İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:32

Page 1

Ocak- Şubat 2017

Sayı: 32

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır”

ORTAÇAĞ EDEBİYATI

ORTAÇAĞDA BİR KADIN KAHRAMAN: JAN DARK

ROMANSLARDA VE DİVAN ŞİİRİNDE “SEVGİLİ”

ORTAÇAĞIN KARANLIK KÜTÜPHANELERİ


İncir Çekirdeği Dergisi Ayşe Bengisu AKDAĞ Genel Yayın Yönetmeni

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demir Kübra Tarakçı

Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Özel Yazar Yard. Doç. Dr. Kadir GÜLER

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Karlı bir şubat gününde, dışarıdaki soğuk havaya meydan okuyan sıcacık dostluğumuzla kuruldu İncir Çekirdeği. Ve bu sayımızla birlikte tohumumuzu ekmemizin üzerinden tam üç yıl geçmiş oldu. Yaşımız büyüdü, sevgimiz büyüdü, dostluğumuz büyüdü, İncir Çekirdeği’miz büyüdü… Bizim için, verdiğimiz röportajlarla, çıktığımız canlı yayın programlarıyla, bastırdığımız sayılarla en verimli en güzel yıl oldu, büyüdüğümüz yıl oldu 2016. Ancak ne acıdır ki acılarımız da büyüdü. Her sayımızda bir acıyı anarken bulduk kendimizi… Sözcüklere dökemediğimiz zamanlar da oldu, mısraların konuşup bizim sustuğumuz zamanlar da oldu. Kimi zamansa yeni sayımızı büyük bir heyecanla yayınlarken birkaç saat içinde o günün tarihlere kazınacak bir gün olduğundan habersizdik… “Memleket bu hâldeyken” biz şiirin peşinden gittik evet. Çünkü “Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak/ Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.” Diyordu Âkif… Bütün bu yaşanmışlıkların ardından yeni bir ümitle, yeni bir sayıyla, yeni bir içerikle sizlerleyiz. Okurlarımızdan gelen yoğun “ Derginizde Dünya edebiyatını daha fazla görmek istiyoruz” talebi üzerine bu ay yoğun geçen iki aylık çalışmanın sonucunda “Ortaçağ Edebiyatı”nı ele aldık. Uzun bir dönemi kapsayan Ortaçağ’ı, ilk döneminden, Rönesans’a uzanan son dönemlerine kadar geniş bir yelpazede sayfalarımıza taşıdık. Kral Arthur’dan Bacon’a, Jan Dark’tan Umberto Eco’ya, aynı çağlarda bir coğrafyada 1001 gece yaşanırken diğer coğrafyadaki cadı avlarına ve beyaz perdedeki Ortaçağa kadar pek çok yazı okunmak için sabırsızlanıyor. Tabii ki dosyamızın yanında hikayelerimiz, şiirlerimiz, denemelerimiz, röportajımız ve sizlerden gelenlerle oluşan misafir köşemiz de her zamanki yerinde. İncir Çekirdeği’ni incir ağacı olma yolunda destekleyen, okuyan tüm okurlarımıza yeni yaşımızda da bizlerle oldukları için teşekkür ediyoruz. Ve bu sayımızı karanlık çağları aydınlığa kavuşturmak için canını feda eden aziz şehitlerimize adıyoruz…


İçindekiler Havadis / Beyza Özkan “Komşu”nun Serüveni / Busenur Aslan Şiirbaz II / Süleyman Erkut Dağ Yaşamında Yaşayan Halk Kültürü / Pınar Çaylak Mektupla Giden – Hikâye / Hilal Akarslan

DOSYA: ORTAÇAĞ EDEBİYATI Karanlık Çağ Edebiyatı / Tuğçe Erkol Asılmışların Baladı – Şiir / François Villion Ortaçağda Kadına Dair/ Işık Selin Orhuntaş Ortaçağda Ortadoğu’dan Esen Rüzgar: 1001 Gece Masalları / Beyza Özkan Karanlık Kütüphaneler / Ayşe Bengisu Akdağ Ortaçağda Bir Azize: Jan Dark - Yaşamı ve Ölümü / Busenur Aslan “Aşk Bir Ortaçağ Karanlığıdır” – Şiir / Haydar Ergülen Bacon’ın Denemelerinde Türk ve İslam Düşmanlığı / Mehmet Altınova Decameron’dan 10. Hikaye / Boccacio Bunu da Oku – Ortaçağ Kaynaklarından Umberto Eco’dan Ortaçağ Güzellemeleri / Işık Selin Orhuntaş Romanslar ve Divan Edebiyatı / Sırdem Kemiksiz Montaigne Üzerine Bir Deneme / Ayşe Bengisu Akdağ Ortaçağ Filmleri / Tuğçe Erkol Dede Korkut Hikayelerinde Leitmotiv “250616” – Şiir / Merdümgirîz “Ağlayalım” – Şiir / Sema Keser Bir Güldürü: Şark Dişçisi / Sultan Demir İnziva Köşesi: Vasiyet / Muhammed Münzevi “Anasır-ı Erbaa” – Şiir / Süleyman Erkut Kütahya ve Frigler / Yard. Doç. Dr. Kadir Güler Tuğba Sarıünal ile Sohbet / Tuğçe Erkol “Son Çeyrek” – Şiir / Muhammed Münzevî Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ “Kar” – Şiir / Ahmet Muhip Dranas Fotoğraf / Aybige Akdağ


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Derleyen: Beyza Özkan

HA VÂ DİS BEYMEN VE CAN YAYINLARINDAN ORTAK PROJE

Beymen Club ve Can Yayınları, Türkiye’de bir ilke imza atarak bir moda markası ve yayınevi ortaklığıyla edebiyat dünyasının klasiklerini moda dünyası ile buluşturdu. Kült kitaplardan ilhamla hazırlanan tişörtler, aynı

tasarımı içeren çanta, ayraç ve kitaptan oluşan dörtlü setler halinde satışa sunuldu. Dostoyevski'nin Beyaz Geceler - Bir Hayalperestin Anıları, Oscar Wilde'ın Mutlu Prens ve Jane Austen'ın Aşk ve Gurur eserlerinin yer aldığı tasarımlar yeni dönemde kitapseverler için en güzel hediyelerden olacağa benziyor.

Kültürevi’nde gerçekleştirilen “Bir Edebiyat Adası: Yaşar Kemal Sempozyumu” ile sona erdi. İki gün süren sempozyumda farklı disiplinlerden çok sayıda sanatçı, yazar ve akademisyen katıldı. Sempozyumun kapanış konuşmasını Yaşar Kemal’in yakın dostu ve yazar Cevat Çapan yaptı.

YILIN İLK KİTAP FUARI ADANA’DA GERÇEKLEŞECEK TÜYAP Adana Fuarcılık A.Ş. tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği beraberinde ÇUFAŞ Çukurova Fuarcılık A.Ş., Adana Valiliği ve Adana Büyükşehir Belediyesi desteği ile hazırlanan Çukurova Kitap Fuarı, 7-15 Ocak 2017 tarihleri arasında TÜYAP Adana Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek. pek çok değerli yazar, şair ve akademisyen okurlarıyla buluşacak.

NİLÜFER’DE YAŞAR KEMAL SEMPOZYUMU Nilüfer Belediyesi ‘nin düzenlediği 2016 Yılın Yazarı Yaşar Kemal etkinlikleri, 1617 Aralık’ta Nâzım Hikmet

Yaşar Kemal, bir yıl boyunca yaklaşık 60 etkinlikle Bursa Nilüfer’de anıldı.

GELENEKSEL SANATIMIZ ÇİNİCİLİK, UNESCO LİSTESİNDE Lavaş-yufkanın ardından geleneksel çini ustalığı da UNESCo listesine kabul edildi. Birleşmiş Milletler Bilim Eğitim ve Kültür Örgütünün (UNESCO) Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Öcal Oğuz, geleneksel çini ustalığının UNESCO Miras Listesi'ne dahil edilmesinin Türkiye açısından önemli bir kazanım olduğunu söyledi.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nün Sahibi Belirlendi İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV), şiir, öykü, roman gibi edebiyat alanındaki yapıtların nitelikli çevirilerini desteklemek amacıyla iki yıl önce kaybettiğimiz Talât Sait Halman anısına başlattığı Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’nün ikincisi, 20 Aralık Salı akşamı gerçekleştirilen törenle verildi. Ahmet Arpad, Anna Seghers’in Transit adlı eserinin aynı adlı çevirisiyle 15 bin TL değerindeki Talât Sait Halman Çeviri Ödülü’ne layık görüldü. Tâlat Sait Halman Çeviri Ödülü, İKSV’nin edebiyat alanında verdiği ilk ödül olma özelliği taşıyor.

İNGİLİZ YAZAR RICHARD ADAMS HAYATINI KAYBETTİ Türkçeye “Watership Tepesi” adıyla çevrilen (Watership Down) çocuk kitabının ünlü

İngiliz yazarı Richard Adams, 96 yaşında hayatını kaybetti. Bir grup tavşanın evleri yıkıldıktan sonra yeni bir yuva arayışını konu olan kitap, 14 yayınevi tarafından reddedilmiş, ilk kez 1972 yılında yayımlanabilmişti. Yazarın eseri kısa zamanda başta İngiltere olmak üzere birçok ülkede en çok satan çocuk kitapları arasında yerini almıştı. Adams, 52 yaşında yazdığı bu eserle Carnegie Madalyası ile ödüllendirilmişti. Yazarın ayrıca “Shardik”, “Veba Köpekleri” isimli iki eseri daha bulunuyor.

romanlara çok sayıda eser yer alıyor. Türkiye ve Avrupa'dan 63 yayınevinin katıldığı fuarda düzenlenen panellerde edebi sohbetler, şiir buluşmaları ve tahta işleme, resim, ebru gibi sanatsal faaliyetler de gerçekleştiriliyor.

OKU DA YANINDA YAT: BOOK and BED

ALMANYA’DA TÜRKÇE KİTAP VE KÜLTÜR FUARI Almanya'da "Astec Türkçe Kitap ve Kültür Fuarı" bu yıl on yedinci kez kapılarını ziyaretçilerine açtı. Duisburg yakınlarındaki Rheinberg kasabasında açılan ve 13 gün boyunca açık kalacak fuarda, dünya klasiklerinden en son çıkan

Tokyo’da ‘kitap kurtları’ için cennet sayılabilecek bir hostel yer alıyor. Dünyanın her yerinden misafirler, duvarları kitap raflarından oluşan odaların içinde uyuyabiliyor. Raflardaki küçük bölmelerden yataklarına ulaşabilen misafirler, her türlü kitabı da bulma imkânına sahip. ’Kitap kurtları’ için bir ‘delik’ niteliğindeki odaların büyüklüğü ise 2×1 metre.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Komşu”nun Serüveni Busenur Aslan Asya’nın ortalarında çıktık ilk kez tarih sahnelerine. Atlı göçebeler olarak çadırlarda yaşadık. Yazları yaylalarda, kışları uçsuz bucaksız ovalarda bulduk kendimizi. Birbirinden uzak ama aslında birbirine bağlı obalarda yaşadık. Çadırlarımızın kapılarını, birbirine çevirdik. Aynı vakitlerde topladık eşyalarımızı ve aynı yerlere konduk. Haliyle bu zorluklarda hep birbirimize yardımcı olduk. Birçok gönül bağı kurduk kapılarımızı aynı yönlere açtıklarımızla. Oralardan buralara gelene kadar asırlar geçirdik. Çok az değiştik, pek çok aynı kaldık. Bugün aynı kaldıklarımızdan birini dile getireceğiz. Sanmayın ki bu aynılık katı bir aynılık. Daha çok duyuşta, düşünüşte bir aynılık. Söyleyişte pek az bir farklılık. Çok değişiklikten yana bir toplum olmadık hiçbir zaman. İlişkilerimiz de o denli sıkı sıkıya aynı kaldı. Bu ilişkiler yumağı içinde en değişmezi en canlısı –tabi bazı istisnaları var- komşuluk. Bu sayımızda, biraz da olsa komşu kelimesinin yolculuğunu işleyeceğiz. Peki, içimizi ısıtan, bize güzel insanları hatırlatan bu kelimenin yolculuğu neydi? Hasan Eren’in Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü adlı eserinde geçen tanıma göre; yakın yerlere konan veya yakın yerlerde oturan kimselerin birbirine verdiği addır. Kon- fiilinden çıkıp işteşlik eki alıp konuş- fiili olmuştur. Bu konuşmak fiili üzerine de –ı eki gelerek “konuşı” olmuştur. Karşılıklı olarak aynı yerlere konan atalarımız bununla ilgili pek çok da güzel kelam etmişler. “Kimi ev alma komşu al.” demiş. Kimi “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” demiş. Daha bunlar gibi nicelerini söylemiş ve bize kadar ulaştırmışlar. Tek bir kaynaktan çıkıp ağacın birçok farklı dalları olan biz Türk milletleri de elbet bu kelimeyi korumuşuz. Ama değişik coğrafyalarda, değişik şartlar altında ve farklı algılarla işletmişiz “komşu” kelimesini. Kaşgarlı Mahmud’un aktardığına göre, konuşı şeklini Oğuzlar kullanmıştır. Türkçenin Kuzey Doğu grubunda bulunan Hakaslar, koncık- şeklini kullanmıştır. Güney Doğu kolunda bulunanlar kelimeyi koşna/koşnı

şeklinde kullanmışlardır. Biz Oğuz Türkleri, görüldüğü gibi –n sesini –ş sesine tercih etmişiz. Kaşgarlı’ya göre, bu iki kullanım da kurallı ve doğrudur. Onca yol aşıp, onca ayrılıklara gebe kalmış Türk dili. Biz Oğuz grubuna bağlı Türkiye Türkleri, biraz daha değişmişiz yolculuğumuzda. “Konuşı” olan adı, benzeşme yoluyla “komşu” yapmışız. Tıpkı aslında “tonguz” olan adı zamanla “domuz”a çevirmemiz gibi. Aslında çok uzun bir yolculuk geçirmiş bizim peşimizde “komşu”luk. Az gitmiş uz gitmiş. Gitmeye de devam ediyor, edecek de. Biz sonsuza dek var olacağız o da bizimle olacak. Az çok değişecek yerimiz-yurdumuz, belki düşünüşümüz. Biz hep biz olacağız. “Komşu”luk da hep komşuluk olarak kalacak. Kapımızı açtığımız vakit karşı kapıda, aynı yere konduğumuz güzel yürekli insanlara gülümseyeceğiz. “Günaydın!” diyeceğiz. Belki tuzumuz bitecek, bir kase tuz isteyeceğiz. Kapılarımız ve yüreklerimiz, hep birbirine dönük olacak. Bazen komşumuzun tavuğu kaz görünecek bize. Yine de biz, hep biz olarak kalacağız. Toplumların serüvenleri, kelimelerin serüvenleridir. Binlerce yıl önce başladığımız serüvenimizde sözlerimiz de bizimle ilerledi. Selam olsun o kutlu yürüyüşte ellerimizi sımsıkı kenetlediğimiz kelimelere. Selam olsun nerede olursa olsun karşılıklı konduğumuz komşularımıza. Küçücük de olsa gönül bağı kurduğumuz her bir yerdaşımıza, komşumuza selam olsun…


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ŞİİRBAZ II Hey kalemi kaldır mührü bas Dök içini anlat en âlâ şiiri yaz

Bu vefasızlık var ya adamı tir tir titretir Sen anca boş lafı doldur, saldır eleştir

Kalemden öteye geç çal saz Gel beriye koş hadi cambaz...

Bu böyle olmaz bu zamanda zor ilim Bir çoğu bilmez iken bilim pek çoğu alim

Sen ki bir nefersin alemde Bir seni biliriz biz kalender

Şiir denilen saz dinletisi lakırdıdan ibaret Gerçek şiir az kişinin anlayabilmesi maharet

Kalemin mührünün aksisin Raks eder seninle dizeler, gel

Yazdıkça yazası gelir aslolan öz şiirdir Bunu en kötü bilen bilir kör müteşairdir

Hey lirikler uçarken gönül kuşu Susar bülbül dinlenir ses huşu

Şair odur ki herkes okur az kişi anlar Öz kişi bilir şerhi zor tadı tuzu mutlak

Lülü kuşu anca kulaklarda Bir ses ki yankılanır dudakta

Mutfakta pişer yemek ocaktan kalbe Bu böyle gider şimendifer misali ser de...

Kalbe gider hak kelamı bir dize Bak ele avuca gelmez bir şekilde..

Gün gece vakitli vakitsiz aktı hece Uzamasın gayri fuzuli her bir dize

İçimiz dışımızdan geçmiş bir halde Dışımız içimizle iç içe geçmemekte

Selam olsun gülüm cana canana Bir güzel sevdadır Nesliyar hana

Duygularda hiçsizlik hakim sessiz Ahval desen bitkin durgun şetaretsiz

Ana doldur çay mey olsun aksın Muhabbetle gönüller aksın, baksın

Açılmalı yavaştan okyanus bizi bekler Hey Süleyman nedir bilir misin saki er

Herkes hak ettiğini hakkıyla alsın Dostumuza sevenimize selam olsun

Sahi bu ne bereketsiz bir nefer her dem Gerekli gereksiz hep akar gider kalender

Kalbimiz dilimiz lisanımız canımı Dört bir yanımız hep sevgiyle dolsun...

Ucu kırık kalem ile yazılmaz alımlı şiir En ala dizeyi kalemtıraşla dizer mütefekkir

Süleyman ERKUT


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dağ Yaşamında Halk Kültürü Hâlâ Yaşıyor Pınar ÇAYLAK Halk kültüründe gerçek hayatın olduğunu, bunun halk edebiyatında da bizi bulduğunu inkâr edemem. Belki de bu sebepten halk bilimi bana en çok da köklerimizi keşfetme duygusunu yaşattığı için heyecan veriyor. Yıllarca yanlış bildiğimiz ve sebepsiz yere, hatta çoğu kez “koca karı ilacı, batıl inanış ” diye geçiştirdiğimiz onlarca şeyin birer sebebinin olduğunu öğrenmek ve bu sebeplerin de binlerce yıllık birer geçmişinin olduğunu bilmek dünyayı en baştan keşfetmek gibi. İşte tam da bu yüzden, bu öğrendiklerini kendi dilinde bütün dünyaya öğretmek gibi muhteşem bir uğraş peşine düşüyor insan. Bu defa aynayı tutanların istediği yönü değil de olanı görebilmek için yollara düşmek… Bursa Araştırma Merkezi’nin yaptığı çalışmalara zaman zaman gönüllü olarak katıldık. Bu, deneyim kazanmaktan ziyade aslında alanın tozunu yutabilmenin vereceği heyecan ve halk kültürünün ne kadarının hala canlı olarak yaşatıldığını öğrenme duygusunun dürtüsüydü. Şehir yaşamından bambaşka sıcacık ve henüz samimiyeti bozulmamış kırsal kültür, kucağını açtı bizlere. Soğuk havalara rağmen tomurcuğundan çiçek patlatacak ağaçlar gerçekten umut vericiydi. İlk anda duyduğumuzda bize çok da sonuç verecekmiş gibi gelmeyen hatta kulağa ilk söylenişte cahillikmiş gibi gelebilecek şeyler orada hayatın birer parçası. Ve asıl tuhaf olansa işe yarıyor olmaları. Şimdi kalemim döndüğünce yaşadıklarımı sizlerle de paylaşacağım. Bursa’nın dağ köylerinde ve ova köylerinin büyük bir çoğunluğunda genç nüfus yok denilecek kadar az. Genç nüfusun çoğu gerek eğitim, gerek ekonomik sebeplerden dolayı şehir merkezine gitmiş. O gün

için ziyarete gelmiş olsalar bile konuştuğumuzda bu sebepten dolayı bizlere geleneklerine dair pek bir şey aktaramıyorlar. Gelenekleri canlı tutanlar ve aktaranlar genellikle elli yaş grubu ve üstü olanlar. Ama onlar da hakkını vererek yaşatıyorlar doğrusu. Halk hekimliği yaşatılıyor, eskisi kadar canlı olmasa da gittiğimiz köylerin çoğunun mutlak birer ebe annesi var. Gittiğimiz de bunları uygulamalı olarak da gösterdiler. Çünkü doğal olarak az sayıda sürdürmeye çalıştıkları bu halk öğretilerinin unutulmasını onlar da istemiyorlar. Bir köyün ebe teyzesi torunun üstünden “göbek kaçması”na karşı ne yaptığı gösterdi. Sabunlu bir su yaparak çocuğun karın bölgelerine daireler çizerek ovaladı. Bu arada da sureler okumaya başladı. Bu yöntemle köydeki birçok kişiyi iyileştirdiğini söyledi. Yine kırık-çıkık söz konusu olduğunda da bitkilerle farklı merhemler yaptığını da anlattı. Sadece halk hekimliği değil yaşatılan. Hemen hemen her köyde farklı efsaneler, dua edilen yatır ve dedeler de mevcut. Örneğin yine farklı bir köyde kahvehanede dinlediğimiz ve kayıt altına aldığımız efsaneye göre, köylüler yatırın başına bidonlarla su


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bırakıyorlarmış ve sabah olduğunda dede o suyu abdest aldığı için bitirmiş oluyormuş. En azından bu inanış devam ediyor. Hıdırellez için köy meydanlarında yemeklerin pişirildiği, eğlencelerin düzenlendiği ve bu bin yıllık törenin bir şenlik edasıyla yaşatılıyor olması da gerçekten çok güzeldi. Yörelere has yemek kültürleri, kadınların çalıp söyledikleri bakır türküleri, maniler, geçiş dönemlerine ait ritüellerin büyük bir kısmı da hala capcanlı. Çevremizden duyduğumuz geleneklerden bazıları ise çok farklı: Örneğin evlenen kızın başına koyun pisliği atıldığını da yine ilk kez burada duydum. İlk duyduğumda biraz şaşırsam da hayvancılıkla geçinen bir köyde hele de koyun gibi değerli bir hayvanın pisliğinin atılması çok da anormal olmasa gerek. Ha tabii ki bir de koca çınarların Leyla vü Mecnun mesnevisini aratmayacak kadar derin kara sevdalarının öyküleri… Bu dünyadan başka bir dünyanın tam kalbine yolculuk yapmak gibi anlayacağınız Anlatırken gözlerinden dökülen birkaç damla yaş ise buruşmuş ellerini yeniden yeşertmek istercesine billur gibi ak pak…

Gittiğimizde gösterdikleri misafirperverlik yaşamaya fazlasıyla değer, bir kahvenin kırk yıllık hatırı buralarda hala unutulmamış. Akan şırıl şırıl dereler ve yeşil ile kahverenginin onlarca tonu, ciğerlerinize süresiz çekebileceğiz derin bir nefes ise cabası. Bir sayılık yazıda ancak bu kadarını aktarabiliyorum. Ama sonuç olarak buraları en azından görüp halk kültürümüzün eli öpülesi bekçileriyle zamana yolculuk yapmanız gerektiğinizi anlamışsınızdır. Yani bence anlamalısınız değerli okurlar küçücük bir tavsiye 


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mektupla Giden… Hilal Akarslan

Yeşil parkasına düşen kar tanelerini sobanın önünde silkeledi. O kadar ıslanmış, o kadar üşümüştü ki sobanın ateşi yüzüne vurduğu anda birden felç inmiş gibi hissetti. Çay ocağının yan tarafında duran paslanmış demir sandalyeyi alıp, üzerinde mavi geometrik şekilli örtü olan masaya geçti. Siyah eldiveninin avuç içi yırtılmış ve oradan giren soğuk eldiveni işlevsiz hale getirmişti. En azından sağ elindeki eldiven sağlamdı da o eli yeterince ısınmıştı. Sandalyede biraz aşağıya kayıp, bacaklarını sobaya doğru uzattı; aralarına ak düşen saçlarını eliyle düzelttikten sonra montunun kapüşonunu başına geçirip gözlerini kapadı. Dakikalar geçmemişti ki aniden sandalyede doğrulup parkasının iç cebindeki mektubu yokladı. Evet, mektup oradaydı, sıcacıktı; vücudunun tüm sıcaklığı mektubun zarfındaydı. Buz kesmiş elleri içerisinin sıcaklığı karşısında uyuşmuştu; biraz parmaklarını oynatıp ellerini açtı. Saman zarfa koyulmuş isimsiz mektubu elinde evirip çevirdi, okumak için hazır olması gerekiyordu. Bu kaçıncı mektuptu bilemedi. Aldığı tüm mektupları gözden geçirmeye çalıştı, bir yandan da saymaya… Zarflar gözünün önüne geldi: kırmızı, mavi, açık yeşil… Açık yeşil olan zarfın üzerinde bir

de çiçek motifi vardı. Onu hatırlayınca kendini mektubu okumaya hazır hissetti, zarfı açtı. Kırmızı mürekkeple yazılmış satırlara gözlerini gezdirdi, bir şey eksikti. Söylediği çayı masaya koyan çırağa başıyla teşekkür etti, tekrar kağıda baktı. Satırlar… Bu mektupta bir satır eksikti ki geçen seferki mektup da bir satır eksilmişti. Kırk üç satırla başlayan mektup zinciri, giderek kısalıyordu. Anlam veremedi yoksa vaz mı geçiyordu? Geçmemeliydi. Mektup yazmaktan vazgeçmemeliydi, tükenmemeliydi. Sevdiği adama kavuşmaktan nasıl vazgeçebilirdi? Çayından bir yudum alıp çay tabağını sağ tarafa, kül tablasını önüne çekti, cebindeki son sigarayı da yaktıktan sonra mektubu okumaya başladı. “Her gece, evet evet sevgilim yıldızların gökte olduğu her gece rüyalarıma seni davet ediyorum. Belki bir kıpırdayan yaprakta, belki sokakta dolaşan kedide, belki de yanımdan geçen adamda senin varlığını hissediyorum. Biliyorsun sana her mektubumda bahsediyorum; gittiğin o günün gecesinden beri rüyalarımda seni görüyorum. İlk başlarda tam


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

anlamıyla seni görüyordum fakat sonra aylar geçtikçe sanki birisi eline silgi alıp seni rüyalarımdan silmeye başladı. Önce saçlarını, sonra gözlerini, boynunu… Yavaş yavaş siliniyorsun rüyalarımdan azizim. Kokunu yavaş yavaş siliyorlar ciğerlerimden. Artık rüyalarımda yüzünü göremiyor ve kokunu elbiselerinde arıyorum. O hani çok sevdiğin siyah montun var ya en son onda rastladım kokuna; aldım içime çektim, çektim. Ciğerlerim seninle dolana kadar kokladım seni. Sonra nefes almamaya karar verdim, nefes alıp verdikçe kokun benden ayrılmasın istedim, olmadı. Dün gece rüyamda en sevdiğin parkı gördüm. Hani şu çınar ağaçlarının boyuna uzanıp gökyüzünü kapattığı park... Elini gördüm azizim, karton bardakta ki çayı tutan ellerini… Sonra Diego’nun Frida’ya mektubundaki şu sözleri aklıma geldi: Senin bu ellerin diyorum, açık bir bahçe kapısı ve tuvalden kelâma uzun bir yol haritası. Bir dolu şenlikse eğer dünya, senin ellerin yerli yerinde Frida. Bende ellerin diyorum sevgilim, ellerin kâinatı yerle bir edecek. Rüyalarımdan silindiğin gibi mektuplarımda yavaş yavaş silinmeye, satırlarım azalmaya, mürekkebim bitmeye başladı. Aklından seni unutmaya başladığım asla geçmesin. İnan bilmiyorum, yazdığım satırlar gözlerimin önünde bir bir eksiliyor. Galiba vadem doluyor, galiba silinip gideceğim. Dolan gözleri yüzünden başını mektuptan kaldırmadan sağ cebindeki bir lirayı çay tabağının kenarına bıraktı. Mektubu ikiye katlayıp tekrar iç cebine koydu ve masanın üzerinde duran eldivenleri alıp hızla aralık olan kapıdan dışarıya çıktı. Beş adımlık mesafede duran, içinde kartonların, plastik şişelerin bulunduğu arabasına doğru yöneldi. Buz tutmuş demirlerden tutup arabayı çekmeye başladı. Mektuplarından sevdiği, aşık olduğu kadının gidişine inanamıyordu. Bu kadar severken neden terk ediyordu? Haftanın her pazar günü mektubun bırakıldığı o çöp kutusunun olduğu sokağa girdi. İki katlı kırmızı çatısı olan, on ay bacasından duman tüten evin önüne doğru arabasını durdurdu. Etrafa baktı, mektupları bulduğu çöp kutusunu bulamadı.

Burada olmalıydı, tam da önünde durduğu camın hemen altında olmalıydı; ama yoktu. İki senedir her hafta mektupları buradan almıştı sayamadığı kadar çok mektubu… Daha bir hafta önce buradan mektubu alıp pantolonun arka cebine koyduğunu dün gibi hatırlıyordu. İşte yine hep olduğu gibi mektubu almak için buraya gelmişti, anlam veremedi. Şaşkın bakışlarla etrafta gri çöp kutusunu aramaya başladı, yoktu. Belediyenin kaldırmış olacağını düşündü, hayır o hiç olamazdı. Bir hafta çöp almayan belediye gelip neden kutuyu alsındı, haklıydı. Gözlerini evin kapısına çevirdi, mektubun son satırlarını hatırlamaya çalıştı, hatırlayamayınca bu sefer elini cebine sokup mektubu aldı. İkiye katladığı kâğıdı açtı, boştu. Kâğıdın içi bomboştu. Soğuk soğuk terlemeye başladı, korkuyordu. Sırtını arabasına verdi, mektupta yazanlar aklına gelmeye başladı. ‘Eksilmek…’ yavaş yavaş her şeyin eksildiği, silindiği yazıyordu. Evet saçmaydı bu ama oluyordu. Elindeki mektup yok oldu, gözünün önündeki pembe ev yavaşça silinmeye başladı; önce çatısı, sonra duvarlar, pencere, kapı… Ev yok olup tozları gökyüzünü kapladı; arabası yok oldu. Kendini delirmiş gibi hissediyordu. Başını ellerinin arasına alıp dizlerinin üstüne çöktü, hafızasındaki her anının bir bir silindiğini hissetti. Etrafında bulunan evlerin silindiğini gördükçe elleriyle kafasına daha çok bastırıyordu. Önü açılmış olan ayakkabıları yok oldu, parkası yok oldu; çıkmaz sokağın ortasında dizlerinin üstüne çöken ‘o’ yok oldu, kainat yok oldu.


ORTA

EDEBÄ°YATI


ÇAĞ


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“KARANLIK” ÇAĞ EDEBİYATI Tuğçe ERKOL Kapak konusu olarak ele aldığımız Orta Çağ’da Avrupa Edebiyatı için öncelikle bilmemiz gereken birkaç şey var. Bunlardan ilki o dönemin Avrupa’sının etnik yapısı ve yaşanılan yer değiştirmeler, ikincisi ise Orta Çağ’ın ne olduğudur. Orta Çağ en kaba haliyle tarih şeridi üzerinde Orta Asya’daki Türklerin gerçekleştirmiş olduğu Kavimler Göçü ile İstanbul’un fethedilmesi arasındaki zamanı kapsar. MS 350 yıllarında Volga ve Don Nehirleri arasında yaşayan Hunların, Çinlilerden deyim yerindeyse kurtulmak için batıya doğru gitmeleriyle başlayan göç hareketine Kavimler Göçü denir. Oldukları yerden harekete geçen Hunlar Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya doğru ilerler. O tarihlerde Karadeniz'in kuzeyindeki düzlüklerde Cermen kavimlerinden olan Gotlar ve günümüzdeki Slav halklarının ataları olan Ön Slavlar yaşamaktaydı. Hunların bu bölgeye girmesiyle Hunların önünde orada yaşayan kavimler de batıya doğru sürüklendiler. Hunların kendilerine yeni ev olarak buraları seçmeleri nedeniyle burada yaşayan ve çoğu Cermen olan Vizigotlar, Ostrogotlar, Gepitler, Burguntlar, Vandallar ve Germen olmayan Slavlar batıya doğru göç etmeye başladılar. Romalıların barbar olarak adlandırdığı bu kavimler önlerine çıkan diğer kavimleri de önlerine katarak İspanya'ya hatta Kuzey Afrika'ya kadar ilerlediler. Avrupa'da yıllarca süren bu döneme Kavimler Göçü dendi. Bu göç sadece Türk halkının Avrupa’ya taşınmasına değil

bütün bir Avrupa’nın coğrafi bir değişiklik yaşamasına ve bugünkü yapısını kazanmasına neden oldu. V. ve VI. Yüzyıllarda hala daha İlk Çağ’ın etkiler görülüyordu ancak VII. Yüzyıl ile birlikte artık İlk Çağ etkisi ortadan kaltı ve VIII. Yüzyıl ile birlikte Orta Çağ ruhunun yerleşmeye başladığını görür olduk. IX. Yüzyıldan sonra ise artık Orta Çağ ruhunun kalıcılaşmaya başladığını gördük. Orta Çağ’ı Orta Çağ yapan temel birkaç unsurdan söz etmek gerektiğinde belli başlıklarımız olması gerek: Antik Çağ ruhu, Hıristiyanlık, Avrupa’ya yerleşen yeni milletlerin kendine has kültürleri, Skolastik felsefe ve veba. Orta Çağ ile ilgili karşımıza gelen her şeyi bu beş madde ile temellendirmek çok da yanlış olmaz. Neden daha fazla edebi eser verilmediği ya da yazılan eserlerin büyük birçoğunun Latince olması gibi birçok önemli sorunun cevabı burada çünkü. Antik Yunan kültürünün üzerine gelen Roma ve Latin kültürü peşinde İtalya’da devam etti. Çünkü İtalya antikitenin ikinci ayağı olan Roma’nın varisi hem de Vatikan’ın sahibiydi. Her yerde söylenen kesinleşmiş bir kanı olan Orta Çağ Avrupa’sının karanlık oluşunun da sebebi aslında budur. Çünkü o dönemde her şey kilisenin çizdiği bir daire içinde kalıyordu. Latincenin kullanılması, belirli sabit kalıplara göre dini eserlerin verilmesi, felsefenin olmaması gibi şeyler tamamen kilise hakimiyetinden doğan düşünce biçiminden


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kaynaklanıyordu. Kısacası hayatın her anı kilisenin çevirdiği o çemberin içinde yaşanıyordu. Ondan bir milim sapmaya çalışanlar ise cezaya çarptırılıyordu. Bkz. Engizisyon mahkemeleri Orta Çağ Avrupa edebiyatının ilk eserleri kilisenin etkisi altında verilen bu yapıtlar, Latince olarak yazılan dini temelli eserlerdi. Bunlar genellikle rahiplerin vaazları, azizlerin hayatları, İncil çevirilerinden ibaretti. Zaten edebiyatın yükselişe gelişmesi öncelikle milli dillerin öne çıkmasıyla oldu, ardından da millet edebiyatları yükselişe geçti. Ve bugün Orta Çağ’dan kalan bazı eserler günümüz edebiyatının temelleri olarak görülüyor.

günümüze kadar film, opera, tiyatro oyunu olarak gelmiştir. Savaş hikayelerinden başka karşımıza önemli iki tür daha çıkıyor. Bunlardan ilki Tilki hikayeleridir. Tilkinin kurnaz bir hayvan olması nedeniyle türe bu ad veriliyor. Genel olarak hayvanlar üzerinden insanların olumsuz yönleri ortaya konulur. Hayvanların olaya alet edilmesinden dolayı Antik dönemdeki fablla ilgi kurulabilir. Son tür olarak da herkesin adını Umberto Eco’ya ait bir romandan dolayı bildiği Gülün Adı geliyor. Ancak bu dönemdeki gülün adı, edebi bir tür olarak karşımıza çıkar. Bu türde “İnsan yüreğini mi yoksa aklını mı dinlemeli?” ikilemi öne çıkar. Başlangıçta dinlenen şey yürekken, Rönesans’la gelen akılcılık bu türde yerini yürekten akla yönlendirdi.

Chanson Gestolar bu dönemin hemen hemen en yaygın hikaye türüdür. Çünkü Orta Çağ tam anlamıyla bir savaş dönemiydi. Büyük savaşların yanı sıra feodal beylerin de kendi içinde mücadeleler yaşanıyordu. Orta Çağ’a malumunuz karanlık dönem de denir. Chanson Gestolarda da temel konu savaş ve Genel olarak büyük bir yanılgıdır bu. Çünkü içinde kahramanlıktı. Bu kahramanlık hikayelerinin en bulunduğumuz hayatta neye tam anlamıyla meşhuru Kral Arthur ve Yuvarlak Masa aydınlık diyebiliyoruz ki Orta Çağ’ın tamamı Şövalyeleri ile ilgili olandı. Britanya için karanlık diyelim? Tabii ki bu Bu dönemdeki “gülün adı”, mitolojisinin efsanevi kralı olan karanlık içinde umut ışıkları da vardı. edebi bir tür olarak Arthur ve onun 12 cesur Bu umut ışıkları dönemin ilerisini karşımıza çıkar. Bu türde şövalyesinin Camelot halkıyla gören çok büyük isimlerdi. Sadece “İnsan yüreğini mi yoksa birlikte yaşadığı efsanevi edebiyatta değil resimde ve aklını mı dinlemeli?” ikilemi kahramanlık olayları VI. Yüzyıldaki mimaride de kendini görülür. Başlangıçta Kelt şiirlerinde ilk defa rastlanıyor gösteriyordu. Zaten eski devrin olsa da Kral Arthur çevresinde insanları arasında okumak çok dinlenen şey yürekken, gelişen olayları biz asıl Orta Çağ’daki yaygın değildi. Hele ki Orta Çağ için Rönesans’la gelen akılcılık ile chanson gesto denen hikayelerin bu durum hepten düşük ve verilen yerini yürekten akla bırakır. içinde görüyoruz. Bugün baktığımızda eğitimin büyük bir kısmı da kiliseyle da Kral Arthur efsanesi günümüzde çevrilmiş durumdaydı. Bu yüzden de defalarca filmlere, dizilere konu olduğunun sanatla ilgilenen insanlar genellikle sanatın her görürüz. alanında bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Tıpkı bizim Tanzimat aydınlarının hem yazar hem gazeteci hem Bir diğer kahramanlık hikayesi türü olarak da devlet adamı hatta yeri geldiğinde yazdıkları oyunlarda Britanya hikayelerini görüyoruz. Buradaki kahramanlık oynayan adamlar olması gibi bir “çok yönlülük” söz chanson gestolardaki milli ve dini olarak sergilenen konusuydu. kahramanlıktan biraz farklı. Britanya hikayelerinde bir kadının kalbini kazanmak için yapılan kahramanlık Gelelim Orta Çağ anlatılır. karanlığında geleceği aydınlatacak olan umut Bu hikayelerin en güzel örneği hepimizin efsanevi bir aşk ışıklarına... Bunların olarak adını bildiğimiz Tristan ve İsolde. İlk defa 1210’da isimleri maalesef bir elin Gottfried von Strasburg tarafından derlenen Kelt kökenli parmağını geçmeyecek destan olarak derlenmiştir. Tristan ve İsolde efsanesinin kadar az.İlk modern insan baş kahramanı ve sevgili olarak ilişkileri Kral Arthur tipini ortaya koyan efsanesindeki Lancelot ve Guinevere ya da Tolkien’in Petrarca, aynı zamanda Yüzüklerin Efendisi dizisindeki Aragorn ve Arwen lirik şiirleriyle tanınıyordu. ikililerine benzetilmektedir. Yine Tristan ve İsolde da Ve onun şiirlerini Türk edebiyatına Sabahattin Eyüboğlu kazandırmıştır:


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Bir iyilik sarardı yüzünü bazen,

karşı çıkıyordu.

Bilmem, belki bana öyle gelirdi;

Ve bu uzun dönem sona ererken ve erdikten sonra da aslında Yeni Çağ’ın başında da hala Orta Çağ’ın etkileri görülüyordu. Sonuçta bu bir kağıt değil ki iyice katlayıp ikiye ayırdığınızda olduğu gibi keskin çizgilerle ayrılsın…

Ben, o sevdadan can atan deli Nasıl yanıp tutuşmazdım o zaman.” Küçük hikaye türünün kurucusu olarak karşımıza çıkan kişi ise Rönesans’ın hazırlayıcılarından Boccacio’dur. Günümüzde en çok kullanılan bu tarzı o bulmuş olsa da aslında yapmış olduğu şey kendi dönemini eleştirmesidir. Ama bu eleştiriyi Decameron’da öyle bir yapmıştır ki, kokuşmuş Avrupa’nın çöken ahlaki yapısı eserde buran buram sezilir. Ayrıca dönemin şartları hikayeleştirildiği için Orta Çağ denilince akla gelen her şey onun hikayelerinde bulunur. Boccacio kısa süre içinde yazdığı türle büyük bir etki yaratır. Hemen ardından Geoffrey Chaucer, Canterbury Hikayeleri’ni, okuyup çok etkilendiği Decameron’un etkisiyle yazar. Batıda hikaye alanında bu gelişmeler yazılırken ışığın yükseldiği doğuda çoktan Binbir Gece Masalları yazılmış dilden dile; diyardan diyara yayılmıştı bile… 14. yüzyıl başında İtalya’dan bir ses daha yükselir. Bu ses Vatikan’ın Latincesine karşı çıkan bir haykırıştır. Çünkü Dante1, meşhur eseri Cehennem’i, Latince olarak değil İtalyancanın Toscana lehçesiyle yazar. Bu haykırış Orta Çağ’ın sonunda artık millet edebiyatının yükselişini gözler önüne serer. Her insan dini eğitim alamaz, Latince bilmek ise her baba yiğidin harcı değildir. Oysa konuşmak bir ihtiyaçtır. Engeli olan insanlar bile bir yolunu bulup konuşuyorlarsa herkes kendi dilinde bir şeyler yapmakta özgürdür. Latince ise bunu kısıtlıyordu. Sadece edebi eserleri kısıtlıyor gibi görünse de aslında bir hayatı kısıtlıyordu ve Dante buna

1

Dante hakkında dergimizde daha önce yer alan ayrıntılı yazı için bkz. Tuğçe Erkol, “İlahi Dante”, İncir Çekirdeği Dergisi, sayı:27, Haziran 2016, s. 44

Avrupa için karanlık olan Orta Çağ böylece aydınlanmaya başladı. Öte yandan Avrupa kapkaranlıkken Doğu tam anlamıyla cenneti yaşıyordu. En basitinden Cervantes’in yazdığı Don Kişot ilk defa 1605’te yayımlanmışken; Japonya’da 11. Yüzyılın ilk çeyreğinde yaşayan bir kadın tıpkı daha sonra Dante’nin yaptığı gibi bir şey yaptı. O yüzyıllarda Japon sarayına Çince hakimdi ve değil eser vermek birçok kadının Çince öğrenmesi söz konusu değildi. Varlıklı ve aristokrat bir aileden gelen Murasaki Şikibu ailesinin forsunu kullanarak önce Çinceyi öğrendi, daha sonra da Çinceye meydan okuyarak birçok otorite tarafından ilk roman olarak görülen Genji’nin Hikayesi’ni Japonca olarak yazdı. Dikkatinizi çekerim, bu olay Dante’den 300 yıl önce dünyanın en doğusunda sayılan Japonya’da bir kadın tarafından gerçekleştirildi. Kim bilir, belki Dante de Şikibu’yu okudu ve ondan etkilendi. Bu yazımda sizlere Ortaçağ olarak adlandırdığımız 700lerden 800lerden başlatabildiğimiz ve 1400lere, 1500lere kadar uzatabildiğimiz bir devri, dünyanın çeşitli bölgelerinden panoramasıyla anlatmaya uğraştım. Her birinin ayrı başlıklar halinde alınması gereken her biri ayrı bir dünya olan bu isimleri, bu eserleri dile getirerek incir çekirdeğini doldurabildiysem ne mutlu bana…


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ASILMIŞLARIN BALADI Olmayın bu kadar katı yürekli, Ey dünyada kalan insan kardeşler; Allah da sizden razı olur belki Sizler acırsanız bizlere eğer; Şurada asılmışız üçer beşer; Kuş tüyüyle beslenen şu bedene Bir bakın, dağılmada günden güne; Bakın kül olan kemiklerimize; Gülmeyin, dostlar, bu hale düşene; Tanrıdan mağfiret dileyin bize. Kanun namına öldürüldük diye Hor görmeyin bizleri, kardeş bilin; Dünyada herkes akıllı olmaz ya, Biz de böyle olmuşuz n'eyleyelim, Madem alnımıza yazılmış ölüm, İsa Peygambere dua edin de Yanmak cehennem ateşlerinde Esirgesin bizi, acısın bize. Etmeyin, işte ölmüşüz bir kere; Tanrıdan mağfiret dileyin bize. Görmedik bir gün olsun rahat yüzü; Yağmur sularında yıkandık yunduk; Kurda, kuşa yedirdik kaşı gözü; Gün ışıklarında karardık, yandık; Kuş gagalarıyla kalbura döndük; Durmadan kâh şu yana, kâh bu yana Esen rüzgârla sallana sallana... Kargalar geldi kondu üstümüze. Sakın siz katılmayın bu kervana. Tanrıdan mağfiret dileyin bize. Dilek Büyük İsa, cümlenin efendisi! Cehennem ateşinden koru bizi; Koru bizi, acı da halimize. Dostlar, görüyorsunuz halimizi; Tanrıdan mağfiret dileyin bize.

François Villon1 (Çev. Orhan Veli Kanık, Fransız Şiiri Antolojisi, İst. 1947) 1

François Villon(1431-1463), Orta Çağ'ın en tanınan Fransız lirik şairidir. Modern Fransız şiirinin kurucusu sayılır.


Ocak-Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ORTAÇAĞ’DA KADINA DAİR “Kadınların tarihi biraz da erkeklerin tarihidir…” Işık Selin ORHUNTAŞ ORTAÇAĞ’DA KADINA DAİR “Kadınların tarihi biraz da erkeklerin tarihidir” deniyor okuduğum ansiklopedide. Haklı. Bu haklılığın ilk kanıtı da ortaçağ araştırmalarında kadının yerini ya da konumunu tespit etmeye çalışırken yararlandığımız kaynakların “erkeklerin” elinden çıkmış metinler olması. Ortaçağ’da büyük bir sessizlik hakim. Duyduğumuz tek ses rahiplerin sesi. Kiliselerden yükselen ilahiler dışarıdan bir ses duymamız engelleniyor. Bilgi alamıyoruz; bilgi akışı da rahiplerin elinde. “Karanlık Çağ” da diyoruz Ortaçağ’a. İşkenceler, veba salgını, diri diri yakılan cadılar mı sadece nedeni ? Aslında değil. Kaynakların yetersiz olması bir diğer nedeni. Elimizdeki bütün kaynaklar erkeklerin tutmuş olduğu günlükler, incil tercümeleri ya da şerhleri ve dini metinler. Döneme dair detaylı bilgi alabileceğimiz yazılı metin çeşitlilik göstermiyor. Var olanlar da tek sesli tarih yazımını beraberinde getiriyor. KADIN MESELESİ

Hatta kadın nesli şeytanın ta kendisidir, düşüncesi vaazlarla birlikte insanlara zorla öğretilmiştir. Rahip sınıfı mesela, Hz. Meryem’e gelene kadar bu düşünce ile toplum içinde erkeklerin yerini iyice sabitleyip yüceltmişti. Ama bir sorun vardı; Hz. İsa’nın annesi, Tanrının en yüce kullarından biri olan Meryem şeytan olabilir miydi? Cevabı basit aslında. Hayır. Meryem istisnaydı. Nasıl istisna olabilirdi? Ruhban sınıfı erkekleri ikinci cinse dair nefretini “Ortaçağ’da büyük Meryem söz konusu olunca bir sessizlik hâkim. biraz olsun dindirmeyi Duyulan tek ses başardı. Meryem, kız rahiplerin sesi... kardeşlerinin günahlarını Kiliselerden yükselen üstlenmiş ve bu günahlardan ilahiler dışarıdan bir arınmak için İsa Peygamber ses duymak gibi bir mucizeyi doğurmuştu. engelleniyor…” Kadınlar içinde şüphesiz bir fedakar çıkmalıydı. Çünkü bunu erkeklere borçluydu (!) .

Çoktanrılı dinler zamanında büyü yapabilen kadınlar bilge kabul edilirdi. Hristiyanlık inancını yayma misyonunu edinen Kilise ise ortaçağda bir baskı merkezine dönüştü. Her şeyi kendi isteği doğrultusunda yönetir oldu. Ve Hristiyanlığın bu döneminde kadın birden aşağılanır oldu. Önce kadının şeytan olduğu ortaya atıldı. Çünkü onlara göre Adem’i elma yemesi için kandırmış ve tanrının isteğine karşı gelmeye zorlamıştı. Bu yüzden kadın şeytana yardım etmiştir.

Ortaçağ’da kadınlara ve kadın bedenine olan nefret Meryem’in bakireliğinin tartışmasıyla devam etti. Her ne kadar Hz. İsa’nın annesi de olsa belli bir süre ilahilerde ismine yer verilmedi. Rahipler kadınlara İsa’nın sevgilisi olmayı vaat ettiler.


Ocak-Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir şartla; ömürlerini bakireliğe adamak. Evli olan kadınlar da eşlerine sadık olarak bu mertebeye erişebilirlerdi. Bunu söyleyen rahiplere birçok kadın tarafından hayran mektup geldi. İsa’nın sevgilisi olma mertebesine erişmek için hazır olduklarını söylüyorlardı. Ancak işin komik tarafı kadınlara ne yapacaklarını ve nasıl yaşaması gerektiğini söyleyen rahiplerin genellikle kırsal kesimdeki kadınlarla birlikte oldukları ve bu birleşmeden gayri meşru çocukları olduğu tarih sayfalarına yazılmıştı. Görülen o ki evlenmesi ve cinsel ilişkiye girmesi yasak olan rahipler Tanrı katına ulaşmak için farklı yol deniyorlardı. Kadın meselesi bu gibi ufak (!) detayların dışında dilimize deyim olarak yerleşmiş bir olayla derinleşiyor: Cadı avı.

Otoritenin diğer adı engizisyon mahkemeleri bu dönemin tarihini yazan bir diğer isimdir. Cadı avı da engizisyon mahkemelerinin kararları doğrultusunda gerçekleşiyor. Şeytanla işbirliği yaptığı iddia edilen yaşlı, dışlanmış, kimsesiz kadınların işkence görmesi ve diri diri yakılması 1600’lü yıllarda olağan bir şey haline gelmişti. En kanlı engizisyonlardan İspanya engizisyon mahkemesi 1610 yılında Zigarramurdi Köyü’nde 300 kişiyi tutuklamış ve bunlardan 30’unu cadı olduğu gerekçesiyle yakmıştı. Zigarramurdi Köyü, diğer köyler gibi geçimini topraktan sağlayan bir köydü. Ancak buradaki

kadınlar doğayı iyi tanıyor, şifalı bitki hazırlayıp doğuma ve doğum kontrolüne müdahale edebiliyorlardı. Her türlü kutlamalarını mağarada gerçekleştirirlerdi. Çünkü mağara onlar için Toprak Ana’yı ve onun derinliklerini temsil ediyordu. Yaşamın kaynağı toprağa onun evinde şükranlarını sunmaları kilisenin dikkatini çekmişti. Farklılıklara tahammülü olmayan otoritenin bunları yok etmede yardımcısı kıtlık ve salgın hastalıklar oldu. Kilise önce korku salarak suskunluğu sağladı. Devam eden suskunlukla gücüne güç kattı. Teker teker şeytanla iş birliği yapanları tespit edip suçlarını itiraf etmeleri için çeşitli işkencelere maruz bıraktı. İşkence sırasında suçunu itiraf edenlerin neredeyse hepsi yakıldı. Bugün o günlere ait hatıralar canlı tutuluyor. İspanya’da Zigarramurdi Köyü’nde işkence aletlerinin de sergilendiği bir müze mevcut. Mary Shelly’nin yazdığı Frankestein adlı romanın ismi aslında Ortaçağ’da cadı avıyla lanetlenmiş bir kasabadan esinlenmedir. İçeriği de yaklaşık 200 yıl öncesinin hikayesidir. Veba salgınının mezar kazıcılarının yaydığı düşüncesi 1 hafta içinde yaklaşık 1500 kişinin ölmesiyle birlikte bir nevi kanıt görevi görmüştür. Ortaçağda kadın meselesi, kadın sorunları, yaşananlar ve izleri bunlarla sınırlı değil elbette. Sanırım bir sayıya anlatabileceklerim bu kadar. Aslında anlatacak daha çok acı, çok zulüm, çok yaşanmışlıklar var ama biraz da Orhan Veli'nin de dediği gibi “Anlatamıyorum”…


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ORTADOĞU’DAN ESEN RÜZGÂR:

BİNBİR GECE MASALLARI Beyza ÖZKAN Bu ay sizlerle Orta Çağ’da meydana getirilen edebiyat ürünleri arasında farklı bir yere sahip olan, ortaya çıktığı dönemden itibaren bütün dünyayı kasıp kavuran bir rüzgâr misali eseri konuşacağım. Eserin adını hepimiz biliyoruz. Hepimiz ‘’o’’nu çocuklarımıza okuduk, hepimiz ‘’o’’nu çeşitli yerlerden, kaynaklardan öğrendik. Hayatımızın içine o kadar yerleştirdik ki ‘’o’’nu, konuşma dilimize ve dahi söz varlığımızda yaşattık. ‘’O’’ eseri, başka yazarların kaleminde başka dünyalar içinde hayat bulduğu, televizyon ekranlarında çizgi film ve sinemaya uyarlanmış bir halde bulduk ve büyük bir coşkuyla, meraklı gözlerle o çizgi filmleri ve uyarlamaları izledik. Sevgili okurlarım, ‘’o’’ eserin adı nedir, diye merak ettiğinizi hissediyorum. İşte ‘’O’’ eser, Binbir Gece Masalları’dır. Binbir Gece Masalları, Orta Çağ döneminde kaleme alınmış Orta Doğu kökenli bir eserdir. 8.yüzyılda Abbasi Halifesi Harun Reşîd zamanında Bağdat, İran, Çin, Hindistan, Afrika, Avrupa ve Anadolu’yu içine alan coğrafi unsurların bulunduğu,

özellikle Bağdat çevresi ve Arap kültürünün harmanlanmasıyla ortaya çıkmıştır. Gönül Tekin’e göre ‘’hikâyeler koleksiyonunun ilk çekirdeğini Hezar Efsane adlı eser teşkil eder. ‘’ 1 Fakat bu eser üzerinde çalışma yapan bir başka araştırmacı Atiye Nazlı ise bu çekirdek konusunda şu yaklaşımda bulunur: Öncelikli olarak İran edebiyatında var olan bir kaynaktan çıktığını söyleyerek Marzolph’un bakış açısını ortaya atar: “Hezar efsane: Bu başlık her ne kadar “Bin Hikâye” olarak anlaşılsa da, Farsça terim olan efsane sihirli bir söyleyiş veya büyülü sözler olarak ifade edilen ve böylece bir şekilde büyü ile ilgili dil açısından efsun ve füsun terimleriyle ilişkilidir. Bu yüzden Farsça efsane sadece hikâye veya masal olarak değil, daha çok “büyü masalı” olarak anlaşılmalıdır. Bu başlık Arapçaya Elf Hurafa olarak

1

EĞRİ, Sadettin, Binbir Gece Masalları Bursa Nüshası, Bursa Büyükşehir Belediyesi Kitaplığı, Ocak, 2016, sf.11


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çevrilmiştir. Hurafa fantastik ve doğaüstü hikâye türü olarak karşımıza çıkar.” 2 Bu bakış açısı bize şu ayrıntıyı da gösterecektir: Binbir Gece Masalları’nın oluşum süreciyle ilgili kesin bir şey söylemek güçtür ve bu hikâye az evvel de söylediğimiz gibi Bağdat, İran, Çin, Hindistan ve Orta Doğu coğrafyasından kopup gelen sözlü bir edebiyat ürünüdür. Binbir Gece Masalları incelendiği zaman, bazı masalların mitolojik kökenli olduğu, bazı masalların ise yaşamış olan kahramanların hayatlarından kesitler vererek onların çevresinde (Harun Reşit ve Sultan Baybars) meydana gelen olaylar olduğu görülecektir. Burada önemli bir nokta daha vardır: Hz. Süleyman’ın adı ve onun adının geçtiği masallar. Fakat bu masallar doğrudan Hz. Süleyman’ın hayatını ve maceralarını anlatmamaktadır. Sadece masallar içinde Hz. Süleyman’ın adı geçmekte ve olaylar özellikle cinler (ifrit) ona bağlanmaktadır.3 Bu bağlamda eser, mitolojik unsurlar bakımından zengindir ve ayrı bir inceleme konusu olarak ele alınabilir. Hezar Efsane, daha sonra Arapça’ya ‘’Elf Leyle ve’l-Leyle’’ ye çevrilmiştir. Ancak eserin adının ne zaman bu ada çevrildiği kesin olarak bilinmemektedir. Binbir Gece Masalları üzerine araştırma yapan bir başka kişi, N.Abbott, İbn elNedim’in eserin adının halk arasında ‘’El Leyle’’ olarak bilindiği ifadesinin bulunmasına, kendisinin Mısır’da bulduğu eksik koleksiyonun adının da Elf Leyle olmasına işaret ederek Hezar Efsane’nin ilk defa Arapça’ya kelime-be-kelime çevrildiği ve adının Hezar veya Elf Hurafat olduğunu; daha sonra bu hikâye koleksiyonunun halk arasında yaygın bir şekilde okunması sonucunda çok popüler olmasından sonra bu fantastik hikâyelere yani efsanelere (Hurafat), Arapça yarı tarihi hikâyeler (ahbâr) eklendiğini, bunlara da gece hikâyeleri adı verilen asmâr hikâyelerinin ilave edildiğini ve bu üç

kategoride düzenlenen hikâyelerin gece anlatılması dolayısıyla da adının Hezar Efsane/Elf Hurafat adından Elf Leyle adına çevrildiğini söyler. 4 Hezar Efsane ve Elf Leyle ve’l-Leyle adıyla anılan Binbir Gece Masalları, 9.yüzyılda İbn Abdûs’un topladığı Elf-Semer isimli koleksiyonda boy gösterir. Bu koleksiyona, çeşitli milletlerin hikâyelerinin en seçilmiş olanları alınmış ve hikâyeler kendi aralarında gruplandırılarak bir araya getirilmiştir. Bu koleksiyonda İran, Arap, Yunan, Hint, Yahudi hikâyeleri bulunmaktadır. Bu durumda eserin, 10. yüzyıldaki bütün mevcut Elf-Leyle’lere yabancı hikâye malzemelerini eklemek suretiyle mi, yoksa yabancı hikâyelerin ne kadarının Elf-Leyle’deki hikâyelerin yerine geçtiği sorusu akla gelir. Ancak bu durumu tespit etmek pek mümkün görünmemektedir. Binbir Gece Masalları ile ilgili son gelişme de hikâyenin 15. yüzyıla kadar uzanarak büyümesi ile meydana gelmiştir. Bu devrede İslâmiyet’teki cihatlara kahramanlık hikâyeleri ilave edilmiş olduğu gibi uzak doğu hikâyeleri de yine bu devrede Binbir Gece’nin içine dâhil edilmiştir. 13.yüzyılda İran ve Irak’ın Moğol istilasına uğraması ve bu olayın doğurduğu tarihi gelişmeler, uzak doğu hikâyelerinin Binbir Gece’ye eklenmesine sebep olmuş olabilir. Nihayet Osmanlı hükümdarı I. Selim(1512-1520)’in Memlûkların saltanatına Suriye ve Mısır’da son vermesiyle Binbir Gece son safhasına ulaşmıştır. Binbir Gece’nin batı ülkelerine ulaşması ve batı edebiyatına etkisi ise ayrı bir konudur. Binbir Gece Masalları, Osmanlı’da son aşamasını tamamlamıştır ve bu coğrafyada sanatçılarımız onun Türkçe tercümelerini de yapmışlardır. Bu Türkçe tercümeler arasında, yakın zamanlarda Sadettin Eğri tarafından Bursa İnebey Yazma Eserler Kütüphanesi’nde bulunmuş ve 24 Ağustos 2016 tarihinde edebiyat camiasına girmiş yazarı bilinmeyen Bursa Nüshasıdır.– 56 hikâye,193

2

NAZLI, Atiye, Binbir Gece Masallarının Anadolu Türk Masallarına Etkileri Üzerine Bir Araştırma, Selçuk Üniversitesi, SBE, Konya, 2011, sf.19 3 NAZLI, Atiye, agm, sf.20

4

EĞRİ, Sadettin, Binbir Gece Masalları Bursa Nüshası, Bursa Büyükşehir Belediyesi Kitaplığı, Ocak, 2016, sf.20


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yaprak ve 396 sayfadan oluşur ve diğer nüshalar eksiktir- .

altında iç içe geçmiş çerçeve hikâyelerden oluşmaktadır.6 Don Kişot, Gülliver’in Gezileri, Robinson Crouse, Montesquieu’nun Yasaların Ruhu ve Acem Mektupları gibi eserler yanında Binbir Gece’den etkilenen yazarlar arasında Oscar Wilde, O.Henry, Edgar Allen Poe, Calvino, Goethe, Andersen, Gabriel Garcia Marquez ve Jorge Louis Borges bulunmaktadır ve özellikle Borges ve Marquez, ilham kaynaklarının Binbir Gece Masalları olduğunu dile getirmişlerdir. Bunun yanında Fransız edebiyatının önemli sanatçılarından Stendhal, ‘’İnsan bu kitabı okuduktan sonra unutabilmeli ve tekrar tekrar okuyarak zevkine yeniden varabilmelidir.’’der.

Bir diğer Türkçe tercüme de Beyânî’ye aittir. Sultan IV. Murad'ın isteği üzerine Beyânî ile meşhur olmuş Mehmed oğlu Musalli' [Musalli bin Mehemmed] adında biri tarafından tercüme ve istinsah edilmiştir. Bu nüsha Paris’tedir ve dokuz ciltten ibaret olup 19 Ekim 1636 ve Ocak 1637 yılları içinde tercümesi yapılmıştır.5 Beyânî’den sonra yapılan bir başka tercüme de Esad Efendi’ye aittir. Esad Efendi Nüshası üzerinde Ferda Pepesöyler çalışmış ve bu çalışmasını dilbilgisi özellikleri bakımından incelemiş, metinle birlikte dizinini de vermiştir. Binbir Gece Masalları’nın rüzgârı, Ortadoğu’dan Binbir Gece Masalları, Galland’ın yaptığı Türkiye’ye ve oradan batıya doğru esmiş, bütün derleme ile Batı dünyasını etkilediği gibi Türk dünyayı kasıp kavurmuştur. Önceki satırlarda edebiyatını da etkilemiştir. Edebiyatımızı etkilediği ‘’apayrı bir konu’’ olarak bahsettiğim zaman dilimleri, Divan edebiyatı ve Binbir Gece’nin batı dünyasına Tanzimat dönemi Türk edebiyatıdır. II. Batı dünyası, 17. yüzyılda etkisini sizlerle kısaca Murad döneminde çevirisi yapılan Binbir Gece Masalları ile konuşacağım. Kırk Vezir Hikâyesi, tanışır ve bu yüzyılda ilgi araştırmacılara göre Batı dünyası, 17. görür bu masallar. Antonie Camasbnâme de Binbir Gece yüzyılda Binbir Gece Galland tarafından yapılan Masalları’nın çevirisidir. Masalları ile tanışır ve bu tercüme, batıda yankı Bahtiyar-nâme, Tûti-nâme, yüzyılda ilgi görür bu uyandırır. Bununla birlikte batı Ferec Bade’ş Şidde ve Firakmasallar. Antonie Galland edebiyatına dolaylı ya da nâme ve Sindbad-nâme leri de tarafından yapılan doğrudan da olsa kaynaklık sayabiliriz. Tanzimat tercüme, batıda yankı ettiği eserler çoktur. edebiyatında da Muhayyelât, uyandırır. Bununla birlikte batı Hayâlât-ı Dil, Müsâmeretnâme ve edebiyatına dolaylı ya da Peyami Safa’nın çocuklar için hazırlamış doğrudan da olsa kaynaklık ettiği olduğu Havaya Uçan At gibi eserler Binbir eserler çoktur. Decameron ‘’On Gece’’ adıyla Gece’nin rüzgârına kapılmış eserlerdir. Orhan bilinen bir eserdir. Binbir Gece Masalları ile birleşen Pamuk’un Kara Kitap isimli eseri de Binbir Gece özelliği ile anlatma tekniklerinin benzer olmasıdır. Masalları’ndan etkilenmiş bir eserdir. Pamuk, bu Decameron, ‘’on gece’’nin hikâyesini anlatır, Binbir eserde Binbir Gece’de anlatılması gereken ama Gece ise adından da anlaşılacağı üzere ‘’binbir ‘’ henüz anlatılmamış olan İstanbul masallarının geceyi anlatır. Gece anlatılan bu hikâyelerde konu kitabıdır. Bu kitabında Pamuk, doğu anlatı geleneğini olarak da birleşme görülmektedir. Canterbury Tales modern anlatıyla birleştirmiş ve bu nedenle eserini Hikâyeleri ile Binbir Gece Masalları bazı özellikleri Binbir Gece Masalları’na yaklaştırmıştır. yönüyle benzemektedir ve adı geçen bu hikâyenin konusunu Canterbury’den hac yolculuğuna çıkan hacı adaylarının hacca giderken ve gelirken yolculukları sırasında anlattıkları 24 hikâyenin 5

TEKİN, Şinasi, Binbir Gece’nin İlk Türkçe Tercümeleri ve Bu Hikâyelerdeki Gazeller Üzerine, Türk Dilleri Araştırmaları 3 (1993), sf. 241

Ortadoğu’dan başlayıp bütün dünyayı kasıp kavuran bu rüzgâra beyaz perde de kapılmıştır. Türk sinemasında bu dönem 1953 yılında yönetmenliğini 6

NAZLI, Atiye, NAZLI, Atiye, Binbir Gece Masallarının Anadolu Türk Masallarına Etkileri Üzerine Bir Araştırma, Selçuk Üniversitesi, SBE, Konya, 2011, sf. 67


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Baha Gelenbevi’nin yaptığı alt başlığı Binikinci Gece olan Balıkçı Güzeli adlı filmle başlar. Binikinci Gece ibaresinden, filmin masallarla organik bir bağının olmadığını ve onlara açık bir göndermede bulunduğunu hatırlatalım. 1960’larda masal temalı filmlerden sadece iki örnek görülür. Bunlardan ikisi Mehmet Dinler’in yönetmenliğini yaptığı 1964 yapımı Cilalı İbo ve Kırk Haramiler ve Ertem Göreç’in yönettiği, Kartal Tibet’in başrolünü 1968 yapımı Bağdat Hırsızı’dır. Bu iki örnekten sonra doğu masallarından kaynağını alan film furyası 1970-1971 yılları arasında ortaya çıkar. Halit Refiğ’in hem yazıp hem yönettiği 1970 yapımı Adsız Cengâver bu akımın tetikleyicisi olur. Ali Baba ve Kırk Haramiler( yönetmen Nuri Ergun, 1971), Altın Prens Devler Ülkesinde(yönetmen Muharrem Gürses, 1971), Şehzade Sinbad Kaf Dağında( Muharrem Gürses, 1971), Bir Varmış Bir Yokmuş, Binbir Gece Masalları(Ertem Göreç, 1971) Alaaddin’in Lambası(Natuk Baytan,1971) aynı yıl peş peşe gösterime girer. 1972 yılına gelindiğinde filmlerin arkası aniden kesilir. Son bir gayret Rahmi Kafadar’ın Şahmaran isimli filminden gelir. Türk sinemasında Şahmaran masalı ilk kez bu film ile konu edilir. Masalların batı sinemasında ve müzikte de etkisi çok fazladır. Fritz Lang’ın 1921 yapımlı Der Müde Tod, 1924 Hollywood yapımı The Thief of Baghdad -Bağdat Hırsızı- ve onun 1940’taki ikinci yapımı Binbir Gece Masalları’ndan etkilenmişlerdir. Hollywood’un Binbir Gece Masalları’na dayandırılmış ilk konulu filmi 1942 Arabian Nights'dır. 1944’te de Ali Baba ve Kırk Haramiler beyaz perdede boy gösterir. 1992’de en başarılı Binbir Gece Masalları uyarlaması Walt Disney tarafından yapılan çizgi film Aladdin adıyla yapılır. Bu filmi devam bölümleri ve televizyon serileri izlemiştir. Sinbad'ın yolculukları, televizyon ve sinemaya birkaç kere uyarlanmıştır. Bunlardan en sonuncusu, 2003 yapımı animasyon Sinbad: Legend of the Seven Seas dir. 1958 yapımı The Seventh Voyage of Sinbad en meşhur Sinbad filmi sayılabilir. İngilizce olmayan uyarlamalar arasında çeşitli Hint (Bollywood) yapımları, İtalyan yönetmen Pier Paolo Passolini 'nin 1974 yapımı Il fiore delle mille e una

notte'si, ve 1990 yapımı Fransız Les 1001 nuits sayılabilir. Televizyon ve sinema uyarlamaları arasında aslına en sadık kalmış olanı 2000 yılında Amerikan ABC ve İngiliz BBC kanallarında gösterilen Arabian Nights dizisi sayılır. Müzik dünyasında da Rus besteci Rimsky Korsakov, "Deniz ve Sinbad'in Gemisi", "Kalender Prens", "Genç Prens ve Prenses" ve "Bağdat'ta Şenlik" isimli masallardan esinlenerek 1888’de Şehrazad isimli süitini tamamlamıştır. Barış Manço ise 1982 yılında Şehrazat isimli şarkısıyla bu masalın iklimine kendini kaptırmıştır. Sizlerle yazı boyunca sözünü ettiğim Binbir Gece Masalları, Orta Çağ’da ortaya çıkmış olmasına rağmen ortaya çıktığı zaman diliminden itibaren çeşitli milletleri etkilemiş ve bu masallar Türkçeye tercüme edilmiş, besteleri yapılmış, sinemaya uyarlanmış ve bu masalların büyüsüne kapılarak nice edebiyat eserleri verilmiştir. Dilerim ki, bu güzel anlatı ile ilgili daha çok araştırma daha çok inceleme yapılır, ülkemizde eğer varsa Türkçe tercümeleri bulunur ve masallar adına gelenekselleştirilmek üzere kongreler ve bilgi şölenleri yapılır. Masalların ilelebet okunması ve masalların gizemli dünyasından ayrılmamak dileğiyle…


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Karanlık” Kütüphaneler Ayşe Bengisu AKDAĞ Kütüphanecilik, insanlığın kültürü, medeniyeti ile iç içe ve onun kadar eskidir. Yazıyı bulan ilk insanlar yazıyı yazabileceği ve saklayabileceği şeyleri bulmanın arayışına girdiler. Taşlara, duvarlara sonra zamanla tabletlere kazımaya başladılar ve git gide bu tabletleri çoğaltıp biriktirmeye böylece kütüphanenin ilk oluşumlarına zemin hazırlamaya başladılar. Kütüphanelerin ilk örneklerine Doğuda Mısır Batıda Roma topraklarında rastlanırken git gide geniş bir sahaya yayılmaya başladı. Avrupa’da bu gelişim biraz da Johannes’e bağlıydı… 1398’de Avrupa’nın en karanlık günlerinde dünyaya geldi Johannes. Aslında bir zanaatkâr, bir kuyumcu olan Johannes’i sonraları bütün Avrupa, bütün dünya soyadıyla hafızalara kazıyacaktı. Johannes GUTENBERG. Ortaçağa damgasını vuran isimlerden biri olan Gutenberg, geliştirdiği modern matbaacılık ile Avrupa’da Rönesans’ın ayak seslerini duyuruyordu. Matbaayla birlikte kitap sayısı gün geçtikçe artıyordu. 1480’lerde bazı kitaplar 100 adet baskı yaparken kısa süre içinde bu sayı 500lere çıkmıştır. Ve tabii ki kitapla çoğalan bilgi, artan yayınevleri ve kitap satıcıları berberinde kütüphaneleri de geliştirdi. Bireysel koleksiyonculuk, baskı ve dağıtım arttı. Aslında tüm bu gelişmelerin yanında Üniversite kütüphaneleri daha geç dönemlerde oluşmaya başladı. Buna rağmen o dönemde Sorbonne Üniversitesi’nin kütüphanesinde tam 2000 kitap olduğu belirlenmiştir. Bu dönemlere, Gutenberg’e henüz gelmeden önce, en önemli kütüphanelerden biri şüphesiz Vatikan Kütüphanesi’ydi. Kütüphane müdürü bizzat Papa tarafından atanmaktaydı ve kitapların sık sık kaybolması üzerine aldığı kitabı 40 gün içinde getirmeyenler için aforoz edileceği duyuruluyordu. Burada dikkati çeken, Ortaçağ gibi bir düşünce dünyasının olduğu dönemde kütüphanenin, müdürün en üst makam olan Papa tarafından

destekleniyor olması. Bu “destek”in amacı hepimizin malumu aslında: “Ortaçağ'ın devam ettiği 800 yıllık zaman içinde batıda kitap kiliselerden ve manastırlardan dışarıya çıkmamıştır. Kitaplar adeta bir ziynet eşyası gibi korunuyor, sadece papazlar ya da saray mensupları bunları kullanabiliyordu.”1 Geçmişine de baktığımızda Batı Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra kütüphaneler istilalar, maddi olanaksızlıklar ve ilgi azlığı nedeniyle ortadan kalkmış olsa da manastırlar kütüphanelere sahip çıkmaya devam etti. Aziz Benedikt, manastırlarda koyduğu bir kuralda keşişlere, belirlenmiş dönemlerde dört ila altı saat okuma zorunluluğu getirdi. Benediktenler kütüphaneler kurdu ve el yazmalarını kutsal saydı. Kısa sürede manastırlar arasında ödünç kitaplar vermek 1

İsmet Binark, Eski Devrin Kitapçıları


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

öğrenciler yararlanıyorlardı. Orhan Bey zamanında ilk medrese 1332’de İznik'te açıldı. Yine Orhan Bey zamanında ikinci medrese Bursa'da açıldı. Bu medreseler içindeki kütüphanelerde bulunan kitapların çoğu Arapça idi. Bu kitapların konuları ise fıkıh, kelam gibi dini ilimlerin yanında akli ilimler, mantık ve riyaziyatla ilgili eserlerdi. Bu dönemin ardından ise kütüphanelerin en çok geliştiği ve değer verildiği dönem şüphesiz Avrupa’nın dibe bizim semâya ulaştığımız devir olan Fatih Sultan Mehmed' in hükümdarlık dönemi. Hatta Müjgan Cumbur bu görkemli devri 3 başlıkta inceliyor:

yaygınlaştı; bu olay kütüphanecilikte ödünç verme olayına yol açtı. Bu gibi olayların zemininde cereyan eden Ortaçağda zamanla kiliseler kütüphaneleri a)Fatihin özel kütüphaneleri sadece baskı amaçlı kullanımdan çok yönlü kullanıma b) halkın faydalanması için açtığı kütüphaneler açmaya başladı. Kütüphanelere, kitaplara çok titiz bir c) Fatih döneminde devlet adamları ve bilim çalışma disiplini getirildi. “Kilise ve manastırlarda adamlarının kendi kütüphaneleri.3 yazma eserler öylesine titizlikle çoğaltılıyordu ki katiplerin sürekli kitap yazmalarını Sonuç olarak, “her meslekte sağlamak için manastırlara giriş olduğu kütüphanecilik mesleğinin Ortaçağın dorukta olduğu çıkışı yasaklıyorlar, yangın de, kütüphanelerin de bir tarihi dönemde kitaplar çalınma tehlikesine karşı suni vardır.”4 Ve kişisel ya da genel aydınlatma yaptırmıyorlar, bu ve yıpranma gerekçeleriyle, olsun, kütüphane uzun tarihi sebeple çalışmalar gün “Catenati” diye boyunca kurulan, yıkılan, ışığında yapılıyordu.”2 Tüm adlandırılan zincirli tekrar kurulan ve ayakta bunlara rağmen bu biçimde tutulurken kalmayı başaran, insanın bilgi dönemlerde kiliselerin, matbaanın icadı ile bu edinme açlığını doyuran, çağlara manastırların himayesindeki zincirler kırılmıştır. tanıklık eden, insanlık mirasını kütüphanelerdeki kitap sayısı yeni nesillere aktaran, insanlıkla Eskiçağda bir Efes Kütüphanesiyle yakın bağlantılı bir mekân olmuştur. boy ölçüşemeyecek kadar zayıftı. 14. yüzyılda Gutenberg’in büyük katkısıyla ise Latin ve Eski Yunan kültürüne özlemle, artık yeni bir devrin, yeni bir dünyanın, yeni bir bakışın başlayacağının sesleri geliyordu… Peki, bu dönemlerde bizim topraklarımızda kütüphanecilik anlamında neler oluyordu? Bugünkü kütüphanelerimizde bulunan yazma kitapların çoğunun Osmanlı kütüphanelerinden geldiklerini biliyoruz. Osmanlı kütüphanelerinin ilk oluşturuldukları yerler medreselerdi. Medreselerde bulunan kütüphanelerden, müderrisler (hocalar) ve 2

Orhan Öcal, Kitabın Evrimi, Türkiye İş Bankası Yay., Ankara 1973, s.89.

3

Müjgan Cumbur, "Fatih Devri Kütüphaneleri ve Kütüphaneciliği" 4 Dilek Bayır Toplu, “Ortaçağ Avrupa’sında Kent Olgusu ve Kütüphanelerin Toplumsallaşma Süreci”, Türk Kütüphaneciliği, 14,4 (2000)


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ORTAÇAĞ’da BİR AZİZE: JAN DARK YAŞAMI VE ÖLÜMÜ Busenur ASLAN Medeniyet, kadınların ayakları üzerine kurulmuştur. Öyle ki bir yerde kadınlar ne kadar huzurluysa o yer, o kadar dingindir. Ama bazen kadınlar kaçmak, dövüşmek, inandığı şey uğruna baş kaldırmak isterler. İşte o vakit, yer yerinden oynar. Koskoca dünyada titremeyen bir kum tanesi, taş veya kaya kalmaz. Hatta devrilir koca dağlar. Çünkü kadınlar, bel kemiğidir medeniyetin. İçinde birçok gizemi ve farklı dünyaları barındıran kütüphanemde, içinde kadın kahramanların yer aldığı eserler arıyordum. Aslında aklımdaki eser çok önceleri düşmüştü beynimdeki kıvılcımlara. Küçük bir parıltıdan, büyük bir meraka ve okuma arzusuna dönüşmüştü bu. Aradığım kadın kahraman, bir yerlerde zelzelelere sebep olmuştu. Belki de canı sadece dövüşmek istemişti. Başarmıştı bu kadın, medeniyetin taşlarını yerinden oynatmayı. Bir süre sonra kitap, yazı en ufak bir bilgi kırıntısı dahi olsa, aramaktan vazgeçtim. İçime, o döneme gidip gözlerimle görme arzusu düştü. Belki beni tembellikle suçlayacaksınız ama Fransa’nın hırçın kızı, kutsal bakiresi olan Jan Dark’ın yaşamına şahit olmak, tepilecek fırsat değildi. Koynumda sakladığım pusulamın, ısınmaya başladığını hissettim. Koşar adımlarla gittim, üzerinde süslemeleri olan kitabımı almaya. Gerisi zaten bildiğiniz hikâye. Kitabın üzerindeki bölüme yerleştirdim pusulamı ve savrulmaya başladı kitabın sayfaları. Birden yazısız sayfalar arasında açıldı Jan Dark’ın hikâyesinin bulunduğu sayfa. Kabartma yazılara dokunmamla gökyüzünde süzülmeye başlamam bir oldu. Her şey bir tarafa da şu gökyüzünde süzülmek yok mu bütün o korkunç manzaralara değiyor. Süzüldüm bir süre engin gökte. Sonra asıl meseleye dönmek vaktinin geldiğini söyledim kendi kendime. Kafamı eğdiğimde büyük bir çitlik alanı, yanında yemyeşil bir vadi gördüm. Bu yeşilliğin

içinde, sırt üstü uzanıp yüzünü güneşe okşatan bir kız gördüm. Gözleri, sakin bir kıpırtıyla kapanmıştı adeta. Bir yanda hafif bir meltem bir yanda nazik güneş… O kadar güzel görünüyordu ki hayranlığımdan yanına kadar indim. Yüzü neredeyse yüzüme değecek şekilde baktım bu kıza. Birden açtı gözlerini. Göz bebeklerinin içime işlediğini sandım. Ani bir hareketle kendimi geri çektim. Sanki, beni görmüştü bu tek çift göz. Kısa süre sonra bunun böyle olmadığını anladım. Çünkü “Ama bu çok zor. Ben bunu nasıl yaparım ki? Daha ata bile binemiyorum.” dedi bu kız. O an aradığım, yaşamını merak ettiğim, mücadelesine şahit olmak istediğim kişiyle karışı karşıya olduğumu anladım. Sanırım tam bu an, sanrıları ilk gördüğü andı. Farkında olmadan bu ana şahit olmuştum. O yaşadığı deneyimin heyecanıyla eve doğru koşmaya başladı. Ben de


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

onunla karşılaşmanın heyecanıyla peşinden süzüldüm evine kadar. Günler boyunca her gözünü kapayışında, birçok halisünasyon gördü. Henüz on üç yaşında bir çocuktu. Görüntülerde ve duyduğu seslerde, –anlattığına göre- ona Fransa’nın başına geçmesi ve Fransa’yı kurtarması söyleniyordu. Uzun bir süre kimselere söylemedi bu deneyimlerini. Bunu nasıl açıklayacağını bilemedi o küçük yaşında. Yalnız kaldığı ve kendini doğanın özgürlüğüne bıraktığı birçok anda yaşadı bu deneyimleri. Büyük ilhamlar, büyük mucizelerden sonra gelir. Jan Dark’ın yaşadığı dönem Yüzyıl Savaşları’nın olduğu dönemdi. Bu dönemde İngiltere, Fransa tahtı üzerinde hak iddia ediyordu ve büyük bir savaşın içindeydiler. Fransa’nın bu büyük yenilgiden kurtulmak için şansı bir mucizeydi artık. Ve bu mucize Domremy’de bir çiftçi ailenin kızları olan Jan’dı. Nitekim henüz kimsenin bundan haberi yoktu. Bir keresinde, içinde bulunduğu bu durumu bir gence açmaya niyetlendi Jan. İçinden gelen bir sesi dinledi ve vazgeçti sırrını açmaktan. Bu sırrı ilk açtığı kişi ise eniştesiydi. Eniştesi Jan’ı eşine bakması için evine götürüyordu ve bu sırada açtı içini Jan, eniştesine. Ona Fransa’yı bir kadının harap edeceğini ve bir genç kızın da Fransa’yı kurtaracağına dair rivayeti bilip bilmediğini sordu. Eniştesi bu soru karşısında cevapsız kaldı. Dört kutsal kitapta geçen Mikail’den emir aldığını ve iki önemli aziz olan Aziz Margareta ve Aziz Katerina’dan da yardım aldığını iletti. Duydukları karşısında eniştesinin elinden gelen tek şey ona yardımcı olmaktı. Böylece Mikail’in emrinde olduğu gibi Vaucoluers Kalesi’ne gittiler. Burada, kumandan Robert de Baudricort ile görüştüler. Başta dalga geçtiler Jan’la. Sonuçta, on yedi yaşında küçük bir genç kızdı. Daha sonra, onun güçlü tavırları karşısında dondu kaldılar. Mikail’in Jan’a önceden duyurduğu gibi, yardım etti ona kumandan. Bundan önce, evine dönüp uzun bir süre beklemesi gerekiyordu. Ailesi ve bütün köy duymuştu her şeyi. Haliyle bu süreç Jan Dark için büyük bir buhrandı.

Kimse inanamıyordu olanlara. Herkes gibi biriydi onlar için Jan. Kendinden emin kadınlar, ayaklarını yere o kadar güçlü basar ki yerçekimi ortadan kalksa bile, onların ayakları ayrılmaz topraktan. Umutlu bir bekleyişin ardından, Fransa’nın veliahtlarından Charles’ın karşısına çıkabildi. Üzerinde bir zırh vardı. İnce, uzun bir erkek çocuğu gibiydi. Meleklerin ve azizlerin ona söylediklerini iletti Charles’a. Fransa’nın tahtına geçmesini ve orduyu yönetip İngiltere’yi yenmesini söyledi. Efendisinin emirlerinin bu yönde olduğunu söyledi. Efendisinin kim olduğu sorulduğunda ise onun, Tanrı olduğunu söyledi. Böyle birkaç telkinin sonunda Charles, inandı onun sözlerine ama etrafındakilerin inanması o kadar kolay olmayacaktı. Ülkede kim varsa teste tabi tuttu Jan’ı. Büyük sorgulardan geçti. Piskoposlar, Rahipler, avukatlar ve bilumum hâkim, savcı ve kraliyet çevresindeki herkes onu sorguladı. En çirkinini, kadın onurunu en çok ayaklar altına alanı ise sona bıraktılar. Kraliçe ve tebaası bu sorgulamayı bizzat yürüttüler. Geçmişini ve masumiyetini sorguladılar. Masumiyet de anlayacağınız üzere bakire olmasıydı. Bir insanın masumiyeti, böyle çirkin bir sınavla anlaşılıyordu o dönem. Sonuç olarak, bütün bu testlerden başarıyla çıktı Jan. Bütün belgelere kanıtlanmış bir şeyler varmışçasına onun haklı olduğu, temiz olduğu yazıldı. İstediği yolda sapmadan, yılmadan yürüyordu. Bense nutkum tutulmuş şekilde izledim onu. Bir insan bu denli zorlu ve bunaltıcı şeylere nasıl katlanabilirdi? Kayaya tutunmayı başaran çiçek, en görkemli çan çiçektir. Jan Dark, inancına tutundu. O inancı sayesinde şimdi Orleans’ı kurtarmak için yola çıkmıştı. Kenttekiler büyük bir tedirginlik yaşıyordu. Nasıl bu yaşta, erkek kıyafetlerine bürünmüş bir genç kız onları kurtarabilirdi? Emri altına girmesi gereken askerler de durumdan rahatsızdı. Herkesin gözlerini diktiği ve mucize gibi baktığı bu kadın onların da dikkatini dağıtıyordu. Dahası büyük bir


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bıkkınlık ve inançsızlık içindeydiler. Jan’sa onların bırakmıştı. İki taraf da kazanmıştı. Bu kanlı aksine her şeyin hemen olmasını istiyordu. Bir an mücadelenin tek kaybedeni, Jan’dı. Çünkü onu yok önce kaleyi kuşatıp Orleans’ı kurtarmak istiyordu. etmek için pusuda bekleyen, ona diş bilemiş Gelecek olan ek birliği bile beklemeye tahammülü canilerin önüne atılmıştı. Kilise çoktan cezasını yoktu. Ama birçok zorlukla karşılaştı. Derler ya kesmişti ama göstermelik bir mahkeme “Olması gereken asla zamanından önce olmaz.” düzenlediler. Günlerce süren bir işkenceyle diye. Şimdi de öyle olmuştu. Birlik gelene kadar ki iki karşılaştı. Zindanlara kapatıldı ve defalarca testlere gün boyunca bir türlü kaleye hücum tabi tutuldu. Henüz, on dokuz yaşında genç bir gerçekleşmemişti. Artık sabrı kalmamıştı Jan’ın. kadındı. Tanrı onu terk mi etmişti? Mikail neden Bütün gücünü topladı ve çıktı, meydanın ortasında artık ona emirler vermiyordu? Olacakları neden duran bir taşın üzerine. Oradan seslendi bütün göremiyordu? O artık koskoca dünyada tek başına orduya. “Güçlü Fransız askerleri, artık Orleans’ı mıydı? Bütün bu sorularla her gün kendi kendini kurtarma vaktidir. Bugün, sonunda o gündür. tüketti. Yine de inancı vardı içinde. Ama dedim ya Kuşanın kılıçlarınızı. Siz orduların en güçlüsü, mahkeme çoktan cezasını kesmişti. Jan Dark, küçük Tanrının ordusunuz. Ben yol göstereceğim. Gün yaştan beri Şeytanla işbirliği içindeydi ve cezası kazanma günüdür!” dedi. Bu kısacık konuşma, onun ölümdü. İçimden kopanlar, ona duyduğum saygı, gözlerindeki ateşle birleşince ayağa kaldırdı inancı karşısında benim bütün pes edişlerim, inancını yitirmiş bu askerleri. Büyük bir hepsi tek tek geçti gözlerimin önünden. hücum gerçekleştirdiler kaleye. Nihayetinde gözyaşlarım eşliğinde, Fransa’da her yıl 30 Mayıs Gerisi, kanlı bir savaş sahnesiydi. daha on dokuz yaşındayken Jeanne D’Arc günü olarak Usta bir komutan edasıyla çarmıha gerilerek yakıldı genç kutlanır. yürüttü savaşı Jan Dark ve kadın… zaferin ellerini sımsıkı tuttu. Çığlıklar atarken Schiller onun hayatını işliyen Bunda biraz da Jan’ın namını buldum kendimi bir trajedi; G. B. Shaw bir duyan İngiliz askerlerinin, kütüphanemde. Gözyaşlarım, piyes; P. Claudel, ondan korkmasının etkisi de yanaklarımdan süzülüp Honegger’in bestelediği bir azımsanamazdı. Sonuç olarak çenemde toplaşıyordu. Ellerim Jan Orleans’ı kurtarmıştı. Bu oratoryo yazmışlardır. titriyordu bu vahşet karşısında. büyük bir sevinçle karşılandı. Hatta Sen, güzel kadın, hisli kadın, gururlu, Charles, Jan’ın babasını vergiden muaf cesur ve inançlı kadın, nasıl kıydılar sana? tuttu. İlk başarısı ellerindeydi artık Kutsal Nasıl önce Tanrı’nın azizi sonrada Şeytan’ın Bakire’nin. yardımcısı olarak anıldın? İçinde kaybolduğun Hedefler, başardıkça daha yakın görünür duyguların, cesaretin, inancın nasıl da korkuttu bu insana. Jan’a da öyle olmuştu. Şimdi, birkaç adım çirkin insanları ki canını aldılar? Hoşça kal güzel ilerisinde duruyordu Paris ve o Paris’i de kuşatıp kadın… almak istiyordu. Büyük yakarmalar sonucu, Charles’dan izin çıktı ve peşine kattığı ordusuyla Paris kapılarına dayandı. Günlerce uğraştı burada da. Ama nedense başaramıyordu. Artık görüntüler de gelmiyordu gözlerine. Sadece, her tarafta kan vardı. Askerleri bir bir ölüyordu. Paris alınamıyordu. Sonuçta Jan’da büyük bir yara aldı. Bu girişim başarısızlıkla sonuçlandı. Ama Charles, tahtın kazananı olmuştu. İngilizlerle bir anlaşma yapmıştı. Fransa, artık onun olmuştu. Bütün çıkarcılar gibi yoldaşını satmış Jan’ı para karşılığı İngilizlere


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Üçüncü Konuşma: Aşk Bir Ortaçağ Karanlığıdır (…) Kül iyidir, aşkı da kapsar şiiri de yağmuru da ölümü de ve sanki kül olursak ruhumuza kadar yani ta içimize çekmiş sayılırız çocukluğu belki de iliklerimize kadar yaşamış oluruz ölürken bir kere bile olsa olsa… Kül de ne tuhaf Bachmann’ı değil Celan’ı hatırlatıyor bana oysa kül olan Celan değildi, o boğazına kadar ölüme batmıştı ölümle yıkanmıştı: suyun kül hali, ölüm, aşkın kül hali, Kalp Zamanı , işte külün içinden yeniden diriliyor şiir ve onun aradığımız tanımı oluyor birdenbire şiir: sözün kül hali çocukluk: insanın kül hali ve ölüm: insanın yalın hali ölüm, gözüne toz kaçar, üflersin! bir kere üflersin, sonrası toz… Şiiri de ölümüne sevmemeli bence zaten öyle bir aşk da yok bence hem niye olsun ki, onun adı aşk olmaz ki o zaman ölüm olur tembellikten ikiye ayırmışız bütün hayatı, önce aşk, sonra sevgi ve arada gördüklerin görülmemesi gereken şeyler besbelli, bir lunaparktan ve korku tünelinden geçiyorsun, ama kestiremiyorsun komik mi gotik mi? Aşk evet dünyanın en uzun tüneli kendini ortaçağda bulduğundan beri kapkaranlık olmuştur bunda bir giz bulmuştur klişe gelebilir ama aşka düşme sakın yanarsın dedikleri de budur sanırım…

Haydar ERGÜLEN -aşk şiirleri antolojisi-


Ocak-Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Francis Bacon’un “Denemeler” Adlı Eserinde İslam ve Türk Düşmanlığı Mehmet ALTINOVA Francis Bacon, Avrupa’da Kavimler göçü ile başlayıp İstanbul’un fethinden yaklaşık yüz yıl sonrasına kadar süren Orta Çağ döneminde yaşamış, Avrupa’nın karanlık döneminden aydınlanma dönemine uzanan yıllara tanıklık etmiş yazarlarındandır. Osmanlı Devleti’nin gerek siyasî gerekse sanatta en üst seviyede olduğu bir dönem olan XVI. yüzyılda yaşamıştır. Ömrünün büyük bir kısmını halkın fikirlerini geliştirmeye, sorgulatmaya harcamıştır. Kilisede eğitim görmüş ve I. Elizabeth’e sıkı sıkıya bağlı bir yazardır. Babası da I. Elizabeth’in döneminde Adalet Bakanlığı görevini yürütmüştür. Kraliçeye olan bağlılığı ve ailesinin önemli bir bürokrat oluşu sebebiyle kraliyetten nişan sahibidir. Denemeler adlı eseri aynı adla eser vermiş başka bir İtalyan yazar Micheal Montaigne’den ayrılır. Montaigne, eserini Bacon’dan önce yazmıştır. Francis Bacon, Montaigne’den etkilense de teknik olarak ayrılır. Zira, Montaigne, kendi deneyimlerinden yola çıkarak denemeleri yazarken; Bacon ise çevreden gözlemlediği olayları yazmaktadır. Yani biri tümden gelim metodunu kullanırken diğeri tümevarım metodunu kullanmaktadır. Bu sebepten dolayı Bacon’un eserinde çokça isim mevcuttur. Ele aldıkları konulara bakılacak olursa hepsi insanların ortak duyguları olan sevgi, aşk, nefret, adalet, savaş gibi konuları işlese de farklı konular da vardır. Francis Bacon, yazılarının başlıklarına “üstüne” ifadesini koymaktadır. Bu Montaigne’de görülmez. Her iki aydınlanmacı yazarın insanlığın ortak duyguları işlemesi “klasisizm” akımının bir özelliğidir. Dolayısıyla ikisinin ortak özelliği benimsediği edebî akımlardır. Francis Bacon’un yaşadığı dönem, Türklerin en güçlü olduğu devirlere denk gelir. Bir şairin ifadesiyle Türkler, XVI. yüzyılda Avrupalıları Avrupa’ya tıkmış bir millettir. Kanunî dönemine bakacak olursak Sultan Süleyman’ın bizzat Muhibbî mahlasıyla muhteşem gazeller yazdığı görülebilir. Batı dünyasında MagnificantMuhteşem- Suleyman olarak adlandırılan hükümdârın

ülkesinde denizlerde Batılıların Kızıl Sakal olarak tanımladıkları, Barborossa olarak teleffuz ettikleri Barbaros Hayreddin Paşa; kaleminde Bâkî, Fuzûlî, Bağdatlı Ruhî; mimaride Mimar Sinan hüküm sürmekteydi. Türkler, İpek yolunu ele geçirdikten sonra Batı dünyası alternatif yollar bulmaya girişmişlerdir. Fakat ondan önce kendileriyle mücadele etmesi gerekiyordu. Çünkü Hıristiyanlar için karanlık çağ olarak nitelendirilen Orta Çağ, skolastik düşüncenin hüküm sürdüğü bir zamandı. Kilise yetkililerinin elinden taç giyen hükümdarlar, yalnızca sembolik olarak ülkeyi yönetmekteydiler. Kilise, endilijans ile epeyce para ve toprak kazanmış, enterdi adı verilen mahkemelerde de pek çok vatandaşın kellesini kesmişti. Bir ara o kadar çok para kazanmışlardı ki “Sezar’ın hakkı Sezar’a, papanın hakkı papaya.” sözü halk arasında söylenir olmuştu. Bu mücadelenin ardından Martin Luther adlı bir keşiş, meşhur bildiriyi kilisenin duvarına asarak başkaldırmış ve birtakım sıkıntılardan sonra Avrupa, “Aydınlanma Çağı”na girmiştir. İpek Yolu’ndan gelen mallara iki katı para ödemekten bıkan Avrupa, yeni yollar keşfetmiş ve kaderlerini değiştirecek bir topluluk kurmuştur. Yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı Avrupa’nın Türklere bakışı açıkça bir nefrettir. XVI. yüzyılın Avrupalı yazarlarının pek çoğu Türklere olan nefretinden bahseder. Yalnızca Türklere olan nefretlerini beyan etmezler aynı zamanda İslam’a olan düşmanlıklarından da söz ederler. Çünkü Türklük ve İslamiyet aynı kavramları işaret eder. Bugün de bu anlayışı savunan Avrupa Birliği ülkeleri ve birtakım şahsiyetler de vardır.1

1

Örneğin, şair İsmet Özel, Türklükle İslamiyet’i bir tutar. Ona göre Müslüman olmayan Türk olamaz. Bu görüşün temelini İbn-i Haldun atmıştır. İbn-i Haldun’dan Batı dünyasına geçmiştir. Ünlü Alman filozof Kant ve onun öğrencisi Arthur Schopenhour bu görüşü savunmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Altınova,


Ocak-Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Avrupa’nın bir birliğe kavuşması çok eskilere dayanır. Birliğin oluşmasının temellerini bir başka İtalyan yazar Dante atmıştır. Dante, Monarchia adlı eserinde Avrupa’nın kendi birliğini kurmasını istemiştir.2 Romantizm akımının öncüsü Victor Hugo da yine benzer düşünceleri söylemektedir.3 Bu yazıda Francis Bacon’ın “Denemeler” adlı eserinde Türk ve İslam düşmanlığı üzerine sarf ettiği cümlelerini değerlendireceğim. Türklere ve İslam’a karşı söylediği pek çok nefret söylemi çağdaşı olan Batılı diğer yazarlarla benzerlik gösterir. Bunun sebebi açıktır: Kendisinin de bu kitabın içerisinde bir denemede bahsettiği “Çekememezlik”. Çağ Avrupa’sının ve birliğinin kısa tarihinden sonra Francis Bacon’ın nefret söylemlerine bakalım… “Hıristiyanların iki kılıcı vardır, biri ruhsal öteki de dünyasal olan bu kılıçların ikisinin de dininin sürekliliğini sağlamak için kullanılacağı yerler, görevler vardır. Üçüncü kılıç Muhammed ile benzerlerinin kılıcıdır, bunu biz kullanmayız; savaşlarla, vicdanlara baskı yapan kanlı zorbalıklarla din yaymaktır bu; ama uluorta arsızlıklar, sövüp saymalar, devlete karşı çevrilen gizli dalavereler söz konusu olunca iş değişir.”4 “Atak bir adamın çoğunlukla Muhammed’in mucizesini gösterdiğini görürsünüz. Muhammed çevresindekileri, bir dağı yanına çağırıp o dağın tepesinden, kendi yasalarını benimseyenler için Tanrıya yalvaracağına inandırmıştı. İnsanlar toplandı, Muhammed dağı ayağına gelmesi için üst üste birkaç kez çağırdı, dağ yerinden bile kımıldamayınca, hiç aldırmadan: “ Dağ Muhammed’e gelmezse Muhammed dağa gider.” dedi. Bu adamlar da büyük işler söz verir, yüz kızartıcı bir başarısızlığa uğrarsa, ataklık yönünden bir eksiklikleri yoksa, işi pişkinliğe vurur, hiçbir şey olmamış gibi bir dönüş yaparlar. Kuşkusuz, kendini bilir insanlar için bu atak kişiler bir eğlence konusudur; sıradan bir kimse bile ataklığı gülünç bir şey olarak görür, çünkü sizi saçma şeyler güldürüyorsa, fazla ataklığın da saçmalıktan arı olmadığı açıktır.”5 “İyilik eğilimi insan yaradılışının derinliklerinde yatar, öyle de güçlüdür ki, insanlara yönelemezse başka Birinci Tekil Şahsı Türkiye Olan Şair: İsmet Özel, İncir Çekirdeği Dergisi, Halit Ziya Uşaklıgil sayısı. 2

Aslında bu birlik kurulmuştur. Bugünkü Avrupu Birliği adı verilen bu birlik tamımıyla Hıristiyan Birliğidir. Meselenin böyle olduğunu iki yıl önce bir yazıda yazmıştım. Bkz. Altınova, Mehmet, Çekirge Meselesi.

canlılara yönelir. Tıpkı acımak bilmez bir ulus olmakla birlikte hayvanlara iyi davranan, köpeklere kuşlara yem dağıtan Türklerde görüldüğü gibi. Busbechius’un anlattığına göre, İstanbul’da bir gün, bir Hıristiyan çocuğu yaramazlık olsun diye uzun gagalı bir kuşun boğazına bir şey tıkamış da, taşlanarak öldürüleyazmış. İyilik ya da hayırseverlik erdemini kullanırken insan gerçekten yanılabilir. İtalyanların biraz kabaca bir atasözü vardır: “ Tanto buon che val niente” “Öyle iyi ki, hiçbir işe yaramıyor.” Bir İtalyan bilgini, Niccolo Machiavelli, hemen hemen açık bir dille yazıya aktarmak düşüncesizliği gösterdiği “Hıristiyan dini iyi insanları zorbalarla hırsızların eline bırakmıştır.” sözünü, gerçekten de iyiliği Hıristiyanlık kadar yücelten hiçbir yasa, hiçbir din öğretisi, hiçbir dünya görüşü olmadığını söyler.” 6 “Soyluluktan ilkin devletin bir yönü, sonra da tek tek kişilerin bir durumu olarak söz edeceğiz. Bir soylu tabakanın hiç düşünmediği bir mutlak yönetim, Türklerdeki gibi kesin bir zorbalık yönetimi olur, çünkü bir soylu tabaka tek kişinin yönetimini değiştirir, yurttaşların gözünü hükümdar ailesinden biraz olsun kendi üzerine çeker.”7 “Kutsal Efsanelerde’ki Talmund’daki, Kuran’daki bütün masallara bile inanırım da bu evrenin ruhsuz bir yapısı olduğuna inanamam.”8 “Hükümdarların karılarına gelince, bu konuda anılacak bir takım acı örnekler vardır. Livia, kocasını zehirlediği için dillere düşmüştür. Sultan Süleyman’ın karısı Hürrem Sultan o ünlü şehzade Mustafa’yı ortadan kaldırdıktan başka hanedanı da, tahtın geleceğini de altüst etmiştir... [...] Hükümdar çocuklarının yol açtığı tehlikeler de sayısız acıklı olayla sonuçlanmış, genellikle babaların oğullarından kuşkuanmaları her zaman uğursuzluk getirmiştir. Yukarıda adı anılan şehzade Mustafa’nın öldürülmesi Süleyman’ın soyu için çok uğursuz sonuçlar doğurmuş, Süleyman’dan bu yana tahta çıkanların yabancı kandan gelme, haksız yere başa geçmiş kimseler olduğu yolunda kuşkular yaratmıştır; çünkü II. Selim’in, babasının öz çocuğu olmadığı ileri sürülür.”9 “Ancak, bir ulusun egemenliği ile büyüklüğü için en önemli şey, askerliği en onurlu iş, başlıca uğraş saymaktadır. [...] Türkler, artık bir çöküş içinde olmakla birlikte, bugün bile böyledirler.[...] Yalnız, askerliği kesin uğraş edinmemiş bir ulusun, hiç yoktan yükselemeyeceğini belirtmekle yetineceğiz. Bu uğraşa sürekli olarak kendini vermiş ulusların, özellikle Romalılarla Türkler gibi,

3

Ayrıntılı Bilgi için bkz. Avrupa Birliği, Anadolu Üniversitesi Yay., 2012 Eskişehir. 4 Bacon, Francis, Denemeler, Çev. Akşit Göktürk, Y.K.Y. 2015, s.34, bütün alıntılar bu eserdendir. 5 s.63

6

s.64-65 s.67 8 s.77 9 s.88 7


Ocak-Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olağanüstü başarılar yarattıkları da, tarihin öğrettiği değişmez bir gerçektir. Askerliği ancak belli bir dönemlerinde önemsemiş uluslar ise, bu süre içinde, askerlik alanındaki ustalıklarını yitirdikten çok sonra da sürecek bir büyüklük kazanmışlardır.”10 “Denizlere egemen olmak, üstünlüğün temelidir. [...] Actium savaşı dünyaya kimin egemen olacağını belli etti, Lepant savaşı da Türklerin büyümesini dizginledi.”11 Francis Bacon’un bu düşüncesi doğrudur. Zira Karesioğlu Beyliği Osmanlı Devleti’nin himayesine girmesiyle denizlerdeki gücünü arttırmıştır. Karadeniz’in Türk gölü olması için devlet elinden geleni yapmıştır. Bunun yanında Ruslar, Petrov’dan beri düşünsel olarak Sıcak Denizlere inme fikrini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Yine İngiltere, sınırötesinde bir deniz sahasında hegomonya kurmak için çaba göstermiştir. İtilaf devletleri I. Dünya savaşında ve onun öncesinde İstanbul Boğazına hükmetmeye çalışmıştır. Çünkü denize ulaşamayan bir devlet yok olmaya mahkumdur. Deniz, gerek psikolojide gerekse devlette anneyi simgeler ve doğurganlığın şartını oluşturur. “Çirkin insanların da durumu aşağı yukarı aynıdır. Ama gene de kural değişmez, çirkinler ellerinden geldikçe, ya başarılarıyla ya da kötülükle hor görüden kurtulmaya çalışırlar. Bundan dolayı, onların zaman zaman çok üstün insanlar olduklarına şaşmamak gerekir. Agesilaos, Sultan Süleyman’ın oğlu Cihangir, Aisopos, Peru yöneticisi Casca böyleydi: daha başkaları yanı sıra Sokrates’i de bunların arasına katabiliriz.”12 “Önceden yerleşmiş olan bir din, çatışmalar yüzünden parçalanır, o dinin ileri gelenleri de soysuzlaşır, düşük bir yaşayışa saplanırlarsa, üstelik içinde bulunulan çağ da bir budalalık, bilgisizlik, barbarlık dönemi ise, yeni bir din ba şgösterebilir, yeter ki garip ruhlu, olağanüstü bir adam da bu dinin kurucusu olarak ortaya çıkmış olsun. Muhammed dinini yaymaya başladığında bu koşulların hepsi vardı. Yeni bir din, şu iki özelliği göstermiyorsa ondan hiç korkmayın. Birincisi kurulu düzenin yetkilerine karşı koyarak onu ortadan kaldırmaktır, çünkü halk üzerinde bundan daha etkili hiçbir şey yoktur; ikincisi de gülüp eğlenmeye, şehvet dolu bir yaşayışa öncelik vermektir. [...] Yeni din öğretileri üç yoldan kurulur: birtakım mucizeden sayıyorum ben, çünkü bu insan yaradılışını aşan bir şeydir. Öte yandan, hayranlık uyandıracak ölçüde yüce, kutsal bir din yaşayışını da mucize olarak görüyorum. Dinde yeni öğretilerle bölünmelerin ortaya çıkmasını önlemek için en iyi yol, 10

s.127 s.129 12 s.175

bozuklukları gidermek, küçük görüş ayrılıklarını bağdaştırmak, kan dökücü cezalardan daha ılımlı bir tutum seçmek, elebaşları baskıyla, zor kullanmakla büsbütün azdırmaktansa tatlılıkla kendi yanına kazanmaktır.”13 “Söylenti Üstüne Denemeden Bir Parça” adlı denemesinde Türklerin savaştayken ölen kumandanların yahut padişahların öldüğünü askerlere söylememe takdiğini eleştirmekte ve bunu bir kurnazlık olarak nitelemektedir. Ama bu kuşkusuz bir savaş taktiği ve savaşın psikoloji ayağında uzman olunduğunun bir göstergesidir. Zira her devletin bir savaş politikası olduğu bilinmektedir. Savaş bir askeri avantajın yanında savaşa uygun bir stratejinin de gereğidir. XIII. Yüzyılda Moğol ile Polonya arasında yaşanan Legnica muharebesi, 1071 yılında Alparslan ile Romen Diyojen arasında yaşanan Malazgirt Savaşı, 1453 yılındaki İstanbul fethi tamamıyla bir savaş stratejisi ile kazanılmıştır. Bu yüzden devlete çalışan düşünürler savaşı bir sanat olarak görmüş ve bunun üzerine kitaplar yazmıştır. Sun Tzu/Zi’nin “Savaş Sanatı” adlı eseri bu türden eserlerdendir. Görüldüğü üzere Bacon, Türklere en ağır iftiralarla dünya üzerindeki itibarını düşürmeye çalışmış ve ülkesindeki Hıristiyan birliğini bu şekilde sağlamaya çalışmıştır. Yalnızca İslamı ve Türkleri değil kimi zaman kendi medeniyetini de yermiştir. Sultan Süleyman’ın kambur oğlu Cihangir ile sırf görünüşündeki birtakım bozukluklar nedeniyle sözde Avrupa medeniyetinin temsilcisi olan Francis Bacon alay etmiştir. Yukarıdaki satırlarda bahsettiği, “Dağ, Muhammed’e gelmiyorsa, Muhammed dağa gider.” ifadesini Bacon’dan başka hiçbir kaynak yazmaz. İslam peygamberi Hz. Muhammed, uzlet etmek amacıyla Hira dağındaki mağarada namaz kılar ve yaratana tevekkül eder. Hz. Peygamber oradayken Cebrail A.S., onun

11

13

s.218


Ocak-Şubat’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

peygamber olduğunu, Mustafa14 ile sıfatlandırıldığını müjdelemiştir. Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder.15 Dolayısıyla, Hz. Muhammed Bacon’ın bahsettiği gibi zorbalıkla dini yaymamıştır. Onları, iyiliğe davet etmiştir. Savaşı başlatmamış, sadece savaşmaya gelen kişilerle savaşmıştır. Hendek savaşı bunun en güzel örneğidir. Zira, Hendek savaşı, savunma savaşına bir örnek teşkil eder. Yeni yerleri fethetme arzusu Türklerin karakteristik özelliğidir. Sabit kalan, başka milletlerle homojenleşen Türkler, kendi öz varlıklarını kaybetmişlerdir. Özellikle Yahya Kemal’in şiirlerinde hissettiğimiz bu anlayış, İslamla birleştiğinde “gaza”nın yerini “cihat” anlayışı almıştır. Bakıldığı vakit Sultan II. Mehmed (Fatih), son seferini Saint Pierre kilisesine16 yapmıştır. Türkler, Hıristiyan dininin varlığını ve Bacon’ın yaşadığı dönemde yaşayan Kanuni Sultan Süleyman, Avrupa’da bir devletin kralının kaçırılmasının ardından bir annenin yardım isteğine karşılıksız kalmayıp yardım etmesiyle Avrupa’nın siyasi bütünlüğünü de muhafaza etmiştir. Türkler, ordu- millet sistemine sahiptir. Bugün daha çok Anadolu ve Karadeniz bölgesinde gördüğümüz evlerderin duvarlarına silah asma geleneği onun bir kalıntısıdır. Savaş zamanı o silahlar, savaş meydanlarında kullanılır, savaş sonunda ise duvara asılır. Bu durum şiirlere dahi konu olmuştur.17 Türkler, Bacon’ın dediği gibi git gide gücü düşmemiştir. Osmanlı birkaç yüz yıl daha var olmaya devam etmiş daha sonra da biçim değiştirmiştir. Fakat Askeri ve siyasi yönetim hâlâ devam etmiştir. Bakıldığı vakit Hun döneminden bugüne değin askerî sistemimizin temeli Mete’nin kurduğu orduya dayanır. Bugün de TSK’nin armasında M.Ö. 209 tarihinde kurulduğu yazılır. Değişen şeyler yalnızca zahiridir, temeli aynıdır. Türkiye’nin yönetimi zorbalığa dayanmaz. Eski Türklerde kut inancı hâkimdi. Tanrı’nın hakana verdiği

yönetme becerisidir. Bu nedenle hakan, bu yetkiyi halka en uygun şekilde kullanmaya özen gösterir. Hatta, Köktürk kağanı bengü taşlarında geleceğe dair öğütler verir.18 Bu öğütler, gelecek zamanda varlıklarını devam ettirebilmesi amacını taşır. Dolayısıyla hakanlar, zorbalıktan ziyade halkla bütünleşmeyi amaçlar. Türk milleti zorba bir yönetime öteden beri karşı çıkmıştır. Bunun en yakın örneğini 15 Temmuz darbe girişiminde gördük. Alıntıladığımız cümleler, “ Dinde Birlik Üstüne”, “İyilikle Huy Güzelliği Üstüne”, “Soyluluk Üstüne”, “Tanrı Tanımazlık Üstüne”, “Ülke Yönetimi Üstüne”, “Krallıklar İle Devletlerin Gerçek Büyüklüğü Üstüne”, “Çirkinlik Üstüne”, “Nesnelerin Değişkenliği Üstüne”, “Söylenti Üstüne Bir Denemeden Parça” ve “Ün Şan Üstüne” adlı denemelerdendir. İsimlerine baktığımızda Türkleri ve İslamı yerecek cümlelerin olabileceğini tahmin etmek güç değildir. Francis Bacon, elli dokuz denemenin on tanesinde Türkleri ve İslamı yermiştir. Bu azımsanmayacak kadar fazladır. Sonuç olarak, İtalyan yazar, bürokrat, avukat olan Francais Bacon, bu eserinde yaşadığı devirdeki Türklerin büyüklüğü nedeniyle Türklüğü ve İslâmı yermeye çalışmış ve iftiralar atmıştır. Türklük ve İslamı bir görmüş ve her ikisine de saldırmaya çalışmıştır. Yine Hıristiyan bir filolog olan, aynı zamanda Osmanlı padişahından yaptığı çalışmalar nedeniyle nişan almaya hak kazanmış Sir Redhaouse da yaptığı sözlük çalışmasında Türklük ile İslamiyeti bir görmüştür. Avrupa Orta Çağ’ı yaşadığı devirlerde Türkler aklı ve bilimi merkeze alarak çalışmalar yapmaktaydı. El- Biruni, Harezmi, İbn-i Sina gibi müslüman bilim adamları Batıya örnek olacak biçimde çalışmalarını sürdürmüştür. Zira Hz. Muhammed’in “İlim Çin’de dahi olsa onu alınız.” ifadeleri, nüzul eden ilk ayetin “oku” olması nedeniyle Türkler ve müslümanlar bilime önem vermişlerdir. Batı bunu yaklaşık bin sene sonra anlayacaktır.

14

Seçilmiş demektir.Hz. Muhammed’in isimlerinden biridir. Müslümanlar genellikle Hz. Muhammed sözünden sonra kullanırlar. Ayrıca Sa’d suresi 47. ayette geçmektedir. 15 Nahl suresi 90. Ayetten. 16 Vatikan’da bulunan ve Katoliklerin hac vazifesini yaptığı kilisenin adıdır. Hıristiyanlar için tüm önemli planlar bu kilisede yapılır. 17 Arşa as şimdengeri şemşîr-i cevher-dârını Anı ta’lîk etmeğe layık değil şeb’-i şidâd (Nef’î, K. 25/41) Âferîn ey rûzgârın şehsüvâr-ı safderi Arşa as şimdengeri tîg-ı süreyyâ-cevheri (Nef’î, K. 14/1) Pâmâl-i rahşı kıldı Acem tâc u tahtını Tâ arşa astı tîğını Sultan Selîm Hân (YK, s.12) Beyitler, Yaşar Aydemir’in Yahya Kemal, Geleneği Geliştiren, Dönüştüren Şair adlı makaleden alınmıştır. Divan Edebiyatı Araştırma Dergisi, S.3, 2009.

18

Metin için bkz. Ergin, Muharrem, Orhun Abideleri, Boğaziçi yay., İstanbul; Tekin, Talat, Orhon Yazıtları, T.D.K. yay, Ankara.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DECAMERON’dan… Giovanni Boccacio

İlk Dönem Rönesansı'nın usta ismi kabul edilen Sandro Botticelli’nin 1487 tarihli , Decameraon’u resmettiği eseri.

X. HİKAYE

Birçok yıllar önce, Salüzzo ailesinin en büyüğü olan Valter namında birisi vardı, genç ve bekârdı. Zamanını avda geçirir, evlenmeyi düşünmezdi. Bu methedilecek bir hareket olmakla beraber, tebaası memnun değildi. Varissiz kalmaması için evlenmesini isterlerdi. Valter: — Dostlarım, derdi, beni kanaatlerime zıt bir şeye zorluyorsunuz. Benim temayüllerime uygun bir kadın bulmak zor ve uygun olmayan kadınla yaşamak da cehennem. Siz, kızları ebeveynlerinin durumuna göre mütalâa ediyor ve yanılıyorsunuz. Ama, hatırınız için kendimi bu zincire sokacağım. Fakat, iş fena gittiğinde başkasını sorumlu tutmamak için karımı kendim seçeceğim. Ama, ona gereği gibi saygı göstermezseniz, sizin yüzünüzden istemediğim halde evlenmiş olmanın acısını bana tattırırsınız.» Tebaa: «Her şeye razıyız, dedi, yeter ki birisini al.» Valter çoktandır civar bir köyde oturan fakir bir kızı beğenirdi. Onunla iyi bir hayat süreceğine inanırdı. Onun için kızın babasını çağırtarak kararını bildirdi. Maiyetini toplayarak: «Şimdiye kadar,

dedi, daima evlenmemi istediniz, evlenmek istediğim için, değil, fakat sizin hatırınız için bu işe karar verdim. Seçeceğim kadına kim olursa olsun saygı göstereceğinizi vaat ettiniz. Ben, gönlüme göre bir kız buldum. Onun için, onu saygı ile karşılayın ki sizden hoşnut olayını.» Maiyet: «Kim olursa olsun onu efendimiz olarak saygı ile karşılayacağız» dediler. Muhteşem düğün hazırlıkları yapıldı. Geline süslü elbiseler, mücevherler, taçlar, yaptırıldı. Düğün günü Valter misafirleri ile beraber ata binerek gelini almaya gitti. Gelinin evine vardıklarında geline rastlayan Marki: — Grizella, dedi, baban nerede? Kız utanarak: — Evde efendim, dedi. Valter attan inip yalnız olarak, kızın babasının kulübesine girdi ve ona: «Grizella’yı eşim olarak götürmeye geldim, dedi. Ama, senin yanında ona soracağım. Kendisi karım olursa her


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

zaman benim arzuma uygun davranacak mı? Bana itaat edecek mi?» Gelin, hepsine: «evet!» dedi. Bunun üzerine Valter gelinin elinden tutarak, dışarı çıkardı. Maiyetinin karşısında ona süslü elbiseler giydirdi. Başına bir taç koyduktan sonra: «İşte, dedi. Karım olacak kadın.» Grizella’ya dönerek: «Kocan olarak beni ister misin?» dedi. Kız:

Birkaç gün sonra Valter, oğlanı da aldırdı. Ve öldürecekmiş gibi göstererek onu da Bolonya’ya yolladı. Grizella, bir değişiklik göstermiyordu. Valter hayret içinde hiç bir kadının böyle davranamıyacağını anlıyordu. Tebaası, çocuklarını öldürmüş bildikleri Valter’i acı acı tenkit ediyorlar ve karısına acıyorlardı. Ama, kadıncağız, tebaasına bir üzüntü ifadesi göstermiyordu.

— Evet, dedi.

Bundan birkaç yıl sonra, Valter, son sabır tecrübesine kalkıştı ve Grizella’yı zevce olarak tutamıyacağını, çünkü onunla, düşünmeden evlendiğini söylüyordu. Papadan izin alıp Grizella’yı boşayacak ve başka bir kadın alacaktı. Kadıncağız bu habere çok üzüldü. Babasının evine dönüp sığır gütmekten başka bir ümidi kalmamıştı. Ama, kaderin bu cilvesini de ötekiler gibi, metanetle karşılamaya karar verdi. Bir müddet sonra Valter, Roma’dan sahte bir mektup getirterek Papanın Grizella’yı boşamaya ve başka bir kadın almaya izin verdiğini ilân etti. Karısını çağırarak:

Valter: «O halde, dedi. Seni zevceliğe alıyorum.» Bunun üzerine onu bir ata bindirerek eve götürdü ve bir kral kızı gibi muhteşem bir düğün yaptı. Genç kız, elbiseleriyle beraber, tavırlarını da değiştirmişti. Boyu bosu ve güzelliğiyle bir asilzade gibiydi. Kimse onun bir sığır çobanının kızı olduğunu bilemezdi. Kocasına da öyle bağlı ve itaatliydi ki, o kendisini dünyanın en mesut adamı sanırdı. Tebaaya karşı da çok şefkatli oldu. Herkes onu canı gibi seviyordu. Evlendiğinden az sonra gebe kalmış ve bir kız doğurmuştu. Kocası buna çok sevinmişti. Ne çare ki, garip bir düşünceyle karısını sert tecrübelerden geçirme hevesine kapılmıştı. Kadına hakaret ifade eden sözler söylemeye başlamıştı. Asil olmayışından tebaasının sızlandığını söylüyordu. Kadıncağız hiç bozmaksızın: — Efendim, diyordu, bana seni memnun edecek her şeyi yapabilirsin. Her şeye tahammül edeceğim. Çünkü asil olmadığımı biliyorum. Bana verdiğin şerefe lâyık değilim. Bu cevap Valter’i sevindiriyordu. Çünkü karısının gurura kapılmadığını anlıyordu. Bir gün, bir uşağını göndererek: «Efendimizin emrini yerine getirmezsem, beni öldürecek, dedi. Kızınızı almaya mecburum.» Kadıncağız, uşağın yüzündeki ifadeye bakarak, çocuğunu öldüreceğini anladı. Çocuğu beşikten alarak, bütün ıstırabına rağmen, dua edip uşağa teslim etti. — Al, dedi ve efendimizin emrini yerine getir. Yalnız, onu vahşi hayvanlar parçalamasın. Uşak, çocuğu alarak Valter’e karısının söylediklerini anlattı. Valter, çocuğu Bolonya’da bir akrabasının yanına yolladı. Bir müddet sonra kadın, bir oğlan doğurdu. Fakat, Valter daha fazla eziyet yapmak istiyordu. Bir gün: «Grizella, dedi. Sen bu oğlanı doğuralıdan beri tebaamla anlaşamıyorum. Benim ölümümden sonra bir çobanın torununu kendilerine efendi olacak diye isyan ediyorlar. Onun için, bu çocuğu da öbürü gibi yapmak ve nihayet seni de bırakıp, başka bir zevce almak mecburiyetindeyim.» Kadıncağız, bunu da sabırla dinledi: — Efendim, dedi. Arzuna göre hareket et. Benim için üzülme. Çünkü, beni ancak senin arzularını tatmin etmek mesut eder.

— Papa, dedi, seni boşamama ve başka bir kadınla evlenmeme izin verdi. Benim ecdadım, hep asil kimseler, seninkiler ise hep ırgat olduğundan, seni zevce olarak daha fazla tutamıyacağım. Seni evine gönderiyorum. Grizella, gözyaşlarını güçlükle tutarak: —Efendim, dedi. Ben her zaman sizin asaletinizi ve kendi basitliğimi takdir ettim. Talihimi size ve Allaha borçluyum. Fakat, bu talihi bir hediye değil, bir rehin sayıyorum. Onu iade etmeye hazırım, işte nişan için verdiğiniz yüzüğü iade ediyorum. Eşyamı götürmek için ne torbaya, ne de ata ihtiyaç var. Çünkü, size çırıl çıplak geldiğim hatırımdadır. Geldiğim gibi gitmek isterim. Fakat, size verdiğim ve iade etmeniz mümkün olmayan bekâretime karşı bana hiç olmazsa bir gömlek bırakmanızı rica ederim. Valter ağlamaklı halde, fakat hâlâ inadında ısrar ederek: — Senin olsun, dedi. Bu sahneyi seyredenler, on üç sene zevceliğini yapmış olan kadını çırıl çıplak bırakmayıp bir gömlekle değil, bir elbiseyle yollamasını Valter’den rica ettiler. Fakat nafile. Kadıncağız, ayağı çıplak, başı açık, bir tek gömlekle evi terk etti ve ağlaya ağlaya babasının evine döndü. Kızın babası, Valter’in kızını zevce olarak muhafaza etmiyeceğini bildiği için her gün bu durumu bekliyordu. Kızına eski elbiselerini verdi: kadıncağız eskisi gibi ev işlerini yapmaya başladı. Bir müddet sonra Valter Kont Panago’nun kıziyle evlenmek istediğini açıkladı. Düğün hazırlıkları esnasında Grizella'yi çağırarak: — Yeni karımı, dedi, evime getireceğim. Biliyorsun ki, evde bakacak bir kimsem yok. Bu işi sen yap. Düğünden sonra yine köyüne gidersin. Bu sözler, aşkını, saadeti gibi unutamamış olan kadıncağızın kalbine bir hançer gibi saplandı. Zavallı buna rağmen: «Efendim, dedi.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Memnuniyetle yaparım.» Basit elbiseleri içinde, odaları temizlemeye, yatakları hazırlamaya, mutfağı tanzime başladı. Sonra komşu kadınları çağırarak, ziyafet hazırlığına girişti. Düğün günü kaba bir elbiseyle, fakat vakarla, hattâ neşeyle, misafirleri karşıladı. Valter, çocuklarını Bolonya’da Kont Panago ile akraba bir aile içinde yetiştiriyordu. Kız, on iki yaşma, oğlan altı yaşma girmişti. Valter,. Bolonya’ya haberler göndererek çocukları getirmelerini istedi. Çocuklar, bir yemek zamanı Saluzzo’ya geldiler. Grizella kızını görünce: — Efendimiz, hoş geldin, dedi. Misafirlerden bir kısmı, Grizella’yı bir odada oturtmak, veya hiç olmazsa iyi bir elbise giydirmek için Valter’e ricada bulundular. Fakat nafile. Şimdi artık Valter, karısını yeter derecede denemiş olduğuna inanmıştı. Onun için ıstıraplarını metanetle gizleyen kadını artık bu acılardan kurtarmaya karar verdi. Onu çağırtarak, yeni nişanlısını gösterip: «Nişanlımı nasıl buluyorsun?» diye sordu. — Mükemmel, efendim. Eğer zekâsı, şüphe etmediğim şekilde güzelliğine uygunsa, onunla çok mesut olacaksınız. Yalnız sizden rica ederim, ilk zevcenize yaptığınız hakaretlerden, onu esirgeyiniz. Valter, Grizella’nın buna da tahammül ettiğini görünce, onu yanına oturttu ve: “Grizella, dedi. Artık sabrının meyvelerini idrâk edeceğin zaman geldi. Beni, zalim ve insafsız bulanlar da davranışlarımın sebebini anlayacaklardır. Sana, bir zevcenin nasıl davranması lâzım geldiğini, tebaama da bir zevceyi nasıl seçmek gerektiğini öğretmek istedim. Kendime de bir ömür sürecek bir inanç sağlamak arzuladım. Evlenmedeki endişelerim az değildi. Onun için bilerek, sana hakaretler ettim. Benim hiç bir arzuma muhalefet etmediğini gördüğüm için, senden parça parça aldığım şeyleri, bir çırpıda iade etmek ve yaptığım işkenceleri, en güzel hareketlerle ödemek istiyorum. Şu gördüklerin bizim çocuklarımızdır. Sen onları benim zalimane öldürdüğümü tahmin etmiştin. Ben seni her şeyden fazla seven kocanım. Ve bütün kadınlar arasında kocaların en mutlusuyum.” Valter, bu sözlerle Grizella’yı kucaklayıp öptü, sonra, çocuklarıyla kucaklaştılar. Asil kadınlar, Grizella’yı, güzelce süslediler, kadıncağızın ve çocukların sevinci sonsuzdu. Herkes bu sevince iştirak ediyordu, günlerle ziyafetler çekildi. Valter’in aklı beğeniliyor, fakat giriştiği tecrübeler çok haşin bulunuyordu. Grizella’nın fazilet ve ileri görüşlülüğü herkesi hayran etmişti. *

Hikâyenin sonunda bayanlar, çeşitli mütalâalar ileri sürdüler. Bazısı şurasını, bazısı burasını övüyordu. Kraliçe güneşin batmakta olduğunu görerek: — «Bayanlarım,» dedi. «Bildiğiniz gibi Floransa’dan ayrılıp, gamdan, ızdıraptan ve korkudan kurtulmak için buraya geleli on dört gün oldu. Bu günlerimizi, güzel geçirdik. Birbirimize keyifli, bazan de aldatıcı hikâyeler anlattık, güzelce yedik, içtik, müzik dinledik. Hiçbirimiz de kusur işlemedik. Buna hepimiz adına seviniyorum. Bu işi pek fazla uzatmak, iftiralara ve hoş olmayan neticelere götürebileceğinden memleketimize dönmeyi teklif ediyorum. Tacımı yarın sabaha kadar muhafaza edeceğim. Başka birini münasip görürseniz, tacı ona giydiririz.» Bütün topluluk kraliçenin teklifini uygun buldular. Kraliçe kâhyayı çağırarak ertesi sabah için talimat verdi. Ve yemek zamanına kadar izinli sayılan herkes derin bir eğlenceye daldı. Yemek zamanı yine toplandılar. Yemekten sonra şarkı, oyun ve dansla hoş vakit geçirdiler. Sabahleyin, uyandıklarında kraliçenin rehberliğiyle Floransa yolunu tuttular. Santa Marya kilisesine gelince yanlarındaki üç delikanlı bayanlara veda etti. Bayanlar da evlerine dağıldılar.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bunu da Oku! Dosya konumuz olan “ortaçağ tarihi, kültürü ve edebiyatı” hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlarımız için “Bunu da oku” dediğimiz kitaplar ve arka kapak yazıları:

ORTA ÇAG AVRUPA TARİHİ - Doç. Dr. Muammer GÜL / Bilge Kültür Sanat 6-11. yüzyıllar arasında tamamen içine kapanarak gerçek Feodal Çağ’ı yaşayan Avrupa, 12. yüzyıldan itibaren kendi kabuğunu kırarak Avrupa dışına taştı. Haçlı Seferleri, genelde sadece İslam dünyasına karşı seferler olarak bilinse de, gerçekte kuzeydeki putperestlerden aykırı mezheplere kadar uzanan bir çizgideki nüfus hareketleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Ama bu seferlerin ağırlık noktasını İspanya’dan Anadolu’ya kadar uzanan bir hatta İslam ve Türk dünyasına yönelik saldırılar olarak görmemiz mümkündür. Doğu ile olan uzun ilişkiler serisi Batı’da zihniyet alanında büyük değişikliklere sebep oldu. Dolayısı ile bugünkü Avrupa’yı şekillendiren değişimin temeli, Batı Medeniyeti olarak adlandırdığımız insanlığın son büyük hamlesi büyük ölçüde Orta Çağlarda şekillenmeye başlamıştır. Haçlı Seferleri’nden sonra aynı amaç için fakat bu defa farklı bir şekilde dünyayı keşfe çıkan Avrupa bu uzun yürüyüşünü bugün de devam ettirmektedir.

ORTAÇAĞ İSLAM DÜNYASINDA SİYASİ DÜŞÜNCE – Patricia Crone / Kapı Yayınları Siyasi düşünce, en geniş anlamda, gücün kullanımı konusunda, betimleyici olmaktan ziyade sıkı kurallar koyan bir düşünme biçimi olarak tanımlanabilir. Siyasi düşünce, gücün nasıl ve hangi amaçlara yönelik olarak kullanılacağını araştırır. Siyasi gücün sayısız türleri vardır, ancak siyasi düşünce bunlardan yalnızca biriyle ilgilenir: Hükümetlerin aile, köy ve kabileler üzerinde uygulamakta olduğu ve hepimizin devlet diye bildiği kurum tarafından uygulanan güç türüyle. Ancak içinde şekillendiği toplumsal düzeni ve insan etkinliklerini koordine eden diğer iç ve dış kaynaklı organizasyonları dikkate almadan devlet üzerine fikir yürütmek neredeyse imkânsızdır. Bu kitabın yazılış amacı İslam dünyasında siyasi düşünce hakkında bilgi sahibi olanların bilgi düzeylerini yükseltmek, aynı zamanda da bu alanı yeni tanımaya başlayanlara yardımcı olmaktır.

ORTAÇAĞ ÖYKÜLERİ – Şeyh Muhammed El Nefzavi (Çev. Yaşar Günenç) / Yaba Yayınları Burada sunduğumuz öyküler, Fransız Edebiyatının ilk düzyazı örneklerinden olan "Les Cent Nouvelles" (Yeni Yüz Öykü) adlı yapıttan seçildi. Sözkonusu yapıt, onbeşinci yüzyılda Fransa Kralı XI. Louis'nin saraylarındaki gece eğlencelerinde soyluların anlattığı öykülerden oluşmuştur. Kral XI. Louis, bu öyküleri yazıya geçirme görevini, aynı toplantılara katılan Antoine de la Sale'a verdi. O da bu öyküleri işleyerek edebiyat metni düzeyine yükseltti.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

UMBERTO ECO’DAN ORTAÇAĞ GÜZELLEMELERİ Işık Selin Orhuntaş 1. GÜLÜN ADI : Ortaçağ denilince akla gelen ilk eser. Şüphesiz Eco’nun yazarlık başarısı da bunun sebebi ama –benceasıl başarısı bir roman olarak içinde ortaçağ dönemine ait her şeyi barındırıyor olması. 7 günlük süre içinde , Papa ve imparator arasındaki yetki çatışmaları , Hristiyanlar arasındaki tarikatlar ayrımı , Manastırda işlenen bir cinayet merkezinde anlatılıyor. Ve bütün bu içeriğe felsefe de ekleniyor. Modern klasikler arasında yerini almayı hak ediyor. 2. Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik : Çok okumak değil nitelikli okumaktır esas mesela. Bu kitap da nitelikli okuma listesinde yer alıyor. Bunun gibi birkaç kitap okuduktan sonra hayata , estetiğe bakış açısı değişiyor. Antik dönem ile Rönesans arasındaki

dönemde gündeme gelmiş akımlar ve bu akımların dayandığı geçmişi titizlikle sunuyor. 3. Ortaçağ Cilt 1 - Barbarlar, Hıristiyanlar, Müslümanlar: Tam anlamıyla Ortaçağ Ansiklopedisi. Bir Ortaçağ uzmanı olan Eco , bu çalışmasını bilgi üzerine kurmuş. Söz konusu dönem hakkında bildiklerimizin yanlış olduğunu vurgulayan geniş bir giriş yazısından sonra Avrupa’nın geçmişini Batı Roma’nın yıkılışından başlatıyor. Barbar halkları yeni aidiyetler kurduğu gibi yayılan Hristiyanlık dinin Müslümanlar ile kurduğu bağlantı da unutulmuyor. 4. Ortaçağ Cilt 2 – Katedraller – Şovalyeler – Şehirler : Eco bu ciltte , Ortaçağ dönemini farklı kategorilere ayırıp alanında uzman kişilerle işbirliği yapıp hünerlerini sergilemelerine fırsat vermiş. Bilim , sanat, felsefe , teknik ve edebiyat olarak alanlara bölmüş. Avrupa’nın kültür merkezi ve eğitimini merkeze alarak doğru bilinen


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yanlışların avına çıkıyor. Şövalye okulları , katedraller ve Avrupa’nın gözde merkezleri ‘karanlık’ sandığımız çağın gerçekleriyle gündeme geliyor. 5. Ortaçağ Cilt 3 - Şatolar , Tüccarlar , Şairler : Sanatın daha yoğun olduğu bir kitap var karşımızda. 1200 ve 1400’lü yıllara gelindiğinde Batı’nın fetih politkaları ve Doğu’ya yolculuk süreci. Ticaretle gelişen ilişkilere karşın insanlara hikayeler anlattıracak veba baş gösterir. Yüzyıl savaşları ve çiftçi isyanları da dönemin şekillenmesinde etkili rol oynar. Eco , editörlüğün yanında kendi makaleleri ile de kitaba katkı sağlıyor. 6. Baudolino : Ortaçağ güzellemelerine bir romanla daha devam ediyor Prof. Eco. Kitabın kahramanı Baudolino bir gezgindir ve olaylar onun ağzından anlatılır. Konstantinapolis’e yolumuz düşer ve yıl 1204’tür. Haçlı seferleriyle Konstantinapolis’in işgali tarihsel arka planla harmanlanmıştır. Ölmeden önce yayınlanan son romanı olan Baudolino , Ortaçağ’ın yanlış anlatılmasıyla dalga geçer. 7. Ortaçağ’ı Düşünmek : Kitap çevirmen Şadan Karadeniz’in Eco’nun yapıtlarınden seçtiği makeleler ve denemelerden oluşuyor. Yine her satırında bilim adamının kıvrak zekasını , ortaçağ uzmanının derin bilgilerini görmek mümkün. Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu, geçmiş ile şimdi arasında büyük benzerlikler olduğunu anlatıyor. Bu düşüncelerini özet olarak Günlük Yaşamdan Sanata adlı bir başka eserinin ilk bölümünde tekrar aktarıyor.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Romanslar ve Divan Edebiyatı Sırdem Kemiksiz i

Merhaba sevgili okur. Yurdun her bir yanında lapa lapa yağan karın üzerine kışa en çok yakışan bir konuyu ele alalım istedik: Aşk… Sizler mutlu sonları sevip esas oğlan ve kızın kavuşmasını isteyenlerden misiniz yoksa imkansız aşklar için mi yaratılmışsınız? Gelin buna “ortaçağ” gözü ile baktıktan sonra karar verin. Divan edebiyatı yakın çevremin de bildiği üzere benim hemhâl olup bir de üzerine tez çalışmakta olduğum alandır. Bundan mütevellit öğrencilerime de anlatmak için sabırsızlandığım, “aruz” dendiği anda bile onlara divan edebiyatındaki aşk anlayışını anlatıp yüzlerindeki hayrete hayran kaldığım bir konudur. Bu yüzden sevgili öğrencilerim: “Bu yazı ilgilisinin bilgisine” diyor ve girizgahı geçerek keyifli okumalar diliyorum.

Romans Nedir? Romanslar etimolojik olarak sizin de bildiğiniz “roman” kelimesinin Fransız edebiyatındaki karşılığıdır. Ancak dikkat edilmesi gereken husus, romansların bizdeki romanlar gibi her konuda değil yalnızca şövalyelik hikayelerinin anlatıldığı bir türün karşılığı olduğudur. Romans, özellikle Ortaçağ şövalyelik sistemini anlatışıyla karakterize olmuş bir edebiyat türüdür. 12. yüzyıl Fransa'sında ortaya çıkmıştır. Benzer tarzda yazılmış öncü eserler de bazen aynı isimle anılsa da (Antik Yunan romansı vb.) ayrı bir tür olarak romans, Eleanor of Aquitaine'in aristokratik çevresinde ortaya çıkmıştır. Eski Fransızcadaki romanz sözcüğü "halk ağzı" anlamına geliyordu. Fransızcaya Latince Romanice (Roma halkı ağzı) sözcüğünden geçmiştir. Romanice ile yazılmış eserler, edebî Latince ile yazılmış eserlerden avam dili olmaları yönüyle farklıdır. Sözcük zamanla Fransızcada anlam kaymasına uğradı ve tür anlamında kullanılmaya başlanmıştır.

Divan Edebiyatı ve Aşk Anlayışı İslamiyet’in kabulü ile yüzünü doğuya dönen medeniyetimiz, sadece dini benimsemek, İslam’a uygun yaşamaya başlamakla kalmamış, İslamiyet’in doğduğu kültürdeki edebiyat terimlerini de bir bir alıp nazireler yapmıştır. Bunun sonucu olarak 13. Yüzyılda Hoca Dehhani ile başlattığımız Divan Edebiyatı ile birlikte Türk Edebiyatı yeni bir döneme girmiş ve yeni türler kazanmıştır.

Bütün divan şiiri, işlediği duygu ve konulara toplu olarak bakılınca görüleceği gibi aşk konusu üzerine kurulmuştur. Merkezde sadece aşk vardır. Divan edebiyatındaki aşk anlayışı ise acı ve ıstıraplarla doludur. Çünkü aşığın birçok rakibi vardır ve sevgilisinden tek bir şey ister: cefa da etse onu görmezden gelmemesi! Birçok rakibin içinde sevgili ister yan bakışı ile ciğerine ateşleri düşürsün isterse eziyet etsin. Nazından da cefasından da razıdır divan aşığı. Çünkü dermanı sevgili, vuslatı kara zülfünden döne döne ulaşacağı ağzıdır. Aşk; âşık ile maşuk arasında daha çok âşığı ilgilendiren bir duygudur. Edebiyatta aşk, sevende haddinden fazla, sevilende ise yok denecek kadar azdır. Seven için aşk sonsuzdur. Âşığın gönlünde tecellî eden bu duygu onu ölüme götürür. Yani daha aşkın başında sevilen uğruna can vermek gerekir. Bu durumdan şikâyet ise yersizdir. Aşkın yüceliği gizli tutulmasındadır. Sevilen ile sevenden başkası bunu bilmemelidir. Aşkın açtığı yaralar asla kapanmaz. Aşk ile üzüntü birlikte vardır. Yani âşık üzüldüğü nispette aşkı ister, aşkının ululuğu nispetinde de üzülür. Bu aşk, bir bakıma sevenin ihtisas alanıdır. O bir


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

denizdir, içine dalmayınca anlaşılmaz, dalınca da kara görünmez. Şair, sevgilisinden bahsederken bütün bunları birer vesile bulup söyleyiverir. Bu söyleyişte mübalağa esastır. Hatta aşkın dile gelmesi için bazen bir bakış, bazen bir söz, bazen de sevgilinin adının anılması bir yeterlidir. Aşk hakkında divan edebiyatının sözü asla tükenmez. Bu edebiyatta her vesile ile aşktan söz edilir. Muhabbet, sevgi, mihr vs. aşk ile ilgili kelimelerden her biri, divanların en önemli ve sık kullanılan kelimeleridir.

Âşık ve Maşuk Kimdir? Divan edebiyatında şair daima âşıktır. Bu yüzden her şey, sonuçta aşk ile görünür. Salt âşıktan bahsedilen beyitlerde dahi şair kendini kastetmekte ve övünmektedir. Onun aşkı ise soyut güzelliğe karşı duyulan bir aşktır. Aşk, samimidir. Maddiyat ile ilişkisi yoktur. Âşığın gıdası üzüntüdür. Sevgiliden daima lütuf bekler. Sevgilisi ile asla bir araya gelmez. Onunla olan beraberliği ise daima hayalîdir. Âşık bu sevgisi içinde rakip (ağyâr) ile uğraşmak zorundadır. Rakipleri daima onun aşkına engel olmak isterler.

Divan Aşığı – Romans Aşığı

Bütün edebiyatların en beşerî yönünü teşkil eden aşk, divan şiirinde konvansiyonel mahiyette bir tema olarak başka edebiyatlardakinden farklılıklar gösterir. Bu Maşuk ise Divan edebiyatının ana karakteridir. Âşığına aşk bir bakıma, Endülüs Arap aşk şiirinin tesiri altında eziyet, cefa, naz, kahredici ilgisizlik ve vefasızlık, divan Ortaçağ şövalyeliği ve aristokrasisinin teşrifatına göre şiirindeki sevgili tipinin hâkim ve değişmez moral şekillenmiş bir aşk tarzını aksettiren ve belirlenmiş vasıflarıdır. Etrafını alan diğer âşıklarla onu kaideleri olan "amour courtois" ile, içerik açısından farklı kıskançlık azabı içinde kıvrandırmak da olsa, bazı benzerlikleri bulunan özellikler taşır. maşukun cefa metotlarının başında Aşkın ikisinde de şart bir duygu olması onları ilk Divan şiirindeki aşkın gelir. Maşuğun özellikleri içinde bakışta birbirine benzer kılar. "amour courtois”dan acı ve ıstırap verici oluşu başta Divan şiirindeki aşkın "amour gelir. Cevr oku atar, cana ayrılan başlıca özelliği courtois”dan ayrılan başlıca özelliği tek kasteder, zulüm ve eziyette tek taraflı olmasıdır. taraflı olmasıdır. Onda seven ve aşkın sınırları zorlar. Kimse ona hesap ıstırabını çeken yalnız âşıktır. Sevgili ise Onda seven ve aşkın soramaz. Gönlü taştır. Âşığa yâr âşığının duygularına karşı seyirci tavrı ıstırabını çeken yalnız olmaz, ele geçmez, vuslatı takınan, ilgisini ondan esirgeyen bir tutum âşıktır. yoktur, söz verir ama sözünde içinde görünür. Moral yapısı, âşığına ıstırap durmaz, ağlayıp inlemek ona tesir çektirmekten hoşlanmak, ona yüzünü etmez, merhametsizdir. Âşığın ağlaması göstermekte nazlanmak olan sevgilinin onunla kendisi ona zevk verir. Âşık ne kadar çok ağlarsa o arasına daima bir mesafe koyması dolayısıyla ayrılık ve kadar makbul olur. Sebepsiz yere cevr ü cefa eder. hasret, buna eşlik eden şikâyet bu aşkın özünü teşkil eder. Zulmettiği kişiler zavallı, günahsız âşıklardır. Âşığın âh u Bu, seven ve sevilenin iradesi dışında bir tesirle değil feryadını duymazdan gelir. Bütün bu hâller sevgilinin sadece maşukun cilve ve nazının eseri olan bir ayrılıktır. kendine has sıfatları olup yadırganmaz, ayıplanmaz. Çünkü Karşılık görmeyen aşkında sevgilinin uzaktan yüzünü o, gönül mülkünün sultanıdır. Sevgilinin eziyetten göstermesi, kendisine sadece bakışını çevirmesi bile âşık vazgeçmesi, âşıktan yüz çevirmesi gibi telakkî edilir. için bir lütuf yerine geçer. Bu karşılıksız aşkta, maşukun Gerçek âşık sevgiliden şikâyetçi olmaz. Kısacası o, dert ve ortada olmayan varlığının yerini almış hayaliyle yetinmek, belâ, cevr ü cefanın yegâne temsilcisidir. teselli olduğu kadar bir olgunluğa yükseliş merhalesi de Divan Edebiyatında âşık maşuğuna kavuşamaz hatta olur. kavuşmaz. Çünkü aşkını bu denli kıymetli yapan ulaşılamaz Divan şiiri, çektiği ıstıraplara rağmen bunları isyan oluşu ve yaralayıcılığıdır. etmeden kabullenen ve bir lütuf gibi karşılayan, aşkın yüksek bir ruh ve tevekkül terbiyesine erişmiş bir âşık


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

imajını aksettirir. Bütün eziyet ve mihnetleri karşısında âşığın aşktan el çekmesi, isyan edip sevgiliden kopması gibi bir tavrı yoktur. "Mihr ü vefâlar etmez isen dostum n'ola / Minnet değil mi cânıma cevr ü cefâların" (Bakî); "Râsih şikâyet etme kerem bil cefâsın / Kimdir o şâh-ı memleket bilir misin" yolundaki ifadeler, bu tavrın kendini gösterdiği binlerce örnekten birkaç tanesidir. Aşkta en korkulan durum ise sevgilinin eziyet ve cefadan vazgeçmesidir. Bu onun âşıktan yüz çevirmesi ve artık her şeyin, her ümidin bitmesi demektir. Sevgilinin etrafındaki diğer âşıklar "amour courtois'da olduğu gibi âşık için korkulu birer rakiptir. Rakipler yüzünden sevgilinin yanında hiçbir itibarı kalmamak, onun gözünden düşmek, onu büsbütün kaybetmek âşığın duygularını kemiren azap ve korkulardandır. Aşkın diğer halleri gibi bu kıskançlık da tek taraflıdır ve kıskanan sadece âşıktır. Sevgilinin âşığına karşı kıskançlık duyması ise asla söz konusu değildir. Kendisini seven insana karşı kendisi de sevgi ve şefkat duyguları ile dolu, aşkın ıstırabını da saadetini de onunla birlikte yaşayan, âşığını mesut etmek isteyen, araya hasret ve ayrılık girdiğinde onun için göz yaşı döken, yahut onunla birlikte olmanın sevincini paylaşan bir sevgili tipi divan şiirinde mevcut olmamıştır. Şairin kendinden bahsettiği lirik şiirde yer almayan böyle bir sevgili, ancak İran ve Türk edebiyatlarının müşterek aşk mesnevilerinin kadın kahramanları arasında görülebilir. Âşığın aşk ıstırabı ile değişik ruh halleri yaşamasına karşılık maşuk moral bakımdan tek boyutlu ve psikolojik derinlikten mahrumdur. Kendisini seveni devamlı hasret ve ayrılık duygusu içinde tutmaktan, ümitle

ümitsizlik arasında sürüklemekten başka bir tutum bilmeyen maşuk, âşığa bir ıstırap terbiyesi verme rolünü üzerine almış gibidir. Bunun neticesi olarak âşık kendisini, bütün ıstırap ve şikâyetlerine rağmen aşkın terbiye edici tesirinden zevk duyan bir seviyeye erişmiş göstermek ister: "Belâ budur ki alıştı belâlarınla gönül / Gamın da gelse dile bâis-i meserret olur" (Nef'î); "İlâç etme tabîbâ derdime gel / Bana derman eden derdim gamıdır" (Muhibbî)? Sonunda bütün sızlanışlar, divan şiirinin aşk âdabında, cefaya tahammül felsefesi içinden âşığın böyle stoik bir davranış seviyesine yükselişine varır. Sevgilisinin zulmüne razı zavallı Divan aşığı mı yoksa şövalyelikte yaptığı kahraman davranışlarıyla rakiplerini alt ederek sevgilisine ulaşmış, aşkının karşılığını bulmuş âşıkların anlatıldığı romansların aşkı mı daha kıymetli bilinmez ama dünyanın aşk üzerine kurulduğu bir gerçektir. Yeni yılda dünyadaki tüm acılardan arınıp doğru aşkı bulmanız dileğimle… i

Bu yazıda “Ömer Faruk Akün, Divan Edebiyatı/ 2.bs İstanbul İsam Yayınları” kitabından yararlanılmıştır.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Montaigne Üzerine Bir Deneme Ayşe Bengisu AKDAĞ 1500lerde bir kitap yazıyorsunuz, üzerinden 500 yıl geçiyor ve fark ediyorsunuz ki dünya hâlâ aynı duygular aynı düşünceler üzerinde yuvarlanıyor. Kendimizi, benliğimizi, gayemizi sorguladığımız, milletimizin acı zamanlar geçirdiği şu günlerde elim yine Montaigne'e gitti. Okumayanımız yoktur belki de ama her okuduğumuzda yeni şeyler idrak ettiğimiz bir gerçek. Nitekim Sabahattin Eyüboğlu da 1940ta yazdığı önsözünde "Montaigne'in bahçesinden her geçişte insan çok değişik demetler yapabilir" diyor. Kimi yerlerde ise Malebranche'ın dediği gibi "Montaigne'in fikirleri yanlış ama güzel" dediğimiz de oluyor...

çeken şüphesiz Montaigne’in bizlerle ilgili kaleme aldıkları. Karanlığını yaşayan Avrupa’ya karşın güneşin doğduğu Doğu topraklarında aydınlığı yaşayan Osmanlı Devleti Montaigne’in en çok ilgisini çeken konulardan biriydi. Ve tabii ki Bacon gibi Montaigne tarafından Bacon kadar aşikar olmasa da askeri gücüne hayran kalınan“Türklerin Hıristiyan dünyasını cezalandırmak için Tanrı tarafından gönderilmiş bir bela ve musibet oldukları da hemen hemen her fırsatta dile getiriliyordu.”1 “Montaigne'in Denemeler'inde Türk, Müslüman ya da “Muhammedi”lere ilişkin değinmelerin çokluğu dikkati çekmektedir. Yine de kendisi hiçbir zaman bağnaz bir Türk düşmanı olarak görülmemektedir. Aleyhte yargılarla sonuçlanan satırlarda dahi Türkleri tahkir edici bir söz sarf etmiş değildir.”2

Montaigne’i her ne kadar Ortaçağ yazarı olarak ele alamasak da onu Rönesans felsefecisi yapan, ona ünlü eserini yazdıracak fikirleri veren, tecrübeleri kazandıran Ortaçağdan çıkan Avrupa’nın geçmişi ve geleceğiydi. 28 Şubat’ta doğum yıl dönümü de olan 1533’te Fransa’da dünyaya gelen Montaigne, ailesinin sayesinde iyi bir eğitim hayatı geçirdi. Diğer yazarların, düşünürlerin birçoğu gibi geçim derdi olmadan aileden kalma malikânede zamanını sadece okuyarak, düşünerek ve yazarak geçirdi. Ortaçağdan çıkan bütün Avrupalılarda olduğu gibi o da bilgiyi keşfetme hırsıyla sürekli okudu. Bu çok yönlü okumalar ona ünlü “Denemeler”ini kazandıracaktı. Denemelerinde başta insan sevgisi olmak üzere iyimserlik, dayanışma, özgürlük ve okuma alışkanlığı gibi Avrupalının yüzyıllara hasret kaldığı kavramları işledi. Bu konular üzerine çok özgün yazılar kaleme aldı. Sürekli eleştirel inceleme fikrini yeniden insanlara tanıttı. Bu yazıları, halka ulaşması ve onlar tarafından anlaşılabilmesi için herkesin anlayabileceği sade bir anlatımla yazdı. Denemelerde belki de en çok dikkatimizi

Yazımın başında insan ilişkileri açısından demiştim 500 yıl öncesindekiyle aynı düşünce ve duygular üzerinde dünyanın döndüğünü ama fark ediyorum ki bu özellikle bizim topraklarımız ve bizi sürekli “düşünen” “medeniyet” dediğimiz “tek dişi kalmış canavar” için geçerli. Her gece uyumadan ve her sabah uyandığımızda aklımızı ele geçiren kaderimiz, toprağımızın kaderi aklıma gelince, canını gözünü kırpmadan feda eden yüce gönüllü insanlarımı düşünürken Montaigne'in "Ölmek Özgürlüğü" başlıklı yazısında aktardığı anekdottan şu kısım geliyor aklıma: Spartalılar, kendilerini korkutmaya kalkışan Antipater'a şunu demişler: "Bizi ölümden beter bir şeyle korkutmak istersen, daha seve seve ölürüz"

1

Zeki Arıkan, Montaigne ve Türkler, (16 Aralık 1992 tarihinde İzmir Fransız Kültür Merkezi’nde verilen konferansın genişletilmiş biçiminden alıntıdır.) 2 Kaya Bilgegil, Rönesans Çağı Cihan Edebiyatında Türk Takdirkârlığı, Erzurum, 1973,96


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ORTAÇAĞ FİLMLERİ Tuğçe ERKOL Tarihin en karanlık devri olarak bilinen Orta Çağ insanların her zaman çokça ilgisini çekmiştir. Aslında nedeni çok bariz. Çünkü çok net kaynaklar yok, o döneme dair bir sürü yalan yanlış bilgi var ve dönemin temelinde olan savaş, filmlerde çok para yapıyor. İşte bu yüzden bizler genellikle Orta Çağ deyince uzun süren savaşları biliyoruz, kara ölüm adlı salgın hastalık vebayı biliyoruz, yakılan cadıları biliyoruz, birbirinden enteresan ve ilkel işkence yöntemlerini biliyoruz, kiliseyi ve baskıcı yöntemini biliyoruz ve son olarak skolastik düşünceyi, dogmatizmi biliyoruz… Günümüzde Orta Çağ söz konusu olduğunda yazılan romanlar, çekilen filmler ve kilise müzikleri var. Bunların hepsi bize Orta Çağ’la ilgili bir sürü bilgi veriyor. Şimdi gelelim konumuz olan Orta Çağ temalı en iyi filmlere…

1. CESUR YÜREK Orta Çağ söz konusu olunca akla gelen ilk filmdir Cesur Yürek. Hem yönettiği hem de başrolünde oynadığı film birçok dal için hazırlanabilecek film listelerinin ilk sırasında yer alabilir. 10 dalda Oscar’a aday olmuştur. 1996 yapımı film Kral I. Edward'ın döneminde İngiltere'ye karşı yapılan direnişte vatandaşlarına önderlik eden 1272 doğumlu İskoç şövalye William Wallace’ın hayatını anlatır.

2. CADILAR ZAMANI Nicholas Cage’nin başrolünde olduğu film 2011 senesinde seyircisiyle buluşmuştu. Uzun bir zaman savaştıktan sonra çıktıkları bir yolculukla cadı olduğu iddiasıyla kilise tarafından yakılan genç bir kızı gören 2 arkadaş bu yolculukla, ölen kızın hayatıyla ilgili bilinmeyenlerin peşine düşer ve bu dünyanın kaderini belirleyecek bir seyahate dönüşür.

3. KING ARTHUR Orta Çağ’ın en meşhur hikâyelerinden biri olan Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili halk efsanesinden yola çıkarak yapılmış olan film 2004 yılında seyircisiyle buluşmuştur. Yuvarlak Masa Şövalyeleri, Britanya mitolojisinde geçen, Kral Arthur'un maiyetinde olan en yüksek şeref rütbesini almış kişilerdir. Toplantı yaptıkları masa, üyelerin arasındaki eşitliği temsilen başsız ve ayaksız yapılmıştı. Hikayelere göre üyelerin sayısı 12'den 150(ya da fazlası)'ye değişmektedir. Winchester Kalesi'nde bulunan 1270'lerden kalma Winchester masasının üzerinde 25 tane şövalye ismi yazılıdır. Ayrıca 2017 yılı içinde tamamen farklı bir Kral Arthur filmi daha vizyona girecektir.

4. KARA ÖLÜM Dünyanın hemen her çağını kasıp kavuran bir hastalık olmuştur. Orta Çağ için bu hastalık veba yani kara ölümden başka bir şey değildi. Vebanın cadılar tarafından baskıcı kiliseden intikam almak için yayıldığı düşüncesi oldukça hakimdi. Bu nedenle de cadıların daha doğrusu cadı olduğu düşünülen binlerce kadının canlı canlı yakıldığı görülmüştü. İşte bu filmde bütün bunları seyredeceğiz. Kara Ölüm 2010 yılında vizyona girmiş olup başarılı oyuncu Sean Bean tarafından başrolüne hayat verilmiştir.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

5. PERS PRENSİ ZAMANIN KUMLARI Orta Çağ deyince genelde sadece Avrupa akla gelse de o dönemde yaşayan ve “Işık, Doğu’dan yükselir.” Lafını kanıtlayan bir dönem de yaşanıyordu. Aynı zamanda oyunu olan filmin aksiyon, aşk ve fantastik bir film olduğunu söyleyebiliriz. İzleyene oldukça keyifli dakikalar yaşatacaktır. Film, Haşhaşiler, Assassinler ve Binbir Gece Masallarına konu olan Ebu Hassan'ın, haylaz bir prens olan Prens Dastan ile olan "destansı" maceralarının beyazperde'ye aktarımıdır.

6. ROBIN HOOD Herkesin mutlaka bildiği meşhur zenginden alıp fakire veren Robin Hood efsanesi 2010 yılında filmleştirildi. Aslında daha önce de birkaç kere farklı yapım halinde filmleştirilmişti. Ama biz başrolünde Ressel Crowe’nin olduğu Robin Hood’u listemize aldık.

7. CENNETİN KRALLIĞI 12. yüzyıldaki haçı seferleri sonrası Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs’ü Haçlıların elinden geri almasını anlatan filmin başrolünde Orlando Bloom vardır. 2005 yılında seyirciyle buluşan film en sevilen aksiyon savaş filmlerinden biri olmuştur. Ancak filmin en önemli noktalarından biri savaşa her iki tarafın nasıl baktığını başarılı bir şekilde yansıtmış olmasından geliyor.

8. GÜLÜN ADI Umberto Eco’nun meşhur eseri olan Gülün Adı’ndan uyarlanan filmin başrolünde Sean Connery vardır. Orta Çağ İtalyası'nda geçen film, biri diğerinden ilginç karakterlerle, manastırın, romandaki o ilginç atmosferini izleyiciye iyi yansıtmayı başarmış olsa da maalesef ki film kitap kadar tutmamıştır. Buna rağmen kitaba olan ilgiyi fazlasıyla arttırmıştır.

9. SON LEJYON 2007 yılında seyircisiyle buluşan ve ilk gösterimini Abu Dabi’de gerçekleştiren Son Lejyon’un başrolünde Colin Firth bulunuyor. Kral Arthur’a ait efsanevi kılıcın köklerinin Julius Caesar’a dayandığını ortaya koymaktadır.

10. GLADYATÖR Russell Crowe ve Joaquin Phoenix'in başrollerde olduğu 2000 yapımı aksiyon filmi olan Gladyatör, 73. Akademi Ödül Töreni’nden tam 6 dalda ödül almıştır. General Maximus’un, imparatorluk içinde yükselmesini çekemeyen diğer komutanlar tarafından hayatının mahvedilip, köleliğe kadar düşmesini, ancak ardından yeniden ayağa kalkmasını konu edinir.

11. BONUS: CEHENNEM Dan Brown’un son kitabı Cehennem’den yola çıkılarak geçtiğimiz yaz vizyona giren film Cehennem Orta Çağ’da geçmese bile içeriği bakımından buram buram Orta Çağ kokuyor. Dante’nin İlahi Komedya adlı şaheserine de genişçe yer veriliyor. Filmi izlemeden önce Dante okumanızda fayda var. Yukarıda saydığımız filmlerin yanı sıra Orta Çağ, dizilere de konu oldu. Özellikle Merlin, Camelot ve Spartacus gibi dizilerde de Orta Çağ’ı buram buram hissetmek mümkün...


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dede Korkut Hikâyelerinde Leitmotiv Beyza ÖZKAN

Dede Korkut, edebiyat camiasında destanî bir Oğuz ettiğinin bir işaretidir. Bunun da ötesinde leitmotiv, edebi hikâyeleri olarak anılan, dünyada ve Türk dünyasında üne metne estetik ve simetrik bir değer kazandırır. 1 ulaşmış bir eserdir. 15.yüzyılda yazıya geçirilen bu eserin Dede Korkut Hikâyeleri tek başına bağımsız ve tamam hikâyelerin çıkış tarihi, 10 ve 11.yüzyıllara bir hikâye olarak karşımıza çıkmakta, fakat hepsi birden rastlayan bir dönemde yani ortaçağdadır. ayrıca bir bütün oluşturmaktadır. Bu bütünün Destan ve halk hikâyesi özelliklerini de konusu maceraları, yaşayışları ve hayat 15.yüzyılda yazıya bünyesinde toplayan bu eser, görüşleri ile geniş Oğuz topluluğudur. Ayrı geçirilen eserin anlatmaya bağlı edebi metinlerin ayrı olarak hikâyelerin konusu ise bu hikâyelerinin çıkış kendine has özelliklerini de topluluk içindeki beylerin teker teker taşımaktadır. Leitmotiv, herhangi başlarından geçen maceralardır. tarihi, 10. ve bir tavır, hareket veya sözün Hikâyeler, aynı devirde aynı bölgede 11.yüzyıllara rastlayan eserde çeşitli yollarla tekrarına yaşayan ve birbirlerine çeşitli şekillerde bir dönemde yani dayanan bir anlatım tarzıdır. bağlı bulunan Oğuz Beyleri etrafında ortaçağdadır. Çalışmamızda bu özelliklerden biri toplanmıştır. Her hikâye, esas olarak bir olan leitmotiv üzerinde duracak ve beyin macerası olmakla beraber, az veya çok hikâyemizden hareket ederek leitmotivleri diğer beylerin de katıldıkları veya hiç değilse bir yerinde inceleyeceğiz. vesile isimlerinin karıştığı bir olaylar zinciridir. Sonra, ön Leitmotiv, ana, kılavuz motif demektir. Anlatım tarzı planda bulunan beyler bulunmakla beraber, beylerin olarak, herhangi bir tavır, hareket veya sözün eserde çevresi ve yaşayışı canlandırılırken âdetleri, gelenekleri ve çeşitli vesilelerle birçok kez tekrar edilmesidir. Yazar veya çeşitli yönleri ile bütün bir Oğuz kavminin hayatı bu şairler, leitmotiv tekniği ile öncelikle içerikte sürekliliği hikâyelere aksettirilmiştir. sağlama amacı güderler. Eğer leitmotiv kahramana ait bir İçerik bakımından böyle bir bütünlük içinde karşımıza söz veya bir tavır olarak gerçekleşiyorsa, bu, o söz veya çıkan Dede Korkut kitabında, hikâyelerin kompozisyonu tavrın kahramanın çok belirgin bir yönünü karakterize 1

ÇETİŞLİ, İsmail, Metin Tahlillerine Giriş, Akçağ Yayınları, Ankara 2009, sf. 112


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bakımından bu bütünlüğe özen gösterilmediği görülmektedir. Hikâyeyi düzenleyen meçhul sanatkâr aksine her hikâyeyi düzenlerken yalnız onu düşünmüş ve her hikâyeye en büyük etki kuvveti verebilmek için elindeki malzemeyi istediği şekilde kullanmaktan çekinmemiştir. Onun içindir ki hikâyelere toptan bakınca birçok anlatış, tip ve vaka tekrarları ve benzerlikleri göze çarpar. Fakat her hikâye çok iyi bir şekilde tertip edildiği ve bağımsız bir bünyeye büründüğü için bu tekrar ve benzerlikler insanı rahatsız etmemekte, aksine eserin çok sıcak atmosferi içinde insanı tanıdık bir hava gibi karşılamaktadır. Örnek vermek gerekirse Dirse Han oğlu Boğaç Han hikâyesinde avdan dönmeyen oğlunun acısıyla çırpınan anneyi biraz sonra oğlu Uruz için feryat eden Burla Hatun tipinde görürüz. Kan Turalı’nın Selcen Hatun’u Beyrek’in Banı Çiçek’i gibidir.2 Muharrem Ergin’in üzerinde çalışmış olduğu Dede Korkut Kitabı(Giriş-Metin-Faksimile) isimli çalışmasından verdiğim dipnottan hareketle bu anlatıda leitmotiv izlerine rastlamak mümkündür. Bu benzerlik ve tekrarları çeşitli alt başlıklarda inceleyeceğiz. 1.) İfade ve Sözlerin Tekrarı 2.) Olayların Tekrarı 3.) Tiplerin Tekrarı 4.) Motif Tekrarları

Hikâyelerin ortasında da uzun zamanı kısaca ifade etmek, okuyucunun/dinleyicinin dikkatini çekmek için ‘’altun akça’’, ‘’katır biserek’’ gibi ifadelere rastlarız. Bunları da at ayağı ile başlayanlar, ‘’bunun üzerine on altı yıl kiçdi…’’,‘’Pay Büre’nin oğlı biş yaşına girdi…’’ ,‘’bezirganlar dahı gice gündüz..’’ , ‘’bu mahalda…’’ gibi ifadeler olarak görebileceğimiz gibi dinleyicinin/okuyucunun dikkatini çekmek için dikkatini çekmek için kullanılan ‘’Nâgehândan…’’, ‘’bezirgânlar ardında…’’ gibi ifadelerle birlikte ayın on dördüne benzetme, dere tepe aşma ve ‘’Tanrınun birligine yoktur gümân’’ gibi kalıplar anlatı boyunca düzenli olarak tekrar edilir. Hikâyeler genellikle dua ile sonlanır ve dualar genellikle birbiriyle benzerdir ve birbirinin tekrarı durumundadır. Yöm vireyüm hanum(dua edeyim hanım), ecel geldiğinde aru imandan ayurmasın gibi ifadelerle tekrarlar yapılır. b) Ara Sözler Dede Korkut hikâyelerinin yazarının söyledikleri Dede Korkut’un söyledikleri de aslında bir ara sözdür. Daha sonra Dede Korkut bu ara sözleri boyların yani hikâyelerin sonlarında yineler. Bunlar da ayrıca bir leitmotiv oluşturur. Hikâyelerin içinden birkaç örnek vererek bu durumu somutlaştırabiliriz:

İfade ve Sözlerin Tekrarları Dede Korkut Hikâyelerinde hemen her hikâyenin başlayışı aynıdır. Bu başlayışlarda kimi ifadelere yer verilir. Bu ifadeler arasında kalıp sözler, ara sözler ve son olarak anlatıyı sonlandırmak için kullanılan sözler bulunur. Dede Korkut’ta biz bu bitiriş cümlelerine dua olarak rastlıyoruz.

Oğlı kızı olmayanı Allah Ta’âla kargayupdur, biz dahı kargaruz ( Dirse Han Oğlu Buğaç Han Destanı, Ergin; 1997, sf. 78) Su Hak didârın görmişdür, ben bu su-y-ile haberleşeyim (Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması, Ergin;1997, sf.101)

a) Kalıp İfadeler ve Bitirişte Yer Alan Dualar: Dede Korkut hikâyelerinde kalıp ifadeler hikâyelerin başında, ortasında ve sonunda yer almaktadır. Başında yer alanlar şunlardır: ‘’Bir gün Kam Gan oğlı Han Bayındır yirinden turmış-idi. ‘’(Dirse Han Oğlı Buğaç Han Destanı, sf. 77) ‘’Bir gün Ulaş oğlı, tülü kuşun yavrısı, beze miskin umudı, Amıt suyınun aslanı, Karaçuğun kaplanı, konur atun iyesi, ‘’Kam Gan oğlı Han Bayındır yirinden turmış-idi.’’ (Kam Püre Oğlu Bamsı Beyrek Destanı, sf.116) ‘’Meger hanum Oğuzda Duha Koca oğlı Delü Dumrul dirler-idi bir er var idi.’’ (Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Destanı, sf.177)

Ol zamanda Oğuz yigitlerine ne kaza gelse uyhudan gelür idi ( Kanlı Koca Oğlu Kan Turalı Destanı, Ergin;1997, sf.193) gibi ara sözleri hikâye boyunca değişik şekillerde görmekteyiz. Bu ara sözler, hikâyenin sürekli bir şekilde güncelleştirildiğini, geleneğin devamı için bu tür anlatım şekillerine ihtiyaç duyulduğunu göstermektedir. Böylece hem anlatılan konu canlılığını korumakta, hem de kuşaktan kuşağa sürekli yenilenerek aktarılabilmektedir.3 Olayların Tekrarı: Metinlerin başlayışı hemen hemen aynıdır. Örnekler ise şu şekildedir: Kam Gan oglı Bayındır yirinden turmış-idi

2

ERGİN, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, TDK Yayınları, Ankara, 1997, sf. 23-25

3

TÜRKMEN, Fikret, Dede Korkut Hikâyelerinde Ara Sözler, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten, 1998, sf.160


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kara yirün üstine ag ban ivin dikdürmiş-idi Ala sayvanı ipek halıçası döşemiş-idi İç Oguz Taş Oguz Bigleri Bayındır Hanun sohbetine dirilmiş-idi Beyrek Boyu, Yigenek Boyu, Emren Boyunda açılışlar arasında tam tekrar özelliği vardır. Boğaç Han boyunda ise bunlardakine ek olarak yapılan toyun ayrıntıları yer alır. Ayrıntılar bakımından da Salur Kazan Boyu ile Uruz Boyu ortaktır.4 Deli Dumrul, Kan Turalı, Segrek boyları da başlangıç bakımından ortaklık gösterirler. “Oguz zamanında ........ dirler-idi bir gürbüz er var-idi / yetişmiş bir cılasun oglı varidi / adına ..... dirler-idi” tarzlarında açılırlar ki bu durum, hikâyelerin açılışını düşündürür. Metinlerde kurgu bakımından da ortak noktalar vardır. Ziyafet ortamında hikâyenin açılışı gerçekleştirildikten sonra olay örgüsünün en önemli halkasını kahramanların mücadelesi oluşturur. Her metnin başında kahraman bazı haksızlıklara ya da kötülüklere uğrar ve bunlarla baş etmeye çalışır. Metinlerin ortalarında kahramanlar birbirine benzer tehlikelerle karşılaşırlar. Bu tehlike genelde kâfirdir. Kahramanın başı derde girer, kahraman tutsak olur. Metnin sonuna doğru birileri –ki bunlar adını yalnız kurtarma operasyonlarında duyduğumuz, adına öykü dizilmemiş, sonra başlarına nelerin geldiğini, yaşamlarını nasıl tamamladıklarını bilmediğimiz Oğuz yiğitleridir- kahramanı kurtarır, kahramanlar her türlü zorluğu yener.5 Bu durumu örneklerle şu şekilde somutlaştırabiliriz: Dirse Han’ın oğlu Boğaç Han, kırk yiğidi tanımaz ve kırk yiğit, itibarlarının sarsıldığını düşünerek Boğaç’ı iftiraya kurban ederler. Bu iftira, baba ile oğul arasında bir mücadeleye götürür. Boğaç, babası Dirse Han kâfirler tarafından tutsak edildiği zaman kâfirlerle savaşıp babasını kurtarır.

4

ÜSTÜNOVA, Kerime, Dede Korkut Kitabını Oluşturan Destanlardaki Ortak Özellikler, Turkish Studies, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 3/1 Winter 2008, sf.139 5 ÜSTÜNOVA, Kerime, a.g.m, sf.139

Salur Kazan ve Kazan Oğlu Uruz hikâyelerinde çıktıkları av sırasında kâfirlerle mücadele ederler ve burada yine Boğaç Han hikâyesindeki gibi tutsaklık durumunun ön plana çıktığını görüyoruz. Ancak bu tutsaklık, kahramanların aklı vasıtasıyla çözülür ve kahramanlar kâfirlerle yaptıkları mücadeleden galip ayrılırlar. Dede Korkut hikâyeleri içinde iki hikâye, tabiat ve insanüstü kuvvetlere karşı mücadelenin anlatıldığı hikâyelerdir. Birinde Deli Dumrul, obasında ölen bir yiğidin canını almak üzere, Azrail’in karşısına çıkar fakat bu karşı çıkma, teslimiyete dönüşür. Öteki hikâyede ise Basat, Depegöz adındaki devi öldürür. Tiplerin Tekrarı : Dede Korkut hikâyelerinde yer alan kahramanlar, alp tipidir. Kadınlarda bile bu tipe önem verilir. Kahramanların hayatı daha çok göçebe hayatının gereği olarak, dışa dönüktür. Kuvvet ve cesarete önem verilir. Beyliğin babadan oğla geçmesi bile kahramanlık göstermeye bağlıdır. Yemeleri, içmeleri, uyumaları ve savaşmaları hep insanüstü bir özellik gösterir. 6 Örnek olarak, Oğuz’un baş edemediği Tepegöz’ü Basat alt eder. Kan Turalı, Selcen Hatun’u alabilmek adına Trabzon tekürünün üzerine gönderdiği kağan aslan, kara boğa ve kara erkek deveyi öldürür. Segrek, altmış kişilik kâfir ordusunu tek başına yenip uykuya yatar, üzerine gelen yüz kâfiri atının uyandırmasıyla yine yenip tekrar uyur, sonunda kardeşi Egrek ile kâfir ordusuyla savaşıp mücadeleden galip ayrılırlar. Kahramanlar gözü pek, iyi yürekli, soğukkanlı, asi, çabuk öfkelenen tiplerdir. Çok iyi at biner, kılıç kuşanırlar. Çok küçük yaşlarda mutlaka kan dökmüşlerdir. Büyük başarı göstermedikleri takdirde adları konmaz. Ad koyma işi Dede Korkut’a aittir. Yiğitlerin kahramanlık niteliklerinin başkalarınca onanması çok önemlidir. Kahramanlık, yalnız erkeklere ait değildir. Kızlar da erkekler kadar yiğit olmalıdır. Beyrek, babasına evleneceği kızın niteliklerini sayarken, “Ben yerimden kalkmadan o kalkmış olmalı, ben ata binmeden o binmiş olmalı, ben düşmanıma varmadan o baş getirmiş olmalı.” der. Beyrek, Banı Çiçek’in kadın oluşuna bakmadan onunla at koşturur, ok atar ve güreşir. Selcen Hatun, Kan Turalı’yı kâfir elinden kurtarır. Dirse

6

ERGİN, Muharrem, Dede Korkut Kitabı, Ankara, 1997,TDK Yayınları, sf.28


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Han ve Begil, eşlerinin kendilerine akıl vermelerine izin verdikleri gibi onların önerilerine uyarlar.7

hikâyesinde tutsaklıktan kurtulmanın adına yedi gün yedi gece yapılan ziyafeti anlatmak için kullanılır.

Kadın kahramanlar da alp tipi özelliği taşırlar. Boğaç Han’ın canını kurtarmak ve aileyi toplamak için mücadele eden Dirse Han’ın annesini Salur Kazan ve Uruz’un esir düştüğü hikâyede Burla Hatun tipinde görüyoruz. Bamsı Beyrek’teki Banı Çiçek, Kan Turalı’da Selcen Hatun olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hikâyenin en önemli kahramanı Dede Korkut’un önemli bir işlevi söz konusudur. Çocukların adlarını o koyar, ‘’Adını ben verdim, yaşını Allah versin’’ der. Onun bu sözü, anlatılarda yer alan hikâyelerin hemen her yerinde yer alır. Hikâyelerin sonunda Dede Korkut’un Oğuznâme’yi sonlandırırken dualar okuması da hikâyenin önemli leitmotivlerinden yani tekrarlarından biridir.

Azrail’e kafa tutan Deli Dumrul, olağanüstü bir güce savaş açması bakımından Depegöz’ü öldüren Basat ile benzerlik gösterir.

Rüyalar ve yorumlanmaları kahramanlar için önemlidir. Kahramanlar genelde rüyalarında gerçeği, bir kötülüğü veya geleceği görür ve yorumlatırlar. Motiflerin Tekrarı: Motifin hikâye etmenin en küçük Kahramanların gördüğü rüyalar çıkarlar. Salur Kazan’da unsuru olduğu ve bu unsurun geleneksel olarak hikâye Kazan’ın rüya görmesi ve rüyasını çobana yordurması etme şeklinde muhafaza edilen bir gücünün mevcut şeklinde geçerken Kazılık Koca oğlu Yigenek olduğu belirtilir. hikâyesinde bu motif, başka bir şekilde karşımıza çıkar. Yigenek, rüyasında dayısı Halk nesrinde motif olabilmesi Emen’i görür. Dede Korkut hikâyeleri, için olağanüstülüğün olması anlatmaya bağlı edebi gerekmektedir. Eğer halk hikâyesi Tutsaklık motifi başta Dirse masal kaynaklı ise motif metinlerin özelliklerini de Han, Salur Kazan gibi hikâyelerde yönünden zengin, değilse motif görülürken Salur Kazan’ın esir bünyesinde barındırarak itibariyle zayıf kalmaktadır. düşüp Uruz’u kurtardığı hikâyede

doğal olarak ‘’leitmotiv’’ adı verilen anlatım tarzının kullanımından payını alır. Leitmotiv, herhangi bir tavır veya sözün, tekrarına dayanır.

Motif bakımından zengin olan Dede Korkut hikâyelerinde de bu tip tekrarlara rastlamaktayız. Örneğin Dirse Han oğlu Boğaç Han hikâyesinde Boğaç Han’ın Bayındır Han’ın boğasını öldürmesi olayıyla yakaladığımız ‘’ad alabilmek için baş kesme’’ motifi, Kam Büre Oğlu Bamsı Beyrek hikâyesinde Beyrek’in kâfirleri öldürme vesilesiyle kendine yer bulur. Aynı şekilde ‘’kadının ailesine verdiği önem motifi’’ Dirse Han başta olmak üzere bütün hikâyelerde başka bir şekilde yer alır. ‘’Kırk’’ motifi ise hemen her hikâyede gördüğümüz motiflerden biridir. Kırk gün kırk gece, kırk yiğit ve kırk namert kullanımlarından da bunu anlayabiliyoruz. Dokuz sayısı da Salur Kazan ve Kazan Bey oğlu Uruz hikâyelerinde sâkilik yapan kâfir kızları ve başka şeyler için hikâyelerde çeşitli tekrarlarla kullanılmıştır. Yedi sayısı ise Türk kültüründe yer alan bir diğer önemli sayıdır ve Salur Kazan hikâyesinde yedi kâfiri temsil ederken Kazan Bey oğlu Uruz

7

ÜSTÜNOVA, Kerime, Dede Korkut Kitabını Oluşturan Destanlardaki Ortak Özellikler, Turkish Studies, International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 3/1 Winter 2008, sf.140

ise bu motif aynı biçimde tekrar edilir. Hikâyede yer alan İslam dinine ait motifler, Deli Dumrul, Kazılık Koca oğlu Yigenek, Begil oğlu Emren ve Salur Kazan’ın esir düşüp Uruz’u tutsaklıktan kurtardığı hikâyelerinde yer alır ve tekrarına başvurulur.

Dede Korkut hikâyeleri, destan ve halk hikâyesini kucaklayan bir anlatıdır. Anlatmaya bağlı edebi metinlerin özelliklerini de böylelikle bünyesinde barındıran bu metin, doğal olarak ‘’leitmotiv’’ adı verilen anlatım tarzının kullanımından payını alır. Leitmotiv, herhangi bir tavır veya sözün, tekrarına dayanır. Dede Korkut hikâyeleri, birbirinden bağımsız hikâyeler olarak ele alınsa da bütünde Oğuz kavminin başından geçen olayları anlatır, onların yaşamını gözlerimizin önüne serer. Hikâyede kahramanlar, yazarın anlatıyı yazıya geçirirken kullandığı ifadeler ve sözler, motifler ve anlatıda yer alan olaylar da bir leitmotiv olarak ele alınmış ve incelenmiştir. Bu tekrarlar, metne estetik bütünlük ve güzellik kazandırmak için yapılmış ve dilin imkânları değerlendirilmiştir. Dede Korkut hakkında daha nice araştırmaların yapılması temennisiyle…


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

250616 Bir sağanak yağmuru Saatlerce gidebileceğim bir tren yolculuğu Tam da öyle bir vakit Bulmak seni ansızın Bir hiçtir dünya düşündüğünde Bir andır karışmamız Evet başroldesin, tam da rüyalarımın içinde Bak ilk dizelerimde de umutluyum Çünkü sen varsın Ne sahteciliği uzun burunlu Pinokyo’nun Ne de kandırması Polyanna’nın Hepsinden ziyade bir yer Tam da gecede güneşe eşdeğer, Plansız bir oyun sahnesi Tüm hengâmeyi dağıtan bir fon müziği

Merdümgirîz


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

AĞLAYALIM Bugün hep beraber ağlasak yuvadan ayrılanlara Dumanı tüterken dumansız kalan Afganlara Öksüz kalmış dağ çayırlarının kuraklığına Beşikleri tabutlaşan anaların feryatlarına Ağlasak bu gece Hamza'lara Yakup'lara

Ağlayalım bu gece ocağın altını kapamadan çıkan Suriye'ye Ağlayalım Musa'nın Mısır'ına hüküm sürenlere Ağlayalım Bağdat'ın bahçelerindeki kemirgenlere Ağlayalım beraber Karabağ'dan uçan güvercinlere

Ağlayalım bu gece narkoz yemiş Yezidi'lere Ağlayalım göç ederken göç olan Türkmen'lere Ağlayalım Doğu'nun bütün dillerinde, mertçe Nasılsa anlamaz kimse değil ki bir İngilizce Bak bebekler uyuyor yine Ege'nin özgürlüğünde Sabaha doğru unutulur çünkü onların adı Ali ve Ayşe

Sema KESER


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Güldürü: ŞARK DİŞÇİSİ Sultan DEMİR Yeni bir yıla girdik, arkamızda derdi, kederi, kötü günleri bırakarak. Bu yılın ilk günlerini güzel güzel geçirelim, sonra ne olacağı bilinmez derseniz sizleri tadından yenmez bir oyuna davet ediyorum. Nilüfer Belediyesi Tiyatro yine farkını konuşturmuş. Tozlu raflardan, geçmişten, Osmanlı Devleti’nden gelen bir oyunla karşınızda. O dönemin İstanbul’unda Ermeni bir oyun yazarı vardı. Adı Hagop BARONYAN. Baronyan hicivleriyle tanındı daha çok. İnsanların ve durumların absürt yanlarını mizahıyla harmanlayarak konuşturdu kalemini. 1843 yılında dünyaya gelen Baronyan ilk oyununu 1865 yılında yazdı. 1869 yılında yayımlanan oyunu Şark Dişçisi ise burada bahsi geçen oyunun ta kendisi. Baronyan hayattayken birtakım talihsizlikler nedeniyle oyunları sahnelenemedi. Ama oyunlarının gerçekçiliği, hicivlerinin ustalığı onu bu günlere getirdi. Kendisi okundukça ve izlendikçe bizimle yaşayacak ve sahnelerde kahkaha sesleri yükselecek. İşte Şark Dişçisi de kahkahalarla izleyeceğiniz bir oyun. Taparnigos, parası için evlendiği, kendinden yaşça büyük olan karısını fırsatını her bulduğu anda aldatmaktadır. Dişçi olan Taparnigos, çapkınlık ve hovardalık yapıp geceleri eve geç geldiğinde ya da hiç gelmediğinde devreye sarsak uşağını sokup karısı Marta’yı ayakta uyutmaktadır.

Bir gece karısının kılık değiştirerek Taparnigos’u takip etmesiyle işler sarpa sarar. Kızı bir yandan, aşığı bir yandan derken Taparnigos için durum iyice kötüleşmeye başlar. Bakalım Şark Dişçisi bu durumdan paçayı sıyırabilecek mi?

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sahnelenen ve yıllarca kapalı gişe oynayan bu ünlü eser Şark Dişçisi, bu kez Nilüfer Belediyesi ‘Tiyatro’ prodüksiyonu olarak yenilenmiş çizgilerle gösterime çıktı. Oyunun yönetmenliğini Engin ALKAN üstlenmiş, Taparnigos da kendisi. Oyunun müziklerini de yazmış. Ortaya harika bir gösteri çıkmış böylelikle. Kostüm, makyaj, koreografi oyunun içinde sizi büyülüyor adeta. Sahneden bir anlığına bile kopamıyorsunuz. Oyuncuları, müzisyenleri, reji ekibini, ayakta alkışladım zaten. Buradan da emeklerine sağlık diyerek yazımı bitiriyorum. Oyun 6-7-13-14 Ocak tarihlerinde Nazım Hikmet Kültürevi’nde sahnelenecek. Kahkaha sesleriniz kulakları çınlatsın. Hemen biletlerinizi alın, bu oyunu seyre dalın. İyi seyirler…


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNZİVA

Köşesi

Vasiyet

Her zamankinden farksız bir Ocak akşamıydı. Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Yurtta barınan öğrencilerden bir kısmı kapı önünde kartopu savaşı yapıyordu. Final haftası başlayalı birkaç gün olmuştu. Bunlar oluverirken birkaç gün evvel bir edebiyat sohbet grubu açılmıştı. On iki on üç kişilik bir edebiyat sınıf grubundan ibaretti. Grup içinde edebiyata dair şeyler paylaşılıyordu. Yunus grupta okuduğu kitaplardan önemli kısımlar, kendi yazdığı şiirlerden birkaç mısra paylaşıyordu. Sınavlara ise pek de iyi hazırlanmış sayılmazdı. Yunus için vizeler nasıl kötü geçtiyse finaller de öyle geçiyordu. Şehirdeki kültür sanat etkinliklerinden geri durmuyordu çünkü. Sosyal bir kişilikti. Fakat dersler ile kültür sanat etkinlikleri arasındaki dengeyi kuramamıştı bir kere. Düzenli olarak ders çalışma alışkanlığını bir türlü oturtamamıştı rayına. Yarın sınavı vardı ama o yine diğer derslerde olduğu gibi ders notlarına yüzünden çalışarak gününü bitirdi. Yatağına girmeden evvel yarınki sınavına erkenden kalkıp çalışabilmek için küçük bir plan yaptı. Pencereden dışarıyı şöyle bir süzdü. Dışarıda karın şehre hediye ettiği sessizliğin huzur veren sesini dinledi. Çiçeği burnunda telefonunu eline aldı ve yatağa nihayet geçti. Sosyal medyada gezinmeye başladı. Uykusu da gelmiş değildi. Yazacağı yeni şiirler için müsveddeler kapısını çalıyordu. Kapıyı açacak mecali kalmamıştı. Kış vakti okula yazlık kırmızı ayakkabısı ile gidip geliyordu zaten. Derken edebiyat sohbet grubundan henüz tanışmadığı Şura, Yunus’a bir mesaj atarak kapıyı tıklattı. ‘’Yunus merhaba rahatsız etmiyorum umarım. Bana kitap önerir misin?’’. Şura, düzenli olarak kitap okuyan biriydi. Yunus’a okuma tarzını değiştirmek için böyle bir mesaj atmıştı. Yunus, bu mesaj karşısında biraz duraksadı. Beklemediği bir mesaj almıştı. Saat gece yarısını geçeli bir saati aşmıştı. Bu saatte böyle bir soruya nasıl cevap verebilirdi? Biraz düşündü ve ‘’Bu soruyu sorduğuna göre sen kitap okumuyorsun!’’ diye bir cevap yazdı. ‘’Eğer kitap okusaydın bana böyle bir soru sormazdın!’’ dedi içinden. Soruyu soran Şura, Yunus’u yanlış anlayarak ‘’Evet kitaplar candır.’’ dedi. Yunus bunu fark ettirmeden sohbete devam etti. Şura ilerleyen dakikalarda uykusunun geldiğini söyledi. Ancak

uyumak da istemiyordu. Yunus’un kibar(!) yaklaşımı besbelli hoşuna gitmişti. Saat zaten belli bir vakti geçmişti. Yunus da içinde bulunduğu pesimist durumdan memnun olmayarak konuşacak birilerini bekliyordu. Gurbette okuduğu ve memleketi uzak olduğu için ailesini aylardır görememişti. Dışarıdan bakan biri için Yunus içinde bulunduğu durumdan onu kurtaracak bir el arıyor denilebilirdi. Yunus, gecenin bir yarısı kitap önerisi isteyen bu genç ve mütebessim profil fotoğrafı olan kıza, şiirlerinde ulaşmak istediği o kadın bu mesajı atan kişi olabilir mi edasıyla- ufak tefek iltifatlarda bulunuyordu. Kitap önerisi ile başlayan bu hasbihal sabaha kadar sürecekti. İkisi de bunu bilmiyordu lakin yazışmalar bunun emaresiydi. Yunus kendi gibi birini bulduğunu düşünerek yazışmayı ısrarla sürdürdü. Ara ara mısra alıntılayarak, yakından takip ettiği yazarları ve beğendiği şarkıları önererek bunu hissettirdi. Sanki içten içe başlarda maksat tamamen farklı olsa da bu iki genç birbirine sıcaklık duyuyordu. Artık ikisinin de gözleri yanmaya başlamıştı. Uyumaları gerekti. Gün de biraz evvel doğmuştu şehre. Madem sabahlanmıştı, sabah namazı kılındıktan sonra uykuya geçilmeliydi. Yunus bu teklifi yaptı. Onayı aldıktan sonra iyi sabahlar mesajı atılarak namazlar kılınıp uykuya dalındı. Yunus, ertesi gün yazarlık yaptığı Öteki Edebiyat dergisinin önceki nüshalarından bir tane hediye etti bu yeni ve merak uyandıran arkadaşına. Hediye ettiği sayı geçen seneki sayılardandı. Son sayılardan baskıya geçileni yoktu. Bölüm arkadaşlarıyla kendi aralarında çıkardıkları için her ay baskı yapamıyorlardı. Dergiye gireli üç ay olmuştu. Bu sayıda şiiri de yoktu. Yine de hediyeleşmeyi sevdiği için böyle küçük bir naziklik yaptı. Şura, birkaç gün içinde sınavların bitmesiyle ve bütünleme sınavları öncesi bir haftalık oluşacak boşlukla İstanbul’a gidecekti. Yunus, yeni arkadaşından bu bilgiyi aldıktan sonra biraz düşündü ve beraber çay içme teklifinde bulundu Şura’ya. Teklif hoş karşılandı ancak ‘’Sınavlar bittikten sonra daha iyi olur.’’ cevabını aldı Şura’dan. Bu ihtimalin de ortadan kalkma şansına karşılık Yunus yarınki sınavlara beraber çalışma teklifinde bulundu. Ertesi gün okul kütüphanesinde


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

buluşuldu. Beraber ders çalıştılar. Yunus kendi yazdığı şiirleri okuyup Şura’nın beğenisine sundu. Şura şiirler hakkında olumlu yorumlar yapıyordu, ilerleyen zamanlarda bu çaylak şairin şiirlerinde özne olabileceğini hisseder gibi. Şura’nın İstanbul’da yaşadığını öğrenen Yunus, İstanbul’a olan aşkından, İstanbul’a ailesinden habersiz deplasman maçlarına nasıl gittiğini, Gülhane Parkı’ndan Bakırköy sahiline nasıl yürüdüğünü ve daha birçok anısından bir solukta bahsetti Şura’ya. Kendini sevdirmek için çok titiz davransa da çenesi düşmüştü bir kere. Belki de bu çenesizliği ilerleyen zamanlarda dil yarası olup başına bela olabilirdi. Bu gibi ihtimalleri düşünmüyordu. Üçüncü gün de bitiyordu yazışmalar yetmiyor telefonlarda saatlerce yurtların soğuk ve suratı asık koridorlarında üşenerek şiirler, doğaçlama hikâyeler okunarak yüzler gülüyordu. Çay sözü akla geldi. Ertesi gün akşam sınavdan sonra okul yemekhanesinde yemekler yenilip merkezde güzel bir mekânda çay içilecekti. Şura, yanında bir arkadaşını getirmek istediğinden bahsedince Yunus duraksadı. Hemen en yakın kız arkadaşı Kardelen’e danışıp bu gibi durumlarda ne yapmak gerektiğini öğrendi. İçi rahatlamıştı aldığı cevapla. Çünkü kadınlar ilk buluşmalarda yanlarında bir arkadaşını getirerek karşı cinsi iyi analiz etmek isterlerdi. Bu reklam arasından sonra buluşma ayarlandı. Sınavlar nihayete erdi. Okulda akşam yemeği yenildi ve Yunus, Şura ve Ezgi mekâna gitmek için trene doğru yürüdüler. Yunus trende her zamanki gibi kitap okuyarak yarım saat süren yolculuğu doldurdu. Kızlar da kendi aralarında yaptıkları havadan sudan muhabbetle yolculuğu tamamladılar. Mekân şehri yukarıdan gören Tophane çay bahçelerinden biriydi. Birer çayla sohbet başladı. Yunus, okuduğu dergilerden birini yanında getirmişti. Şura’nın Küçük Prens’i çok sevdiğini öğrenince dergiyi Şura’ya armağan etmek için çantasından çıkardı. Çünkü içinde Küçük Prens’le ilgili bir yazı vardı. Sohbet sürerken Yunus, Şura’nın gözlerine dikkatle bakıp onu okumaya çalışıyor, bir yandan da şakalar yapıp ortamı neşelendiriyordu. Şura’nın başındaki yeşil eşarbını, krem renkli bluzunun üstüne giydiği siyah kalın paltosunun üzerinden sarkan saati gösteren uzun kolyesini, siyah ince kolları olan siyah sırt çantasını, siyah dar pantolonunu, siyah narin botunu dikkatle süzdü. Bu kıyafetlerin içindeki kadın Yunus’un şiirlerindeki ikinci tekil şahıs olabilir miydi? Yunus, kendi giyim tarzını beğenmiyordu. Şiir yazdığı kadar iyi giyinemiyordu. Üzerinde yeşil siyah kareli poların siyah iplikleri siyah deri ceketinin üzerinden sarkıyordu, bunların altına açık mavi bol kot pantolonu ve yazlık kırmızı ayakkabısı, kıyafetlerinin yanında yıllardır kullanıp da eskitemediği mavi siyah sırt çantası ile karşısındaki kadına layık olamamaktan korkuyordu. Birkaç bardak çay ile sohbet demlendi. Gözlerinde geleceğe dair umut içeren bu iki genç birbirlerini biraz daha tanıdılar, biraz daha kaynaştılar. Saat çok olmadan yurtlara geçmek için masadan kalktılar. Kalkarken Şura masadaki yapma çiçeklerden birinden küçük bir parça kopararak Yunus’a tutması için verdi. Yunus bunu tutmak yerine ceketinin üst cebindeki fermuarın arasına sıkıştırıp çiçeği hediye olarak kabul ettiğini söyleyince yüzler güldü. Hesap öderken Yunus haliyle bir centilmen olarak önce davrandı. Hesabı

ödedi de. Ancak bu bir sorundu Şura için. Hesap konusunda takıntılıydı. Kimseye kendisinin hesabını ödetmezdi. Bu özellik Yunus’un hoşuna gitmişti. Evet, sevgili olunca bir öğrenci olarak bu durum iyi bir şeydi. Ancak Şura da diğer yolucu tiplerden değildi. Hesap on beş lira tutmuştu. Dışarıda Şura on beş lira uzattı Yunus’a. Çok ısrar etti. Yunus da sonunda pes edip beş lirayı alıp Ezgi’ye verdi. Konu bu şekilde kapandı. Mekânın bahçesinden ayrılmadan şehre şöyle bir baktılar. Yunus’un kafasından geçen şehrin yaşananlara şahitlik etmesini istemesiydi. ‘’Bir aşk doğuyor ey şehir sen de bunun en büyük şahidisin!’’ der gibi yukardan baktı şehre. Şura da benzer düşüncelerdeydi. Acaba birkaç aydır bu büyük şehirde bulunup da hala şehri sevememesinin nedeni Yunus gibi birinin karşısına çıkmamış olmasından mıydı? Ezgi, Şura ve Yunus’un mekânın çıkış kapısında beraber ilk fotoğraflarını çekti. Beraber geldikleri gibi beraberce dönüş için tekrar trene bindiler. Yunus bir durak daha önce indi. Yurduna geçti. Soğuk iklim Yunus’un kalbine içten içe ilk cemrelerini düşürüyordu. Diğer tarafta ise Ezgi, Şura’ya Yunus’un iyi birine benzediğinden ve yakında arkadaşlarını birer sevgili olarak görürse şaşırmayacağından bahsetti. Şura da bu gibi şeylerin henüz erken olduğundan, Yunus’u iyi bir arkadaş olarak gördüğünden bahsetti beklenilenin aksine. Şura ertesi sabah erkenden İstanbul’un yolunu tuttu. Bir haftalık arayı ailesiyle birlikte geçirecekti. Yunus’un böyle bir seçeneği olsa da yapamazdı. Ailesi çok uzaktaydı. Bir haftayı tatil yaparak geçirmesi onun ölüm fermanını kendi elleriyle imzalaması demekti. Babası onu dostun düşmanın karşısında bir adam olarak vatana millete hizmet ederken görmek isteyerek gurbete okumaya göndermişti. Bir hafta yurttan çıkmadan bütünleme sınavlarına çalışacaktı. Şura ailesine kavuştu. Dört aylık erkek kardeşi ile hasret giderdi. Kardeşini bir abladan ziyade bir anne gibi sahipleniyordu. Akşam oldu. Yunus ile Şura iletişime yazışarak devam etmek mecburiyetindeydiler. Babası eğer herhangi bir erkekle konuştuğunu anlarsa kıyamet kopma ihtimali vardı. Şura’nın babası da Yunus’un babası gibi düşünerek kızını okumaya göndermişti. Saatler ilerledi. Gecenin suskun saatlerinde konu yavaş yavaş sevgiye, aşka geliyordu. Yunus liseli yıllardaki çekingenliğini, münzeviliğini, bir kenara bırakıp hislerini soyuttan somut hale geçirmek istiyordu. Platonik, melankolik, olmaktan dert yanmıyordu ama hislerinin de karşılığını görmek istiyordu. Konuşma ilerledikçe içindeki tabuları yıkıp tüm çekimserliğini bir kenara bırakıp aşkını itiraf edercesine kendisinin daha önce bu kadar kısa süre içerisinde hiç kimseye bu denli samimi duygular hissetmediğini belirtmenin yolunu arıyordu. Küçük kontroller yaptıktan sonra hislerini dile döktü. Söylemek istediği gibi daha önce kimseye bu kadar kısa süre içerisinde bu denli içten duygular hissetmediğini aktardı. Şura, bu sözlere karşı çok da şaşırmadı. Yunus, ahvalini yazdığı mesajlarla anlatıyordu çünkü. Sıra Şura’ya geçmişti. Peki, Şura bu mesajlar karşısında neler söyleyecekti? O, bu kadar kısa süre içerisinde bir şeyler hissetmiş miydi Yunus’un ona hissettiği gibi. O da hislerini saklayamadı. Onun da içinde Yunus’a karşı bir şeyler vardı. Yunus bunu duymak


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

istiyordu. Sabaha kadar bu hissi Şura’dan duyabilmek için diline gelen bütün iltifatları saydı. Şura da gün doğmadan hislerini aktardı Yunus’a. İtiraflar gerçekleşmişti. Bu güzel his iletişiminden sonra uykuya geçildi. Bütünleme sınavları yanaşıyordu. Yunus aşk sarhoşu olmuştu bu kadar kısa sürede. Bu sarhoşluğu acilen atlatıp sınavlarını da ihmal etmemeliydi. Günler geçti ve bir haftalık tatilin beş günlük kısmı geride kaldı. Hafta sonu olmuştu. Şura kaldığı bir ders için birkaç gün evvel geldi. Yunus küçük romantik planlar yapmıştı. Kahve içme, sinemada romantik bir film izleme, belki bowling atışması gibi şeyler için arkadaşlarından tavsiyeler aldı. Sabah Şura’yı yurdundan almak için erkenden kapıda beklemeye başladı. Bir hafta önce arkadaş olarak buluştuğu Şura ile artık bir sevgili olarak buluşacaktı. Kapıda bir süre bekledikten sonra Şura da geldi. Ağır adımlarla yaklaştı. Yunus’un gözlerinin içi güneş gibi gülüyordu. Bu gülümseme sarılma ile taçlandı. Yarım dakika süren sarılma ile eller tutuştu ve beraberce trene doğru yüründü. Şura asıl teklifi bu akşam alacaktı. Evet, itiraflar edilmişti ancak asıl soru sorulmamıştı. Yunus sıradan bir soru düşünmüyordu çaylak bir şair olarak. Fakat kafasındaki soruyu da henüz netleştirememişti. Yapılan romantik planlar bir bir işliyordu. Beraber öğle yemeği yenildi. Kahveler içildi. Romantik bir film izlendi. Zaman çok hızlı geçiyordu. Sanki göz açıp kapayıncaya kadar akşam olmuştu. Yunus asıl soruyu düşünmekten Şura’yı sevgili olarak buluşulan ilk günde memnun edememekten korkuyordu. Dönüş için trene binildi. Aynı telefondan aynı müziği bir kulaklığı paylaşarak dinlediler. Okul sınırları içine girildi. Yunus her an asıl soruyu sorabilirdi. Yurda yaklaşılıyordu. Yolun ortasında bir anda durdular. Kampüs içindeki ağaçlar, sokak lambaları, dolmuşlar, otobüsler, fakülteler, kütüphane, yemekhane binası, amfi, kaldırımlar ve çimler bu ana eşlik edeceği için heyecan artıyordu. Yunus kendini hazırlamaya çalıştı. Ruhen buna hazırdı ancak diline dökemiyordu sormak istediğini. O sırada yukarıdaki yoldan süratle geçen sarı otobüsü görünce aklına bir fikir geldi. Dergiye yazdığı son yazısında arkadaşlıkları otobüslerde yaslanılan cam kenarlarına benzetmişti. Hayatı da bir otobüs olarak görüyordu Yunus. Diline gelen cümleyi kurarken dili sürçtü. Sonra özür dileyip tekrar kurmaya çalıştı cümleyi. Arkadaşlıkların birer cam kenarı olduğunu, kendisinin otobüsle seyahat ederken her daim cam kenarı tarafına oturduğunu ve cama yaslanıp dışarıdaki manzarayı seyretmeye doyamadığını söyledi ve ekledi. ‘’Hayat denen bu otobüste benim dertlerimi anlatacağım, zor zamanlarımda başımı yaslayıp huzur bulacağım, manzarasına uzun uzun bakıp da doyamayacağım, cam kenarım olur musun?’’ diyerek teklifini yaptı. Şura bu sözler karşısında hiç düşünmeden ‘’Evet!’’ diyerek sıkıca Yunus’a sarıldı. Görev tamamlanmıştı. Yunus bu güzel ve özel anları Şura’yı yurduna bırakarak bitirdi. Sonra ne mi oldu? Yunus, yurduna gidecekti gidemedi, Şura’ya her gün her gece aşk şiirleri yazıp yazıp okuyacaktı yazamadı okuyamadı, bu koca şehri bir türlü sevemeyen Şura’ya yapacağı sürprizlerle bu şehri sevdirecekti sevdiremedi, üç yıldır biriktirmiş olduğu

şiirleri bir kitap haline getirip yazar olacaktı olamadı. Haftaya sınavlarına girip notlarını yükseltip memleketine gidip ailesine kavuşacaktı kavuşamadı. Şura, yurduna giriş yaparken Yunus gözlerinin içi gülerek Şura’ya veda değil elveda etti. Bir daha göremeyecekti onu. Ama bunu ikisi de bilmiyordu. Yunus kendi yurduna o gece gidemedi. Trenle yurduna geri dönmek için istasyona kadar yürüdü. Kartında yeterli bakiye kalmamıştı. Onu bu akşam hiçbir şey üzemezdi. Yurduna yürüyerek gitme kararı aldı. En fazla yarım saat yürüyecekti zaten. Yalnız geçtiği sokaklar pek de tekin değildi. Yolda iki tane kendini bilmeze denk geldi. Sigara istemişlerdi. Yunus normal bir şekilde sigara bulundurmadığını söyledi. Ancak bunu anlamak istemeyen magandalardan biri Yunus’u sırtından bir bıçak darbesiyle yere serdi. Yunus o darbeyle ağır yara alıp ayağa kalkamadı. Birkaç bıçak darbesi daha aldı. Bunu hak edecek hiçbir suç işlememişti oysa. Sadece sigara bulundurmamıştı cebinde o kadar. Yunus’u öldüren magandalar kaçarak uzaklaştılar. Yunus’un cansız bedeniyle sabahleyin bir otobüs şoförü karşılaştı. Yunus henüz yirmi yaşına bile girmemişti. Şura ile daha nice güzel anları olacaktı belki de. Bir iki ay sonra yirminci yaş gününü ilk kez ve bir kız arkadaşı ile kutlayacaktı. Belki yazacağı daha çok şiir vardı. Aşkına ilk kez karşılık bulduğu günün akşamında bu dünyaya veda etti. Öldüğünde yanından hiçbir zaman ayırmadığı şiir defterinin arasından çıkan küçük bir notta yazan vasiyetle son bir yararı dokundu ardında kalanlara. Eğer olur da kitap basamadan ölüm Yunus’u alırsa kalan şiirlerinin toplanıp bir kitap olarak basılması ve elde edilen gelirin şehit ailelerine bağışlanması hakkında küçük bir istek yazıyordu kâğıtta. Yunus, babasının ondan beklediği gibi vatana millete hizmet etmek kadar iyi bir şey yaptı bu dünyadan göçerken. Aylar sonra sınıf arkadaşları, yurt arkadaşları, mahalle arkadaşları, dergi arkadaşları, beraber güldüğü eğlendiği arkadaşlarının bir kısmı aralarında bir meblağ denkleştirip Yunus’un şiirlerini bir kitap haline getirdiler. Kitap çok satmadı belki ama elde edilen gelir şehit ailelerine yardım olarak verildi. Bu, çaylak şair Yunus’un öldükten sonra yaptığı ilk, tek ve de son iyiliğiydi.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ANASIR-I ERBAA (Dem) Yaşamak imtihan ateşin ortasında Yazabilmek imtina dünya oltasında Volta atmak kolaydır bir hiç pahasına Ateşi elinde taşır insan felek aynasında

Mevla da sensin Mevlana da sen insansın İçinde Rahmanı barındırırsın ateş konuşur Allah diye diye bilmez insan da Allah der de İnanmazlar Hallaca garipsin garip dünya

Tesbih tesbih dizilir insaf bilir zahidler Faniler garipler akl-ı gaibler şu arifler Tarif eyler rinde raksı aksettirir erenler Manayı idrak eder tasavvufa gelenler...

Sizin taptığınız şuan benim hırkam içinde Biçim biçim halim kötürüm hem de o biçim İçimde Allah dışım bedesten bir halde halim İş bu ki hal değişir değişik ahvalim halim

Peyderpey giden nedir ki nereye gider Şimendifer gelir geçer de kime kim ki Kim hekim hakim olan konuya nadir Kadir mevla bilir sırrı hızır hıdır vak'a

Velhasıl kelam ne bilir bu hali bilmeyen Ne bilir ki bilmeyen benim hırkamı giymeyen Bilmez bu hali sekerat ehli dahi bilmez Nadan olan anlamaz Yaran bilir Yaradan

Vasla eren şu derviş henüz pişmemiş Yemiş nefes buğday görmüş bilmemiş Sonra zahidle oturmuş arifler gelmiş Amma kim anlar hali ki kime kim hakim

Yaradan Mevladır kula Yaran Mevla Cümle kuşlar öter Mevla Mevlaaya Nefeslere karışır kırıklar kırklar ala Ve mana su da şarab çölde ama...

Hekim olan derman bilir lokman nerede Dereden içilen suyun sırrı dökülür nehire Tahir’e sorsan Zühre yıldızı kaymış geceye Heceye yunusun sitaresi göz koymuş neçe

Süleyman ERKUT

Keçeli olan susturur torlak konuşur sonra Semazen Mevlana döner Mevlaya burada Allame-i cihan da sensin her nefes sende Bilki sensin cümle nefes sahibi Mevlaana


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kütahya ve FRİGLER Yard. Doç. Dr. Kadir Güler Dumlupınar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi

Rahmetli Sıtkı Usta’nın Aziz Hatırasına… Kütahya, coğrafyamızın her nefesi tarih, sanat, çini, seramik, resim, musiki, edebiyat, şiir ve kültür kokan kadim kentlerinden biridir. Şehrimizin tarihi Üniversitemiz Arkeoloji Bölümü tarafından yürütülen Seyitömer kazılarına göre MÖ 4500 yıl öncesine götürülmektedir. Seyitömer Höyüğü beş tabakadan oluşmaktadır. Beşinci tabaka Erken Tunç Çağına ve onun Geç Evresine işaret etmektedir ki üzerinde çalışılan bu tabaka tahmini olarak şehrimizin tarihini daha eski yıllara götürecektir. Seyitömer kazılarında Üniversitemiz Arkeologlarının ortaya çıkardığı mutfak kapları, küpler, çömlekler, yonca ağızlı maşrapalar, şarap sürahileri, kaseler, yağ şişeleri, iki kulplu dibi sivri kaplar ve sürahiler, gözyaşı şişeleri, bronz sikkeler, damga mühürler, silindir mühürler, çekiç başlı mühürler ve mühür baskıları, akıtacaklı kaplar, mataralar, gaga ağızlı testiler, meyve tabakları, süzgeçler, çanaklar, sunu kapları, serçe figürlü seramikler, dokuma tezgahı ağırlıkları, ağırşaklar, metal eritme potaları, kandiller, bronz halka, kemik, bronz ok uçları, demir mızrak uçları, fibula çengelli göğüs iğneleri, sanduka küp mezarlar, dirgenler, oraklar, saplar, hançerler, iğneler, bızlar, dilgiler, perdah taşları,

fırçalar, bileği taşları, havanlar ve havaneli, kurşun figürin, altın takılar, hayvan şekilli boncuklar, küçük tanrıça heykelcikleri, kemik rölyef kabartmalar, spatula kazıyıcılar, çift kulplu bardaklar ve depas kaplar Seyitömer Höyüğü’nün Kütahya açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymuş ve Kütahya’nın tanıtımına çok önemli katkı sağlamıştır. Kütahya’da yapılan bu kazılar, MÖ 5000’li yıllarda Kütahya ve civarında hangi milletlerin ve medeniyetlerin yaşadığını isimlendirerek söyleyememektedir ama Arkeoloji Bölümümüz tarafından Seyitömer kazılarından çıkarılan bu seramik malzemeler Kütahya’da yer alan bu medeniyetlerin oldukça gelişmiş olduğunu göstermektedir. Seyitömer Höyüğü dışında son yıllarda ortaya çıkarılan Tavşanlı Tunçbilek kalıntıları bu coğrafya için MÖ 5000’i, Kalkolitik dönemi ve Kütahya’nın yedi bin yıllık geçmişini işaret etmektedir. Kütahya’nın bilinen ilk adı Ceramorıum [seramik başkenti/seramik şehri]’dir. Bu adla ilgili bir efsaneye göre seramik ustası yoksul ve yaşlı bir kadının yaptığı seramikler


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çanak-çömlek pazarında el üstünde tutulmakta ve hemen alıcı bulmaktadır. Bu kadının seramiklerinde kullandığı toprağın farklı olduğunu anlayan diğer usta seramikçiler kadını takipe alırlar. Kadın seramik toprağı almak için Ceramorıum Agora/Çanak-çömlek Pazarı denilen yere gelir. Takip edildiğini anlamayan sanat ustası kadın heybesini bu yerdeki seramik toprağıyla doldurup döner. Seramik ustaları kadının sırrını çözerler ve bu yerin toprağından ürettikleri seramikler her yerde satılmaya başlar. Bu farklı topraktan dolayı yöreye Seramik Başkenti manasında Ceramorıum denilmiştir. Kütahya’nın bilinen ikinci adı Kutium’dur. Kütahya tarihinin bilinen ilk sahipleri Türk kökenli olduklarına inanılan Gut/Kutlardır. Kutlar, Hazar denizinin güney doğusundan, Türkistan’dan MÖ 2500 yılları civarında Batıya göç etmeye başlamışlardır. Kut yazıtlarında Türkçe Yarlagan, Çarlak, Ulumuş, İnimbakaş ve Şarlak gibi Türkçe isimler bugün İç Ege /Kütahya cografyasında kullanılmaktadır. Kutlar/Gutlar önce Mezopotamyaya girmişlerdir. MÖ 2300 yıllarında Dicleyi takip edip Kuzeye geçerek Akad devletini ortadan kaldırmış ve Anadolu’ya hakim olmuşlardır. Kutlar, Anadolu’ya hakim oldukları bu yıllarda Kütahya’yı da ele geçirmiş ve bu yöreye Kut yöresi manasına gelen Kutium adını vermişlerdir. Kütahya’da Kumarı boyu köy kurmuştur ve Kütahyalılar kut/kot/kotur ismini ölçü birimi/ölçek olarak kullanmaktadır. Anadolu’da Ordu’nun adı Kutyora/Kutyöresidir. Trabzonda Kuti yaylası meşhurdur. Kocaeli civarında Kutluca isimleri yerleşiktir. Kütahya, Kutlardan sonra yine Kafkasya/Karadeniz üzerinden gelen Etilerin/Hitilerin eline geçmiş ve seramik sanatı Hititler eliyle tüm Anadolu’ya yayılmıştır. Gerek Hititlerin gerek Friglerin kullandıkları dil Hint –Avrupa dili ve yazısı eski Sümer/Asur/Akad yazısıdır. Bugün Sümerceden yüz altmış yedi kelimenin Türkçe olduğu ispatlanmıştır. Kütahya’nın bilinen üçüncü ismi Romalılar dönemine aittir. Kütahya MS 38 de Romalı Komutan Cotys’in yönetiminde önemli bir kent olur. Bu sebepten kente Cotyoeum/Cotiaeion/Kotiaeion adı verilmiştir. Ad, Koti/Koty’inin kenti anlamındadır. Roma sikkelerinde de Koti/Kotys adı yer almaktadır. Kütahya’nın bilinen dördüncü ismi Kûtâhiyye’dir. Şehir, Selçuklular tarafından fethedildikten sonra geçen bütün kaynaklarda bu isimle anılmaktadır. Kûtâh, Farsçada kısa demektir. Kütahya’yı fetheden Türkler genelde kısa boylu, kısa boyunlu ve tıknazdır. Kente, kısa boylu Türkmenlerin yaşadığı şehir manasında Kûtâhiyye denilmiş olabilir. Bugün şehrin ismi Kütahiyyenin kısaltılmışı olan Kütahya’dır.

Kütahya’nın kaynaklarda yer alan beşinci ismi Kûtây’dır. 14. asrın ilk çeyreğinde yaşayan ünlü Memlük dönemi tarihçisi Fazlullah el-Ömeri, tarih ve coğrafyadan bahseden Memâlik adlı eserinde Kütahya’nın adını kaynak göstermeden “Kûtây ( Kütahiyye)” biçiminde kaleme almıştır. El-Ömeri, Kûtây/Kut ilgisi hakkında bir bilgi vermemektedir. Kutay’ın yukarıda bahsettiğimiz Kut milletiyle ilgili olarak kullanıldığını tahmin etmekteyiz. Frig vadisindeki yerleşim MÖ 3000’li yıllara, Erken Tunç Çağı’na dayanmaktadır. Hitit Medeniyeti MÖ 2000’li yıllarda Frig vadisini de etkilemiştir. MÖ iki binli yıllarda özellikle MÖ 14 asırda bu topraklarda hüküm süren Eti/Hititlerden sonra Kütahya’nın sahiplerinden biri olan Frigler, Hint-Avrupa milletlerindendir. Bulunduğumuz coğrafyanın en kadim kavimlerinden biri olan ve Demir Çağı’yla anılan Frig kelimesini kullanan bu kavim, Uzunçarşılı’ya göre MÖ 12. asırda Anadolu’ya girmiş ve MÖ 8. asırda Hitit/Eti uygarlığını ortadan kaldırarak devlet kurmuş bir millettir. Amasyalı Strabon, Friglerin Truva savaşından önce Anadoluya geçtiklerini yazar. Son dönem araştırmalarına göre Frigler, Bitinya/Bolu-Batı Karadeniz üzerinden Trak/Trakyaya geçmiş, güçlendikten sonra İç Anadolu, Ankara, Eskişehir ve Kütahya’ya yerleşen Trak/Türük/Türk kavimlerinden biridir. Tarihte Trakya, Trakiyye, Trakların ülkesi; öncü Trak-TürükTürk boylarının Anadoluya girmeden önce yerleşim yeri olmuştur. Bakır çağını kapatıp İlk ve Orta Demir Çağı’nı başlatan bu kavme demiri ustalıkla kullandığı için Frig denildiği düşünülebilir. Demir çağını başlatan Frig kavminin resimlerinde demirden iki tekerlekli kağnılar, düdük ve davul görülmektedir. Ankara, Eskişehir, Afyon, Kütahya ve İç Anadolunun kuzey şehirlerinde özellikle Kızılırmak kıyısına komşu olan şehirlerde büyük bir medeniyet kuran Friglerin iki yüz seksen şehre hakim oldukları kaynaklarda yer alır. Tekerleği kullanan ve demirli gemiler inşa eden Frigler sanat ve şiirde de başarılıdır. Kütahya’nın en eski sanatçısı Ezop’tur. Anlattığı manzum masallarla ünlenen Ezop, Milattan önce altıncı asırda (620560?) Frigya’da, Kütahya coğrafyasında yaşamıştır. Ezop’un hayatı ile ilgili diğer bilgilerimiz sınırlıdır. Heceyle ilk manzum hayvan hikayeleri olan fabller, Frigyalı Ezop / Aisopos/Esope tarafından MÖ altıncı asırda Kütahya civarında kaleme alınmıştır. Bir mitolojiye göre konuşma özürlü olan Ezop/Aisopos, Tanrıça Artemis’in adamlarına yardım ettiği için ödül olarak dili çözülmüş, masalları bu sayede yayılmış ve başına ne geldiyse dili yüzünden gelmiştir.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Frig devletini Gordion/Polatlı/Yassıhöyük civarında kuran Gordias/Gordius’un kral olması bir efsaneye bağlanır. Kralları ölen ve sahipsiz kalan Frigleri kahinler yönetmeye başlar. Birgün rüyasında demir çemberli iki tekerleği olan öküz kağnısıyla şehre giren bir kişinin kral olduğunu gören Baş kahin, rüyasını halkla paylaşır ve kral kapısından bu şekilde şehre giren ilk kişinin kral olması gerektiğini Friglere inandırır. Günlerce kral kapısının önünde bekleyen halk bir gün demir çemberden tekerlekleri olan bir öküz arabasında hanımı yanında yoksul bir adamın şehre girdiğini görür. Şehre giren Gordius’tur. Başrahibin rüyasını kutsal kabul eden halk, fakirliğine bakmadan Gordius’u Kral seçer. Gordius, MÖ 8. asırda kendisinin Kral olmasına sebep olan iki demir tekerlekli kağnı arabasını kutsallaştırır ve tapınağa götürür. Kızılcık dallarından yaptığı bir sicimle kağnının boyunduruğunu tapınağa düğümler ve düğümün kesilmemesini ister. Kim bu düğümü çözerse Asya’nın sahibi olacaktır ama bu düğümü kılıçla kesen lanetlenecektir diyerek halkını uyarır. Yaklaşık dört yüz sene bu düğüm çözülmez. Frig devleti yıkıldıktan çok sonra Asya seferine çıkan Makedonyalı Büyük İskender MÖ 330’lu yıllarda Gordion’u ele geçirir. Kendisine Gordion/Gordiyon düğümü anlatılır. Tapınağa geçen İskender günlerce uğraşsa da düğümü çözemez ve sonunda kılıcını çekerek düğümü keser. İskender Asya seferine devam eder ama Asya’yı fethedemez ve genç sayılacak bir yaşta, 33 yaşında bu lanetten dolayı ateşli bir hastalık olan vebadan korkunç bir şekilde ölür. Güç ve hırs, aklın ve akıllı çözümün yerine geçerse felaket yaşanır. Gordias’dan sonra yerine oğlu Midas geçer. Anne karnında geçirdiği bir hastalıktan dolayı iri kulaklı doğan Midas ölene kadar kulaklarını kimseye göstermez ama bu kulakları yüzünden eşek kulaklı olarak anılır. Bir efsaneye göre Apollon, bir müzik yarışmasında jüri olan ama kendine destek vermeyen ve bu yüzden müzikten anlamadığına inandığı Midas’ı eşek kulaklı yaparak cezalandırmıştır. Midas, zenginliğinden ve krallığından vazgeçince kulakları eski haline gelmiştir. Demir çağının ilk gemileriyle Ege’ye geçen ve Yunanlılarla ticaret yapan Midas, devrinin en zengin kralı olur. Dokunduğu her şeyi altına çevirdiğine inanılır. Bir efsane de bu konuyla ilgilidir. Şarap Tanrısı Dianisos, misafir olduğu Midas’ın konukseverliğinden etkilenerek ne istediğini sorar. Midas, elinin değdiği her şeyin altın olmasını ister, isteği yerine gelir ama tuttuğu yiyecekler bile altına dönüşünce panikler. Kızı altın olunca bu arzusundan pişman olur. Midas, Dianisos’un emriyle bir nehirde yıkanır ve bu olaydan

kurtulur. Rivayete göre yöre halkı bu ırmakta uzun süre altın toplamıştır. Frigli Midas, tekerleğin ve demirin gücüyle yeni bir çağı, Demir Çağı’nı başlatmış, açtığı antik yollarla yaklaşık iki yüz seksen şehri birbirine bağlamış ve ürettiği orijinal Frig seramiklerini pazarlayarak halkını zenginleştirmiştir. Bu seramikler kırmızı ve gri renklidir, vazolarındaki geometrik desenler yenidir. Frigler güveç kapları, taslar, Gaga ağızlı testiler, üç ayaklı çaydanlıklar, özgün maşrapalar, bezekli küpler üretmiştir. Friglerde de çok Tanrılı dinlerde olduğu gibi ana tanrıça/baş ilahe kültü vardır. Friglerin bereket Tanrıçası Kibele’dir. Bu kült Hititlerde Kubaba, Yunanlılarda Artemis, Romalılarda Diana, Araplarda Kıble/Hübele Putu’dur. Kıble’nin dört putundan biri Hübel’dir. Frig vadisinde görülen arslan heykellerinin yanında Kibele yer alır. Bu anıt heykellerin yanında da kutsal ve tılsımlı kabul edilen Kibele taşı/kara taş yer alır. Bu kara taş kültü, Biz Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilen Hacerü’l esved’in Hz. İbrahimden sonra Hz. Peygamber gelinceye kadar geçen sürede oluşan mitolojik bir inanç olabilir. Bugün Kibele ismi Sibel biçimiyle Türkçeleşmiştir. Kelime Farsçada da Sebile/Sebil yağmur damlası, çeşme adıyla bereketi simgeler. Frig vadisinde yüzlerce yıllık çam ağaçlarına rastlanır çünkü Frigler çam ağacını kutsal kabul etmiş ve dokunmamışlardır. Kral mezarları çam ormanlarının tam ortasındaki kayalıklara oyulmuştur. Kibele inancını yayan Atys/Ates isimli bir Başrahiptir. Rivayete göre bu inancı yaydığı için Jüpiter tarafından cezalandırılarak çam ağacına dönüştürülmüştür. Yazılıkaya yazılarında ismi geçen bu Ates’dir. Heredot’a göre Mısırlılar kendilerini dünyanın ilk milleti, dillerini de en eski dil saymaktadırlar. Mısır Firavunu bunu ispatlamak için yeni doğan iki çocuğu ıssız bir yere gönderir. Bebekler bir odada tecrit edilir ve dilsiz çobanlar eliyle yetiştirilir. Bebekler önce hangi kelimeyi söylerlerse o kelimenin kullanıldığı millet dünyanın en eski milleti kabul edilecektir. Bebekler hiçbir kelime duymadan büyürler. Bir gün bebeklerden biri çobanın elindeki ekmeği görünce Bekos diye ağlamaya başlar. Çobanlar, bebekleri firavunun yanına götürürler. Firavun Bekos kelimesini duyar ama Bekos kelimesi Mısır dilinde yoktur. Bu kelimenin hangi dilde olduğunu araştıran Firavun, Bekos’un Frigce Ekmek olduğunu öğrenir ve Mısırlılardan önce Friglerin dünyadaki varlığını kabul eder.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kendine özgü bir yazı stili geliştiren Midas, müzik alanında da bazı aletler icat etmiş ve kullanmıştır. Friglerin bu zengin kralı MÖ 696 yılında vefat etmiştir. Midas’ın ölümü de mitolojiktir. Kafkasya üzerinden Anadoluya giren Kimmerler, Gordiyon’u yerle bir ederler. Şehirlerinin yağmalanmasına çok üzülen Kral Midas, Boğa kanı içerek hayatına son verir ama bu bilgi efsanedir. Kafatası Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenen Midas’ın başına aldığı bir darbe yüzünden öldüğü anlaşılmıştır. Frigler, gücünü kaybetmiş ve MÖ 3. asırdan sonra da medeniyetlerinden çok az bir iz bırakarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir. Friglerin en önemli yerleşim yerlerinden biri Kütahya civarıdır. Frig medeniyetinin hayat merkezleri oyulmuş kayalar, in delikleridir. Midasın mezarı Seyitgazi, Yazılıkaya’dadır. Frigle ilgili diğer şehirler Eskişehir, Sivrihisar, Polatlı/Yassıhöyük/Karacahisar, Gediz/Cadi/Kadi, Simav/Kiliseköy, Uşak Sivaslı, Ulubey/Süleymanlı civarı, Çavdarhisar ve Afyon Gazlıgöl civarıdır. Frig yaylaları, kaya anıt mezarları, açık tapınaklar, Nekropoller, Seyitgazi’de Yazılıkaya, Aslanlı Mabet, Hasanbey kayası, Arslankaya, Üçler kayası, Tavşanlı Deliklitaş, Emet /Eğrigöz Demirli kaya, Kırk in, Gümüş Çukurca Kurtkayası, Türkmen dağı etekleri, Gerdekkaya Kızlar Manastırı, Ahmetoluğu, Fındık ve İnköy Friglerin merkezi noktalarıdır. Kütahya Ahmetoluğu köyü Yenice çiftliğinden başlayan bu antik Frig yollarının tümü yaklaşık yüz elli kilometredir. Frig yazılarına ait ilk örnekler Bitinya/Bolu-Göynük-Soğukçam köyünde bulunmuştur. Seyitgazi Yazılıkaya’da eski yazılarından okunamamış örnekler vardır. Seyitgazi’de tepesinde iki Koç tasviri olan ve Geometrik desenlerden oluşan Yazılıkaya’nın iki kenarında yer alan yazılar da önemlidir. Kaynaklar, Yazılıkaya’da yer alan soldaki satırı şöyle okumuştur: “Ates Arkiaefas akenanotafos Midai Garfataei Fanaktei edaes”/ “Büyük baş papaz Ates bu mezarı Gordius’un oğlu Kral Midas’a armağan eder.” Yazılıka’nın sağdaki ikinci satırında “mezarı Baba Jüpitere armağan eder” cümlesi okunabilmiştir. Jüpiter, Zeus’un diğer adıdır ve Roma döneminde efsaneleştiğine göre bu yazılar Latin/Roma döneminde kaleme alınmış olmalıdır. Kütahya MÖ 676’da Kimmerlerin, MÖ 607’de Lidyalılar’ın eline geçer. Lidya Kral yolu bu dönemde yapılmıştır ve Kütahya Frig vadisinden de geçmektedir. MÖ 546 yılında Kütahya, Lidya’yı ortadan kaldıran Pers/Farslıların eline geçmiştir. MÖ 332 yılında Makedon İskender bölgeyi ele geçirmiş ve Frig medeniyetinden iz bırakmamıştır. Kütahya MÖ II. asırda Bitinya/Bolu ve Bergama Kralları tarafından

yönetilmiş ve MÖ 133 yılında Roma/Bizans’ın eline geçmiştir. Şehir, bu tarihten 1074 yılına kadar Roma himayesinde kalmış ve 1074 yılında Selçuklular tarafından fethedilmiştir. Frigler Kapadokyadan Ankaraya, Sakaryadan Kütahyaya kadar geniş bir coğrafyada hakimiyet kurdular ve bu coğrafyada büyük bir seramik sanayisi oluşturdular. Midas’ın kurduğu ilk yerleşim yerlerinden biri Ankara Altındağ’dır. Frigler, Kütahyanın toprağını ve kilini ustalıkla seramiğe dönüştüren sanatçılar yetiştirdiler. Kütahya, Friglerden çok sonra Bizanslılar zamanında da önem kazandı. Şehir Acem dağı eteklerinde gelişti. İki aslanlı kapısı olan kalede Bizans Kilisesi inşa edildi. Arslan ve geyik yani savaş ve barış konusunu simgeleyen lahitler önem kazandı. Kütahya Episkoposluk merkezi ve ticari yol oldu. MS 6. asırda yapılan Kütahya kalesi bu dönemde burçlarını sağlamlaştırdı ve genişletti. 1071 tarihinde Alparslana yenilen Bizans İmparatoru Romanos Diogenes/Diyojen, Alpaslanla 1.500.000 altın karşılığı anlaştı ve Adana civarına kaçtı. Güç toplarken Yılanlı kaya civarında rakipleri tarafından yakalandı. Adanadan, yaklaşık 600 kilometrelik bir yoldan katır üstünde getirtilerek Kütahya kalesine hapsedildi. Bir süre bu kalede hapis kalan Diyojen’in gözleri 1072’de mil çekilerek oyuldu. İstanbul’a en yakın ada olan Kınalıada manastırına sürüldü ve burada öldü. Kütahya, 1074 yılında Selçuklular tarafından fethedilerek Türk-İslam topraklarına katıldı. Frigler bu topraklara ilk medeniyeti getiren kavimlerden biridir. Bu yüzden Kütahya, Frig tarihini iyi incelemeli ve bu tarihten yararlanmalıdır. Biz de Kütahyada Frig medeniyetine şu önerilerle katkıda bulunmak isteriz: Frig vadisine giden yol tabelaları daha gösterişli hale getirilerek ilgi çekilebilir. Frig antik yollarında ulusal ve uluslararası atletizm yarışmaları düzenlenebilir. Frig seramikleri, vazoları ve testileri küçük el sanatları olarak üretilip değerlendirilebilir. Friglere ait yöresel isimleri tescillenip çeşitli ürünlerde kullanılabilir. Frig vadisinde antik doğa yürüyüşleri düzenlenebilir. Friglere ait iki tekerlekli kağnılar, Gordiyon düğümü ve Kızılcık Tarhanası üretililip pazarlanabilir. Kütahya Frig vadisinden elde edilen Kara taştan üretilen Kibele heykelleri yapılabilir. Kütahya Seramik Fabrikaları, bu tip Kara taştan Kibele heykellerini küçük/büyük çeşitlendirerek Kütahya’nın tanıtımına katkı sağlayabilir Ve’s-Selâm…i

i

Hocamız bu yazısını Yeni Kütahya Gazetesi’nin 21 Eylül 2016 tarihli yayınında yayımlamıştır.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Tuğba SARIÜNAL ile Sohbet Tuğçe ERKOL

aslında benim için ters oldu. Çünkü biz senaryodan kitaba uyarladık ve güzel de gitti.

Türk edebiyatında çok da olmayan bir türle okuyucu karşısına çıktınız. Nereden geldi bu aklınıza? Tür olarak aslında benim romanlarım polisiye ya da medikal polisiyeye tam uymuyor. Naif polisiye diyebiliriz. Okuduğum romanlardan da başlayarak ben zaten polisiyeyi seviyordum. O yüzden bu tarza yöneldim ve bunu yazdım. Kimi örnek alarak başladınız yazmaya? Çocukluktan beri polisiyeye hep bir aşkım vardı. Ahmet Ümit’i okuyarak başladım. Gençlik idolüm oydu. Grange, Tess Gerritsen gibi birçok ismi sayabilirim. Ama Türkiye’de bu alanda açığımız var ve insanlar bu konuda açlar. Çok fazla kan, cinayet ya da seri katiller değil de bizim beklentimiz daha naif bir polisiye. Diğer kitaplarınızdan farklı olduğu için soruyorum bunu. Dişizofren nasıl çıktı ortaya? Tuğba SARIÜNAL Kimdir? 18 Mart 1988 Balıkesir doğumlu, Ankara Gazi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nden mezun oldu. Bir süre master düzeyinde eğitimine devam etti. Drama İstanbul Senarist Geliştirme ve Film Atölyesi’nden mezun oldu. Sadri Alışık Kültür Merkezi ve Craft Oyunculuk Atölyesi’nde oyunculuk eğitimi aldı. Çeşitli dizi ve film projelerinde rol aldı. Aynı zamanda senaristlik ve yazarlık yapmaktadır. Polisiye türündeki ilk romanı ‘’Nakil’’ 2013 yılında yayınlandı. Kendisiyle Bursa’da Kitap Ağacı’nın düzenlediği etkinlikte röportaj gerçekleştirdik… Yazı yazmaya nasıl başladınız? Yazı yazmak bir yetenekse içten gelen bir şeydir. Çocukluktan beri profesyonel olmayan şekillerde okulda, yarışmalarda yazardım. Zaten benim yazma aşkım vardı. Sonrasında, üniversite yıllarımda, bölümüm yazmayı pek desteklemeyecek bir bölümdü. Sağlık bilimleri fakültesinden mezunum. Bu yüzden meslek değiştirdiğimi söyleyebilirim. İstanbul’a gittiğimde artık yazmayı profesyonel olarak yapmak istediğimi anladım. Böylece Drama İstanbul Senarist Geliştirme Okulu’nda eğitim aldıktan sonra profesyonel olarak senaryolar yazmaya başladım. Bu işe emek vermiş insanlarla başladım. Kitap

Bence yazan bir insan tür ayırt etmemeli. Dişizofren bir roman sayılmaz. Benim blog yazılarımın toplanıp düzenlenmesiyle oluşan bir kitaptı. Blog çok tıklanınca biz bunları uzattık. Yayınevi roman yapıp basmayı teklif etti. Ben de biraz kapitalizmi biraz sosyal medyaya bağımlılıklarını eleştiren yazılarımı uzatıp düzenledim ve bu hale getirip yayınladık. En son hangi kitabı okudunuz? Ben de birkaç tane kitabı birden okuyanlardanım. Başak Sayan, Ölü Kuşların Sessizliği ve İsmail’i okudum. Okuduğunuzu hatırladığınız ilk kitap nedir? Hiç düşünmeden cevap vereceksem, ergenlik yıllarımda Ahmet Ümitin Aşk Köpekliktir kitabını okudum. Bunu söyleyebilirim. Ama okumaya ilk başladığımız yıllarda tabii ki Ayşegül ve Cin Ali serileri var. Şeker Portakalı, Küçük Prens gibi kitapları da o yıllarda okudum.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bunda da annemin yönlendirmesi ve onun seçiciliği vardı. Çünkü anneme göre çocuksan çocuk kitabı okur, çocuk filmi seyredersin. Sonra orta okul yıllarına doğru kendim seçmeye başladım kitaplarımı. Ondan önce annem beni yönlendirirdi genelde. Hayatınız boyunca tek bir kitap okuyacak olsanız, hangi kitabı okurdunuz? Çok yetersiz olur bu ama herhalde Sineklerin Tanrısı’nı okumak isterdim. Çünkü insanoğlunun içgüdülerle yola çıktığında nelere sebebiyet vereceğini çok güzel anlatan, her şeyden önce insanı çok güzel anlatan bir roman. Günümüz edebiyat hakkında ne düşünüyorsunuz ve takip ettiğiniz isimler kimlerdir? Güncel edebiyat çok çarpıntılı gidiyor bana kalırsa. Sosyal medya sağ olsun bir furya oluyor kitap ikinci üçüncü cildini yazdırıyor. Çünkü halk istiyor. Ne olursa olsun bir arz talep meselesi var çünkü. Ama sonra bir bakıyorsunuz onun modası geçmiş. Ama şu son zamanlardan ümitliyim. Çünkü bakıyorum da piyasada bir iyileşme var. İnsanlar biraz daha o eski eserlere, bizim üstat dediğimiz önemli isimlere doğru yöneliyorlar. Sabahattin Alilere, Yaşar Kemallere. Artık insanlar sevdikleri yazarın romanlarını alıyorlar. Ama şundan 3 4 yıl öncesine kadar sosyal medyada gördü diye, kapak tasarımı güzel diye kitap alan insanlar vardı. Benim gözlemime göre o artık azaldı. Okuma oranının çok düşük olduğu bu ülkede her ay 3 bine yakın kitap çıkıyor. Bu bir bakıma iyi. Çünkü okur illa ki birini okuyacaktır. Ama öte yandan gerçek edebi eserlere ulaşmak zorlaşıyor. Çünkü çeşit çok. Güncel edebiyat içinde kendinizi nerede görüyorsunuz? Ben bir kere daha yolun çok başındayım. Ölene kadar kendimi geliştirebileceğim bir mesleğin içindeyim ve yapmak istediğim şey de bu. Dünkü Tuğba’yla bugünkü Tuğba arasında çok fark var ve ben bu farkı görebiliyorsam, bu gözlemi yapabiliyorsam, evet iyi bir yoldayım. Bunu biliyorum sadece. Sanrı’yı televizyonda ya da sinemada izleyebilecek miyiz? Sanrı’yla ilgili görüşmeler yapıldı. Ama ülkemizin içinde bulunduğu bu günlerde bunu yapmak istemedik. Biraz daha ortalık durulsun istiyoruz. Özellikle Rus uçağının düşürülmesinden bugüne kadarki süreç sadece turizmi değil her alanı etkiledi. Ben özellikle hemen olsun, şimdi olsun derdinde olmadığım ve şu olumsuz havanın biraz dağıldığı bir dönemde doğru insanlarla birlikte içimize sinerek bunu yapalım istiyorum açıkçası. Böyle bir film

olursa insanların keyifle film izleyebileceği bir dönemde olsun istiyorum. Sanrı’da oyuncu olarak sizi görebilir miyiz? Kitaptan uyarlama filmlerde bunu görüyoruz çünkü. Yazarlar bir an için bile olsa yapıyorlar bunu. Hatta Ahmet Ümit de yaptı. Şimdiden ezbere konuşmak da çok doğru gelmiyor bana. Çünkü o zamanın şartları ne getirir bilinmez. Tamamen o anki duruma bağlı. Ben zaten doğaçlama gelişen şeyleri seviyorum. Çünkü bana asla çok katı geliyor. İnsanız sonuçta. Yapmam dediğimiz ama yapmak zorunda olduğumuz ya da daha sonra fikir değiştirip yaptığımız çok şey oluyor. Büyük konuşmamaktan yanayım ben. Her şey olabilir bu hayatta. Televizyonla ilgili senaryodan başka projeniz var mı? Aslında benim oyuncu kimliğim yok. Oyunculuğu da şu şekilde yaptım. Senaryosunda bulunduğum bir dizide bana “Şu rolü de sen oynar mısın?” dediler, ben öyle oyunculuk yaptım. Yoksa doğrudan bir oyuncu olduğumu söyleyemem. Bir arkadaşım cast ajansına giderken beni de yanında götürmüştü ve o sırada karşıma çıkan fırsat sayesinde bir reklamda oynamıştım. Ama bu oyunculuk eğitimi almadan önceydi. Ben o sırada Drama İstanbul’da öğrenciydim. Oradayken kısa filmler çekerdik. Ödevlerimiz olurdu. Onlarda oynardım. Yani hiç oyunculuk yapmadım, diyemem. Ama oyunculuk ayrı bir meslek. Benim mesleğimse senaristlik ve yazarlık. Kendinizi bundan 50 sene sonra nerede görüyorsunuz? Tabii ki kendimi geliştireceğim. Yazılarım olgunlaşacak. Allah ömür verdiği sürece en iyisi çaba sarf edeceğim. Şu an olduğum yerden daha ileride bir yerde görmek isterim kendimi.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Mesleğinizle ilgili hayaliniz nedir? Vallahi, ben şu anda hayal ettiğim yerdeyim, aslında. Bir hayalim vardı o da şu an olduğum yerdi. Ben 23 yaşındaydım. Üniversiteyi bitirmiş ve devlet memuru olarak çalışıyordum. 23 yaş hayatınızla ilgili kararlarda değişiklik yapmak için geç bir yaş. Hayat şartları buna izin vermiyor. Ben birden bire istifa edip, hayatımı yeni bir yöne yönlendirdim ve bunu yapabildim. Bu benim için başlangıçtı. Aradan geçen birkaç yılda kitaplarla ilgili bir okur kitlesine ulaşabildim. Gelen yorumlara bakınca da doğru ve güzel bir kitleye ulaştığımı düşünüyorum. Sonuçta yanlış bir bir kitleye de çok yanlış bir şekilde ulaşabilirdim. O yüzden ben şu an hayal ettiğim yerdeyim. Ve amacım hayal ettiğim alanda ilerlemekten başka bir şey de değil. Sizi, birçok farklı alanda ifade edebiliyoruz. Oyuncu, yazar, senarist, hatta Best Model’deki dereceniz sayesinde belki bir model ya da üniversite eğitiminizden dolayı sağlıkçı. Mesleğiniz ise yazarlık; ama yukarıda saydığım birçok şey, sizin için söyleniyor. Bu sizi rahatsız ediyor mu? İnsanların çok yönlü olması aslında güzel bir şeydir. Ama az önce de bahsettiğimiz gibi meslek bir tanedir. Benim mesleğim yazarlık ve senaristlik. Best Model, deseniz zaten benim için bir eğlenceydi. O dönemin modası ona katılmaktı. Ben de o yüzden katıldım ve derece aldım. Ama asla mesleğim olarak görmedim. Onu meslek olarak yapan birçok insan var zaten. Benim mesleğim o değil. Belki oyunculuğu kabul edebilirim ya da daha öncesi için sağlıkçı olmayı da kabul edebilirim. Ama mankenlik benim asla mesleğim değil. Ben sizin eğitiminize dayanarak kendim merak ettiğim için de bir soru sormak istiyorum, daha doğrusu fikrinizi almak istiyorum. Wattpad üzerinde birçok genç yazarın kitapları yayınlanıyor. Ama şöyle bir durum var ki, lise çağındaki genç kızlar kendileri için öyle bir hayat kuruyorlar ki, gerçekleşmesinin imkanı yok. Sevgilisiyle o yaşında tatile çıkan, hatta hamile kalan bile oluyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? İnsanların en çok merak duyarak baktığı dönemlerden birisi ergenlik dönemidir. Kendimize sürekli rol modeller belirleriz. Çok kısa sürelerde de bu rol modeller değişir. İzlediğimiz şeyi çok çabuk kaparız. Televizyon dizileri, popüler kitaplar hep bu formatta gidiyor ve insanlar bundan etkileniyor. Mükemmel insanlar, zengin erkekler, fakir kızlar, büyük aşklar, çıplak bedenler bunları daha arttırabiliriz aslında ve ergenlik döneminde olanlar bunlardan çok çabuk etkileniyorlar. Bunları yaşamak istiyorlar. Bunun sonucunda da genç beyinlerin yazdığı romanları görüyoruz.

Edebiyatla psikoloji arasındaki ilişki hakkında ne düşünüyorsunuz? Karakterlerin psikolojik tahlillerini yapıyoruz ve ben bunu bir dış ses olarak yaptırıyorum. Aslında, bence bu ikili ayrılabilecek bir şey değil. Mesela bunu Sabahattin Ali de yapar ve çok da başarılıdır o psikolojik tahliller konusunda. Yeni proje var mı? Bir kitap yazdım. Şu an uzaklaşma sürecindeyim. Yazdıktan sonra birkaç ay kitaptan uzaklaşıyorum ki kendi hatalarımı daha rahat göreyim. Gerçekten şu sürecin biraz geçmesini bekliyoruz. Doğru zamanı arıyoruz sizin anlayacağınız.

Son olarak bizlere söylemek istediğiniz bir şey var mı? Hayallerinizden vazgeçmeyin. Benim kırılma noktam buydu. Ve mutlu muyum? Evet, mutluyum.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SON ÇEYREK Yaprakların koşuşturmacası arasında Kelimelerini astılar bir dostumun Hazan mevsimi Eteklerimizdeki hüzünleri geçmişe döktü Saat dolunaya çeyrek var bu kentte Geçti camlara yağan yağmurların Isıttığı uzuvlarımız Moraran dudaklarımızdan Devirdiğimiz dalgalar olmasaydı O kıyıda ayın çatlatacaktım fil hakika Gölgeler kayboluyor dolunay gecelerinde Neden tek cepli gömlek giymezdi arkadaşım Yalnızlıklarımız bu kadar mı sinmişti sinelerimize Boyunlarımız hangi vadinin rampasıydı Eli kalem tutan aşklarımız hangi dağa kaçmıştı Tütün sarmak ile bir kadına sarılmak Farklı şeyler olsa gerekti Terk-i diyar Hangi yârin hangi ülkesineydi Rüyaları katledilen bu maktul talebe Neden yaşıyor ve şaşıyordu Hülasa edilen o soğuk mevsimden arda kalan Yaprakların çıplak bırakılmasıydı.

MUHAMMED MÜNZEVİ


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

SOLMAZ HANIM – KİMSESİZ OKURLAR İÇİN / SELİM İLERİ Selim İleri’nin nehir roman çalışması olan Bodrum Dörtlemesi’nden bir kitap Solmaz Hanım. Yazar kitabın girişinde okurlara sitemle başlıyor ve ardından Solmaz Hanım’la beraber bir devrin tarihini anlatmaya başlıyor. Ancak bu tarih anlatımı Solmaz Hanım’ın kabuslarıyla oluyor. Cumhuriyet’in kuruluşundan 12 Eylül Askeri Darbesi’ne kadar birçok toplumsal olayla karşılaşan okurla Solmaz Hanım arasında bir bağ kuruluyor. Psikanalitik bir yaklaşımla da okunacak roman, eşcinsel tercihlerin insan hayatlarına nasıl yansıdığını başarıyla göz önüne seriyor.

EDEBİYAT OLAYI / TERRY EAGLETON

“Edebiyat Nedir?” sorusunun cevabını her okuyucu kendi kendine aramıştır. Cevabı olmayan soruya bir de Terry Eagleton cevap arıyor. Günümüzde iyice belirsizleşen popüler olanla gerçek olan edebiyatın arasındaki sınıra yeniden bakış getiriyor. Kitapta kendi kuramını tartışırken bir yandan da edebiyatın günümüzde nasıl karşılandığına ve onlar için ne anlama geldiğine değiniyor. İngiltere’nin en çok tanınan kuramcısı sivri dili ile edebiyat kavramına yeniden bakıyor.

FEDAİLERİN KALESİ - ALAMUT / VLADAMİR BARTOL

11.YY’da kurulan sahte yeryüzü cenneti. Cennete inanan fedailer ve cennetin hizmetkar güzelleri. Hasan Sabbah’ın İran’da kurduğu asla bitmeyecek olan efsanesi Alamut Kalesi, insanın saflığı ve kendini dine adamışlığı kullanılarak neler yapılabileceğini gözler önüne seriyor. Selahattin Eyyubi’ye, Haşşaşilere ve günümüze bir de destandan bakın.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ

MEHMET KAPLAN’A ARMAĞAN Mart 1984'te tek baskı yapılan bu armağan kitabı edebiyatçılar için çok önemli bir eser. İçinde bizim sahanın önemli hocalarından çeşitli makalelerin bir araya geldiği kitapta Mehmet Kaplan Hoca’nın talebelerinin makaleleri bulunuyor. Bu önemli kaynağı sahaflardan bulmanız mümkün.

PEYAMİ SAFA / KIZIL ÇOCUĞA MEKTUPLAR Kızıl Çocuğa Mektuplar üstat Peyami Safa'nın fikri bir eseri. Yazarın Türk Düşüncesi dergisinde çıkan yazılarından oluşuyor. 1971'de yayınlanan Kızıl Çocuğa Mektuplar, Safa'nın Nâzım Hikmet’le kavgası sırasında yazdığı yazılarının bir araya getirildiği bir kitap. Türkiye’de anarşinin başladığı, Marksist düşüncenin üniversite gençliği arasında yaygın olduğu günlerde yayınlanan Kızıl Çocuğa Mektuplar, türü açısından da dikkat çekici. Mektup türünün kullanıldığı ilginç bir örnek bu kitap. Üç mektuptan oluşan bu eserde Peyami Safa alaycı bir ifade ve konuşma üslubu ile gençlere nasihat veriyor, Marksizm ile ilgili bazı görüşleri tartışıyor, eleştiriyor. Eserde mektup bir eğitim vasıtası olarak kullanılıyor adeta. Peyami Safa'yı farklı bir açıdan okumak isteyenler için önemli bir kitap.

GOGOL / BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ Gogol'un üç hikayesinin bir araya getirildiği bir eser bu kitap. Değişik karakterleri ve sıra dışı olaylarıyla toplumsal statüleri ve makamları odak noktasına alan hikayeleri ilgi çekici. Sıradan kişilerin günlük hayatlarının zaman zaman mizahi zaman zaman öfkeye varan bir duyguyla anlatıldığı ince bir eser. Bunun yanında Gogol'un her seferinde Ahmet Mithat Efendi misali devreye girip kendince yaptığı yorumlar açıklamalar olaylara sürüklenmeyi engelliyor.


Ocak-Şubat’17

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KAR Kardır yağan üstümüze geceden, Yağmurlu, karanlık bir düşünceden, Ormanın uğultusuyla birlikte Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte Kar yağıyor üstümüze, inceden. Sesin nerde kaldı, her günkü sesin Unutulmuş güzel şarkılar için Bu kar gecesinde uzaktan, yoldan Rüzgâr gibi tâ eski Anadolu’dan Sesin nerde kaldı, kar içindesin! Ne sabahtır bu mavilik, ne akşam… Uyandırmayın beni, uyanamam. Kaybolmuş sevdiklerimiz aşkına, Allah aşkına, gök, deniz aşkına Yağsın kar üstümüze buram buram… Buğulandıkça yüzü her aynanın Beyaz dokusunda bu saf rüyanın Göğe uzanır – tek, tenha – bir kamış Sırf unutmak için, unutmak ey kış! Büyük yalnızlığını dünyanın.

Ahmet Muhip DRANAS


Fotoğraf Nilüfer, BURSA

Aybige Akdağ


“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Mehmed Akif Ersoy


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.