımladı. Bizim dilimize bu kitabın en başarılı halini kazandıran isimse şüphesiz Eyüboğlu oldu: Montaigne’nin Denemeler’i. “Hayatın değeri uzun yaşanmasında değil, iyi yaşanmasındadır. Öyle uzun yaşamışlar var ki, pek az yaşamışlardır.” (Montaigne, Denemeler, İş Bankası Yayınları, say: 113) Her şeyin fazlasıyla farkında olup bu farkındalığa rağmen hiçbir şey yapmama durumuna “Oblomovluk” deniyor. Oblomovluk

“Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini.”

26

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


LÂMİÎ ÇELEBİ: (NÂMI DİĞER) TERCÜMÂN-I MOLLA CÂMİ Beyza ÖZKAN Divan Edebiyatında çeviri çalışmaları sırasında yazar, eserin orijinalini yazan kişinin dilinden, üslubundan doğal olarak etkilenmekte ve bu etkileşimle birlikte kendi üslubunu, kendi edebî çizgisini oluşturmaktadır. Yazarının dilinden az çok etkiler taşımış olmakla birlikte çevirmen, eserin içeriğini zenginleştirerek, genişleterek eseri motamot durumdan çıkarıp telif duruma getirir. Lâmiî Çelebi, Câmiî-i Rûm adıyla edebiyat tarihimizde yer etmiş sanatçılarımızdan biridir. Ona bu adın verilmesinin sebebi, İran edebiyatının önemli kalemlerinden Molla Câmiî’nin eserlerini “çevirerek” Türk edebiyatına kazandırmış olmasıdır. Tırnak içine alınan bu kelime, edebiyat açısından ne derece önemlidir ve bu kelime yazar ve eseri açısından ne derece bir yere sahiptir? Bu sorulara Lâmiî Çelebi ve onun çeviri yaptığı yazar Molla Câmiî ekseninde bakalım.

Çeviri, aynı zamanda yazara ve edebiyatına da büyük bir avantaj getirmiştir. Yazarın üslubunu belirlemesinde ve belirlediği üslup doğrultusunda yol almasında yardımcı olmuştur. Bunun gibi çevirinin daha birçok getirisi sayılabilir ancak yazımda bu yönleri Lâmiî Çelebi ve çeviri çalışmalarını yaptığı Molla Cami bağlamında anlatmaya çalışacağım.

Çevirinin edebiyattaki önemi inkâr edilemez bir derecededir. Onun bu yerde olmasını sağlayan da edebiyatlar arasındaki etkileşimi kurmasından gelmektedir. Bu etkileşim, yeni edebiyat türlerinin tanınıp denenmesine, bu türler yolunda kalem çalışmalarının geliştirilmesine katkı sağlamıştır.

Lâmiî Çelebi, divan edebiyatı geleneğinin yetiştirdiği önemli sanatçılar içinde yer almaktadır. Divan sahibi bir sanatçı olmakla birlikte yaptığı çevirilerle edebiyatımızda önemli bir noktada durmaktadır. İran edebiyatının önemli kalemlerinden Molla Cami, Lâmiî Çelebi’nin edebî anlamda gelişmesine ve

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

27


ilerlemesine katkı sağlamıştır. Bu katkı, yazarın üslubuna da yansımış ve kendisini şekillendirmesine vesile olmuştur.

rükün ise tâbiînden ta sufîler tabakasına gelinceye değin ortaya çıkan şahitler konusunda; hâtime ise düşmanların cezalandırılması hakkındadır.

Yazarın Molla Cami’den yaptığı çevirileri, mesnevi türünde olmuştur. Lâmiî Çelebi, edebiyatımızda işlenen Leylâ ile Mecnûn, Şem’ ile Pervâne, Hüsrev ü Şîrîn, Yûsuf u Züleyhâ gibi sıklıkla yazılıp çizilen mesneviler yerine daha özgün mesnevilerde kalem oynatmayı tercih etmiştir. Bu tercih, kendisine ün kazandırmıştır. İran edebiyatının Anadolu’da fazla duyulmamış eserlerini Türkçeye tercüme ederek bu mesnevilerin Anadolu’da tanınmalarına yardımcı olmuştur. Bunlar arasında Vîs ü Râmin, Vâmık u Âzra, Sâlaman u Absâl, Gûy u Çevgân gibi eserler vardır. Ayrıca şair, İran edebiyatının bu ünlü eserlerinde işlenmiş konulara zenginlik ve çeşitlilik kazandırmıştır. Molla Cami’den aynı zamanda Şevâhidü’n-Nübüvve isimli bir siyer kitabı ve de Fettâh-ı Nişâbûrî’den Hüsn ü Dil isimli eseri çevirmiştir. Hüsn ü Dil isimli eser, Yavuz Sultan Selim’e sunulmuş olan bir eserdir.

Molla Câmiî’nin bu eserini Lâmiî, eserin yazılışından otuz sene sonra tercüme etmiştir. Ancak Lâmîî Çelebi, bu eseri aslına tamamen bağlı kalarak çevirmemiş; salih senetlerle muteber kitaplardan gelen haberleri ilave ederek geniş bir şekilde tercüme etmiştir. Eserin böyle tercüme edilme sebebinin ardında eserin sekizinci cüzündeki bir bilgi yatmaktadır. Buradan edinilen bilgiye göre, Lâmiî’nin eserine salih senetler ve muteber kitaplardan gelen haberleri eklemesi yönünde şeyhi Seyyid Ahmed-i Buharî’nin etkisi vardır. Lâmiî Çelebi’nin dili, devrinde hüner gösterme gayesiyle yazılan bazı edebi eserlere nazaran sadedir. O, Molla Cami’den çevirdiği bu eserinde edebî yeteneğini gösterme amacı gütmemekte, okuyucuya doğrudan doğruya bilgi vermeyi hedeflemektedir. Ancak çevirisinin cümle yapısı üzerinde Farsçanın sözdiziminin zaman zaman tesirli olduğunu göstermektedir.

Lâmiî Çelebi, ilk olarak Molla Cami’nin Şevâhidü’n-Nübüvve isimli siyer kitabı ile çeviri faaliyetine başlamıştır. Kelime anlamı, ‘’Fütüvvet Ehlini (yiğitliği hayat tarzı olarak kabul edenleri) Kuvvetlendirmek için Peygamberliğin Delilleri’’ olan eser, bir mukaddime, yedi rükün ve ‘’hâtime’’den ibarettir. Mukaddimede ‘’nebi’’ ve ‘’mürsel’’ kavramlarının anlamları ve bunlara ait işler üzerinde durulmuştur. Birinci rükünde Hz. Muhammed’in doğumundan önce görülen şahit ve deliller hakkında; ikinci rükünde doğumu zamanından peygamber olarak gönderildiği zamana değin görülenler hakkında; üçüncü rükün, bi’setten, yani peygamber olarak gönderilişinden hicretine kadar ortaya çıkan şeyler konusunda; dördüncü rükün, hicretten vefatına kadar görülenler hakkında; beşinci rükün, zamanı açıkça belirlenemeyen ve vefatından sonra görülenler hakkında; altıncı rükün, sahabelerden ve Ehl-i Beyt imamlarından sadır olan şahit ve deliller hakkında, yedinci

Sanatçının ilk tercümesi Şevâhidü’nNübüvve’den sonra diğer bir tercümesi Molla Cami’nin yazmış olduğu Salâmân u Absâl isimli

28

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


eserdir. Bu, Lâmiî Çelebi tarafından edebiyatımıza kazandırılmış bir eserdir. Eserin yazılış tarihi belli değildir ve mesnevi 1130 beyitten oluşmaktadır. Cami’nin bu eseri, alınacak ders, muhtevasına yazar tarafından ilave edilen faydalı birtakım ilaveler, çok sayıda nükte öğüt ve hikmet, içtimaî, ahlakî ve terbiyevî düsturlar ile zenginleştirilmiştir. Molla Cami’nin bu zenginleştirme anlayışını Lâmiî Çelebi’nin de kullanabilmiş olmasını söyleyebilmek mümkündür. Cami, mesneviyi yazarken hiçbir zaman taklitçi olmamıştır. Kendisinden birçok şeyler ilave etmiş ve âdeta şahsiyetini eserine yansıtmıştır. Adalet, insaf, dostluk, vefa, sevgi ve şefkat gibi mevzuların yanı sıra; içkiden sakınma, kaza-kader meselesi, tövbe, siyaset için bilginin ne kadar gerekli olduğu, saltanat için gerekli olan dört haslet, bilginlerinin görevlerinin ve saltanat makamının en yüksek derecesinin neden ibaret bulunduğu, vezirde ve memurda olması gerekli özellikleri idari mekanizmayı kontrol tarzı vb. konular mesnevide Cami’nin ilave ettikleri olarak karşımıza çıkıyor. Peki, Lâmiî Çelebi Molla Cami’den farklı mı davranmıştır?

öbür devletlerden çok üstündür. Osmanlı yazarları Türkçe yazmaya önem vermelidirler.”

Lâmiî Çelebi de yazdığı Salâmân ve Absâl isimli eserinde Molla Cami gibi, canlı ve akıcı bir anlatımı yakalar. Aşka, kadına, evlenmeye, kanaatkârlığa, isim ve karakter arasındaki münasebete, devlet idaresine vb. konularda düşüncelerini olayların akışını kesmeyecek biçimde aralara serpiştirerek verir. Mesnevî olarak yazılmış hikâye içerisinde sanatçı, konunun gidişatına uygun olarak, gazel, murabba, mersiye gibi nazım şekillerine yer verir. Şair, Mevlâna’nın Mesnevî’sinden beyitler aktarmış ve Arapça, Farsça özlü sözler kullanmıştır. Ancak Arapça ve Farsça özlü sözler kullanıyor olması, onun Türkçe yazmasına engel olmamıştı. Bunu ise Yavuz Sultan Selim’e sunduğu Hüsn ü Dil adlı eserinin önsözünden takip ediyoruz:

Şairin bu söylediklerinden hareketle onun çeviri anlayışı hakkında bir nebze de olsa fikir sahibi oluyoruz. Ayrıca söylediklerine tekrar dönüp bakıldığında şairin, Türkçe kullanımı konusunda böyle düşündüğü halde eserlerinde Arapça ve Farsça kelimeler, tamlamalar kullanmaktan belli ölçülerde kaçınması gerekirdi. Ancak Lâmiî çağdaşlarıyla yarışabilmek adına, daha sade bir Türkçe kullanmak eğilimine girmemiştir. Özellikle Molla Cami’den çevirdiği Salâmân u Absâl mesnevisinde Hüsn ü Dil önsözünde söyledikleriyle ters düşerek Arapça ve Farsça kelimeler ve tamlamalar kullanır. Bununla kendisinin Osmanlıcaya hâkim olduğunu göstermeye çalışmış olduğunu söylemek yerinde olacaktır.

“Arapça ve Farsça pek çok edebî yapıt vardır. Buna karşılık Türkçe olarak az yazılmıştır. Fakat Osmanlı Devleti, büyük bir devlettir ve

Salâmân ve Absâl isimli eserle birlikte Lâmiî Çelebi’nin Molla Cami’den çevirmiş

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

29


olduğu ve edebiyatımıza kazandırdığı Vîs ü Râmin ve Gûy u Çevgân isimli mesnevileri söz edilmeye değer bir yerdedir. Bu mesneviler, önceden de söylenildiği üzere klasik mesnevi geleneğinde sıklıkla işlenen Leylâ vü Mecnûn, Hüsrev ü Şîrîn gibi mesnevîlerden farklıdır. Lâmiî Çelebi, bu mesnevileri yazarken Salâmân ve Absâl’da yaptığı gibi kendi yorumunu katmış, eseri kendi üslubuyla şekillendirip genişleterek, esere telif bir kimlik kazandırmıştır. Bu eserlerde Salâmân ve Absâl’daki gibi canlı ve akıcı bir anlatımı yakalamış; mesnevilerinin içinde çeşitli nazım şekillerine yer vermiştir. Diyebiliriz ki Molla Cami’nin üslubu, yazarını etkilemiştir.

Lâmiî Çelebi, İran edebiyatının ünlü kalemlerinden olan Molla Cami’nin eserlerini okumuş, okuduğu eserleri içselleştirmiştir. Bu içselleştirme, onu Molla Cami’nin eserlerini Türkçeye çevirmeye yöneltmiştir. Çeviri sırasında Molla Cami’nin üslubunu, dil kullanımını öğrenip bunu yazdığı eserlere uygulamasının yanında, Anadolu sahasına Gûy u Çevgân, Vîs ü Râmin, Salâmân ve Absâl gibi aşk mesnevilerini kazandırmıştır. Siyer çalışması olan Şevâhidü’n-nübüvve ve Arap, Acem, Türk, Hindî sûfîlerinin hayatlarına yer veren Nefahatü’l-üns’ü çevirerek kendi sahası adına gelişmeye katkıda bulunmuştur. Eserlerinde canlı ve akıcı bir anlatımı yakalamasının yanında, Arapça ve Farsça sözcükleri de kullanmıştır. Bunun sebebi, onun bu dillere hâkim olma isteğini göstermek olsa da yazar, eserini yazarken belirlediği amaca göre dilini törpüler. Buradan da anlaşılacağı üzere çeviri, yazarın dilini ve üslubunu, çizgisini belirleyen önemli faktördür ve çeviri, yazar ile eser arasındaki ilişkide önemli bir rol oynamaktadır.

Lâmii Çelebi, yazının başında söz ettiğimiz çeviri eserlerinin yanında bir eser daha çevirmiştir. Bu eser, edebiyatımızda tezkire geleneğinin hazırlayıcısı olan bir eserdir ve Molla Cami tarafından kaleme alınmıştır. ‘’Nefehatü’l-üns’’ adını taşıyan bu eserde, Molla Cami 601 Arap, Acem, Türk ve Hindî sûfîye yer vermiştir. Daha sonra bu eser XVII. Yüzyılda Lâmiî Çelebi tarafından ‘’Tercüme-i Nefahatü’lüns’’ adıyla Anadolu’ya kazandırılmıştır. Bu eserde yazarın Cami’den sonraki Anadolu sûfîlerine yer vermiş olması esere yapmış olduğu en büyük katkılardan biridir. Bu özelliğiyle eser, Lâmiî Çelebi’nin elinde telif bir niteliğe kavuşur.

Kaynaklar ULUDAĞ, Erdoğan, Salâmân ve Absâl, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul, Mayıs, 2013

Buraya kadar okunduğunda Lâmiî Çelebi, edebî anlayışını çeviri yoluyla şekillendirmiş bir sanatçıdır. Çeviri, bu bağlamda genelde sanatçı ve sanat eseri arasındaki ilişkide, özelde yazar ile eser arasındaki ilişkide kendine olumlu bir yer edinmiştir. Çeviri çalışmaları sırasında yazar, eserin orijinalini yazan kişinin dilinden, üslubundan doğal olarak etkilenmekte ve bu etkileşimle birlikte kendi üslubunu, kendi edebî çizgisini oluşturmaktadır. Yazarının dilinden az çok etkiler taşımış olmakla birlikte çevirmen, eserin içeriğini zenginleştirerek, genişleterek eseri motamot durumundan çıkarıp telif duruma getirir. Söylenenleri Lâmiî Çelebi özelinde değerlendirecek olursak şu şekilde özetleyebiliriz:

KEMİKLİ, Bilal, EROĞLU, Süleyman, Bursalı Lâmiî Çelebi ve Dönemi, Bursa Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Ekim, 2011 MENGİ, Mine, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara,2013 SUCU, Nurgül, Eski Türk Edebiyatında Tercüme Geleneği, Türkiyat Araştırmaları Dergisi

30

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Anadolu Selçukluları ve Beylikler Döneminde Çeviri Faaliyetleri Cengiz GÜLER Çeviri denilince akla ilk gelen, bir metni iki dil arasında dönüştürme işlemidir. Ancak dil ile kültür birbirinden bağımsız kavramlar olmadığı için çevirilerin sadece iki dil arasında gerçekleşen bir eylem olmadığı, aslında kültürler arasında gerçekleşen bir eylem olduğu söylenebilir.1

tarafından işlenmesi ile bu kültürün zenginleşmesine olanak sağlamaktadır. Bundan dolayı çeviriler birden fazla kültürün varlığını gösterir ve çok kültürlülük kavramını ortaya çıkarır. Çeviri kültürler arasında gerçekleşen bir faaliyet olduğundan dolayı çok kültürlülüğün olduğu bir coğrafyada çeviri faaliyetlerinin yapılması kaçınılmazdır. Cihan hâkimiyeti ideolojisini benimseyen Türkler, tarih boyunca büyük devletler kurmuşlar ve geniş coğrafyalara yayılmışlardır. Bu ideoloji ile Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya yayılan Selçuklular, birçok kültürle hem komşu olmuş hem de onları bünyesinde barındırmışlardır. Bundan dolayı Selçuklular ve Beylikler dönemi Anadolu’sunda çeviri faaliyetlerine büyük önem verilmiştir. Bu dönemde çeviri faaliyetlerinin önem kazanmasında sadece çok kültürlülük etken değildir. Anadolu Selçuklu sultanlarının ve

Kültürlerin oluşmasında ve gelişmesinde çeviri eserler önemli rol oynamaktadır. Çeviri faaliyetleri, bir kültür bölgesindeki bilgi birikimini başka bir kültürün bölgesine aktararak ve alıcı bölgedeki kültür 1

Sakine Eruz, Çokkültürlülük ve Çeviri, İstanbul: Multilingual, 2010, s. 13. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

31


Beyliklerin, diğer Türk devletlerinde olduğu üzere okumaya, ilim tahsiline, âlimlere ve kitaplara önem vermesi de etkili olmuştur. Selçuklu sultanları birçok âlimi çeşitli vesilelerle ülkeye davet etmişler, kitap yazmaları konusunda teşviklerde bulunmuşlardır. Çoğunlukla devlet büyüklerine ithaf edilen kitaplar içerdikleri bilgiler ile ithaf edilen şahısların kişisel gelişimine katkı sağlamıştır. Devlet idare etme adabı, ahlaki, tasavvufi, terbiyevi, tarihi, edebi vs. bilgileri barındıran bu kitaplar aracılığı ile devlet kademelerinde bilhassa fikren daha donanımlı kişiler yer almıştır. Kendilerine ithafen yazılan kitapları okuyan devlet büyükleri yaşadıkları devre ışık tutabilecek pek çok bilgi ve mefhumlara vâkıf olmuşlardır.2 Bu sebepten tarihteki diğer Türk hükümdarları gibi Selçuklu sultanları da kitaba ve ilme büyük önem vermiş, her yere medreseler ve kütüphaneler inşa ettirmişlerdir. Kütüphanelere âlimlerin yazdığı eserler dışında başka coğrafyalardan kitaplar da getirtmişlerdir. Kitapların anlaşılabilmesi için bu eserler tercüme edilmiştir. Selçuklu dönemi vakfiyelerden anlaşılacağı üzere medreseler bu iş için mütercimler görevlendirilmiştir.

Kur’an-ı Kerim çevirilerinde ikinci grubun yöntemi kabul edildi. Üçüncü gruptaki çevirilerde; yazar, eseri kelime kelime Türkçeye çevirmez, anladığı kadar anlamını aktarır. Son gruptaki çeviriler ise, genelde edebi eserler için yapılan çevirilerdir. Yazar, kaynak aldığı eseri olduğu gibi çevirmeyi düşünmez ve kendini asıl esere bağlı saymaz. Kimi yerleri kelime kelime çevirirken, kimi yerlerin sadece konusunu aktarır. Kendi düşüncelerini ekleyip genişleterek çevirir. Bu tür çevirilerde yazar, eserine tercüme adını verse dahi tam anlamıyla bir tercüme sayılmaz. Bu tür çevirilere tercüme adını vermelerinin nedeni ilk yazara karşı duyulan saygıdan kaynaklanır.

Bu dönemdeki çeviri faaliyetleri, bugünkü çeviri anlayışından farklı bir anlam taşımaktadır. Selçuklular ve Beylikler dönemindeki çeviriler dört şekilde 3 görülmektedir: 1. Aslını bozmamak için kelime yapılan çeviriler

kelime

2. Kelime kelime olmamakla birlikte aslına uygun yapılan çeviriler 3. Eserin konusu aktarılarak yapılan çeviriler

Anadolu Selçuklu Devleti döneminde, Büyük Selçuklu devletinde olduğu gibi resmi dil Farsça olduğundan bu dönem çevirileri genelde Farsça yapılmıştır. Örneğin; Ahi Evren, I. Alaeddin Keykubad’ın isteği üzerine İbn Sina’nın Risale fi’n-Nefs’in Natıka isimli eserini ve Şihabeddin Sühreverdî Maktul’un el-Elvâhu'l İmâdiyye adlı eserini Farsçaya çevirmiştir. Ayrıca

4. Genişleterek yapılan çeviriler İlk gruptaki çeviriler Kur’an-ı Kerim çevirilerinde yapılırdı. Bu tür Kur’an çevirilerinin eski nüshalarında Arapça metnin altına, Türkçesi kırmızı mürekkeple yazılırdı. Daha sonraları

Nurgül Sucu, “Eski Türk Edebiyatında Tercüme Geleneği”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı 19, 2006, s. 130. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

2

3

Seyhan Dobra, Türkiye Selçukluları ve Beylikler Devrinde Kitap Kültürü ve İthaf Geleneği, (Yüksek Lisans Tezi), Sakarya 2017, s. 74.

32


bunların dışında beş eseri daha Farsçaya çevirmiştir.

Aydınoğulları gibi Germiyanoğulları da bu döneme damgasını vuran önemli beyliklerden biridir. Germiyanoğlu Süleyman Bey zamanında Şeyhoğlu Sadrüddin Mustafa, hikâye ve masalların yer aldığı Marzubannâme adlı eseri ile ahlâk ve siyaset kitabı olan Kabusname’yi Farsçadan Türkçeye tercüme etmiştir. Aynı şekilde Şair Ahmed-i Dâi de, II. Yakup Bey’in emriyle Ta’bir-name adlı eseri Farsçadan Türkçeye tercüme etmiştir.6

Anadolu Selçuklu Devleti’nin yıkılması ile kurulan Türkmen Beylikleri, Arap ve Acem kültürüne pek aşina olmadıklarından, milli dil ve geleneklerine bağlı kalmışlardır.4 Özellikle Karamanoğulları, Türk dilinin gelişmesinde en önemli faaliyetlerde bulunan bir beyliktir. Karamanoğlu Mehmed Bey 1277 senesinde Konya’da çıkardığı bir fermanla divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste, meydanda hiç kimsenin Türkçeden başka bir dil konuşmamasını karar kılmıştır. Böylece Farsça yerine Türkçeyi resmi dil ilan etmiştir. Ancak Selçuklular devrinde Farsça resmi dil, Arapça ise bilim dili olarak kullanıldığı için bu dönemde o dillerde eserler mevcuttu. Türkçeye önem veren Türkmen emirleri, bir yandan Türkçe eserlerin yazılmasını teşvik ederlerken diğer yandan yerli eserlerin yanında Arapça ve Farsça eserler Türkçeye çevirtmişlerdir. İlk çeviriler başta “Kur’an” olmak üzere dini eserlerden oluşmaktaydı.

Sinop ve Kastamonu şehirlerine hâkim olan Candaroğulları ise diğer beylikler gibi Türkçeye önem vermişler ve birçok eser çevirmişlerdir. Bunlardan en önemlisi Bafra valisi Hızır Bey adına tercüme edilen Miracnâme’dir.7 Ayrıca Candaroğulları’nda başta Kur’an tefsiri olmak üzere tıp, fıkıh ve mesnevi türünden edebi ve ilmi eserler de Türkçeye çevrilmiştir. Bu dönemde çevrilen bir Kur’an-ı Kerim meali son derece dikkat çekicidir. Kur’an-ı Türkçeye çeviren kişi, Allah karşılığı olarak genellikle Türkçe “Tengri” kelimesini kullanmayı tercih etmiştir.8

Türkçeyi ilim ve edebiyat dili olarak kabul eden Türkmen beyleri, bu alanlarda birbirleriyle yarışırcasına hâkim oldukları bölgelere medreseler ve kütüphaneler yaptırmışlar, âlimleri kendi topraklarına davet etmişlerdir. Bu dönemde birçok Türkçe eser yazılmış ve başta yerli diller olmak üzere Arapça ve Farsçadan eserler Türkçeye tercüme edilmiştir. Özellikle Aydınoğulları, Türk dilinin ve kültürünün koruyucusu olarak Arapça ve Farsçadan birçok eser tercüme ettirmişlerdir. Aydınoğullarında, Mehmed Bey zamanında başlayan tercüme faaliyetleri, Umur ve İsa Beyler devrinde de devam etmiştir. Umur Bey zamanında Kelile ve Dimne ve Süheyl ü Nevbahar eserleri ile İbn Baytar’ın kaleme aldığı Camiu Müfredâtü’l-edviye ve’l-ağdiye isimli tıp kitabı Türkçeye kazandırılmıştır. Bilgin bir kişiliğe sahip olan İsa Bey de ünlü bir halk hikâyesi olan Hüsrev-ü Şirin’i de Farsçadan Türkçeye tercüme ettirmiştir.5

Sonuç olarak, birçok kültürün buluşma noktası olan Anadolu coğrafyasında tercüme faaliyetlerinin eski çağlardan beri yapılması kaçınılmazdır. 11. Yüzyıldan sonra bu coğrafyaya hâkim olan Anadolu Selçukluları ve Beylikler devrinde de devam ettiği görülmektedir. Ancak o zamanki tercüme eserler, günümüz çeviri anlayışından farklı olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemde çoğu zaman bir eser tercüme etmenin, bir eser telif etmekle hemen hemen aynı anlama geldiği görülmektedir. Buraya kadar adları verilen tercüme eserlere daha birçok benzeri eser ilave edilebilir. Ancak bu kadarının bile, Selçuklular devrinde güçlü bir tercüme geleneğinin olduğuna işaret etmek için yeterlidir.

4

6

5

7

Nurgül Sucu, a.g.m., s 129. Salim Koca, Anadolu Türk Beylikleri Tarihi, Ankara: Berikan Yayınevi, 2012, s. 157-158.

Salim Koca, a.g.e., s. 129. Seyhan Dobra, a.g.t., s. 71. 8 Salim Koca, a.g.e., s. 182.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

33


Bunu da oku! ÇEVİRİ: DİLLERİN DİLİ / AKŞİT GÖKTÜRK Türkiye'de çeviribilimin kurucularından olan Prof. Dr. Akşit Göktürk'ün Çeviri: Dillerin Dili adlı kitabı, gerek çevirinin temel sorunlarına yaklaşım bağlamında sergilediği yöntemle, gerekse çevirinin gerçek bir okuma eylemiyle ne denli içiçe olduğunu göstermesiyle, alanında bir başyapıt niteliği taşımaktadır. Çevirinin tarihi, çeviri türleri, kendine özgü bir tür olarak ve yaratıcılık yanıyla yazın çevirisi, çeviri eleştirisi gibi konuları bütün önemli boyutlarıyla irdeleyen "Çeviri: Dillerin Dili", uzmanların yanısıra, okuduklarının niteliği üzerine düşünme gereksinimi duyan bütün okurlar için de çok önemli bir bilgi kaynağıdır.

ÇEVİRİ SEÇKİSİ / MEHMET RİFAT Çeviriyi Düşünenler, çeviriyi yaşayanlara, yaşatanlara, tüketenlere, araştıranlara, yorumlayanlara, eleştirenlere, öğretenlere, öğrenenlere ve çeviriyi her yönüyle merak edenlere sesleniyor. Türkiye’de çeviri üstüne düşünce üretmiş kırk dört yazar, şair, bilim adamı ve çevirmenin özellikle çeviri tarihi, çeviri süreci, çeviri eleştirisi, çevirinin kuramsal sorunları konularındaki görüşleri, yaklaşımları, araştırmaları, sorgulamaları, değerlendirmeleri, deneyimleri ve önerileri…

ÇEVİRİ NEDEN ÖNEMLİDİR? / EDITH GROSSMAN “Virtüoz” İspanyolca çevirmeni, edebiyatçı, akade-misyen Edith Grossman çevirinin kültür ve düşünce tarihi içindeki yeri, önemi, sorunları ve güçlükleri üstüne bilgi ve deneyimlerini paylaşıyor bu kitapta. Yalnız çeviriyle ilgilenenlere değil, diller, düşünceler, kültürlerarası ilişkiler üzerinde yeni ufuklar edinmek isteyenlere de ışık tutuyor. Grossman “Çevirmen yazar mıdır?” sorusunu kuşku bırakmayacak bir kesinlikle yanıtlıyor: “Evet, yazardır!” Yazınsal çevirinin süregelen önemi üzerine tutkulu ve kışkırtıcı bir durum incelemesi.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Dosya

34


Fransız Edebiyatından Yüreğimize Dokunan Mısralar Sevcan ÖZBEK Türk edebiyatının yenileşmeye başladığı dönemde -ki biz buna Tanzimat Edebiyatı diyoruz- ilk merhabalaştığı Batı ülkesi Fransa oluyor. Fransa’nın dilinden ve edebiyatından birçok şeyi kendimize uyarlamaya çalışıyoruz. İlk romanı, ilk tiyatroyu, ilk öyküyü orada gördüklerimizden yola çıkarak yazıyoruz. Ancak şiir bizim geleneğimizde ilk yazılı eserlerimizden beri var aslında. Aprın Çor Tigin bizim ilk şairimiz olarak Orta Asya’dan beri bizim şair yanımızı temsil ediyor. Ama Fransa şiirinin ediplerimizin ruhuna başka bir duyuş kattığı da muhakkak.

dillerinden Türkçeye çevrilmiş ilk şiir kitabı olarak edebiyatımızda yerini almıştır. Fransız edebiyatından çeviri yoluyla yüreğimize birçok şiir böylece dokunmuştur. Jean Nicholas Arthur Rimbaud (1854-1891) sembolizmin en büyük temsilcilerindendir. Evden birçok kez kaçmış ve bu sırada tanıyıp dostum dediği Verlaine ile eş cinsel ilişki yaşamıştır. On altı buçuk yaşında, "Kahin'in Mektupları" adıyla bilinen iki mektubunda "Ben bir başkasıdır." diye yazarken, bunun "Benim, ben'im Tanrı'dır." anlamına geldiğini biliyordu. On yedi yaşından yirmi bir yaşına kadar, dört yılda, şiirin bütün geleneklerini, yapısal ve zihinsel düzenini parçalayıp altüst etti. Düz yazı şiirleriyle yarattığı dil, günümüz modern şiirinin yazınsal temellerini oluşturdu. Rimbaud'un şiirde ulaştığı yükseklik şiirin son sınırları olarak kabul edilir.

Öte yandan Batı’dan özellikle de Fransa’dan birçok tercüme yapmışken bir süre sonra şiir tercümesi yapmamak olmayacaktı. 19. Yüzyılın ortalarında bu işi ilklerin adamı diyebileceğimiz Şinasi üstlenmiş ve Tercüme-i Manzume (1859) eseriyle Fransız edebiyatından şiirleri dilimize çevirmiştir. Aynı zamanda bu eser Batı

35


Rimbaud şiiri bırakmadı, sözün simyasını keşfetti, şiiri tamamladı ve sessizliğe erişti. "Rimbaud'dan sonra ne yazılabilir?" sorusunu yirminci yüzyıl şairleri yanıtlayamadı. Arthur Rimbaud'un şiirlerini Türkçeye çeviren İlhan Berk’in tezi şu: Bir ülkeden tek bir şairin çevrilmesi, onun tanınması, okunması, o ülkenin edebiyatından bir kesitin bilinmesi anlamına geliyor. En Yüksek Kulenin Türküsü “Dönmeli, geri gelmeli, O sevdalar çağı. Dayandım nasıl da Unutamam bir daha artık, O korkular, kaygılardı Uçup gitti göklere… …” Arthur Rimbaud Varlık’ın kurucusu olan şair, yayıncı ve çevirmen Yaşar Nabi Nayır da Rimbaud’un Göl şiirini dilimize hediye etmiştir. “… Sakin demlerde olsun, deli rüzgarda olsun, Güzel göl, etrafını süsleyen oyalarda, O kapkara çamlarda, sularına upuzun Dökülen kayalarda! İster meltemlerinde, bir ürperişle esen Seslerde, ister uzak ister yakında olsun, Yahut gümüş pullarla sular üstünde yüzen Ay ışığın olsun! Kuduran fırtınalar, sazlar bize dert yanan, Meltemini dolduran kokular, hep beraber, Ne varsa işitilen, görülen ve koklanan, Desin ki: Seviştiler!”

Trajik ölümünden birkaç yıl sonra Rimbaud tarafından “şairlerin tanrısı” ilan edilen Baudelaire’in Kötülük Çiçekleri adlı başyapıtı ise sadece 20. yüzyılın ilk yarısında 250’yi aşkın özgün çalışmaya konu olmuştur. İnsanın acı deneyimi ve insanlık bilgisinin kanla hayat bulmuş özü ve gerçeğin en üstün biçimi olan söz gerçekliğinin yüzünü en iyi gösterdiği bir kutsal kitap olarak tanımlanmıştır. Yahya Kemal’in “gelmiş geçmiş şairlerin en büyüğü” dediği Baudelaire Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl gibi şairlerimizi etkilemiştir. Bu etkileşim o denli fazladır ki, bu şairlerimizin kimi mısraları Baudelaire’den bire bir tercüme gibidir. Döneminde ve sonrasında birçok şair ve yazarı etkisinde bırakan Baudelaire, şiirlerini dilimize çeviren Ahmet Muhip Dranas'ı da derinden etkilemiştir. Öyle ki ünlü edebiyatçı az şiir yazmasına rağmen, seçkin şiirleriyle dikkati çekmiş ve Fransız sembolist şiirini halk şiiriyle kaynaştırmaya çalışmıştır. Onun bazı şiirlerini yine Dranas dilimize

19. yy’ın en önemli şairlerinden biri de Boudlaire’dir. Yaşadığı dönemde kurulmakta olan modern Paris'in metropol yaşantısı üzerine inşa ettiği edebiyatı ve eleştiri yazıları modernist estetiğin habercisi sayılır. Şiirlerini derlediği Kötülük Çiçekleri (LesFleursdu Mal-1857) ve Paris Sıkıntısı, Rimbaud'dan Mallarmé'ye, Yahya Kemal ve Cahit Sıtkı Tarancı'ya kadar pek çok şairin etkilendiği, 20. yüzyıl edebiyatının en etkili kılavuzlarındandır.

36

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


kazandırmıştır. “Düşman” şiirinin tercümesi bunların en meşhurudur. “… -Ey acı! ey acı! Zaman ömrü yiyor, Ve kalbimizi kemiren sinsi düşman Kaybettiğimiz kanla gelişip büyüyor!” Fransa deyince akla belki de ilk gelen yazar Victor Hugo’dur1. Fransa’da doğmuş ve ölmüştür. Romantik akımın en önemli ve en büyük şairi, romancısı ve oyun yazarıdır. Dünya edebiyatından büyük yazarları etkisi altında bırakmışyazardır. Gençliğinin ilk yıllarında kral yanlısı olsa da ilerleyen yıllar da koyu bir cumhuriyet destekçisi olarak anılmıştır. Hugo, Dünyada hakkında en çok eser yazılan ilk 100 kişi arasındadır. Aynı şekilde eserleri en çok yabancı dile çevrilen yazarlar arasındadır. Türkiye’de de eserleri defalarca farklı çevirmenler tarafından çevrilmiş, romanları oyun ve film olmuştur. Kendisi de bir şair olan ve Fransız başka yazar ve şairlerin eserlerini çevirmiş olan Tozan Alkan Victor Hugo’dan da şiir çevirileri yapmıştır. “Denizde Gece

yaşayarak, Fransız kültürünü ve edebiyatını çok yakından tanıma imkanına sahip olabilmişlerdir. Bu bağlamda Fransızcadan çeviriler yaparak “Batı’yı tanıma” faaliyetine katkı sağlayan yazar ve şairlerin sayısı da oldukça fazladır. Ve bu durum sadece Batı’yı tanımaya katkı sağlamamış aynı zamanda kendi şiir ve edebiyatımızı geliştirmeye de yardımcı olmuş, pek çok genç kalemi bu edebî zevkle yetiştirmiştir.

… Nerde suyun yuttuğu denizciler? Deniz! Sen de ne acı öyküler var! Uğunan analardan korkan dalga! Bunları anlatır gelgitleriyle, Bu yüzden akşam yaklaşırken bize Haykırır, umutsuz, çığlık çığlığa!”

(Paris fotoğrafları: Aybige Akdağ)

Sonuç olarak, bakıldığında görülür ki Osmanlı Devleti’nin siyasi alanda gerçekleştirmeye çalıştığı reformlar kadar eğitim ve sanat alanında yaptığı yenilikler de daha çok Fransız kaynaklıdır. Kenan Akyüz’ün ifadesiyle “Fransa Türkiye’nin Batı medeniyetine açılan ilk kapısı” olmuştur. Dönemin yazar ve şairleri çok iyi düzeyde Fransızca bilmekte, eğitimlerini tamamlamak üzere veya devlet görevlisi olarak, Fransa’ya gidip orada uzun yıllar 1

Fransız edebiyatından Victor Hugo’yu ve ondan yapılan çevirileri konu alan Zeynep Kerman’ın çalışması, Türk edebiyatında, karşılaştırmalı

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

edebiyat alanında yapılan ilk akademik çalışmalardandır.

37


İnsan ve Deniz Sen, hür adam, seveceksin denizi her zaman; Deniz aynandır senin, kendini seyredersin Bakarken, akıp giden dalgaların ardından. Sen de o kadar acı bir girdaba benzersin.

Haz duyarsın sulardaki aksine dalmaktan; Gözlerinden, kollarından öpersin ve kalbin Kendi derdini duyup avunur çoğu zaman, O azgın, o vahşi haykırışında denizin.

Kendi âleminizdesinizdir ikiniz de. Kimse bilmez, ey ruh, uçurumlarını senin; Sırlarınız daima, daima içinizde; Ey deniz, nerde senin o iç hazinelerin?

Ama işte gene de binlerce yıldan beri Cenkleşir durursunuz, duymadan acı, keder; Ne kadar seversiniz çırpınmayı, ölmeyi, Ey hırslarına gem vurulamayan kardeşler!

Charles BAUDELAIRE Çeviri: Orhan Veli KANIK

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

38


Dünya Hangi Türk Yazarlarını Okuyor? Ayşe Bengisu AKDAĞ Çeviri dediğimizde ilk düşündüğümüz dünya edebiyatından, yabancı dillerden dilimize çevrilen eserler. Oysa çeviri konusunda değinmemiz gereken en önemli konulardan birisi de Türk edebiyatının, Türk yazarların dünya dillerine ne kadar ve nasıl çevrildiği.

Zülfü Livaneli – Engereğin Gözündeki Kamaşma Sadık Yalsızuçanlar – Gezgin Perihan Mağden – İki Genç Kızın Romanı Nazım Hikmet – Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim Sait Faik Abasıyanık – Seçme Hikayeler Ahmet Hamdi Tanpınar – Huzur Genel olarak son yıllarda Türk edebiyatından en çok hangi ismin dünya dillerine çevrildiğine baktığımızda şaşırtmayan bir isim olarak Orhan Pamuk karşımıza çıkıyor. Orhan Pamuk en çok çeviri desteği alan yazar aynı zamanda. Elbette bu ilgide Orhan Pamuk'un Nobel Edebiyat Ödülü almasının katkısı büyük. Pamuk tek başına Türkiye'deki edebiyat eserlerinin yüzde 30’undan daha fazla dünya okurlarıyla buluşuyor. Sırf Masumiyet Müzesi 13 dile çevrilen yazarın eserleri toplamda 79 dile çevrilmiş. Pamuk’un, Türk edebiyatının dünyaya tanıtımında çok büyük katkı sağladığı inkar edilemez.

Milli edebiyatın dünyaya açılması tek başına yazarların altından kalkabileceği bir iş değil. Pek çok Avrupa ülkesinde eserlerin yabancı dillere çevrilmesi devlet tarafından, kültür bakanlıkları aracılığıyla desteklenen bir süreç. Bu düşünce bize geç gelmiş olsa da son on yılda edebi eserlerin çeviri faaliyetlerine verilen mali destek artmış durumda. Özellikle 2004 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığınca “Türk Edebiyatının Dışa Açılımı” başlığında (TEDA) bir proje başlatılmış ve önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu proje kapsamında en çok çevrilen eserlere baktığımızda liste şu şekilde:

Orhan Pamuk’tan sonra istatistiki verilere baktığımızda Orhan Kemal de 51 dile çevrilerek ikinci sırada yer alıyor. Baba Evi ve Cemile yazarın 9 dile çevrilen en önemli romanları. Ve tabii ki Ahmet Hamdi Tanpınar. Tanpınar kültür ve edebiyat dünyamızda hak ettiği değeri biraz geç görmeye başlamış, geç idrak edilmiş bir yazar. Usta yazar, kendisine ve eserlerine gösterilen ilgisizliği anlatırken 'sükût suikastı'na uğradığından söz ediyor ve 'Hiçbir

Orhan Kemal – Baba Evi ve Avare Yıllar Orhan Pamuk – Benim Adım Kırmızı Pınar Kür – Bir Deli Ağaç Elif Şafak – Bit Palas ve Mahrem Tuna Kiremitçi – Bu İşte Bir Yalnızlık Var

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

39


zaman taşamayacağım.' diyordu yazılarında. Ancak son dönemlerde de dergilerle, etkinlikler ve sempozyumlarla aşırı ilgi gösterilmeye başlandı. Öyle ki “Tanpınar’ı biraz rahat bırakmak” gerektiğini düşünen araştırmacılar var. Yine de popüler kültüre mal edilemeyecek kadar okunması ve anlaşılması zor bir isim Tanpınar. En azından not defterlerini, bez çantaları süslediğini görmeyeceğiz. :) Toplamda 43 dile eserleri çevrilen Tanpınar’a baktığımızda ilk sırayı 22 dile çevrilen Saatleri Ayarlama Enstitüsü alıyor. Bir diğer klasik Huzur ise 18 dilde yayınlanmış. Rahmetli Hocamız Prof. Dr. Orhan Okay Tanpınar çevirileri üzerine şu ifadeleri belirtmiş:

Binooki yayınevi sahipleri

girişimlerle çevrilmiş. Öyle ki bizde Madonna’nın hangi Madonna olduğu tartışılırken Kürk Mantolu Madonna BBC’nin çok satanlar listesinde yer almış. :)

“Tanpınar'a yurtdışındaki ilgi biraz da Türkiye'deki ilgiden kaynaklanıyor. Eserlerinin birkaç yabancı dile çevrildiğini biliyordum, ama doğrusu 18 dile çevrileceği bilgisi beni şaşırtıyor. Bunda, bazı örneklerde görüldüğü gibi yayıncıların pazarlama tekniklerinin fazla rol oynadığını zannetmiyorum. Dünya üniversitelerinde Türkoloji'ye ilgi ve öğrenim istekleri giderek artıyor. Oryantalizmle başlayan bu tecessüs bugün gerçek edebî değerlere yönelmiştir. Tanpınar'ın eseri Türk insanının olduğu kadar büyük beşerî değerlerin de ifadesidir. İtina edilmiş dil ve üslûbu, orijinal konuları ve zengin arka plan kültürüyle Batılı okuyucunun dikkatini çekmektedir. Doğu ve Batı arasındaki medeniyet ve kültür ilişkilerinin, sentez arayışlarının yoğunlaştığı günümüzde Tanpınar'a olan bu ilgi tabii.”

Bu noktada bir de yayınevinden bahsetmem gerekir: Binooki. İki kız kardeş, İnci Bürhaniye ve Selma Wels, tarafından Almanya’da kurulan ve temel hedefleri Türkçe eserleri Almancaya kazandırmak olan bir yayınevi Binooki. Oğuz Atay’dan, Emrah Serbes’e, Metin Eloğlu’ndan Alper Canıgüz’e özellikle son dönemlerin ilgi uyandıran isimlerini çeviriyorlar. Yaklaşık 40 eseri Almancaya çeviren Binooki, KAIROS Avrupa Kültür Ödülü'ne de layık görüldü. Ayrıca geçtiğimiz aylarda Türkiye Kültür Forumu tarafından ilk defa düzenlenen Kültürale Festivali’nde Binooki ilk defa verilen Kültürale ödülünün de sahibi oldu. Farklı dillerde düşünen, konuşan, yazan insanların birbirlerini, birbirlerinin düşündükleri ve yazdıklarını anlayabilmeleri ve okuyabilmelerini de çevirmenlere borçluyuz. Çeviri, uzak çağları, farklı duyguları, değişik düşünme ve yaratma ortamlarını yakın ve bir kılan, giderek insanlığı kardeş kılan bir uğraş. Edebiyat çevirisi bir kültürün, kimliğinden bir şey yitirmeden, bir başka kültürün insanlarına aktarılması. İşte bunun bir parçası olarak kendi yazarlarımızın, eserlerimizin, kültürel birikimlerimizin dünyaya açılması kendimizi ifade edebilme anlamında büyük önem önem taşıyor.

Listeye baktığımızda Reşat Nuri Güntekin, Ahmet Ümit, Elif Şafak, Oya Baydar ve Mario Levi'nin eserlerinin dünya dillerine çevrilmede başı çektiğini görüyoruz. Listede sadece klasik eserlerimiz veya tecrübeli yazarlarımız değil Hakan Günday gibi, henüz altı roman yayınlamışken romanları dünya dillerine çevrilen genç yazarlar da var. Günday’ın özellikle Kayıp Söz, İstanbul Bir Masaldı ve Dualar Kalıcıdır adlı eserleri devlet tarafından çeviri desteği alan eserlerden. Devlet desteği dışında, dünya basınında ilgi uyandırarak başka yollarla çevrilmiş eserlerimiz de önemli bir hacim kaplıyor. Nazım Hikmet ve Sabahattin Ali bu şekilde dünya basınında ilgi uyandırmaları üzerine çeşitli

40

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


İlk “Kültür Bakanı” bir çevirmendi: Talat Sait Halman Tuğçe ERKOL Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Kültür Bakanı, TDK III. Dönem Bilim Kurulu Üyesi (1995-2001), Bilkent Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi Dekanı, şair, çevirmen, edebiyat tarihçisi Prof. Talât Sait Halman… Herkesin adını “T. S. Halman” olarak duyduğu, özellikle de Shakespeare’in soneleriyle tanınan eski Kültür Bakanımız Talat Sait Halman, 1931 yılının 7 Temmuz gününde Kadıköy’de dünyaya gözlerini açtı. Babası askeriye kökenli Tümamiral Sait Bey’di. Annesiyse Nemlizade Tahsin Paşa’nın kızı Fatma İclal Hanım. Ailenin kökeni Trabzon’un Holamana köyüne dayanır. Köylerinin adından dolayı Halman soyadını almışlardır. 17 Temmuz 1990’da bir gazete yazısında Halman yurtdışında soyadının rahat telaffuz edilmesi sayesinde çok rahat ettiğini söylediği yazısında soyadı hakkında şöyle yazar:

Siyaset Bilimi eğitimini tamamlar. Aynı sene Barbara Teitz ile evlenir. Genç yaşta yapılan bu evlilik oldukça kısa sürmüştür. Zaten aşırı derece muhafazakar olan Barbara’nın ailesi damatlarıyla hiç görüşmezler. Boşandıktan sonra da annesi oğlu Hür (Hugh) Talat Halman’ı alıp İsrail’e yerleşir. Halman 1960’a kadar Columbia Üniversitesi’ndeki hayatına devam eder ve bu süre zarfında aralıklarla Türkiye’ye gelip gider. Türkiye’de de çalışmalarına devam eder. Askerde olduğu yıllarda Devlet Planlama Teşkilatı’nda yayın ve temsil şubesini kurmakla görevlendirilir. İlk planlamanın da kurul raportörlüğünü yapar. Bu görev onun hayatındaki önemli noktalardan biri olarak görülebilir. Zira bu sayede Türkiye’deki siyasi çevreyi tanır. Askerliğin ardından yeniden ABD’ye dönen Halman, 1960’a kadar buradaki görevini devam ettirir.

“Soyadı Kanunu uygulamaya girdiği sıralarda Gazi Mustafa Kemal Atatürk, kendisinden soyadı rica edenlere bol bol isim vermiştir. Babam, bunlardan biri değil ama kendi soyadını aldıktan kısa bir süre sonra babam bir gün Atatürk’ün huzurundaymış. Atatürk sormuş; hangi soyadını aldın? Babam, ‘Halman’ deyince ‘ne demek’ filan diye sormadan Atatürk demiş ki; ‘Güzel hal şimdiki zaman demek, man insan, yani bugünün insanı (çağdaş insan); bizim yaratmak istediğimiz insan da bu.’ demiş.”

Akademik hayatına Columbia Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak başlar Halman. Türk Dili

Talat Sait Halman, 1951’de Robert Koleji’ni bitirdikten sonra yüksek lisansını yapmak için 1954’te Columbia Üniversitesi’ne gidip burada

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

41


ve Edebiyatı dersleri vermektedir bu sırada. 1966’da Princeton Üniversitesi’ne geçer. Bu yıllara eş zamanlı olarak NewYork’taki özel bir radyoda Türk şiiri üzerine radyo programları yapmaya başlamıştır. Bu arada belirtmek gerekir ki Halman, edebiyatın şiir, deneme, eleştiri, oyun dallarında eserler verdi, ancak şair olarak tanınmak, anılmak istiyordu. Şiire ilgisi 67 yaşlarında, ilkokul sıralarında başladı. İlk şiiri Arkadaş dergisinde basıldığında 10 yaşındaydı (1941). 1969 yılında Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yapmaya başlayan Halman 1971 yılına kadar bu görevi de devam ettirir. Talat Sait Halman 1971 yılında yapılan 12 Mart Muhtırası’nın ardından Türkiye’ye döner. Muhtıradan sonraki 1. kabine Nihat Erim’in kabinesidir. Askerlik yıllarında tanışma fırsatı yakaladığı siyasi kanatla olan ilişkileri iyice gelişen Halman bu dönemde Türkiye’nin ilk kültür bakanlığını kurma görevini alır ve ardından da ilk kültür bakanımız olur. Göreviyse sadece beş ay sürer. Bu esnada Türkiye’yi ziyaret edecek olan İngiltere Kraliçesi Elizabeth’i gezdirecek heyette bulunmuştur. Ekim ayında Türkiye’yi ziyaret eden İngiltere Kraliçesi Elizabeth kendisini “Sir” unvanını kullanmasını sağlayan Büyük Haç Şövalyelik Nişanı ile onurlandırmıştır.

Kültür Bakanlığı görevinin sona ermesinin ardından Halman ABD’ye dönerek Princeton Üniversitesi’nde, 1984-1986 yılları arasında Pennsylvania Üniversitesi'nde, ardından New York Üniversitesi'nde akademik kariyeri için çalışmaya devam eder. İslam ve İslam Kültürü ile Ortadoğu konularında dersler veren Halman, 1986-1996 arasında New York Üniversitesi Ortadoğu Dilleri ve Edebiyatı bölüm başkanlığını yürütmüştür. Halman, Kültür Büyükelçiliği, UNİCEF Türkiye Milli Komitesi başkanlığı, UNESCO Yönetim Kurulu üyeliği, ABD PEN Derneği Yönetim Kurulu üyeliği görevlerini de üstlenmiştir. Özellikle 1989’da düzenlenen 25. genel kurulda Yunus Emre’nin 750. doğum yılının dünyada Yunus Emre Yılı olarak kutlanması kararının verilmesinde rol oynamıştır.

Halman, Türkçeden İngilizceye, İngilizceden Türkçeye şiir çevirileriyle tanındı. Dağlarca, Kanık, Anday, Abasıyanık gibi çağdaş Türk yazarlarıyla Yunus Emre, Mevlana gibi klasik yazarlarımızın eserlerinin İngilizce konuşan ülkelerde tanıtılmasını sağladı. Shakespeare başta olmak üzere Amerikan ve İngiliz şair ve yazarlarının eserlerini de Türkçeye kazandırdı. Şairliği dolayısıyla şiir çevirileri çok başarılı bulundu. Türk sanatını, edebiyatını tanıtan İngilizce ve Türkçe sunumlar hazırlayıp Yıldız Kenter ve kızı Defne Halman’la sergiledi. Güngör Dilmen’den İngilizceye çevirdiği Ben Anadolu oyunu Yıldız Kenter tarafından sahnelendi

1998’de Türkiye’ye dönerek Bilkent Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kurar. 2005 yılında üniversitenin İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi’nin dekanı olur. Kendisine 1988 yılında Boğaziçi Üniversitesi, 2006 yılında Ankara Üniversitesi, 2010 yılında Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi tarafından onursal doktor unvanları verilmiştir. 2008'den 2014'teki vefatına kadar İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın Mütevelliler Kurulu Başkanlığı görevini üstlenmiştir. İstanbul Kültür Sanat Vakfı, 2015 yılı itibarıyla Halman anısına Talât Sait Halman Çeviri Ödülü'nü vermektedir. Halman'ın 70 telif ve çeviri kitabı, 3 bin kadar makalesi, 5 bini aşkın şiir çevirisi bulunuyor. Özellikle Shakespeare çevirileri ile edebiyatımız ve tiyatromuz için büyük kazanımlar sağlayan Prof. Dr. Halman, ardında bıraktığı eserlerle ebedîyen hafızalardaki yerini koruyacaktır.

Halman, besteci Itrî’nin 259. ölüm yılı nedeniyle düzenlenen bir Klasik Türk müziği konseri için Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Konser Salonu’nun tahsis edilmesini onaylamıştı. Bu karar, o dönem Atatürk devrimlerine aykırı olduğu düşüncesi ile tepki topladı. Daha önceki bir olay da Galata Mevlevihanesi’nde sema yapılması için izin vermesi olmuştur. Bu durum da aynı şekilde yankılanmıştır.

42

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Vilnius’ta Bir Küçük Sokak ve Litvanya Asıllı Ünlü Fransız Yazar: Romain Gary Kübra TARAKÇI Yine, yeniden merhaba sevgili okuyucu!

Savaliauskaite, Zemaite, Tomas Venclova olmak üzere 200'den fazla sanatçının çalışması var.

Bu sayı edebiyatımızda çeviri temalı olunca, benim de gezgin ruhum devreye girince kendimi bu yazıyı yazarken buldum. Hadi başlayalım….

2009 yılında yapılan duvara günümüzde de eklemeler yapılıyor. Duvara asılan fotoğraf ya da yazıların Litvanya edebiyatı ile ilgili olması gerekiyor. Tabi ki ben birkaç dakikalığına bu kuralları çiğnedim ve güzide dergimizin kapağını duvara iliştiriverdim :) Duvardaki tüm plakların boyutu 33.3 cm X 33.3 cm. Sokağın görselliği açısından plakaların hepsinin aynı olmasına özen gösterilmiş. Sokak, turist ve öğrenciler tarafından günümüzde “Edebiyat Duvarı” olarak nitelendirilmiş.

Size bahsedeceğim yer Litvanya’nın başkenti Vilnus’tan çok özel bir sokak. Öncelikle hatırlatmam gerekir ki, başkent Vilnus, Riga'dan sonra Baltık ülkeleri arasında en büyük şehir. Orta Çağ’da ise Avrupa’nın en büyük ülkesyken, şimdi küçücük. Daha önceki sayılarda Vilnius'u çok anlattığım için bu sefer şehrin geneli üzerinde çok durmayacağım. Başlarken belirttiğim gibi bahsetmek istediğim, şehirdeki bir küçük sokak: “Art street” ya da diğer adıyla “writers street”. “Yazarlar Sokağı” Old Town’ın merkezinde ara bir sokakta yer alıyor. Sokakta uzunca bir duvar üzerinde çeşitli yazarların fotoğrafları, şiirleri yer alıyor. Sigitas Geda, Kazys Binkis, Romain Gary, Vytautas Kernagis, Janina Degutyte, Jonas Mekas, Jurga Ivanauskaite, Antanas Skema, Paulius Sirvys, Vincas Mykolaitis – Putinas, Vytaute Zilinskaite, Antanas Strazdas, Ieva Simonaityte, Bronius Radzevicius, Hendrikas Radauskas, Romualdas Granauskas, Maironis, Vanda Juknaite, Oskaras Milasius, Henrikas Nagys, Ceszlaw Milosz, Sigitas Parulskis, Saulius Saltenis, Kristina

Litvanya

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

43


bir kişidir ve kimse onun gerçekte kim olduğunu bilmez. Senaryo yazarlığı da bulunan sanatçı, 1962 yaρımı savaş filmi The Longest Day'in senaryo ekibinde yer alır; 1971 yaρımı, başrolünde o dönemki eşi Jean Seberg'in oynadığı Kill! adlı filmi ise yazan ekipte yer alır ve yönetir. Eşi Jean Seberg’in şüpheli intiharından sonra bunalıma giren Romain Gary 2 Aralık 1980’de Paris’te tabancasını kendisine çevirir ve yaşamına kendi elleriyle son verir. Yazarın eserleri İsmail Yerguz, Gülderen Bilgili, Aykut Derman, Sema Selçuk gibi yazarlarımız tarafından Türkçeye tercüme edilmiş.

Litvanya ve edebiyat demişken hatırlamak gereken bir isim var. Can Yayınları ve Agora Yayınları tarafından Türkçeye çeviri eserleri kazandırılan Romain Gary. Asıl ismi Roman Kacew. Kazak asıllı bir anne ile Yahudi bir babanın çocuğu olarak Litvanya’nın başkenti Vilnus’ta gözlerini dünyaya açtı. Babası tarafından terk edilen yazar, bir daha babasını hiç görmemiş. Litvanya’ya doğmuş olmasına rağmen kendisini Fransız olarak görür. Oysa annesiyle birlikte Fransa’ya 14 yaşında gitmiştir. Yani doğma olmasa da büyüme olarak Fransız diyebiliriz.

Romain Gary'nin "Uçurtmalar" romanı, Fransa'nın Normandiya yakınındaki küçük bir kasabasında, uçurtmalar yapan bir amca ile bütün baskı ve direnişlerin arasına sıkışmış bir aşkı anlatıyor…

Romain Gary’nin yazar olmasının altında yatan tek bir sebep vardır; annesini mutlu edebilmek. Başlarda gayret etse de yazarlık konusunda başarı gösteremez ve kendisini Hukuk fakültesinde bulur. Son sınıfa geldiğinde askerlik hazırlık kurslarını tamamlar ve kendini İkinci Dünya Savaşı’nın ortasında bulur. O artık bir savaş pilotudur. Savaş yıllarında aynı zamanda bir kitap da yazmıştır: Avrupa Eğitimi. Bu kitap onu hak ettiği şöhrete kavuşturur.

Gary’nin romanları içerisinde apayrı bir yerde duran "Cennetin Kökleri", 2. Dünya Savaşı’nda toplama kamplarında kalırken insanın doğasına dair ciddi şüpheler duyan bir idealistin, Morel’in, savaştan sonra Afrika’ya gelip fillerin koruyuculuğunu üstlenmesini, filleri savunurken insanlığın temel meselelerini ortaya koyuşunu anlatıyor. Agora Kitaplığı "Cennetin Kökleri"ni, büyük romancı Mehmet Eroğlu’nun takdimiyle sunuyor...

İkinci Dünya Savaşı sonrasında hayatına ünlü bir yazar ve diplomat olarak devam eder Gary, öyle ki Fransa’nın en prestijli edebiyat ödülü Goncourt Ödülü’ne “Cennetin Kökleri” romanıyla layık görülür. Herkesin bu ödülü yaşamı boyunca bir kez alma hakkı vardır fakat o yarattığı Emile Ajar ile bu ödülü iki kez almıştır. Emile Ajar, Romain Gary’nin karakterize ettiği

44

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Jean Paul Sartre’ın İzinde Sözcüklerin Peşinde Ayşe Bengisu AKDAĞ “Bir dışavurumdur şairlerin yaptığı da. Düzyazı yazarı düşüncelerini, duygularını ortaya döktükçe dile getirdikçe açıklar, aydınlatır oysa ozanlar “tutku”larını mısralara döktükçe onları tanımaz olur Sartre’a göre. Yani yazar konuşur, gösterir, ortaya koyar, açıklar; şairse hissettirir.”

Jean Paul Sarte “Edebiyat Nedir?” adlı deneme-tartışma türündeki eserine sözcükleri irdeleyerek başlıyor. Yazmanın ne olduğunu sorguluyor. Herkes “derdini anlatma derdinde” bu dünyada. Farklı şekillerde olabilir ama gaye aynı. Kimi bir fırça darbesiyle renklerle, kimi bir ezgiyle notalarla, kimi de sözcüklerle. Jean Paul Sartre burada önemli bir ayrım yapıyor ancak. Öncelikle ressamlar ve müzisyenler gibi boyaları veya sesleri kullananlarla yani sembolleri kullananlarla sözcükleri kullananları ayırıyor. Sonrasında ise sözcükleri kullananları da kendi aralarında ayırıyor: yazarlar ve şairler.

Sözcükler ne tuhaf… Onları bizler üretiyoruz, bizler var ediyoruz ama kendi düşünce dünyamız ve dilimizle ürettiğimiz bu sözcüklerin hepsini yaşayabilme gibi bir hakka sahip olamıyoruz. Mesela, insanoğlu adına “mutluluk”, “happiness”, “bonheur”, “saadet” demiş ama bu sözcüğü üretebilmiş olması onu yaşayabileceği anlamına gelmemiş. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi “Bir yaşanan sözcük vardır, bir de rastlanan sözcük.” Belki buna “yaşanamayan sözcük” de eklenebilir.

Sartre’a göre bir ressam resminde bunalımı, mutluluğu, aşkı veya nefreti resmetmez. Örneğin Van Gogh “Yıldızlı Gece” tablosunda “Bunalımımı ifade etmek için şu ön kısma büyük ve karanlık bir selvi çizeyim, ruhumdaki girdabı birbirine geçmiş yıldızlarla dile getireyim” dememiştir. Bu gök bir bunalım göğü”, ya da “bunalan bir gök” değildir; nesneleşmiş bir bunalımdır bu. Bu bunalım, bizlerin “çıkarım” yoluyla izah getirdiği bir bunalımdır ve son derece öznel de olabilir. Ancak yazarlarda bu söz konusu değil.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

45


Romanlarda, hikayelerde bunalım yaşayan insanı açıkça dile getirir yazar. Bizler çıkarım yapmayız. Sartre şu örnekle açıklık getiriyor konuya: “Yazar kılavuzluk edebilir size ve eğer bir gecekonduyu anlatıyorsa, bu gecekonduyu toplumsal adaletsizliklerin simgesi yapıp öfkenizi kışkırtabilir. Ressam dilsizdir; size bir gecekondu sunar, hepsi bu, orada dilediğinizi görmek sizin elinizdedir.” Ressamlar, müzisyenler nesnelerle uğraşırken yazarlar “im”lerle, yani “anlamı bulunan göstergeler”le uğraşırlar. İşte bu noktada hepimizin aklına gelen sorunun ayrımını yapıyor Sartre: şairler. Onlar da sözcüklerle kendilerini dile getirmelerine rağmen, Sarte şairleri yazarlar grubuna değil, ressamların, müzisyenlerin, heykeltıraşların grubuna dahil ediyor. Şiirde kullanılan sözcüklerle düzyazıda kullanılan sözcüklerin tamamen farklı mahiyette olduklarını düşünen Sartre felsefik bakışını getiriyor bu noktaya:

üzerinde birleştiren ressamın yaptığı işi görmektedir; bir cümle kurduğu sanılır, oysa bu bir dış görünüştür. O, bir nesne yaratmaktadır. Nesne halindeki bu sözcükler, tıpkı renk ve sesler gibi, aralarındaki uygun ve aykırı büyülü çağrışımlarla bir araya gelir.” Sartre’ın yazma ve yazma biçimleri üzerine bu yorumlarını okurken bir an düşündüm. Öyleyse şair romancıları hangi gruba dahil edeceğiz? Nesrini adeta bir nazım kapalılığında veya sembolizasyonunda kaleme alan yazarları? Kafka’nın Dönüşüm’ü için “sadece bir böcek ve böceğin yaşadıkları” dememiz gerekmez miydi bu düşünceye göre, ama biz Gregor Samsa’nın sembolünde, nesnesinde yani derininde adeta Van Gogh’un karanlık uzun selvisi gibi bir kişiliğin, bir toplumun bunalımını yorumlamıyor muyuz? Bu çıkarımı okurlar, araştırmacılar yapmıyorlar mı? Öyleyse biz birer sembol olan Dönüşüm’ün Gregor Samsa’sını oluşturan Kafka’yı veya Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nün Halit Ayarcı’sını oluşturan Tanpınar’ı hangi gruba dahil edeceğiz?

“Şiir sözcüklerden aynı biçimde yararlanmıyor. Hatta onlardan hiç yararlanmıyor. Ozanlar dili kullanmayı reddeden kişilerdir. Onlar dünyayı adlandırmayı da akıllarından geçirmezler ve gerçekten de hiçbir şeyi adlandırmazlar, çünkü adlandırma, adlandırılan şeyin sürekli olarak adlandırma uğruna harcanmasını gerektirir. Ozanlar konuşmaz; susmaz da. Bambaşka bir şeydir onların yaptıkları.” Şairlerin sözcüklere bakışı ve gördükleriyle yazarların bakıp gördükleri arasında büyük fark olduğunu dile getiren Sarte, bu noktada ressamlar, müzisyenler grubuna dahil eder şairleri de derdini anlatma, ya da derdini “dışa vurma” noktasında. Doğru sözcük bu. “Dışavurum”. Bir dışavurumdur şairlerin yaptığı da. Düzyazı yazarı düşüncelerini, duygularını ortaya döktükçe dile getirdikçe açıklar, aydınlatır oysa ozanlar “tutku”larını mısralara döktükçe onları tanımaz olur Sartre’a göre. Yani yazar konuşur, gösterir, ortaya koyar, açıklar; şairse hissettirir. “Ozan bu küçük evrenlerden birkaçını bir araya getirdiğinde, elindeki renkleri bez

Sartre’ın yazılarını yazdığı Cafe De Flore, Paris. Fotoğraf: Aybige Akdağ

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

46


2000’li Yıllarda Dünyada Türk Sineması Tuğçe ERKOL Dergimizin bu ayki dosya konusu çeviri. Türk edebiyatının, nasıl ki dünya edebiyatı arasında çevirileriyle yeri önemliyse, Türk sinemasının da dünya sineması içinde oldukça büyük bir önemi var. Bu nedenledir ki bu sayının film listesi dünyaya sesini başarılarıyla duyuran Türk filmleri. Keyifli seyirler.

Yaşamın Kıyısında – 2007 2007 Türk-Alman yapımı Fatih Akın filmi olan Yaşamın Kıyısında, 2007 yılında Cannes Film Festivalinde, Fatih Akın'a en iyi senaryo ödülü kazandırdı. Ayrıca, Almanya tarafından, ülkeyi yabancı dilde en iyi film dalında temsil etmek üzere, 80. Akademi Ödüllerine gönderildi. Tuncel Kurtiz, Nurgül Yeşilçay, Baki Davrak, Nursel Köse ve Patrycia Ziolkowska filmin oyuncu kadrosunu oluşturur. Film Yeter’in Ölümü, Lotte’nin Ölümü ve Yaşamın Kıyısında olmak üzere 3 bölümden oluşmaktadır. Film seks işçiliği yapan Yeter’le yalnızlığı paylaşmak isteyen Ali’nin durumunu oğlu Nejat’ın öğrenmesiyle başlar. Yeter’in ölmesiyle devam eden filmde Nejat, Yeter’in kızını rahat okutmak için bu işi yaptığını öğrenir ve sonrasında Yeter’in kızı Ayten’i bulmaya karar verir.

Takva – 2005 Takva’nın yönetmenliğini Özer Kızıltan yaparken, senaryosu Önder Çakar'a aittir. Filmin başrollerini Erkan Can, Meray Ülgen, Güven Kıraç, Erman Saban paylaşmakta olup türü dramdır. Film Kuran-ı Kerim’deki İsra Suresi’yle başlayıp Nâzım Hikmet'in "Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı/ya da dünyamıza inecek ölüm" dizeleriyle biter. Takva, kelime anlamı olarak Allah sevgisi ve korkusu anlamındadır. Dünyevi olan ile uhrevi olan arasındaki bir çatışmada giderek tükenen Muharrem’in uğradığı değişimin ardından aklî melekelerini yitirmeye başlaması filmin konusu.

Üç Maymun – 2008 2008 Türkiye - Fransa - İtalya ortak yapımı Nuri Bilge Ceylan filmidir. Başrollerini Yavuz Bingöl, Hatice Aslan, Ahmet Rıfat Şungar ve Ercan Kesal paylaşıt. Küçük zaafların büyük yalanları doğurmasıyla parçalanan bir ailenin, gerçeklerin üzerini örterek bir arada kalma çabasını anlatır.

Bal – 2010 "Yusuf Üçlemesi"nin son filmi olup ilk ikisi Yumurta ve Süt’tür.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

47


7 yaşındaki Yusuf’un iç dünyası Karadeniz’in büyüsel ortamı içinde Yusuf’un annesiyle, babasıyla ve okuldaki öğretmeni ve arkadaşlarıyla olan ilişkisi işlenir. Bal, 2010 yapımlı Semih Kaplanoğlu filmidir ve galası 60. Berlin Uluslararası Film Festivali'nde yapılmıştır. Aynı festivalden eli boş dönmeyen Bal, festivalin en prestijli ödülü olan Altın Ayı ödülünü kazanmıştır.

kazanmıştır. Film ayrıca aynı festivalde FIPRESCI ödülüne de layık görülmüştür. Kış Uykusu filmi, eski bir tiyatro oyuncusu olan Aydın'ın, Anadolu bozkırlarının ortasında, adeta bir kış uykusuna yatmış gibi görünen ıssız bir mekânda, kendisiyle, hayalleriyle, sevdikleri ve taşrayla kurduğu ve düşe kalka sürdürmeye çalıştığı ilişkilerini konu alıyor.

Bir Zamanlar Anadolu’da – 2011

Venedik Film Festivali'nden ödülle dönen Abluka, Türkiye, Fransa ve Katar ortak yapımı dramatik film. Emin Alper'in yazıp yönettiği filmin başrollerini Mehmet Özgür, Berkay Ateş ve Tülin Özen paylaşıyor. Emniyette yüksek bir mevkide olan Hamza, şartlı tahliye karşılığında Kadir’e bir iş bulmasında yardımcı olur. Kadir bir çöp toplayıcısı gibi çalışarak gecekondu mahallelerinde muhbirlik yapmaya başlar.

Abluka – 2015

Bir Zamanlar Anadolu'da, Nuri Bilge Ceylan'ın senaryosunu yazdığı ve yönettiği 2010 yapımı Türk filmi olup türü dramdır. Başrollerini Muhammet Uzuner, Yılmaz Erdoğan ve Taner Birsel'in paylaşır. Bir doktorla cinayet soruşturması yürüten bir savcının 12 saatlik gerilim dolu çalışmasını konu alır. 64. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye için yarışan filmler arasına girip ikinci büyük ödül olan Büyük Ödül'ü kazandı. Ayrıca Türkiye'den yabancı dilde en iyi film dalında Oscar’a aday adayı olarak seçilmiştir. 2016 yılının Ağustos ayında BBC'nin düzenlediği ve dünyanın her tarafından 177 film eleştirmeninin oy kullandığı "21. Yüzyılın 100 Harika Filmi" listesinde tek Türk filmi olarak 54. sırada yer almıştır.

Ayla – 2017 Geçtiğimiz yılın en ses getiren filmlerinden birisi oldu Ayla. Özellikle gerçek bir hikayeden yola çıkılması filme olan ilgiyi daha da arttırdı. Yönetmenliğini Can Ulkay'ın, senaristliğini ise Yiğit Güralp'in gerçekleştirdiği 2017 çıkışlı Türkiye ve Güney Kore ortak yapımı olan Ayla’da Kore Savaşı’nda Süleyman Astsubay'ın gece savaş meydanında annesi babası öldürülmüş küçük bir kız bulmasıyla başlar.

Yeraltı – 2012 Yeraltı, 2012 yapımı Zeki Demirkubuz filmidir. Bir edebiyat uyarlaması olduğunu da söyleyebiliriz belki. Çünkü Dostoyevski'nin Yeraltından Notlar adlı hikayesinden esinlenerek yaratılmıştır. Filmin başrolünde Engin Günaydın oynuyor.

Sivas – 2014 Sivas, Kaan Müjdeci tarafından yazılan ve yönetilen 2014 yapımı Türk filmidir. Film Altın Aslan Ödülü için yarışmak üzere 71. Venedik Film Festivali'ne seçilmiştir. Festivalde Altın Aslan'dan sonra gelen, Jüri Özel Ödülü'nü kazanmıştır. Bir kangal köpeği ve 11 yaşındaki bir çocuğun başrolünde olduğu film Yozgat'ta çekilmiştir.

Kış Uykusu – 2014 Kış Uykusu, Nuri Bilge Ceylan tarafından yönetilmiş 2014 yapımı Türk filmi. Film, 2014 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye

48

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme


Sevcan ÖZBEK SÖ: Nasılsınız? HA: İyi, yoğun ve yorgun. SÖ: Yeni bir kitap hazırlığında olduğunuzu biliyorum. Kitap ne zaman çıkacak ve konusu nedir bize biraz bahseder misiniz? HA: Kitap sene sonunda çıkacak. Kitabın konusundan çok karakterlerinden bahsedebilirim. Gerçek yüzünü ortaya koymaktan çekinen bir toplumun içinde, birtakım sebeplerden dolayı gerçek yüzünü göstermeye çalışan, dürüst yaşamaya çalışan karakterler yarattım. Kitap konusundan çok bahsetmek istemiyorum çünkü kitabın tamamını anlatmak lazım ama yine bir anti kahraman var kitapta. SÖ: Yine bizi psikolojik bir karakter bekliyor o zaman… HA: Aslında karakter psikolojik değil de yaşanan olaylar nedeniyle mecbur kalacağı şeyler var romanda. Bir fiziki deformasyon var karakterde. O nedenle de başka deforme olmuş birkaç insanla daha birlikte karakter ve aslında deforme olmamış diğer insanları gördükçe deformasyonun kendilerinde değil de onlarda olduğunu anlıyorlar. Gerçek olanlar kendileri.

Şimdilerde yeni bir kitabın hazırlığı içinde, yaratıcı yazarlık eğitmeni, dergi editörü ve bunlarla ilgilenirken bir taraftan da yayınevi editörlüğünü üstlenen yazar dil bilimci Hakan Akdoğan'la yoğun temposunda röportaj yaptım. Çok şey öğrendim kendisinden bu esnada. Hala da bıkmadan kırmadan karşısındaki kişi anlayana kadar da öğretiyor anlatıyor. Aynı zamanda onun yaratıcı yazarlık atölyesi öğrencilerinden biri olduğum içinde kendimi şanslı buluyorum. İşini bu kadar özveriyle yapan ender insanlardan biri. Sözü daha fazla dolandırmama gerek yok zira okuyunca sizde seveceksiniz kendisini. Buyurun röportaja.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj

49


Asıl deforme olanlar diğerleri. Bunu anlatmaya çalıştım romanda. SÖ: Hayatınızda kitap yazma noktası nasıl ortaya çıktı? Sizi kitap yazmaya iten etken ne oldu? HA: Bir gün kendimi yazarken buldum. Öyküler, romanlar... Ben hiç günlük yazmadım. Yani durup dururken hayali karakterler yazmaya başladığımı hatırlıyorum. Başlangıç noktasını hatırlamıyorum ama. SÖ: Ben de onu soracaktım çıkış noktası var mı orda? Sizi iten bir anı mıydı, yaşadığınız bir olay mıydı? HA: Yani onu tetikleyen tek bir şeyden bahsedemem ama bütün bir çocukluk döneminden bahsedebiliriz. Sonuçta yazmak, psikanalist bir mesele yani kendi kendini çözümlemek, kendi kendini tedavi etmek gibi bir şey baktığımızda. Okur açısından da aslında aynı şeyi söyleyebiliriz yani bir kitap okuma süreci aslında kişinin kendi başına gelen şeyleri ortaya çıkarıp onlarla hesaplaşma süreci. Hatta daha sonra yaşaması muhtemel sorunlara karşı da bir aşılanma süreci de diyebiliriz. SÖ: “Nü Peride” eseriniz Yunus Nadi roman ödülünü aldı. Hikayesini anlatır mısınız biraz bize. Yani ödülü alacağınızdan haberiniz var mıydı ya da böyle bir ödül bekliyor muydunuz? HA: Hayır asla haberim yoktu. Ben yazdığımın nasıl bir şey olduğunun farkında değildim sadece yazmıştım ve bir rastlantı eseri Yunus Nadi Ödülleri’ne gönderdim. Hatta bir iki gün gecikmeli olduğu için yalvar yakar kabul ettirdim ve basılmamış bir romandı bu. Yani bu ödülü kazanıyor olmak bile şaşırtıcıydı benim için. Zaten inanmadım arayan kişiye, teyit ettim doğru mu diye. Yani yaş itibari ile de bu ödülü kimlerin kazandığına bir listeye baktığınızda 28 yaşında bir gencin bu ödülü alabilme ihtimali çok tuhaf bir şey idi hala öyle.. SÖ: Nü Peride ya da diğer kitaplarınızı ilk okuduğunuzda nasıl buldunuz? Şu anda yeniden aynı kitapları yazmak isteseniz nasıl yazarsınız? HA: O kitapları yazmam şimdi. Yani hala herkes iyi kitaplar olduğunu söylüyor. Ben her kitabımda farklı bir şey denemeye çalışıyorum. Yani benim ilk kitabımla son kitabımı okuyan bu iki kitabı aynı kişinin yazdığına inanmaz. Ya da aradan herhangi birini okuyan. Sürekli deneme içindeyim. Bu da bir gelişim süreci olsa gerek

tabi ki. Tam bilmiyorum ne olduğunu ama şu an mesela Nü Peride'yi yeniden yazamam. Eksik bulduğum eleştirdiğim çok nokta var kendimce tabi ki. SÖ: Yazar kimliğinizin yanı sıra dergi editörlüğü, yayın evi editörlüğü ve yaratıcı yazarlık eğitmenliği yapmaktasınız. Distopya dergisinin çıkış noktası nedir? Yani bu bir atölye öğrencilerinin oluşturduğu onların yazdığı öykülerden oluşan bir dergi mi? HA: Çıkış noktamız şuydu: 2004’ ten beri binlerce öğrencim oldu. Binlerce öğrencimin mutlaka ortaya koyacağı güzel yazılar olacağını düşündüm. Bir de piyasaya baktığımızda dergi piyasasına aynı yazarın aynı ay iki üç dergide birden yazı yazdığını görüyorsunuz. Ve yazılar artık birbirinin kopyası haline geliyor. Ertesi ay bir daha ertesi ay bir daha. Bu bana çok tuhaf geliyor. Çünkü bunun altında sadece ve sadece satış kaygısı var. Bu nedenle aslında edebiyat dergisiyiz diye ortaya çıkalım başka bir ucundan tutalım dedik. Sonuçta insanlar atölyelerde yazmayı öğreniyor okumayı öğreniyor bir biçimde kendini geliştirmeye çalışıyor. Ve kendini geliştiren arkadaşların da yazılarını yayınlayacağı bir dergi olsun dedik. Adını da DİSTOPYA koyduk. Sadece öğrenciler yazıyor. Ünlü bir isim yok her sayıda sürekli isimler değişiyor. Ve şöyle söylemek lazım genellikle büyük bir ağırlıkla hep olumlu şeyler duyduk evet yazıların hepsi mükemmel olmuyor. Ama en azından yazılar birbirine benzemiyor. SÖ: Distopya dergisinin dağıtım olarak Bursa merkezli olmasının avantajları ve dezavantajları nedir? HA: Şimdi Bursa merkezli bir derginin dezavantajları mesela dağıtım firmasının ve bu

50

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj


çevrelerin hep İstanbul’ da olması matbaanın SÖ: Yani bir şekilde yine yazıyor beyin orda daha uygun olması falan. Ama ekip ağırlıklı öyle mi? Bursa’da da İstanbul’da da öğrencilerim var HA: Tabi yazmak sadece eline kalem orda da çok yazan oluyor. Lojistik meselelerde almak, bilgisayarın başına oturmak değil dezavantajlar var ama Bursa’ dan hem ulusal düşünmek aynı zamanda. Yazmazsam çapta çıkan tek dergi olması hem de sadece çıldıracaktım sözüne onu da dahil edersek evet atölye dergisi olması babında iki tane ilkin katılıyorum kendi açımdan çünkü yazmak artık, yaşanıyor olması güzel bir şey ama tabi Bursa da sürekli yazan birisi için giderek yemek yemek bunu ne kadar sahipleniyor hani ilk üç sayıda biz gibi bir uğraşa dönüşüyor bir mecburiyete bunu pek yaşayamadık açıkçası. dönüşüyor ve onsuz bir hayatı düşünemez SÖ: Reklam kısmımı eksik kalıyor? oluyorsun. Onun için hiç şunu sorgulamıyor kişi “bugün de yazmayayım.” Hayır otomatikleşmiş HA: Bu çok önemli bir şey aslında ama bir süreç söz konusu. Bir hafta on gün bakalım muhtemelen yarın bir gün, umarım öyle yazmadığın oluyor ama hep yazmak üzerine olur, 20-30 binlere ulaştığında satış rakamları o beyninde. Böyle hard diski böler gibi böldüğün zaman ilgi göstermeye başlayacaklar. Yani böyle bir yer var ve orda işleyen bir mekanizma var bir kısır döngü içinde bu iş. aslında o nedenle mekanik bir şey haline de SÖ: Bursa’nın dışında başka nerelerde geliyor yazmak bir süre sonra ama yaratmak yazarlık eğitmenliği duygusunu kişinin tatmin yapıyorsunuz? etmesi adına özellikle HA: Davet edilen geçmişinde yazı ile uğraşan bir “Bir kadının bir erkek karakteri birçok yere gidiyorum. kişinin bunu bastırması yazması bence bir erkeğin İstanbul’ da tabi Erbulak mümkün değil zaten. evinde sabit çalışıyorum. kadın karakteri yazmasından SÖ: Hocam size ilham Hatta orda üç yıllık bir çok daha kolaydır. Çünkü veren nedir? Başkalarının sistem geliştirdik. MEB kadınlardaki empati yeteneği anılarından mı onayıyla da ilk iki sene etkileniyorsunuz yoksa kendi çok daha gelişmiştir. Erkeğin başlangıç seviyesi ileri yaşadıklarınızdan mı? kadının karmaşık yapısını seviye ve üçüncü sene de HA: Bana ilham veren anlayıp onu yazabilmesi kitap projesi olmak üzere Medussa (hahaha..) Flaubert üçüncü yılın sonunda gerçekten zor bir iştir.” şey demiştir, “Madam Bovary kitapları basılmak üzere benim.” Gogol de öğrenciler başlıyor artık “Kahramanlarımın hepsi benim orda. hiçbiri ben değilim”. Bu ikisinin SÖ:Yazı yazmak nasıl bir duygu Hocam? karışımını ben düşünüyorum. Aslında yazdığım HA: Hah şimdi... Bisiklete binmek gibi kişiler ne benim ne ben değilim. Hepsinin içinde (hahahaha…) Yok değil. İşte bak bu şeye benden parçalar var ama tamamen de ben benziyor; Aziz Augustinus'a sormuşlar zaman değilim onlar. Kendi anılarım evet kıymetli nedir diye o da bana zamanın ne olduğunu çünkü yazmak psikanalitik bir durum ve sorarsanız bilmiyorum sormazsanız biliyorum psikanalizmin temeli de çocukluğa dayanır. demiş. Bu da öyle bir şey. Yani bana yazmanın Yazmanın temelinde kişinin kendi hayatı vardır ne olduğunu sorarsan cevap veremiyorum ama zaten ama kişinin kendi hayatından biliyorum. Şöyle bir şey hani “yazmazsam kastettiğimiz şey çok önemli. Kişinin okudukları, çıldıracaktım” sözü çok kullanılan bir söz ama izlediği filmler, başkalarının hayat hikayeleri de benim açımdan çok da doğru bir söz değil. Ben kendi hayatına dahildir. Dolayısıyla aslında kişi yazmazsam da durabilirim. Çünkü okuma diye kendini yazarken dünyayı yazar. Dünyada bir şey de var. Ben iyi, nitelikli metinler yaşamış herkesten bir şeyler vardır okumanın da yazmanın bir parçası olduğunu SÖ: Yani bir şeyler izlerken bir yerlere düşünüyorum ve ben bir roman yazarken bir yıl kaydediyoruz onu. Kaydettiğimiz bilgiyi veya falan hiçbir şey yazmadığım oluyor. Bir yıl sahneyi bir yerlerde kullanıyoruz… sadece okuyorum ama kafamda romanı HA: Bir kitapta okuduğumuz bir şekillendiriyorum. karakterin hayatının bir kısmı kendi hayatımız gibi bilinçaltımıza işlenir aslında ve biz zamanla İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj

51


onu kendi parçamız haline getiririz öyle zannederiz. Bir filmde gördüğümüz bir sahneyi kendi anımız gibi değerlendiririz. Bu çok doğal bir süreç ve yazan kişilerin aslında bütün bunların bir karışımını ortaya döktüğünü söyleyebiliriz. Onun için Madam Bovary benim aslında. SÖ: Yazmadan önce karakterlere yüklediğiniz duyguları ve anları nasıl hayal ediyorsunuz? Mesela ben bir kadın olarak erkeği yazacaksam erkeğin sakal tıraşı olurken ne hissettiğini nasıl hayal edebilirim? HA: Mesela “İlişmek”te bir kürtaj sahnesi var. Ben gidip kürtaj yaptıramam ama artık internet denen bir şey var ve orda açıp her türlü görüntüyü bulmanız çok olası. Bu hissi yaşamak için bir arkadaşımın muayenehanesinden ve bilgilerinden faydalanacağım. Ve hani yaşayamasam bile yaşamaya yakın tecrübeler edinmem mümkün. O nedenle ama bir kadının bir erkek karakteri yazması bence bir erkeğin kadın karakteri yazmasından çok daha kolaydır. Çünkü kadınlardaki empati yeteneği çok daha gelişmiştir. Erkeğin kadının karmaşık yapısını anlayıp onu yazabilmesi gerçekten zor bir iştir. Çünkü şey hani bu bilimsel bir gerçek erkek beyni ile kadın beyni arasındaki fark erkeğin daha konu odaklı olması kadının ise konular arasındaki bağlantılara odaklı olması nedeniyle aslında bir kadının erkeği yazması şöyle zor olabilir; kadın hep bir erkeğin ne düşündüğünü

düşünürken, erkek hiçbir şey düşünmüyor da olabilir. SÖ: Yazar olarak kendinize örnek olarak aldığınız “üstat” olarak gördüğünüz bir kişi var mı? HA.: Dönem dönem değişir herkes için bu. Ben mesela 20’li yaşlarımda kendim için üstat dediğim kişileri şu an okumuyorum gibi bir durumum var bu tabi değişen bir şey. Ama Türk edebiyatında Necati Tosuner’ in yeri benim için çok ayrıdır. Onun nedenini de bilmiyorum. 20’li yaşlarımdan beri usta deyip değiştirmediğim isimlerden birisidir o. Nü peri’deki karakter de Necati zaten. Ferit Edgü mesela çok değişmez bir isimdir benim için. Bunlar gerçekten çok kaliteli nitelikli kalemler. Daha söylenmesi gereken onlarca isim var. Onun için ben bir isim zikrederken hep birilerine haksızlık yaptığımı düşünüyorum. Çok da fazla isim söylememeye çalışıyorum. SÖ: Kitaplarınızın herhangi birini filme ya da oyuna uyarlamayı düşünüyor musunuz? Böyle bir proje var mı? HA: Böyle bir proje vardı. Yani Google’da görebilirsiniz gazete haberleri falan da oldu. Nü peride filme çekilecekti kadro bile belliydi. İşte gazetede yazıyor o haber Sevinç Erbulak, İlker Aksum, Tolga Çevik gibi isimler toplanmıştı hatta yemeği bile yendi ondan sonra Oğulcan Kırca çekecekti Levent Kırca’nın oğlu fakat bir sponsor problemi yüzünden kaldı. Eğer onu başarabilseydi Oğulcan, kafasındakileri de

52

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj


bana anlatmıştı, güzel bir şey olacaktı. Ama SÖ: Yazarlık bir sektör haline mi geliyor kitapta mesela çok pahalıya çıkacak savaş sizce? Yetenek iken iş ticareti mi dökülüyor? Ne sahneleri var Osmanlı’da geçen, eli kolu düşünüyorsunuz bu konuda? bağlayan bir sürü şey oldu. Düşük bütçeyle de HA: Çoktan geldi. Çünkü artık çekilebilecek bir iş değildi. Bir ara önemli bir yayınevleri sosyal medya fenomenlerine kitap belgesel kanalı struma ile ilgilendi benle temasa yazdırıyorlar. Neden çünkü satış garantisi var. geçtiler yarı belgesel yarı kurgusal bir belgesel Belki kitapların niteliği sürünüyor. için o da kaldı. Yani bu konuda hani bilmiyorum SÖ: Buna ünlüler de dahil. Ünlüler isterdim ama olmuyor bir bahtsızlık var tarafından yazılan bu kitapları da sosyal herhalde bende. medyada “çok güzel deyip” onları pazarlayıp SÖ: Oyun demişken sizi hayatınızda çok ön plana çıkaran çok fazla kişi var. etkileyen bir tiyatro oyunu oldu mu? Türkiye HA: Ya bizim Türkiye de karıştırdığımız de tiyatro hakkında ne düşünüyorsunuz? bir şey var aslında o edebiyat değil o başka bir HA: Beni çok etkileyen bir oyun şey. Dünyada böyle ayrıştırma var şimdi mesela olmuştu. Ankara’da izlemiştim “sıkı yönetim” dünyada bestseller dediğimizde gerçek diye bir oyun vardı çok etkilemişti beni birde edebiyat konuşulmuyor orda böyle para “Hayvan Çiftliği”ni o dönemde izlemiştim. kazanmak için yapılmış işlerden bahsediliyor. Tiyatro iyi bir şey. Şu son dönemde çok sevdiğim Edebiyat ayrı bir fiction kategori olarak şeyler oluyor. Zira ben değerlendiriliyor. Türkiye de Erbulak evinde de ders o kadar iç içe geçti ki her şey verdiğim için çok önemli hani çok satanlar listesine tiyatrocularla orda içli dışlı dini bir kitap da giriyor “Bestseller ile longseller’ı oluyorum zaten Türkiye’nin mesela ateist aforizmalarının yaşayan en önemli tiyatro olduğu bir kitap da giriyor, ayrıştırmak lazım. Uzun yazarı da benimle birlikte diğer yandan atıyorum Milan satar olmak bir kitabın iyi orda ders veriyor. Özen Kundera da giriyor, Orhan olduğunun göstergesidir. Yula, hem yazar hem Pamuk da giriyor. Şimdi bu yönetmen. İşte Ayşe Erbulak listeleri bir kere ayırmamız Çok satar olmak değil.” var arada bir Haldun lazım. Okurun kafası Dormen’i görüyoruz. Ders buradan karışık. Bir kitap veren çok kıymetli hocalar kendi alanında çok satıyor var orda. Orda ben yaratıcı olabilir ama o edebiyat yazarlık dersi verirken üst kurgusal metin ile katta da tiyatro provası yapılıyor. Edebiyatla karşılaştırılması demek değil çok yanlış bir şey. tiyatro orda o kadar iç içeki ki artık benim için O kitap zaten çok satar. Şimdi çok satar edebiyatla tiyatro çok benzer şeyler haline geldi romanlara bir bakalım, ayrı değerlendirelim ve hakikaten iyi tiyatronun ben çok önemli bir onu. Bugün D&R’ın “en çok satan” dediği 10 şey olduğunu düşünüyorum. Bana sorarsanız kitaptan 8’i roman değil zaten ya da öykü kitabı yeryüzündeki ilk sanat tiyatro zaten. Çünkü değil. Önce bunu ayrıştırmamız lazım. Yani adam baktı ki çok iyi bir avcı öteki onu taklit edebiyat, fiction kurgusal edebiyat çok farklı bir etmeye başladı hani tiyatro bir nevi taklit şey. Böylelikle ne yapmış oluyorsunuz, aslında sanatıdır ve öyle başladı aslında baktığımızda Türkiye’ de kurgusal metin ile kurgusal olmayan onun için sanatların atası diyebiliriz tiyatro için. metni maddi olarak kıyaslamış oluyorsunuz. Son dönemde beni en çok sevindiren şey böyle Böylelikle ne oluyor insanlar diyor ki ben roman pıtrak gibi özel tiyatrolar açılıyor her yerde evet yazmayayım yaa böyle bir zırva yazayım diyor. İş bazıları nitelik açısından tartışılabilir ama genel başka noktaya gidiyor. Bir de bestseller ile olarak acayip acayip oyunlar oynanıyor longseller’ı ayrıştırmak lazım. Yani uzun satar buralarda çok ilginç şeylere denk geliyorum ve olmak bir kitabın iyi olduğunun göstergesidir. çok şaşırtıcı şeyler çıkıyor. O açıdan ben Bestseller’da bir kitaba bakıyorsunuz herkes tiyatronun devlet güdümünden yavaş yavaş hücum ediyor bir sene satıyor ikinci sene kitabı çıkıp böyle bağımsız hale gelip daha protest rafta göremiyorsunuz çünkü tüketiliyor ve niteliğe daha özgün niteliğe kavuşuyor olmasını bitiyor. Hani o uzun süreli her okurun talep da sevindirici buluyorum aslında. göstereceği bir şey değil o dönemlik bir şey. İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj

53


SÖ: Bugün gençlik romanların da kullanılan yazım üslup dilinin altında farklı bir strateji mi var hocam? HA: Evet var. Ben argo meselesinde o kadar katı değilim. Ben hani edebiyatın içinde olması gerektiğini düşünüyorum. SÖ: O sokak edebiyatı dediğimiz tür mü? HA: Sokak edebiyatı, yeraltı edebiyatı … Aslında yer altı edebiyatı ile sokak edebiyatı denilen şeyi ayrıştırmak lazım. Yeraltı edebiyatı çok nitelikli bir edebiyattır. Philip Dijeyanların olduğu Jack Keatların olduğu Britiganların olduğu daha sayabileceğim çok kaliteli isimlerin olduğu bir kitleden bahsediyoruz. Sokak edebiyatı dediğimiz şey biraz daha hani bugünün popüler dergi yazılarında da rastladığımız o ana dair çabuk tüketilebilir metinler. Yani satıyor. Şimdi bunu iki açıdan değerlendirmek lazım. Bir kere gençler o argoları biliyorlar. Okuyup öğrenmiyorlar ki hayatlarında zaten var o. Diğer açıdan bu gençler bir şey okuyorlar. Okuma uğraşı içinde olmak iyi okur olmanın ilk adımı zaten. Şimdi eğer okuma uğraşı içinde değilse kötü bir şey okumuyor da olsa hiçbir zaman iyi bir okur olmayacak o. Durup dururken hiç kimse Kafka okumaya başlamaz. Yani önce adım adım gelirsin. Yani gençlerin öyle şeyler ile okumaya girmesi çok önemli. Çünkü bir genci siz bizim eğitim sitemimizde olduğu gibi okumaya direkt Balzaclarla, Dostoyevskilerle, Tolstoylarla sokarsanız, genç özellikle günümüzün getirdiği yaşam koşulları nedeniyle edebiyata çok fazla ilgi duymayabilir. Daha çağdaş olanla aslında başlamalı ve nitelikli okur ola ola ola ola o noktaya gelmeleri daha doğru bir şey olacaktır. SÖ: Kitabı yazmak ve okumak kısmında üreten ve tüketen olarak değerlendirsek iyi tüketici olmak üretici olabileceğiniz anlamına da gelir mi? Yani ben çok okudum artık yazabilirim de gibi bir hissiyat oluşabilir mi? HA: Oluşur tabi. SÖ: Bu doğru bir şey mi sizce? HA: Doğru tabi bence çok iyi bir şey yazabilen, içinden gelen herkes bir denemeli zaten bunu. Çünkü yazmak insanın yapması gereken psikanalitik bir durum zaten. Freud zaten “Psikoloji biliminden önce edebiyat vardı.” Demiştir. Yani edebiyat o işi görüyordu. Dolayısıyla kişinin kendisini tanıması, kendisini başkalarına dahi iyi anlatması, başkalarının kendilerini tanımasına olanak sağlaması yazı

yolu ile çok mümkün. O nedenle hani ben atölyelerimde de görüyorum hiç yazma iddiasında olmayan birçok okuma grubuna gelen kişinin daha sonra yazıya yöneldiğini ve gerçekten dergilerde orda burada yazılarının yayınlandığını görüyorum. Çünkü yazmak geliştirilebilir bir durum yani, bu da benim kişisel görüşüm ama yazmanın yetenek işi olduğuna katılıyorum evet ama geliştirilebilir bir yetenektir bu. Hiç yeteneği olmayan birisi orta seviyede yazılar yazabilecek bir duruma gelebilir çünkü bir sürü anlatım tekniği var bir sürü olanak var yazarken. O nedenle, bir kere iyi bir yazar olmanın olmazsa olmaz koşulu iyi bir okur olmaktır. Yani bir kişi okumadan hiçbir şey yazamaz, yazmamalı da zaten. SÖ: Peki bu yetenek ifadesini aslında şiir yazma kısmında da kullanabilir miyiz? Şiir de sonradan geliştirilebilir bir şey midir? HA: Benim o konu hakkında konuşmam çok doğru olmaz, çok başka bir alan. Şiir atölyesi falan ne bileyim çok zor bir şey gibi geliyor bana. Çünkü şiir çok kişisel bir alan ve daha nektar bir iş. Şimdi öykü ve romanla bir tutarak bakarsak, roman maçı sayı ile kazanır, öykü nakavt ile kazanır, şiirin öldürmesi lazım. SÖ: Son olarak başınızdan geçen bir anekdotu, Nasıl olursa fark etmez, edebiyat olur, Küçükken yaşadığınız bir şey olur, ilk okudunuz roman ile ilgili olabilir, anlatabilir misniz? HA: Şu benim için çok kıymetli bir şeydi: Ben kendi kendime karalarken matbaası olan bir arkadaşım, Boğaçhan, üniversitede “ya dedi ben az çok biliyorum bu aletleri kullanmayı gel biz bunu basalım” dedi. Biz de bastık gizli gizli. Sonra o kitabı elden sattık okulda Hacettepe Üniversitesi’nde. Bir gün çeviri sınavımız var, İngiliz Dil Biliminde okudum ben, çeviri sınavında hoca bir kağıt dağıttı bu metni İngilizceye çevirin diye. Tanıdık geliyor cümleler bir yerden. Bir baktım bizim o bastığımız, benim kitabımdan bir paragraf almış hoca çok beğenmiş sınavda bütün öğrencilere onu çevirtiyor. Çok şaşırmıştım, çok hoşuma gitmişti.

54

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Röportaj


Hikâye

Sarı Gelin Önder ÖZTÜRK

Gördüğü rüyanın teriyle sıkışmış ense damarlarını gevşetti. Kanamalı bir hasta gibi inleyen saatini susturdu. Dışarı çıkması gerektiğini söyledi kalbini ovalayarak. Sütü bozuk bir pazar günü daha gömülecekti gömleğine.

dumanı akşama kadar onunla birlikte bir o yana bir bu yana sallana sallana gezerdi. Yorulmasında, sırrını açığa çıkarmak istemeyen bir evliya huzuru vardı. Derler ya tatmayan bilmez diye. Tadanlar da unutamaz, acı acı bakan gökyüzünde yıllarca demlenmiş bilmeceyi.

Köhnebaharın ortasında, yolun köşe taşının sırtını dayadığı işletmede yaptığı şaklabanlıkları hatırladı. Kahkahalarla ağladı.

Gece olurdu. Gece sanki onun için olurdu. Balkondan yatağına geçmeden önce Müzeyyen Senar dinlerdi. En azından öyle derdi. Parçanın da aynı parça olduğunu söylerdi: ‘‘Şarkılar Seni Söyler.’’

Attığı her adımı takip ederken ne işler karıştırdığını öğrenmek arzum, gittikçe, içine atıldığı toprağın tohumu sarmasından, ağacın köklerinin toprağı sarması hâline dönüşüyordu. Onun işleri ne sahilin yukarısındaki çiçekçide ne çiçekçinin yanındaki çay ocağında ne de az ilerideki camideydi. Onun işleri hep aynı yerdeydi. Kendinde. Çiçekçiye giderdi, doğru. Her gidişinde aynı çiçekleri aynı sırayla aynı şekilde okşar, fiyatlarını sorar, alacakmış gibi yapıp almadan dönerdi. Yandaki çay ocağına oturur, her pazar aynı sayıda çay içer, yanından eksik etmediği kitabın kapağını açar, devam edecekmiş gibi yapıp kapağı kapatır kalkardı. Hiç para üstü almaz bazen bahşiş bırakırdı. Para üstü, bahşiş sayılmazdı. Bazen dediğim, üç gelişinin birinde. Planlı deli derdim ona. İçimden. Caminin kapısına yaklaşır, içlenir, türküsüne eşlik etmesi için bir sigara yakardı. O sigaranın

- Şarkılar kimi söyler Tekin Ağabey? - Sevda’yı. Sevda’nın onda bir kadın adı mı, bir kadına duyulan hayranlığın adlandırması mı olduğunu, dostlarına göre daha yakın -üst ranzasında yatıyordum yıllardır- arkadaşı olan ben bile tanımlayamamıştım. Tekin Ağabey’de âşikâr olan bir his belirtisi varsa da kesinlikle aşk değildi. Aşk, kesinlikle değildi diyemeyecek kadar yakından tanıyabilmiştim onu. Belki âşikâr değildi, belki hasretti. Zannımca hasret. Yüklü bir hikâyesi kesinlikle vardı. Yanılma payım yüksek olan bir hikâyesi. Akşamları balkona çıkıp yetiştirdiği kılıç çiçeğini bilerken onu incitmekten çekinmekle onunla birini incitmekten kaçınmamak avlusunda volta atardı. Beş yılın sonunda dayanamayıp sordum.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

55


Ona bu soruyu sormak cesaretini kendimde bulmam için beş yıl beklemem gerekiyormuş. Demek ki soracağım soruya net bir cevap alabileceğim güvenine ancak erebilmiştim:

- Senin gibi Polyannacıların merhametine son vermek için. - Niye? - Bu gece bu kadar sorgu yeter, hadi uyu...

- Neden sadece kılıç çiçeği besliyorsun Tekin Ağabey? Bir menekşe neden değil ya da bir akasya?

Tekin Ağabey’e olan saygımın ve sevgimin yanına kızgınlık ve kırgınlık eklenmişti. Duvara dayadığım yastığıma yaslanıp az önceki konuşmamızı mırıldanarak tekrar edişime ağabeyimin horlaması eşlik etmeye başladı.

Offf. Bir soru soracaktım kaç oldu! Tekin Ağabey merakıma şaşırmamış her şeyin bir cevabı olduğu fikrinin bıyıklarının ucunda gezdiği o meşhur gülümsemesiyle, iki elini iki omzuma koymuştu.

Yere bir şeyin düştüğünü duydum. Tekin Ağabey’in horlamasının duraksamadığından emin olduktan sonra eğildim. Yerdekini aldım. Ağabeyimin yanından ayırmadığı kitap. Onu uyandırmadan aşağı ineceğim diye göbeğim çatlamıştı ama kitap artık elimdeydi. Hazinesine kavuşmuş bir avcı muzafferliği vardı süratle inip kalkan göğsümde. Daha çok heyecan. Yavaş adımlarla tuvalete gittim. Ellerim titreye titreye kitabın kapağını açtım. O da ne! Boş. Sayfaları çevirdim. Boş. Çevirdim. Boş. Yok, hiçbir şey yok. Boş sayfalarla dolu bir kitap. Defter. Neyse ne!

- Seni severim Özkan. - Bilirim ağabey. - Bilemezsin. Zannedersin, hissedersin ama bilemezsin. Sinirlenmeye başlamıştım. Yine lafı dolandırıp aradığım cevabı vermeyecekti. Hoş, ne derse kabullenecek, kendisine dair öğrendiğim o büyük ve yeni bilgiyle hikâyesini tekrar kurmaya çalışacaktım.

Tekin Ağabeyimin benimle dalga geçtiğini düşündüm. Uyanma ihtimalini umursamadan hızlıca girdim odaya. Hâlâ, ayakları yorgandan taşmış bir şekilde horluyordu. Kitabı düştüğü ya da düşürüldüğü yere koydum. Yatağıma yatıp uyumayı, sabah sakin kafayla olanları tahlil etmeyi planlıyordum. Uyandığımda kitap, ağabeyimin ellerinde; ağabeyimin elleri kitabın yapraklarında, gazeteye sarılmış şarap şişesi gibi saklanıyorlardı birbirlerine. ‘‘Ağabey’’ diyebildim.

- Seni severim Tekin Ağabey ve sen bunu bilirsin. Seni ağabeyini tanımak isteyen bir kardeş gibi severim. Seni ağabeyine yardımcı olmak isteyen bir kardeş gibi severim. - Özkan! - Efendim ağabey? - İnsan niye yaşar? - Sen söyle ağabey niye? - Cevap ver ağabeyine. Sen niye yaşıyorsun, yani seni yaşama bağlayan şey ne?

- Gel Özkan’ım, otur.

- Kendime bir söz vermiştim ağabey. Merhametim diri diri yakılmadan bu dünyadan göçeceğim. Duvarıma da yazdım, gece yatmadan önce sabah kalktıktan sonra hatırlayayım diye. Bu sözümü tutmak için, biraz olsun insanlığa bir faydam olur belki diye yaşıyorum.

- Buyur ağabey. - Seni severim Özkan. - Bilemem ki ağabey... - Yok yok, bu kez bilirsin. - Anlatacak mısın ağabey? - Boş sayfaları mı?

- Peki benim merhamete ihtiyacım var mı?

- Ağabey, şey...

- Sen ne için yaşıyorsun Tekin Ağabey?

- Biliyorum, biliyorum.

- Peki benim merhamete ihtiyacım var mı Özkan!?

-… - Senin bir darbukacı kız vardı, ne oldu?

- Sen ne için yaşıyorsun Tekin Ağabeeeyy!?

- Darbuka değil ağabey def çalıyor!

56

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye


-Tamam işte ne oldu? En son sallanıyordunuz.

- Sevdadandır ağabey. İdare et.

- Ben yine atladım ağabey o hâlâ sallanıyor.

- Bu sevda ne sevdadır.

- Hahaha… Güzelmiş… de ‘‘yine’’ derken? Salıncak mı aslanım aşk durmadan atlıyorsun?

- Onu mene vermezler.

- O iş öyle değil işte ağabey.

Neynim aman aman, neynim aman aman, sarı gelin…

- Nasılmış Özkan Ağabey?!

Diyorlar ve jenerikte türkü çalıyor.

- Bir gün onunla parka gitmişiz. Küçüğüz o zamanlar. Beşe gidiyoruz. Sallanıyoruz. Yarışıyoruz kim daha yükseğe çıkacak diye, hızlandıkça hızlanıyor. Ben de hızlanıyormuş gibi yapıyorum. Ama serde erkeklik var, hiç korkar mıyım? Dudaklarımı ısırıyorum bağırmamak için. Sonra düştü birden. Yardı sağ kaşını. Ağlamamak için dudaklarını ısırıyor. Nereden mi biliyorum? Ben her şeyi ondan öğrendim ağabey.

- Bunları sen mi yazdın?

- Eee, sonra ne oldu?

- Sevda’nın kısa film projesi olmasa hiç bulaşmazdık yalan dolana. Zaten salıncaktan atlayan çocuğa kendi adını koymuşsun. Benim adımı niye birine koymamışsın Özkan?

- Hayır ya, şair olduğunu söyleyen kuzenimden aldım. Ona ne dedim biliyor musun? ‘‘Hikâye dünya ise şiir çekirdektir’’ dedim. Başımı sola doğru hafif eğdim, sağ elimin parmaklarıyla gösterdim. Parmaklarımı açtım, dünya oldu; elimi yumruk yaptım, çekirdek. Ama göreceksin nasıl oynuyorum. Sen de Ayhan Işık, ben diyeyim Sadri Alışık. Yedi zokayı bizimki.

-Komşu Zehra Yenge’nin Serhat geldi sonra bağıra bağıra. ‘‘Annen geliyor Özkan’’ der demez atladım ben de. Bir ufak cam öptü dudaklarımı. - Şiir gibi oldu lan! ‘‘Bir ufak cam öptü dudaklarımı…’’. Devamını da ben getireyim. Bir ufak cam öptüydü dudaklarımı/ Dudaklarımda bir tüydü camdaki ruhun.

- Sen Tekin’sin işte orada, gizemli adam. - Ne gizeminden bahsediyorsun? Zırdelinin teki Tekin. - Öfff… Sana da iyilik yaramıyor. Çok biliyordun kendin yazaydın.

- ‘‘Öptüydü’’ değil ağabey ‘‘öptü’’. - Sen benim şiirime niye karışıyorsun?

- Yazarım, ne var bunda. Geçen gece ne oldu biliyor musun? Şiir yazıyordum rüyâmda. Dinle bak nasıl:

- Neyse, düştüğümde tam yanındaydım. Annem geldi. - Ne yapıyorsunuz siz? Kavga mı ediyorsunuz? Özkan, sana kaç kere dedim kızlara el kalkmaz.

‘‘Bu muhabbet beni çöle Saldı senden susuz kaldım Her an geleceksin diye

‘‘Hayır anne ne kavgası’’ demeye kalmadan annem onun kaşını benimse elimi görmüştü. ‘‘Salıncaktan mı düştünüz’’ dedi. ‘‘Hayır anne, o düştü, ben atladım’’, dedim. Şimdi ben yine atladım ama o sallanıyor. Belki de hiç atlamayacak.

Yıllar var uykusuz kaldım’’ - Sevda’yı da değiştirmedim, ona bir şey demeyecek misin? - Bu sevda ne sevdadır. - Seni mene vermezler. Neymin aman aman, neynim aman aman, sarı gelin.

-…

Diyorlar ve jenerikte türkü çalıyor.

- Bitti ağabey, bu kadar.

- Benim adım nerede Özkan?

- Özkan, salıncaktan düştün, camla öpüştün, başka bir şey anlamadım be gülüm?

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Hikaye

57


Bir Dem Bir Ben Bir var bir yok

Aşka düştüm sahiden, Maniden

Birden birçok gün yok

Yüzdüm geçtim sahilden birden

Besteledim İçten içe yedik aynı pirinçten Destelerimi aheste aheste yazdım

En güzel şiir yazılmalı en içten

Derine daldım kendi kendime kaldım İçimden geçenler bensiz bir hiç İlham geldi azdı yazdım muttasıl

Niçin diye sorarlar bana niçin

Söz uçtu ummana şiirle velhasıl Bir külün narı Bestelerim kafeste saklı kuş

Bir gülün ar'ı

Uçamıyor gözler ama dokunuş Şiir benim hayatım,Mmuradım Bir gün bir can

Şiirbazın satırları son sürat

Bir an gelir canan Akacak dalacak pınar olacak Sayıkladım ayılamadım uykudan

Koşacak dolacak aşk olacak

Şiire bulaştım küçükken korkudan Kucak kucak söz savrulacak 2005’ten beri yazarım çalakalem

Bucak bucak dillere yayılacak

2018’de şiir akar yine mürekkepten Bir gün gelecek Kime ne anlatsam bilmem suç

Bir gün kalacak...

Ama bazen anlatamamak pek güç

Birden bir dem

Süleyman ERKUT

Bir ben bir sen

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

58


KEREM ET EY SULTÂNIM Sırdem KEMİKSİZ 15. yüzyıla damgasını vurmuş bir isim Ahmed Paşa. Zekâsı ve karakteriyle zirveyi, bir dedikoduyla sürgünü görmüş usta şair ve devlet adamı. Peki neydi ona “kerem” dileten, kasideler yazdıran? Saraya “akıl olmak” yahut “yakın olmak” nasıl bir bedel isterdi? Sultan II. Murad’ın kazaskerlerinden Veliyüddin Efendi’nin oğlu olup dedesinin ismi İlyas’tır. Tahsilini bitirdikten sonra müderris olarak Bursa’ya atanmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in tahta geçmesinden sonra, önce kazasker sonra da ona musahip ve hoca olur. Kısa zamanda vezirlik rütbesine ulaşır. İstanbul’un fethi sırasında padişahın Ahmet Paşa’yı gerek askerin maneviyatını yükseltmesi, gerekse her konuda kılı kırk yaran bir kişiliği olması sebebiyle hemen hiç yanından ayırmadığı görülür. Kendisine bu devrede “Sipahi Müftüsü” dendiği bilinmektedir. Padişaha olan yakınlığı kimi hasımlarını celp etmiş olmalıdır ki bir zaman sonra bazı dedikodular üzerine onun gazabına uğraı ve tutuklanarak sarayın kapıcılar odasına hapsedilir. Âşık Çelebi’nin ifadesine göre Ahmet Paşa Padişah’ın hususi haremine ait olan hizmetlilerinden birine âşık olmuştur.Durumu fark eden padişah da bu hâli imtihan etmek istemiş ve ipeğe misk sarıp gizler gibi güzelin zülfünü külâh içinde saklamıştır. Güzel, her zamanki gibi hizmette iken Ahmed Paşa’nın gözü ona düşmüş, saçını görmeyince orada şu beyti söylemiştir: “Zülfün gidermiş ol sanem kâfirliğin komaz henüz Kesmiş veli zünnârını dahi müselmân olmamış’’ (O putu andıran sevgili zülfünü saklamış ama kâfirliğini elden bırakmamış; her ne kadar belindeki Hristiyanlık alameti olan kuşağı çıkarmışsa da henüz Müslüman olmamış.)

Sultan Mehmed durumu anlayıp şüphesini giderince önce Ahmed Paşa’yı idam ettirmek istemiştir. Latifî’ye göre ise Ahmet Paşa Yedikule Zindanları’na hapsedilmiştir. Kısa bir zaman sonra paşa Padişah’a yazmış olduğu “Kerem Kasidesi”ni ona göndererek kendini affettirdiyse de bir daha asla saraya giremez. Ancak söz konusu kaside inelendiğinde şairin asla ölüm tehlikesini atlatmak gibi bir ruh hali içinde olmadığı, suçunu itiraf ederek bağışlanmak istediği anlaşılmaktadır. Ali Nihad Tarlan (1992: 12), Ahmed Paşa Divanı adlı eserinin önsözünde şair hakkında yapılan ahlakî dedikoduyu gerçekçi bulmaz. Ahmed Paşa’nın kişisel bir nedenden dolayı ölüm cezasıyla hapsedilemeyeceğini, bahsedilen tezkire yazarların kasideyi gerektiği kadar incelemediğini ve Ahmed Paşa’nın mahiyetini bilmediğimiz bir sebeple padişahın gözünden düştüğünü söyler. Yukarıda sözü edilen kaside Osmanlı’nın zihniyeti ve otorite anlayışı bakımından incelendiğinde Ahmet Paşa’nın gözünden Fatih Sultan Mehmed; saray ve padişahlık kavramları açısından onun gözünde irdelenmiş, ondan af dilenmiştir: Açılır hulku nesîmiyle gül-i gülşen-i cûd Bezenür lûtfu zülâliyle gülistân-ı kerem

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

59


“Cömertliğin gül bahçesinin gülü onun yaratılışının latif esen rüzgârıyla açılır. Cömertliğin gül bahçesi lütfunun tatlı suyuyla dolar.” İdeal hükümdarın mizacı latif esen bir rüzgâr gibidir. Dolayısıyla hükümdar, bol bol bağışlarda bulunan yumuşak huylu bir padişahtır. Önceki halkalarda hükümdarın sahip olduğu bağışlayıcı vasfı dile getirir.

cömertliğin yakasının açıldığını, dolayısıyla hükümdarın kişiliğinde bulunan cömertlik aracılığıyla bereketin dünyaya dağıldığını düşünür veya öyle olmasını arzu eder.

Bahr-ı Ahzar nedürür kulzüm-i cûdında habâb Katre-i feyzi nedür ebr-i dür-efşân-ı kerem “Hint okyanusu da nedir, senin cömertlik denizinde ancak bir kabarcıktır. Cömertliğin inci saçan bulutundaki damlanın bereketi nedir?” Hükümdarının keremiyle ilgili tabiattan karşılaştırmalar yaparak mübalağalı bir biçimde üstünlüğünü ortaya koymaya çalışır. Bu noktada hükümdarın sahip olduğu kerem, Hint okyanusundan da büyüktür. “ Ebr ve dür” kelimeleri hükümdarın cömertliğinin timsali olarak ele alınır. Klâsik Türk şiirindeki incinin oluşumu ile ilgili inanış hatırlatılmıştır. Bu inanışa göre, nisan yağmurlarının bereketiyle sedefin içine düşen yağmur damlaları inciyi oluşturmaktadır (Tolasa 1973: 457). Hükümdarın kullarına gösterdiği cömertlik, lütuf ve ihsan inciyi oluşturan nisan yağmurları aracılığıyla somutlaştırılmıştır. Böylece nisan yağmurunun inciye dönüşen damlalarıyla cisimlenen cömertlik maddi bir ölçü olarak sunulan Hint okyanusunun suyu ile karşılaştırılarak hükümdarın cömertliği görünür hâle getirilmiştir. Saltanat hıl’atini kaddüne hayyât-ı felek Râst biçmese açılmazdı girîbân-ı kerem “Felek terzisi, saltanat kaftanını senin boyuna göre ölçmeseydi cömertliğin yakası açılmazdı.” Hükümdar, Tanrı tarafından seçilmiştir. Felek, halkada kaderi temsil eder ve kişileştirilerek Tanrının emri doğrultusunda hükümdara saltanat kaftanını diker. Bu aslında mecazi olarak kullanılan “biçilmiş kaftan” ifadesidir ve bugün de kullanılan bu ifade bahsedilen işin insana uygun olduğunu gösterir. Zaten bu makama en uygun kişi de cömert olarak tanımlanan Fatih Sultan Mehmed’dir. Şair, kutsal olan ve saltanatı temsil eden kaftanı giyen ideal kişinin hükümdar olduğunda

Bu anlamda her beyitte Kerem redifinin kavram alanlarında bulunan kelimeler farklı hayallerle yoğrularak sunulur. Böylece metinden ideal hükümdarın en önemli özelliği olan cömertliğiyle ilgili şu ifadelere ulaşılır: •Cömertlik bağını kerem yağmuruyla dolduran hükümdarın lütfunun bir damlası uçsuz bucaksız kerem ummanıdır. •Hükümdar, yüceliği göklere benzeyen lütuf devri padişahıdır. •Hükümdar, krallara taç bağışlayan, tahtın ve mührün süsü olan lütuf padişahıdır. •Lütfun parlak ayı hükümdarın göğe benzeyen eşiğinde değersiz bir yıldızdır. •Hükümdarın ayağının en değersiz tozu hayat iksirinin cevheridir. •Eşiğinin tozu da cömert kişilerin gözlerine sürmedir. •Cömertliğin gül bahçesindeki gülü hükümdarın yaratılışının latif rüzgârıyla açılır ve gül bahçesini lütfunun tatlı suyuyla doldurur. •Hint okyanusu hükümdarın cömertlik denizinde ancak kabarcıktır. Hükümdar, cömertliğin inci saçan bulutundaki damlanın bereketinin kaynağıdır. •Hükümdar cömertliğin delilidir. Hükümdarın ihsanları benzersiz olduğundan düşmanlar tartışmayı keser. •Hükümdarın avucundan bir anda saçılan hazinenin onda birini cömertlik terazisi kıyamete kadar ölçemez. •Melek huylu hükümdarın lütfu, bağışlanma cennetinin cömertlik ırmağını akıtır. •Hükümdarın cömert şahsındaki kerametler sayesinde ayağının bastığı yer cömertliğin ölümsüzlük suyu olur.

Metnin genelinde bu ideal insan, kasidenin redifi olan Kerem kelimesi ve keremin kavram alanlarında bulunan ihsan, cömertlik, lütuf anlamları içinde çizilir.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | İnceleme

60


Bursa’yı Anlat bana yeşili anlat

çınar ve taştaki medeniyeti

dört mevsim taflan yeşili

peşkir peşkir rahatlığı

dimdirek selvi boylu

zeki müren kibarlığında

göğe açılan aralıktan

yıldırım gürses naifliğince

güneşi

bütün şarkılarda anlatılan

şadırvan önü satıcıları

gezici kızlarının edası önünde

bilmem kaç kapılı camilerini

kadife giyinmiş bir Arnavut sesince

yokuş yokuş cumbalı evleri

gün anlat, gür anlat, gül anlat

betonlara sırtın dönük

o da olmadı Uludağ yolundan

revakları hanımelleri

özgürlüğe kıvrım kıvrım seyre duranları

ince belli çay muhabbetlerini kibar eldivenli dantelli leylaklı

bana yeşili anlat

Doburca’yı uzaktan süzen

dört mevsim taflan yeşili

bana aşıkları anlat

dimdirek selvi boylu göğe açılan aralıktan

vakti sefa yaşarken şehir

güneşi

yalnızlıkta koca bir çavlan göçmen kuşlara sor

sahi nerede kaldı meşkimiz

kaç ihtiyar minare

ve dahi aşkımız

boyunca geçtiklerini

İlkay COŞKUN Misafir yazar

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

61


Dostlar Geçmiş ve gelecek yokluğunun Ortasında duran an, bir perde Arkası dopdolu, önü bomboş; Hani eski dostlar, şimdi nerede? Hepsi geçmişim ile beraber O, sessiz ve unutulmuş yerde. Ücra bir köşesinde kalbimin Yapyalnız saldılar beni derde. Unutulmak; işte bu hakikat, Bir gün uğrayacak her ferde. Mehmet AKIN Misafir yazar

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

62


arkapak IŞIK SELİN ORHUNTAŞ

Çevirdim Dilim Yandı – Tozan Alkan / Mühür Yayınları Çevirmen, müzisyen ve öğretim görevlisi Tozan Alkan’dan kültüre, dile, çeviriye, sözcüklere dair bir kitap. Alkan’ın Varlık dergisinde yayınladığı denemelerinin derlenmiş hali ‘Çevirdim Dilim Yandı’. Tomris Uyar’dan Oscar Wilde’e hatta Mustafa Kemal’e kadar çevirinin isimli-isimsiz kahramanlarını bulmak mümkün. Yazarların çeviriye dair görüşlerinin yanında çevirinin Türk Edebiyatı’ndaki macerasına da şahit oluyoruz. “Türkiye’de Çıkan Çeviri Dergileri” başlıklı denemesinde kronolojik sıraya tersten başlayıp 2011 – 1950 yılları arasında çıkan dergileri sıralıyor. Bir başka ilginç deneme ise “Yasaklı Çeviri Kitaplar”. Abdülhamit Dönemi’nde başlayan sansürün ilerleyen yıllarda neleri yasakladığını hangi kitapları görünmez kıldığını sıralıyor.

Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler – Ahmet Cemal / Can Yayınları Dosya konusunda çevirmen olarak adından söz ettiğim Ahmet Cemal’i deneme yazarı olarak tanıma kitabı. Her gün bizi meşgul eden konuları akıcı dili ve anlatımıyla işliyor. Kitap Yaşamdan Notlar, Okuma Notları ve Okuyan Gençliğe Mektuplar olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Her Ahmet Cemal kitabında olduğu gibi burada da kültür birikimden faydalanarak okura farklı pencereler açıyor. Haldun Taner’den Oscar Wilde’e uzanan yelpazede her okurun üzerinde tekrar tekrar düşünmek isteyeceği konular yer alıyor. Okuyan Gençliğe Mektuplar kitabın en ilginç bölümü. Her ne kadar darbe görmüş gençliğe yazılsa da mektuplar her kuşağın okuyup üzerine düşünmesi gerek. “Yıllar önce okunmuş bir kitaptan edinilmiş bir gücün, şimdinin hiç beklenmedik bir anında bizi zafere götürmesi- bu, her şeye karşın okumaktan vazgeçmeyenlerin sıkça yaşadıkları bir deneyimdir!”

Yarının Tarihi – Stefan Zweig / Can Yayınları Bir Ahmet Cemal çevirisi. Stefan Zweig’ın öykücülük kimliği dışında da kalemini ustaca kullanabildiğini görüyoruz. İçinde bulunan 2 deneme dışında, edebiyat ağırlıklı bir seçki diyebiliriz. Balzac, Proust, Tolstoy, Montaigne, Rimbaud, Verlaine gibi isimleri Zweig’in değerlendirmesiyle okuyoruz. Roma’dan başlayıp 2. Dünya Savaşı’na kadar gelen denemelerinde, savaşların ardından tarih yazımını da sorguluyor.

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Arka Kapak

63


arkapak AYŞE BENGİSU AKDAĞ

Türkçe Bilenin İşi Rast Gider – Cemal Süreya / YKY " #şiirsokakta" dan ibaret değildir Cemal Süreya... Üvercinka'yı yazan kalemi günlük de tutmuş, mektup da yazmış, çocuklar için "Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi"yi de neşretmiş, yetmemiş Exupery'den, Bauvoir'den, Gogol'den çeviriler yapmıştır Cemal Süreya... Bir çiçek dürbünüdür Cemal Süreya; baktıkça keşfedilen, gördükçe değişen, gelişen... Ve bir İran atasözüne atıf yapmıştır, "Türkçe bilenin işi rast gider" Cemal Süreya'yı şiirlerinden başka şiir üzerine yazdıklarından da okumanız önerilir.

Romancılar Konuşuyor – Mehmet Nuri Yardım / Çağrı Yyaınları Mehmet Nuri Yardım'ın "Romancılar Konuşuyor" adlı kitabı Türk Edebiyatı için çok önemli söyleşi kitaplarından biri. Kitabı yazarlarla ilgili akademik çakışmalara kaynak olmanın yanında keyifle okunabilecek bir eser. Modern Türk Romanı'nın filizlendiği Servet-i Fünûn döneminden bugüne romanımızın geçirdiği merhaleler, konuşmalar eşliğinde yer alıyor. Kitabın içinde Peyami Safa'dan Tanpınar'a, Samiha Ayverdi'den Cengiz Aytmatov'a, Sevinç Çokum'dan Selim İleri'ye pek çok değerli yazarla önemli söyleşiler bulunuyor. Romanlarını okuduğumuz yazarların hayata ve sanata dair görüşlerini kendi ağızlarından öğrenmek onları daha iyi tanımamızı eserlerini de daha iyi anlamamızı sağlıyor.

Geçmiş Zaman Edipleri – Abdülhak Şinasi Hisar / YKY Abdülhak Şinasi Hisar, ölümünden sonra yayınlanan bu kitabında adından anlaşılacağı üzere dönemin yazarlarıyla ilgili anılarını- düşüncelerini paylaşıyor. Nigar Hanım'dan Tevfik Fikret'e, Cenap Şahabettin'den Halit Ziya'ya bir sürü yaşanmışlık... Hepsinde de Hisar'ın eserlerinden âşinâsı olduğumuz kuvvetli, derinlikli bir bakış açısı mevcut. Ayrıca hiçbir sanatçıyı yüceltmeye, övmeye veya yermeye kalkmamış. Hayatı anlara sıkıştırmak yerine bütün almış. Satır aralarında yer yer buruk acılar da hissediyoruz.

64

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Arka Kapak


Sesin Yok

Çatışma

Hanımeli mevsimi Hayaldi

Caz gecesi

Uykulara sıçramış erguvan ellerinden

Bakışın gülümseyişin kokun

Tutup kaldırdım gözlerin dedim

Bahara aldanmış çiçek misali

Daha ne kadar derin

Açıyor yüreğimde yeniden

Son buldu grevi

Her mevsim

Acıkmış bebeklerin.

Sesin yok, Ellerimi bıraktığın ellerin yok.

Hakikatti

Yüreğime dokunan o çok bilmiş

Soğuk bir rüzgâr çekildi tenden

Kelimelerin bir bir uçtu penceremden

Mat yağmurlara işvesi yoldaş

Kalıp dinlenmek isterdim seninle şimdi

Dini ayrı gâvur olsa

Kalıp ellerini ellerimle sarmak isterdim.

Yâr olurdu

Ama sen de biliyorsun ki sevgilim

Olmadı.

Gitmeleri ben icat etmedim.

Önder ÖZTÜRK

Sevcan ÖZBEK

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

65


Aşk Bahçem II Bir gün yine yazıyorum

Sevmek ki er kişi işi niyeti amelde olan gizli sır

Sen oluyorsun şiir okuyorum

Bununla ortaya çıkar bütün saklı olan pervaz

Gün gidiyor ver bana ellerini Taşısın kalbin elinde yüreğimi

Raz olan ise bunu bilmemek açık olan özlü söz

Ellerin elimde ne var ellerinde

Gördü göz sevdi kalp eşsiz oldu geldi yaz yâr

Yüreğimin mihenk taşı elinde Can oluyor bana canan ellerin Bam telini titretiyor yüreğimin

Yar dedik olduk piştik hamdık açtık şiir kaldık

Alıyorum elime sazımı çalıyorum

Yazdık açtık doyduk olduk buyduk sonsuzluk

Akıyorum şiir diye yazımı yazıyorum

Sonsuz ruh olsun son yok ebedi cennetcemal

Yazımda sen varsın alnımda hatun Ey sevgili gül güzlü, yüzlü alp katun

Ve rabbe hamd u senalar ile şükür ve minnet var

Ben bir demsaz sen de bir söz ve göz Ben de sen var sen ki ben olduk mu biz Birlik ister dirlik aşk bahçemizde ikimiz

Elhamdülillah ilham ile intisab etti siir kalbe

Iki can da bir yürek ve anlatır kalemimiz

Yetişti kerem olan söz iktisab ile en derine Geçtik yerimize çünkü ötesi berisi gereksiz Çünkü sevgilim sen varken susmak gerekli

Kelam denilen sazın dinletisi şiirde gizli Ey ezeli ve ebedi ruhumun baki olan güneşi

Şiir konuşur seninle çünkü sesinde nağmeler

Sen benim bedende gizli ruhumun can eşi Ruhtan ibaret olan öz sade söz ve kalenderi

Susup dinlemek bize en güzel dinleti bu kalbe

Kalem benim sende gizliyim hazinem evim

Şimdi yazıyorum okurken seni ilmek ilmek dile

Aşk bahçem şiirde hicretim vuslatım gülüm Ey benim yarenim kalemim kelamım yazım

Ve gönle su serpiliyor en güzel şiir Seni Seviyorum...

Özüm sözüm gül yüzlüm can da can Medine’m

Süleyman ERKUT

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

66


SO

SYAL RUMLULUK

Sırdem KEMİKSİZ

BİR PATİLİLER HİKÂYESİ – 3Merhaba yüreği merhamet dolu, sevgili hayvansever dostlarım. Bu yazımda sizlere bir önceki sayıda bahsettiğim can sıkıcı olayların aslında ne kadar güzel şeylere sebep olduğundan bahsedeceğim. Hatırlarsanız sokak canlarına baktığımız için "canımız" komşularımız bizi şikayet etmeye çalışmış biz de 5199 sayılı yasalar gereği haklarımızı arayarak tüm resmi kuruluşlara başvurmuştuk. Bu olaydan sonra Beypazarı Kaymakamlığı ve belediyesi her daim arkamızda olduğunu belirttikten sonra biz de sevgili anneciğimle insanlara hayvan sevgisini nasıl aşılayacağımızın yollarını aradık.

ağlayabilirdi, inanın abartmıyorum. Kemikleri sayılan köpekler, yerlere kendini atanlar, açık yaraları olanlar...Üstelik çoğu da cins! Burada tek suçlu barınak çalışanları mı derseniz ben buna da katılmam. Çocuklarına, sevgililerine bir eşya gibi satın alınıp sonra oraya atılmış birer can bunlar. 80'den fazla köpek... Hastası sağlıklısı, uysalı hırçını bir arada. Köpeklerin dünyası kedilerden çok çok farklı üstelik. Liderleri var, kavgaları çok yaralayıcı. Onları bu hale getiren herkes ya da şu an bunları okuyup "Aa ben de barınağa kedi/köpek yollamıştım." diyen herkes lütfen bir daha düşünsün şimdi. Tam bir can pazarından bahsediyorum. Hem de sizin yersiz korkularınız ve rahatsızlıklarınız yüzünden. Alışalım arkadaşlar, onların da yerleri bizim gibi şehir merkezleri. Köylere, otobanlara, barınaklara atınca daha iyi olmuyor, bilin istedim.

Bir gün karşımızdaki kuaför salonunda ortaokuldan bir arkadaşıma rastladım. Laf lafı açar derler ya konu tabi ki hayvanlara gelecekti. Meğer o da annesiyle yıllardır sokak canları için mücadele ediyormuş. Dakikalarca kaç kedi köpek beslediğimizden, kaçını yuvalandırdığımızdan bahsettikten sonra konu barınaklara geldi ve arkadaşım barınağın gerçekten de çok iyi olmadığını söyledi.Önce inanmak istemedim çünkü bir sene önce ziyaret etmiştik ailecek ve gerçekten iyi durumdaydı. Barınağa gitmek için sözleştik ve ayrıldık. Daha önce Ankara'daki hayvansever büyüklerimizden bahsetmiştim. Onlarla irtibata geçtik ve gerçekten barınak denildiği gibiyse neler yapabileceğimizi tartıştık. Görüntü almalıydık. (Sevgili arkadaşlar şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Barınaklar ne kadar güzel tasarlanmış, büyük ve hijyenik olursa olsun asla çare değildir. Hiçbir suçu olmadığı halde yeşilliklerde koşması gereken bir canı parmaklıklar ardına yollamak hangi vicdana sığar! Lütfen onların orada daha mutlu olduğu düşüncesinden vaz geçelim!)

Tüm bu hezimetten ve arbededen sonra karşılıklı tehditler savurarak barınaktan çıkmak üzereydik ki arkasında en az 6-7 köpekle barınağa giren bir araç gördük. Köpekleri karga tulumba indiriyorlardı. Bir tanesi gözüme ilişti, bileği kan revan içindeydi ve tek bir deri tarafından tutuluyordu, sallanıyordu. Hayatımda hiç bu kadara açık bir yara görmemiştim. Ayağının nasıl bu hale geldiğini sorduğumuzda bu kara çocuğu getiren adam davar köpeklerinin ısırdığını söyledi. Yanımdaki arkadaşım sağlık görevlisi olduğu için müdahale etmeye çalıştı, beraber sarıp araçtan indirdik. O da barınağın tel örgütlerinin ardında boynu bükük yerini aldı.

Barınağa gideceğimiz gün geldi çattı. İnanın ben uzun zamandır böyle heyecanlanmamıştım. Yıllarca sosyal medyada hep barınak baskınlarını izlemiştim ve öyle bir görüntüyle karşılaşmaktan çok korkuyordum. Oraya girmemiz çok sakin ve güzel bir biçimde olmadı çünkü habersiz gelmiştik ve bu huzursuzluk yaratmıştı. Görüntü alırken tartışmalar büyüdü. Hijyen açısından hiç de normal değildi. Üstelik suları buz tutmuştu ve köpekcikler çeneleriyle buzu kırarak suya ulaşmaya çalışıyorlardı. "Ben hayvan sevmem!" diyen biri bile içi dışına çıkana kadar

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Sosyal Sorumluluk

67


O gĂźnden sonra uyumak nedir bilemedim. Bunu unutmam mĂźmkĂźn deÄ&#x;ildi. Annem ve o gĂźn bize eĹ&#x;lik eden arkadaĹ&#x;Äąmla birlikte kafa kafaya verdik. Onun annesi de bize dahil oldu ve hayvansever bir grup kurmaya karar verdik. Bundan sonra hem barÄąnaÄ&#x;a dĂźzenli beslemeye gidecek, kontrol edecek hem de o kara yavru için ne yapacaÄ&#x;ÄąmÄąza karar verecektik. Herkes bir tanÄądÄąÄ&#x;ÄąnÄą grubumuza ekleyince aslÄąnda hiç de fena bir sayÄą elde etmedik ve ilk beslememizde tam ßç araba hem bagajlarÄą hem arka koltuklarÄą dolu beslemeye gittik.

çocuÄ&#x;umuzun bir bacaÄ&#x;Äą malesef ampute edildi. KliniÄ&#x;in gĂśz bebeÄ&#x;i oldu KaraoÄ&#x;lan. Civardaki komĹ&#x;ular, çocuklar onu her gĂźn ziyaret etti. Ancak kßçßk beyimiz artÄąk orada kalmak istemiyor, koĹ&#x;up oynamak istiyordu. ÇaÄ&#x;rÄą Bey KaraoÄ&#x;lan'la ayrÄąlma vaktinin geldiÄ&#x;ini ancak bir sĂźre daha KaraoÄ&#x;lan'Äąn bizlerin gĂśzetiminde kalmasÄąnÄą, antibiyotiklerinin yapÄąlmasÄą gerektiÄ&#x;ini sĂśyledi. Bir sorun vardÄą. KaraoÄ&#x;lan nerede kalacaktÄą ?Ä°Ĺ&#x;te burasÄą bizim hala anlatÄąrken hem aÄ&#x;layÄąp hem gĂźldĂźÄ&#x;ĂźmĂźz yer. Grubumuzdan yine çok sevdiÄ&#x;im GĂźlçin Abla (evimizin tam karĹ&#x;ÄąsÄąnda avize dĂźkkanlarÄą var) eĹ&#x;ini ikna edip KaraoÄ&#x;lan'a dĂźkkanda hep birlikte bakabileceÄ&#x;imizi sĂśyledi. Bir avize dĂźkkanÄąndan bahsediyorum:) YaklaĹ&#x;Äąk 50 kilo bir kĂśpek, ben, annem, GĂźlçin Abla 3 gece (1 gece de çocukluk arkadaĹ&#x;Äąm canÄąm Yasemin eĹ&#x;lik etti) KaraoÄ&#x;lan'la koyun koyuna dĂźkkanÄąn deposunda yattÄąk. Yavrucak baĹ&#x;ÄąnÄą ayaklarÄąnÄąn ĂźstĂźne koymak istiyordu ancak birinin olmadÄąÄ&#x;ÄąnÄą fark edip iç çekerek tek bacaÄ&#x;Äąna kafasÄąnÄą yaslÄąyordu. O acÄąyla nasÄąl baĹ&#x;a çĹktÄą bilmiyorum ama içimden içim çekiliyordu.3 gece acÄą tatlÄą bĂśyle geçti ve az Ăśnce bahsettiÄ&#x;im Ă–mer AÄ&#x;abey gelip onu yeni yuvasÄąna gĂśtĂźrdĂź. GittiÄ&#x;i yer Ă–mer AÄ&#x;abey'in çalÄąĹ&#x;tÄąÄ&#x;Äą yerin tÄąr park alanÄą. TĂźm Ĺ&#x;ofĂśrlerin maskotu Ĺ&#x;imdi. Her gĂźn kendine en az 4 tost ÄąsmarlattÄąryor, 2 yumurta yiyor ve bunun karĹ&#x;ÄąlÄąÄ&#x;Äąnda tamamen içinden gelerek yabancÄą araçlarÄą garaja asla sokmuyor:) Bizim ilk vakamÄąz KaraoÄ&#x;lan oldu ve bir bacaÄ&#x;ÄąnÄą kaybetse de hem gurur kaynaÄ&#x;ÄąmÄąz hem gĂśz bebeÄ&#x;imiz oldu.

Tabi ki kimse bizi çiçeklerle karĹ&#x;ÄąlamamÄąĹ&#x;tÄą ama açĹkcasÄą kavga kÄąyamet girmeyi baĹ&#x;armÄąĹ&#x;tÄąk. Grubun geri kalanÄą da barÄąnak ortamÄąna ilk kez Ĺ&#x;ahit olmuĹ&#x;tu. AyaÄ&#x;Äą kopmak Ăźzere olan kara çocuÄ&#x;u gĂśrenin gĂśzleri bĂźyĂźyordu. BarÄąnak beslemesi dĂśnĂźĹ&#x;Ăź bir yerde oturup bu cana ne yapÄąlacaÄ&#x;ÄąnÄą konuĹ&#x;tuk. Hepimiz o kadar acemiydik ki...Ankara'daki dernek (bu arada sĂźrekli Ankara diyorum. Bizler Ankara'nÄąn BeypazarÄą ilçesinde yaĹ&#x;Äąyoruz ve merkeze 100 km uzaktayÄąz. Bu sebeple merkez bizim için ayrÄą bir yer durumunda) yeniden araya girdi ve Sincan Belediyesi Hayvan BarÄąnaÄ&#x;Äąna (153 Mavi Masa) yavrumuz yollandÄą. Oradan çĹkan rapor dehĹ&#x;et vericiydi. HayvancaÄ&#x;ÄązÄąn ayaÄ&#x;Äąna yakÄąn mesafeden ateĹ&#x; edilmiĹ&#x;ti ve sayÄąsÄąz saçmalar çĹkarÄąlmÄąĹ&#x;tÄą. BileÄ&#x;i paramparçaydÄą ve neredeyse tĂźm bacakta his yoktu. BĂśyle bir ameliyatÄą kaldÄąramayacaÄ&#x;ÄąnÄą dilersek uyutabilceklerini sĂśylediler. Karar vermek için çok vaktimiz yoktu. Resmi sĂźre dolmadan bu can ya oradan alÄąnacak ya da uyutulacaktÄą.

Bu arada yukarÄądaki tĂźm bu olaylar olduktan sonra ne mi oldu? BarÄąnak gĂśrĂźntĂźleri Ankara'daki hayvansever derneklere ve Orman Su iĹ&#x;lerine ulaĹ&#x;tÄą. BarÄąnak ekibi daha doÄ&#x;rusu yĂśnetimi tamamen deÄ&#x;iĹ&#x;ti ve 1 sene Ăśnce bizim de ziyaretimiz esnasÄąnda oranÄąn mĂźdĂźrlĂźÄ&#x;ĂźnĂź yapan sevgili Mesut Bey yeniden gĂśreve getirildi. Bu deÄ&#x;iĹ&#x;imden sonra barÄąnakla ilgili anÄąlarÄąmÄąz hep gĂźzelliklerle doldu. Yani; "Olur ki hoĹ&#x;lanmadÄąÄ&#x;ÄąnÄąz bir Ĺ&#x;ey sizin için hayÄąrlÄą olur. Olur ki sevip arzu ettiÄ&#x;iniz bir Ĺ&#x;ey sizin için Ĺ&#x;erli olur."

Bu çok aÄ&#x;Äąr bir vakaydÄą, herkes birbirinin gĂśzĂźnĂźn içine bakÄąyordu. İçimizden çok çok sevdiÄ&#x;im sevgili Ă–mer AÄ&#x;abey bir Ĺ&#x;ekilde birilerini barÄąnaÄ&#x;a gidip o canÄą oradan almaya yĂśnlendirdi. Ben de evdeki minnoĹ&#x;larÄąmÄąn sÄąkÄąntÄąlÄą sĂźreçlerinde (ardÄą ardÄąna gelen balkondan dĂźĹ&#x;me ve fÄątÄąk vakasÄą) onlarÄąn hem hekimliÄ&#x;ini hem ebeveynliÄ&#x;ini yapan deÄ&#x;erli Veteriner Hekim ÇaÄ&#x;rÄą Bolat Bey ve ekibiyle bu konuyu konuĹ&#x;tum ve tedavisini onlarÄąn yĂźrĂźtmesini istediÄ&#x;imizi ilettim. Bir sokak canÄą olduÄ&#x;u ve baĹ&#x;Äąna tĂźm bunlar geldiÄ&#x;i için bize o kadar çok yardÄąmcÄą oldular ki...HayatÄąm boyunca onlara minnettar kalacaÄ&#x;ÄąmÄą buradan da belirtmek isterim. Hala beni hiç geri çevirmeden buradan gĂśnderdiÄ&#x;im tĂźm canlarÄąmla çok gĂźzel ilgilenirler. Bu gĂźzel yĂźrekli, hayvansever hekimlerimizin elinde yeniden doÄ&#x;an, adÄąnÄą KaraoÄ&#x;lan koyduÄ&#x;umuz

(Bakara, 216) Ve son olarak: 1 KAP SU, 1 KAP MAMA, BOLCA SEVGÄ° đ&#x;˜Š

68

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Sosyal Sorumluluk


Zamanı Bekliyorum Zamanı bekliyorum Sessiz voltaların puslu sesinde Pörsümeye yüz tutmuş deniz melteminde Ayakaltı sözlerin hengamesinde Zamanı dinliyorum Terlemiş istavrit dümeninde Çillenmiş gökyüzünün şahitliğinde Çıkınını toplamış serçe düşünde Zamanı arıyorum Mihraba yayılan gecelerde İncinmiş gazete küpüründe Altmışlık saatin sesinde Zamanı özlüyorum Ekilmiş zencefil fidesinde Dinlenmiş eski teypte Ve yitik geçmişimde SEMA KESER

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Şiir

69


FOTOĞRAF Aybige AKDAĞ

Paris

İNCİR ÇEKİRDEĞİ | Fotoğraf

70


Geçmiş Yaz Rü'yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle, Her ânını, her rengini, her şi'rini hazdan. Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle! Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan

Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin: Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde; Mehtâb... iri güller... ve senin en güzel aksin... Velhasıl o rü'yâ duruyor yerli yerinde!

Yahya Kemal BEYATLI

FİL CAFE I feel good ! Fil kafe Görükle - Dumlupınar Mah. Gizem Cad. No.16, Nilüfer/BURSA

71


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.