İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:31

Page 1

Kasım-Aralık 2016

Sayı: 31

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır”

60.

Ölüm Yıldönümünde

REŞAT NURİ VEFATINDAN 40 YIL SONRA: SEVGİ SOYSAL

SERKAN TÜRK İLE RÖPORTAJ

YENİDEN DOĞUŞ: ERGENEKON DESTANI


İncir Çekirdeği Dergisi Sultan Demir Genel Yayın Yönetmeni

Editör

Ayşe Bengisu Akdağ

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demir Kübra Tarakçı Değerli İncir Çekirdeği okurları,

Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol

Misafirler Berkay Avcı Aslı Saadet Karaman Yavuz Yıldırım Ufuk Özkurt

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Kasım- Aralık sayımızla yine sizlerleyiz. İki aylık bir çalışmanın ardından dopdolu bir sayıyla siz okurlarımızın karşına çıkmaktan yine gurur duyuyoruz. Bu ay dosya konumuzda ölümünün altmışıncı yılı olan, öğretmenliği ile yazarlığını harmanlamış edebiyatımızın koca bir çınarı Reşat Nuri GÜNTEKİN var. Yazarlarımızdan Kübra TARAKÇI Reşat Nuri GÜNTEKİN’i öğretmenler romancısı kimliği ile kaleme aldı. Beyza ÖZKAN, Reşat Nuri’nin ilk zamanlardan son zamanlarına kalem faaliyetlerini inceledi. Işık Selin ORHUNTAŞ, Acımak romanı üzerine, Ayşe Bengisu AKDAĞ da Akşam Güneşi romanları üzerine tahlil çalışmaları yaptı. Tuğçe ERKOL, Bursa’daki Çalıkuşu Yuvası’nı sizler için yazdı. Dosyamızın diğer yazıları yanında usta yazarın mektupları ve anıları da yine dergimizde sizler için yer aldı. Dosya konusu dışında da çeşitli yazılarımız yine dergimizin sayfalarını doldurdu. Busenur ASLAN yüzyıllar öncesine gidip Ergenekon Dastanı’nı anlatırken, ölüm yıl dönümünde Sevgi Soysal, Nobel Edebiyat Ödülü’yle Bob Dylan ve Tuğçe ERKOL’un Serkan Türk ile gerçekleştirdiği keyifli röportaj da sizleri bekliyor. Kitap ve film tanıtımlarımızla birlikte yazarlarımızın kaleminden çıkan şiirlerimiz, hikâyelerimiz de dergimizin sayfaları arasında ve sizlerden gelen yazılar da misafir köşemizde yine yerini aldı. Yazımı çok uzun tutmayıp sizleri dergi ile baş başa bırakıyorum ve iyi okumalar diliyorum Sevgiyle kalın…


İçindekiler Havadis / Beyza Özkan Mitoloji Pusulası – Ergenekon’dan Çıkış / Busenur Aslan Afitab – Şiir / Süleyman Erkut 2016’nın 13 Ekim’i / Tuğçe Erkol Ölüm Mezara – Şiir / Berkay Avcı Sorgu – Şiir / Muhammed Münzevî Vaveyla – Şiir / Muhammed Münzevî DOSYA: ÖLÜMÜNÜN 60. YIL DÖNÜMÜNDE: REŞAT NURİ GÜNTEKİN Edebiyat Kulisinde Reşat Nuri Güntekin / Beyza Özkan Çalıkuşu Yuvası / Tuğçe Erkol Bir Aşk-ı Memnu: Akşam Güneşi / Ayşe Bengisu Akdağ Anadolu Notları’ndan / Reşat Nuri Güntekin Edebiyatımızda Bireyselleşme Açısından: Acımak / Işık Selin Orhuntaş Modern Bir Leyla ve Mecnun / Beyza Özkan Hayal ile Gerçek Arası: Feride / Hatice Türk Reşat Nuri Güntekin’den Muhsin Ertuğrul’a Mektup Güzel Kokulu Kitap / Tuğçe Erkol Reşat Nuri’in Balıkesir Muhasebecisi Necip Fazıl’ın Para’sı / Mehmet Altınova Toplumun Geleceği Öğrenciler ise Geleceğin Mimarı Öğretmenlerdir / Kübra Tarakçı Bir Başka Çalıkuşu / Aslı Saadet Karaman Bunu Da Oku Fısıltı – Şiir / Yavuz Yıldırım Bir Adamın Rüyası – Şiir / Ufuk Özkurt Şiirler / Merdümgirîz Sevgi Soysal Üzerine / Işık Selin Orhuntaş Şiirler / Ömer Ekinci Micingirt Serkan Türk ile Röportaj / Tuğçe Erkol Bab-ı Esrar – Şiir / Süleyman Erkut Bir Arayışın Romanı: “Aynadaki Yalan”da “O ve Ben”in Yansımaları / Ayşe Bengisu Akdağ “Bişük”ten “Beşik”e / Busenur Aslan Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şöleni: Muhammed Hüseyin Şehriyar / Beyza Özkan Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ Hibiscus Rosa-Sinensis ve Lepidoptera’nın Aşkı / Mehmet Altınova Yeni Yıl Filmleri / Tuğçe Erkol 020616 – Şiir / Medümgirîz Fotoğraf / Aybige Akdağ


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza Özkan

HA VÂ DİS

Akşam, Yön, Sinema 65, Ulusal Sinema, Yedinci Sanat, Ses, Hayat, Bravo, Video-Sinema, Beyaz Perde, TV'de Yedi Gün gibi birçok gazete ve dergide sinema yazarlığı yaptı. tanınan yazar, savaş sonrası Amerikan kültürünü eleştiren oyunlarıyla dönemin farklı seslerinden biri olmuştu.

GIOVANNI SCOGNAMİLLO HAYATA VEDA ETTİ

Büyük Türkçe Sözlük'e Yeni 70000 Kelime TİKA'nın yayınladığı Büyük Türkçe Sözlük 10 ciltten oluşuyor. 314000 kelimenin yer aldığı sözlük, TİKA tarafından prestij eser olarak hazırlanmış ve kurumlara hediye edilecek ancak Ötüken Yayınları, eseri 5 cilt olarak yayınlamaya hazırlanıyor.

EDWARD ALBEE HAYATINI KAYBETTİ Pulitzer ödüllü Amerikan tiyatrosunun önde gelen yazarlarından Edward Albee, 88 yaşında hayatını kaybetti. "Kim Korkar Hain Kurttan?" (Who's Afraid of Virginia Woolf?) adlı tiyatro oyunuyla

NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLLERİNDE BİR İLK: BOB DYLAN

Yazar, sinema tarihçisi, araştırmacı, eleştirmen ve çevirmen Giovanni Scognamillo, bir süredir solunum yetmezliği nedeniyle tedavi gördüğü hastanede 87 yaşında hayatını kaybetti. Giovanni Scognamillo, İstanbullu Rum bir anne ile yine İstanbul doğumlu İtalyan babanın çocuğu olarak 1929'da İstanbul'da doğdu. Scognamillo, 1948-61 yıllarında başta İtalyan ve Fransız basını olmak üzere yabancı basında, 1961'den sonra ise Türk basınında

Bob Dylan, 2016 Nobel Edebiyat Ödülü'ne layık görüldü. Nobel Edebiyat ödülünün favorileri arasında gösterilmeyen Bob Dylan’ın "Amerikan şarkı kültüründe yeni bir şiirsel anlatım yarattığı için" ödüle layık görüldüğü belirtildi. Dylan aynı zamanda 927 bin dolarlık ödülün sahibini oldu. İlanın ardından Bob Dylan’ın uzun süre bir açıklama yapmaması, sessiz kalması ise kamuoyunda “kendini beğenmişlik” olarak algılandı.

ŞİİRİN KALBİ NİLÜFER’DE ATIYOR Yerli ve yabancı birçok şairin buluştuğu Uluslararası Nilüfer Şiir Festivali, şiirlerle yaşanaN dolu dolu 5 güne


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

sahne olmanın yanı sıra renkli etkinlikleri ile sanatseverlere unutulmaz anlar yaşattı. Şiirin yaşayan önde gelen temsilcilerinin buluştuğu Uluslararası Nilüfer Şiir Festivali, 7’si uluslararası olmak üzere toplam 17 şairi bir araya getirdi. Festival kapsamında tam 10 farklı noktada etkinlikler ve şiir dinletileri gerçekleştirildi.

HER YIL BİR BÜYÜK TÜRK BİLGİ ŞÖLENİNDE BU YIL ŞEHRİYAR YÂD EDİLİYOR

Bu yıl ilki düzenlenen Uluslararası Nilüfer Şiir Festivali’nin konukları; Hans Thill, Ryan Van Winkle, Marc Delouze, Tara Skurtu, Darjia Zilic, Zoe Skoulding, Ahmet Telli, Hüseyin Yuttaş, Orhan Alkaya, Deniz Durukan, Küçük İskender, Karin Karakaşlı, Hilmi Haşal, Ülkü Tamer, Emel İrtem, Zafer Şenocak ve Birhan Keskin.

Türk Ocakları Derneği Bursa Şubesi ve Uludağ Üniversitesi işbirliği ile iki yıldır sürdürülmekte olan Her Yıl Bir Büyük Türk Bilgi Şölenleri dizisinin üçüncü şöleninde Muhammed Hüseyin Şehriyar ele alınıyor. Uludağ Üniversitesi Prof. Dr. M. Mete Cengiz Kültür Merkezinde 7-8 Kasım 2016 tarihlerinde düzenlenecek olan bilgi şölenine yurtiçinden ve yurtdışından pek çok önemli akademisyen katılıyor. Etkinlik programı için bkz. http://birbuyukturk.org/201 6/default.asp?sayfa=anasayf a

ATTİLA İLHAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ AÇIKLANDI Attila İlhan Bilim, Sanat ve Kültür Vakfı’nın, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın desteği ile düzenlediği

Roman ve Şiir Ödüllerini kazananlar belli oldu. Roman dalında ödülü ‘Tavanarası’ adlı eseriyle Ali Gür, Vakıf Özel Teşvik Ödülü’nü de "Bir Sabah Uyandığımda Yoktum" adlı ilk romanıyla Işıl Kocaoğlan kazandı. ‘Gelecek Günlerin Şarabı’ adlı kitabıyla Tuğrul Tanyol’a Attila İlhan Şiir Ödülü’nün ve ‘Gamdan Kale’ adlı ilk şiir kitabıyla Onur Şahin’e Vakıf Özel Teşvik Ödülü’nün verilmesi uygun görüldü. 2016 Attil İlhan Edebiyat Ödülleri’ni kazanan şair ve romancılara ödülleri, Vakfın Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları’nın desteği ile Ocak 2017’de düzenleyeceği törenle verilecek.

TÜRK TİYATROSUNUN USTA İSİMLERİNDEN GÖNÜL ÜLKÜ ÖZCAN HAYATA VEDA ETTİ Türk tiyatrosunun usta ismi Gönül Ülkü Özcan, İstanbul’da son yolculuğuna uğurlandı. Usta oyuncu için önce Kadıköy Haldun Taner Sahnesi ardından da Üsküdar Şakirin Camii’nde cenaze töreni düzenlendi. Özcan, ailesi, sanatçı dostları ve sevenlerinin gözyaşları arasında Karacaahmet Mezarlığı’nda 2009 yılında hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı eşi Gazanfer Özcan’ın yanına defnedildi.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

i

MİTOLOJİ PUSULASI Ergenekon’dan Çıkış … Büyük bir işin altına sokmuştum elimi. Uzun bir sessizliğin, her şeyi bir köşeye itelemenin ardından, kendime dönmüştüm. Yolumda devam edip birçok işimi bitirmiştim. Yensem de yenilsem de yoluma devam etmiştim. Şimdi ise, küçük bir mola vermek adına geldiğim eşsiz kütüphanemde, döşemelerin üzerinde az önce yaşadığım soluksuz deneyimin etkisindeydim. Büyük bir yıkımın ardından, kanayan yerlerini sarıp tekrar yükselen bir milleti görmüştüm. Şimdi bütün bu görüntüleri zihnimde bir köşeye iteleyip işime dönmeliydim. Saatler önce başladığım temizlik bugün son bulmalıydı. Hadi bakalım işe koyulma vakti… Kovalar, bezler, gerekli olan bütün temizlik malzemeleri ve yenilmesi gereken bir sürü toz. Kitaplarımı nasıl da bu denli yalnız ve üzgün bırakmışım... Büyük odanın temizlik sonrası gülen yüzüne gecenin ilerleyen saatlerinde diğer odalar da katıldı. Ben alerjime rağmen tozlarla savaşı kazanıyorum. Harikalar diyarıma güneş doğuyor adeta. Bir sürü gülümseyen kitap. Temizlik sonunda da huzura erdiren birkaç fincan çay… Her şeyi bitirip elime fincanımı alıp okuma koltuğuma gömüldüm. Şimdi, huzur vaktiydi harikalar kumpanyamda. Fakat aklımı çelen koskoca bir soru vardı. Sanki Bozkurt Destanı alelacele bitmiş, direkt sonuca ulaşmıştı. Yok muydu büyümenin bir hikayesi? Derken aklıma, son yıllarda herkesin asıl anlamından çok uzak bir şekilde andığı Ergenekon geldi. Öyle ki okul adları bile değiştirilmişti. Bozkurt destanının büyük bir parçası, daha bir geniş hali olan kahramanlık destanımız, çirkin bir iftiraya kurban gitmişti. “Ey büyük destan, kurtuluşun adı destan, sen bu hallere mi düşecektin?” demek geldi içimden. Bozkurt’un devamı, genişletilmişi ve Göktürklerin yarım kalan yayılışını anlatan Ergenekon Destanı… Bir kez daha şansıma şükürler edip fincanımı, okuma koltuğunun yanındaki ahşap sehpaya bıraktım. O bile bakımsızlıktan yaşlanmıştı burada. Kalkıp gizli bölmeden çıkardım üzerinde yazılar olmayan

kitabımı. Tanrım, bu büyülü, herkesin sahip olmak isteyeceği eserler nasıl ulaşmıştı bana? Belki bunu da gösterirdi zaman. Büyülü âlemlerin anahtarı açtı kapıları. Pusulamın ve kitabımın yardımıyla ulaştım yine engin gökyüzüne. Hayatta hiçbir şey bir ruh gibi gökyüzünde süzülmek, rüzgârla dans etmek kadar zevk veremez insana. Bunu yaşamak ne mutlu… Aşağıda kıldan otağlar, neşe içinde oynayan çocuklar, dövüş tatbikatı yapan gençler vardı. Bir önceki gezintime benzeyen bir tabloydu bu. Otağların en ortasında diğerlerinden daha ihtişamlı ve büyük bir otağ vardı. Sanırım bu kağana aitti. İçine birçok insan girip çıkıyordu. Kimi memnun ayrılıyordu buradan kimi de kızgın. Yavaşça süzülüp otağın içine girdim. Ortasında ateş yanıyordu. Köşede yünlerden bir sedir ve etrafında da başka sedirler vardı. Arada bir yemekler gelip gidiyordu. Kağan olduğunu sandığım kişi çok sinirliydi. Kafasında dönen bir sürü plan vardı. İlk plan bütün çadırları bir araya toplamakmış ki bunu az önce görmüştüm. Bu büyülü kağanı izlerken içeri gençten bir çocuk geldi. “Kağanım kurultayda konuşulduğu gibi otağların toplatılmasının ardından hendekler kazılmaya başlandı.” dedi. Sanırım yine bir savaşın ortasında bulmuştum kendimi. Bunu duyan kağan biraz daha rahatlamıştı. Çevresinde bulunan birçok bey vardı. Bunlar, muhtemelen kurultayda söz sahibi kişilerdi. Kağan hepsine hitaben; “İllerimizde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk’e boyun eğmeyen hiçbir yer yoktur. Bu gafiller bizi henüz tanımamıştır. Türkün bileğini kim bükebilir? Türkün kılıcını kim geçebilir? Ben de İl Kağan’sam bu gafiller bizi doğrulukla yenemeyecektir.” dedi. Ateş ateşti gözleri o sırada. Öyle bir ses tonu vardı ki insan ölüme dek takip ederdi o sesi. Bu konuşma etrafındaki beylerin yüreklerini güvenle, bileklerini güçle doldurdu. Her bir bey kılıcına and içti, eşlerini alınlarından öptü ve savaşa gitti.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bazı isimler vardır ki onları söylerken çekinir, duymak yüreğe korku salar. Daha saatler önce elimden bir şey gelmeden izlediğim savaş sahnelerinin benzeri vardı gözlerimin önünde. Kılıçlar keskin, bilekler yamandı. Bu defa düşmanın gelişi belliydi. Türk beyleri düşmanı büyük bir yenilgiye uğratıyor, bileği kılıç tutan kadın, erkek kim varsa dövüşüyordu. Kamlar ilaçlar hazırlayıp yaralıları iyi ediyordu. Tam on gün sürdü savaş ve bu birlik ruhu. Uzaktan bir izleyici olarak korku dolu gözlerle şahit olduğum dakikalarda sadece kamanlar bana ses verdi. Ne güzel güldü gözlerinin içi bana bakınca. “Ey büyük büyük torunumuz hoş geldin. Dertli günlere denk geldin. Ama atanın gücünü göreceksin. Ne güzel günlere denk geldin.” dedi. Gözlerim büyüdü, kalbim sevinçle doldu şimdi çoktan kaybettiğim atamın karşısında. Gerçekten de atamın kudretini gördüm. On gün sonunda şanlı atalarım galip geldi. Düşman ardına bakmadan gitti. Çokça sevinç çığlıkları atıldı, kopuzlar çalındı, kımızlar içildi. Fakat yenilen pehlivan güreşe doymamıştı. Günler sonra tekrar birleşip saldırıya geçtiler. Fakat büyük güç karşısında gece saatlerinde geri çekildiler. Atlarına atlayan beyler, peşleri sıra gitti. Bu muhteşem manzarayı kaçırmaya hiç niyetim yoktu. Rüzgârı da aldım ardıma ve süzüldüm peşlerine. İşte o anda beklediğim büyük zafer büyük bir hezimete döndü. Uzun süre kaçan düşman, tepelerin ardından çıkmaya başladı. Her yer çirkin bakışlılarla dolmuştu. Beylerin etrafı ablukaya alınmıştı. Yine de yılmayıp savurmuşlardı kılıçlarını. Ama nafile… Düşmanın savaş oyunu beylerin canını almıştı.

Fırtınalar kara bulutlarla gelir ve savururdu canlı cansız her şeyi. Acımasızdı fırtınalar. Şimdi düşman tozu dumana katmış, kapkara bulutlar gibi yağıyordu ilin üzerine. Beyler can verdi, canından olan beylerin çocukları, eşleri, anaları, babaları hepsi canından oldu. Kıl çadırlar, adeta fırtınada yıkılan evler gibiydi. Bir yandan canlara kıyıyordu caniler bir yandan da ateşe veriyorlardı ortalığı. Herkes bir bir uçmağa gidiyordu. Nutkum tutuldu bu manzara karşısında. İçim acıyordu. Bana büyük büyük torunum diyen kamanlar, beni bağrına basanlar, kan gölünün ortasında yatıyordu şimdi. Acım kat ve kat arttı. Saatler sonra bitti bu çirkin saldırı. Her şey tuzla buz olmuştu. Dumanlar tütüyordu otağların yıkıntıları üzerinde. Kıpkırmızı bir göl oluşmuştu ölü bedenlerin altında. Gri ve kırmızıya boyanmıştı rengârenk ova. Bu ne korkunç bir manzaraydı böyle? Sessizliğin hükümdarlığı başlamıştı işte tam bu noktada. Sonunu bildiğim bir mitti bu ama böyle bir manzara, umutsuzluğu itmişti beni. Çünkü her şeyin yok olduğu sessizliğin hükümdarlığı, hep korkutmuştur beni. Umutsuzluk en korkunç kâbustur. Fakat kâbusları bitiren ün ışığı daima doğar. Ölü bedenlerin arasında bir kıpırtı oldu. Alelacele kıpırtının olduğu yere gittim. İki genç kanlar içinde olmalarına rağmen yaşıyorlardı. Yavaş hareketlerle doğruldular bulundukları yerde. Bir zamanlar neşe ve huzur içinde yaşadıkları evlerine baktılar. Her şey yok olmuştu. Yapayalnız kalmışlardı koskoca dünyada. Yüzleri kan içinde, baktılar son kez eski yuvalarına. Gözlerinden birer damla yaş süzüldü.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kıpkırmızı yüzlerine bembeyaz birer çizgi çekti bu yaşlar. İşte o an ant içtiler, öçlerini elbet bir gün alacaklarına. Kalktılar ve zorla attılar adımlarını. Koskoca alanda canlı olan tek şey onlar ve acıyla çarpan yürekleriydi. İlerlediler ormana doğru. Bu sırada tek tük düşman çerileri dolaşıyor, sağ kalanları esir alıyorlardı. İki çirkin yüzlü gördü gençleri ve esir aldı. Zira savaşmaya yetecek güç yoktu kollarında. Düşman çerileri onları diğer tutsakları tuttukları yere götürdüler. Genelini çocuklar oluşturuyordu tutsakların ama içlerinde kadınlar da vardı. Tam on gün kaldılar burada. Yaralarından arındılar ve güç buldular. Çokça aşağılandılar. Sonunda eşlerini de alıp iki atla ayrıldılar buradan. Çok cevvaldi bu yiğitler. Biri İl Kağan’ın sağ kalan tek oğlu Kayı, diğeri ise yeğeni Tokuz Oğuz’du. Atlarını dörtnala sürüp çokça yol gittiler. Eski yurtlarına döndüler. Burada develer, atlar, öküzler ve koyunlar buldular. Oturup enkazların başında düşündüler. Her yanları düşman dolmuştu. Dağlara kimsenin yolu düşmez dediler. Topladılar bu küçük sürüyü ve çıktılar dağlara yeniden yakmak için sönen ocaklarını. Huzura ve kurtuluşa giden yol her zaman çetin olmuştur. Öyle bir yolda yürüyorlardı ki gidişi var dönüşü yok. Ayağın kayıp düşsen, bir daha kalkma ihtimalin yok. Fakat dayanmak gerekiyordu bütün bu zorluklara. Bir süre yürüdüler bu korkunç dağ yolunda. Ben şükrettim havada süzülüyor olmama. Sonunda büyük yeşilliklerin, otlakların ve sulakların olduğu bir ovaya çıktılar. Tanrıya şükürler ettiler bu güzel yer için... Buraya yerleşip yaralarını sardılar. Ergenekon adını verdiler eşiz güzellikteki ovaya Asla unutmadılar yaşadıkları vahşeti, kaybettiklerini. Büyüyüp çoğaldılar. Gözümü açıp kapayana dek geçiyordu yıllar. Kayı’nın ve Tokuz Oğuz’un birçok çocuğu olmuştu. Kayı’nın çocukları daha çoktu. Onun çocuklarına, Kayat dediler. Tokuz Oğuz’un çocuklarının bir kısmına Tokuzlar, bir kısmına da Türülken dediler. Aştı çağlar, geçti mevsimler bir an içinde. Baktım küçücük oba, dağların arasındaki bu ovaya sığamaz olmuştu. Toplaştı meclis. Dediler; “Bu oba bizi almaz oldu. Atalarımız Ergenekon dışında büyük, verimli topraklar ve başka milletler var demişti. Şimdi, bu kadar güçlenmişken, buradan çıkma zamanıdır.”. Hep birlikte sevinç tezahüratları attılar. Ayrıldılar ve her köşesini aradılar dağın. Günler sürdü bu arayışları. Bense o mükemmel olayı göreceğim

zamanın yaklaştığını biliyordum. Tekrar toplaştı meclis. Hiçbiri olumlu yanıt vermedi. Tam umutlar sönecekken çıktı kalabalığın içinden bir yiğit demirci. “Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir.” Diye söze girdi. Meclistekilerin aklına yattı bu fikir. Gidip gördüler demir madenini. Sonra her yerden odun ve kömür topladılar. Bir sıra odun bir sıra kömür dizdiler madene. Dağın her bucağına odun ve kömür yığdılar. Verdiler ateşe. Hikayelerde geçen Nemrud’un ateşinden çok daha büyüktü bu ateş. Dumanlar çıktı göklere. Eridi koskoca dağın içi gözlerimizin önünde. İşte beklediğim büyük olay buydu. Şahitlik etmek istediğim yol buluş buydu. Bir devenin geçebileceği kadar açılmıştı bir oyuk. Nice yıllar yol gösterenimiz olmuştur bozkurt. Yine öyle oluyordu bugün. Açılan oyuktan bir bozkurt çıktı geldi. Onu görenler anladı ki yol gösterici bu bozkurttu. Takıldılar peşlerine ve yıllardır il tuttukları bu yerden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Börteçine vardı. Kutlu yürüyüşün ardından vardıkları yerde yerleştiler. Börteçine bütün kağanlara haber yolladı. Türklerin tekrar ortaya çıktıklarını ve tekrar il tuttuklarını belirti. Bunu onaylayanla dost oldu, onaylamayana kılıç biledi. Tekrar herkes onlara boyun eğdi. Hiç unutmadılar önceyi. Dağı eritip çıkışlarını her yıl demir döverek kutladılar. Aydınlık görüntüler bürüdü her yanı. Gözümü açtığımda mutluluk sahnesinden yarılmış, kendimi huzur dolu kütüphanemde bulmuştum. Yüreği ateş gibi yanan atalarıma bir kez daha minnet duymuştum. Umut her zaman vardı. Işıyordu bir yerlerde. Atalarımın ışığı bozkurt olup çıkmıştı karşılarına. Vazgeçmemek gerekti. Işık daima inananlarla olacaktı.

i

Kaynak: Bilge Seyidoğlu, Mitoloji Üzerine Araştırmalar


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

AFİTAB Deryada yüzen karınca kanımca Kararınca yaşar afitaba kalınca Zaman denen kir illet vakti alınca Karanlıklar örter perdeyi bakınca Çünkü dem bu demdir geçmez vakit Zayi olur geceler düşüncelerle sakit Düşmanıdır düşünmenin nesl-i cahil Ahir zamanda kim arif kim akl-ı kamil Hamil olan bilir döker sırrı manaya açılır Geçilir deryalar yüzün suyu cana saçılır... Çöllerde kumlar sayısız miktar kararınca Gemilerde damlalar düş peşinde kanımca Neden diye sorsak sorgusuz kalır gemi Çölde kumlara boğulmak bir garip teselli... Sahi neden afitab sabah vakti alır başı Renk saçar alır başını gelir şafak vakti Gece şiire elzemdir şaire dem dembedem Düşünceler sarar canı cananı bedaheten Titrek bir fısıltı şaşkın denizler içinde can İçimde hanın saklı hazanı puslu dehlizler Akıl karıştı akla dair sırrı üfle saki şaraba Meyl ettiğin canı uzat kadehe dök mehtabı Gün geceden alır yolu gider şebistana Geç vakitlerde boşa bıraktık şebistanı Hep bir yol üzeri çarşılar da aklım seni Akıl karı düşünemez şair sensiz ebedi Ezeli değil bak ebedi dem ve saz da dil Mühür misali dökülen şiir ve gönül,gül Ömür törpüsünü beklemede sen sev Tomurcukları geceden ek toprağa ser...

Süleyman ERKUT


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

2016’nın 13 Ekim’i

Tuğçe ERKOL

Shakespeare’den Bertolt Brecht’e birçok atıfta bulunan göndermeler barındırdı. 1950’li ve 1960’lı yılların Amerika’sında New York’ta bir araya gelen ve daha sonra Batı Yakası Kardeşliği’ne katılacak olan Beat Kuşağı’na yakın bir isimdir. Beat Kuşağı, doğaçlama, tutkulu diyalog, açık cinsellik ve uyuşturucu deneyimleriyle ilgilenmiş; günümüzde postmodern edebiyata birçok katkıda bulunmuştur. Özellikle 1960’lı yıllarda The Doors, The Rolling Stones, The Beattles ve Pink Floyd gibi grupların yaptığı müzik sayesinde Beat Kuşağı yayılım sahasını geliştirdi. Bu kuşaktan önemli edebiyatçıların içinde olan Yolda romanıyla herkesin bildiği Jack Kerouac, Uluma’yla tanıdığımız Allen Ginsberg ve Çıplak Şölen’le tanıdığımız William S. Burroughs’un adlarının yanında Bob Dylan’ın da adı söz yazarlığıyla anılıyordu. 2004 yılında Chronicles: Volume One adlı bir de anı kitabı yayımlayıp büyükanne ve büyükbabasının Türkiye ile olan ilgisinden bahsetmiştir. Bütün bunları göz önünde barındırırsak onun aldığı edebiyat ödülünün nedenini anlayabiliriz. Zaten yazılan her şarkı sözü şiir olarak yazılmaz mı? Bu sayı için bir şeyler yazmaya karar vermek benim için çok zor oldu. Dosya konusundan dolayı Reşat Nuri Güntekin’le ilgili bir şeyler yapmaya çalıştım ama anmak istediğim isimlerin sayısı o kadar çoktu ki bu iki ay içinde, ne yapacağımı bilemez bir haldeydim. Ezra Pound, Rimbaud, Tolstoy, Proust gibi isimler hayatını kaybetmiş; Camus, Malroux, Turgenyev, Dostoyevski ise hayat merhaba demişlerdi. Tam da ben bunları düşünürken iki önemli olay oldu, hem de ikisi de aynı günde oldu. Biri Bob Dylan’ın Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasıydı. Üstelik ödülü alması beklenen birçok edebiyatçı varken ödülün müzisyen kimliğiyle öne çıkan Bob Dylan’a verilmesi camia içinde büyük sansasyon yarattı. Oysa çok da yersiz değildi bu ödülü Bob Dylan’a vermek. Neden mi? Daha önce Pulitzer Ödülü’nü alan Bob Dylan’ın Nobel’i alış nedenini komite "Amerikan şarkı geleneği içersinde yeni şiirsel ifadeler yaratmış olması"olarak gösterdi. Peki kimdir Bob Dylan? Gerçek adı Allen Zimmerman olan müzisyen Bob Dylan, adını çok sevdiği Galler şairi Dylan Thomas’tan almıştır. 1963 yılında çıkan meşhur şarkısı Blowing In The Wind ile büyük bir çıkış yakaladı. Onun bütün şarkı sözlerine hakim olan şiirsellik bu şarkıda da mevcuttu. Şarkılarında İncil’den Homer’e;

Bob Dylan’ın bu güzel haberinden sonra aldığım ikinci haber ise beni derin bir yasa boğdu diyebilirim. Çünkü Kadın Oyunları öksüz kalmıştı. Yani Dario Fo, hayata gözlerini yummuştu.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dario Fo, 24 Mart 1926’da İtalya’nın Verase iline bağlı olan Sangiano’da doğdu. Mesleğine başladığı andan itibaren gündem her zaman takip ettiği şeylerden birisi olmuş ve inanlığın en büyük sorunları olan yolsuzluk, haksızlık, şiddet, savaş, organize suçlar, politik cinayetler ve din gibi olguları oyunlarına yansıtmıştır. Sadece kendi ülkesindeki değil tüm dünyada yaşanan olumsuzlukların yanında olan Fo, Irak’ta oğlunu kaybeden Cindy Sheehan’ın, orada evladını kaybeden diğer ailelere ve George Bush’a yazdığı mektubuyla savaş karşıtı eylemlerinden çok etkilenip Barış Anne adıyla bir oyun yazmıştır. Oyuncu France Rame ile evlendikten sonra önce televizyon için bir skeç programı hazırlayıp tanınmışlardır. Daha sonra da muhalif, iktidar ve sistem karşısında duran, genelde sosyalist oyuncuların kullandığı bir tiyatro türü olan ve ajitasyonla propagandaya dayandığı için ajit-prop tiyatrosu denen sokak tiyatrosunu geliştirmişlerdir. Dario Fo’yu France Rame’den; France Rame’yi Dario Fo’dan ayırmak pek de mümkün değildir. Bu nedenle genel anlamda tiyatro konusunda söylenenler her ikisi için de geçerlidir denebilir. Çünkü hayat arkadaşı olmanın yanı sıra aynı zamanda iş arkadaşıydılar. İkilinin oyunları Commedia dell’Arte geleneğine dayanır. Rönesans döneminde İtalya’da tiyatro ikiye ayrılıyordu en genel anlamıyla. Biri saray tiyatrosu; diğeri halk tiyatrosu. Saraydaki tiyatro drama olarak adlandırılırken; halkın tiyatrosu komedya olarak adlandırılıyordu. Commedia dell’Arte ise adından da belli olacağı gibi tipleri ve genel hatlarıyla konusu aynı olan, doğaçlamaya dayalı halk tiyatrosu, komedyasıdır. İşte, biz Dario Fo ve France Rame dediğimizde gerek oyunlarının türüyle gerek oyunlarının konularıyla gerek kişilik özellikleriyle halkın içinde görüyoruz. Oyunların, Türkiye’deki telif hakkı Füsun Demirel’e ait. Hatta oyunların bazılarını Füsun Demirel’in kendisi çevirmiştir. Oyunların bu tercümeleri, başka diller içindeki de en iyi tercümeler arasında gösteriliyor. Çünkü Füsun Demirel ve Dario Fo, 30 yıllık dostlar. Geçtiğimiz günlerde Devlet Tiyatrolarında yabancı oyun olmayacak diyerek dört isim sayılmıştı. Shakespeare, Cehov, Brecht ve Dario Fo. Gündemi ve günceli yakından takip eden Dario Fo, bu haberi de atlamayıp daha önce aldığı Nobel’e de bir gönderme

yaparak İtalya’dan bize bir cevap verdi: “Türkiye’de yasaklanan dört yazardan hayatta olan tek kişi benim. Bu benim için ikinci bir Nobel Ödülü kazanmak gibi. “Gerek tiyatroculardan gerek tiyatroseverlerden gelen tepkiler nedeniyle durumun bir yanlış anlaşılma olduğuna karar verilip sezon açılış oyununun kast edildiği söylenerek durum tatlıya bağlandı. Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü, Klaksonlar, Borazanlar ve Bırtlar, Kadın Oyunları, Elizabeth, Neredeyse Kadın, Ödenmeyecek; Ödemiyoruz, Japon Kuklası, Açık Aile gibi oyunlarıyla tanınan yazar 1997’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı; ardından da İtalya Kültür ve Sanat Altın Madalyasını (devlet madalyası) aldı. 2016 yılının 13 Ekim günü, 90 yaşında solunum yetmezliğinden hayata gözlerini yumdu. Ölümünün ardından 15 Ekim’de Milano’da bir tören düzenlendi. Bu törende Fo’nun isteği üzerine şarkılar söylendi ve Dario Fo, 2013’te hayata gözlerini yuman France Rome’nin yanına neşeyle uğurlandı.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ÖLÜM MEZARA deniz harabeleri, kornalar dalgasında bir yaz esintisi gelgitlerinden bıkkınlık geleli beri çok oldu buncaları. benim ve bizim kıyılarımız ufkunda Midilli olsa ne yazar bodurun toynakları yere vurmadıkça ciğerleri pörsülenir... bir Alman Marlboro'su ne kadar Almanca karartma var sokaklarda! boz bulanık sularında durulmayan aslan yelelerin savrulmasına çatlatır göğsünü kaburgaların göğsünde bir şişe kapağı sonraları bir şekilde sarhoşluktur yabancılık, tükenmişlik, iflaha gelmez dölleri yağmurun asfalta kokan sokakları toprak özleminde Habeas Corpus gelenek yargıçları ciddiyetle sabit dellenmişlik ekşi açık çayların buğusu kurtça yaptırır babalığını ne emekler harap olur şimdi nicelerini denize dökmüşlerin kalbinde. küçük patlamalarda kızların kaçmamışlışlıkları vardır çocukluğumuzda büyük patlamalarda da elbet anlaşılmaz olan nedir? bu kaldırımların mağrur çöpçüsü yüreğinde hasır hışırtısı yolları tutuldu büyük ihtirasların cumartesinin bitkin çığlığı çığ gibi düşerken kulaklara viran olur taşlara kazınmış öyküsü şuncacık insanlığın... ilkesiz ülkesiz ölümleri arkadaşların uluslara ün veren sessizliği dostum düştü müydü bir kere zeminlere mermer dikmelerim hep bundandır işte hep bundandır bir çift kırmızı pabuç ne kadarsa hayat bize o kadar mundardır…

Berkay AVCI


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SORGU O sorunun cevabı yok İnsan derdini neresinde taşır Bağışlar mı insan kalbini Uykusuz sabah edenlerin Lüzumsuz kederleri taşar mı Derdi olan taşar mı Sabır taşı Floresanla ampül arasında mı O sorunun da cevabı yok Dumanaltı horultular Kulaklarımızı kaşır mı Uyku, en güzel yerinde mi alır bizi Bizden bizi dizer mi masaya Rakı, çay, bira ve bir de sigara Hepsi aynı sofrada Müzik evet şimdi bitti Biten bir şey tekrar başlar mı O sorunun da cevabı yok Şüphe denen şey hep bin kusar mı Gece her daim susar mı Binlerce harf yutkunmadan pusar mı Peki ya neden uyumaz, uyuyamaz Uyanamaz insan O sorunun da cevabı çok...

VAVEYLA Koştum ardımdan kovaladım kendimi Bir şey, bir ses, bir yes duymak için Pes, abesle iştigal ettiğim Hevesle çıktığım yazgımda Şeridimi izlediğim cam kenarında Kaza ettim, belalar gördüm Kalu beladan bugüne Zerrattan şumusa kulaktan mukusa Güzellik aradım çünkü demişlerdi kulağıma Dünyayı güzellik kurtaracaktı Yorgun ve sıska bedenim kara sevdalarımda Kemiklerimle sevişmişti Erimiş, erişmiş kurşunum ya da mürekkebim Kanıma karışmış dilimi lâl eylemişti Gözlerim de âmâ mıydı yoksa Ama ayaktaydım gözlerimle gördüm

Muhammed Münzevi Sükunetim viski bardağında çay içtiğimden Okula gitmek için trenden inip yürümemden Den den kullanarak kendimi ifade etmemden değil Gönlümün bir gün pençeleri yontulmuş Çığ gibi geleceğinden olabilirdi belki Ama arkadaşlar iyiydi Çığlığımı duymaları için sorgu mu gerekti Ne ben sordum ne sen söyledin! Muhammed Münzevi


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Edebiyat Kulisinde Reşat Nuri Güntekin Beyza Özkan Edebiyat sahnesine çıkan şairler ve yazarlar, bu sahnede boy göstermeden evvel birtakım provalar yaparlar. Şiir ya da nesir türünde yahut gazete çevresinde gelişen edebi metinler yazarak kendi çizgilerine şekil verirler ve çıktıkları bu yolda kendilerini bulurlar. Edebiyat, bu bağlamda bir yolculuk olarak değerlendirilebilir ve bu yolculukta engeller olmazsa olmazdır. Her engel, sanatçıyı bir kademe daha geliştirir ve sanatçıyı kendi kalem faaliyetlerini gerçekleştirirken daha dikkatli, daha eleştirel ve daha özenli olmaya sevk eder. Edebi provaların gerçekleştirildiği yerler başlıkta ‘’kulis’’ adıyla andığım, dergiler ve gazetelerdir. Bu türler, sanatçıların kendilerini gösterdikleri ve geliştirdikleri yerlerdir. Geçtiğimiz sayılarda sözünü ettiğim Cahit Zarifoğlu gibi nice edebiyatçı, edebiyat sahnesine çıkmadan önce kalem faaliyetlerini gazete ve dergi kulislerinde gerçekleştirmiştir. Bu faaliyetler içinde sanatçılar kendi adlarıyla bu sahnede boy gösterdikleri gibi mahlas kullanarak da edebiyat sahnesine çıkmışlardır. Reşat Nuri Güntekin de bu kulislerde kendini yetiştiren, geliştiren ve Çalıkuşu ile edebiyat sahnesine adını kazımış bir yazarımızdır. Aynı zamanda kimi yazar gibi bazen kendi adını, bazen de kendi bulduğu takma adlarla kalemini yazdığı türlerde oynatmıştır. Reşat Nuri Güntekin, roman, hikâye ve tiyatro türlerinde kaleme aldığı pek çok eseriyle edebiyatımıza büyük hizmeti olan yazarlarımızdan birisidir. Özellikle sıcak ve samimi üslubu, hoşgörülü yaklaşımı ve güzel Türkçesiyle roman türünü geniş kitlelere sevdirmiş; Anadolu ve insanını öne çıkararak Memleket Edebiyatı sahasında başarılı eserler vermiştir. Fethi Naci, Güntekin’in okuyucu tarafından büyük alaka görmesi ve bu alakanın aradan geçen zamana rağmen hala devam etmesini şu sebebe bağlar: ‘’Halkın ahlaki değerlerine sahip çıkması’’ ve ‘’toplumda aksayan, yolunda gitmeyen her şeyi kıyasıya eleştirerek Türk romanında eleştirel gerçekliğin öncüsü olması.’’1 Yazarımızı genel olarak yazına yani edebiyata yönelten şey, babasının kitaplığı olmuştur. Bu kitaplık, 1

ÇETİŞLİ, İsmail, II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, sf. 354

yazarın edebi olgunluğa erişmesinde çok önemli bir yerdedir. “Babam için bana yine muamma kalmış bir ikinci şey, bu kütüphanenin pek rastgele bir kütüphane olmaması idi. Türkçe, Farsça divanlara, bizim divanların en iyilerine, kalın Mesnevi, Hafız şerhlerine, bütün Edebiyat-ı Cedide’ye ve daha evvelkilere haydi bir dereceye kadar bir menşe tasavvur edilebilsin; fakat Voltaire’leri, Rousseau’ları, Montesquie’leri ile eski Biblioteque Nationale’ın mavi kaplı, ucuz klasikler edisyonunun hemen tamamını, Balzac’lar, Flaubert’ler, Zola ve Daudet’lerle Fransız realist ve natüralistlerini…’’ 2 okuduğunu belirtir ayrıca çocukluk yıllarında lalası Şakir Ağa’dan dinlediği masallar ve ailecek okunan romanlar da onun edebi

2

ÖNERTOY, Olcay, Reşat Nuri Güntekin’in Yazınımızdaki Yeri, http://earsiv.sehir.edu.tr:8080/xmlui/handle/11498/2886 1


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gelişimine katkıda bulunmuştur. Eğitimi süresince edebiyat ile ilgili bilgi ve kültürünü zenginleştirmiştir. Özellikle Halit Ziya Uşaklıgil’in eserleri, onun üzerinde önemli tesirler bırakmıştır.3 Bunu Reşat Nuri’nin kendi cümlelerinden öğreniyoruz: ‘’Fakat asıl hikâye zevkini ve hikâye yazmak emelini Halit Ziya Bey’i okurken duydum. Bugün eser demeye layık bir şey vücuda getirebilirsem onu Halit Ziya Bey’e medyun olacağım.‘’4 Böylece küçük yaşta doğu ve batı yazınını tanıyarak yetişen Reşat Nuri, edebiyat kulisine önce imzasız yazdığı şiirler ve Genç Kalemler’deki(1911) makalesiyle girmiştir. Reşat Nuri’nin yayımladığı ilk eserlerinde asıl ismini kullanmamasının sebebi kendi adını kullanacak kadar güveni olmamasıdır. Bu yargıyı Oğuzhan Karaburgu’nun yazmış olduğu makalede paylaştığı şu anekdotla desteklemek yerinde olacaktır: “Zaman gazetesinin başmuharriri olan Buldanlı Veli, Reşat Nuri’nin babasının yakın dostlarından biridir. Tepebaşı Tiyatrosu’nda Halit Ziya’nın adapte ettiği Fare isimli piyesi oynanırken Reşat Nuri’nin piyes ve Darülbedayi hakkındaki düşüncelerini dinleyen Buldanlı Veli, sözlü olarak ifade ettiği düşüncelerini yazılı olarak Zaman gazetesine yazmayı teklif eder. Reşat Nuri ve Buldanlı Veli arasındaki konuşma şöyledir: (…) “- Sen bunları hemen yazıp bana getirmelisin, dedi. Şaşırır gibi oldum: - İmzam ile mi? dedim. - Elbette imzanla. . . - Becerebilir miyim dersiniz? Cevabı kelimesi kelimesine hatırımdadır: - Ağzınla söylediklerini bozmadan yazabilirsen olur. - Bir nam-ı müstear kullansam!.. - Nam-ı müstearı adı olanlar kullanır. Şimdilik kendi adından âlâ nam-ı müstear olmaz… Tutarsa hakikî adın olur gider…” 5

Bu sebeple yazılarını mahlas kullanarak kaleme alır. Ardından Birinci Dünya Savaşı yıllarında La Pense Turque isimli dergide Türk edebiyatı ile ilgili bir yazısı çıkar. Bununla birlikte onun edebiyat sahnesine asıl çıkışı, Birinci Dünya Savaşı sonlarında Zaman gazetesinde ‘’Temaşa Haftaları’’ başlığı adı altında kaleme aldığı tiyatro tenkitleri iledir.6 Kendisi edebiyat sahnesine çıkışı hakkında şunları anlatır: ‘’Mütarekede, üniversitede profesör olmaktan başka bir hırsım olmadığı bir zaman, bir gün, Darülbedayi’de İzmir’in meşhur Buldanlı Veli’si ile karşılaşmıştım. İzmir’den babamın arkadaşıydı. Perde arasında, oynanan piyes hakkında bilmem neler söylüyordum. Veli, bunları enteresan bulmuş olacak ki, ‘’Söylediklerini bizim gazeteye yaz’’, dedi. Kendisi o zaman, Maarif Nazırı maslup Şükrü Bey’in çıkardığı Zaman gazetesinin başyazarı idi. ‘’Olur mu’’ diye tereddüt ettim; ‘’Olur olur’’ dedi, Sahiydi ve oldu. İki seneye yakın bir zaman muntazaman her hafta Zaman’a tiyatro kritikleri yazdım, sonra kendim de piyesler yazmaya heveslendim. Bunlar pek fena karşılanmadılar. Artık yolumu bulmuştum.’’ 7 Zaman gazetesiyle başladığı tiyatro tenkitlerini, Diken dergisinde başlayan öykücülüğü ve diğer kalem faaliyetleri izledi. ‘’Eski Ahbab’’ isimli hikâyesi, bu dergide yayımlandı. Zaman gazetesinde Cemil Nimet takma adıyla tefrika edilen ‘’Harabelerin Çiçeği’’ romanı yayımlandı. Bu roman, yazarın ilk roman denemesidir ve sonraki eserleriyle kıyaslanabilecek nitelik taşımaz. Romanda, çocukluğunda evlerinde çıkan bir yangın sonucu güzel, siyah gözlerinden başka yüzü harabeye dönen ve yakınlarının bile alaylarına hedef olan Süleyman, kendisini sadece çalışmaya verir, Paris’te eğitim görür. Durumu yüzünden kadınlardan hep kaçar. Birçok yerli ve yabancı etkiyi barındıran bu hikâyede, Reşat Nuri’nin sonraki eserlerinde görülecek olan kişileştirme başarısı, çevreyi oluşturan ikinci derecedeki şahısların canlılığında ve hemen hemen hiçbir romanında vazgeçemeyeceği

3

ÇETİŞLİ, İsmail, II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, sf. 355 4 EMİL, Birol, Reşat Nuri Güntekin, KB Yayınları, Ankara, 1989, sf.2 5 KARABURGU, Oğuzhan, Reşat Nuri Güntekin’in Bilinmeyen Remiz ve Müstear İsimleri, Türk Dili, S. 660, Aralık, 2006, sf.526

6

ÇETİŞLİ, İsmail, , II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, sf. 355 7 NAYIR, Yaşar Nabi, Edebiyatçılarımız Konuşuyor, Varlık Yayınları, İstanbul, 1976, sf. 25-26


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

babacan doktor da bulunur. Yazar bu hikâyesinde ortaya çıkan ilk çizgilerini, sonraki eserlerinde geliştirecektir. 8

ulaştırdı.10 Yani bu eser, Reşat Nuri’yi edebiyat kulisinden edebiyat sahnesine çıkarmıştır.

Reşat Nuri’nin Diken dergisiyle başlayan öykücülüğü Söz konusu edebi gelişimini Reşat Nuri, roman ve Zaman gazetesinde tefrikası gerçekleşen romanından yazarak ve tiyatro, öykü türünde kaleme aldığı eserlerle sonra yine aynı dergide başladığı tiyatroculuk kariyeri, sürdürdü. Arkadaşları Mahmut Yesari, İbnürrefik Ahmet ‘’Hakiki Kahramanlık’’ isimli adapte tiyatro çalışması ile Huri, Münuh Fehim’le birlikte Kelebek isimli mizah taçlandırılır. Yazarın ‘’roman vadisinde ilk kalem dergisini çıkarmıştır. (1923) Reşat Nuri, bu dergide bir sürü tecrübemdir’’ dediği Gizli El, birinci Dünya Savaşı ve yazılar yazmış ve bu dergide yazdığı sıralarda çok değişik sonunda geçen, dönemin vurgunculuk istismarlarını, harp mahlaslar kullanmıştır. Derginin değişik sayfalarında zenginlerini ele aldığı romandır. Romanın kahramanı Şeref, kullandığı isimler değişmektedir. Fakir, Yarasa, Karakuş, bir kukla gibi, bu olayların içinde yer alır. Şeref’in hukuk Saksağan, R.N ve Çiğdem mahlaslarını kullanmıştır. Reşat okumuş olması, taşradaki memuriyetinde çevre ile Nuri’nin çıkartmış olduğu bu dergi, bir edebî mizahuyuşamaması, eseri devre ve Refik Halit’in eleştirilerine dergisidir. Dergide edebî metinlerle mizahî olanlar yan bağlar. Şeref’in Doktor Cemil ile tanışması, yeni çevrelere yanadır ve pek çoğu günlük olaylarla ilgili dikkatleri girmesi, bir paşa kızıyla evlenmesi ve savaşa katılması, yansıtır. Dergiye büyük katkıda bulunan Reşat Nuri’nin onun masum hayatına köklü değişiklikler getirir. İstanbul’a kaleminden çıkmış yazılar da bu çerçevededir. Yazıların yerleştikten sonra, ‘’milli teşkilat’’ gibi gösterilen pek çoğu o zamanın gündemini oluşturan vergiler, sosyal vurguncular arasına katılan Şeref, bol para kazandıkça hayatımızda yaşanan değişimler, intiharlar, inkılâplar, düşer. Savaştan sonra hapse atılır ve ‘’gizli bir eğitim-öğretim meseleleri gibi konularda el’’ onun oradan kurtarır. Şeref, karısı ile kaleme alınmıştır. Devrinde popüler olan birlikte Gemlik’teki çiftliğe döner. fantezi, musahabe, tekellümî hikâye, İstanbul Kızı isimli tiyatro Yazarın bu romanında ortaya monolog gibi başlıklar taşıyan fakat eserinin Darülbedayi’de koymak istediği Şeref’in hikâyesi türü tespit etme noktasında sıkıntı oynanmaması sebebiyle Reşat değil, onun gözüyle –roman yasadığımız metinler Kelebek Nuri, onu Çalıkuşu adıyla Şeref’in hatıraları şeklindedirdergisinin sayfalarında da sıklıkla roman olarak edebiyatımıza sosyal tenkittir. Reşat Nuri, sosyal görülür. Reşat Nuri’nin perdelere kazandırmıştır. Başlangıçta tenkidi hiçbir romanında ihmal ayırarak, şahıs tanıtımı ve dekor tiyatro eseri olarak kaleme etmeyecektir. Onun bu tutumu, tasvirleri yaptığı, komedi, komedi alınan Çalıkuşu 1922’de eserlerinin değişik açılardan dram gibi alt başlıklarla yayımladığı tefrika edilmiştir. okunmasını mümkün kılarak çok kimi metinleri hikâye kitaplarına geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmasını almış olması bu konudaki karışıklığa da sağlamıştır.9 Bu eser, Dersaadet çarpıcı örneklerdendir.11 gazetesinde tefrika edileceği ilk gün sansürce Reşat Nuri, yazın faaliyetlerini edebiyat tehir edildiği haberi çıkar. Eserde bazı değişiklikler kulisinde yani gazete ve dergilerde gerçekleştirmiştir. yapılması şart koşulur. Yazar, eseri kitap haline getirirken Tiyatro tenkitleri ve edebiyat hakkında yazdığı makaleler bunları belirtmiştir. yanında isimsiz olarak yazdığı şiirlerle birlikte çeşitli takma İstanbul Kızı isimli tiyatro eserinin Darülbedayi’de adları kullanarak yazdığı yazılar ve en önemlisi Reşat oynanmaması sebebiyle Reşat Nuri, onu Çalıkuşu adıyla Nuri’yi edebiyat sahnesine çıkartan Çalıkuşu –eski şekli roman olarak edebiyatımıza kazandırmış ve eser, Vakit İstanbul Kızı- yazarın sanat hayatında önemli bir yerdedir. gazetesinde, 1922de tefrika edilmiştir. Başlangıçta tiyatro Buradan hareketle edebiyat kulislerinin, gazete ve eseri olarak kaleme alınan Çalıkuşu, kamuoyu tarafından dergilerin, bir sanatçının yetişmesinde ve olgunlaşmasında büyük bir beğeniyle karşılandı ve yazarını şöhrete önemli bir yere sahip olduğunu inkar edemeyiz. Temennimiz odur ki, bugünkü edebiyat kulisleri de daha iyi yerlere gelsin ve edebiyata hizmet etsin…

10 8

ENGİNÜN, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyete(1839-1923), Kasım, 2014, sf.438-439 9 ENGİNÜN, İnci, Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyete(1839-1923), Kasım, 2014, sf.439

ÇETİŞLİ, İsmail, , İsmail, , II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara, 2007, sf. 355 11 KARABURGU, Oğuzhan, Reşat Nuri Güntekin’in Bilinmeyen Remiz ve Müstear İsimleri, Türk Dili, S. 660, Aralık, 2006, sf. 528


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Evet, dibi görünmeyen kuyulara atılan taş nasıl çıkardığı sesle onların derinliğini gösterirse, başkalarının elemi de bizim yüreklerimize düştüğü zaman çıkardığı sesle bize kendimizi, insanlığımızın derecesini öğretir..." Reşat Nuri Güntekin Acımak


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çalıkuşu Yuvası

Tuğçe ERKOL

“Buraya bir iki saat

mesafede bir "Zeyniler" nahiyesi var. Havası, suyu güzel, menazır-ı tabiyesi ferahfeza, ahalisi haluk ve müstakim, cennet gibi bir yer. Orada bir Vakıf Mektebi vardı. Geçen sene, bir hayli fedakârlıkla tamir ve tecdit ettik. Birçok levazım-ı tedrisiye ve ikmal-i nevakısına muvaffak olduk. Mektebin içinde muallimlerin ikametine mahsus daire de var. Şimdi bir genç muallimimizin himmet ve fedekârlığına muhtacız.” İşte herkes böyle öğrendi Zeyniler Köyü’nün adını. Önceden Bursa’ya iki saat olarak ifade edilen Zeyniler, şimdi Bursa’nın Teleferik semtinden yukarıya doğru yürünmeye başlandığında en fazla 5 kilometrelik bir yol. Özellikle doğa yürüyüşçüleri tarafından içindeki patikaların sıklıkla kullanıldığı bir yer. Patikaları tercih etmeyip Bursa’ya nazır bir yürüyüş yapmak isteyenler için Z Yolu dediğimiz yolu tercih edenlerin yürüyerek ulaşabileceği bir uzaklıkta. Yürümeyi tercih etmeyenler için artık araba yolu da

mevcut; ama büyüklerimden duyduğum kadarıyla 25 yıl önce öyle bir yol yokmuş; kaldı ki şurada 4-5 yıl öncesine kadar elektriği bile yoktu. Şimdiyse bir Çalıkuşu Evi var. Romanın başkarakteri olan Feride’nin ilham kaynağı olan Feride Polat’ın doğup büyüdüğü köy olan Zeyniler Köyü, Bursa’nın şehir merkezine çok yakın olmasına rağmen unutulan bir köydü. 25 yıl önce yolu ancak yapılmış; 5 yıl önce de elektriğe yeni kavuşmuştu. Elektrik olmadığı için insanlar şehre taşınmış; köye elektrik gelince de evlerine, baba topraklarına geri gelmişlerdi. Feride Polat’ın doğup büyüdüğü ev, kendisi öldükten sonra miras yoluyla üç çocuğuna geçmişti. Ancak çocukları arasında anlaşmazlık çıkınca ev bir duvar örülerek, ikiye ayrılmış, üç kardeş de annelerinin mirası olarak kalan bir evcik için davalık olmuşlardı. Bu haber ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra da Yıldırım Belediye Başkanı Özgen Keskin, Zeyniler’ gelmiş ve burada bir konuşmasında bir söz vermişti:


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Çalıkuşu Feride'nin evini belediye olarak satın alarak kamulaştırmak istiyoruz. Bu konuda ben muhtarımız ve köylülerimizden destek istiyorum. Biz kamulaştırmak için istedikleri rakamı verdiğimizde biraz daha fazla istemekteler. Eğer bize biraz daha destek verirseniz burayı alarak 'Reşat Nuri Güntekin Edebiyat Müzesi' şeklinde halkımızın hizmetine sunmayı hedefliyoruz." Önceki yıl verilen söz tutuldu ve Reşat Nuri Güntekin Çalıkuşu Evi, köyde hizmete başladı. Çalıkuşu Evi’nde yazara ait kitapları, eski fotoğrafları bulabilirsiniz. Çayınızı yudumlarken kitaplarınızı okuyabilirsiniz… Yeşil Bursa’nın mis gibi Uludağ havasını almak isterseniz bahçelik bir alanı ve balkonu da bulunmakta. İster şehre doğru bakıp gittikçe büyüyen Bursa’yı ister Feride’nin Hacı Kalfa’ya tayin konusunda verdiği müjdede olduğu gibi “İsviçre gibi” Uludağ’ı seyredebilirsiniz. Özellikle yağmurlu havalarda bulutların ve sisin dansını

Zeyniler’deki sokak isimleri insanın yüzünde tebessüm oluşturmaya yetiyor

izlemek, Feride’nin kasvetli olarak çizdiği Zeyniler manzarası için yeterli olacaktır. Ama orayı gidip sadece ziyaret edenler bunun bir doğa harikası, Tanrı’nın bir mucizesi olduğunu söyleyeceklerdir. Şahsen elimde sıcacık çayımla İsviçre’nin Alpler’ine bin basacak olan Uludağ’ı böyle havalarda izlemeye, Müzeyyen Senar sesinden bir Ormancı dinlemeye bayılırım. Üstelik Z Yolu’ndan yukarı çıkmak zor, kabul ediyorum; ama inmek de bir o kadar keyifli, yalnız bile olsanız Teleferik’e inene kadar yol arkadaşınız Bursa olacaktır… Eğer Bursa’da yaşıyorsanız ya da Bursa’ya geldiğinizde boş bir vaktiniz varsa gidin ve Feride’nin evini mutlaka ziyaret edin. Ya da yolunuz Bursa’ya değil de Kuşadası’na düşerse orada da bir Çalıkuşu Evi varmış, ben gitmedim; gidenler söyledi. Eğer sevdiğiniz bir romanın içinde yaşamak, onunla özdeşleşmek istiyorsanız onun yazıldığı yeri gezmekten daha idealini bulamazsınız…


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir aşk-ı memnu: AKŞAM GÜNEŞİ A. Bengisu AKDAĞ Her insanın hayatında dönüm noktası olan bazı kitaplar veya yazarlar vardır. Kimi yazarlar da vardır ki birçok insanın hayatında dönüm noktası olmuştur. İşte Reşat Nuri Güntekin’i bu yazarlardan saymak yanlış bir çıkarım olmaz kanımca. Şu anki öğretmenlere-öğretmen adaylarınaöğretmen aday adaylarına(!) anket yapılsa büyük bir yüzdeyle mesleği seçme sebepleri Feride çıkabilir diye düşünüyorum. Benim için de dolambaçlı yollardan, inişlerden ve çıkışlardan sonra olsa da böyle bir durum oldu. On yaşına kadar kitapları sevmeyen, okumaktan sıkılan, ablasını kitaplardan kıskanan, boyunun yettiği yere kadar olan raflardaki kitapları indirip yırtmaya çalışan küçük kız çocuğu on yaşında Çalıkuşu’nu okudu ve yirmi üç yaşında kendisini bir edebiyatçı ve öğretmen olarak buldu. Çalıkuşu beni Reşat Nuri ile olduğu kadar Türk edebiyatıyla ve kitap sevgisiyle tanıştıran kitap da olmuştu. Feride’nin günlüğünü bitirir bitirmez soluk almadan Güntekin’in diğer romanlarına başlamıştım. Yaprak Dökümü, Acımak, Kızılcık Dalları… Ve bu aralıksız serinin son kitabı Akşam Güneşi olmuştu. Diğer eserleri arasında adı çok da duyulmayan bir romandı Akşam Güneşi. Yazarın ilk dönem romanları arasında sayabileceğimiz altıncı romanı olan 1926 basım tarihli Akşam Güneşi de Çalıkuşu, Damga ve Dudaktan Kalbe gibi aşk teminin esas kurguyu oluşturduğu romanlarından biri. Güntekin’in bu dönem romanlarında görülen aşk izleği daha sonra yazarın

olgunluk dönemi eserlerinde ikinci planda kalarak asıl olayı destekleyen unsurlar arasına girmiştir. Yine ilk dönem romanlarındaki bir karakter olan bireyler daha sonra toplum içindeki bireyler olarak karşımıza çıkar. Çalıkuşu’ndaki Feride gibi, Akşam Güneşi’ndeki Nazmi de kendi değerleri uğruna, zorlu hayat mücadelesine atılan idealist karakterlerdir. Bu mücadelede Nazmi’nin sadece bedeni değil ruhu da uzun bir yolculuğa çıkar, tıpkı Feride gibi… Nazmi-Jülide ve Kâmran-Feride ilişkileri birlikte düşünüldüğünde de benzerlik fark edilmektedir. Zira Nazmi için küçük bir kız çocuğu olan Jülide, Nazmi’nin bir bebek gibi oynadığı gezmelere götürdüğü hatta âşık olduğu Nazan Hanım’ı onun yardımıyla gördüğü bir araç nesne konumundadır.1 Tıpkı Neriman’ı görebilmek için Feride’ye “geçerken bir uğrayan”, Feride’yi bir çocuk gibi gören Kâmran gibi. Bu noktada Akşam Güneşi romanının başkişisi Nazmi, Çalıkuşu’nun başkişisi Feride’nin karsı cinse yansıtılmış hali diyebiliriz. Özellikle Nazmi’in mektep hocalarından birinin söylediği şu sözler kulağa hiç de yabancı gelmiyor: “- 243 Nazmi, saati saatine uymayan bir anlasılmaz mahlûk, bir tezatlar mecmuasıdır. Onun bir koluna mektebin bütün mükâfatlarını yüklemeli, öteki koluna da çantasını vererek merasim-i mahsusa ile mektepten def etmeli.”

1

M. Fatih KANTER, Reşat Nuri Güntekin’in Romanlarında Yapı ve İzlek, Doktora Tezi, Fırat Üniv.,2008.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ancak bu mücadelede farklı olan nokta şudur ki; Nazmi, aktif bir yaşamdan pasif bir yaşama geçmek zorunda kalmanın verdiği acı ile birlikte büyük bir düşüş gösterirken2 Feride git gide artan bir aktif yaşamın içine girer. Tabii ki bunların yine sosyal yapı içinde, sosyal çevrenin etkisiyle olduğu unutulmamalı. Kahramanların içinde bulundukları karışık ruhsal durumlar devrin bireye sinen yüzü olarak görülmelidir.3 Reşat Nuri, Akşam Güneşi’nde çarpıcı bir konuyu ele alır: Şükran ile evliyken amcasının torunu Jülide’ye aşık olan ve yasak aşk yaşayan Nazmi. Doğrudan bağlantılı olmasa da söz konusu amcalar, yasak aşklar olunca Halid Ziya da aklımıza gelmiyor değil. Küçükken annesini ve babasını kaybeden, amcasının yanında büyüyen, sürekli tatminsizlikler ve kararsızlıklar yaşayan, çapkınlık yapan bir Nazmi… Sanki Behlül… Aşk-ı Memnu’da yenge Bihter üzerinden yaşanan dram burada enişte Nazmi üzerinden okura sunuluyor. “Jülide’yi seviyordum. (…) Büyük askımı bu aksam uzak aksam güneslerine benzetiyordum. Bos ihtiraslar arasında bin cevr ü mihnet içinde ziyan olan ömrümün bu kadar güzel bir aksamı olacagını ümit edebilir miydim? Ömrümün hiçbir devrinde bu kadar mesut oldugumu bilmiyordum. Kalbim on bes yasında bir genç çocuk kalbi gibi heyecanlarla çırpınıyordu.” Ve çok acılar yaşatarak kahramanlarına, bu yasak aşka izin vermiyor Reşat Nuri. Bihter gibi dayanamayacağını düşünüp intihara kalkışan Jülide… Roller zaman zaman farklılık gösterse de olaylar yer yer değişiklikler gösterse de sanki iki eser de aynı düzlemde gidiyor gibi geliyor okura. Ancak olayların gidişatında Halid Ziya’dan farklı bir hamle yapar Reşat Nuri. Nazmi ile Jülide arasındaki yasak ve gizli aşk eyleme dönüşmez. Bu nedenle iki taraflı yaşanan fakat başkalarına hissettirilmeyen, söylenmeyen bu aşk 2 3

A.g.m. A.g.m.

duygusu, daha yaşlı olan Nazmi’nin yaşamını daha derinden etkiler. Yıllar sonra Jülide’nin bir gençlik vehimi olarak hatırlayacağı bu durum, Nazmi’nin ölüme doğru hızla yaklaşmasına sebep olur. Akşam Güneşi romanı üzerine genel, sosyal bir tahlil yapayım derken Aşk-ı Memnu, Çalıkuşu ve Akşam Güneşi üzerine bir karşılaştırma denemesi yazısına döndü yazım. Hatta bu yazıyı hazırlarken 11 yaşında okuduğum bu romandan ne anlamış olabilirim diye de düşündüm. Sanırım romanı yeniden okumanın zamanı geldi  Nazmi’nin bireysel mücadelesinin baş kısımlarında Feride’yi gözlemlerken, ileriki kısımlarda yer yer Behlül’ün yer yer Bihter’in kimliğine bürünen bir yasak aşk macerasının zavallı kahramanı olan Nazmi’yi okuduk. Tanzimatla başlayan ve Servet-i Fünun’la devam eden bir furya olan yasak aşk teması Halid Ziya’yı üstadı gören Reşat Nuri’nin kaleminde bir kez daha acı bir sonla karşımıza çıktı. Bu arada yeri gelmişken bu dönem romanları ve yasak aşk teması üzerine daha fazla bilgi için bkz. Doç. Dr. Nurullah Çetin, “II. Abdülhamit Dönemi Türk Romanında ‘Aşk-ı Memnu’ Teması”. Ankara Üniversitesi dergi veritabanı olan http://dergiler.ankara.edu.tr/ adresinden pdf haline ulaşabilirsiniz. Usta yazara saygıyla, rahmetle…


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“OTORAY YOLCULUĞU” Niğde-Kayseri

Anadolu Notları’ndan

“Niğde’ye yaklaşıyorduk. Yanımda oturan bir Niğdeli şehrin eteğini saran ağaç kümeleri arasında pek iyi seçemediğim bir noktayı işaret etti. -

Faruk Nafiz’in hanı, dedi.

Büyük şairin han sahibi olduğu günleri de inşallah görürüz. Fakat yol arkadaşımın bana gösterdiği bina sadece Faruk Nafiz’in unutulmaz Han Duvarları şiirinde tasvir ettiği han idi. Kıyafetinden anlaşıldığına göre Niğdeli arkadaş bir esnaf yahut işçi idi. Böyle olmakla beraber Han Duvarları’nı ve Faruk Nafiz’i biliyordu. Daha garibi trende ilk gördüğü bir yabancının bu şiiri, şiirde tasvir edilen hanı ve Faruk Nafiz’i tanımamasını kabul etmiyor, ateş ve su nev’inden herkesçe malûm şeylerden bahseder gibi iki kelime ile bana maksadını anlattığına inanıyordu. Güzel şiirin kudreti! İyi yazılmış bir manzum hikâye koskoca bir hanı, koynundaki tapu senedine

rağmen asıl sahibinin elinden alıyor, Faruk Nafiz’e mal ediyor. Mamafih arabamızda ayakta duran ve bizi dinleyen uzun boylu bir sakallının “yok yahu... o han falanındır” diye öteki mal sahibinin hakkını da ziyadan kurtardığını itirafa mecburum. Niğde ile Kayseri arasındaki yolu, Faruk Nafiz’in İstiklâl muharebesi senelerinde kona göçe üç günde aştığı o uzun mesafeyi, ben bugün otoray denen yeni icat bir alet içinde, âdeta uçarak geçiyorum. Akşamın beş buçuğunda daha Niğde istasyonunda kahve içiyordum. Sokak fenerleri yanarken Kayseri’de olacağım. Bisikletin ilk icadı zamanlarında ona verilen şeytan arabası ismini bu otoraya saklamak lâzımmış! Otoray görünüşte yirmi otuz kişilik büyücek bir otobüs. Fakat ikisi arasında âdeta nalınlı adam ile patenli adam farkı var. Otobüsün mütemadiyen taşla, toprakla boğuşmasına mukabil otoray, cilâlı çelik raylar üstünde yağ gibi kayıyor.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ulukışla ile Kayseri arasında günde iki sefer yapan bu arabaların, birinci ve ikinci sınıf yolcuları için, şoförün arkasında dört maroken koltuğu, camekânlı bir kapı ile buradan ayrılan geri tarafında da demokratlara mahsus, yirmi, otuz kişilik kanepesi var.

bu şüphe ve korku mefhumunu kaldırıyor, insana bu geniş ovalarda kendi mahallesinde, evinin bahçesinde dolaşmak hissini veriyor.

Bazı şakacı yolcular lüks kısma Lortlar kamarası, ötekine Avam kamarası adını takmışlar.

diye anlattığı bu yolu, vaktiyle bir yaylının şiltesine uzanarak “kendine tekerleğin sesine kaptırarak” geçmiş olmasaydı da benim bindiğim otoray içinde tayyarede gibi geçseydi bu avı gurbet şiirini bilmem yazabilir miydi?

Bu otoray, yolları âdeta çocuk oyuncağına çevirmiş. Meselâ, Kayserililer bizim Ada vapurları biletinden daha ucuz bir para ile günübirliğine Bor bahçelerinde eğlenmeye gidiyorlar. Şoför, daha doğrusu makinisttin bana anlattığına göre Adana ve Kayseri’de oturan iki araba, meselâ bir ana kız, pazar sabahları bulundukları yerden hareket ediyor, öğleyin Ulukışla’da birleşiyorlar; akşama doğru yine evlerine dönüyorlarmış. Bu seyahat, artık yolculuktan usandığım bir zamana rastlamış olmakla beraber beni atlı karıncaya binmiş bir bayram çocuğu gibi eğlendiriyordu. Otoray, son derece munis bir dekor arasından akıp giderken kâh makinistin omuz başından önümüzdeki yola, kâh arkaya geçerek akşam ışıklarıyla sararıp kızaran ovalara bakıyordum. Yeni bir icat yalnız manzaraları ve hayatı değiştirmekle kalmıyor; duygularımıza, dünya görüş tarzımıza da tesir ediyor. Yolculukta akşam, insanın gayriihtiyarî garipsediği, kendini karanlık düşüncelere bıraktığı saattir. Halkın akşam garipliği terkibiyle anlattığı bu duyguda kendimizi uçsuz bucaksız mesafeler arasında kaybolmuş hissetmemizi, arkada bıraktığımız uzağı bir daha görmek şüphesinin, öndeki uzağa yetişememek korkusunu elbette bir payı vardır. Mesafelere hâkim olmak emniyeti işte

Faruk Nafiz: “Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar.”

Yeni edebiyatlarda romantik hüzün ve “Spleen”in gide gide kaybolmasında bu yeni icatların da bir tesiri olsa gerektir.”

Reşat Nuri Güntekin


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Edebiyatımızda Bireyselleşme Açısından

“ACIMAK” Işık Selin ORHUNTAŞ Birey olmak için psikolojiden söz etmemiz gerek. Peki, “Psikolojiden söz ettiğimiz her yerde bireyden söz edebilir miyiz?”, sorusunu sorabiliriz. Bu soruyu Tomris Uyar’a göre “gizli bir başyapıt” olan Reşat Nuri Güntekin’in Acımak romanında Zehra üzerinden cevaplayalım. Reşat Nuri Güntekin, toplumun geçirdiği değişime kayıtsız kalmamış ve gördüklerini eserlerine aktarmıştır. 1928 yılında basılan kısa romanda özetle Zehra isimli bir köy öğretmeninin, babasının ölümüyle, hayatıyla yüzleşmesi konu ediliyor. Zehra hayatı boyunca babasını kötü baba ve kötü eş olarak tanımış, annesine, kendisine ve ablasına eziyet ettiğini düşünmüştür. Babası, ölüm döşeğindeyken onu ziyarete gelmesini istediğini belirten bir mektup gönderir. Zehra bulunduğu köyden babasının yanına gider. Babasının günlüğünü okuyarak doğru bildiği yanlışları öğrenir. Zehra Öğretmen, mesleğini layıkıyla yapar, köydeki bütün aileler çocuklarını “Zehra abla mektebine” göndermek ister. Yalnız Zehra’nın da bir kusuru vardır: Acımak duygusundan yoksundur. Acımak duygusu şöyle dursun merhamet duygusunun kırıntısı dahi yoktur. Güntekin, insanları zaaflarıyla sever. Toplumun gelişmesi için sosyolog görevini yüklenir ve üç meslek üzerinden çözüm yolu sunar: Öğretmenlik, doktorluk ve mühendislik. Öğretmenlik mesleği günümüze kadar ulvi bir meslek olarak sayılagelmiştir. Ancak günümüzde bu mesleğin içi

boşaltılmış eski anlamı kalmamıştır. Öğretmenin robot değil insan olması gerektiğini savunan Reşat Nuri, Acımak romanında Zehra’ya hiç de iyi davranmaz. Kitap iki bölümden oluşur. İlk bölümde ilahi bakış açısıyla olaylar anlatılır. İkinci bölüm “Hatıra Defterim” başlığı altında “Bugün diplomamı aldım. Ne saadet” cümleleriyle başlar. Burada kahraman anlatıcı bakış açısı kullanılır. Zehra’nın hayatına objektif bakılırken Mürşit Efendi’nin hayatı günlük üzerinden aktarılır. Çünkü olaylar Zehra’nın tahmin ettiği gibi değildir. İşin gerçek yüzü birincil ağızdan öğrenilir. Zehra, öğretmen okulu için mekan değiştirir. Babası aileden kurtulması için onu yatılı öğretmen okuluna yazdırır. İlk mekan değişikliği bununla gelir. İkinci mekan değişikliği dolaylı yoldan çıkarım yaptığımız görev yeri olan köydür. Üçüncü mekan değişikliği ise babasının ölümü üzerine görev yerinden İstanbul’a seyahat etmesi ile gerçekleşir. Beden değişimi farklı bir şekilde sunulur okuyucuya. Anneannesi Zehra’yı bir konağa yatılı misafir olarak göndermek için babasından izin ister. Babası izin vermez. Anneannesi bunun üzerine kendi bildiğini okur. Ahlaksızlığı ile ünlü eve gönderir. Ablasının yatağına Zehra’yı yatırıp uyuyor taklidi yaptırırlar. Böylece babası eve gelince ablası Feriha’yı evde görecek ve sorun çıkartmayacaktır. Zehra ablasının yerine geçerek kısmi bir değişiklik yapar.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eserde yazar, din veya ideoloji tercihinden söz etmez. Onun tek ideolojisi aydınlık nesil yetiştirmek üzerine kuruludur. Kitap aile ilişkileri üzerine kurulmuştur denilebilir. Hikayede sıkça sözü edilen kişiler anne, baba, abla ve anneannedir. Zehra’ya göre baba, üzerine düşen görevi yapmayan bir insandır. Hatıralarında en fazla yer eden anne ve anneannedir. Bu iki kadın bilinenin aksine onun için adeta melektir. Zalim olan babadır. Ancak günlüğü okuduktan sonra gerçeğin öteki yüzünü görür. Fikirleri tümden değişir. İş ilişkilerinde ise sözü edilen tek kişi Tevfik Hayri Bey’dir. Zehra, onun ısrarıyla ölüm döşeğindeki babasını görmek için yola çıkar.

küçük yaştan itibaren babasına karşı doldurmuş; onun acıma duygusundan yoksun olarak yetişmesine sebep olmuşlardır. Aile içindeki düzenin Zehra’nın kendisiyle hesaplaşmasına şahit bozulmasında asla kendilerini suçlu olarak görmeyen olmayız. Keskin dönüşler gösterir. Romanın başında anne ve anneannesinin doldurmalarıyla hayatının katı, robot kadar duygusuz, babasından nefret eden büyük bir bölümünü geçirmiştir. Öğretmen okuluna bir öğretmenken, romanın sonunda tam ters şeklini gitmesi de babasının yönlendirmesiyle görürüz. Duygularını sorgulaması veya olmuştur. Yani mesleğini bile kendisi onlarla hesaplaşması olası seçmemiştir. Zehra, birey özelliği değildir. Cumhuriyet’in getirdiği taşımaz. yenilikleri benimseyen nice Zehra’nın kişilik idealist insan bir şekilde para Peki, Reşat Nuri acıma yapısı da ilginçtir. Mizah, hırsı gözlerini bürümüş duygusundan yoksun Zehra muziplik, cinsellik gibi insanlarla karşılaşarak Öğretmen tiplemesiyle neyi özelliklerinden söz işaret etmek istedi? Bu sorunun ideallerini kaybeder. Bu edilmez. Kişiliğine dair tek cevabı aslında basit. Güntekin bilinen şey acıma insanlardan oluşan yığınlar topluma ayna tutan bir yazar. Bir duygusundan yoksun içlerinde Zehra Öğretmen gibi arada yaşayan insanların aralarında olduğudur. Bunun dışında robotlar yetişir. manevi bağlarının olması onları aile döneminin şartlarına göre gayet yapar. Aileler de bu bağlar sayesinde sürü iyi eğitim almıştır. Aldığı eğitimi ya da yığın olmaktan çıkıp toplum olurlar. gelecek nesillere aktarmayı kendine vazife Cumhuriyet’in getirdiği yenilikleri benimseyen nice sayar. Beklenen davranışların çoğunu göstermez. idealist insan bir şekilde para hırsı gözlerini bürümüş Ondan beklenen iyi bir öğretmen olmasıdır ki bunu insanlarla karşılaşarak ideallerini kaybetmiştir. başöğretmenlik derecesini alarak da gösterir. İdeallerini kaybetmiş insanlardan oluşan yığınlar Çocuklara karşı biraz daha şefkatli yaklaşması istenir içlerinde Zehra Öğretmen gibi robotlar yetişir. fakat bunu zayıflık olarak görür. Kabul etmez. Derse geç kalan öğrencilerini derse almaz. Hepsinin geçerli açıklaması olduğu halde bahane olarak kabul etmez. İşin ilginç yanı sunulan bahaneleri ortadan kaldırmak için de bir şey yapmaz. Kendi içinde çelişkileri vardır. Bu maddelere bakıldığında hiçbir şeyin kendi isteği ile yapmadığı bir şekilde mecbur bırakıldığı sonucuna varıyoruz. Zehra’yı annesi ve anneannesi

Reşat Nuri Çalıkuşu romanında yeni bir kadın tipi sunarak birey örneği göstermiştir. Bu bir başarıdır. Aynı yazar Acımak romanında antikahramanı romanın merkezine koyar. Bence bu da yazarın karakter yaratmadaki başarısını bir kez daha gözler önüne serer.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Modern Bir Leyla ve Mecnun:

Beyza ÖZKAN

ÇALIKUŞU Roman denilen edebi türün edebiyatımıza gelişi uzun soluklu bir yolculuktur. Bu edebi türün edebiyat sahnemize çıkışı, Tanzimat ile birlikte hayatımıza giren gazetecilik ve tefrika kültürü sayesinde olmuştur. Peki, romanın yerinde hangi aktör vardı ve roman yerine o zamanlar ne okunuyordu? Evet, roman yerine edebiyatımızda ‘’mesnevi’’ adı verilen ve Divan şairleri tarafından kaleme alınan, her biri kendi içerisinde kafiyeli, yazara yazma konusunda sıkıntı vermeyen bir türdü mesneviler. Zaman içerisinde edebiyat sahnesinden çekilip yerlerini romanlara bıraktılar. Fuzuli’nin en önemli mesnevisi olan Leyla ve Mecnun, günümüzde de değişik şekillerde varlığını sürdürmektedir. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu Türk edebiyatının en çok basılan dolayısıyla en sevilen romanıdır1 ve bu roman, Reşat Nuri’ye yaşadığı dönem içinde Fuzuli’nin Leyla ve Mecnun’u kadar şöhret kazandırmış ve büyük yankı uyandırmıştır. Zira Çalıkuşu, dramatik Feride-Kamran aşkını anlatması yönüyle modern bir Leyla ve Mecnun olarak değerlendirilebileceği gibi daha Milli Mücadele’nin neticelenmediği günlerde Anadolu insanını gündeme getirmesi ve idealist bir öğretmen tipi çizerek eğitimin problemlerini irdelemesi bakımından sosyal bir romandır.2 Bu iki eser hakkında sağlıklı bir karşılaştırma yapmak istiyorsak önce Leyla ve Mecnun’un içeriği hakkında bilgi sahibi olmamız gerekir: “Zengin bir Arap emiri, birçok kez evlendiği hâlde bir çocuk sahibi olamamıştır. Tanrı'ya bir çocuk vermesi için yalvarır Sonunda bir oğlu olur. Herkes sevinçlidir. Çocuğa Kays adını koyarlar.

1

ÇETİŞLİ, İsmail, II. Meşrutiyet Dönemi Türk Edebiyatı, Akçağ Yayınları, Ankara 2007, sf. 357 2 ÇETİŞLİ, İsmail, a.g.m, sf.357

Kays zamanla büyür, on yaşına basar. Okula gönderilir. Kays okulda Leylâ ile karşılaşır; birbirlerini severler. Fakat aşkları gizli kalmaz. Çevreye yayılır. Sonunda dedikodu Leylâ'nın annesinin kulağına kadar gider. Kadın kızını azarlar; öğütler verir. Leylâ inkâr yolunu seçerse de bir süre sonra kızı okuldan alırlar. Kays okulda Leylâ'yı bulamayınca ağlayıp inler, felekten yakınır. Okulu bırakarak başıboş dolaşmağa başlar ve sonunda çöllere düşer. O günden sonra da adı Kays iken Mecnûn olur. Bir gün arkadaşları Mecnûn'u biraz gezdirip eğlendirmek için kıra çıkarırlar. Burada Leylâ ile karşılaşırlar. Her ikisi de düşüp bayılırlar. Kızlar Leylâ'yı alıp evine götürürler. Mecnûn da ağlayarak ve şiirler söyleyerek çöle döner. Babası oğlunun bu durumuna üzülür. Onu arayıp çölde bir köşede bulur. Öğütlerde bulunur. Eve dönmesini ister. Leylâ bizdedir diye kandırarak eve getirir. Evde de öğütlerini tekrarlar; hangi kızı beğenirse alacağını söyler. Ama Mecnûn'un gözü Leylâ'dan başka kimseyi görmez ve o an kendi söylediği gazelini okuyarak yine çöllere gider. Çaresiz kalan Mecnûn'un babası, kabilenin büyüklerini toplayarak Leylâ'yı istemek üzere babasına gider. Leylâ'nın babası, Kays'ın artık Mecnûn diye anıldığını, bir deliye kız veremeyeceğini söyler. Ama oğlu iyileşir, akıllanırsa kızını vereceğine söz verir. Babası hemen oğlunu bulup bu sözleri aktarır. Mecnûn ise akıllanmanın elinde olmadığını söyleyerek babasından yardım ister. Sonunda babası Mecnûn'u Kâbe'ye götürür ve bu dertten kurtulması için Tanrı'ya yalvarmasını ister. Mecnûn ise tersine derdinin artması için dualar eder. Döndükten sonra bütün ahûlar Mecnûn'la birlikte dolaşmağa başlarlar. Bir başka gün tuzağa yakalanmış bir güvercini kurtarır. Artık Mecnûn çölde hayvanlarla dolaşır. Kuşlar başında yuva yaparlar. Bu arada Leylâ da aşk ateşiyle yanmaktadır. Arkadaşları onu eğlendirmek isterler; Leylâ kimseyi dinlemez. Kızının acıklı durumuna ve adının dillerde


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

dolaşmasına üzülen babası, Mecnûn'un derdinden kurtulmak için onu isteyen İbn-i Selâm'a vermeyi kararlaştırır. İbn-i Selâm hazırlıklarını tamamlar ve büyük bir düğün yaparak Leylâ'yı alır. Gerdek gecesi Leylâ, çocukken bir perinin kendini sevdiğini ve şu anda eli kılıcında yanlarında bulunduğunu, kendisine el sürerse ikisini birden öldüreceğini söyleyerek kocasını kandırır, yanına yaklaştırmaz. Leyla’nın evlendiği haberini alan ve acısı bir kat daha artan Mecnûn bir sitem mektubu yazarak Zeyd'le gönderir. Zeyd doktor kılığında Leylâ'nın yanına girerek mektubu verir. Leylâ mektubu alınca hemen cevap vererek, ahde vefa gösterdiğini, zorla evlendirildiğini, sitemler ederek derdine dert katmamasını söyler ve kocası ile olan durumunu anlatır. Mecnûn bu habere sevinir ve sitem ettiğine pişman olur.

için Tanrı'ya yalvarır. Dileği yerine gelir; yataklara düşer. Annesine vasiyetini yapar ve ölür. Mecnûn, Leylâ'nın ölümünü Zeyd'den öğrenir. Gidip mezarı kucaklayarak ağlayıp inler. Kabri kucaklayarak ölür. Onu böylece görenler Leylâ'nın mezarına gömerler. Zeyd bir gün kabre dayanmış uyurken, Leylâ ile Mecnûn'u cennette görür. Rüyasını halka anlatır ve o günden sonra iki sevgilinin mezarı evliya türbesi gibi ziyaret edilmeye başlar.’’3 Verdiğim bu uzun alıntıdan hareketle Leyla ve Mecnun hikâyesi hakkında olay örgüsü, kahramanlar bağlamında bir çerçeve çizmiş olduk. Gelelim Çalıkuşu’yla ilişkisine…

Leyla ve Mecnun mesnevisinde bütün mesnevilerde görülen 3. şahıs hâkim bakış açısının anlatımının gerçekleştirildiği görülür. (“Melteme halini anlatarak şöyle derdi.”) Ancak sık sık bakış açısının kahramanlara bırakıldığı da dikakt çekmektedir. Özellikle kahramanların kendi hallerinin açığa vurulduğu Zeyd, yine Mecnûn ile Leylâ arasında mektuplar durumlarda bu öne çıkar. ("Bu hile bana kimdendir? Buna götürüp getirir. Mecnûn bir mektubunda, kavuşmalarına vesile kim oldu? Acaba!- 1612. beyit) Bu tür anlatımlar, engel olarak gördüğü İbn-i Selâm'a beddualar eder. mesneviyi zengin ve renkli kılmış, monoton bir aktarım Mecnûn'un böyle can u gönülden ettiği olmaktan kurtarmıştır.4 Çalıkuşu’na baktığımızda iki bedduaların etkisiyle İbn-i Selâm farklı anlatıcı kullanılmıştır. Feride’nin hatıra hastalanıp, ölür. Mecnûn buna defterinden oluşan ilk dört kısımda sevinecek yerde, rakibinin ölümüne Mecnun, çöllere kahraman bakış açılı( ben) anlatıcı, beşinci ağlamağa başlar. Çünkü o da kendi düşerken Leyla İbn-i kısımda ise hâkim bakış açılı yani 3.şahıs gibi âşıktır ve aşk yolunda kendini anlatıcıyı görmekteyiz. Bu bakımdan bu Selam’la evlendirilir. kurban etmiştir. iki eserin anlatıcı bakımından Çalıkuşu’nda da Feride birleştiğini söylemek mümkündür Kocasının ölümünden Leyla ve Mecnun’daki fakat Çalıkuşu, ‘’otobiyografik roman’’ sonra Leylâ, yine babasının evine gibi ‘’adının çıkması’’ izlenimi verirken, Leyla ve Mecnun, döner. Onun ölümünü bahane üzerine Hayrullah Bey’le klasik mesnevi geleneğinde olduğu gibi edip durmadan ağlayıp inler. Bu hâkim bakış açısıyla kurulmuştur. evlenir. hâle dayanamayan ve kızının dillere düştüğünü gören babası, kabilesini Leyla ve Mecnun ile Çalıkuşu’nu alarak başka bir yere göç etmeğe karar verir. benzer yapan unsurun Feride-Kamran aşkı Leylâ'nın devesi çölde kaybolur. Yol sormak için olduğunu vurgulamıştım. Çalıkuşu, hem ferdi hem sosyal başvurduğu bir adam, adının Mecnûn olduğunu bir eser niteliği taşırken, esas olarak Feride- Kamran aşkı söyleyince, Leylâ adama çıkışır. Mecnûn hikâyesini üzerine bina edilmiştir. İki eser arasındaki olay örgüsünü anlatınca Leylâ onu tanır; perişan durumuna üzülür; daha de bu ferdi tarafı göz önüne alarak inceleyeceğim. önce tanımadığı için özür diler. Mecnûn o esnada bir gazel Çalıkuşu, her şeyden evvel bir aşk romandır. Reşat Nuri, okur. Leylâ'ya kim olduğunu sorar. Leylâ kendini tanıtır: olay örgüsünü, Feride-Kamran aşkını güçlü bir duygusallık Ben Leylâ'yım der ve onun ilgisizliğinden yakınır. Mecnûn içinde anlatabilecek tarzda kurgulamayı tercih etmiş. Söz da Leylâ'yı tanır. Ama artık onu maddesiyle değil, ruhu ile sevmektedir. Gözünde maddenin önemi yoktur. Artık ikilik 3 TANÇ, Nilüfer, Fuzuli: Leyla vü Mecnun, A.Ü. Türkiyat ortadan kalkmıştır. Leylâ, Mecnûn'un kemâl derecesine Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009 Prof. eriştiğini anlar ve bu arada kendisini aramaya gelen Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı, sf. 96-99 4 adamla birlikte gider. AYYILDIZ, Mustafa, Leyla vü Mecnun Mesnevisinde Modern Anlatı İzleri, Turkish Studies, International Leylâ, Mecnûn'dan umudunu kesmiştir. Dosta kavuşmak Periodical For the Languages, Literature and History of imkânsızdır. Hayatın bir yük olduğunu düşünür ve ölümü Turkish or Turkic Volume 4/7 Fall 2009, sf.189


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

konusu romanın inşa tarzı, geleneksel hikâyelerde olduğu gibi ‘’buluşma-ayrılma-kavuşma’’ şeklindedir. Leyla ve Mecnun ile Çalıkuşu da bu şekilde incelenebilir. Leyla ve Mecnun ve Çalıkuşu’nda buluşma bölümü benzerdir fakat adı geçen eserlerde ikililerin buluşma yerleri farklıdır. Leyla ve Mecnun’da kahramanlar bir okulda karşılaşırken, Çalıkuşu’nda kahramanlar bir köşkte karşılaşırlar. Bu eserlerdeki kahramanlar zaman içinde birbirlerini severler fakat bir noktada ayrılırlar. Çalıkuşu’nda Feride ile Kamran, ilişkilerine resmiyet kazandırmaya çalışırken, Leyla ve Mecnun, aşkları duyulunca, ayrılmak durumunda kalırlar. Böylelikle iki eserde de ayrılma bölümleri hazırlanmış olur, diyerek ayrılma bölümleri bakımından iki eseri karşılaştıralım. Leyla ve Mecnun’da ayrılma bölümünde baş aktör kahramanların anne babaları iken, Çalıkuşu’nda siyah çarşaflı bir kadın Feride-Kamran ikilisinin ayrılmasına sebep olur. Birinci eserde, yani Leyla ve Mecnun’da ikili, ayrılma sürecinde aşk acıları çeker ve Mecnun, çöllere düşerken Leyla İbn-i Selam’la evlendirilir. Çalıkuşu’nda ise Feride ile Kamran ayrı yollarda hayatlarına devam eder, Feride, diplomasını alıp öğretmen olarak kasabalarda çalışır ve Leyla ve Mecnun’daki gibi ‘’adının çıkması’’ üzerine Feride de Hayrullah Bey’le evlenir. Bahsettiğimiz iki eserin kavuşma bölümü yani son bölümüne baktığımızda kahramanlar kavuşmaktadır fakat ayrıldıkları bir nokta vardır: Çalıkuşu’nda Reşat Nuri’nin attığı düğümler, Feride’nin kasabada evlendiği Hayrullah Bey ve Feride’nin anlattıkları sayesinde çözülmekte ve iki sevgili böylelikle kavuşmuş olmaktadır. Leyla ve Mecnun hikâyesine baktığımızda, Leyla, Mecnun’u divane bir halde görünce Allah’a yalvararak ölmeyi diler ve dileği yerine gelir. Mecnun, Leyla’nın ölümünü Zeyd’den öğrenir ve Leyla’nın kabrini kucaklayarak ağlar, inler ve ölür. Buradan şu sonucu çıkarmak gayet mümkündür: Leyla ve Mecnun’da kahramanlar kötü bir sonla birbirine kavuşurken, Çalıkuşu’nda kahramanların kavuşması mutlu bir sonla gerçekleşir. Karşılaştırdığımız iki eserin kahramanlarını şu şekilde göstermek mümkündür:

Çalıkuşu Leyla ve Mecnun Feride (sevgili) Leyla Kamran (âşık) Mecnun Doktor Hayrullah Bey (rakip) İbn-i Selam Müjgan (aracı) Zeyd Verdiğim tablodan hareketle, şunu söylemek mümkündür: Kahramanlarımızdan Feride-Kamran ve Leyla-Mecnun ikilisi âşık ve sevgili konumundadır. Feride, Kamran’a karşı ilgisiz ve alaycı davranır fakat Kamran, gerek olay örgüsündeki fonksiyonu, gerekse insan olarak, Feride dikkate alındığında- son derece silik ve yapaydır. O, Feride tipinin yaratılabilmesi için bir araç olmaktan öte fazla bir değer taşımaz.5 Bir yandan Leyla ve Mecnun’da Çalıkuşu’ndaki durumun tam tersi yaşanmaktadır. Leyla, Kays’ın Mecnun olmasında ve kemale ermesinde önemli bir rol oynamaktadır. Rakipler yani İbn-i Selam ile Hayrullah Bey, âşıkların kavuşmasında bir köprüdür. İbn-i Selam, Leyla ile evlenir lakin Leyla’nın beddualarıyla ölür. Çalıkuşu’nda Hayrullah Bey, Feride ile evlenir fakat onların ilişkisi bir baba-kız ilişkisidir. Hayrullah Bey, Kamran’a yazdığı bir mektupta Feride’ye iyi bakmasını söylemektedir. Çalıkuşu’nda Feride-Kamran ikilisinin kavuşmasını sağlayan aracı konumundaki Müjgan’dır. Leyla ve Mecnun’da ise Zeyd, bu rolü üstlenir fakat bu hikâyedeki âşıklar, kötü bir sonla yani ölümle birbirlerine kavuşurlar. Fuzuli’nin yazmış olduğu Leyla ve Mecnun ile Reşat Nuri’nin yazmış olduğu Çalıkuşu isimli eser hakkında şu cümleleri söyleyerek bu yazıyı noktalamak istiyorum.: Leyla ve Mecnun, mesnevi nazım şekliyle kaleme alınmış bir anlatıdır. Eser içinde kurulmuş olan olay örgüsü, kişiler ve anlatıcı gibi unsurlar bakımından ‘’roman’’ olarak kabul edilebilecek bir durumdadır. Leyla ve Mecnun, bir aşk hikâyesini anlatmaktadır fakat bu aşk hikâyesi, zaman içinde farklı şekillerde değişerek ve gelişerek, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu isimli yapıtında ete kemiğe bürünmüştür. Edebiyat sahnesine çıkan bu iki eser, yazıldıkları devirde yazarlarına şöhret kazandırmıştır ve kahramanların kemale yani olgunluğa ermesi bakımından birleşmektedirler. Reşat Nuri’ye bu güzel eseri edebiyat sahnesine çıkarttığı için teşekkür ederek, okunup anlaşılmasını temenni ediyoruz. Ruhuna selam ile…

5

ÇETİŞLİ, İsmail, Metin Tahlillerine Giriş/2, Akçağ Yayınları, Ankara, 2009, sf.234


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hayal ile Gerçek Arası: FERİDE Hatice TÜRK

Onunla ne zaman ve nasıl tanıştığımı hiç hatırlamıyorum. Feride nasıl kendini göl içinde balık gibi bulduysa ben de kitabı bir anda elimde buldum. O günden sonra Bursa’nın insanı tarihte sürükleyen sokaklarını birlikte yürüdüğüm kervana Feride’yi de ekledim. Bu sokaklardaki derin sessizliğin içinde her adımda pazarlar kuruldu, seyyahlar geldi, dervişler su dağıttı, bir yoğurtçu nara atarken sırtındaki yoğurdu devirdi. Karmaşa her sokakta bir başka karmaşaya evrildi. Başımı çevirirsem buhar olup uçarlar korkusuyla onları hiç izleyemedim ancak bastığım yerlere kimler bastı, dokunduğum yerlere benden önce kimler dokundu, hangi hislerle geçtiler buralardan diye düşünmek, beni teselli etti. Bazı geceler çatıya çıkıp Zeyniler’e giden dağ yolunu seyredişim belki de hep bu teselliyi aramamdan ileri gelmekteydi. Feride’yi andığım geceler yağışsız bir köy kışında kendimi siyah gri evlerin arasında, Zeyniler’de bulurdum. Açılan kapıların ardındaki asık yüzlere Feride’yi sorardım, tanımazlardı. Kan ter içinde uyanırdım sonra. Uzun süre etkisinden kurtulamazdım bu rüyaların. Feride’nin gittiği yerlere gidip gördüklerinin gerçekliğini teyit etmek isterdim. Ben büyüyordum, Feride ise hala aynıydı. Romanı defalarca okumama rağmen yazarıyla hiç ilgilenmemiştim. Feride ile o kadar meşguldüm ki onun bir hayal olacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Ta ki o makaleye rastlayana kadar… Erkek olmalarına karşın kadın kahramanları başarılı olan yazarlardan bahseden o satırlarda Reşat Nuri ile Feride’yi yan yana görünce sarsılmıştım. Bu bir ihanet gibiydi. Feride orta yaşlı bir adamın hayali miydi şimdi? Hayal kırıklığına uğrayan çocukların mahzun gözleriyle bakar oldum o günden sonra Çalıkuşu’na. Oysa ben gecelerce soluk benizli evler arasında o kırmızı kapıyı aramıştım. Çeçen arabalarının yanık sesli çıngıraklarına sesimi karıştırmıştım.

İçinde yaşadığım için olsa gerek kitabın Bursa’da geçen bölümleri beni daha fazla etkilemişti. Feride’nin görev yaptığı Kız Lisesi’nin önünden geçerken hele hava yağmurluysa o hisli ve bedbaht musikişinas Yusuf Efendi’nin tamburunun sesini duyar gibi olurdum. Ona eşlik edercesine “Pür ateşim açtırma ağzımı zinhar Zalim beni söyletme derunumda neler var.” dizelerini mırıldanırdım. Bir yerde onunla dert ortağı olurduk. Değil mi ki ikimiz de Feride seviyoruz? Herkesin kendi Feride’si vardı sonra, ne müthiş! Bugün Kız Lisesi’nden Karabaş-ı Veli Tekkesi’ne doğru çıkarken içimden bir ses Feride’nin ayak izlerinin buralarda olduğunu söylüyor. Fakat hemen peşinden bir başka ses “Hayır, o yalnızca bir hayaldi.” diyor. Ben ikisini de umursamıyorum. Dudaklarıma kocaman bir gülümseme kondurup “Hayalse de güzel, gerçekse de güzel!” deyip geçiyorum…


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

REŞAT NURİ Güntekin’den Muhsin Ertuğrul’a Mektup Ankara, 2 Kasım 1943 Kardeşim Muhsin, Sana bu mektubumla beraber bir de defter gönderiyorum. Bu bir piyestir. Yaprak Dökümü adındaki on beş senelik bir romanımdan çıkardım. Romanı belki unutmuşsundur. Fakat hatırlarsan da tanımayacaksın. Çünkü piyes haline geçerken, kendimin bile kolayca tanıyamayacağım kadar, kılık değiştirmiştir. Bizim inkılâbımız ikidir: İçtimai müesseselerimizdeki inkılâp, aile hayatımızdaki inkılâp. Yahut istersen eski, kapalı ve muhafazakâr bir hayattan yeni, hür hayatımıza geçiş de. Birincisinin mucize denecek kadar kolay geçmiş olmasına mukabil, ikincisi güç olmuştur ve hele büyük şehirlerin aile hayatında büyük sarsıntılar yapmıştır ki böyle olması zaruriydi de. Üstelik bu inkılâbın harp sonu adı verilen bütün dünya için karmakarışık devre tesadüf etmesi, vaziyetimizi büsbütün güçleştirmiştir. Yaprak Dökümü ufak tefek serpintileri hala devam eden o fırtınanın masalıdır. Bir yabancının hatta bir düşmanın eseri gibi dikkatle okumanı rica ederim. Sahneden bir şeye benzeyeceğini tahmin edersen ne ala. Yoksa bana iade edersin. Bunu arkadaşlığımızın bir vazifesi olarak senden beklerim. Eski arkadaşlığımız; hem ne kadar eski. Yirmi beş sene, belki hatta daha fazla. Bir bakıma ne uzak fakat bir bakıma da ne yakın bir zaman, birbirimize ait birçok şeyler biliriz. Fakat benim şimdi bu mektubu yazarken daha dünkü bir vak’a gibi hatırladığım bir tanesi var ki, galiba sana anlatmadım: Seni ilk defa nasıl tanıdığım. Bu aynı zamanda tiyatro muharriri olmaya karar verdiğim günün de tarihi olduğundan benim için çok ehemmiyetlidir. Sana anlatıvereyim: Çocukluğumda tiyatroya çok düşkündüm. O zamanki İstanbul’un hemen bütün çocukları gibi. Fakat okuyup yazmayı biraz doğrulttuktan, hele roman ve şiir okumaya başladıktan sonra tiyatro bana kaba ve iptidai görünmüştü. Bahsettiğim tarihte Bursa Sultanisi’nde Fransızca muallimiydim. Yirmi bir buçuk yaşında içi içine sığmayan ve hayatta ne yapacağını henüz kestiremeyen gepgenç bir çocuk… Ara sıra arkadaşlarla tiyatroya giderdik. Ahmet Vefik Paşa’nın vaktiyle Moliere oynatmak için yaptırdığı o küçük ve şirin tiyatroya ara sıra tuluat kumpanyaları ve onlardan daha gülünç dram kumpanyaları uğrardı ve biz birkaç muallim arkadaş onlarla alay etmeye giderdik.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir yaz gecesi yine o niyetle tiyatronun arka sıralarına dizilmiştik. Sen rahmetli Celal Sahir’in tercüme ettiği Simone’u oynuyordun. Daha perde açılmadan başlamış tebessümlerimiz acayip bir surette dudaklarımıza yapışıp kaldı. Alay etmeye gidip, kendisiyle alay edilecek vaziyette geri dönmek hoş bir şey değildir. Galip, Behzat, Kemal, Emin ve sonradan kaybolmuş birkaç çehreyle o ne güzel gruptu. Ertesi, daha ertesi geceler Courteline’in ‘’Boubouroche’’unu , ‘’Fener Bekçileri’’ni ve daha birkaç küçük piyesi ne derin ve temiz bir aşkla oynadığınız bugünkü gibi gözümün önündedir. Netice o oldu ki tiyatro ile alaya gelen yirmi bir buçuk yaşındaki sultani muallimi kapıdan çıkarken tiyatro muharriri olmaya ve bütün hayatı müddetince ondan başka bir şey olmamaya karar vermiş bulunuyordu. O gece kendi kendime karşı verdiğim karara ancak sekiz, on sene sadık kalabildim. Kendindeki hakiki kuvvet ve istidadı ölçmeden, istikbal, yahut kaderin sürprizlerini hesaba katmadan bütün hayat için angaje olmak ancak o yirmi bir buçuk yaşın sevimli vergisi, aynı zamanda da bir ihtiyatsızlığıdır. Hulasa, sekiz, on senelik bir tecrübeden sonra rotamı başka bir ufka doğru çevirdim. Sahneyi boşlamış olmakla beraber bana onu sevdirmiş olan sanatına büyük hürmetimi, şahsına dostluğumu aynı kuvvetle muhafaza ettiğimi söylemeye bilmem lüzum var mı? Yirmi bir buçuk yaşın sevgileri ve hayranlıkları, zannederim ki hayatımızın birbirine zıt rüzgârlarla her gün silinip süprülen kubbesinde baki kalanlar yalnız onlar oluyor. Gözlerinden öperim.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Güzel Kokulu Kitap Seneler seneler evveldi… Televizyonda yayınlanan Sıla adında bir dizi vardı. Bu diziyle birlikte alışverişe çıktığınız her yerde sabit bir ilan görürdünüz: “Sıla tokası geldi!” Sıla dizisi bitti, tokası alanların mücevher kutularında kaldı… Hatta şimdi aklıma geldi de bir ara da Berivan dövmesi modası vardı. Sıla tokası iyi mücevher kutularında kaldı; ama Berivan dövmeleri insanların vücudunda kaldı. Neyse, Sıla’dan sonra aradan biraz daha zaman geçti. Bir Aşk-ı Memnu fırtınası esti memlekette, kafayı takacak başka hiçbir şey yokmuş gibi. Bu defa da “Bihter kolyesi geldi” şeklinde afişler görmeye başladık. Tabİi internet camiası durmadı, son bölümde kendini vurdu diye “Bihter tabancası geldi.” şeklinde afişler hazırlayıp fotoğrafladılar. Belli bir kesim de dizilere bu kadar saplanıp kalmanın karşısında olduklarını bu şekilde belirttiler. Yine Aşk-ı Memnu dönemiydi. Sosyal medya sitelerinden birinde bir fotoğrafa denk geldim. Bir parfümerinin camına yapıştırılmış bir ilandı ve şu yazıyordu: “Bihter parfümü geldi!” Bu ilanı gördüğümde bir durdum. Önce birilerinin zıpırlık peşinde olduğunu düşündüm. Çünkü bir dizide kullanılan bir parfüm nereden bilinebilirdi ki? Televizyonlar bildiğim kadarıyla sadece görmeye ve duymaya yarıyordu. (Bir de beyin yıkamaya!) Bu haberin üzerine güldüm geçtim. Çok durmadım üzerinde. Ama daha sonra çarşıya çıkıp tesadüfen önünden geçtiğim bir parfümeriye giren müşterinin satıcı hanımefendiye “Affedersiniz sizde Bihter’in parfümü var mı acaba?”diye sorduğuna bizzat şahit olunca kızdım. Yahu, “Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu’su sizde var mı?” diye bir kitapçıya girilip de bu kadar çok sorulmuyor yani… Bugünlerde bir internet sitesinde dolaşırken “Çalıkuşu Parfümü” diye bir şey gördüm. Herhalde Fahriye Evcen’in dizide kullandığı parfümü şimdi de piyasaya sürdüler diye düşündüm. Çünkü hem üreticiler hem de satıcılar bu işten çok güzel kazanç elde ediyorlar. Biraz işi bilen üretici pat diye bir Çalıkuşu Parfümü çıkarmış olabilirdi…

Tuğçe ERKOL

Değilmiş… Çalıkuşu parfümü benim düşündüğümün aksine diziden tamamen bağımsız olarak oluşturulmuş bir şeymiş. Şimdi gelelim oraya… Roman ilk yayımlandığı zaman memleketi kasıp kavurmuş; insanlar çocuklarının isimlerini Feride koymuş; memleketin durumunun farkında olan bir avuç aydın aileden yetişen genç kızlar öğretmen olup idealleri uğruna Anadolu’ya gidip yeni Ferideler yetiştirmek derdine düşmüşlerdi. İşte o günlerde bizden çok daha önce Avrupa’da moda olan bir şey gelip Türkiye toprakları üzerinde ilk olarak Çalıkuşu romanını bulmuştu.

Avrupa’da parfümeri uzmanları okuyup beğendikleri romanlar ve şiirlerden sonra düşünüp o karakterlere, o konuya, o duyguya uygun olarak birer parfüm hazırlayıp piyasaya sürüyorlardı. Biz şimdi Bihter kolyesi alıyoruz televizyondan gördük diye; onlar da o zamanlar okudukları eserlerin parfümlerini alıyorlarmış. Avrupa’da başarılı tiyatroların, operaların, romanların konularına ya da genellikle karakterlerinin verdiği ilhamlarla ortaya çıkan parfümler, kozmetolojinin Avrupa’da yaygınlık kazandığı tarihlerden beri vardı. Özellikle 20. Yüzyılın ilk çeyreğine verilen La Belle Epoque yani Güzellik


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çağı’nda bu durum oldukça yaygındı. Bunların başında Türkiye’ye savaş açan kendi ülkesi Fransa’nın karşısında durup Osmanlı Devleti’nin yanında olan, Milli Mücadele Döneminde Atatürk’ü savunmasıyla ve en çok da Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler adlı eserinden adına aşina olduğumuz Claude Farrere’ye ait olan ve 1905 yılındaki JaponRus Savaşı’nda yaşanan bir aşkı konu eden La Bataille romanından esinlenerek 1919’da Mitsouko adında bir parfüm üretildi. Puccinin’nin ünlü operalarından olan Turandot’dan yola çıkarak Liu adında bir parfüm aynı üretici firma tarafından üretildi. 1922’de Çalıkuşu yazılıp okurlarıyla buluştuktan sonra toplumda birçok değişiklik gerçekleşti. Birçok genç kız özgürlüğüne düştü, öğretmen olmak istedi, aileler yeni doğan kızlarına Feride ismini verdi. Bunun gibi toplumsal girişimlerin yanı sıra Türk tarihi için önemli bir şey daha oldu. İlk defa bir edebi eser parfüm oldu. İzmirli koleksiyoner çift Aybala ve Nejat Yentürk, Osmanlı’nın Kozmetik Tarihi üzerine çalışırken buldular Çalıkuşu parfümünü. Aybala Yentürk vermiş olduğu bir röportajda şunları söylemişti parfüm ile ilgili: “Çalıkuşu parfümü hem Türk edebiyatı hem de Türk parfümcülüğü açısından bir ilk. Avrupa'da örnekleri var ama Anadolu'da ilk kez bir firma, Altunçiçek firması bir eserden ilham alarak parfüm üretiyor.” Üretilen parfümün maalesef ki kendisini bilemiyoruz. Koleksiyoner Aybala Yentürk dönemden yola çıkarak o yılların özgür kadınları için üretilen Channel No:5’e benzeyebileceğini söylüyor. Channel No:5 tamamen yapay olan aldehit denilen uçucu bir alkol oksit. Yapay kokusundan dolayı da oldukça ağır bir parfüm. Ancak o dönemin modası böyle. Gerçi Feride de kendi dönemi içinde özgür bir kadın gerek aşkıyla, gerek aile içindeki rolüyle, gerek arkadaşlarının arasındaki haliyle. Ama yine de Batı ile Doğu arasındaki “özgür kadın” ayrımının o dönem için büyük farklar yarattığını düşünürsek kokusu bence Channel No:5’e benzemiyordur. Bence Çalıkuşu’nun yabani hallerine uygun olarak odunsu

bir koku olabilirdi ya da bunun tam tersi olarak gül be şekerli… Kokusunu ya da ortaya çıkışını bir kenara koyarsak Çalıkuşu parfümü dünya kozmetik tarihi açısından da başlı başına büyük bir öneme sahip. Çünkü bu parfüm, kokusundan ziyade sunumu açısından birebir romanla ilişkilidir. Kitap şeklinde bir kutusu ve kutunun kapak bölümünde de Osmanlıca harflerle kitabın en sonundan bir alıntı vardır: “Feride bütün vücudu titreyerek ayaklarının ucunda yükseldi. Genç adamı omuzlarından çekti. Vücudunun bütün kanı dudaklarında toplanmış, boynunu uzattı.” Bir parfüm düşünüldüğü zaman çok da güzel ve manidar bir alıntıyla kullanıcısına sunulur Çalıkuşu. Kitap okuyucusuyla buluşalı tam 94 yıl oldu. 94 yıldan beri Çalıkuşu öncelikle romanıyla en çok okunan ve en çok beğenilen romanlar arasında yer alıyor; sonra dizi ve film uyarlamalarıyla reyting listelerinde iyi yerlere yükseliyor; ancak parfümüyle de hala daha tek olma özelliğini elinde tutuyor…


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Reşat Nuri’in Balıkesir Muhasebecisi Necip Fazıl’ın Para’sı Mehmet ALTINOVA

Toplumu aydınlatmanın en etkili yolu, topluma onların yaşamını aksettirmek yahut olması gereken davranışı onlara göstererek anlatmaktır. Bunun yolu da şüphesiz tiyatro yahut sinemadır. Namık Kemal de “Tiyatrodan Bahseden Arkadaşlara” adlı makalesinde “Eğlencelerin en edebîsi, binaenaleyh en faydalası” diyerek bu türü tarif etmektedir. Batı dünyasında tiyatronun pek çok işlevi vardır. Onlar, tiyatroyu öncelikli olarak bir eğitim şekli olarak görmektedir. Halk, epistemolojik1 olarak yetkin bir seviyeye ulaştıktan sonra artık tiyatro, eğitimden ziyade bir eğlence aracı olarak görülmüş ve benimsenmiştir. Bugünün dünyasında da bu kanı geçerlidir. Tiyatro ile ilgili tanımlamaları ilk yapan Aristotales’tir. Onun Poetika’sı aynı zamanda dünya edebiyatının ilk kuramsal kitabı olma özelliği taşır. Aristotales, tiyatroyu iki türe ayırır. Bunlardan ilki komedidir. Aristotales, tiyatronun bu türünü “Komedi, ortalamadan daha aşağı olan karakterlerin taklididir.”2 şeklinde tanımlar. Komedi türünde temel amaç, öğretilmesi gereken bazı davranışları güldürerek öğretmektir. İkinci bir tür olan tragedyanın amacını da şu şekilde açıklamaktadır, “Tragedyanın ödevi, uyandırdığı acıma ve korku duygularıyla ruhu tutkulardan temizlemektir.”3 Görüldüğü üzere burada güldürü unsurunun yerini korku almıştır. Bu temel ayrımın neticesinde farklı uygulamalar sahneye konmuştur. Batı ile doğunun ruhu temizleme, korkudan arınma veya ruhu besleme anlayışı farklıdır. Öyle ki doğu 1

Epistemolojik temel, edebiyatta genel olarak ulaşılmak istenen davranışın ön bilgisini ifade eder. Ayrıntılı bilgi için bkz. Jale Parla, Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, İletişim Yay.; Mahmut Ay, “Sufi Teolojinin Peygamberlik Algısı”, A.Ü.İ.F.D.XLIX(2008), say.1, s.17-47. 2 Aristotales, Poetika, Çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, 2012, s.20. 3 Aristotales, a.g.e., s.22.

medeniyetinde daha çok nesirle, merkezinde Kur’an olan bir temizleme modeli vardır. Müzekki’n Nüfus (Nefislerin Tezkiyesi/Arındırılması) eserine bakıldığı zaman, arındırma arasındaki farklar belirgin olarak görünür. Tiyatronun çeşitli türleri kültürümüzde bulunsa da batılı anlamda tiyatro, Tanzimat ile birlikte gelmiştir. Elbette ki tiyatroyu Tanzimat’ın birinci dönemine mensup şahsiyetler, bir eğlence aracından ziyade toplumu eğitmek için bir vesile görmüşlerdir. Dolayısıyla bu dönemde yazılan tiyatro metinleri, bir bakıma en az Nabi’nin Hayriye’si, Sümbülzade Vehbi’nin Lütfiyyesi kadar didaktiktir. Tercüman-ı Ahval’de yayımlanan Şair Evlenmesi’nde bir toplum eleştirisi yapılması, Vatan Yahut Silistre’de vatanın bütünlüğü konusunda tek bir toprak parçasının


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bütün vatana eş değer olması söz konusu edilir.4 Hususiyetle Tanzimat’ın ikinci dönemine mensup edebiyatçıların, yönetim baskısından dolayı daha çok okunmak için piyesler yazması aslında görselliğin toplumu nasıl galeyana getirebildiğini göstermektedir.

ve Tanrı Dağı Ziyafeti (1971) adlı oyunlarını yazmıştır. Bunların hepsi toplumdaki ikiyüzlülüklerin, soyguncuların, çıkarcıların teşhirini hedefler.”6

Necip Fazıl Kısakürek ise daha çok şair yönüyle ve fikir yazılarıyla ön plana çıkmış bir mütefekkirdir. O da tıpkı Reşat Nuri Güntekin gibi edebiyatın farklı alanlarında ürün vermiş, tiyatroda ise Bu yazıda sizlere toplumu eğitmek için edebiyatın toplumun aksayan yönünü ele almıştır. 1935’te pek çok türünde eser veren Reşat Nuri Güntekin’in ilk eseri Tohum’dan sonra üst üste kendisine tiyatro metinleri hakkında bilgi verip onun “Balıkesir şöhret getiren bir Adam Yaratmak (1938), Muhasebecisi” tiyatro metniyle Necip Fazıl Künye(1940), Sabır Taşı(1940), Para (1942), NâmKısakürek’in “Para” adlı piyesini mukayese etmeye ı Diğer Parmaksız Salıh (1949)’i yazmış ve 1964’te çalışacağım. Reis Bey’i7 yazana kadar tiyatrodan uzak durmuştur. Bundan sonra Ahşap Konak (1964), Reşat Nuri Güntekin’in edebiyat dünyasına girişi Siyah Pelerinli Adam (1964), Yunus Emre(1969), tiyatro metinlerini tenkit etmesiyle gerçekleşir. Bu Bir Adam Yaratmak (1938), Abdülhamit Han (1969), Kanlı Sarık (1970), Mukaddes Emanet yüzden yazar bu türün tüm inceliklerini (1970)’i yayımlamıştır. 8 “Para” ilk bilmektedir. Bu da kuşkusuz onun yeni defa Muhsin Ertuğrul tarafından tekniklerle daha az kusurlu yapıtlar sahneye konmuş ve 1941-42 vermesine olanak sağlar. Yazar ilk Reşat Nuri Güntekin’in kışında İstanbul Şehir başta tiyatro eseri olarak edebiyat dünyasına girişi Tiyatrolarında temsil tasarladığı pek çok eserinde, edilmiştir.”9 tiyatro metinlerini tenkit toplumun eksikliğini, etmesiyle gerçekleşir. Bu Reşat Nuri, yukarıda da aksamalarını temel alarak yüzden yazar bu türün tüm belirttiğim üzere topluma göstermeyi inceliklerini bilmektedir. Bu da eserlerinde daha çok amaçlar. Bu kusurları gören ahlaki düşüklüğü konu kuşkusuz onun yeni tekniklerle toplum da kendini alır. İnci Enginün, mezkur daha az kusurlu yapıtlar düzeltecektir. “Tiyatrolarında metnin telhisini şu şekilde vermesine olanak sağlar. romanlarında ele aldığı konuları yapar; “Özellikle Balıkesir Muhasebecisi ferdin, toplum işleyen yazar Yaprak Dökümü’nü ve aile etkisiyle ahlak (1971) ve Eski Hastalık’ı [Eski Şarkı anlayışından fedakârlık etmesi (1971) adıyla] oyunlaştırdığı5 gibi Hançer sonucu içine düştüğü durumda, ailesini de (1920), Eski Rüya (1922), Ümidin Güneşi(1924), kendisini desteklemek zorunda bırakmasını çok Gazeteci Düşmanı, Şemsiye Hırsızı, İhtiyar Serseri (üç etkili şekilde anlatmıştır. Kendi hâlinde, dürüst ve oyun, 1925), Taş Parçası (1926), Bir Köy Hocası iyi bir insan olan muhasebeci Tahir Bey, (1928), Babür Şah’ın Seccadesi (1931), Bir Kır İstanbul’daki büyük bir firmanın teklifini, yoksulluktan bıkan karısını susturmak için kabul Eğlencesi (1931), Ümit Mektebinde (1931), Felâket eder. Bir müddet sonra zenginleşirler, artık Tahir Karşısında, Gözdağı, Eski Borç (üç oyun, 1931) İstiklâl Bey toplumda vurguncu diye anılmaktadır ve (1933), Vergi Hırsızı (1933), Hülleci (1933), Bir bundan sonra aile fertleri de memnun değildirler. Yağmur Gecesi (1943), Balıkesir Muhasebecisi (1971) Özellikle oğlu hem paranın sağladığı rahatlıktan yararlanmakta hem de durmadan namus 4 hakkında nutuklar çekmektedir. Bir gece Tahir Ayrıntılı bilgi için, bkz. Namık Kemal, Vatan Yahut Silistre, Akçağ yay., 2012., ayrıca bkz. Alev Sınar Çılgın, “Vatan Yahut Silistre’de Vatan Kavramı”, U.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, c.6, say.9, s.135-145. 5 Romanı tiyatrolaştırma tekniği yeni bir oluşum değildir. Örneğin, Recaizade Mahmud Ekrem’in Atala piyesi Francois – Rene de Chateaubriand’ın aynı adla yayımlanan romanından tiyatral hâle getirilmiştir. Hatta kendisi bu işi yalnızca birkaç saatte yaptığını ifade eder.

6

Enginün, İnci, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, Dergâh yay., 2015, s.180 7 “Reis Bey” tiyatrosu ile ilgili yazı için bkz. Sultan Demirtaş, “Reis Bey’i İzlemek”, İncir Çekirdeği Dergisi Sayı 24, Mart 2016 8 Enginün, a.g.e., s.186-187 9 Kısakürek, Necip Fazıl, Para, Büyük Doğu yay., 2.bs., 1987, s.6


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bey’in tevkif edilmesi herkesi yeniden düşündürür. Tahir Bey evine döndükten sonra, bütün aileyi toplar ve neleri var neleri yoksa elden çıkararak yeniden Balıkesir’e döneceklerini bildirir. Az önce söylediklerini unutanaile fertleri, uzak yakın hısımlar telâşlanır. Yazar ahlak ve zenginlik ikilemi arasında kalan insanların be kadar ikiyüzlü olabileceklerini teşhir ettiği bu sahnede, sözde ahlaklı görünenlerin, iş kendilerine dokunduğu zaman parayı tercih edeceklerini açıkça ortata koyar.”10 Necip Fazıl Kısakürek de merkeze parayı koyup insanların para için neler yapabileceğini gözler önüne sermiştir. Kısakürek, bütün parasını hayır işlerine yatıracağını söyleyince aile efradının tepkisi şöyle olur; Oğlu- Fakat baba, iyice düşündünüz mü? O- Toy ve aceleci delikanlı!. Nerede kaldı deminki heyecanın?. Nerede kaldı mahut edebiyat, ulvi menfaat kutuplarının hakları? Oğlu- Baba! O- Ne babası var, ne abası; kararım karar…11

Necip Fazıl, “O” karakteriyle “O”nun ailesine blöf yapar. Kızı ve babasından izinsiz nişanlanan kızı ve nişanlısı durumu “O”nun hususi katibinden öğrenmiş ve ona göre hareket etmiştir. “O” da durumu fark etmiş ve kızının itirafıyla gerçeği

10 11

Enginün, a.g.e., s.181 Kısakürek, a.g.e., s.47

tasdiklemiştir. Daha sonra “O” şu şekilde herkese haykırmış, âdeta bir ders vermiştir; O- (Herkese birden.) Bugün hepinize birden, (Hususi Katibini gösterir.) en yakın adamımdan (Öbürlerini gösterir.) etimin, kanımın mahsulu yakınlarıma kadar, herkesin iç yüzünü belirten bir oyun oynadım. Hayır işleri, mayır işleri hepsi lâf… Noterimize imzaladığım şey, belki bana on mislisini getirecek olan, sadece yüz binlik bir teberru… Malımın, mülkümün hepsini birden, gûya bir hamiyet sar’asile hayır teşekküllerine bağışlıyormuşum gibi, kendime ve Noterime sahte bir surat takındırdım. Hakkınızda tam bir karar vermeye ihtiyacım vardı. (Hususi Katibine bakar.) Attığım ağın içinden, beklenmedik balıklar da çıktı. (Karısına ve Oğluna döner.) Karımla oğlum, ağızlarında binbir vicdan yalanı, paramdan başka hiçbir şeye kıymet vermediklerini belli ederken, (Kızına ve kızının nişanlısına döner.) Kızımla nişanlısı, bana hakkın suratinden görülmeğe kadar vardılar. (Hususi Katibine karşı) Bak; ileride kim bilir nasıl bir lûtuf bekleyerek sırrımı lûtfettiğim insanların becereksizliğini gör! Hiç sana böyle aptallık yakaşır mı? ( Çoluğuna çocuğuna karşı) Ahlak masalından vazgeçtim ve onu hiçbir zaman size tavsiye etmedim; fakat gerçekten böyle aptallıklar size yakışır mı? Korkmayın hepinizi affediyorum! Elverir ki beni tanıyın, hâkimiyetimi görün ve mahkûmiyetinizi kavrayın! Ahlak yok akıl var. Üstün menfaat hesabı var. İşte bütün felsefem ve usulum! Enselenmeyecek hırsız, çalsın! Enselenecek olan da dürüst kalsın! Hırsızlık, namussuzluk olduğu için değil enselenmek namussuzluk olduğu için… Size tavsiye ettiğim hayat seciyesiyle, bana karşı seciyeniz arasındaki tezadları barıştırdınız mı,


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

külahlarınızı havaya atabilirsiniz; ahlak yok, masal yok, mefkure yok; akıl var, hâdise var, üstün menfaat hesabı var!”12 Burada da görüldüğü üzere Necip Fazıl, metin içerisine “para”yı ortaya koyarak onun çevresinde bir ailenin yaşantısını bununla birlikte aile içerisindeki ahlaksızlık, babadan habersiz iş çevirmek, sırları ifşa etmek gibi toplum içerisinde menfi durum olarak bilinen olguları anlatmıştır. Aynı şekil, Güntekin’in Balıkesir Muhasebecisi’nde de geçerlidir. Orada da para gelsin de nasıl gelirse gelsin anlayışı vardır; “Demek işe devam… O hâlde kabul… Fakat bir şartım var… (Yine bir sükût) Benim şahsım için o kadar mesele yok. (Acı bir sırıtma ile) Allah insanı doğru yoldan çıkarmaya görsün… Bir kere ar damarı çatladı mı tamamdır mesele… yani ben yine yürürüm… Bir gün yine hapishaneye yolum düşerse ona da eyvallah.(Yine bir sükût) Şartıma gelince; idealist oğlum Necdet başta olarak sizin hepinizin oy birlğiyle yeniden bu yola girdiğimi unutmayacaksınız… Hepiniz artık müttefiklerim, ortaklarımsınız… ( Birdenbire korkunç ve komik bir öfke ile bağırarak) Bir kere daha birbirinizin ağzından ideal mideal diye bir lâkırdı işitirsem

kemiklerinizi kırdığımın resmidir… Hem vurguncu hem evliya öyle yağma yok. Ya o ya bu.”13 Sonuç olarak öğretmenler romancısı Reşat Nuri Güntekin14, halkı aydınlatmak, ideal toplum düzenini sağlamak için tiyatroyu bir araç olarak kullanmıştır. Yazdığı pek çok oyunda menfi meseleleri ön planda tutarak insanları bilinçlendirmeyi amaçlamıştır. Oyunlarının bazılarını romandan uyarlamış bazılarını da doğrudan oyun şekilde yazmıştır. Necip Fazıl Kısakürek de “para”yı bir meta olarak ele almış ve oyununun içerisinde yerleştirmiştir. O da tıpkı Güntekin gibi tiyatroyu insanların gerçek yüzünü göstermek için bir araç olarak görmüştür. Her iki eserde de “para/servet” mefhumu ana karakter hüviyetindedir. Yıllar önce yazılan bu iki oyun, yine de bugünümüze maalesef hitap etmektedir.

13

Enginün, a.g.e., s.181 Emil, Birol, “Öğretmenler Romancısı Reşat Nuri Güntekin”, M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, Say.2, 1990. 14

12

Kısakürek, a.g.e., s.56-57


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TOPLUMUN GELECEĞİ ÖĞRENCİLER ise GELECEĞİN MİMARLARI ÖĞRETMENLERDİR Kübra TARAKÇI “Dünyanın her yanında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakâr ve saygıdeğer kişileridir.” Mustafa Kemal ATATÜRK Merhaba değerli okuyucu... Bu ay ölüm ve doğum yıl dönümünde dosya konumuz olan Reşat Nuri’ye dair yazı kaleme alma söz konusu olunca ben de bir öğretmen olarak Reşat Nuri’yi ele almayı istedim… Reşat Nuri’nin de mesleği olan öğretmenlik ne kutsal bir görevdir… (En azından benim nazarımda) Öğretmen ilkokulda çocuğun ikinci ailesi, ortaöğretimde idolü, üniversitede kariyerine giden yolda bir ışık… Bazı şeyler için “her yiğidin harcı değildir” derler ya bence öğretmenlik de böyle bir meslek. Herkes öğretmen olamaz, olmamalıdır da. Bir toplumun, bir neslin size emanet edildiğini düşünün. O nesli kömür karası yapmak da sizin elinizde, aydınlık geleceğimizin mimarları yapmak da sizin elinizde. Kimileri öğretmen olmak için doğmuştur ve aklı erdiği andan itibaren öğretmen olmayı seçer kimi de Feride gibi bir kaçış için seçer. “Nitekim Feride öğretmenliğe kariyer olarak başlamamıştır. O bu mesleği acı bir tesadüfe borçludur. Dame de Sion’u bitirip evlilik hazırlıklarına başlamışken düğüne birkaç gün kala, bir kadın köşke gelerek Feride’ye nişanlısı Kamran’ın bir aşk mektubunu verir. Kamran o sıralarda sefaret kâtipliğiyle bulunduğu İsviçre’de Münevver adlı bir kadına âşık olmuştur.“Sarı çiçek” macerasını öğrenen Feride müthiş bir izzetinefis yarası ve hayal kırıklığı içinde hemen o akşam köşkü terk eder. İstanbul’dan kaçmaya karar verir. Feride kolej diplomasının kendisine sağladığı tek yaşama imkânı olan öğretmenliğe bu kaçışla başlar. Öğretmenlik onun için bir kaçış ve kurtuluşun, aşk ihanetinden, geçim derdinden, ferdi ızdıraplardan

kaçıp uzaklara, çok uzaklara sığınmanın tek imkânıdır. Ama kendisinin de söylediği gibi hesapları doğru çıkmaz. Sonunda öğretmenliği ferdi ızdırap ve fakirliği unutturan yüksek bir değer ve bir yaşayış tarzı olarak benimser.”1 Tanpınar da bu inatçı aşığın idealist bir öğretmene dönüşümünü şöyle anlatır: “Zaten Çalıkuşu’nda bir 1

Birol EMİL, “Öğretmenler Romancısı Reşat Nuri Güntekin”


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

çeşit ikilik vardır. Feride’nin aşkı ve dargınlığı, hikâyenin mesut bitişi ayrı, onun hüviyetini birden bire elde eden ifadesi, yalnızlığı ve bilhassa bu yalnızlıkta bulduğu âlem ayrı şeylerdi”2

üçünde Feride, Ali Şahin(Yeşil Gece), Ömer (Kan Davası) gibi esas kahramanlar, diğer romanlarında da ikinci plandaki kişiler hep bu meslektendir. Bunda yazarın önemli bir gayesi vardır. Cumhuriyet sonrası Türk romanında Cumhuriyet kazanımlarıyla donatılmış öğretmen tipinin 80’li yılların başına kadar önemli bir yer tuttuğu görülür. Pek çok romancı gibi Reşat Nuri de Cumhuriyetin bu yeni değerler bütününü topluma ulaştırmanın bir yolu olarak, bu sebeple romanlarında çoğu kez idealist öğretmen tiplerine yer vermiştir.

Reşat Nuri ve öğretmenlik bir araya gelince şüphesiz ilk akla gelen yukarıda da küçük bir tahlil kesitine yer verdiğim “Çalıkuşu” olur. Güntekin Çalıkuşu romanıyla Milli Mücadele yıllarının Anadolu’sunu Feride’nin gözünden okuyucuya sunmaya çalışmıştır. Yazar, herkesin kaçtığı, gitmekten korktuğu Anadolu’ya, gönüllü genç kız öğretmen olarak Feride’yi gönderir. Feride eğitim ve öğretim savaşı Bir aşk romanı gibi okunan Çalıkuşu, aynı veren, güçlükler ya da yıkıntılar zamanda Cumhuriyetin ilk yıllarının eğitim ve karşısında boyun bükmeyen, öğretim sorunları olmak üzere, Reşat Nuri de başkalarına sığınarak korunmaya Anadolu’nun fakirliği, bakımsızlığı ve Cumhuriyetin bu yeni çalışmayan kadın tipini temsil geriliğine, halkın zihniyet etmektedir. problemlerine ve insanların meslek değerler bütününü hayatında karşılaştığı sıkıntılara da topluma ulaştırmanın bir Eğitimci Cevat Dursunoğlu bu yer vermektedir. Eğitimci olması yolu olarak romanlarında konuda şunları söyler: “Türk nedeniyle Reşat Nuri’nin en geniş çoğu kez idealist devriminin ertesinde yurdun olarak işlediği konudur eğitim. öğretmen tiplerine yer yoksul çevrelerine yayılan kız Yazara göre eğitim ile öğretim bir vermiştir. öğretmenler, gittikleri uzak arada yürütülmelidir. Reşat Nuri zaman kasabalarda, köylerde Feride’nin zaman özellikle çocukların eğitiminde başından geçenleri okuyarak, onda bir tutulacak yol üzerine düşüncelerini de açıklamıştır. alınyazısı ortağı görüyorlardı. Çalıkuşu onların dayanma güçlerini artırıyordu.” Reşat Nuri Güntekin başta bu eseri olmak üzere pek çok romanıyla biz öğretmenlere kutsal görevimizde Nurullah Ataç ise roman hakkında şunları söyler: ışık olmuştur. Öğretmenlik mesleğini nasıl “Reşat Nuri Güntekin o romanı ile büyük iyilik etti bu sürdüreceğimiz ise bize kalmıştır. Öğretmenliği ne topluma, nice kimseleri okumaya alıştırdı.” amaçla seçtiğiniz önemli değil. Önemli olan soru şudur: Renksiz dudaklara gülümsemeyi öğretebildik Feride’nin hatıra defterinde şu satırlar yer alır. mi, durgun gözlere ışıltı olabildik mi?... “Onlara (öğrencilere) biraz hayat ve neşe de vermek istiyordur. İşte bu bir türlü kabil olacağa benzemiyor. Bu köyün evleri, sokakları, mezarları gibi çocuklarında da siyah bir neşesizlik var. Renksiz dudakları gülmek ne olduğunu bilmiyor, durgun gözleri ağır bir melâl içinde ölümü düşünüyor gibi.” Reşat Nuri için “öğretmenler romancısı” ifadesi Prof. Dr. Mehmet Kaplan tarafından kullanılmıştır. Yazarın vefatı üzerine yazdığı bir makalede onu “öğretmenler ve memurlar romancısı” olarak nitelendirmiştir. Zira Reşat Nuri’nin 19 romanından 2

Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yayınları


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Başka Çalıkuşu Hikayesi Aslı Saadet Karaman İnsanın hayatı bir kitaba eş değer olabilir mi? Yahut bir insan kendini okuduğu bir kitaba bu kadar ait hissedebilir mi? Siz doğmadan önce yaşamış bir yazar, sizi size anlatabilir mi? Eğer kitabın ismi Çalıkuşu; yazarın ismi Reşat Nuri Güntekin ise bu soruların cevapları ‘’EVET’’tir. Bunu kanıtlamak için, içimdeki çalıkuşundan size bahsedeceğim. Size bunları anlatırken belki de içinizde bir çalıkuşu yetişmesine vesile olurum kim bilir… Çalıkuşu benim için sadece bir kitap değildi, her okuduğumda yepyeni şeyler öğrendiğim, birlikte büyüdüğüm ve bana yol arkadaşı olandı. Feride bendim, ben Feride’ydim. Kahramanıyla tanışmam lise yıllarımda oldu. Bu sıralarda kendimi tanımak ve nasıl biri olduğumu bulmak istiyordum. Daha sonra ‘’Çalıkuşu’’ ile tanıştım ve kitabın bir cümlesinde kendimi buldum. Baş karakter Feride : ‘’Ben duygularımı sözler ile anlatamam, çok sevindiğim vakit karşımdakinin boynuna atılmak ,onu hırpalamak isterim’’, diyordu. Bu cümleler karşısında nutkum tutulmuştu. Çünkü bu kelimeler tam da beni ifade ediyordu. Reşat Nuri, sanki beni görmüş ve yazmıştı. Evet öyleydi, sevindiğim zaman ben de Feride gibiydim, duygularımı sözlerle ifade edemezdim. Tabiatımda gülmek vardı. Feride ile içimizde bitmek bilmeyen bir öğretme aşkı vardı. İkimiz de sadıktık. İkimiz de aslında küçük bir kız çocuğuyduk. Ve bu küçük kızın büyümesine asla izin vermiyorduk. Olduğumuz gibiydik. Ağaçlara tırmanırdık, sevdiklerimize zarar geldiği an gövdemizi siper ederdik. Kimin ne söylediği umurumuzda değildi sadece sevdiklerimiz bizi üzebilirdi; sadece onlar… Yardımseverdik, hoyrattık, tek yanlışta insanların üstünü karalardık. Belki de ikimiz de ikinci seçenek olmaya alışmıştık. Aldatılırdık ama aldatmazdık… Dedim ya benziyorduk işte… Bir yazar yazdığı bir roman ile bir insanın hayallerini nasıl etkileyebilirdi ? Feride sayesinde en büyük hayallerimden biri öğretmenlik oldu. Bu sadece çok iyi bir

yazarın harcı olmalıydı. O yazar da Reşat Nuri’den başkası olamazdı. Feride, bana ne olursa olsun kendin gibi olmaktan vazgeçmemeyi, kendi yaralarının acısını ancak başkalarının yaralarını sararak iyileştirebileceğini ve ne olursa olsun doğruluktan vazgeçmemeyi öğretti. Çok sevdiği adamın ihanetine uğramıştı, ondan kaçmış ve çok acı çekmişti. Ama buna rağmen onu sevmeye devam etmişti. Feride sevgisine sadık bir kadındı. Bana sadakati ve affetmeyi öğretti. Belki de yeni şeyler öğretmeye hala devam ediyor. Feride idealist bir öğretmendi. “Bir kadın isterse her şeyi başarabilir” sözünün vücuda gelmiş haliydi. Öğrencilerine olan şefkati onların iyi yetişmesinde gösterdiği çaba, bağnazlıklar karşısındaki dik tavrı, bir şeylerin mücadelesini vermesi ona her yönden beni hayran bırakan özelliklerindendi. Yıllar geçtikçe Feride’nin etkisi üzerimden silinmeye başlayacak diye korkuyordum fakat öyle olmadı. Aksine Feride içime öyle yerleşti ki lisedeki edebiyat öğretmenimin benim hakkımda ‘’bir çalıkuşu ötüşü ve gülüşü’’ diye bahsetmesine vesile oldu. Babama olan hasretim bu kitapla daha çok bağdaştı; çünkü o da bu kitabı benimle eşleştirmişti. Yıllar geçiyordu , büyüyordum ama içimdeki çalıkuşu hiç büyümüyordu. O hep orda idi, hiçbir yere gitmiyordu. Reşat Nuri, bana içimdeki çalıkuşunu buldurdu. Bir gün öğretmen olursam ben de yeni çalıkuşları yetiştireceğim. Onlara hayatın pembe yanlarının olduğu kadar acı yanlarının da olduğunu, fakat umut olduğu sürece her şeyin üstesinden geleceklerini anlatacağım. Ve biliyorum, ben öldüğümde bile içimdeki çalıkuşu ölmeyecek. Umarım siz de içinizdeki çalıkuşunu besler ve onun ölmesine izin vermezsiniz. Çünkü çalıkuşu umudun, sevdanın, bekleyişin ve mücadelenin adıdır. Bir insan ömrünün karşılığıdır.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bunu da Oku! Dosya konumuz Reşat Nuri Güntekin hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlarımız için “Bunu da oku” dediğimiz kitaplar: Ölümünün 50.Yılında Belgelerle Reşat Nuri Güntekin / M. Fatih KANTER İnkılap Yayınları / 248 sayfa. Arka kapak yazısı: “Söz, yaşam uçurumundan bırakılan çığlık gibidir. Yazı ise bu çığlığın tarihe izdüşümüdür. Edebi eserleri topluma kazandıran her yazarın eserlerine yansımayan ve görünmeyen yüzleri de mevcuttur. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının öncülerinden Reşat Nuri Güntekin de özel yaşamını eserleri dışında bırakmış yazarlardandır. Bu çalışmada onun kırk yıllık yazın hayatının içinde gözden kaçan veya görmezden gelinen birçok belge, bilgi, hatıra toplandı ve Reşat Nuri Güntekin'in edebiyat hayatımızdaki unutulmaz yeri perçinlendi. "Ölümünün Ellinci Yılında Belgelerle Reşat Nuri Güntekin" adlı çalışmada yazarın hayatı, edebi kişiliği, mizacı ve eserleri belgelere dayandırılarak anlatılmıştır. Yaşamın daha doğrusu Reşat Nuri Güntekin'in yaşamının kendi hikayelerinden birine verdiği ad gibi "Madalyonun Ters Tarafı"ndaki yüzü bu çalışmada gösterilmektedir.”

Reşat Nuri Güntekin’in Tiyatro İle İlgili Makaleleri Hazırlayan: Kemal YAVUZ Kültür Bakanlığı Yayınları / 640 sayfa. Baskısına ancak sahaflardan ulaşılabilecek olan bu kitapta Kemal Yavuz Reşat Nuri Güntekin’in tiyatro üzerine yazılarını, makalelerini bir araya getirmiştir. Tiyatro türü ile yakından ilgili olan ve ilk eserlerini tiyatro olarak kaleme alan Reşat Nuri’nin bu makaleleri ilgili okurlar için çok değerli bilgiler içermektedir.

Reşat Nuri’nin Romancılığı / Fethi NACİ Yapı Kredi Yayınları / 258 sayfa. Arka kapak yazısı: "Reşat Nuri'yi yalnızca bir 'halk yazarı' sanan aydınlarımızın sayısı az değil. Reşat Nuri'yi okudukça onda pek farkına varılmamış güzellikler buldum, romanımızın klasiklerinden biri olduğunu gördüm." Başta Çalıkuşu olmak üzere birçok romanıyla günümüzde de ilgiyle okunan, Türk edebiyatının en popüler romancılarından Reşat Nuri Güntekin üzerine, roman eleştirisi denince akla ilk gelen isim Fethi Naci'nin kaleminden kapsamlı bir çalışma... Harabelerin Çiçeği'nden Son Sığınak'a Reşat Nuri Güntekin'in romanları hakkında bugüne kadar fark edilmemiş-dile getirilmemiş birçok saptamanın yanı sıra, Güntekin'in 19 romanı eşliğinde, Kurtuluş Savaşı yıllarından 40'lara, "ibretlik" bir Türkiye panoraması! Ahmet Hamdi Tanpınar, "O, Türkçenin ortasında geniş bir sevgi ve şefkat ürpermesi idi" diyor Reşat Nuri Güntekin için; Fethi Naci ekliyor: "Sevgi ve şefkat, Reşat Nuri'nin romanlarında söz olarak kalmaz, 'iyilik' olarak, 'dayanışma' olarak somutlaşır. 'İyilik' etkiler bizi, kötülüğe kızar geçeriz."


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

FISILTI Sessizliği yaşarsın bazen... İliklerinden sessiz akar duygular Maziden üçbeş anı ve birkaç gözyaşın Hayatın sana anlatacakları var belki Kulaklarında iki fısıltı Ve yokluğun peşinden yürürsün Nereye gideceğini bilmeden Adres yok BİR ADAMIN RÜYASI Sessizliği yaşarsın bazen... Öleceğin gelir aklına! Koşuşturmacan boş, Her şey boş diyecek olursun. Yorgunluk bir belirtidir omzunda Bir kefen dört tahtanın altında Yine bir ıssız sonsuzluk Tek başına insan her yerde tek başına. Yavuz YILDIRIM Misafir İstanbul

Kayboluyorum buğulu camlarda, Suretin beliriyor yüreğimde, Islak sokaklarda yürürken, Her adımda aklımdasın sen. Tanıyorum seni artık. Ellerinin çizgilerini, Kirpiklerinin sayısını, Yanağındaki çukuru, Düşüyorum ben her gece o çukura, Içinde gül bahçeleri papatya kokuları, Güneşi daima üstüne çekiyor, Irmaklar daima sana akıyor. Yüreğini tanıyorum artık senin. Nerede bir güzellik varsa, Orada yeşeriyor senden bir şeyler, Ve orada canlanıyor benim için hayat, Bana sadece seni izlemek kalıyor.

Ufuk ÖZKURT Misafir Kütahya, Dumlupınar Üniversitesi


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR Sana baktım Beni gördüm Öptüm gözlerinin karasından Sana büründüm Merdümgirîz

İMGESEL Gözlerim daldığında mı Yoksa dolduğunda mı gelir uzaklardaki? Peki ya o nasıl sonları severdi? Ardında bilinmezliğin yırtıcı sesi, Bir gün tan yerinin ortasında Güneşi selamlarız belki Merdümgirîz


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SEVGİ SOYSAL ÜZERİNE Işık Selin Orhuntaş

Edebiyatımızda kadın kahramanların yeri değişkenlik göstermiştir. Bu değişkenlik kadının toplumdaki yeriyle paraleldir. Dede Korkut’ta kadınlar savaşçı ve erkekle eşitken ( hatta kadın daha üstün) Tanzimat ve ilerisindeki romanlarda evde hizmetçi (köle) konumuna gelirler. Ayrıca erkekleri kötü yola düşüren, onların servetine göz diken “iffetsiz” kadınlar da görülür.1

Ziya Gökalp, şehir kurdurur kadın kahramanına. Ay Hanım’ın ışığında yeni nesiller yetişir. Milli Mücadele ve sonrasında gelişen edebiyatta kadının görevinin değiştiğine şahit oluruz. Kadın erkekle beraber vatan savunmasına gider. Gerektiğinde hemşire gerektiğinde de cepheye mermi taşıma görevlerini üstlenir. Özellikle Halide Edip Adıvar ile birlikte kadının toplumdaki yeri konusunda ezber bozulur. Çünkü “beşiği Türkçülük akımı ile sallayan el dünyaya hükmeder”. Onun Türkçülük akımı ile beraber beraber kadının sosyal romanlarında kadın meslek edinir; kadının sosyal hayattaki yeri hayattaki yeri gündeme öğretmenliğin yanında mevlithan da gündeme geldi. Yazarlara göre kadın olur. Aşık olarak evlenir. Bu özellikler geldi. Yazarlara göre kadın sosyal hayatta yer almalıydı ve hem kadının toplumdaki algısının sosyal hayatta yer sokağa çıkmalıydı. Geniş halk değişimi açısından hem de roman almalıydı ve sokağa kitlelerini düşünerek yazan Aka kahramanlarının bireyselleşmesi çıkmalıydı. Gündüz, diğer Türkçü yazarlar gibi yeni açısından önemlidir. Benzer özellikleri bir kadın modeli çizer. Eski yapıyı çağdaşı Reşat Nuri’de de okuyabiliriz. Reşat eleştirir. Kadınlara geniş yer verdiği Nuri Güntekin, Cumhuriyet döneminin başarılı eserlerinde ‘kadın haklarını ‘ da savunur. Kadın ile romancılarından biridir. Halide Edip’de olduğu gibi o erkeğin eşit olması, kadının okula gidip topluma karışacağı da romancılığıyla toplumun gelişmesine katkıda ve hatta boşanabileceğini gösterir. bulunmuştur. Bir erkek olmasına rağmen kadının özgürlüğü ve bireyselleşmesini istemiştir. Herkesin bildiği Çalıkuşu romanı sadece bir aşk ya da ayrılık romanı değildir. 1 Bk. Namık Kemal, İntibah


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Çalıkuşu yazıldığı dönemde, batılı tarzda eğitim veren kurumlar yani kolejler tartışma meselesiydi. Her zaman olduğu gibi okuyan bir kadın sorunu kolejde okuyan kadın haline bürünmüştü. Güntekin de, kolejli de olsa bir kadın, gerektiği takdirde kendi ayakları üzerinde durabilir, kurduğu hayatı defalarca yıkıp yeniden onarabilir, tozpembe İstanbul hayatını bırakıp Anadolu’nun karanlığına korkusuzca girebilir, demiş ve bunu Feride ile ete kemiğe bürümüştür. Çoğu edebiyat eleştirmeni Feride karakterinin arkasında durmuş onu “yeni bir genç kız tipi” olarak kabul etmiştir.

12 Mart dönemi dolayısıyla hayatının yarısını hapishanede geçirir yazar. Ancak Soysal bir yazar olarak görevini asla terk etmez. Kadın mahkum olmayı ve hapishanede geçirdiği günleri yazar. Baskıya direnir. Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu, feminist bir anlatı olarak edebiyatımızda bütün çıplaklığı ile yer alır. Cezaevi anıları aslında kapalı kapılar ardına tuttuğu bir aynadır. Çoğu zaman sivri dilini mizahla harmanlayarak kullansa da anlattığı şeyler acıdır. "İşkence bile şaka konusu oluyor. Evet, işkence bile. Onlara ad takıyoruz. İşkenceden gelenlere. Devos. Kızlara edilen küfürlerin en incesi "orospu", geçtikleri muamele de malum, hop isim hazır: Dev-os: Devrimci Orospular Örgütü. Bunca aşağılanma, horlanmanın ardından da olsa şaka gerekli. Gerilen sinirlerin gevşemesi, gülmek gerekli." (s.96). Tabii gülebilmenin de sınırları var. Semra'nın yaşadıkları mizaha vurulamayacak kadar ağır: "Semra'nın durumu daha da kötü. Elektrikten-copa. Kadınlık organlarına yapılan işkenceler, ciddi aksamalar bıraktı vücudunda. Uzun bir süredir âdet görmüyor, çektiği sancılar da cabası." (s.172)

Çağdaş kadın romancılarımızdan Füruzan, Leyla Erbil , Adalet Ağaoğlu ve Sevgi Soysal da eserlerinde kadın meselesine yer vermişlerdir. Sevgi Soysal’ın yazdığı, 1968’lerin Türkiye’sinde yayınlayarak büyük cesaret örneği gösterdiği -başta Tante Rosa öyküsü olmak üzere- eserler kadın meselesine bakış için önemlidir. Tante Rosa isimli kahramanın hayatına dair 14 farklı hikayeyi barındırır kitap içinde. Kadınlığın, kadın olmanın 14 farklı hali gözler önüne serilir. Yazar, yayınladığı dönemde, Tante Rosa karakterinin yabancı olmasıyla suçlanır. Bugün için yabancı Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanında olmasa da sözü edilen tarihler için da yeni bir kurgu deneyerek birbirinden yabancıdır. Soysal, “bütün kadınca bağımsız kahramanlarını birbirine bağlar. Sevgi Soysal’ın kadın bilmeyişlerin adı” olarak tanımladığı Kızılay’da satış müdürü Ahmet’in karakter yaratmadaki kahramanını başta büyük annesi bulunduğu mağazada başlayan başarısı iyi bir gözlemci olmak üzere çevresindekilerden buluşma , dedikodu ve etkilenerek yaratmıştır. Aslında bu konuşmalardan sonra kimilerin olmasından ileri gelir. yüzden yabancı değildir. Yabancı mağazadan ayrılıp başka yerlere Kişilerin iç dünyasına olan şey Rosa’nın birey olması ve gitmesi şeklinde sürer. Örneğin düştükleri çatışmaları özgürce kendi kararlarını Ahmet’in depoya inmesi daha sonra gerçekçi betimlemelerle verebilmesidir. At cambazı olmayı emekli öğretmen Hatice Hanım’a sunarken somutlaştırır. istemesi, kocasını savaşa uğurlaması, çarpması onun da Albay Zeki Bey’in defalarca yeniden evlenmesi , kendini hanımı ile karşılaşması şeklinde ilerler. önemsemesi , kararlarını alırken bütün Çürümüş kavak ağacıyla simgeleştirdiği sorumluluğu ile başına buyruk davranması Rosa’da Cumhuriyet’in her şeyden habersiz Mevlüt’ün başına bütün kadınları birleştirir. düşmesiyle roman son bulur. 3 “Soysal’ın çizdiği Tante Rosa portresi ancak modern bir toplumda var olabilecek bir kadındır. Tante Rosa’nın yaşadığı toplumda kadın, istemediği bir düzeni bırakıp gidebilir, kendi yaşamını yeni baştan kurabilir. Gerçekte, kadına böyle bir yaşam alanı tanımayan bir toplum için değil, özgürlüğünü sahiplenen bir kadın olduğu için yabancıdır. Ama bu yabancılığı vurgulamak, Tante Rosa’da asıl anlatılanın nerede ve ne zaman yaşıyor olursa olsun, her kadının içinde var olabilecek “kadınca bilmeyişler”in hikayesi olduğunu göz ardı etmek olur.”2

Bu romanda da kadın karakterler tip olarak çizilmiştir. Namus karmaşası yaşayan Süper Toto’da çalışan Şükran, emekli öğretmen Hatice hanım, Mevhibe Hanım, Olcay ve daha niceleri… Olcay dışında hepsi bir tiptir. Olcay onların içinde farklıdır çünkü. Zengin olması sokaktakilerden ayırmamalı onu. Çokça okur, sorgular, kafası karışır. Ailesinden sadece sevgi ister fakat göremez. Çevresinde bir şeyler paylaşabildiği Ali’ye aşık olur. Ailesi aralarındaki “sınıf farkı”ndan dolayı hiç de hoş görmez. Fethi Naci’ye göre bu isimler içinde en unutulmazı Hatice Hanım’dır. Çünkü o, evde kendine kurallar koyar ve

3 2

Funda Soysal

Cumhuriyet’in köklerinin çürümeye başlamasını Adalet Ağaoğlu da Ölmeye Yatmak romanında Aysel ile simgeleştirmiştir.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

dışarıda da buna uyulmasını ister. Kurallara uymayanları kendince cezalandırır. Çamaşır yıkarken kullandığı ölçeğin dışına asla çıkmaz. Bu kararlılığa rağmen her seferinde çamaşır tozlarının fiyatını arttıranlara kızar. Demek ki dışarıda Hatice Hanım’ın koyduğu kurallara uymayanlar var. Yeni çıkan bisküvileri denemek ister; o günkü alışveriş hesabında bisküvi almak yoktur. O bisküvilere ulaşmak için kendince yöntem belirler: “Doğru dürüst bir şey olsa reklam verirler. Paketi fena değildi ama bisküvilerin. Fiyatına baktı. Her zaman aldığı bisküvilerden pahalı değil. Kuskusu büsbütün arttı. Bizim albayınki, şunları görse de alsa. Yarın gününde ikram eder, denerim. İyice artıyordu merakı, kimsenin görmediğine emin olsa, paketi açıp bir tane atacaktı ağzına. Ama, bugün bisküvi almak yoktu hesapta. Yoksa mutlak alırdı. Ama hiç bir şey, durup dururken alınmaz, gözleriyle Albay Zeki beyin hanımını arandı, görseydi kadını yanına çağıracak, bir yığın sözcük arasında bisküvileri ona tavsiye edecek. Kadıncağız, yarınki gününü düşünerek alacaktı belki. Ama göremedi, hırsla ayrıldı bisküvilerin yanından; züccaciye bölümüne yanaştı…” Daha önce Tanzimat döneminde Ahmet Mithat Efendi’nin eleştirisini yaptığı fuhuş olayına Soysal da katılır. Bu sefer eleştirisi sistem üzerinden olur. Fuhuştan yakalanan Aysel, polis memuruna şöyle der : ''Aysel, odaya girip çıkan polislere, çocukluğundan kalma hor görüyle bakıyordu. Beni buraya getirdiniz de ne oldu? Yarın yine aynı yerde çalışmayacağım mı? amiriniz yine bana gelmeyecek mi ? Onun bunun ekmeği ile oynamayı ekmek kapısı yapmışlar. Buraya getirirlerken eline kelepçe vuran polise, "Fahişe yakalamak da iş mi?" demiş, sonra polisin on yıldır bu işte olduğunu öğrenmişti. "ulan on yıldır fahişeliğin kalktığını gördün mü ?" "görmedim". " eh, demek ki işin fuhuşla mücadele değil; tek başına fuhuş mu olurmuş? Biz kimlerle fuhuş yapıyoruz? Senin büyüklerinle. Onlarla mücadele etsene sıkıyorsa." Polis şaşkın şaşkın susmuştu. "şunu iyice sok kafana: etimi satmadan para versinler, Satmayayım . Ama alıcı çıkıyorsa ben ne yapayım? Aç mı kalayım para ödeyecek adam bulduktan sonra?"

Soysal bu anlatısında kadınlara acımasız davranır. Baskın ideolojinin simgeleştirdiği olumsuz özellikleri ön plana çıkartır. Yürümek romanında da, tutucu bir aile baskısıyla yetişen ve mutlu olmak için uğraşan Ela’nın üniversite bitince evlenişini ve sonrasında sürekli bir arayışta bulunmasını anlatır. Ela mutluluk arayışındadır. Mutluluğu yakalamak için evlenir, çocuk sahibi olur, mutsuz olunca bir başkasıyla evlenir ama bir türlü aradığını bulamaz. 1970 TRT Roman Başarı Ödülü’nü alan bu eseri hakkında Selim İleri şöyle der : “Yürümek kimi yazınlar tuzakları alt üst etmiş bir roman bence. Benlikten yola çıkan romanların kişileri, çoğu kez yazarları yüzünden yargılı birer kimlik olup çıkarlar. Benliği deşen yazar, genellikle benliğin iç dünyasına eğilir. Bu iç dünya, ister istemez, kişisel yakınmalarla doludur. Sonuç olarak , ben kişisi , tek başına, dış dünyanın ortasında mutsuz , umarsız, çaresiz kalakalır. Yürümek’in Ela’sıysa iç dünyasını belirleyen dış etmenlerle anlatıldığından nesnel bir nitelik taşımaktadır…” Soysal ve dosya konumuz münasebetiyle Güntekin düşünüldüğünde, ikisi de yaşadıkları yıllarda gelişen toplumsal meselelere seyirci kalmamış ve eserlerinde bunları eleştirel bir üslupla işlemiştir. Reşat Nuri, kadınların toplum içindeki yerini göstermek için kahramana döneminin en önemli mesleğini vermiş ve onu birey olarak çizmiştir. Soysal da toplumun her kesiminden kadın tipine yer vermiş ve Tante Rosa ile buna çarpıcı bir örnek oluşturmuştur. Bizler de usta yazar Sevgİ Soysal’ı ve Reşat Nuri’yi ölüm yıldönümlerinde saygıyla anıyoruz…


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ELİF

KORKUYORUM ANA Çoraplarını giydiriyorum cennetliklerine Gözlüklerini ilaçlarını terliklerini Asıyorum kuyumcunun verdiği Eşantiyon çantaya Kâr etmiyor ne söylesem Gözleri solgun bakışı ağlamaklı Duvarlar tutacağı ben bastonu Öylesine yürüyor Tevekküle yaslanarak

Kemâl-i insafla şakıyacağım Yaşayan Leyla mı bilmem ki Elif Her gece ruhuma okuyacağım İnkişaf etmese olmam ki Elif Bütün sıfatların tüm sergisini Yunus Emrelerin aşk türküsünü Tıbbiye bakışı ve görgüsünü Sensiz gurbet elden gelmem ki elif Dün rüyamda gördüm nazlı resmini Yıldızlara sardım astım ismini Yağmurlara sordum yoksa küstü mü Yağmurlar gözyaşım silmem ki Elif

Yüzünü yüzüme dikiyor bulut gibi arada Islatıyor duygularımı ve Usulca kaçıyorum Gözlerinden

Utandım yutkundum bak yüzüm kara Sensiz Lokman gelse geçmez bu yara Kendimi atarım vallah Hazar’a Yesinler yunuslar kalmam ki Elif

Anam böyle miydi hâlbuki Kaybolabilsem yüreğinde alabildiğince Ah anam hislerimin Cankurtaranı

Elif doğruluktur Ku’rân hazine Elif nazlanıyor bakmaz gözüme Elif gül diyorum bir kez yüzüme Elifsiz gülemem, gülmem ki Elif

Korkuyorum âniden hoşçakal diyeceğinden Seccadenin öksüzlüğü Yokluğundan korkuyorum

Rüyada buluşsak gelsen bu gece Rengârenk bakışsak gülsen bu gece Yaşımı saçınla silsen bu gece Ümitle yaşarım ölmem ki Elif

Ömer Ekinci Micingirt

Micingirt kurudu yaşım masamda Yüreğim ağlıyor ağlamasam da İzmit’ten Bakü’ye selam desende Sahipsiz selamı almam ki Elif

Ömer Ekinci Micingirt


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Serkan TÜRK ile SÖYLEŞİ Tuğçe ERKOL

Doğduğum büyüdüğüm ve yaşadığım şehir Bursa’nın yaptığı en güzel işlerden birisi birçok ilde olan Kitap Ağacı’nın bir şehri olmak bence. Okudukça büyür insan, sloganıyla yola çıkan Kitap Ağacı, başladığı günden bugüne kadar kocaman oldu. Türkiye’nin dört bir yanına yayıldı. Sadece okuduğumuz kitaplarla kalmadık, önce arkadaş, sonra dost olduk ve şimdi Kitap Ağacı Bursa olarak kocaman bir aileyiz, kitapların birleştirici gücüne inanan. Geçtiğimiz günlerde Kitap Ağacı Bursa Ailesi olarak Tanrı’nın Yalnız Kırları adlı öykü kitabını fidan yaptığımız yazar Serkan Türk’ü Bursa’da ağırladık ve güzel bir söyleşiye imza attık. Bu söyleşiden önce Serkan Türk’le güzel bir röportaj gerçekleştik…

televizyon dizilerinin hikâyeleri gibi heyecanın sürekli yüksek tutulduğu iki düşman aile arasında yaşananları anlatıyordu. Daha sonra daha çok öyküye, anlatıya ve şiire yöneldim. Zaman içinde kendinizi nasıl geliştirdiniz? Dayımın dünya edebiyatından, yerli edebiyattan seçkin kitapların yer aldığı çok geniş bir kütüphanesi vardı. Ya da o yaşlarda büyük bir kütüphanesi varmış gibi hissediyordum. Hafta sonlarında oraya gider saatlerce kitapların arasında kaybolurdum. Bir süre sonra onlarca emanet karakterim, anlatacak hikâyelerim oldu. İyi bir okur olmadan, iyi bir yazar olunmuyor zaten. Yazarlığınızın ilk yıllarında dergicilik çok önemliydi ve siz de bir dergi çıkardınız. Ada dergisi, uzun yıllardan beri edebiyat camiasının içinde olan bir dergi. Biraz da onun hakkında konuşalım.

*** Yazı hayatına nasıl başladınız? 13-14 yaşlarındayken bir roman yazdım ben. Yani aslında yazı hayatıma ilk romanla başladım diyebilirim. Bir mahallede geçiyordu romanın hikâyesi. Bugünün

Dergicilik bugün biraz değişse de hâlâ önemini koruyor. İlk öykülerimi, şiirlerimi yayımlamaya başladığım dönemde bir yazar-şair adayının dergilerde görünmesi, genel anlamda kabul görmesi noktasında mühimdi. Ada dergisinin kurucu kadrosundan Arzu Alkan ve Ercan


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yılmaz’ın üniversite döneminden arkadaşlıkları var. Onların bir hayaliydi Ada. Bankadan kredi çekerek ilk sayıyı çıkarıp yoğun bir mücadele verdik. İlk sayılarımızda ulusal basında “Karadeniz’den Yükselen Ses” başlıklı haberler çıkıyor ve bizi yüreklendiriyordu. Edebiyatımızın en büyük çınarları bu süreçte bizleri destekleyip yüreklendirdi. Geride 20. Sayılık özel bir dergi koleksiyonu bıraktık. Dergimizin ilk editörü şair Ercan Yılmaz’dı. Biz biraz daha arka planda çalışıyorduk o sıralarda. Ercan’ın Adapazarı’na tayiniyle birlikte derginin sahibi olmanın yanı sıra editörlüğü de devraldım. Her editör kendi edebi algısına göre seçimler yapar. 9. sayıdan itibaren Ada’da benim edebiyatta kendime biçtiğim misyona uygun olarak değişti, dönüştü. Sonra uluslararası çalışmalar da yapmaya başladık. Berlin merkezli Freitext isimli edebiyat dergisiyle ortak 2 yıl çalışma yaptık. Yavuz Ekinci, Karin Karakaşlı, Menekşe Toprak, Güray Süngü, Aykut Ertuğrul, Arzu Alkan Ateş, Ahmet Bükegibi isimlerin öyküleri bu çalışmalar sırasında çevrilerek Freitext okuruna ulaştı. Bu etkileşim sonucunda farklı şehirlerde Almanya’da ve Türkiye’de okuma programları yapıp yazarları iki dilin zenginliğiyle buluşturduk. Almanya bulunduğunuz yıllarda dergiden bağımsız olarak siz neler yaptınız peki? O sıralarda yazmakta olduğum kitap Bak Önümüzde Yeni Bir Mevsim’deki öykülerin büyük bir bölümü de Almanya’da özellikle Berlin’de yazdım. Bu öykülerin bazıları ilk önce Almanca yayımlandı. Alman toplumunun benim öykülerimi nasıl yorumlayacağını heyecanla izledim. Birkaç kelime dışında Almanca bilmiyorum. Bir programa katıldım. Yazdığım öykünün Türkçesini okudum, bir çevirmen de benden sonra Almancasını okudu. Çocukken ablamla oynadığım bir oyun vardı. Onu karşıma oturturdum. Öyküler okurdum. Onun etkilenip etkilenmediğini anlamak içinyüzüne bakardım. Almanya’daki programda öykülerimi dinleyenlerin yüzüne de uzun uzun baktım. Kimi yerde tebessüm ettiler kimi yerde kahkaha attılar kimi yerde duraksadılar kimi yerde hüzünlendiler. Trabzon’daydınız, henüz öğrenciydiniz ve bir dergi çıkarmaya karar verdiniz. Nasıl zorluklarla karşılaştınız? Bir kere maddi bir sıkıntı varmış ki dergi için Ercan Yılmaz kredi çekmiş. Ercanlar öğretmendi. Bir maaşları vardı. Ben de zaten çocukluğumdan beri yaptığım bir şey olan radyoculuğu yapmaya devam ediyordum. 93’ten beri radyo programcılığı yapıyorum ben ve hemen hemen 15 yıldır da

aynı kanaldayım. Dolayısıyla bir yerden kazandığınız parayı bir yere yatırabiliyorsunuz. Biz de o kazandığımızla dergi basıp, basılan dergiyi satıp bir sonraki sayıyı finanse etmeye çalıştık. Çok zor bir dönemdi. Zaten destek yok reklam yok. Trabzon’da Trabzonspor’la ilgili bir şey yapacaksanız hemen destek bulursunuz. Ama kültür sanatla ilgili bir şey olunca o iş o kadar kolay olmuyor. Gerçi bütün Türkiye için geçerli bir durum bu. Biz internetin çok yaygın olduğu bir dönemde başlamadık bu işe. Düşünün ki yazılarımızı dergiye mektup yoluyla ulaştırıyorduk. E-mail bile çok yaygın değildi. Ama şimdi editör neredeyse anında yazdığınıza yanıt veriyor. Bu yüzden de ilk yazı yayımlamaya başladığım dönemde İstanbul’da yaşayan birine göre pek avantajlı değildim. 2000’li yılların ortalarında sorunuzu daha sık düşünürdüm. İstanbul’da olsaydım dergilere, editörlere ulaşmam daha kolaylaşabilirdi. Kültür sanat programlarını takip edebilirdim. İlk dosyam üç-dört yıl bekledikten sonra tam vazgeçtiğim bir anda basıldı. Uzak Yaz’ı, Rüzgârlı Camlar’ı yayımladıktan sonra bazı gazete ve dergilerde çıkan birkaç yazı dışında yazdıklarımı küçük bir çevreye ulaştırabilmiştim. Yine de birçok kentten söyleşiler için davet aldım. Zamanla yeni kitaplarım yayımlandı ve bazıları yeni baskılarla daha çok insana ulaştı. Anadolu’nun herhangi bir kentinde yaşayan yazar eğer iyi metinler yazıyorsa er ya da geç mutlaka edebiyatta adından söz ettirecektir. Siz, hala daha Trabzon’da yaşıyorsunuz. Hala aynı sıkıntılar var mı peki? Evet, hayat biraz daha hızlı ama bu işin piyasası da İstanbul’da. Ankara, İzmir bile dışlanıyor neredeyse. Trabzon’da olmak hala sorun değil mi? Benim için değil. Artık değil. Çünkü ben 8 kitap yayımladım. Kitaplarım yeni baskılar yapıyor. Ülkenin birçok yerindeki birçok programa sıklıkla katılıyorum. Bu etkileşim beni İstanbul’da yaşayan bazı yazarlardan daha ön plana çıkarıyor. Bu yüzden daha bile avantajlı olabilirim son birkaç yıldır; ama tabii ki öncesi oldukça zordu. Benim hep merak ettiğim bir şeydir. Bir yazar ya da şair yazdığı ürünlerden bazılarına daha düşkün olabiliyor mu? Yani şimdiye kadar yazdıklarınızın içinde sizin için en önemli olan hangisiydi? Yazıldıkları süreç açısından daha özel olanlar olabilir tabii. Onlar bir adım önde oluyor. Ekim ayında yeni bir şiir kitabım çıkacak. Ona isim veren şiir şu an hissettiğim şeyle örtüşüyor. Uzun Ruhlu Bir Cüce ismi. “Nasıl da yaşlanıyorsun bedenim…” diye başlıyor.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hazır konu internete gelmişken hem bizim dergimizin hem de sizin ortak okuyucumuz olan bir arkadaşımın size iletmemi istediği bir soru oldu. İnternet sözlükleri hakkında ne düşünüyorsunuz? Evet, takip ediyorum onları. Benimle de ilgili farklı sözlüklerde farklı başlıklar açılmış. Ayrıca kitaplarım için de açılmış olan başlıklar var. Şimdiye kadar olumsuz bir eleştiri yapılmamış oralardan benimle ilgili. Herhalde öyle bir şey olsa hoşlanmayabilirim; ama şimdilik aramız iyi diyebilirim. Sosyal medyayı kullanıyorsunuz. Özellikle bir bloğunuz, Twitter ve Instagram hesaplarınız var. Okuyucunuzla bir de bu platformdan bir araya geliyorsunuz. Oralardan nasıl tepki alıyorsunuz? Yazar okuyucu etkileşimi için nasıl bir platform sosyal medya? Sosyal medya kişiye anında ulaşmak için oldukça elverişli. Ama insanlar, başka insanlara ulaşmaya çalışırken kişinin o anki ruh halinin ya da içinde bulunduğu durumun nasıl olduğuna bakmıyor. Size hemen ulaşmak ve sizden de hemen bir dönüt almak istiyorlar. Zor bir şey aslında hem bu açıdan zor hem de sözcüklerle bir şey anlatmak, bir dünya yaratmak da zor. İki insan birbirine bakarak, konuşurken bile sorun yaşayabiliyor kaldı ki sosyal medya gibi çok fazla duygu geçirgenliği olmayan bir ortamda anlaşabilmek daha zor oluyor. Tabi bir de şu var. Özellikle Instagram’da insanlar sizin kitaplarınızı alıp okuyorlar ve onların sizin hiç gitmediğiniz ve gidemeyeceğiniz yerlerde

fotoğraflayıp sizin de görmenizi sağlıyorlar. Sizin ruhunuzu gezdiriyorlar yani. Bu müthiş bir şey bence. Ama Twitter biraz daha mesaj verme durumunu barındırdığı için onu pek sevmiyorum. Bence sosyal medyayı bu gibi açılardan yanlış kullanıyoruz. Daha çok birbirimizi motive etmemiz gerekirken biz o platformlarda kavga ediyoruz. En son hangi kitabı okudunuz? Yolculuğa çıktığımda özellikle yanıma kitaplar alırım. Aslı Erdoğan, bu günlerde maalesef ki tutuklu olduğu için üzüldüğümüz isimlerden birisi. Hal böyle olunca da adalet sistemini sorguluyoruz. Aslı Erdoğan’ı da tanıyan birisi olarak çok üzülüyorum bu duruma. Yolculuğa çıkarken de onun Hayatın Sessizliğinde adlı kitabını aldım yanıma. Çocukken okuduğunuz ilk kitabı hatırlıyor musunuz? Sefiller. İlk ayrımına vardığım kitap Sefiller’di. Dayımın çok güzel bir kütüphanesi vardı. Ben de hafta sonları dayıma gidip o kütüphaneden yararlanırdım. Ortaokulu bitirdiğimde zaten bütün klasikleri okumuştum. Ama okuduğum kitaplardaki bazı bölümleri, sonları beğenmeyip başka birine anlatırken yazanı değil de benim uydurduğumu anlatıyordum. Bu şekilde de aslında kurguyla tanışmıştım. Hayatınız boyunca tek bir kitap okuyacak olsaydınız; hangi kitabı okurdunuz?


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hayat boyunca tek bir kitap okumak, bunu böyle sınırlamak çok da iyi bir şey değil. Ama mesela tekrar tekrar okuduğum kitaplar var. Bilge Karasu’nun Göçmüş Kediler Bahçesi’ni çok severim. Çok etkileyici bulurum. Son dönemlerde Thomas Bernhard’ın kitaplarını aynı duyguyla okuyorum. Onun güçlü bir yazar olmasının nedenini okuduğum her kitabında daha iyi anlıyorum, kıskanıyorum. Güncel edebiyat içerisinde çok beğendiğiniz isimler kimler? Benim kendimi şanslı hissettiğim konulardan birisi bir kitap henüz yayımlanmadan onu okuyabilmemdir. Yazar arkadaşlarımızla böyle etkileşim içine giriyoruz. Ben de yazdıklarımı gönderiyorum. Onlar da bana gönderiyor. Çünkü yaşadığım dönemde ve aynı camiada olduğum için mutluluk duyduğum isimler var. Neslihan Önderoğlu’nu çok beğeniyorum. Aynı şekilde Güray Süngü, Sinan Sülün, Gamze Güller, Arzu Alkan Ateş, Kemal Varol, Ahmet Büke gibi birçok ismi sayabilirim. Ben sizi bir türlü sadece yazar olarak adlandıramıyorum. Çünkü radyoculuk var, dergicilik var, şarkı sözü yazarlığı var. Bir de Yüzyıllık Perde var. Yani sinemacılık var. Rehber grubundan İlker Filiz birçok şiirimi besteledi ve yorumladı. Şiir besteleri olduğu için ruhu bozmadan yapılan bu samimi işi çok sevdim. Şiirlerimi ve öykülerimi okuyan insanların sinemaya ne kadar yakın olduğumu hissettiklerine eminim. Kendi öykülerimde de görsel hafızanın olanaklarını sonuna kadar kullanırım. Okuduğum kitaplardan hep görsel sahneleri yakalamaya çalışırım. Sinemamızın 100.yılında güzel bir armağan kitapla taçlandırmak istedim. Ulaşabildiğim yazar ve şairlerden etkilendikleri bir filmle kendi kişisel hikâyelerini bir arada anlatacakları metinler yazmalarını istedim. Farklı kentlerde yaşıyoruz, aynı filmi izliyoruz ama aynı şekilde etkilenmiyoruz. Hepimizin o filmi izlerken etkilendiği başka bir şey var. Yaşamımıza değip geçmesi hepimizde daha farklı… Çiğdem Sezer, Fuat Sevimay, Hakan Bıçakcı, Faruk Duman, Gamze Güller, Müge İplikçi, Ömer Erdem, Neslihan Önderoğlu, Hayrettin Orhanoğlu, Nihan Kaya, Güray Süngü gibi pek çok ödüllü yazar ve şair bu kitaba birer metin armağan etti. Ben de bu kitabın duyurusunu yaparken şöyle demiştim; Sinemada çaycısından kameramanına, ışıkçısından kostümcüsüne, set işçisinden yönetmenine, oyuncusundan kurgucusuna herkese bir armağan bir teşekkür kabul edilsin bu kitap. Biz sinemayla zihin dünyamızda farklı çağrışımlar yaşayan, edebiyatla da onu çoğaltmaya devam eden insanlar olarak bunu bir

armağan olarak size sunuyoruz dedik. 2014’ün Kasım ayında yayımlanmıştı. Türk sineması için de güzel bir antoloji oldu bu. Birbirinden güzel ve özel filmler var içinde. Hatta hiç bilinmeyen filmler de var. Evet, mesela kitapta Sezen Aksu’nun Ferhan Şensoy’la oynadığı bir film vardır. Mesela Uzay Heparı’nın başrolünde yer aldığı Gece Melek ve Bizim Çocuklar kitabın en özel bölümlerinden biri. Bilge Karasu’nun bir hikayesinden senaryolaştırılmış bir film var. Meltem Cumbul ve Haluk Bilginer başrolü paylaşıyorlar. Ama Türk izleyicisi bu filmi pek bilmiyor. Şimdi ne olacak? Kitabı alıp okuyanlar o film merak edecek ve izleyecek. Az önce Sezen Aksu dedik, ben de oradan yola çıkarak 90’lı yıllara uzanmak isterim. Kadir Aydemir’in Doksanlarda Çocuk Olmak seçkisinde Nazan Öncel’i yazdınız. Neden Nazan Öncel? Doksanlar, Türk pop müziğinin parlamaya başladığı bir dönem. Ben henüz liseye giderken Nazan Öncel’in albümü yayınlandı. Bugün hala o şarkıları biliyoruz. 92, 93, 94, 95 yıllarında çıkan albümler çok özel albümlerdir. Nazan Öncel de bunlardan biridir ve Nazan Öncel’in dönemine göre çok cesur çıkışları vardı. Ben 90’lı yıllarla ilgili bir kavram düşündüğümde aklıma Nazan Öncel geliyor. O yıllar her gencin, her çocuğun odasında bir müzisyenin afişinin asılı olduğu yıllardı. Benim de odamda Nazan Öncel’in albümünün arka kapağındaki afişi vardı. Yani, benim için doksanlar biraz Nazan Öncel demekti. Bu yüzden de kitapta bunu tercih ettim. Ama mesela Yonca Evcimik’ten de bahsediyorum kitapta. Meslek liselerinin yoğun olarak öğrenci aldığı yıllardı. Babam beni hiç istemediğim halde bir meslek sahibi olmam için ticaret lisesine yazdırmıştı. Bazı seçimler de hayatınızı etkiliyor. Galiba şimdiki rotamı çizdiğim dönemin derinlerinden bazı şarkı sözleri ve bazı seslerin payı da var. Şiirleriniz, öyküleriniz var. Bir röportajınızda da “Roman gelecek.” demişsiniz. Ne zaman buluşacak okur, romanınızla? Tabi şimdi herkes benden bir roman bekliyor. Aslında öykü yazan herkesten insanlar roman bekliyor. Ama bunu bekleyen daha çok yayıncılar. Belki okuyucu da bekliyordur ama roman daha çok satan bir tür olduğu için sanırım yayıncılar bunu daha çok bekliyor. Masamda birkaç roman taslağı var. Ama Türkiye’nin bugünkü şartlarında bir türlü kafamı verip de onu istediğim şekilde geliştiremiyorum. Çünkü radyo programcılığı gündemden


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

bahsetmeyi gerektiriyor ve maalesef gündemimiz o kadar da parlak haberlerle dolu değil.

Uzun Ruhlu Bir Cüce Aslına bakarsanız, okurlarımın bazılarına göre bir roman yayımladım. Şöyle bir roman yayınladım. Heyamola Yayınları’nın çıkardığı bir Trabzon serisi var. Bu seriden önce İstanbul, Ankara, İzmir için de farklı seriler hazırlanmış. Benim yaşadığım şehir için de böyle bir şey hazırlandı. Bende şu an yaşadığım semtin 40 yıllık hikayesini yazdım. O kitap bir anlatı aslında ama roman içeriğine de sahip olduğu için bazı insanlar roman olarak yorumluyor o kitabı. Son olarak bize söylemek istediğiniz bir şey, gençlere vermek istediğiniz bir tavsiye var mı? Tavsiye, kişiden kişiye değişen bir reçete. Bir hastaya “Aspirin al; geçer.” demek gibi bir şey. Herkesin hastalığı ya da bünyesi aynı değil sonuçta. Her kişinin kendini yetiştirme, okuma biçimi farklıdır. O yüzden bolca sorgulayarak, sanatın her türüne ulaşmaya çalışarak, film izleyerek, müzik dinleyerek, kitap okuyarak, sergileri gezerek kendinize şekil verebilirsiniz. Bunu yaptığınız zaman da bence bir şeylere adım atmış oluyorsunuz. Ama sorgulamak önemli ve hepsinin başında geliyor.

nasıl hızla yaşlanıyorsun bedenim eğilip kalktığımda geçiyor bir mevsim başımda azad edilmiş kuşlar, uzayıp giden sema insanın benzediği ağaçtır, kuruyan dallar geçmiş gün sürün gövdem sürün, aşk bir geçiştir alemlerden alemlere saçlara düşense ödünç bir beyaz leke bana ağzında ezdiği kelimeleri verdi hayat fısıldadım bulduğum kulaklara teni ölümlü insanın, boyu uzun ruhlu bir cüce savaş dediğin tekerleğin icadı, sonranın işi tüfek zulümse ummaktır bir kalpten nicesini akşamlar yorgun kardeşidir insanın bir yanıyla karanlık, bir yanıyla gökyüzü

Serkan Türk


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BAB-I ESRAR Başlasın dem bu dem Açılsın dibin ey kalem Yekten dökülsün kelam Baştan başa bir selam Lirik özden dembedem... Anın için canın saklı kalsın Sanatın içi buruk neşriyatın Sana gülmez çocuk mehtap Söz bitap dil yorgun bir hitap... Kitaplar yazmamış bunu Açılmamış bu yolun sonu Ölümden önce sırdan sonra Başlı başına ifşa baştan sona Başlı başını korumuş başlıca... Geç köprüyü sınavın sonu malum Halkın sesi Hakkın nefesi talim Ahvalim Kerim şetaret halim Şah-ı merdanım bilir mirim Söz açıldıkça pasta dilim dilim Gel gör dünya ne halde Nelerden ibaret bu perde İnsanoğlu bir koşuşturma içinde Herkes bir vefasızlık peşinde İnsan insana değer biçmiş Ab-ı hayattan kim içmiş Ölmeyecek olan kim? Bu taht bu köşk bu saray Söylesene ölünce neye yarar?

Nedir bu vurdumduymazlık Nereye kadar bu aymazlık Sen uyanmazsan eğer bu sözler görmez değer Bilki bu son uyarıdır özüne Bu son sefer can gözüme Şiirler şairler fikirler Gelirler yazarlar giderler Söz ince açılır derince Dünya sırat-ı müstakim Her şey açığa çıkacak Elbet zamanı gelince Şeyh'ül ekber buyurdu Bundan tam bin yıl önce Bin yıl sonra bir adsız Adını koydu doğruca Söz sözü açtı kelam İçinde gül yetişti Dil güreşti an erişti Irmaklar aktı gitti Söz bitti…

Süleyman ERKUT


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Arayışın Romanı:

“Aynadaki Yalan”da “O ve Ben”in Yansımaları Ayşe Bengisu AKDAĞ Sanatçıların sanat ürünleri hayatlarından ayrı düşünülemez. Ancak hayatıyla sanatı neredeyse birebir örtüşen az sayıda sanatçı vardır. Bunlardan biri de Necip Fazıl’dır. Onun kendi hayatındaki arayışları, sorgulayışları, düşünceleri şiirlerinden piyeslerine, öykülerinden romanlarına kadar yansımıştır. Kendi deyimiyle “otuz yıl saati işleyen kendi duran” Necip Fazıl bu yıllarını O ve Ben adlı otobiyografik eserinde Abdülhakim Arvasî’yi merkeze alarak anlatmıştır. Yazar, aynı yolculuğu Aynadaki Yalan adlı romanında da başkarakter Naci üzerinden dile getirir. Necip Fazıl Kısakürek, Türk Edebiyatı’nda topluma mâl olmuş önemli bir şahsiyettir. Şiirleri, hikâyeleri, romanları ve anıları ile edebiyatın birçok sahasında eser vermiş, bu çok çeşitli türde yazılarıyla topluma yön verme amacı gütmüş bir yazardır. Necip Fazıl aslında bütün bu kimliklerin arka planında, “arayan” bir insandır. Yazar, arayışını geçirdiği bu yıllara içten ve dürüst bir şekilde eserlerinde yer vermiştir. “Bu eserlerde anlatılan insan derin bir arayışın, bir tatmin ve sığınak özleminin içerisindedir. Bu arayış çabası erdemsizliklerin tam ortasında bile bayağılaşmamış bir hüviyettedir. Necip Fazıl’ı yaşayacağı ve ömrünün sonuna kadar da koruyacağı büyük dönüşüme götüren asıl etken de onun bu halis tecessüsünde aranmalıdır.”1 Bu noktada 1934, Arvasi’yle tanışan Necip Fazıl için bir dönüm noktası olmuştur. Yazar, 1934’te yazdığı Tam Otuz Yıl adlı şiirinde de bohem hayata veda edişini şöyle belirtir: 1

Celal Aslan, “Necip Fazıl’ın Yaşadığı Dönüşüme Bir Bakış”, http://www.n-f-k.com/hakkinda-yazilanlarveincelemeler/necip-fazilin-yasadigi-donusume-bir-bakis

“Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum.” O ve Ben ile Aynadaki Yalan eserleri, işte bu otuz yılı ve sonrasını iki ayrı türde ele alan önemli yapıtlardır. O ve Ben Necip Fazıl’ın hayatıyla orantılı olarak böldüğü üç devreden oluşmaktadır. Yazar bu devrelere “Tanıyıncaya Kadar”, “Tanıdıktan Sonra” ve “O Günden Beri” isimlerini vermiştir. İlk bölümde, Necip Fazıl, 1904-1934 yılları arasında Çemberlitaş civarındaki konakta başlayan çocukluk yıllarını, Cumhuriyet döneminde Avrupa'ya gidişini ve Paris'teki bohem hayatını anlatır. Necip Fazıl’ın 1934’lere kadar olan hayatı çok büyük ölçüde düzensiz, disiplinsiz ve derbederdir. Paris’te alıştığı bohem hayatını, Türkiye’ye dönüşünden sonraki on yıl içinde de devam ettirmiştir.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Tanıdıktan Sonra" adlı ikinci bölümde, 1934- 1943 yılları arasında, Abdülhakim Arvasi ile tanışması, düştüğü bunalım ve şüpheler, bunlara Arvasi’nin verdiği cevaplar anlatılmaktadır. Kısakürek, bu tarihten sonra bir sanat adamı olmanın yanında, bir fikir adamı olarak da görülmeye başlar. Bu dönemde siyasî, fikrî ve edebî bir kimliğe sahip olan ve adeta kendi adıyla özdeşleşen Büyük Doğu mecmuasını çıkarır. "O Günden Beri" adını taşıyan üçüncü bölümde ise Abdülhakim Arvasi’nin ölümünden sonra yazarın karşılaştığı sıkıntılar ve bu sıkıntıları mürşidinin manevi desteğiyle nasıl yendiği anlatılır. 1943- 1947 yılları arasındaki dönemin ele alındığı bu bölümde ayrıca Necip Fazıl’ın Büyük Doğu macerası, hapishane hayatı ve nefsini istediği gibi terbiye edemeyişinden duyduğu ıstırap etkili bir şekilde dile getirilir. O ve Ben anı kitabının yanında eserlerinin büyük bir çoğunluğundan Necip Fazıl’ın yaşam serüvenini, ruhundaki iniş çıkışları, düşünce dünyasındaki değişimleri adım adım takip etmek mümkündür. Aynadaki Yalan da bu türdedir. Bu eserde kahraman Naci’nin İslami kimliğe bürünmesiyle başından geçen olaylar anlatılmaktadır. Romandaki ağırlık, karakterlerde değil romanda verilmek istenen fikri yapıdadır. “Necip Fazılın son yıllarında yazdığı ve roman adı altında yayımlanan iki kitabından Aynadaki Yalan, tamamen ideolojik yapıda ve apaçık tezli bir eser olup İdeolocya örgüsü ile bu çerçeve etrafındaki yazılarının basit olay ve diyaloglarla romanlaştırılmasından ibarettir.”2 Necip Fazıl, Aynadaki Yalan romanında kendi özünden uzaklaşan ve yanlış Batılılaşan aydınları eleştirerek aydının kendi değerlerine dönüş yapmasının macerasını anlatır. Romanın başkişisi Naci, yaşadığı bohem hayattan, Anadolu’nun temsil ettiği aşk, gelenek ve ruh ile kendi değerlerine, yani özüne döner.

2

M. Orhan Okay, “Kısakürek, Necip Fazıl”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.25, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2002, s. 485-488

Necip Fazıl’ın arayışını ve dönüşümünü ele aldığı farklı türdeki iki eseri olan O ve Ben ile Aynadaki Yalan eserlerinin arasında dokuz yıllık bir zaman dilimi vardır. Necip Fazıl öncelikle kendi yaşadığını kitaplaştırmış, sonra da yaşadıklarını başka kahramanlar üzerinde yeniden yaşatmıştır. Necip Fazıl ve Nâci Necip Fazıl’ın bohem hayatı Darülfünun yıllarından itibaren başlayarak giderek derinleşmiştir. Paris döneminde bir de kumar alışkanlığıyla iyice dibe sürüklenen bu hayat 1920’lerin sonlarına doğru en üst düzeyine çıkmıştır. 1921 yılında Darülfünûn'un Edebiyat Medresesi Felsefe Şubesine giren Necip Fazıl bu dönemlerde “medenileşmenin” sembolü olarak görülen Avrupa’da, Paris’te, dans etmek, bara gitmek, içki içmek gibi alışkınlıkların içinde sürüklenmekte, kadın erkek ilişkilerinde serbestleşmekte ve eğlence hayatı adeta hayatın bütünü haline gelmektedir. Ancak “bu hayata daldığı her dönemi, derin bir psikolojik buhran dönemi takip etmektedir. Hayatındaki sarkaç gibi gidişgelişlerin başlangıç noktası hep bohem hayatı denilen düzensizlik ve avarelik olur.”3

Necip Fazıl gibi felsefe eğitimi alan Naci, yazarın daha ilerisinde Edebiyat Fakültesinde Felsefe asistanıdır. Yazar romanında Naci’yi eleştirici, sorgulayıcı, araştırıcı ve gerçek doğruları bulmaya çalışan bir kişi olarak tasvir etmektedir. Naci, komünist olmadığı halde bohem ve solcu 3

Burak Sönmezer, “Necip Fazıl Kısakürek’in Düşünsel Hayatı 1923-1950”, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Genel Gazetecilik Anabilim Dalı, Ankara 2014


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

arkadaşlarıyla birlikte vakit geçirmektedir. Aynı şekilde o da Paris’te bulunmuş ve bu zamanlarını romanın daha sonraki kısımlarında, “Paris hatıralarınızdan bahsedin…” denildiğinde “Bahsetmeye değmez, hocam... Tanzimattan beri yolu açılan Avrupa'da, Batılıların marifetini devşirmek için gönderilip kabuk üstünde dört dönen böcekler gibi sürdüğümüz hayatın ne değeri olabilir?... Kendi kendimizi büsbütün kaybetmek.”4 diyerek cevaplamıştır. Naci bu bohem hayattan tatmin olamamaktadır ve içindeki çatışmayı gideremediği için huzursuzdur. Ve yine Necip Fazıl gibi, bu arkadaşlarının içinde, daldığı düşünceler ve kurtulma isteğiyle onlardan sıyrılır. Necip Fazıl, bu bunalımlardan kurtuluşun Allah’ı bulmakla olacağının bilincindedir ama bu yola çıkması, yolun sonuna varması kolay değildir. Aynı iman arayışı, diğer bir deyişle kurtuluşun Allah’ta olduğu düşüncesi Naci’de de bulunur. Necip Fazıl ve Necmi bohem hayat ve arayış çizgisinde, bazı farklılıklar taşımakla beraber, kurtuluşu bulma “vasıta”sı konusunda yine benzerlikler göstermektedir. Farklılıklar noktasında, O ve Ben’de yazarın sadece kendi “ben”i arayışta mevcutken, romanda bu arayışta vesile veya engel olan “kadın” unsuru dikkati çekmektedir. Romanda Necmi, hayatındaki üç kadının Belma, Mine ve Hatçe’nin varlığı veya yokluğuyla çeşitli safhalardan geçer. Belma, Avrupa’da bulunmuş, sosyetik bir duldur. Naci’nin hayran ve aşık olduğu kadındır. Mine, felsefe alanında bilgili ve Naci’ye karşılıksız bir şekilde aşık olmuş bir komünist, maddeci bir kızdır. Hatçe, Naci’nin askerlik yaparken tanıdığı bir köylü kızıdır. Okumamış, köyünden dışarı çıkmamış, öksüz ve yetim, dedesi Husmen Ağa’ya bakan bir kızdır. Hatçe, Naci ile ölüm döşeğindeyken evlenir. Naci için Belma, “beyni parçalayan bir ur”, Mine “diş gıcırtısı”, Hatçe ise bir “hayranlık tebessümü”dür. Romanda Naci’nin değişiminde bu üç kadın tipi ve onlarla yaşadıkları büyük oranda etkiliyken Necip Fazıl’ın anılarında böyle bir durum söz konusu değildir. Necip Fazıl, nefsle mücâdeleyi, insanın en 4

Necip Fazıl Kısakürek, Aynadaki Yalan, Büyük Doğu Yayınları, Mayıs 1998, s. 99

önemli görevi olarak görür. Bu nedenle romanda Naci’nin nefs mücâdelesine yer verir. O ve Ben’in sonunda, Necip Fazıl bütün eser boyunca olduğu gibi yine son sözünü de Abdülhakim Arvâsî ile bitirir. O’nsuz olmanın verdiği acıyla “Şimdi bırakacak mısın beni, bir solucan gibi toprakta sürünmeye” diye sorgular ve bir pınar olarak tasvir ettiği Arvâsî’ye, suyu arayan gençliğin koşmasını öğütler. Aynadaki Yalan’ın sonunda ise bütün bir ömrü mürşid aramakla geçen Naci, O’nu kendinde bulur ve “Beni istemiyor musun?” diye soran Hatçe’nin ruhu karşısında “Hayır Hatçe, ben seni yaradanı, Allah’ı istiyorum!” diyerek Mecnunluğa ermiş olur. Bunun yanında, yazarın kendi yaşamında da, romanında da birtakım ayrı özelliklerde de olsa “aracı, vasıta” olan kişi, doğru yolu buldurucu “mürşid” yer almaktadır ve karakterlere yolu göstermektedir. Sanatı, düşüncesi, aksiyonu ile nadir şahsiyetlerden biri olan Necip Fazıl hayatındaki dönüm noktası olan Arvasî’yi tanımasını “O ve Ben” adlı otobiyografik eserinde kendi “ben”i üzerinden anlatmıştır. Necip Fazıl kendisini, hayatını derinden etkileyen bu dönemi anıları dışında romanlarına da yansıtmıştır. Aynadaki Yalan romanı yazarın kendi hayatından büyük ölçüde izler taşıyan bir romandır. Anıda Necip Fazıl’ın, romanda Naci’nin bohem bir hayattan şeriat ve tasavvuf hayatına yönelmesi ve mürşidini bulmasıyla yaşadığı dönüşüm söz konusudur. Ana konudaki benzerliğin yanında kişiler özelinde veya yaşanılan bazı olayların gelişiminde farklılıklar görülmektedir. Bu yazıda sadece Necip Fazıl ve Naci üzerindeki benzerliğe dikkat çekmeye çalıştım ancak O ve Ben ve Aynadaki Yalan olayların kronolojisi, olaylar etrafındaki kişiler açısından benzerlikler göstermekle birlikte sadece karakterler açısından değil düşünce yönünden ilişkiyle de karşılaştırılacak, -karşılaştırılması gereken- eserlerdir.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“BİŞÜK”TEN “BEŞİK”E

Busenur ASLAN

Ninni çaldım beşiğine Devlet konsun eşiğine Düşman ölsün keşiğine Ninni yavrum ninni Bir ağaçtı, kestiler. Yontuldu, başka bir şekil oldu. Boyandı, cilalandı, süslü bir gelin oldu. Kucağında daima melekleri uyuttu. Dünya kurulduğundan beri vardı. Eşlik etti dünyanın hareketine. Dünya, döndü; beşik, sallandı usul usul. Analar, yavrularının kulağına ninniler okudu. Geleceği büyüttüler bu salınan döşekte. Peki, neydi beşiğin geçmişten gelen hikayesi?

Metin transkripti: “…Tabgaç bodun sabı süçig agısı yımşak ermiş. Süçig sabın yımşak agın arıp ırak bodunug ança yagutır ermiş. Yagru kontukda kisre anyıg bilig anta öyür ermiş. Edgü bilge kişig edgü alp kişig yorıtmaz ermiş. Bir kişi yañılsar uguşı bodunı bişükiñe tegi kıdmaz ermiş. Süçig sabınga yImşak agısına arturup öküş Türk bodun öltüg…” Metnin Türkiye Türkçesine çevirisi: “…Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa, kabilesi, milleti, akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün…” İlk olarak Orhun Abidelerinde rastlıyoruz “beşik” kelimesine. Bu kelimeyi, Muharrem Ergin ve Talat Tekin, “akraba” olarak kabul ediyor. Fakat okumadaki ve anlamlandırmadaki bazı farklılıklardan dolayı bugünkü anlamda bebeğin yattığı beşik olarak okuyan araştırmacılar da mevcut. Bu bizim gibi bu yola yeni çıkanlar için bir sorun. Acaba kabul etmemiz gereken hangisi? Şimdilik bu soruyu havada asılı bırakıp “beşiğin yolculuğuna” devam edelim. Dedem Korkut’un hikayelerinde de rastlarız “beşik” kelimesine. “Beşik kertmesi” ifadesiyle de burada karşılaşırız. Orhun Abideleri’nden çok daha öncesine dayanan dilimiz, Dede Korkut’a kadar yürütmüş beşiği. Orhun Abideleri’nde “bişük” olan adı Dede Korkut’ta olmuş “bişik”. Bunlardan asırlar sonrasında hâlâ capcanlı olan kelime, Türkiye, Azerbaycan, Özbek ve Kırgız Türkçelerinde “beşik”, Kazak Türkçesinde “bisik”, Başkurt ve Tatar Türkçelerinde “bişik”, Uygurlarda ise “bösük” şeklini almış. Altaylar ise, “pejik” demiş. Zamanın ve mekanın bu kadar değişmesine rağmen varlığını ve benliğini daima korumuş beşik. Belki akraba olmaktan çıkmış ama bebeğin yatağı olarak anılmış. Bir şeyin doğduğu yer olarak da anılmış. Böylece; “medeniyetin beşiği” ifadesini katmış dilimize. Yürüdükçe, salındıkça izini bırakmış adım attığımız her bir toprak parçasında. Bize anamızın tatlı sesini anımsatan beşik kelimesini Hasan Eren, beşi- (bişi-) fiilinden getirmiş. Bişimek; sallamak, sallanmak anlamına gelirmiş ve –k ekini alınca olmuş bir isim. Tuncer Gülensoy da Türkçe Köken Bilgisi adlı eserinde, aynı yolu izlemiş. Bebek salınmış, salınacak yer olmuş. Analar ninni söylemiş, gelecekler hülyalarla kurulmuş. Beşik, bir milletin geleceğinin yattığı, gözünü yarına açtığı, büyüdüğü yer olmuş. Geçmişte beşiğe saldıran, bugün de saldıradurmuş. Büyü geleceğim, ninnilerle büyü. Dün bişükteydin, bugün beşiktesin.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HER YIL BİR BÜYÜK TÜRK BİLGİ ŞÖLENİ-3:

MUHAMMED HÜSEYİN ŞEHRİYAR Beyza ÖZKAN

Uludağ Üniversitesi ve Bursa Türk Ocakları el ele verip Güney Azerbaycan’da doğup İran’da yetişmiş olan Muhammed Hüseyin Şehriyar’ı anmak için Uludağ Üniversitesi’nde bilgi şöleni düzenlediler. Geçtiğimiz sene “tarihçilerin kutbu” olarak anılan Halil İnalcık’ın -Allah rahmet eylesin- 100.yaşı nedeniyle düzenlenen bilgi şöleninden sonra bizlerde yeni bir merak ve heyecan dalgası oluştu. Hepimizde aynı soru, beynimizin kapılarını yumrukluyordu “acaba bu sene kim ele alınacak, kim konuşulacak?” diye.“Muhammed Hüseyin Şehriyar” imiş sorunun cevabı. Soru, kapıları yumruklamakta haklı çünkü bu güzel üstatla ilgili aydınlığa kavuşmayı bekleyen o kadar çok şey var ki, sanırım Şehriyar bizden de “ne duruyorsunuz yüzü ak, beyni aydın gençler, keşfedin beni, ilhamını, bıraktığım hazineyi”, diyerek onun denizinde bir dalgıç misali olup onunla ilgili en güzel hazineleri çıkarmamızı istiyor. Üstad Şehriyar, dileğine ulaştı bir nevi. Bizlere de düşen, onunla ilgili daha fazla araştırma yaparak, keşfederek onun denizinden değerli hazineleri ortaya çıkartmak olacak.

Şehriyar’ın adını duymuştum fakat onun hakkında bilgilerim şeffaf bir bulut gibi geziyordu aklımın en uzak köşesinde. Bilgi şöleninin duyurusunu gördüğümde bir fotoğrafı ile karşılaştım. Bakışları sertti, tebessümü o sert bakışlarını yumuşatıyordu. O sert bakış bana “Sen beni tanımıyor musun? Eğer beni tanımak istersen oku beni, okuyarak tanı. Durma, keşfet beni. ”dedi. Almıştım iletiyi üstattan. Araştırdım, araştırdım ve baktığımda bir çalışma ile karşılaştım. Hasan Almaz, Şehriyar’ın hayatını, eserlerini ve edebi kişiliğini ele alan değerli ve aydınlatıcı bir çalışmaya imza atmış. Okumaya başladım. Şehriyar, Hafız’dan fal açıp nasıl şehir şehir dolaşan manasına gelen markasını aldıysa, ben de o çalışma ile Şehriyar’ı gezip dolaştım. Ne güzel bir üstadımız vesselam, dedim. Bilgi şöleninde ele alınan konuları inceledim. Konular epey aydınlatıcı ve araştırmacılara rehber olacak biçimdeydi. En önemlisi de bölümümüzdeki hocalarımız da bu güzel şairi hazırladıkları bildirileriyle aydınlattılar. Kasım sabahı, bilgi şöleninin ilk günü çok güzel ve anlamlı anlara tanıklık etti. Fakat daha da güzel olabilirdi. Dergi ekibi olarak geçmiş yıllardaki olduğu gibi hep birlikte orada olamadık. Eksiktik bu sefer ama gelemeyenlerin de ruhu o salondaydı. Genel yayın yönetmenim Ayşe Bengisu Akdağ, “Bizim yerimize de izle, öğren…” diyerek ekibimizin ruhunu o güzel etkinliğe gönderdi. Ben de içinde bulunduğum bu güzel aileye bu yazıyı yazmayı ve bilgi şölenini sosyal medyadan canlı yayın yapmayı kendime vazife hatta minnet borcu bildim. Çünkü Şehriyar gibi güzel bir ruhtan, gönülden ve sanatçıdan hiç kimse mahrum kalmak istemez. Bilgi şöleninin ilk gününde Bursa Türk Ocakları Derneği Başkanı Prof.Dr.Selçuk Kırlı, Uludağ Üniversitesi Rektörü Yusuf Ulcay, Şehriyar’ın kişiliği ve Türk dünyasında yarattığı etki hakkında düşüncelerini belirttiler. Azerbaycan’dan gelen misafirler ise Şehriyar’ı anlamadılar sadece, yaşadılar. Konuşmalara geçilmeden evvel Yusuf Hüsnü Azami, Şehriyar ‘dan güzel sesiyle, şiirler okudu. Bu okumadan sonra konuşmalara geçildi. Muhammed Hüseyin Şehriyar için çeşitli akademisyenler, onu farklı yönleriyle bizlere tanıttılar. En çok da “Haydar Baba’ya Selam” ve “Derya Eledim” şiirleri salonda baş taç oldu. Bir de Şehriyar’ın bizi kucaklayan bir şiiri daha var: “Türkiye’ye Hayali Sefer” adil bir şiir. Şehriyar, öyle bir sefer yapıyor ki ülkemize, Atatürk’ü, Akif’in marşındaki nazlı hilali de şiir iklimine katıyor, Tevfik Fikret ve Yahya Kemal gibi ülkemizi dilin gücüne,


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kelimelerin gücüne başvurarak şiirini gönül mayasıyla karıyor. Bildiri sunan konuşmacılardan Ahmet Bican Ercilasun, “Derya Eledim” isimli şiiri incelerken Şehriyar’ın Türkçeyi güzel bir sevgili olarak tasavvur ettiğini dile getiriyor. “Ne güzel bir sevgilidir bu Ya Rab! “ diyerek “Türkçem benim ses bayrağım diyen Dağlarca’yı hatırladım o an. Şehriyar’ın aynı zamanda Farsça ve Türkçeyi de yetkin kullandıkları da biz dinleyicilere aksettirildi. Hatice Şahin ve Ebru Kuybu ise Şehriyar’ın şiirlerinde kullandığı yansıma sözcükler, ikilemeler ve tekrarlar üzerinde durdular. Böylece Şehriyar’ın dizginlerini ele alıp dil atını nasıl koşturduğuna da şahit olduk. Okulumuzun hocalarından Özlem Ercan ile Gülay Durmaz; Fuzuli, Hafız ve Şehriyar’ı incelediler. Bu incelemeden de biz Şehriyar’ın Hafız ile hemhâl olduğunu, oradan fal açıp da kendisine Şehriyar mahlasını seçtiğini anlıyoruz. Fuzuli gibi coşkun akan lirizm denizinde yüzmüştür üstad. Sadettin Eğri de bu üstadın lirizm denizinde yüzdüğünü açıklamakla kalmayıp dolayı olarak bize onun edebi anlayışının yer aldığı çalışmadan da söz eder. Zuhal Eroğlu Koşan ve Alev Sınar Uğurlu ise başka bir hazine keşfettiler bu güzel şahsiyetle ilgili: Mehmet Akif ve Yahya Kemal ile olan bağı. Şehriyar, tıpkı Akif gibi sözü yalın ve tek kullanmış, hilale, toplumun kanayan yaralarına dokunmuş; Yahya Kemal gibi de dili ustalıkla kullanmıştır. Ne cevherler ortaya çıktı bu şölende... Hepsini anlatmak çok güç. Şehriyar’ı keşfetmek için daha çok keşif ve daha çok emek gerek.

Diğer konuşmacılar da Şehriyar’ı farklı yönleri ile bize anlattılar. Azerbaycan’dan gelen konuşmacılar, bilgi şöleninin renkli yüzlerinden biri oldu. Şehriyar’ı yaşadılar, hissettiler. Bunu ses tonlarından anlamak gayet mümkün. Bilgi şöleninin son gününde, kapanışta Alev Sınar Uğurlu, Selçuk Kırlı ve Ahmet Bican Ercilasun, oturumları değerlendirdiler. Ercilasun Hoca’nın bir sözü dinleyiciler tarafından çok beğenildi:

“Azerbaycan, şiir ve musikî memleketidir. Siir ve musikî, cânla olur. Bay, zengin demektir ve baycan da gönlü zengin demektir. İngiltere Shakespeare demek, Türkiye ise Fuzuli, Tevfik Fikret, Yahya Kemal ve Akif demek, Azerbaycan, Şehriyar demektir.” Ercilasun Hoca’nın dediği gibi Şehriyar, gönül zengin bir üstad, bir şair. Onu anlamak, onun gönül denizinde bir dalgıç misali yeni hazineler yeni inciler keşfetmek demektir. Bizler de Şehriyar ve diğer şairleri bu şekilde ele alıp incelersek dünyamızı cevherle doldururuz. Hatırlıyorum, sempozyumda araya girdiğimizde Alev Hocam su soruyu yöneltmişti: “Sıkıldınız mı? -Hayır, hocam etkinlik harika gidiyor.” dedim hocama. Bu sözü gönlümle söyledim hocama. Gerçekten de keyifli geçiyordu. Etkinliğin keyifli geçmesinde hem Bursa Türk Ocağı hem de ev sahipliği yapan Uludağ Üniversitesi’nin katkıları çok büyük. Böylesine güzel bir inciyi karşımıza çıkardıkları için hepimiz minnettarız. Şimdi bakıyorum Şehriyar’ın yüzüne, gülümsüyor. “Keşfetmeye devam et, sakın vazgeçme.” diyor. Söz veriyorum sana üstad, hepimiz seni ve senin gibi edebiyat deryasındaki incileri keşfedecek ve onu güzel bir şekilde koruyacağız, sahipleneceğiz. Satırlar sona ererken bir soru da yumrukluyor beynimin duvarlarını: “Seneye hangi isim konuşulacak?” diye. Tahminler çok, sorular bol. Bir dahaki bilgi şöleninde görüşmek dileğiyle, esen kalın ey okurlar! Muhammed Hüseyin Şehriyar kimdir? İran Türklerinden olan Şehriyar, 1906’da Tebriz’de doğdu. Medrese-i Talibiye’de aldığı Arapça ve Arap edebiyatı eğitiminin yanı sıra, Fransızca öğrendi. 1921 yılında Tahran’a gelerek Dar-ül Fünun okulunda tıp tahsiline başladı. Şehriyar 1929 yılında önsözünü dönemin bilinen şairlerinden olan Bahtiyar, Nafisi ve Muhammed Tagi Bahar’ın yazdığı ilk şiir kitabını neşretti. Şiirlerinde şair Hafız, Sadi, Fuzûlî, M.P. Vaqif, M.E. Sabir’den tesirler mevcut olan şair, ana dilinde kaleme aldığı Heyder Babaya Salam şiiri ile Türkiye’de ve Sovyetler Birliği’ndeki Türk cumhuriyetlerinde de büyük bir üne kavuştu. 1951 yılında Haydar Babaya Selam şiir kitabını yayımladı. Haydar Baba, köyünün bulunduğu dağın adıdır. Tahran’da 18 Eylül 1988 yılında vefat eden şairin ölüm günü, İran’da Milli Şiir Günü olarak kutlanmaktadır.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

SEVGİ SOYSAL / YÜRÜMEK Sevgi Soysal’ın eleştiri oklarına tutulmuş romanlarından biri de Yürümek’tir. Bu roman Soysal’ın yazarlık kariyerinde bir eşik olarak nitelendirilir. Ela ve Mehmet’in yollarının kesişmesi üzerinden sınıfsal ayrımı, kadın ve erkek ilişkilerini sorgular. Sevgi Soysal’ın bu ilk romanı 12 Mart döneminde “müstehcenlik” gerekçesiyle toplatılmış olmasına rağmen 1970’de TRT Roman Başarı Ödülü’nü almıştır.

JALE PARLA / BABALAR VE OĞULLAR: TANZİMAT ROMANININ EPİSTEMOLOJİK TEMELLERİ ÜZERİNE Kitabın temeli 1980’lerde Parla’nın öğrencileriyle birlikte oluşturduğu Tanzimat Romanının Doğuşu konulu projeye dayanır. Tanzimat romanının doğuşunu, yeni oluşan romanı babalar ve oğullar ilişkisinde inceliyor. Kültür ve toplumun, simgesel babasını aramasını altı başlık altında inceliyor. İçerisinde Tanzimat romanındaki erkeklerin ruh halleri ve aile ilişkilerine dair önemli tespitlerin de bulunduğu bu çalışma sosyal bilimlerle ilgilenen herkesin ilgisini çekiyor.

DARİO FO – FRANCE RAME / KADIN OYUNLARI -1 13 Ekim’de kaybettiğimiz Nobel Edebiyat ödülü sahibi Dario Fo’ nun eleştiri üzerine kurduğu oyunlardan birisi. Füsun Demirel’in çevirisiyle dilimize kazandırılan bu oyunda kadın hikayelerini bulacaksınız. Çarmıha Gerili Meryem Ana , Filistinli Bir Kadın , İşçi Kadın, Tecavüze Uğrayan Kadın, Teröristin Anası, İşkence Gören Kadın, Partizan Ana, Romalı Lisistrata, Medea ve diğerlerinin öyküleri… Monologların sade dili sizi sıkmadan eğlendirdiği gibi güldürecek de.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ İMAM-I RABBANİ – MEKTÛBAT ( NECİP FAZIL) "Mektûbât" meşhur Hindistan âlimlerinden olan, 1563'te doğan İmam-ı Rabbani tarafından yazılmış kıymetli bir kitap. İmam-ı Rabbani, mektuplarını yazdıktan sonra mektupları toplanarak "Mektubat" olarak derlenmiş. Çeşitli memleketlere göndermiş olduğu mektuplardan 536 mektubu, üç cilt hâlinde toplanarak bu eser meydana getirilmiş. Eseri Necip Fazıl da 1956'da mektuplarından parçalar olarak neşretmiş. Eserin 1965'teki baskısının girişinde de şu satırlara yer vermiş: " Büyük Doğu'culardan İmam-ı Rabbaniye sarılmayı Allah ve Resulüne sarılmanın en mükemmel şartı bilmelerini, olanca dikkat, haşyet ve basiret nazarlarını bu mektuplar üzerinde toplamalarını, her kelimesi derya kadar derin mektuplara karşı "anladım, anlayamadım!" demeden, bir mektuptaki müşkülü öbür mektupta çözmeye çalışmalarını dileriz. Allah muvaffak etsin... N.F.K. 1965" HALİDE NUSRET ZORLUTUNA – BENİM KÜÇÜK DOSTLARIM Türk edebiyatının ilk kadın yazarlarından biri olan Halide Nusret bu kitabında şöyle diyor: "Her çocuk, bence zevkle okunmaya değer meraklı bir kitap; karşısında uzun uzun, hayran hayran düşünülecek bir bilinmeyenler âlemidir. Yirmi yıldan beri bu kitapları yaprak yaprak, satır satır okumaya ve anlamaya çalışıyorum..." Arka kapakta bu satırları okuyunca zaten içini merak etmemek elde değil. Halide Nusret'in Cumhuriyet’in ilk yıllarında geçen bu anılarında, öğrencilerinin isim isim hikayelerinde ve yer alan fotoğraflarda kendini mesleğine adamış ve her şeyden önce çocuğu "seven" bir öğretmeni, bir anneyi buluyoruz. Kitabın adından da bu samimiyet anlaşılmıyor mu zaten?

BİR NESLİ NASIL MAHVETTİLER? – OSMAN YÜKSEL SERDENGEÇTİ Roman olmayan ama roman tadında, sürükleyici bir şekilde okunan bu kitapta Serdengeçti, Cumhuriyet sonrasında yeni neslin, tarihten ve kültürden yoksun, yozlaşmış bir nesil haline getirilmeye çalışıldığını, Türk gençliği üzerinde oynanan oyunları, irdeliyor. Kitabın arka kapağında şu ifadelere yer veriliyor: “Bu kitap hayat gibi daima şikâyet edilen, fakat kendisinden vazgeçilemeyen bir sürükleniş, ölüm kadar korkunç bir gerçektir. Kitaptaki insanlar bizleriz. Bizim neslimizdir. Burada genç varlıklar, dışımızı saran, içimizi sarsan, gençliğimizi, varlığımızı yokluğa boşluğa doğru alıp götüren, silip süpüren kör bir kuvvetin mahkûmudurlar!..”


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Hibiscus Rosa-Sinensis ve Lepidoptera ’nın Aşkı 1

2

Mehmet Altınova İnsanlığın bilinmeyen dönemlerinde ihtiyaçlar sonucunda ortaya çıkan bir durum vardı. Bu durumda olan insanların göz bebekleri büyür, kalp atışları hızlanır, boyun tarafındaki damarların saniyedeki hızı artar, kimi zaman elleri titrer, konuşma bozuklukları yaşar, ne yapacağını bilemez halde avare avare dolaşıp derdini anlatmaya çalışır da kimseye anlatamaz, anlatmak istemez, anlatsa da kimse, ne olduğunu, o duruma yakalanan kişi kadar hissedemezdi. İşte insanlar, insanlığın o bilinmeyen dönemlerinde bu duruma bir isim koymak istemişlerdi ve adı yıllar boyu anılacak olan o ismi buldular: Aşk. İşte bu hikaye de onlardan biri. İsfahan’dan, Hotan’a; Hotan’dan Anadolu’ya, herhangi bir yerde geçiyor bu aşk hikayesi. İnsanın olduğu her yerde geçebilir bu hikaye. İster yerin altında olsun isterse yer yüzeyinde olsun insan ya da insana dair unsur varsa orada bu hikayeye dair izler bulmanız mümkün. Hibiscus Rosa- Sinensis3, baharın her gününde yeni çiçekler açan, bütün güller içinde en mahzun olan çiçekti. Her gün yaprağını dökmek zorunda kalan ama ertesi gün tekrar hayata renk veren bu çiçeği herkes Prometius4’a benzetirdi. Çin Gülü, tıpkı Prometius’un ateşi vermesi gibi kendinden güzellik vermesinden dolayı her günün sonunda büyük bir ıstırap yaşamakta, ertesi gün de hayatına yeni açtığı çiçeklerle merhaba demekteydi. Hayatın ve doğanın ona sunduğu en üst seviyedeki mutluluk buydu... Bahçe, Çin çiçeği ile doluydu. Derler ki her Çin Çiçeği’nin bir sevdiği vardı. Sabah, çiçek her açtığında onu bekleyen sevgilisi yanında kanat çırpmaktaydı. Kimi zaman aşığı erken gelir, konar ve onun ilk uyanmasını yani açılmasını bekler kimi zaman da hızlı hızlı kanat çırpıp Çin Gülü’nün açılmasına yakın bir zamanda gelirdi. Ama mutlaka o açılana kadar orada olurdu. O kişi, onun kader arkadaşı, yekdiğeri, ona bütünlük kazandıran Lepidopteraydı. Ne kadar çok Çin Gülü varsa o kadar da Lepidoptera5 vardı. Gün doğduğu zaman ay çiçekleri güneş; kelebekler ise Çin Gülü’ne doğru dönmekte ve ulaşmaya çabalamaktaydı. Eğer olur da Kelebek onun

1

Hibiscus Rosa-Sinensis (Lat.): Çin Gülü. Halk tabakasında Japon gülü olarak da bilinir. Yaprakları bir günlüğüne açar ve ertesi gün ölür yerine tekrar yenileri açar. (Y.N.) 2 Lepidoptera (Lat.): Kelebek. (Y.N.) 3 Hikayenin bir bölümüne kadar bu karakterimiz bir özelliğini kaybederek Çin Gülü olarak adlandırılacaktır.(Y.N.) 4 Prometius: Zeus’tan ateşi çalıp insanlığa veren mitolojik bir varlıktır. Zeus onu zincirlemiş ve kargaları, onun ciğerini yemesi için üzerine salmıştır. Ciğeri her seferinde yenilenmesi eziyetin devam etmesine neden olmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, syf 256, Remzi Kitabevi.(Y.N.) 5 Bundan sonra bu karakterimiz bir özelliğini yitirip Kelebek olarak adlandırılacaktır.(Y.N.)


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yolunda ölürse Çin Gülü anında solar daha gününü bitirmeden kendi yaşamına son verirdi. Bu durum, insanlar arasında tevatüre yol açarak onlar arasında bir ilişki olduğunu düşünmesine sebep olurdu. Hal böyle olunca üreticiler, onların habitatlarına6 önem verir, Kelebeklerin kozalarını çevreleyip kurtlardan korumak için büyük çaba gösterirlerdi. Böylece kozasından rahatlıkla çıkan Kelebek, hiçbir engele takılmadan her gün Çin Gülü’nün yoluna gidebilmekteydi. Diğer taraftan Çin Gülü bahçesine sahip olan bahçıvanlar da etrafını çitlerle çevreleyip sulamasını da muntazam şekilde yaparlardı. Halk, okuduğu mesnevilerden hiçbir aşkın bu kadar olağan içinde olmadığını bilirdi. Çin Gülü ile Kelebek’in arasına giren Musca Domestica7 vardı. Kara Sinek, Kelebek’in üzerine vızıldayarak gidip hiçbir yere hareket edemeyen Çin Gülü8’nün o narin taç yapraklarına konup onu taciz etmekteydi. Yazıktır ki ne Kelebek naçar düşmüş kanatlarıyla onu kovalayabilmekte ne de Gül onu rüzgarsız uçurabilmektedir. Ömürlük Kara Sinek, en fazla bir gün ömrü olan bu iki muhabbetliye rahatlık vermemekteydi. Buna rağmen gün boyunca bir saniye olsun Kelebek sevdiğinin yanından ayrılmıyor ve sürekli kendilerine ait hissettikleri çiçeklerin taçlarında kanatlarını çırpıyordu. Onlarla koklaşıyor, sohbet ediyor ve muhabbet kuruyordu. Gül de en güzel kokularından ona veriyor, renklerin en canlısını giderek soluklaşmasına karşın göstermeye çalışıyordu. Kısacık ömürleri vardı ikisinin de. O günün akşamına kadar sevgilerini en güzel nasıl ifade edeceklerini dahi düşünmeden, kısıtlı imkanlarla, insanlığın bilinmeyen dönemlerdeki bilinmeyen duygularını ifa etmeleri gerekiyordu. Her geçen saniye, ikilinin ıstırap çekmesine neden oluyor ama onlar aşklarına, geri kalan saniyelerin uğruna, devam ediyordu. Aşkın hangi evresinde olduğunu dahi düşünmüyorlardı. Çünkü onlar, sonsuzluğun onlar için cennetten bir bahçe olduğuna gönülden inanıyorlardı. Aradan bir saat geçti, iki saat geçti, üç saat geçti, dört, beş... Yedi, sekiz... Ölmeye yakın olduklarını hissediyorlardı bu sevgililer. Bu anlarda Kelebek, kanatlarını yavaş çırpıyor, Gül’ünün taç yaprakları giderek soluklaşıyordu ama içlerindeki sevgi bitmek tükenmek bilmiyor, tüm tazeliği ile devam ediyordu. Gün sonunda yavaş yavaş yok olmaya başlıyorlardı. Fakat buna karşın Kelebek, “Acaba Kelebekler ülkesine mi gideceğim?”, Japon çiçeği de “Acaba Güller ülkesine mi gideceğim?” diye sormuyordu. Çünkü tek bir yer olduğunu biliyorlardı. Gün sona erdi. Çiçek, sevgisini Kelebek’ten hiç esirgemedi, Kelebek de âşıklık vazifesini yapıp onda yok oldu. Bahçıvanlar, Gül ile Kelebek’9in aşkının sona ermediğini bilir ve yeni aşkları izlemeye koyululardı. Ertesi günü de tüm bunlar unutulup, yeni Hibiscus Rosa- Sinensis ile Lepidotera’ların aşkı başlardı...

6

Habitat(İng.): Doğal yaşam alanı. Musca Domestica(Lat.): Kara Sinek. Hikayenin bundan sonraki kısmında bu karakterimiz Kara Sinek olarak adlandırılacaktır.(Y.N.) 8 Bundan sonra Çin Gülü bir özelliğini daha kaybedip yalnızca Gül ile anılacaktır.(Y.N.) 9 Bundan sonra ne Gül’den ne de Kelebek’ten bahsedilecektir, çünkü kendilerine ait olan bütün özelliklerini yitirip aşık ve maşuk vahdete ermişlerdir.(Y.N.) 7


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

YENİYIL FİLMLERİ

Tuğçe ERKOL

2016 yılının son sayısını hazırlarken bizler de siz değerli okuyucularımız gibi yeni gelen yıldan bir şeyler umut ediyoruz. Artık bir şeyler olsun, hayatımızda bir şeyler değişsin, diyoruz. Yeni yılda sağlıklı olalım; yeni yılda aşık olalım; yeni yılda mutlu olalım; huzurlu olalım yeni yılda… Evet, yeni yıl demek umut demek…Yeni yıl filmleri de umut filmleri demek… Bu ay film köşemizde sizler için birbirinden güzel ve farklı 10 film listeledik. Farklı diyoruz çünkü animasyon var; Türk filmi var; Bollywood filmi var; Hollywood filmi var. Çok geniş bir çerçevenin en iyilerini sizin için seçtiğimizi umut ediyoruz…

1)

Hint sinemasında King Khan diye tanınan Shahrukh Khan’ın ve Deepika Padukone’nin başrolü paylaştığı film, ailesinin intikamını almak isteyen bir adamın bu intikam uğruna çektiklerini anlatıyor. Filmin bir Hint filmi olduğunu da göz önünde bulundurursak dansları, şarkıları ve eğlenceyi de bir kenara atmamak lazım… 2)

New Year’s Eve (2011)

ABD yapımı 1 saat 58 dakikalık film, birçok kişinin yen yıldan bekledikleri umudu gözler önüne seriyor. Konusunun yanı sıra Robert de Niro, Zac Efron, Ashton Kutcher, Jessica Biel, Sarah Jessica Parker gibi isimlerden oluşan dev oyuncu kadrosuyla izleyicilerinin karşısına çıkan film, seyircilerden tam not almış durumda. 3)

4)

Happy New Year (2014)

Neşeli Hayat (2009)

“Yarım somunun var mı, bir de küçücük evin, kimsenin kulu kölesi değil misin, en neşeli hayat senin. ” diyen Ömer Hayyam rubaisinden yola çıkarak adını alan filmde Noel Baba’nın ne olduğunu bilmeyen bir Noel Baba anlatılır. BKM’nin Çok Güzel Hareketer Bunlar adlı programından dolayı yüzlerine aşina olduğumuz isimleri Yılmaz Erdoğan önderliğinde bu filmde görüyoruz. ,

The Holiday (2006)

Başrollerinde Cameron Diaz, Jude Law, Kate Winslet, Jack Black’ın olduğu bu filmin konusu kısaca şöyledir: Kısa bir süre için tatile gitmek isteyen Cameron Diaz ve Kate Winslet’in internette gördükleri karşılıklı ev değiştirmeye dayalı bir tatile çıkmalarıyla olaylar silsilesi gelişir. Romantik komedi tarzındaki bu film acaba nasıl sona erecektir? 5)

The Polar Express (2004)

Hepimizin bildiği adıyla Kutup Ekspresi. Bir animasyon film olan Kutup Ekspresi, özellikle Tom Hanks’ın seslendirmesiyle hepimizin kalbinde yer tutan sıcacık bir filmdir. Konusu ise Noel Baba’ya inancı kalmayan bir çocuğun bindiği Kutup Ekspresi onu kocaman bir maceraya sürükler. 6)

Love, Actually (2003)

Noeli yaklaşırken Londra’da yaşayan 10 çiftin yaşadığı aşk hikayesi anlatılır. Tıpkı New Year’s Eve’de olduğu gibi zengin oyuncu kadrosuyla dikkat çeker. Hugh Grant, Liam Neeson, Keira Knightley, Collin Firth gibi isimler bu kadro içindedir. 7)

Serendipity (2001)

Sara ve Jonathan bir dükkandaki son eldiveni aynı anda satın almak isteyince tanışırlar. Satın aldıkları eldiven halen kimsenin malı değildir ve kime ait olacağına karar vermek üzere buluşmaya karar vermeleriyle olaylar başlar. John Cusack ve Kate Beckinsale’nin başrolünde olduğu ABD yapımı film, en sevilen romantik komedi filmler arasında yerini aldı.


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

8)

Grinch (2000)

Millenyum havasına en yakışan filmlerden biri, diyordu bir film eleştirmeni. Bence çok da isabetli bir eleştiriydi. Dr Seuss'ın çocuk klasiği romanından Ron Howard tarafından uyarlananmıştır. Jim Carrey filmin başrolündedir. Yeşil ve oldukça çirkin olduğu için küçüklüğünden beri dışlanan ve artık nedense Noel’den nefret eden Grinch’in küçük bir kız sayesinde tutunduğu yeni umutların anlatıldığı, küçük çocuklar için de çok güzel dersler barındıran filmi, mutlaka izlemelisiniz. 9)

Home Alone (1990)

Hepimizin bildiği adıyla Evde Tek Başına. Yeni yıl için tatile gitme hazırlığı yapan bir ailenin, evdeki kalabalık ve telaştan dolayı küçük çocuğu unutması ve aniden bastıran hava muhalefetinden dolayı küçük yaştaki bir çocuğun bir süre evde yalnız kaldığı filmdir. Senelerden beri televizyoncuların can kurtaran filmi olan Evde Tek Başına, günümüzde hala zevkle izlenen filmler arasındadır. 10)

Milyarder (1986)

Türklerin yılbaşıyla ya da yeni yıl kutlamalarıyla olan ilişkisi uzun zamandan beri vardır. 1986 senesinde yapılan Milyarder filmi tam anlamıyla yeni yıldan beklenen umudun gözler önüne serildiği bir film olmuştur. Kartal Tibet’in yönetmen koltuğunda oturduğu Şener Şen başta olmak üzere Adile Naşit, Münir Özkul, Tulu Çizgen, Müge Akyamaç ve Uğur Yücel gibi isimlerden oluşan filmin yapımcılığı Ertem Eğilmez’e aittir.

Yeni yılın getirdiği yeni umutlar sizinle olsun…


Kasım-Aralık’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

02.06.16 Hemen herkesin bir yeri vardı Kuşların gagaladığı, karıncaların parçaladığı Bilirsin Turgut’tan çaldılar Göğe Bakma Durağı’nı Oysa benim durağım sen Başkaları bulutu arar bir de denizi Benim aradığım da gözlerinin koyu kahvesi Ara ara saçlarına sarılır düşlerim Nedense saçlarına sarılır düşlerim Nedense anlarsın bunu, kaynar içim Sanki geçmiş gibi üstünden binlerce seneler Sanki hiç yokmuş gibi kilometreler Sana ne desem bu şiir kadar yarım Bir yanım senle işte, bir yanım senle karışık Ellerinse sanki yüzümde büyüyen bir sarmaşık…

Merdümgirîz


Fotoğraf

Aybige Akdağ

Ildırı ( Erytrhai Antik Kenti), İZMİR

“…Buraya dek, Anadolu’nun ırmak ve sularıyla akıldı. Dağları ve taşlarıyla sarmaş dolaş olundu. Denizlerinde yol alındı. Efsaneleri anıldı. İlkçağ’ının tarihiyle gezildi. Hacılar’a, Çatalhöyük’e uğrandı. Uzak geçmişin olayları gözden ve gönülden geçirildikten sonra, tüm bu yerlere, “Hey koca yurt!” denmez de ne denir?” Halikarnas Balıkçısı, Hey Koca Yurt


“Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep omzunuzda, cesaretiniz yüreğinizde daim olsun. Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız. Kaleminiz ışık yaysın...” Nermin Bezmen “Okumanın sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz. İncir Çekirdeği’ne bu yolda başarı dileklerimle sevgi ve selamlar...” Sevinç Çokum “Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız.” Beşir Ayvazoğlu

“Üniversitelerin Çocuk Edebiyatı kürsüleri açması, geçmişte en büyük düşümdü. Gerçekleşti. Sizlere öğüt vermeyi doğru bulmuyorum sevgili öğrenciler, “Ödünç akıl cepten düşer” atasözünü pek severim. Sizler 21. yüzyıl ve bilgi çağı gençleri olarak lütfen, Çocuk Edebiyatı konusunda kendi önerilerinizi, projelerinizi yaratıp ortaya atın.” Gülten Dayıoğlu

“Sizlere söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize : ‘Bir taşı delen bir suyun gücü değil Damlaların sürekliliğidir.’ Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir.” Sunay Akın

“Öncelikle bu mesleği seçmiş olmanızdan dolayı sizleri kutluyorum. Dünyanın en güzel, en özgür mesleği edebiyat öğretmenliğidir. Yaptığınız dergi işinden dolayı da sizleri kutluyorum ve kolaylıklar diliyorum. Sağlık ve başarı dileklerimle...” Osman Çeviksoy


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.