İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:24

Page 1

Mart 2016 Sayı: 24

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

hayal ve hakikat arasında:

Halid

Ziya

150

Yaşında

DÜNYA KÜTÜPHANELERİ: “KLEMENTİNUM – PRAG”

RÖPORTAJ:

GÜLSELİ İNAL

DEDEM KORKUT’U DİNLERKEN


İNCİR ÇEKİRDEĞİ DERGİSİ YAZI İŞLERİ EKİBİ Ayşe Bengisu Akdağ Genel Yayın Yönetmeni İncir çekirdeğinin küçük oluşuna atfen “İncir çekirdeğini doldurmamak” demişiz. Bir sözün, tartışmanın, işin basitliğini ifade etmeye çalışmış, hacimce küçüklüğü üzerinden incir çekirdeğini kıymetsizleştirmişiz. Hâlbuki o, esas bu küçüklüğüyle beraber içine büyük bir incir ağacı sığdırıldığı için değerli değil midir? İşte bizler bu değere inandık ve incir ağacı olabilmek için çekirdekten başladık. Başladığımız bu yolda iki yılı geride bıraktık. Yeni yaş sevincimizi bizlerle paylaşan bütün okurlarımıza teşekkürler. Bizler yazdıkça boynu kırılan, törpülenen kalemler olmaya devam edeceğiz. Dilimize, kültürümüze incir çekirdeği kadar da olsa bir faydamız olması ümidiyle.

Sırdem Kemiksiz Yazı İşleri Müdürü Merhaba değerli İncir Çekirdeği Okuyucuları! Kış mevsimini yavaş yavaş bitirmekte olduğumuz şu günlerde baharla birlikte biz de yeni sayımızı kucaklıyor ve üçüncü kez baskıya giriyor oluşumuzun sevincini yaşıyoruz. Yaklaşık üç yıldır edebiyatı sizlere bu alanın mihenk taşlarıyla sevdirmeye çalıştık. Bu çabamızı takdirle ve ilgiyle karşıladığınız için hepinize minnettarız. Bizler her daim incir çekirdeğini dolduracak hevesler taşıyacağız. Bu yolu bizimle yürümeniz dileklerimle, sevgiyle kalın.

Sultan Demirtaş Editör Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, Bu ay ikinci yılımızı doldurduk. Emin adımlarla, siz okuyucularımız sayesinde ilerliyoruz. Aynı azimle, aynı şevkle devam ediyoruz bu yolda. Her ay bir sayımızı daha size sunarken ilk sayımızdaki heyecanı yaşıyoruz. Bu ayki heyecanımız ise bambaşka. Takdir edersiniz ki dergimizin her ay basımı yapılmıyor. Bu ay ise dergimizi elinize alıp okuyabileceksiniz. İmkânlarımız dâhilinde bu keyfi sizlere yaşatabilmenin haklı sevinci içindeyiz. Emeği geçen tüm yazar arkadaşlarıma teker teker teşekkür ediyorum. Okunmak için bekleyen yepyeni sayımızla sizleri baş başa bırakıyorum. Okuyun, güzel kalın.

Kübra Tarakçı Editör Hani derler ya “nerden nereye…” diye, durumumuz aslında tam olarak böyle. Bazen düşünüyorum da internette mesajlaşarak başlattığımız fikirden nerelere gelmişiz. Bu yolda azaldığımız günler de, çoğaldığımız günler de oldu ve şu anda kocaman İncir Çekirdeği ailesiyiz. “Bir incir çekirdeği insanın hayatına ne katar ki?” demeyin. Çünkü bu dergi bizim hayatımıza gerçekten çok şey kattı. En basitinden içimizdeki edebiyat aşkını dışa vurmamızı sağladı. Siz değerli okuyucularımız bize inandıkça biz her geçen sayıda “daha fazla ne yapabiliriz?” i sorguladık. Hep daha iyisini, daha güzelini başarmaya çalıştık ve sizlerle büyüdük. Siz incirimizin çekirdekleri oldunuz ve bizi oluşturdunuz. Kalemin gücüne inanın, inanın ki incir çekirdeğini doldurabilin.


İÇİNDEKİLER

İncir Çekirdeği Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ

Havadis / Beyza Özkan Dedem Korkut’u Dinlerken Bir Çay? / Pınar Çaylak Antikacıdaki Gelin – Hikaye / Ayşe Bengisu Akdağ Göç Yolunda – Şiir / Hatice Türk Görmüşüz – Şiir / Süleyman Erkut

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol

Misafirler Berkay Avcı Rasim Demirtaş Serkan Demirhan

Özel Yazar Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu

Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/

Birinci Tekil Şahsı Türkiye Olan Şair: İsmet Özel / Mehmet Altınova Dünya Kütüphaneleri: Klementinum (Prag) / Kübra Tarakçı Tavuklar da Kuştur – Şiir / Begüm Çalışkan Gökyüzü Aynı Hep: “Mavi” – Deneme / Pınar Çaylak DOSYA: HALİD ZİYA UŞAKLIGİL Halid Ziya Uşaklıgil’in Çocuk ve Gençlerin Yetiştirilmesi İle İlgili Düşünceleri / Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu Bir Hakikıyûn Olarak: Halid Ziya ve Gustave Flaubert / Tuğçe Erkol “Sadeleştiremediklerimizden misiniz?”: Halid Ziya / Ayşe Bengisu Akdağ Halid Ziya Uşaklıgil’den Cevdet Kudret Solok’a Mektup Şair Yanıyla Halid Ziya / Sırdem Kemiksiz Dizisi Tutunca Kitaplaştırılan Bir Başyapıt: “Aşk-ı Memnu” / Tuğçe Erkol Düzen – Şiir / Sema Keser Ağır Çekim – Şiir / Sema Keser İnziva Köşesi: Vefa – Deneme / Muhammed Münzevî Röportaj: “Bin Rüya Bir Şair: Gülseli İnal ile Bir Anı” / Begüm Çalışkan Bir Kuş Masalı – Hikaye / Hilal Akarslan Mitoloji Pusulası: Dahhak’ın Son Demleri / Busenur Aslan Bordo Defter – Hikaye / Serkan Demirhan Ne Çok – Şiir / Sema Keser Tiyatro: “Reis Bey”i İzlemek / Sultan Demirtaş Arka Kapak / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ Bakacak Gökyüzü Gözlüğü – Şiir / Rasim Demirtaş Gâvur Geceler – Şiir / Muhammed Münzevî Sinema: Oscar Heyecanı / Sultan Demirtaş İncir Çekirdeği’nde Geçen Ay Hassasiyet Manifestosu – Şiir / Berkay Avcı Fotoğraf: Aybige Akdağ


MART’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza Özkan

HA VÂ DİS

etti. Türk dili, Balkan kültürü, Çukurova tarihi ve halk edebiyatı, aşıklık geleneği ve tasavvuf alanlarındaki araştırmalarıyla ardında 27 kitap ve binlerce makale bırakan Prof. Dr. Erman Artun bir süredir geçirdiği rahatsızlık sonucu yoğun bakımda tedavi görüyordu. Çukurova Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı’ndan emekli olan Artun, Türkoloji Araştırma Merkezi’ni de kurmuştu. Erman bir süre önce Kanuni Üniversitesi Kanuni Üniversitesi Beşeri Bilimler Dekanlığı görevine getirilmişti.

düzenlenecek imza günleri ve etkinliklerde yüzlerce yazar okurlarıyla buluşacak. TÜYAP, edebiyatımızın büyük ustalarını 100. yaşlarında saygıyla anıyor. Kitap Fuarı, Bursa’da Cemil Meriç’in 100. yaşını kutlamaya hazırlanıyor. Fuar süresince Meriç’in yaşamı ve eserleri söyleşi ve panellerle ele alınacak.

Moğolistan’da

Türkoloji Camiasını Heyecanlandıran Keşif

Bursa 14. Tüyap Kitap Fuarı Yaklaşıyor

Prof.Dr. Erman Artun Hayatını Kaybetti Çukurova Ödülü sahibi ve Yazarlar Evi Derneği’nin kurucu yönetim kurulu üyesi Prof. Dr. Erman Artun vefat

TÜYAP Bursa Fuarcılık A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliğiyle düzenlenen Bursa 14. Kitap Fuarı, 19-27 Mart 2016 tarihleri arasında Bursa Fuar ve Kongre Merkezi’nde açılacak. Bu yıl 300 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla gerçekleştirilecek olan Bursa Kitap Fuarı, söyleşi, panel ve çocuk etkinlikleri gibi 80 kültür etkinliğiyle yüzlerce yazara ve şaire ev sahipliği yapacak. 9 gün süresince

Japon Osaka üniversitesi, Moğolistan’da yaptığı kazılarda Türkçe yazılı 2 taş yazıt buldu. Yazıtların biri 4 metre, diğeri 3 metre uzunlukta ve yeri başkent Ulanbatur’un 400km güneydoğusunda. Yazıtların üzerinde toplam 2,832 damga harfinden oluşan 20 dize Türkçe yazı bulunmakta.


MART’16 İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Masumiyet Müzesi Londra’da Orhan Pamuk’un 2008 yılında yayımlanan aynı adlı romanından ilhamla kurduğu Masumiyet Müzesi’nin Londra Somerset House’ta açılan sergisi Avrupa’da en önemli sanat olayları arasında yerini aldı. Sergi, başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın birçok medya organında geniş yer buldu. Londra’da Somerset House Courtyard Rooms bölümündeki sergi 3 Nisan 2016 tarihine kadar açık kalacak.

Gılgamış Sergisi’ni Kaçırmayın Uludağ Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Resim-İş Eğitimi Anabilim Dalı'nda görev yapmış ve halen yapmakta olan 23 sanatçı ve akademisyen, “Gılgamış" temalı sergide bir araya geldi. Sergide, resim, heykel, seramik, grafik, özgün baskı, yerleştirme, fotoğraf ve tekstil gibi farklı disiplinlerden, 23 sanatçı ve akademisyenin tarihteki ilk yazılı destan olan Gılgamış'ı

kendi teknikleriyle yorumladıkları eserler yer alıyor. Sergi 5 Mart’a kadar açık kalacak!

Jorge Luis Borges'in Efsanevi Babil Kitaplığı Yeniden!

Latin Amerika edebiyatının dev ismi Borges'in hazırladığı Babil Kitaplığı serisi yeniden Türk okurlarla buluşuyor. Gerçeküstü edebiyatın en başarılı örneklerini barındıran ve Kırmızı Kedi Yayınevi'nden çıkan 30 kitaplık serinin çevirileri, yeni basım sırasında gözden geçirildi, bazı kitaplarsa yeniden çevrildi.

AHMET HAMDİ TANPINAR EDEBİYAT YARIŞMASI Osmangazi Belediyesi tarafından geleneksel olarak düzenlenen 'Ahmet Hamdi Tanpınar Edebiyat Yarışması'nın startı verildi. Bu yıl deneme dalında yapılacak yarışmaya katılmak isteyenlerin eserlerini 22 Nisan'a kadar Osmangazi Belediyesi'ne teslim etmeleri gerekiyor. Birinciye 10 bin lira, ikinciye 7 bin 500 lira üçüncüye 5 bin lira ve mansiyon kazanan 2 yarışmacıya 2 bin 500 lira ödül verilecek.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dedem Korkut’u Dinlerken Bir Çay? Atam Korkut’un, Oğuzlar’da sözü dinlenen ve beylerin bile akıl danıştığı ileri gelen bir şahsiyet olduğunun ötesinde bir bilgiye sahip değiliz. Ancak Kitab-ı Dede Korkut taki Oğuznameler sayesinde Oğuzlar hakkında pek çok bilgiye sahibiz. Oğuznameler 15. yy da yazıya geçirilmiştir. Dede Korkut’un Vatikan ve Dresden olmak üzere iki nüshası bulunmakta. Ancak biliyoruz ki Vatikan Nüshası’nın içindeki oğuznameler eksik olduğundan ve epeyce hasar gördüğünden itibar edilen nüsha Dresden Nüshasıdır. Vatikan Nüshasında altı oğuzname mevcutken Dresden Nüshasında on iki oğuzname de yer almaktadır. Bu oğuznameler sıradan birer hikaye örneği değillerdir. Bizde Dede Korkut ile ilgili, pek çok değerli hocamız çalışma yapmıştır. Orhan Şaik Gökyay’ın “Dedem Korkut” , Muharrem Ergin’in “Dede Korkut” isimli çalışmaları üniversitelerimizin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinde ders kitabı olarak da işlenmektedir.

Pınar ÇAYLAK

Fuat Köprülü hoca Dedem Korkut’un halk edebiyatı açısından önemini şu sözüyle çarpıcı bir şekilde dile getirir: “Terazinin bir kefesine Dede Korkut’u koysak diğer kefesine ise diğer halk edebiyatı ürünlerini koysak yine de Dede Korkut ağır basar.” Peki Fuat Köprülü hoca tarafından da önemi bu şekilde dile getirilen ve Halk Edebiyatının baş ucu kitabı sayılan Dede Korkut’u bu kadar değerli kılan nedir diye düşünmekte haklısınız. Düşüncelerinizi şu şekilde cevaplandırmaya çalışalım… Öncelikli tavsiyem Dede Korkut’u hala okumadıysanız sakin bir kafa ve demli bir çay eşliğinde okumaya başlamanız olacaktır. Ve tabii ki okurken kendinizi geçmişimizin dumanı üstünde tüten obaların destansı dünyasına hazırlayın. Ya da hazırlamayın, bir atın üstünde kılıç kuşanıp kendinizi oğuznamelerin coşkusuna bırakın gitsin. Bazen Deli Dumrul olun mesela; doğru bildiğiniz ne varsa onlar için mücadele edin. Biri akıllı desin diye siz


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olmaktan çıkıyorsanız bırakın biraz “Deli” olun. Öyle ya akıllıdan yeğdir bizim delilerimiz. Ya da kabullenmek zorunda hissediyorsanız hiç istemediğiniz şeyleri, kadınların bir şeyleri başaramayacağını duyuyorsanız hala Banı Çiçek’i hatırlayın. Bırakın size biçilen rolleri, yeniden, at sırtından haykırın özgürlüğünüzü. Çünkü yazılanı en iyi anlamanın yolu hakkında aklımızda kalmayacak sayısız kaynak okumak değil yazılanları hissedebilmektir. Üstelik anlatılanlar hayal değil bizim tam da kendimizken… Oğuzların savaş ahlakına, toylarda bir olunmaya Oğuzların dini inançlarını özellikle de yıllarca anlatılan bir anda hep birlikte Müslüman olduk nakaratlarının gerçek dışılığına şahit olmak mümkün. Gök Tanrı inancının ağırlığının hissedildiği, ağaç kültlerinin sıkça vurgulandığı oğuznamelerde kahramanların her savaş öncesi abdest alıp ak alınlarını secdeye götürmeleri ve iki rekat namaz kılmaları ile Müslümanlığın da yerleşmeye başladığını görüyoruz. Oğuzların dünü ve bugünü arasındaki değişmeleri bir arada görmek heyecan verici… Günlük yaşamlarından, düğünlerine, meclislerine, dini inançlarına kadar hemen hemen her alanda bilginin verildiği bu eşsiz eser aynı zamanda sosyoloji bir belge niteliği de taşımakta. Dil açısından oldukça arı bir Türkçe ile anlatılan bu oğuznameleri herkes anlayabilir. Hatta artık önceleri çok fazla tanıtımı yapılamayan Dede Korkut Hikayeleri’ni artık TRT’nin yaptığı çizgi filmlerle çocuklarımızın da takip etmesi mümkün. Bu hepimiz için önemli ve değerli bir adım. Dedem Korkut’ta anlatılan on iki hikaye farklı başlıklar altında verilse de birbirleriyle bütünlük içindedir ve hikayelerin hepsinde değişmeyen motifler işlenmektedir. Örneğin ad koyma bugünden farklı olarak aslında ad almadır. Hikayelerdeki beyler, bir kahramanlık kazandıktan ve Dede Korkut’un boy boylayıp soy soylamasının ardından onlara isim vermesiyle adlarına kavuşurlar.

Türk Dili ve Edebiyatı alanında Dede Korkut Kitabı yahut kısaca Dede Korkut adıyla tanınan eser bir destansı Oğuz hikâyeleri mecmuasıdır. Prof. Dr. Fuat Köprülü, eserin değerini “Bütün Türk Edebiyatını terazinin bir gözüne, Dede Korkut Destanı’nı öbür gözüne koysanız, yine Dede Korkut ağır basar” diyerek ifade etmiştir.

Kahramanlar Alp tiplidir. Hikayelerde ve kahramanlarda hareketlilik süreklilik gösterir. Tabii ki bunun sebebi de yaşam biçimleridir. Göçebe bir kültüre sahip olmamız, zorlu yaşam koşulları, savaşlar güçlü ve hızlı olmaya mecbur kılmıştır kahramanlarımızı. Hikaye kahramanları da genellikle soylu kimseler ve beylerdir. Bunların yanında önemini belirtilecek kuşkusuz daha pek çok nokta mevcuttur. Ama son olarak günümüzde de sürekli tartışılan kadının sosyal hayattaki yerinin nasıl var olduğunu diğer destanlarımızın da ötesine geçerek amazon tipli kadın kahramanlarla gösterilmesi değinilecek ayrı bir noktadır. Kadınlar kılıç kuşanmakta, ata binmekte, hanların hanımları olmaktadır, bunların hepsi bizim öz kültürümüzdedir. Hepsini Dedem Korkut söylemiş. Söylemiş de bizler ne kadar dinlemişiz kendimize soralım. İşte hepsini okuduktan sonra şimdi kahvemizin de sonuna gelelim. Tabii satırlarımızın da. Yabancı kaynaklardan okumadan önce, bizi kopuz tutan elleriyle, şiirler düzen yüreğinden geçenlerle anlatan Dedem Korkut’tan bir dinleyelim. Önce biz kimiz bilelim de sonra bize kimler ne demek istemiş sırasıyla anlayalım…


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Antikacıdaki Gelin

Sonbaharın yavaş yavaş koltuğunu kışa bırakmaya hazırlandığı ayaz bir hava vardı dışarıda. İnsanların böyle günlerde şehirden el ayak çekmesini fırsat bilerek sıkıca giyinip çıktım sokağa. Kahverengi ceketimin içinde kahve tonların hâkim olduğu inişli çıkışlı, dar caddelere karıştım. Ağaçların kuru, çıplak dalları rüzgâra direniyordu. Kahvehanelerin kapıları kapanmış içlerinden loş bir ışık süzülüyor, birkaç tiryaki dışarıda omuzlarını yukarıya kaldırıp titreyerek sigaralarını içine çekiyordu. Uzaktaki eski evlerin bacalarından çıkan dumanlar yükselerek bulutlarda kayboluyor, sokağın köşesindeki yavru kediler sıkı sıkıya birbirlerine sarınıyorlardı. Derken bir su damlası düştü elime sonra diğer elime. Ardından alnıma… Ve bulutlar daha fazla tutamadı içlerindeki derdi, döktü gözyaşlarını… Koşarak bir dam altı bulmaya çalıştım. İlk bulduğum kapıdan içeri nefes nefese attım kendimi. Kapının üstündeki zil şıngırdayınca küçücük dükkânın neresinden beliriverdiğini anlamadığım- kamburlaşmış sırtıyla her daim rükûdaymış hissini veren, burnunun son

Ayşe Bengisu Akdağ

noktasında gözlüğünü özenle tutmayı başarmış, kalan üç beş tel saçını itinayla taramış yaşlı bir beyefendi bastonunun tahtalara vururken çıkardığı tok sesin eşliğinde göründü karşımda. Bir müddet sessizlik içinde bakıştık. Duyulan tek şey cama sertçe vuran yağmur damlaları, eski bir duvar saatinin tik takları ve sobanın yanında uyuyan kedinin mırıltılarıydı. “Hoş geldin kızım.” dedi nihayet yaşlı adam. Sonunda beklediğim sözü duymanın mutluluğuyla “hoş bulduk” dedim ben de. Hava yüzünden kendimi can havliyle dükkâna attığımın farkındaydı. “ Bu havada buraya ziyaret için gelecek akıllı bir insan tanımıyorum zaten.” dedi, büyük bir iştahla güldü ardından. Bir an duraladım. Ayıp olmasın diye gülmeye çalıştım ben de. Sobanın yanına bir iskemle daha koydu. İstediğim kadar kalabileceğimi, yeni çay demlediğini söyledi. Bu samimi karşılama karşısında kayıtsız kalamadım. Gidebilecek durumda da değildim zaten. Ceketimi çıkarıp sobanın yanındaki iskemleye bırakarak dükkânı dolaşmaya başladım. Birbirinden ilginç, birbirinden eski ve bir o


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kadar birbiriyle alakasız envai çeşit eşya titizlikle sıralanmıştı raflara. Bir tarafta neredeyse Osmanlı sultanlarından kalma bir mücevher kutusu, bir tarafta paslanmış, köşesi kırılmış özel işlemeli bir boy aynası, diğer yanda eski zamanlarda bir köşkün musikisini duyuran gramofon, yanında dinlene dinlene aşınmış plaklar, durmuş eski saatler, zaten renksiz olup iyice sararan fotoğraflar... Yaşlı bey amca her baktığımın hikâyesini anlatmaya çalışıyordu çayları koyarken ama hiçbir şey duymuyordum. Ne onu ne yağmuru ne tik takları... Yalnızca eşyaların ve fotoğrafların fısıltısıydı duyduklarım. Albümlerden birinin arasından sarkan, arkalarda kalmış bir fotoğrafı uzanıp aldım. Beyaz gelinliğinin içinde kuşkusuz hayatının en mutlu gününü yaşayan genç, güzel bir hanım oturmuş kadife sandalyeye, hemen arkasında apoletli, uzun boylu, derin bakışlı yakışıklı bir beyefendi... Aşk, heyecan, sevinç, umut, sevgi... Her duygu okunuyordu gözlerinden. Düşünmeye başladım. Bir evin bir kızı olmalıydı gelin. O yaşına kadar nazıyla oynanmış, el üstünde tutulmuş, çok kişiler istemişti şüphesiz. Damadın üniforması içinde bakışları daha bir derin bir o kadar heyecanlıydı. Büyük erkek evlattı belki o da. Çok beklemişti sevdiğini. Yıllarca tüfek tutan elleri şimdi narin, zarif bir eli tutuyordu. “Benim yârim olduğunda kırk gün kırk gece düğün yapacağım.” demişti büyük ihtimal. Genç kız da gamzesinin belirdiği bir gülümsemeyle karşılamıştı bu sözünü. Aylarca yapılan uğraşlar, düğün hazırlıkları, çeyizler derken bütün o zamanların heyecanı işte bu iki çift gözün o andaki bakışlarında yakalanmıştı. Boy boy çocukları olmuştur sonra. Oğulları babası gibi asker çıkmış, kızları öğretmen mektebini kazanmıştır. Soğuk, yağmurlu gecelerde beyinin görevden sağ salim dönebilmesi için haftalar boyu dua etmiştir pencere önlerinde.

Birlikte hüznü, neşeyi yaşamış birlikte yaşlanmışlardır. Belki kocasını toprağa vermenin acısını yaşamış, torunlarıyla deva bulmuştur sonra. Belki, belki bir gün... Derken yanı başımdaki saatten girip çıkan kuşun ötüşü yetmiş seksen yıllık yolculuktan koparıverdi beni. Çok zaman geçti sanıyordum ki yaşlı bey amcanın çayı bardağa doldurmayı henüz bitirdiğini fark ettim. Bir yandan da anlatmaya devam ediyordu bir şeyleri. “İşte onun fotoğrafı, o elindeki. 1945 tarihli olan.” Hiçbir anlattığını duymamıştım ki, anlam veremedim birden. “Ne, nasıl?” dedim dönerek. Üşenmedi tekrar anlatmaya başladı bardağından bir yudum alırken. “Elindeki fotoğraf diyorum... Aşağı sokaktaki sarı konakta oturan bir hanımın buradan taşınırken bıraktığı eşyaların arasından çıktı. Fotoğraftaki gelin, annesinin teyzesiymiş. O evden gelin çıkmış. Ne talihsizlik ki bu kare çekildikten saatler sonra düğün yolunda kaza geçirmişler. İki seven oracıkta el ele son nefesini vermiş...” Boğazımda bir şeylerin düğümlendiğini hissettim. Titreyen ellerimle fotoğrafa tekrar bakarken gözümün önünden geçti gelinin gamzeli gülüşü, damadın yıllarca bekleyişi, asker çıkan oğlu, öğretmen olan kızları, torunları... Yavaşça aldım fotoğrafı. Yaşlı amcaya teşekkür edercesine başımı eğdim ve fotoğraf için cebimdekinin hepsini bırakıp ceketimin düğmelerini ilikleyerek attım kendimi tekrar sokağa. Yağmur azalıyordu. Hızla aşağı sokaktaki sarı konağın önüne gittim. Boştu. Tahtalarından çıtırtılar gelen, camları tozlanmış, kapısına zincir vurulmuş, eski bir ev... Cebimden fotoğrafı çıkarıp baktım tekrar. Üzerine düşen bir yağmur damlası gelinin gözlerinden aşağı süzülüyordu.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÖÇ YOLUNDA Sobanın sırtında içi su dolu kambur; Buharlaşıp damlar yanaklarından bir göz odanın Naftalinli yorganlara sarınır anılar Sonrası Haplar, iğneler, şuruplar… Vatan-ı asliye düzülünce kervanlar Göçenlerin ardından Sessizleşir odalar. Birer idamlık gibi -nasıl bırakıp gitti beniAsılır unutulmuşluğa inat boy boy resimler Ve mavi duvarlarda önemli tarihler. Gömülürken tarihine bir insanın ilk öğretmenler Askerlik fotoğraflarına kazınmış sarı manilerle O küçük, siyah, tozlu defterler Kucak kucağa uykuya çekilirler Heyhat, Yaşlılık bir genci vurunca Eskir tüm eşyalar gibi Eskir zaman İki yaprak arasında âriyet Bir kuru çiçek gibi Yassılaşır, İncinir ömür. HATİCE TÜRK


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÖRMÜŞÜZ Biz deryayı göl bilip içip geçmişiz Yollarda ab-ı hayat-ı dem içmişiz Bozkıra gül, kalbe lotus seçmişiz Neslihanlardan yanan bîcan ile Bir dem içre Süleymanlar görmüşüz. Şiire lezzet, badeye gül koymuşuz Cana ruh dile raz kalbe saz almışız Derya içre behişt bir dem de kalmışız Dalmışız şiirin ahenk ve musikisiyle Canlar sultanı Neslihan'ı görmüşüz. Akl-ı kul mâsivada biz mana olmuşuz Dolmuşuz içimize atmakta bulmuşuz Donmuşuz hep aynı demde saymışız Güllere varmadan biz gülsitan ile dem Hemhal olup dalıp geçip Yar'ı görmüşüz. Biz ki kime ne ki biz kimmişiz ki işsiziz İşimiz aşımız şiirler kalem de yoldaşımız Darda kalmışız ki şöyle böyle yazmışız Şiirden öte yol yok konuşulmuyor ki Bu halde biz yazmayı uygun görmüşüz. Her gün dem be dem olup şiirler yazmışız Okyanus misali şiirleri bedaheten içmişiz Geçmişiz kendimizden meczup olmuşuz Öylesine böylesine, şöyle böyle yazıp dem Hem dem olup rüyalarda Canan'ı görmüşüz. Oysa vakit amansız tükeniyor zaman yarsız İçtiğimiz meyler boşa biz hep ayık kalmışız Mısralar uzanıyor uzun uzadı söz de sayısız Kelam kalemden beri gelmiyor da bak geri Söz ebedi biz ezeli bezm-i elestte görmüşüz.

Söz demişken göz gördü dil duydu ansız Kalp bir seni sevdi bir de seni vereni eşsiz Sessiz geminin kaptanı yazmadığın yersiz Sen bilmezsin ne denli yanar bu divane Döne döne pervaneler içre hep seni görmüşüz. Ölmüşüz ölmeden nefs ile nefes veren sessiz Nerdesin hala biz burada seni bekleriz Ey Kalpleri açan saç artık yorulmuşuz Ne sen Leyla-i hansın ne de ben Kerem Biz Neslicanlarda Namyelüsler görmüşüz. Biz en alasını manada boş bırakmışız İçimizden saatlerce cevapladıklarımız Düsturumuz af ola da olur mu sevmişiz Sevmek mi enaniyet olmak mı dersin Oldu mu biz seni sende bende görmüşüz. Bentler seni anlattı da ya anlayamadıklarımız Anlaşıldı mı dersin anlatamamak yersiz Demsiz bir çay boşa kaynar akar ansız Canlı cansız ne varsa aksın çaylar çayırda Biz bozkırda açan ne gülşenler görmüşüz. Bu sevgi başka bir şey azizem sevensiz Ah azizim yorgun argın Araf’ta kalmışız Susalım bari konuşsun ahval kelamsız Yok ki gül kokmuyor bostan naçar bir halde Biz sensiz de demde Neslihanlar görmüşüz.

Süleyman ERKUT


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Birinci Tekil Şahsı Türkiye Olan Şair:

İsmet ÖZEL Mehmet Altınova

“Şimdi tekrar ne yapsam dedirtme bana yarabbi Taşınacak suyu göster, kırılacak odunu Kaldı bu silinmez yaşamak suçu üzerimde Bileyim hangi suyun sakasıyım ya Rabbelalemin Tütmesi gereken ocak nerde?” “Merhaba. Söze nereden başlamalı? Düşüncelerden mi, olaylardan mı, kişilerden mi? Yani, anlatacak şeylerimizi, düşünceleri mihver sayarak mı anlatmalı? Yoksa anlatacak şeylerimizin hangi vak’alardan teşekkül ettiğini mi öne çıkarmalı, yoksa bu anlatacak şeylerimizin kimlerle alakalı olduğunu mu belirtmeli, vurgulamalı? Bu sıralama önemli, çünkü tersinden başlayacak olursak anlatmaya o zaman ister istemez çok dar bir sahayı görerek, dar bir sahayı dar bir bakış açısından

görerek işleri sergilememiz getirmemiz söz konusudur.” 1

ya

da

dile

Evet, ele alamaya çalışacağım şairin yukarıdaki sözlerde belirttiği gibi söze başlanacak noktayı tespit etmek konunun genişliğini ve darlığını da tespit etmek anlamına gelmektedir. Bu yüzden şairin fikirleri ve sanatı hakkındaki düşüncelerimin nereden başlayacağı konusunda bir süre kararsız kalsam da onun üstünde durduğu bir meseleden yola çıkarak sanatına doğru bir yol izlemeyi tercih ettim. Ama ondan önce şairin yaşamını, şairin şiirleriyle anlatmak onu anlamak açısından daha uygun olur kanaatindeyim. “Oto-Bio-Graf-İtti” şiirindeki aldığı şu mısralarda doğum sahnesini şöyle nazma dökmüş şair: 1

İsmet Özel, “Yük- I”, Çelimli Çalım Mecmuası Sayı:1, Ramazan 1435


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Anamın karnında yattım Dokuz ay keyif çattım Doğdu dediler bayram sabahı Doğurdu dediler bunu anası Evde doğdum evcecik ahşap ...” Amentü şiirinde de babasından “polistir babam cumhuriyetin bir kuludur.” diye söz eder. Kalabalık bir ailede yetişmiş ve gençliğinde komünizme bağlanmış. Kendisini dinlemeye gittiğimde öğrendiğim kadarıyla üniversitede tanıştığı bir bayanla evlenmiş. Bu yıllarda şiirler yazmış ve şiir dünyasına farklı bir ses getirmiştir. Bu farklılık ya da başkaldırış onu sanat çevrelerince fark edilmesini sağlamış ve pek çok şair ile dost olmuş. Bu şairlerin ve yazarların arasında Cemal Süreya, Tomris Uyar gibi niceleri sayılabilir. Her şairin bir hikayesi vardır. İsmet Özel de bu hikayesini Waldo Sen Neden Burada Değilsin? adlı eserinde anlatmaktadır. Aslında bu eser onun bir nevi görüşünü ve otobiyografisini de içermektedir. Bu kısa biyografinin ardından, İsmet Özel’in birinci meselesine geçebilirim. Özel’in birinci meselesi Türkiye’dir. Gençlik yıllarından bugüne değin Türkiye’nin tüm meselesi onu önce bir vatandaş olarak sonra da tüm şairler kadar alakadar etmiştir. Yıllar boyunca Türkiye’nin tüm siyasi çalkantılarını yaşamıştır. Eleştirmenler gençliğinde komünist şimdi İslamcı bir şair dese de kendisinin bir televizyon programında “Hala komünistim” sözüyle son noktayı koymuştur. Çünkü İsmet Özel, komünizmi ortak payda olan cemaatçilik olarak yorumlamaktadır. Şaire göre kimse mülkiyet sahibi olmamalı, elinde fazla bulduğu eşyayı din kardeşine vermelidir. Bunu bir eserinde bir hikayeden yola çıkarak şöyle açıklamaktadır:

“[...]İnsanların taş yemeye ihtiyacı yok diyorsun. Öyleyse şunu düşün: İnsanın ihtiyacı olandan fazlasını elinde tutması kendisi için taş gibidir. Bu yalnız mallar, servet, güç gibi nesnelerde geçerli değil. Merhamet, şefkat, tevazu gibi şeyler için de böyle. Bilgi için de böyle. Eğer herhangi bir şey insanların istifadesine açıksa ancak istifade edildiği kadar o “şey” olur, o şeyden istifade edilmezse artık o taştır ve gerçekten onu istifadeye konu etmeksizin kullananlar taş yemiş olurlar. Sana yaramıyorsa bırak başkasına yarasın. Sana yaramadığı halde sende olan hem senin hem başkasının aleyhinedir. Taşları yeme, taşları yemek yasak.”2 diye açıklamaktadır. Aslına bakacak olursak İsmet Özel’in sosyalizmi cemaatçilikle birleştirmesinde haklılık payı yüksektir. Yukarıda açıkladığım temas noktası her iki görüşün de sanki ortak paydasını oluşturmaktadır. İsmet Özel, insanları “Türk” ve “Gavur” olarak ikiye ayırmaktadır. Türk milleti onun gözünde en yüce millettir. Allah’ın milletleri dilleri üzerinden yarattığını Türkçeyi de bir İslam dili olarak bizlere nasip ettiğini her konferansında ve kitabında vurgulamaktadır. Şair, Türklüğe bir tanım da biçmiştir. Ona göre Türk: “Kafirle uzlaşmamak.” demektir. Türkün üstün olduğunu söylemekle birlikte “hem Müslüman hem de avanak olamazsınız.” demektedir. Yukarıdaki ifadelerimden anlayacağınız üzere şair, fikri bakımdan Türklüğü ve Müslümanlığı mütesavi görür. Bu yüzden, İslam’ın direği olan- namazı kılmayan insana T.C. vatandaşı olsa bile Türklük vasfı eklemez. Bu yüzden büyük bir kesim, İsmet Özel’in bu düşüncelerini ırkçılık ve aşırı Müslümancılık olarak eleştirir. Ama yapısı itibari ile o bu

2

Taşları Yemek Yasak,316


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

eleştirilere kulak asmaz. Bildiği yoldan devam eder. İsmet Özel’in bazı üniversitelerde ders kitabı olarak da okutulan Kırk Hadis kitabı mühimdir. Edebiyatçılar arasında Kırk Hadis yazma geleneğine İsmet Özel de katılmış ve bu kitabında hadisleri kaynaklarıyla verip yorumlamıştır. İsmet Özel’in Fransızca filolojisinden mezun oluşu ve uzun yıllar üniversitede okutman olarak çalışması sebebiyledir ki yabancı dile hakim bir kişi olarak yabancı düşünürleri sık sık hem şiirlerinde hem de düz yazılarında zikreder. Şair, bildiğim kadarıyla Almanca, Fransızca ve İngilizceyi çok iyi bilmektedir. Bu sebepledir ki şiir kitaplarından birinin adı “Of Not Being A Jew”dir. Bu şiir kitabı ile temmet3 etmiştir. Bu ismi bilerek vermiştir zira İsmet Özel’in Türk tanımı “Kafir ile uzlaşmayan kişi” olarak tanımlar. Bu nedenle Yahudileri bir kafir olarak görür ve onlarla çatışmaktan geri durmaz. Kafirler rahatsızlık duydukları için de şiir kitabına bu adı koymuştur. Aynı zamanda kitabın adı içindeki bir şiirin adından gelmektedir. İsmet Özel, bu kitabın ön sözünde şu ifadelere yer verir:

“Bu kitabın muhtevasını yalnız Türk şiirinin değil, dünyada da şiirin şaşı bir tesisatçı olmakla Yahudi olmamak arasına zorla tıkılmış haliyle canını dişine takıp nasıl idame-i hayat edebileceği sualini teşkil ediyor. Hitama ermiş bu cevabın kime ne kıymet ifade ettiği mühim. Şiir dedikleri bir tüy olmasaydı ben şiir yazmazdım. O tüy şairin değil milletin dilinde bitmeseydi bu kitap da olmazdı; ama var işte, olmaz olsun diyenlere rağmen var. Küfrün azametine, kafirlerin haşmetine rağmen bu kitap var. Bir yandan çobanından padişahına kadar şair olan millete senet tedarik etmenin keyfini sürmek, diğer yandan her türden millet düşmanlarına her bakımdan nispet vermek, onları çatlatmak üzere var.”4 İsmet Özel, şiir tanımını ve şiir poetikasını çeşitli eserlerde zikretmektedir.5 Ama müstakil olarak söylemek gerekirse Şiir Okuma Kılavuzu eserini onun şiir poetikası olarak nitelendirebiliriz. İçerisinde şiir anlayışına dair pek çok anekdot bulunmaktadır. İsmet Özel’in şairlik başlangıcı aşağı yukarı yirmili yıllarda başlamıştır. Daha dokuz şiirinden oluşan ilk kitabı yayımlandığında ona “şair” ünvanı yakıştırılmıştı. Şiirlerinde daha çok Avrupa’daki siyasi olayları kullanır. “Amentü” şiirinde Godiva’dan, “Üç Frenk Havası” şiirinde Stalin’i omzundan yaralayan Fanya Kaplan’ndan bahseder. Bunun dışında şair sıkça eski Türkçe kelimeleri kullanır. Kimi eleştirmenler, şairin ilk şiirlerinin çok oturaklı olmadığını ifade etseler de baktığımızda ilk şiirinden son şiirine kadar ortalama bir üslupla başlayıp tekâmül etmiştir. Şiir kitaplarını söylemek lazım gelirse; İsmet Özel, kırk yaşına kadar yazdığı şiirlerini Arapça kırk anlamına gelen “Erbain” kitabında toplamıştır. Şairin bunun dışında annesinin anlattığı bir masaldan nazma çekilmiş olan “Bir 4

3

Temmet etmek özel bir terminolojidir şairin bundan sonra şiir yazmayacağı anlamına gelir.Temmet ettiğini bildirmek bir gelenektir.

İsmet Özel, Of Not Being A Jew, TİYO Yayınları, 2015 Örneğin, Waldo Sen Neden Burada Değilsin? Adlı eserinde şiir poetikasından bahsettiği bölümler vardır. 5


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yusuf Masalı” onun ikinci şiir kitabıdır.6 En son tamama erdirdiği şiir kitabı da “Of Not Being A Jew”dir. Onun şiirlerinden pek çok kişi etkilenmiştir. Birkaç yıl önce Bursa’da İbrahim Paşa Küültür Merkezi’nde Cevat Akkanat’ın sunumuyla İbrahim Tenekeci söyleşisi yapılmıştı. Söyleşide İbrahim Tenekeci İsmet Özel’in şiirdeki üstadı olduğunu sürekli belirtmişti. Şairin diğer şairler hakkında da bir takım sözleri vardır. Örneğin, Cahit Zarifoğlu için şu cümleleri söyler: “Kendinden sonra yazmaya başlayan genç Müslüman şairlere, hangi özellikleriyle yol göstermiş olursa olsun, O’ndan sonrakiler O’nda ders alınacak bir taraf bulacaklardır. Hem şiirin kendine mahsus kaliteleri bakımından, hem Müslüman bir şairin dünya hayatındaki temayülleri bakımından.” 7 Ataol Behramoğlu ile de, beraber Halkın Dostları Dergisini kurup yönettiler. Ataol Behramoğlu ile TÜYAP kitap fuarında görüştüğümde mektuplaşmaların yayımlandığını söylemişti. Aralarında sıkı bir dostluk vardı. Her ikisinin “Yıkılma Sakın”8 adlı şiirleri vardır ve bu şiirlerin yazılış hikâyeleri okunmaya değerdir. Şair, 2007 yılında İstiklal Marşı Derneğini kurdu. Bu derneği kurmasının nedeni İstiklal Marşımızı rafa kaldırıp ülkeyi bölmek isteyenlere ve küffar diye adlandırdığı gayr-i müslimlerin Türk milletine yaptığı zalimliklerine karşı bir mücadele kurumu oluşturmaktı. Kurumun amaçlarından bir diğeri “Eskimez Yazı” adı verilen Osmanlı elifbasını tekrar insanlara

kazandırmaktır. Bundan dolayı bazı eserlerini hem Latin harfleriyle hem de Arap harfleriyle neşretmiştir. Mısırlı bir bilgin olan Asmai’nin “Yazımız” adlı kitabını kurduğu yayın evinde bastırmıştır. Kitaplarının bir bölümü Şule Yayınlarından çıksa da İsmet Özel, TİYO- Tam İstiklal Yayıncılık Ortaklığı- yayınevini kurmuştur. Yaklaşık iki sene önce de her ay düzenli bir şekilde yayımlanan “Çelimli Çalım Mecmuası”nı kurdu. Bu derginin imtiyaz sahibi oğlu Oruç Özel’dir. Bu derginin içinde İsmet Özel’in yanı sıra pek çok yazar yazılarını yayımlamaktadır. On sekiz sayı çıkan mecmua bu ay son sayısı ile tamama erdi. Artık mecmua, Haklı Yumruklar adıyla yayımlanacak. Şair hakkında İbrahim Tüzer’in “Şiire Damıtılmış Hayat: İsmet Özel” adında bir tezi bulunmaktadır. Dergâh yayınlarından çıkan bu kitaba İsmet Özel takriz yazmıştır. Bu nedenle şairin anlaşılabilmesi için yayımlanmış en güvenilir ve en önemli eser, bu eserdir. Sonuç olarak İsmet Özel, yaptığı eylemler sebebiyle suçlansa da başı dik bir şekilde, bildiğini okumaktan vazgeçmemiştir. Diğer insanlarla yol ayrılıkları yaşamış olsa da onları anlamaktan da geri durmamıştır. Nitekim adeta onlara söylenmiş bir söz gibi, “Yolumuz birbirimizi anlamaktan geçmiyorsa hiçbir yere varamayacağız demektir.” der.

6

Şair, Of Not Being A Jew adlı konferansında bu kitabın önceki baskılarına “müsvedde” demektedir. Şair, bir Yusuf Masalı üzerine çalışıp tekrar yayımlayacaktır. 7 Cahit Zarifoğlu, Şiirler,Beyan Yayınları 8 Ataol Behramoğlu’nun şiiri için bkz.Yarım Yüzyıldan Şiirleri, sy.47,Tekin Yayınevi,2014 İsmet Özel’in şiiri için bkz. Erbain,sy.129,TİYO,2013

“Yalnızım, En kuvvetli tarafım da bu Nasıl yorumlarsan yorumla Hoşçakal...”


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dünya Kütüphaneleri Kübra Tarakçı

Dünya üzerindeki en görkemli ve ilginç kütüphaneler yazı dizisinde bu ayki durağımız Çek Cumhuriyeti: “Klementinum Kütüphanesi”

Erasmus dönemimde Çek Cumhuriyeti'nin başkenti Prag'ı gezme şansım olmuştu. Prag için "büyülü şehir" desem yanılmış olmam sanırım. Şehir, sokaklarıyla, yapılarıyla adeta masal kitaplarından çıkmış gibiydi. Şehrin en önemli ve güzel kütüphanelerinden biri de, adını 11. yüzyılda Aziz Clement adına yapılan şapelden alan Klementinum Kütüphanesi. Prag'a Erasmus’un yoğunluğunda gittiğimde bu kütüphaneyi gezememiştim. Şimdi tabi ki “keşke” diyorum. Kim bilir… Belki gelecekte bu kütüphaneyi ziyaret etme şansım olur. Barok dönem mimarisinin en nadide eserlerinden biri olan Klementinum 1712 yılında Cizvit Üniversitesi’nin bir kolu olarak açılmış. Klementium, 18. yüzyılın başında doğuya doğru genişletilmiş. 1773 yılında Cizvitler tarikatının dağıtılmasıyla eğitim laikleştirilmiş ve kütüphane kısmı oluşturulmuş. Hatta Alman astronom Johannes Kepler’in yaptığı çalışmalar sonucunda gezegenlerin devinimi burada keşfedilmiş.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yapının üst katında Astronomi Kulesi yer alıyor. Astonomi Kulesi Prag’ı 360° görme şansına erişebileceğiniz gizemli yer. İkinci katta yer alan Meridyen holünde ise eskiden ayın konumu belirleniyormuş. Ayrıca 1775’den bu yana Astronomi Kulesinde Hava tahminleri yapılmakta. Kütüphanede bulunan bir diğer yapı ise Ayna Şapeli. Wolfgang Amadeus Mozart’ın ziyaret ettiği ve eserlerinin bir kısmını icra ettiği yerlerden birisi olarak bilinir, 1724’te kurulmuştur. Barok Kütüphane Salonu da kütüphanedeki bir diğer kısım. Çek ulusal kütüphanesine 20.000 kitabı ile ev sahipliği yapmakta. Kütüphanede 20.000 den fazla kitapla beraber, baskı odası, eczane, tiyatro ve kilise yapıları bulmanız da mümkün. Yakın zamanda Klementinum’da yer alan tarihi kitaplar Google Books online arşivinde yer alacağı da Onedio sitesinin haberleri arasında. Kütüphaneye gitmek için; Adres: Mariánské náměstí 5, 110 00 Praha 1 Ulaşım: Staromestska metro istasyonundan ulaşılabilir. Ziyaret Gün ve Saatleri: Pazartesi – Cuma 09:00 – 22:00, Cumartesi 09:00 – 19:00 arasında ziyarete açık. Giriş Ücretleri: Giriş bedeli 220 Çek Kronu.

“Gecenin bir vaktında, kulelerin dibinde, kemerlerin altında, dolaşıp durdum Pırağ'ı. Gökyüzü karanlıkta altın çeken bir imbik, bir simyager imbiği, alevi mavi mavi. Şarl Meydanı'na doğru indim yokuş aşağı…”

Nazım Hikmet


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

TAVUKLAR DA KUŞTUR Kızıyordu horoz ozanlar düdüklü tencerelerin kırmızı kol düğmelerine tavuklar için dünya kümesti kadınlar için dünya kümes küme küme adamlar son son hece için kusuyordu kabarık tüylü mantoları kadınlar utanıp bir kuluçka zamanın az mahsullü hasadını topluyorken çamaşır iplerinden ütülüydü üzüntüler de. Çam ağaçları geceleri bin kere ve bin bir kere hüzün taşıyordu uzunca yatak boyu tavukların gagaları içindi elleri çamaşır suyu kokan kadınlar için. Sabaha karşı tüyleri yolunuyordu şimdi adına piliç deniyordu şimdi içiliyordu onlar gürleyip uyandırdığı için dünyayı kral oluyordu ibikli horozlar tavukların yumurtaları hep bir ziyan. Oysa kuştur tavuklar da hor/ozon tabakasını aşamayan kanayan kanatları kuştur kadınlar.

Begüm Çalışkan


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gökyüzü Aynı Hep: “Mavi” Kendimizi herkesten çok farklı saymak, bir türlü anlaşılmadığımızı düşünmek, sürekli bir suçlu arama çabasına girişimiz… Ve bir de bunlar için üzülmek, tanıdık geliyor olmalı hayatımızın illaki bir döneminden. Ah bu biz, hiç mi değişmeyeceğiz yani? Oysa adını bilmediğimiz, sesini hiç duymadığımız birilerine o kadar tanıdığız ki. Sadece biz de değil. Acılarımız birbirine dünden tanıdık, selamsız geçmezler, gülüşlerimiz ise hep yarınlara ertelenirler. Gözlerimize verdiğimiz sözler saklı gönüllerimizde. Sebepsiz yorgunlukların da bekçileriyiz üstelik. Hepimizin çığlıkları var, kimimizin ki sessiz ve derinden, kimimizin ki yeri göğü inleten cinsten. Bu farklı sayar mı bizi, kalabilir miyiz ki kuytularımıza yabancı… Göğe yaşlı gözlerle bakmaktan, hep yağmurlu bilmek güneşi suçlu kabul etmeye yeter mi? Bulutların ötesinde değişmeyenin “mavi gökyüzü” olduğunu unutmak, gökyüzünü siler mi sanmıştık bilmem. Umutsuz insanlar istasyonunda tek başımıza olduğumuza inandırdık da bize ihtiyacı olanlara ne kadar yumabildik gözlerimizi işte bunu da bilmem. Kendimize acıdıkça ve kimsesiz bavullar gibi vagonlarda terk ettiğimiz umutlarla unuttuk güzel olanı. Seher vakitleri geceyi silmeye hep hazırken bir türlü hazır olamadık gün ışıklarına, o kadar aydınlıktan korktuk belki de. Her sözcük, can bulacağı duygulara hasret sığınır küçücük bir satır arasına. Vaktinden önce açan çiçek görmedik ki hem öyle biliriz ki çay da demini almadan dökülmezdi bardağa. Neden bir şeyleri bir an önce yaşayıp tüketme telaşımız, bu da bilinmez işte. Çocukken gökyüzü hep açık maviydi. Resim defterlerimiz de evler, çiçekler hatta ağaçlar bile farklı farklı renkteydi ama gökyüzü hepimizin defterinde sonsuz bir maviydi.

Pınar Çaylak

Üstüne çizdiğimiz kuşlar ve rengarenk uçurmalarla boyamaya doyamazdık. Bitmek bilmeyen yaz gecelerinde koşup iyice yorulduktan sonra birer yıldız tutardık. Onlara ulaşmak için ellerimizi uzatır tutmak için birbirimizle yarışırdık. O kadar yakın bilirdik. Öyle ya gecenin yıldızlarına tutkun olmayan günün mavisini göremezdi. Ne zaman büyüdük sahi gökyüzüne bakmayı unutacak kadar? Yaşımız ilerlediğinde büyümedik ki. Okulda, yıldızlara ulaşamayacağımız kadar uzakta olduklarına inandığımızda ve onlardan vazgeçtiğimiz gün büyüdük. Ya her şey kitaplarda, denklemlerde yazıldığı gibi okunmuyorsa, belki de bunu unuttuk. Ya yıldızlar bizim olmaktan hiç vazgeçmediyse… Hepimiz için hala eşitse uzaklıkları. Ya tekrar inandığımız gün yine bize o kadar yakın olacaklarsa. Ve çocukluğumuzun büyülü masallarını yine onlardan dinleyeceksek kapattığımızda gözlerimizi… Ya rüzgarı hissedebildiğimiz kadar özgürsek hala… Çamurun üstümüze sıçramasına aldırmadan koşabildiğimiz kadar cesursak. Eski bir dostu beklemekten vazgeçip yeşerdiğimiz topraklara döndüğümüzde kavuşacaksak maziye… Kaybettiğimizi sandığımız çocukluğumuz sıcacık bir gülüşe sığınmışsa bir yerlerde… Bir pamuk helvayla şımaracaksak dünkü gibi, hala bisikletin pedallarına asıldıkça çok uzaklara gidecek kadar güçlüysek… Ne yaşarsak yaşayalım, hayatımızın neresinde kalırsak kalalım, sahi değmez mi gökyüzü yeniden bakmayı denemeye? Bir adım da olsa atmaya değmez mi kendimiz için? Üstelik gökyüzü hala sonsuz bir maviyken, karanlık yok, gri yok, bakmayı bir kez denersek hep masmavi. Ve hala, yıldızlar hepimiz için eşit…


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HALİD ZİYA UŞAKLIGİL’İN ÇOCUK VE GENÇLERİN YETİŞTİRİLMESİ İLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ Prof. Dr. Alev SINAR UĞURLU Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Bölüm Başkanı

i

Halid Ziya Uşaklıgil’i hâtıratlarında, romanlarında, hikâyelerinde ve denemelerinde çocukların ve gençlerin yetiştirilmesi ile ilgili düşünceleri de yer alır. O bir baba, bir sanatçı ve bir zamanlar çocuk olduğunu unutmayan bir yetişkindir. Eserin başında Halid Ziya bütün ana-babaların evlatlarına fazla bağlanmamalarını, çocuklarını Cenâb-ı Hakk’ın korumasına bırakmalarını ister. Bu hâtıratta Vedat’ı nasıl itina ile yetiştirdiğini uzun uzun anlatır. Vedat’ın yetiştirilmesinde rol oynayan genel prensipler makalelerinde daha önce işlenmiş olduğu gibi, romanlarına da aksetmiştir. Yazar dayak ile terbiyeye karşıdır. “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir-Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötekdir” kuralına son çare olarak başvurulmalıdır. Kendisi de Vedat’ı sadece bir defa bu yola başvurarak cezalandırmıştır. Çocuğu azarlarken de onun onurunu kırmayacak bir dil kullanmak gerektiğini belirtir. Anne ve babalar sonradan pişman olacakları şekilde davranmamalı, geri alamayacakları sözleri sarf etmemelidirler. Çocuklar herkesin içinde azarlanmamalıdır. Çocuğu bunalımlı zamanlarda sorguya çekmek de Halid

Ziya’ya göre iyi bir yöntem değildir. Onların özel eşyalarını karıştırmak ve mektuplarını okumak da yanlıştır. Kısaca, ebeveyn çocuğun şahsiyetine saygı göstermelidir. Halid Ziya ilk önce Vedat’ın anadili öğrenimi üzerinde durmuştur. Fakat çocuğun yetiştirilirken, Türkçe öğretimi üzerinde yabancı dil öğretimi kadar durmadığını görüyoruz. Ancak yazarın Türkçe, edebiyat ve dil bilgisi öğretimi ile ilgili görüşlerini özellikle Sanata Dair adlı kitabındaki yazılarında bulmak mümkündür. Onun bu husustaki düşünceleri ayrı bir makale konusu olabilir. Türkçe’nin geçirdiği değişiklik ve dilin sadeleşmesinden ne anlaşıldığı yazarlara göre olduğu gibi bir yazarın yazılarında da yıldan yıla değişiklik gösterir. Sanata Dair ‘deki denemelerinde İstanbul şivesindeki yanlış telaffuzları işaret ederek , İstanbul şivesi derken ne kast edildiğini sorar ve yanlış telaffuz edile kelimelerin doğrularının çocuklara nasıl öğretileceğini merak eder. (“İmlâ ve Sarf Meselesi”) Elifba yerine alfabe denilmesine karşıdır. A, B, C demeyi daha uygun bulur. ( “Imlâ Meselesinde Yapılması Zarurî Olan Değişiklikler “) Ayın ve hemzenin çocuklara öğretilmesini, imlâ ve telaffuzda bunlara dikkat ettirilmesini ister.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

(“Hemze ve Ayın”) Öteden beri kullanılmış ve alışılmış tabirlerin Türkçe karşılıkları bulunamayınca, mekteplilerin bilmedikleri yabancı dillerde karşılık aramaya kalkışmayı yanlış bulur. Bunu Arapça’ ya bağlılıktan kurtulmak uğrunda, başka yabancı dillerin esaretine girmek sayar. (“Lisan İşleri”). Mekteplerimizde edebiyat dersleri okuyan ve şairlerimizi, yazarlarımızı tanıttığımız gençlerimize, onların eserlerinde görecekleri kelimeleri, cümleleri aydınlatacak surette ellerine küçük birer rehber vermek taraftarıdır. (“Arap, Farisi Kaideleri ve Sıfatlarımız”) Lisan kaidelerle değil, alıştırmalarla, tecrübelerle öğretilir. Yabancı dil öğreten mekteplerde – Galatasaray ‘da , Saint Benoit’de – bu usul uygulanmaktadır. Yazar aynı metodun bizim mekteplerimizde de uygulanmasını ister: “Bizde, mekteplerde yalnız lisan dersleri için değil, zannediyorum ki mesela hesap dersleri için de talebeye vazife yaptırmaktan ziyade onlara yığın yığın kaide öğretmek için emek sarf edilir ve böylelikle orta tahsilini bitiren, hatta yüksek tahsiline devam eden bir genç mesela bir gazeteye intisap edecek olsa küçük bir makaleyi tashihe muhtaç olmayacak bir surette yazmaya, bir bankaya girecek olsa bir mürekkep faiz hesabının içinden çıkmaya muktedir değildir.”(Uşaklıgil, 1955,s.77) “Ne zaman mekteplerde yazı tecrübeleri yaptırılır ve hataları tashih ederken kaidelerine de bahsolunursa ancak bu surette gençler yazmak kabiliyetini iktisab ederler.” (Uşaklıgil, 1985, s.79) Türkçe’nin iyi öğretilmesi için gençlere konuşma imkanı sağlamak ve onları karşılıklı konuşturmak taraftarıdır: “Acaba diyorum; yüksek tahsile çıkan gençler arasında bir konuşma, herhangi bir mevzu üzerinde, ilmî, felsefi, edebî münakaşaya vesile teşkil edecek bir esas alınarak bir nevi mümarese toplantıları yapılsa, bu musahabeler hem onlara iştirak edenler, hem dinleyiciler için müfit olmaz mı? Bu suretle yarının davavekilleri, müdde-i umumileri, mebusları, muallimleri, tabibleri, halka nutuk verecek hatipleri ne iyi yetiştirmiş olur ve bunları dinlerken konuşan sanatı da tabakaları yararak halka kadar hulûl ederdi.”( Uşaklıgil, 1955,s.118-119)

kitapları yüksek sesle okuyarak öğrencilerine dinletir. Bu metodu Halid Ziya da tasvip etmektedir. Halid Ziya yabancı dil meselesini çocuk eğitiminde en önemli mesele olarak görür. Bir aile dostunun tavsiyesine uyarak tek yabancı dille yetinmez. Çocuğa Fransızca’nın yanında Almanca mümkünse de İngilizce öğretilmesi kanaatindedir. İki yabancı dilin birlikte öğretilmesi daha uygundur. Zira çocuklar bildiklerini daha tamamıyla bilmeden öğrenmeye başladıkları için çeşitli dilleri birbirine karıştırmadan öğrenmektedirler. Çocuğa ikinci yabancı dili öğretecek şahsın, çocuğun anadilini ve öğrendiği ilk yabancı dili bilmemesi gerekmektedir. Ayrıca kendisi Vedat’ın Almanca öğrenmesine yardımcı olurken, Vedat’tan okunan metni aklında kaldığı kadarıyla Almanca olarak yazmasını ve yazdığını Türkçe ’ye çevirmesini ister. Sanata Dair’de yer alan “Mesele Nedir?” başlıklı yazısında da yabancı dil öğrenmek için ele ne geçerse, kitap, gazete, dergi okumayı ve hâtıra defteri tutmayı tavsiye eder. Kendi çocukluğunu da anlattığı Kırk Yıl adlı hâtıratında da önce, sözlüklere başvurmadan, anlaşılmayan kelimeler üzerinde fazla durmadan yabancı dilde yazılmış eserleri anlamaya çalışmayı tavsiye eder. Eğer çeviri yapılacaksa kesinlikle lugata başvurmak gerektiğini belirtir. Yazar Vedat’ın müzik öğrenimi üzerinde de durur. Çocuğa piyano ve keman çalmasını öğretmek ve musikî kültürü vermek gerektiğine işaret eder. Ancak Halid Ziya’nın Türk müziğinden söz etmediğini görüyoruz. Halid Ziya’nın, çocuğa verilmesi gereken temel bilgiler arasında Türkçe, Batı dilleri ve sanat (müzik) eğitimine ağırlık verdiği görülmektedir. Bu tercihler kendi mesleği ve sanatıyla yakından ilgilidir. Halid Ziya çocukların eğitilmelerini onların geleceklerinin teminatı olarak görür.1 Okulda çocukların hem yeni bilgiler edineceklerine, hem de hayatı, insanları, değişik huy ve karakterleri tanıyacaklarına ve bu farklı örnekler karşısında 1

Yabancı dili insanın elinde bütün dünya kültürünün kapılarını açmak için kullanılan bir çift anahtar olarak telakki eden Halid Ziya’nın oğlu Vedat’a öğrettiği ilk yabancı dil Fransızcadır. Veda ta Fransızca öğreten mürebbiye Fransızca çocuk

Bu fikrini Mai ve Siyah adlı romanında Raci’nin eşi de savunmaktadır. Raci’nin eşi tıpkı yazar gibi mahalli mekteplerinin faydalı olmadığına inanır ve oğlunu bir devlet okulunda okutmayı arzu eder. Ancak bu kadının özel mürebbiye tutacak maddi imkanı yoktur. Halid Ziya’nın eski mektepleri ve oralardaki eğitim ve öğretimi tenkidi için bkz. Kırk Yıl


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

okuyuşunun doğruluğundan emin olarak, onun cahil olduğu konusunda karar kılmıştır. Bu suretle yazar, çocuğa yaptığı hatanın neden ileri geldiğini açıklamak gerektiğine işaret eder. Okulda öğretmenlerle öğrenciler arasında duygu ve düşünce bakımından yakınlık olmalıdır. Kırk Yıl’da kendisinin bu yakınlığı idadi mektebinde bulduğundan bahseder. Çocuğa ders verecek şahıs öğreteceği şeyi önce kendisi çok iyi bilmelidir. Sadece ezber bilgi vermemek, çocuğu düşünmek zorunda bırakmak lâzımdır. Aile de çocuğun dersleriyle ilgilenmelidir. Çocuğun okuldaki başarısı için evde de disiplin içinde çalıştırılması ve ailede birisinin çocuğa derslerinde yol göstermesi gereklidir. Ancak bu şahsı henüz okulda öğrenmediği usullerden bahsedip, çocuğun kafasını karıştırmamalıdır. Aile ve okul arasında işbirliği bulunmalıdır. kendi varlıklarını ayakta tutmayı öğreneceklerine inanır. Okula gönderilmeyen, evde özel öğretim gören zengin çocuklarının insan ilişkilerinde başarılı olmadıklarının farkındadır. Çocukların rahat ve daha verimli olabilmeleri için ev ile okulun yakın olması gerektiğini belirtir. Çocuğu eğiten ve yeni bilgilerle donatan öğretmen, çocukta önce öğrenme isteği uyandırmalıdır.2 Öğretimin başarılı olabilmesi için dersten sonra öğrencinin öğretilenleri tekrarlaması gerekir. Ayrıca çocuk öğrendiklerini bir başkasına öğretmeye çalışınca konuyu daha iyi kavrayacaktır.3 Halid Ziya Kırk Yıl’ da, okumayı yeni öğrendiği sıralarda, yanlış okuduğu bir kelimeyi sadece düzeltmekle yetinen, sebebini açıklamayan bir aile dostunun, o günde kendisinde bıraktığı intibayı anlatır. Bu şahıs kavga, gürültü manasına gelen arbede kelimesini arabada diye okuyan küçük Halid’e sadece kelimenin doğru okunuşunu söylemekle yetinmiş kelimenin manasını bilmeyen Halid, hiçbir anlam veremediği için, kendi

2

Mai ve Siyah’ın kahramanı Ahmet Cemil, Küçük talebesinde bu arzuyu uyandırmaya çalışır. 3 Aşk-ı Memnu’da Nihal, vekilharcın kızın Cemile’ye bilgilerini aktararak öğrendiklerini pekiştirir.

Ancak çocuğun eğitim ve öğretimi için tek başına aile Halid Ziya’ya göre kesinlikle yeterli değildir. Anne ve babaların kendi çocuklarını eğitmeleri çok zordur.4 Okul denilen mekân eğitimin en önemli unsurlarından biridir. Çocuk okul disiplinini evin havasından uzakta, belirli bu gaye için kurulmuş bir mekânda alabilir. (Kerman, 1985, s.215) Halid Ziya ‘ ya göre okul ile aile terbiyesi dengeli olduğu takdirde başarı mümkündür.5 Aile çocuğu tatilde geziler sırasında da boş bırakmamalı, belirli saatlerde dersleriyle meşgul olmalıdır. Bunun yanında geziler sırasında çocuğu gidilen yerlerin sanat değeri taşıyan mekânlarına götürmek, opera, tiyatro, müze ve konserlere götürerek çocuğa sanat zevki vermek gereklidir. Her fırsatta çocuğun bilgi ve görgüsü arttırılmalıdır. Halid Ziya, genel konularda bilgi sahibi olabilmesi için çocuğun ya da gencin bir süreli yayını takip etmesi taraftarıdır. Gençlere bol bol okumayı ve daha iyi kavramak, unutmamak için okudukları

4

Aşk-ı Memnu’da daha önce baba kızın her akşam kesintisiz yaptıkları Türkçe dersleri, Adnan Bey evlendikten sonra seyrekleşir ve sonunda dersler unutulur. 5 Aşk-ı Memnu’nun dejenere, köksüz, milli ve manevi değerlere sahip olmayan kahramanı Behlül yatılı okumuş, aile sıcaklığını hiçbir zaman hissetmemiştir. Bülent de yatılı okula verildikten sonra Nihal’e karşı değişmiştir.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kitabın özetini ve kitaba yazmalarını tavsiye eder.

ait

düşüncelerini

Halid Ziya gençlerin kendi istedikleri, yeteneklerine uygun mesleği seçmelerine izin vermek ve bu hususta onları desteklemek taraftarıdır. Öğretimde şahsi kabiliyetlerin ön planda tutulması gerektiğine işaret eder.6 Aile ve toplum saadetinin kişilerin çocukken aldığı eğitime bağlı olduğu görüşünde olan Halid Ziya kızların da erkek çocuklar gibi sistemli bir okul 7 terbiyesine muhtaç olduklarını düşünür. Seçkin ve özenli eğitim ve öğretim gören genç kızlarımızın milliyetlerine, dinlerine, gelenek ve göreneklerine tamamıyla bağlı kalmaları gerektiğini, ancak bu şekilde kendilerine verilen eğitimin başarıya ulaşacağını söyler. Genç kızlar hiçbir zaman evlerinde tembel tembel oturmamalı, memleket meseleleri ile alakadar olmalı, milli duygulara sahip olmalı, eşleri ve çocukları için mutlu bir yuva oluşturabilmelidirler. Bu da eğitimle mümkündür. Bu konuda özellikle ailelerin bilinçli olmaları gerektiğine dikkati çeker. Genç kızların henüz mektep çağındayken evlenmelerini ve ailelerinden gizli hareket etmelerini doğru bulmaz. Sadece kadının eğitilmiş olması yeterli değildir. Kadın ne kadar iyi bir eğitim ve öğretim alırsa alsın, eğitimsiz, bilgisiz bir eşle mutlu olması ve çocuğuna iyi bir eğitim vermesi mümkün değildir. Kadının yanında erkek de eğitimden payını almak zorundadır.8

6

Çeşitli meslek gruplarına dahil olan gençlerin yetişmesi üzerinde durduğu Nesl-i Ahir adlı romanında nesl-i ahire mensup gençler okul disiplini ile yetişirler. Eser boyunca sevilen, kabiliyete uygun, istenilen sahalarda çalışmanın insanı mutlu ettiği savunulmaktadır. 7 Nesl-i Ahir’in kahramanlarından Azra, genç kızları iş yapmaya yönelten İngiliz terbiyesi aldığı için evinde tembel oturmaz. 8 Nesl-i Ahir’de sadece kızı Azra’nın değil, eserdeki bütün gençlerin rehberi olan Süleyman Nüzhet’in kızkardeşi iyi bir eğitim almış olmasına rağmen mutlu değildir. Çünkü eşi iyi yetiştirilmemiştir. Oğlu kendi istediği gibi değil, eğitimsiz babanın arzusu doğrultusunda yetişmiştir. Kocası eğitimden mahrum olduğu için, hiçbir girişimde sonuna kadar ayak direyemeyen, direnme gücü ve muayyen bir amacı olmayan kararsız daima başkalarının desteğine muhtaç biridir. İyi yetişmiş kadının aile içinde de bedbaht olabileceğini kadın yazarlarımız bizzat kendi hayatlarında yaşamış ve eserlerine yansıtmıştırlar: Fatma Aliye, Halide Edip.

Aile büyükleri çocukları denetlemekle mükelleftirler. Nesil çatışmasının olmaması için özellikle büyükannelerin ya da büyükbabaların torunlarının ilerlemelerini, gelişmelerini desteklemelerini ister. Ama gerektiğinde dizginleri çekmesini bilmelidirler.9 Öte yandan bir gün aç kalma endişesinden uzak, çocuklarının nasıl yetiştiklerine dikkat etmeyerek, onları kolay kazanılan paranın kolayca harcanılmasına alıştırma ailelerin çocuklarının daha sonra ne kadar acı denemelerden, ne korkunç derslerden geçerler geçsinler, paranın değerini, onun ne kadar zor kazanıldığını öğrenemeyeceklerini bilir. İyi öğretim görmemiş çocukları belirsizdir. Özel okulları bitirip, ticarete atılmak için çabalamayan gençlerin yarının büyük ticaret adamları ve zenginleri olacağını, zayıf ve dermansız olanları, eğitim ve deneyim yoksun kalanları ezeceklerini belirtir. Batı ‘da ise yoksul bir köylüden, en yüksek bir seviyede bulunan şahsa kadar herkes çocuklara az çok güvence altına alınmış bu gelecek sağlamak gerektiğinin farkındadır ve bu orada genel bir kuraldır. Halid Ziya’nın devrinin maarifi ile ilgili görüşlerine de rastlamak mümkündür. Ayrı bir araştırma konusu olabilecek bu husustaki düşünceleri özellikle Kenarda Kalmış’ taki yazılarında yer alır. (“Çocuklarımın Mektebi”, “Hatme-i Hikâye”, “Talebe Meselesi”, “Seyyale-i Hayat”, “ “Mekâtib-Sultaniye”, “Bu MeseleMuavvece”) Bu yazılarında bugün de geçerli olan bazı noktalar yer alır. Önce okullarda çocuklara ne öğretileceği tayin edilmelidir. Her mevzunun ortak bilgilere sahip olması gereklidir. Bu da belirli bir müfredatla mümkündür. Okuma kitapları ile çocuğa okuma sevgisi de aşılanmalıdır. Türkçe kitaplarının çocukları edebiyata ısındırmasını ister. En yüksek tabakaya mensup bir zengin çocuğu da, çiftçi de, işçi de ortak kültüre sahip olmalıdır. (Uşaklıgil, 1924,s.284)

9

“Ne olur bütün genç Türk kadınlarının yanında görüş ve düşüncesinin genişliğiyle ilerlemeleri ve gelişmeleri izleyen ama gerektiğinde parmağını kaldırarak durma emrini veren bir büyükanne olsaydı…”(Uşaklıgil, 1990, s.195) Yaşlıların çocukları çok tesirli şekilde uyarıp eğitecekleri yazarın “Altın Nine” adlı hikayesinde de görülür. Bu hikayenin eğitim amacıyla ders kitaplarında bulunması gerekir. Halide Edip’in yazıları bu konuda öncüdür.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ Vedat Uşaklıgil

Aynı kitapta yer alan “Talebe Meselesi” başlıklı yazısında o devirde yurt dışında talebe göndermede karşılaşılan aksaklıkları dile getirir, bunları düzeltme çareleri düşünürken, yurt dışında tahsil yapmak isteyenlerin belirli bir devreyi kendi memleketlerinde okumuş olmalarını ister. Yurt dışına gitmek isteyen on dört yaşındaki bir çocuğa “Emin olunuz ki yaşınız için sizin mektebiniz, sizin memleketiniz, sizin eviniz en mesud, en emin, en müfit yerlerdir.” cevabını verir.( Uşaklıgil,1924, s.156) Yurt dışına gitmek içi on yedi, on sekiz, on dokuz yaşlarını uygun bulur. Gençler asıl terbiyeyi aldıktan sonra, ihtisas yapmak üzere iki ya da üç sene için yurt dışına gitmeleri daha faydalıdır. Halid Ziya’nın belirli devrelerden geçtikten sonra gençlerimizi yurt dışına göndermek gerektiği düşüncesi bugün de tartışma konusudur. Avrupa’ya gönderilen gençlerin kaderlerine terk edilmemeleri, oradaki yaşantılarının takip edilmesi gerektiğini belirtir. Ayrıca memleketin “ihtiyac-ı umumiyesi” düşünülerek yurt dışına talebe gönderilmelidir. Halid Ziya fen ve sosyal bilimlerde tahsil yapmak için Avrupa’ya gidilmesi taraftarıdır. Ancak çıraklık, amelelik, çiftçilik için oraya talebe göndermek yerine, oradan ustabaşı getirmek, bu çocukları yetiştirmeyi tercih eder. Bu meslekleri seçmek isteyenler eğer Avrupa’da tahsil görürlerse, ilk önce, yetişinceye kadar orada ezilecekler, vatana dönünce iş bulamayacaklardır. Büyük umutlarla mimar, mühendis, ilim adamı, heykeltıraş vb. olmak üzere yurt dışına gönderilen Türk gençlerinin yollarını şaşırmadan tahsillerini tamamlayıp yurda dönmelerini v memleketlerine faydalı olmalarını ister: “Türk çocuğuna terettüb eden vazife, bu mahşerin içinde tatip olunacak yolu bulmak, iki tarafına bakmadan, sendelemeden, düşmeden gözleri daima vatana götürülecek sermaye-i kuvvetin nem-i ümidine dikilmiş, etrafından gelen seslerin hıyanet cevazına aldanmayarak ilerlemek ve nihayet ve nihayet yolun son noktasında o necmi bulup kopardıktan sonra hir daha arkasına bakmadan, artık avdet edilmemek üzere, bırakılan şeyler için bir tahassür duymadan avdet etmek vazifesidir.” ( Uşaklıgil, 1924, s.136) Kırk Yıl’ da Batı’yı taklit ederek, kişinin aslını unutmasını yanlış bulur. Kenarda Kalmış ’ta yer alan “Talebe Meselesi” başlıklı yazısında Galatasaray Sultanisi’nde verilen eğitim ve öğretimi örnek göstererek, yurt dışına

talebe göndermeden önce kendi okullarımızı buranın seviyesine getirmeyi ve “erbab-ı ehliyet” olan öğretmenler yetiştirerek eksiklerimizi tamamlamayı önerir. Halid Ziya zihin eğitiminin yanı sıra beden eğitimi üzerinde de durur. Kötü besletilen, kötü yaşatılan, kapalı odalarda büyütülen zayıf, çelimsiz çocukların zihin eğitimi almaları da mümkün değildir. Düzenli olarak uyumalıdırlar. Özellikle temiz havaya ve tabiata ihtiyaçları vardır.10 Halid Ziya tıpkı romanlarındaki babalar gibi, hatta onlardan daha fazla çocuğuna bağlanmış, onu hayatının her safhasında adım adım takip etmiş, çeşitli yazılarında çocuk ve gençlerin eğitim ve öğretimleriyle ilgili işaret ettiği noktaların hiçbirini Vedat’a yetiştirirken gözden kaçırmamış, öncelikle de pratik hayat için gerekli olan bilgiler kazanmasına dikkat etmiştir. Vedat’a ait dikkatinden kaçan en ufak bir şey olmamış, onun önüne çıkan her engeli bertaraf etmeye çalışmış, oğlunu üzen her olay onu 10

İhtiyar Dost adlı hikaye kitabında yer alan “Yarın Kardeşler” adını taşıyan ve 1935 yılı çocuk haftası için yazdığı hikâyede çocuğun yetiştirilmesi ile ilgili bütün bu fikirlerini birleştirmiş, geleceğin emanet edileceği, memlekete yararlı eleman olacak neslin örneğini Tekin ve Sevim adlı çocuk kahramanlarla vermiştir.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

daha fazla perişan etmiştir. Vedat’i Fransızca, Almanca, İngilizce ’ye tamamen vakıf, orta derecede İtalyanca bilen, bir virtiöz gibi piyano çalabilen, klasik Batı musikisinden anlayan, edebiyat ve sanat zevkine sahip, ülkemizi yurt dışında başarıyla temsil eden kültürü bir yetişkin haline getirmiştir. Vedat da babasının her isteğine rıza göstermiştir. Halid Ziya’nın oğluna eğitim öğretim verirken takip ettiği yollar – çocuk ve genci yetiştirirken takip edilmesini önerdiği yollar – müspettir. Oğlunun en iyi şekilde yetişmesini sağlamıştır. Fakat Bir Acı Hikâye ’de yazarın çocuğuna üzüldüğünü ve pişman olduğunu görüyoruz. Hiçbir zaman Vedat’ı kendi başına mücadele erme durumunda bırakmamış, aldığı her kararda mutlaka babasına danışan bir çocuk yetiştirmiştir.

KAYNAKLAR

Çocuk arkasında ailesinin olduğunu bilmekle birlikte, tek başına ayakta durabilmeyi de öğrenmelidir.

Uşaklıgil, Halid Ziya; “Bir Mesele-i Muavvece”, Kenarda Kalmış, İstanbul, Orhaniye Matbaası, 1924

Vedat’ın intiharında babasının bu sonsuz özen inin dolaylı bir tesiri olabilir mi? Hayat boyu insanın karşılaşacağı binbir güçlük, kişiyi hayatından vazgeçilerek bir derece ulaşabilir. Ama güçlü şahsiyete sahip olanlar bu sıkıntıları aşabilecek direnmeyi gösterir. Tanzimat sonrası yazarlarımız ısrarla bu noktayı vurgular ve gençlerin zorluklarla mücadeleden yılmayacak şekilde yetiştirilmeleri üzerinde dururlar. Namık Kemal’in İntibah adlı romanı bu bakımdan önemlidir ve anne, baba ve çocukları uyarma amacını taşır. (Geniş bilgi için bkz. Enginün, 1991,s.35-39 ve s.400-408)

Enginün, İnci; “Bir Çocuk Edebiyatçısı: Mehmet Şemsettin”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları ( Genişletilmiş 2. Baskı), İstanbul, Dergâh Yayınları, 1991 Enginün İnci; “Namık Kemal’in Eğitim Konusundaki Görüşleri”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları( Genişletilmiş 2. Baskı), İstanbul, Dergâh Yayınları, 1991 Kerman, Zeynep; “Halid Ziya’nın Romanlarında Çocuk ve Çocuk Terbiyesi”, Türk Dili Dergisi Çocuk Edebiyatı Özel Sayısı, Nisan 1985, Sayı 400, Sayfa 211-217

Uşaklıgil, Halid Ziya; “Mekâtib-i Sultaniye”, Kenarda Kalmış, İstanbul, Orhaniye Matbaası, 1924 Uşaklıgil, Halid Ziya; Nesl-İ Ahir, İstanbul, İnkılap Kitabevi, 1990 Uşaklıgil, Halid Ziya; Sanata Dair C.3, İstanbul, Maarif, 1955

i

Halid Ziya da ne yazık ki teoride o kadar yerinde görünen fikirlerini uygulamada başarısızlığa uğramış bir babadır.

Bu makale “M.Ü. Atatürk Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi Yıl: 1992, Sayı:4, Sayfa: 189 – 198” de yayınlanmıştır.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Hakikıyûn Olarak:

Tuğçe Erkol

HALİD ZİYA ve GUSTAVE FLAUBERT “Hakikiyunda bir fahişe görürüz. Bu bir fahişe olmaktan başka bir şey değildir. Hayaliyun bize bir fahişe gösterir. Bu bir melektir.” der Halid Ziya, “Hikaye” adlı teorik yazısında. 1887-1888 yılları arasında Hizmet gazetesinde yayımlanan ve 1891-1892’de kitap halinde basılan bu yazıda Halid Ziya’nın asıl amacı popüler olanı eleştirmektir ve bu eleştiriyi Ahmet Mithat’ın romanları üzerinden yapmıştır. Beşir Fuat’ın, Şiir ve Hakikat’ini yayıma hazırlayan Handan İnci, kitaba yazdığı ön sözde, Beşir Fuat’ın 1885-1886 yıllarında yayımlanan “Victor Hugo kitabı etrafında, Türk edebiyatı tarihine ‘hayaliyûn-hakikiyûn’ kutuplaşması olarak geçen ve Beşir Fuad’ın ölümünden sonra da uzun yıllar devam eden bir tartışmanın kapısının aralandı”ğını belirtmektedir. Ahmet Mithat Efendi’nin Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’ını yayıma hazırlayan Nüket Esen ise söz konusu tartışmaya Beşir Fuat, Menemenlizade Mehmet Tahir, Muallim Naci, Fazlı Necip ve Ahmet Mithat Efendi’nin katıldıklarını belirtmektedir. Dolayısıyla temelde gerçekçilik-romantizm ya da Zola-Hugo eksenlerinde yürütülen bu tartışma, hem on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’sındaki edebiyat

tartışmalarının hem de bu tezin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır. Halid Ziya da yaşadığı dönemin romanını üçe ayırır. İlki hakikıyûndur. Realist ve naturalist yazarlardan oluşur bu grup. Diğeri hayâliyundur. Bu da adından da belli olduğu gibi hayalcilerdir. Romantikler yani. Üçüncü ve son grup ise masalcılardır. Masalcılar bu tasnifin olumsuz karakterleridir. Sırf para kazanmak için yazılan hiçbir sanat amacı olmayan bir gruptur ki diline doladığı Ahmet Mithat bunun içindedir. Halid Ziya kendi deyimiyle hakikyûndur. İyi bir realisttir. Halit Ziya gerçekçilerden “meslek-i hakikiyûn” olarak bahseder ve bu harekete bağlı yazarlar olarak Flaubert ve Zola’yı örnek gösterir. Hayâliyyûn karşısında hakikıyyûnu savunmakla beraber hakikıyyûna yüklediği anlam Beşir Fuat’ınkinden oldukça farklıdır. Halit Ziya, hakikıyyûnun kullandığı deney, gözlem gibi tekniklerin insanın iç dünyasını, psikolojisini eksiksiz bir biçimde yansıtabilmek için kullanıldıklarını öne sürer. Oysa 30 Beşir Fuat’a


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

göre hakikıyyûna bağlı romancı bir tür sosyologdur. Halid Ziya da, batı etkisinde gelişen Türk edebiyatının hemen her yazarı gibi realist olurken bu işin üstadlarını okumuş ve onlardan etkilenmiştir. Ancak en bariz etkilenme Gustave Flaubert’dedir. Madame Bovary adlı eserin yazarıdır Flaubert. Madame Bovary deyince herkesin aklına şu gelir: “Kocasını aldatan Emma Bovary’nin intihara sürüklenişi.” Diğer yandan Aşk-ı Memnu deyince de insanın aklına benzer bir şey gelir öyle değil mi? Flaubert, kocasını aldatan bir kadının hayatını bu kadar açık bir şekilde anlattığı için ve aslında bu olay gerçekten yaşanmış olduğu için adı geçen şahsın yakınları tarafından mahkemeye verilmiştir. Dava sonuçlandığında doğal olarak beraat etmiştir. Çünkü eserde dava açan tarafa yönelik açıkça bir yönelim, hakaret ya da yakıştırma yoktur.

değildir.” der Flaubert ve Prof. Dr. İsmail Çetişli de onun bu sözünü bir yazısında şu şekilde destekler: “Madame Bovary’nin gerçekliği sanata has itibari bir gerçekliktir.” Madame Bovary’i genel olarak ele aldığımız zaman eserde derinden derine bir romantizm hicvi vardır. Bunu romanın her yerinde görürüz. Çünkü Emma katışıksız bir romantiktir. Onun hayalleri, George Sand gibi romantik yazarları okuyup Paris’in, şaşalı hayatın, duygusal aşkların hayallerini kurduğunu görürüz uzun uzun. Hatta evliliğini bile bunun için yapmıştır. Evliliğinden umduğunu bulamayınca da Charles’e aşık olmaya çalışmıştır. Çünkü onun okuduğu kitaplarda evlilikler çok mutludur. Eşler birbirlerine çok aşıktır. Çocuklarıyla beraber mutlu yuvalarında aşk dolu yaşayıp giderler. Emma evlilikten bunları ummasına rağmen bulamamıştır. “Emma, doğruluğuna inandığı birtakım kuramlara uymak için kocasına aşık olmaya çalıştı.”

Madame Bovary’i yazana kadar su götürmez şekilde bir romantiktir Flaubert. Bu eser, onun yazdığı ilk realist eserdir. Madame Bovary’den önce yazdığı eseri arkadaşlarına okuttuğu zaman yakması gerektiğini söyleyen dostları dahi olmuştur. Belki de bu, onu harekete geçirmiş ve deyim yerindeyse ona doğru yolu buldurmuştur. Realizm, yani gerçekçilik. Gözlem ve objektifliği esas alan, bu çerçevede insan ve toplumun halini yansıtmayı amaç edinen ve olayı daha sınırlı bir hale getirerek dramatize ederek dramatik bir romana yönelen akım. Diğer yandan içinde bulunulan mekanın ayrıltılı tasvirlerinin yapıldığı, dile ve üsluba çok büyük önem verildiği akım. Realistler sanatı gerçek için yaparlar. Öte yandan bu gerçeklik elbette ki sanatla birleşir. “En kayda değer gerçek olayı bile olduğu gibi anlatmak benim için mümkün

“Roman boyunca gerçekleşen olayların hepsi Emma’nın kişiliğinin birer ürünüdür ve hepsinin yaşanması da oldukça doğaldır. O, roman boyunca birçok ikilem arasında kalır. Bunların hepsinin temelinde hayal ve hakikat çatışması yatar. Özellikle bizde Servet-i Fünun döneminde oldukça yaygın olan bu tem de batı edebiyatının etkisiyle bize gelir ki


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

yazarlarımızın etkilendiği isimlerden biri zaten Flaubert’tir. Gerçeği bütün ayrıntılarıyla dramatize etmiş olması Flaubert’i bazı çevreler tarafında natüralist bir yazar yapar. Hatta bununla ilgili olarak şöyle bir anısı vardır: Romanın sonunda arsenik içerek intihar eder Emma. Ancak Flaubert arseniğin nasıl bir şey olduğunu, içince insana nasıl etki ettiğini bilmez. Bunun için de arsenik içer. Sırf insana neler yaptığını görmek için denemiştir bunu. Belki de sanatı için intiharını bile göze almış olmasından dolayı demiştir herkesin bildiği o meşhur cümlesini: “Emma benim!” Emma’nın hayatıyla karşı karşıya gelmeye başladığımız andan itibaren bizim karşımıza dört mekân çıkar. Bu mekânlardan ilk rahibeler okulu, ikincisi Charles ile evlendikten sonra yaşadıkları ev, üçüncüsü Yanville’l-Abbeye ve dördüncüsü de Reon. Bu dört mekânın her biri Emma için bir adımdır. İlki onun romantik yönünü oluşturur. İkincisi tam anlamıyla bir hayal kırıklığıdır. Üçüncüsü yasak aşka sürüklendiği yer, dördüncüsü de artık yasak bir aşkın içine girerek Leon’la birlikte olduğu yerdir. Bu dört adımın sonu Emma için intihardır. Flaubert, romanında kullandıklarıyla bir realist olduğunu ortaya koymuştur. Öte yandan Emma üzerinden romantizmi hicvederek realist oluşunu da pekiştirmeye devam etmiştir. Halid Ziya’ya dönecek olursak, yazar, Aşk-ı Memnu’dan önce yazdığı eseri olan Mai ve Siyah’ta tam olarak realist değildir. Daha henüz romantizm ve realizm arasındaki gitgelleri yaşamaktadır. Mai ve Siyah’ın esas kahramanı olan Ahmet Cemil bir yazardır. Onun edebiyat ve

sanatla ilgili düşüncelerine baktığımız zaman Halid Ziya olduğunu görürüz. Ayrıca Ahmet Cemil’in bazı halleri tam da Emma Bovary gibidir. Romantiktir yani. Özellikle en yakın arkadaşının kardeşine âşık olduğu, onunla evlenmek istediği zamanlardaki bazı düşüncelerinde görürüz bunu. Ama romanın geneline bakıldığında romantik bazı ögeler olmasına rağmen realizm ağır basar. En basitinden kitabın adı Mai ve Siyah’tır. Mai, Ahmet Cemil hayalleridir, içindeki romantik kısımdır, siyah ise hayal kırıklıklarıdır. Gerçekleşmeyen hayallerinin ardından elinde kalan gerçeklerdir. Hayal ve hakikat çatışmasıdır. Ve bir diğeri: Emma ve Bihter… Birçok açıdan birbirine benzeyen iki kadın. Özellikle, genel kurgu açısından bakacak olursak tamamen aynılardır. Mutlu olmak için kendinden yaşça büyük insanlarla evlenen iki kadın. Evlendikten sonra mutlu olmak için çabalayan iki kadın. Mutlu olamasalar da evliliklerine bir şekilde tutunmaya çalışan ama başaramayıp önce yasak aşka sürüklenen sonra da işin içinden çıkamayıp çareyi intiharda bulan iki kadın. Ne kadar benzer ve ne kadar yaşanabilir? Üstelik başka eserlerde de ele alınan konular. Anna Karenina’da, Kırmızı ve Siyah’da… Peki, bu ikiliyi o ikiliden ayıran en temel özellik ne? Neden Anna’dan daha çok Emma deyince Bihter geliyor hemen akla? Çünkü her ikisinde de “kişiler” ön planda. Oysa diğer iki eserde olayların ön planda olduğunu görüyoruz. Halid Ziya bir “hakikıyûn” olarak kişileri adeta bir oya gibi işleyebildi diye “Halid Ziya” oldu biraz da, işte bu yüzden öldükten 70 yıl sonra anıyor, doğumunun 150. yılını kutluyoruz…


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ben Türkçenin ezelî bir âşıkıyım. Hepimiz öyle değil miyiz? Türkçeyi muhtelif devirlerinde, muhtelif libaslarla, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o şekiller, o libaslar altında kendi cevherinde sevdim. Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşı ile giyinmiş, başında küçücük beresiyle bir rüzgâr gibi kaldırımlar üzerinde seke seke giden ve rüzgâr mı onu götürüyor, o mu rüzgârı götürüyor diye insanı şüpheye düşüren hâliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim.

Halit Ziya Uşaklıgil


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sadeleştiremediklerimizden misiniz? Ayşe Bengisu Akdağ “Sadeleştirilmiş metin” kavramıyla ilk defa, 11 yaşımda arkadaşımın bir haftada “Sefiller”i bitirdiğini söylemesiyle tanışmıştım. Henüz ilkokuldaydık ve yedi sekiz günde Sefiller’i bitirmişti arkadaşım. O ünlü klasik eseri… Eve dönünce hemen kütüphanemden Sefiller’i indirdim. Annemin kitaplığından kalan bu eser yıllardır duruyordu ve ben henüz okumamıştım. Koca iki cilt. İlk cildi 735 sayfa, ikinci cildi 583.1 Arkadaşıma hayran kalmış, kendimden ise utanmıştım. Ancak, birkaç gün sonra aklımın almadığı bir gerçekle karşılaşmıştım. Arkadaşım, bitirdiği Sefiller’i getirmişti yanında. Tek cilt. 370 küsür sayfa! Ve kitabın kapağının üst kısmına gururla, büyük puntolarla düşürülmüş bir not: “Sadeleştirilmiş Metin”. O yaşımdan beri, gerek yabancı eserlerde gerek Türk edebiyatının klasik eserlerinde “sadeleştirilmiş” yazısına karşı bir alerjim var. Beni ve bu yazının konusunu ise 1

Altın Kitaplar Yayınevi, Çeviren: Nihal Önay, Cemal Seray, 1. Basım, Mart 1985. Kitabın ilk sayfasında büyük harflerle yazılmış bir not bulunmaktadır: “Fransızca aslından hiç kısaltılmadan dilimize çevrilmiştir.”

-bir Türk dili ve edebiyatı bölümü mezunu olarak -doğal olarak Türk edebiyatı bağlamında “sadeleştirilmiş” metinler oluşturuyor. Aslında aynı dilin kendi içinde sadeleştirilmesi suretiyle yapılan bu çalışmalar için kullanılan başka bir terim var: “Diliçi çeviri”. Bir dildeki göstergeleri, yalınlaştırma ve güncelleştirme amacıyla aynı dil içinde başka göstergelerle söyleme işlemine diliçi çeviri adı veriliyor. Bir diğer deyişle diliçi çeviri, aynı dil içindeki farklı dönem, amaç veya alıcılara göre oluşmuş metinlerin dil içi aktarımı ve metinlerin farklı çeviri amaçlarıyla yeniden yazılması. Aslında edebiyat için büyük önem arz etmekle beraber bir edebi katliama dönüşme noktasında da bulunan; ya düşmeyle sonuçlanan ya da başarıyla bitirilen bir ip cambazlığı diliçi çeviri. Yeni Türk edebiyatında diliçi çeviri olarak adlandırabileceğimiz çalışmalar, Arap harfleriyle veya Latin alfabesiyle yazılmış bir eseri “dili eskidiği, kelimeleri anlaşılmadığı, okuyucuya ulaşamadığı” gibi sebeplerle birtakım düzenlemelerden geçirerek yeniden yayımlama amacıyla yapılıyor. Dil devrimi,


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kuşak farklılıkları, toplumsal ve kültürel değişim ve gelişimler gibi birçok sebeple ülkemizde neredeyse yetmiş yıldır klasik eserlerimizi sadeleştirme çalışmaları yapılıyor. Ancak bu çalışmaların hangi ölçülerle, nasıl ve kimler tarafından yapılacağı noktasında bir fikir birliğine tam olarak varılamıyor ve bu konu sık sık tartışma konusu oluyor. Bu tartışmalara sebep olan değişikliklerin sorumlusu kimi zaman vârisler, kimi zaman yayınevleri, kimi zaman da ‘işbilir’ editörler olabiliyor. Telif hakkı sona eren eserlerde bu sorun daha da göze çarpıyor. Eserler üzerindeki oynamaların boyutu dilde sadeleştirmelerin de ötesine geçerek asıl metinden cümleler atmak, yeni kelimeler eklemek, düz cümleyi soru cümlesine çevirmek gibi müdahaleleri dahi içerebiliyor. Ve aslını okuduğumuzu sandığımız Türk edebiyatının temel eserleri, gerçek kimliklerinden uzaklaşmış metinler olarak karşımıza çıkıyor. İşte bu konunun mağduru olan bir klasik Halid Ziya Uşaklıgil… Döneminin daha doğrusu mensup olduğu Servet-i Fünûn edebî topluluğunun dil ve üslup anlayışına uygun olarak eserler kaleme alan Halid Ziya, Servet-i Fünun dergisindeki bazı yazılarında ağır, anlaşılmaz dil ve üslubu savunmuştur. Ancak Halid Ziya daha sonraki dönemlerde bu görüşlerinden vazgeçmiş, geçmiş dönemdeki dil görüşlerinin yanlışlığını kabul etmiş, dilde sadeleşme cereyanının taraftarı olmuş hatta kendi eserlerini son dönemlerinde kendisi sadeleştirme yoluna gitmiştir: “Mai ve Siyah, eski halinde mevcut olmakta devam ediyor, eğer ona genç nesil de rağbet edecekse yeni yazı ile basılması bir zaruret demek oluyor, bu takdirde de sadeleşmesine şiddetle lüzum var; madem ki yeni nesle mahsus olacaktır, lisanını onun kabul edebileceği bir şekle sokmak teşebbüsün tabii bir icabı demektir. Ancak sadeleştirmek için ne yaptım: Terkipleri, menus olmayan kelimeleri, ağır cümleleri bugünün zevkine

uydurmak istedim. Üsluba, ibarelerin inşa tarzına, velhasıl eserin bünyesine asla dokunmadım. Aksine hareket, kitabı esas mahiyetinden soymak olurdu.” Mai ve Siyah ve Uşaklıgil’in diğer eserleri de yıllar boyunca çeşitli sadeleştirmelerle yeniden yayımlanmıştır. Mai ve Siyah için Enfel Doğan’ın hazırladığı Özgür Yayınları tarafından 2001 yılında yayımlanan Mai ve Siyah en güzeli. Zira Enfel Doğan eserin neşrinde romanın 1938 baskısını temel almış, bir sadeleştirme yapmadan, 4200 civarında parantez içinde kelime ve terkiplerin karşılıklarını vermiş, ayrıca 43 adet dipnot düşmüştür. Yazarın diğer eserleri de Özgür Yayınları tarafından alanında uzman akademisyenlerce aynı şekilde titiz çalışmalarla yeniden yayına hazırlanarak yayımlandı.

“Halid Ziya’nın “Mai” eserleri “Siyah”a dönmüş Şemsettin Kutlu’nun elinde.”

Ancak Özgür Yayıncılık’tan önce Uşaklıgil’in sadece Mai ve Siyah’ı değil diğer bütün eserleri, İnkılâp Yayınevi tarafından Şemsettin Kutlu’nun sadeleştirmeleriyle büyük bir kıyıma maruz kalmış. Bu çalışmalarda yeni harflere aktarma ve sadeleştirme işlemi sırasında orijinal metinden çok uzaklaşıldığı ve hazırlayan Şemsettin Kutlu’nun tasarrufuyla


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Halit Ziya’nın kaleminden çıkan metinlerin büyük ölçüde değiştirildiği görülmekte. Halid Ziya’nın “Nesl-i Ahir”ini Özgür Yayınlarının çalışmasında yayına hazırlayan Prof. Dr. Alev Sınar Uğurlu, yazarın bu son romanı Nesl-i Ahir üzerindeki incelemelerinde; Şemsettin Kutlu’nun, Halid Ziya’nın kullandığı, günümüzde günlük dilde yer etmiş kelimelerin yerine, günlük dilden çok uzak, sözlüklerde geçen kelimeleri kullandığını tetkik etmiş. Bunun yanında Şemsettin Kutlu’nun cümleler atladığını, bazı paragrafları geçtiğini ve yeni cümleler eklediğini de belirtiyor. Halid Ziya Uşaklıgil üzerine akademik çalışmaları bulunan Prof. Dr. İsmail Çetişli de, Halid Ziya’nın daha önce İnkılâp Yayınevi tarafından basılan kitaplarını ‘çok kötü’ buluyor. Genç nesiller anlamıyor diye Süleymaniye’nin, Selimiye’nin sadeleştirilmesinin söz konusu edilemeyeceği gibi, edebi eserde de aynı durumun geçerli olduğunu vurguluyor. Bu izahı daha iyi anlamak için cümle örneklerini vermek yerinde olacaktır sanıyorum, daha doğrusu “vahim” durumu gözler önüne sermeyi daha kolaylaştıracaktır. Nesl-i Ahir’den:2

Ekleme örnekleri: Orijinal metin: “İrfan’ı hareme götürmüş, piyano çaldırmış idi” Şemsettin Kutlu çevirisi: “İrfan’ı konağının harem bölümüne götürmüş, ona piyano çaldırmıştı.” Orijinal metin: “O zaman bu valide bütün elemlerini takrire başladı. İrfan’ın hayatını tasvir etti,…” Şemsettin Kutlu çevirisi: “O zaman bu anne, bütün elemlerini bir bir dile getirmeye başladı. İrfan’ın, çocukluğundan beri olan hayatını anlattı.” 2

Örnekler buradan alınmıştır: Doç. Dr. Alev Sınar, “Edebi Eserlerin Sadeleştirilerek Yeniden Yayımı Üzerine Uygulamalı Bir Örnek: Nesl-i Ahîr”, Bilig, Yaz / 2008, sayı 46: 133-152.

Halid Ziya Uşaklıgil'in Kırk Yıl adlı hatıratından... Halid Ziya Bey'in kırk yaşındaki fotoğrafı

Değiştirilen İfadeler: Orijinal metin: “Galata’da şuraya buraya uğrarken …” Şemsettin Kutlu çevirisi: “ “Karaköy’de şuraya buraya uğrarken …” Orijinal metin: “esmerleşen sema” Şemsettin Kutlu çevirisi: “kararmakta olan gökyüzü” “Esmerleşen sema” gibi şiirsel bir kalıbı “kararmakta olan gökyüzü” diye adeta hava durumu metnine dönüştüren Şemsettin Kutlu’ya Allah’tan rahmet dileyelim, örneklere devam edelim  Sıradaki örnekler Şemsettin Kutlu’nun gereksiz bulduğu(!) kayda değer olmayan(!) ve atılan kısımlar: Orijinal metin: “Nüzhet misafirleri istikbal için iskeleye inmek zamanına intizaren açık penceresinin önünde, üzerine yalnız alınacak ceketiyle başına giyilecek fesi kalarak, son


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

postanın getirdiği ceraid ve resailin kuşaklarını açarak bir göz atmakla iktifa ediyordu.” Şemsettin Kutlu çevirisi: “Nüzhet konukları karşılamak için iskeleye inme zamanını bekleyerek açık penceresinin önünde, üzerine sadece gazete ve dergilerin kuşaklarını açarak bir göz atmakla yetiniyordu.”

için neden sadeleştirme ihtiyacı hissedildiğini anlamak hiç mümkün değildir.”3

Ceket ve fes niye rahatsız etmiş ola acep Kutlu’yu? Hâlbuki o satırlarda hemen hepimizin gözünün önüne üzerine ceketini giyip kibar bir hareketle koyu kırmızı fesini başına oturtan bir İstanbul Beyefendisi gelmiyor mu? Şemsettin Kutlu işte sadece yazarın satırlarını değil, okurun hayallerini de katlediyor.

- “fikir”; karşılığı metin boyunca “görüş ve öneri” olarak verilmiş.

Bir de “Türkiye Türkçesinde İşlek Kullanımı Olmayan veya Bozuk Bir Türkçeyle Verilmiş Karşılıklar” başlığı altında verilen örnekler var ki kalbim daha fazla dayanmadı. Bkz. Orijinal metin: “seni temin ederim” Şemsettin Kutlu çevirisi: “seni güvendirmek isterim.” Orijinal metin: “Memuriyetinden istifa etmek belki mümkün olur.” Şemsettin Kutlu çevirisi: “Görevini terk ederek ayrılmak belki mümkün olur” Demek ki neymiş bundan sonra “onlar beni kovmadı, ben istifa ettim” demeyeceğiz. “Onlar beni kovmadı ben görevimi terk ederek ayrıldım” diyeceğiz. “Terk ederek ayrıldım… “ Acıklı oldu sanki biraz? Kovsalar daha mı iyiydi acaba… Bilemedim. Orijinal metin: “Kim iddia edebilir ki” Şemsettin Kutlu çevirisi: “Kim ileri sürüp tersini söyleyebilir” Dilaltınızı aldıysanız bir de “Gereksiz Sadeleştirme”lere bakalım: “Türkiye Türkçesinde işlek olarak kullanılan ve hepimizin günlük konuşmalar sırasında defalarca yer verdiğimiz kelimeler

-“azap”; karşılığı metin boyunca “ezinç” olarak verilmiş. -“memleket”; karşılığı metin boyunca “ülke” olarak verilmiş.

O zaman bize de Şemsettin Kutlu’ya “Allah akıl görüş ve öneri verseymiş” demek düşüyor. Ben buraya Alev Sınar Uğurlu Hocamızın makalesinden sadece birkaç örneği almak suretiyle anlatmaya çalıştığım konuyu somutlaştırmak istedim. Bunlardan çok daha fazlası, çok daha vahimi makalede gözler önüne serilmekte.

Şemsettin Kutlu Hoca’nın ardından çok tenkidini yaptım belki de ama bunu bir edebiyat öğrencisinin bir edebiyat hocasını eleştirisi olarak değil bir okurun serzenişi olarak dile getirmiş bulunmaktayım biraz da. Maalesef gerçek şu ki; Halid Ziya’nın kaleminden “Mai” bir gökyüzünde çıkan eserler “Siyah”a dönmüş Şemsettin Kutlu’nun elinde.

Şanslıyız ki üniversite eğitimimizde Halid Ziya’nın eserlerini Özgür Yayınları’nın özenli çalışmasıyla hazırladığı külliyattan okuduk. Ancak şimdi içimde yine bir korku. Zira geçtiğimiz ay Halid Ziya Uşaklıgil'in “ölümünden sonra eserlerini 70 yıl süreyle koruma altına alan telif yasası” ‘telif dışı' kaldı. Aşk-ı Memnu’nun çeşit çeşit yayınevinden çıkan desen desen kapakları rafları süslemeye başladı.

3

Alev Sınar, agm.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Soldan sağa: Halid Ziya Uşaklıgil, Hasan Âli Yücel, Mehmet Emin Yurdakul, İbnülemin Mahmud Kemal İnal

Everest Yayınları'nca 2 ayrı Aşk-ı Memnû neşredildi. İlk Aşk-ı Memnû'da Uşaklıgil tarafından sadeleştirilip 1939'da yayınlanan versiyon esas alınmış. Metin, editör Seval Şahin tarafından Servet-i Fünûn dergisindeki tefrika ve diğer baskılarla karşılaştırılarak hazırlanmış. Aşk-ı Memnû'nun 2 yeni neşri de Can Yayınları'nca yapıldı. Birinci kitap “açıklamalı orijinal metin" alt başlığını taşıyor. Bu versiyon hazırlanırken yazarın diline ve üslubuna müdahale edilmemiş, güncel olarak kullanılmayan kelimeler için sona bir sözlük eklenmiş. İkinci kitap ise yazarın üslubu korunmaya çalışılarak günümüz Türkçesiyle neşredilmiş. Selim İleri geçtiğimiz yıl bu konuyla ilgili “Bakalım Halit Ziya'nın başına neler gelecek?" diye yazmıştı köşeyazısında. Korkulan olacak mı yoksa Halid Ziya değerlenerek yayılmaya devam edecek mi göreceğiz…


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Halit Ziya Uşaklıgil’den Cevdet Kudret Solok’a Mektup Yeşilköy, 24 Kasım 1943 Güzide Edip Cevdet Kudret Solok Aziz Meslektaş, Lutfettiniz bana sınıf arkadaşlarınızı tanıttınız. Bilseniz bunların her biriyle nasıl candan seviştim, kimine acıdım, kiminden üşüdüm, fakat hepsiyle bir müddet beraber, kaynaşarak yaşadım. Siz arkadaşlarınızı bana tanıtırken kendinizi de büsbütün başka bir varlığınızla tanıtmış oldunuz. Bu varlığınızı ne için şimdiye kadar sakladınız? Sizi pek ince bir şair, pek mahir bir sahne muharriri diye bilirken birdenbire bana türlü meziyetlerle, emsalinde pek nadir tesadüf olunan meziyetlerle dolu bir hikaye-nüvis olarak göründünüz. Bu benim için, yalnız benim için değil Türk edebiyatı için büyük bir kazançtır. Kitabınızda çeşit çeşit insan enmuzecleri yaşıyor. Sanki bunları Birinci Büyük Harbin maişet, sefalet, ıstırap, işkence yılları içine atıyorsunuz. Kitap yalnız bir hikaye değil aynı zamanda karışık bir devrin tarihi… Siz o yıllarda pek genç olmalıydınız. Bu müşahede yekûnunu nasıl tahattur edebildiniz? Eğer o devrin doğrudan doğruya tarihini yazsaydınız bu kadar belâgati haiz bir eser vücuda gelmiş olmazdı… Lisanınız sade, akıcı, sürükleyici, fakat edebî renklerle parlıyor, sonra ara sıra beklenmeyen bir yerde siz gençlik hayatınızla, şair simanızla o sade lisanın perdesini yırtarak gülümsüyorsunuz. Ne sevimli bir simanız var… Zavallı Süleyman’a ne olacak? Korkarım ki bu çocuk bedbaht olacak. Kitabınızın aşağısını sabırsızlıkla bekliyorum. Beni çok üzmeyin… Tebriklerimi, takdirlerimi sunarak gözlerinizden öperim.i

i

Kaynak: Güzel Yazılar Mektuplar, TDK, Ankara, 1997


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Şair Yanıyla: Halid Ziya

Sırdem Kemiksiz

Pek değerli Halid Ziya Uşaklıgil… Hani çoğu kişinin, en iyi “Aşk-ı Memnu”sundan hatırladığı büyük yazar. Evet, bizler onu daha çok batılı anlamdaki eğilimlerinden, romanlarındaki kadın karakterlerinin adeta bir bale gösterisindeki gibi “git-gel” ruh hallerinden, tasvir ettiği ve Türk insanının hayatına yeni giren objelerden (daha çok bayanların kullandığı aksesuarlar, tuvalet masası… gibi) tanıyoruz. Ancak onun usta romancılığının yanı sıra şairlik yönü de bulunmaktadır. Bu örnekleri “mensur şiir” olarak görmekteyiz.

“Güneşin doğuşundan önce çıkmak, batışından sonra girmek; çalışmak çabalamak, iler tutar yeri kalmamak. Ne için? Bir lokma ekmek için. Soğuklarda üşümek, yağmurlarda ıslanmak, topraklarda yatmak, donmak. Ne için? Başkalarının dinlenmesini sağlamak için... Yer altlarında hayat geçirmek, zehirli havayı solumak, rutubette ömür sürmek, güneş görmemek, insanken bir yılan gibi yaşamak, verem olmak, ölmek... Ne için? Ölmemek için... ” Halid Ziya Uşaklıgil “Mensur Şiirler”den

Mensur şiir, şiirin cümle yapısı ve ahengini koruyan ancak ölçü ve kafiyeye bağlanamayan; şairane bir konuyu, his, hayal ve düşünceyi kısa şekilde ve yoğun bir üslupla anlatan düzyazı türü. Mensur şiirde olay örgüsü de vardır. Bu özelliğiyle, öykü ile şiir arasında bir tür sayılır. Mensur şiir daha çok divan edebiyatındaki secili nesirle benzerlikler içerir. İşte 19. yüzyılda Fransız edebiyatında ortaya çıkan bu türün Türk edebiyatında Batılı anlamdaki ilk örnekleri Servet-i Fünun Dönemi’nde Halid Ziya Uşaklıgil tarafından verilmiştir. Uşaklıgil’in, mensur şiir türündeki “Mensur Şiirler” ve “Mezardan Sesler” adlı eserleri bu türü, edebiyatımıza tanıtmış ve benimsetmiştir. Hem “Mensur Şiirler” hem de “Mezardan Sesler” adıyla kaleme aldığı eserleri Halid Ziya Uşaklıgil’in İzmir devresinin eserlerindendir. “Mezardan Sesler” eseri de “Mensur Şiirler” gibi, Halid Ziya'nın İzmir'de arkadaşlarıyla birlikte neşrettiği ve başmuharrirliğini yaptığı Hizmet gazetesinde neşredilmiştir.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Halid Ziya'nın mensur şiir tarzında olup ilk kitaplaşan eseri olan “Mezardan Sesler” , diğer eseri kadar tepki ve tenkit görmemiştir. Zira hem eserin başlığında Mensur Şiirler gibi, devrinin hala etkisini sürdüren eski şiir anlayışına göre bir terslik yoktur hem de Mensur Şiirler etrafında çıkan tartışma, dönemin edebiyat çevrelerinde artık bu tür hakkında bir düşüncenin, tabiri caizse bir aşinalığın oluşmasını sağlamıştır. Halid Ziya “Mezardan Sesler” adlı küçük hacimli eserinde insan, ölüm, hayat, dünya, varlık, hiçlik, beka gibi konulara dair gençlik döneminin duygu ve düşüncelerini, kısa temaslarla, bir çerçeve hikaye içinde geliştirdiği mensur şiir tarzında işlemiştir. “Yazar, bir bahar mevsiminde, sürekli yağışlı ve basık havadan iyice sıkılmış, yağmur biraz dinince evden çıkarak şöyle bir dolaşmak istemiştir. Ayakları onu mezarlığa götürür. Dalgın dalgın mezarlığı dolaşır, onu birtakım kasvetli duygularla ve ürperişlerle meşbû kılar. Tek tek mezarları gezerken gözü bir mezar taşına ilişir. Kitabesinde "Zair! Sen bir hiçsin! ...” ibaresi yer almaktadır. Bunun üzerinde fikir yorarken, başı döner, asabı bozulur ve bir mezarın kenarına oturur. Bitâbtır. Bu hal ile mezarlıktan çıkacak gücü kendinde bulamayınca geceyi orada geçirir. Bir ara kenarına yığıldığı mezardan "mahûf bir ses" işitmeye başlar. Bu ses demektedir ki:"Evet, sen hiçsin, mücerred hiçsin! Bu senin gurur-ı hayatına dokunsa gerektir. Lakin hakikat sıkiet-i dehşeti altında hayalatını ezmektedir. O hakikatin sadası kulaklarına bu mahfif kelimeyi daima tekrar ediyor: Hiç!.. Hiç!.." ” Ses bundan sonra, kozmik aleme dair tasvirlerle, insanın kainatın büyüklüğü karşısında niçin bir hiç olduğunun tafsiline girişir. Arzın tarihine göre insan ömrünün, büyüklüğüne göre de insan cüssesinin bir hiç mesabesinde olduğundan; yeryüzünde yaşayıp, ondan beslenip, tekrar ona dönerek

toprak olacağımızdan, bahseder.

çürüyeceğimizden

Halit Ziya'nın bu küçük eserinde, dönemin birçok yazarının ve aydınının önemsediği, yücelttiği hatta kutsadığı medeniyet, terakki, teknoloji, para gibi kavramlara karşı duyduğu tepki ve sorgulama açık biçimde görülmektedir. Bunda, yazarın annesinin ölüm günlerinde içine girdiği yirmi yaşının bunalımlı ve inkara çok yakın psikolojisinin, ümitsizlik ve arayışlar içindeki ruh haIinin etkisi oldukça büyüktür. Biz bu fikirleri, Batı'da Jean Jacques Rousseau'nun; "Medeniyet çirkin, tabiat güzeldir. Medeniyet insan tabiatını bozucu, tabiat ise fıtratı geliştiricidir. Kırda yaşayanlar mesut, şehirde yaşayaniarsa bedbahttır" şeklinde özetleyebileceğimiz düşüncelerinde ifadesini bulan ve Türk edebiyatında da Rousseau'dan etkilenmiş olduğunu bildiğimiz Abdülhak Hamid'in “Sahra”sından itibaren haberdar olduğu medeniyet karşıtlığı, medeniyetin insan fıtratını bozduğu düşüncesi, medeniyetin çirkinliklerine karşılık kır ve köy hayatına, tabiata sığınma özlemiyle "beledilik-bedevilik" mukayesesi açısından değerlendirmek ve Halid Ziya'nın bu satırlarında, okuduğu Batılı serlerin yanısıra, bu etkinin de izini sürmek mümkündür. Sonuç olarak Mezardan Sesler, kasvetli, karanlık bir günde yazarın yakınlarını hala hayatta hissedebilmek için gittiği bir mezarda geçirdiği bir günü dile getirmektedir. “Eser boyunca mezardan yükselen sesler bu eseri mensur şiir olarak kabul etmemize neden olan kısımlardır.” Ömer Faruk Huyugüzel ise bu eseri, gösterdiği bütünlükle diğer mensur şiirlerinden ayırır ve tek bir uzun mensur şiir sayar. Bakıldığında gerçekten de, mezardan gelen sesin söyledikleri, fikir ve üslup bütünlüğü açısından tek bir metin olarak ele alınmalıdır.

Kaynak: M. Fatih Andı, “ Halid Ziya’nın Mensur Şiirleri -II- “Mezardan Sesler” ”


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dizisi Tutunca Kitaplaştırılan Bir Başyapıt:

Tuğçe ERKOL

AŞK-I MEMNU Türkiye’de film ve dizi sektörünü tarihsel olarak incelediğimiz zaman yapımcıların edebiyattan fazlasıyla nemalandığını söyleyebiliriz. Özellikle sadece yazarak geçimini sağlayan yazarlarımızın eserleri geçmişte birçok defa filmleştirildi. Necati Cumalı’nın Susuz Yaz’ı, Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’su, Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı eseri, Halide Edip’in Vurun Kahpeye’si, Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı serisi, Yaşar Kemal’in unutulmaz eseri Ağrı Dağı Efsanesi, Cengiz Aytmatov’un Selvi Boylum Al Yazmalım’ı, Aziz Nesin’in Zübük’ü bunlardan sadece birkaçı. Yapılan film uyarlamalarının bazıları hiç beğenilmedi bazıları da çok başarılı oldu. Hatta bazıları o denli başarılı oldu ki bir romandan uyarlandığı unutuldu ve sadece film olarak anılmaya başlandı. Benim için bunlardan birisi hemen herkesin bildiği bir film olan Süt Kardeşler’dir. Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Şener Şen, Adile Naşit, Ayşen Gruda, Hale Soygazi ve daha adını saymadığım nice oyuncu… Onların başarısı ve sıcaklığı o denli güzel bir enerji olarak döndü ki ekrana,

birçok insan o filmin bir Hüseyin Rahmi uyarlaması olduğunu unuttu. Oysaki Hüseyin Rahmi’nin eserinin yayımlandığı dönemde de Gulyabani adlı romanı en çok okunan eserlerden biriydi. Belki bunun bilinmemesinin sebebi filmin adının değiştirilmiş olmasıdır demek ve buna biraz da inanmak istiyorum. Süt Kardeşler deyince sadece “Babanı da sevmezdim, süt oğlan.” diyen Şener Şen’i ve bir sürü oyunun ortasında kalan Kemal Sunal’ı hatırlamak bana biraz üzücü geliyor, Hüseyin Rahmi Bey’in hakkını yemek gibi geliyor. Türkiye’de TRT yayınlarıyla başlayan televizyon hayatı beraberinde dizileri de getirdi. Özgün dizilerin ve yabancı dizilerin yanı sıra uyarlama dizilerimiz de yayınlandı. İlk uyarlama dizimiz Aziz Nesin’in Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı radyo tiyatrosu olarak yazdığı eseridir. Bunun ardından Sait Faik’in Kumpanya’sı ve son olarak edebiyat camiasının başyapıtlarından olan Aşk-ı Memnu geliyor. Aşk-ı Memnu’nun dizi uyarlaması iki defa yapıldı. Biri TRT için hazırlanan dizi; diğeri


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

de 2010’lu yıllarda çekilen ve dönemine damgasını vuran modernize edilmiş hali. İlk dizi, 70li yıllarda İsmail Cem’in TRT genel müdürü olduğu yıllarda hazırlandı. Bu dönemde edebi eserlerin dizi olması bir gelenek halini almıştır zaten. Dizinin yönetmenliğini Halit Refiğ yapmıştır. Aşk-ı Memnu bir kez daha bir Halit’in eline geçmiştir yani. Ve Halit Refiğ’in dizisi seyircileri tarafından çok sevilir. Seyircinin bu sevgisinin nedeni Abdi İpekçi’nin yaptığı bir röportajla Halit Refiğ’e sorulur ve hoca şu cevabı verir:

2000li yıllarda ise beraberinde gelen Milennium Çağı, insanları iyice teknolojinin esiri haline getirdi. Kitap okuma oranları iyice düştü. Özellikle Türk edebiyatının klasik sayılacak eserleri iyiden iyiye unutulmaya yüz tuttu. Okuma oranlarının düşmesi gibi kaliteli eser verme oranları da düşmeye başladı.

“Film, bir aile hikayesidir. Televizyon seyircisini de aileler oluşturmaktadır. Bu yüzden TRT, benden klasik bir Türk romanını filme çekmemi istediğinde hem klasik bir değeri olan bir romanı seçmek, hem de TV izleyicisinin sadece kültür açısından değil, temaşa açısından da ilgisini çekecek bir roman olmasını düşündüm. Sanıyorum ki, bunların ilgi çekmede büyük payı oldu.” Bu ilk uyarlama 33’er dakikalık 6 bölümden oluşuyordu. Şükran Güngör (Adnan Bey), Müjde Ar (Bihter), Salih Güney (Behlül), Itır Esen (Nihal), Çolpan İlhan (Matmazel de Corton) gibi Türk sinemasının dev oyuncularından oluşan bir kadrosu vardı. Bu uyarlamada romanın aslına sadık kalınmıştı. Ancak dizide Osmanlı’nın son dönemlerine dair yapılan atıflar Halit Ziya’nın değil Halit Refiğ’in düşüncelerinden ibarettir. Dolayısıyla da orijinal eserde bulunmamaktadır. İlk uyarlamanın ardından Tarık Günersel, romanı oyunlaştırdı. 3 perde haline getirdi. Tarık Günersel tarafından yapılan uyarlama piyes Selman Ada tarafından farklı bir alana daha uyarlandı ve liberettosunun gene Tarık Günersel tarafından yazıldığı bir opera haline getirildi. Opera 2 perde olarak hazırlandı ve ilk temsili 23 Ocak 2003’te Mersin’de yapıldı.

Televizyonun hayatımızın her anını esir almasından sonra roman okumaktan iyice uzaklaşan bir toplum olduk. Özellikle filmlerin roman uyarlamaları olması kitap okumaya gerek kalmaması gibi bir durumu ortaya koydu. Harry Potter, Yüzüklerin Efendisi, Taht Oyunları, Alacakaranlık ve Vampir Günlükleri gibi dev yapımlar “Filmi ya da dizisi varsa neden okuyayım?” sorusunu peşinde getirdi. Öte yandan yapılan bu uyarlamalar birtakım meraklılar için kitap okumaya sevk edici de oldu. Çünkü eksik olarak çekilen birtakım sahneleri merak edenler okumaya meylettiler. Türkiye’de özellikle 2005’ten sonra dizi tarihinde bir edebiyat fırtınası yaşandı. Türk romanlarının ilk örnekleri modernize edilerek yeniden uyarlandı. Ama yapılan bu uyarlamaların çığırından çıktığını da belirtmem gerek. Diziler kötüydü, oyuncular berbattı,


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

müzikleri çok çirkindi değil benim derdim; eserin değerinin farklı boyutlara taşınması. Ben de izledim Yaprak Dökümü’nü, Dudaktan Kalbe’yi, Aşk-ı Memnu’yu. Keyif alarak da izledim hem. Ama onların birer edebi eser olduğunu düşünmekten kaçınarak izledim. Çünkü televizyonun karşısına her geçtiğimde modernize edeceğiz diye eserlerin ruhunun öldüğünü fark ettim. “Aman ağzımızın tadı bozulmasın” diye gezen Güven Hokna’yı, boncuk boncuk bakan Burak Hakkı’yı ya da “Behlül kaçar” diyen Kıvanç Tatlıtuğ’u izlemek acı verdi bana. Belki de en büyük acıyı Aşk-ı Memnu’da yaşadım. Oysa ne hayallerim vardı benim dizi ilk başladığında… Bu seferki Aşk-ı Menu, 2008 yılının sonbaharında Kanal D için Ay Yapım’ın hazırladığı bir diğer uyarlamaydı. Aslında uyarlama demek istemiyorum. Ama o şekilde tanıtıldı dizi. Bihter (Beren Saat), Adnan Bey (Selçuk Yöntem), Behlül (Kıvanç Tatlıtuğ), Nihal (Hazal Kaya), Firdevs (Nebahat Çehre), Matmazel (Zerrin Tekindor) dizinin zengin oyuncu kadrosunun sadece en çok göz önünde bulunanlarıydı. İki yıl boyunca toplam yetmiş dokuz bölüm olarak seyircisiyle buluştu. Hilal Saral yönetmenliğini, Ay Yapım’ın ayrılmaz ikilisi olan Ece Yörenç ve Melek Gençoğlu da senaristliğini üstlendiler.

İlk uyarlamada Halit Refiğ’in Osmanlı’nın çöküşü ile ilgili eklediği birkaç düşüncesi yapılan yeni uyarlamanın yanında hiç denecek kadar azdı. Yeni uyarlama neredeyse eseri baştan ayağa değiştirmiş gibiydi. Temel unsurların bire bir tutulduğu ama çevresindeki birçok şeyin değiştiği bir dizi haline getirildi.

Aşk-ı Memnu kısa sürede öyle bir seviyeye ulaştı ki insanlar iyice çığırından çıktı. Alışverişe çıktığım zaman bile “Bihter kolyesi geldi.”, “Firdevs Hanım’ın taktığı şallar burada.” diye camına ilan asan esnafı gördüm. Hatta en ilginci de şuydu. “Bihter parfümü geldi.” Nasıl yani? Bihter’in parfümü nasıl gelmiş olabilir ki? Televizyondan koku geçiyor


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

mu? İşte o zaman durdum ve düşündüm. Ne yapıyor bu yapımcılar? Yaptıkları şey doğru mu, yanlış mı? Her şeyden evvel bir edebi eser iken bu kadar adı anılmayan bir ürünün birden arşı alaya çıkması doğal bir şey mi? Ve bu kadar metalaştırılan bir eserin, hatta ciddi derecede dalga konusu haline gelen bu eserin hiç değilse okunma oranları arttı mı? Benim gibi bu sorunun cevabını merak edenler olmuş ki Halid Ziya’nın eserlerini edebiyat dünyasına kazandıran Özgür Yayınevi’nin sorumlusu Halit Karaoğlu bir açıklamada bulunmuş: “Yayınevimizden çıkan, Halid Ziya Uşaklıgil’in “Aşk-ı Memnu” adlı romanının satışı dizi başladığından bu yana tabii ki arttı. Keşke böylesine önemli bir eser drama olarak beş-altı bölüm halinde, iyi bir senaryo ve iyi bir prodüksiyonla filme çekilseydi; daha iyi olurdu. Maalesef Halid Ziya Uşaklıgil gibi birçok yazarımız ve eserleri nerede ise unutulmaya yüz tutmuştu, her ne kadar yapılan bu dizileri eleştirsek de neyse ki bu sayede hatırlanmış oluyor en azından.” Aşk-ı Memnu’nun bu başarısını yeniden sağlamasındaki sebebin Halid Ziya olduğunu söylemeyi çok isterdim. Ama maalesef değil. Buna rağmen özellikle televizyon yorumcularının bazılarının, köşe yazarlarının bir kısmının ya da televizyondaki programlara çıkan birkaç aklı başında insanın bar bar bağırması sayesinde insanlar Aşk-ı Memnu’nun bir edebi eser olduğunu duydu. “Aaa, Aşk-ı Memnu’nun kitabı çıkmış!” cümlesi kadar bir yazarın canını acıtabilecek ne olabilir ki? Üstad ters döndü resmen mezarında! Artık öyle bir hale geldik ki her şeyi metalaştırıyoruz. Hiçbir şeye olması gereken değeri vermiyoruz. Hızla tüketiyoruz ve tüketirken de tükeniyoruz. Olmuyor, değersizleşiyoruz…


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

DÜZEN Önce bizi zenginleşen fakirliklerden ayırdılar Sonra redifli sözler kullanmayı yasakladılar Bir mesai boşluğuna denk getirecekken unutmayı Haberimiz yokken onu da satın almışlar. Sema Keser

AĞIR ÇEKİM Bugün yanımdasın ve deniz meltemi kokuyorsun Yarın gözlerimdesin ve cuma telaşesi oluyorsun Ertesi gün burnumdasın ve isli bir dumana dönüşüyorsun Sonra yavaş yavaş pazar yalnızlığına benziyor Bir salı cahilliği olup rüyama giriyor Bütün cumartesilerimi sensiz bırakıyorsun. Sema Keser


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNZİVA

Köşesi

Vefa

“Özlem veya hasret”, “ölüm”, “arkadaşlık”, şimdi de vefa... Önce gittik, geride bıraktıklarımızı özledik, özledikten sonra aklımıza ölüm geldi, arkadaşlıkları hatırladık. Arkadaşları hatırladık, peki ya arkadaşlar bizi hatırladı mı? Bu noktadan sonrası vefaya çıkar. Bunu bir duvar köşesine asalım. Gelen giden görsün vefanın bir duygu değil, İstanbul’da bir semt olduğunu. Ne kadar çok semt varmış bu İstanbul’da! Her şeyimizi İstanbul’a vermişiz, sonra da neden bu şehre bu kadar çok şiir yazılıyor, şarkı yapılıyor diye sorular soruyoruz etrafımızdakilere. Neyse konuyu dağıtmayalım. Bu yazımın hemen başında İstanbul’u hatırlayarak İstanbul’a karşı ne kadar vefalı olduğumuzu da gösterdik. Vefanın anlamına sözlükten hiç baktınız mı? Hemen bakalım: Vefa sözlükte “dosta bağlılık, sevgi bağlılığı; sevginin, muhabbetin devam etmesi” gibi anlamlara gelir. Vefanın ne olduğunu sözlükten öğrendikten sonra vefadan bahsedebiliriz. Sizleri birtakım bilimsel ifadeler kullanarak sıkmayacağım. Her zamanki gibi duygusal bir yazı olacak bu. Vefa kime gösterilir? Tahmin edebileceğiniz gibi sevdiğimiz insanlara. Peki ya yalnızca insanlara mı? Daha önce dertlerimizi işiten duvarlara hatta tavana bile vefa gösterilebilir. Bunun sebebi duvarın ya da tavanın bizi sevmesi veya bizim duvarı ya da tavanı sevmemiz değil duvar ya da tavanın bir zamanlar dertlerimizi işitmiş olmasıdır. Yani vefa, dertlerimizi paylaştığımız varlıklara gösterilir. Dert derken bunu şikayet olarak algılamayın lütfen. Paylaştığımız anlar, anılar da dertlerimiz arasındadır. İnsan derdiyle yaşar, derdiyle ölür. Dertsiz insan, vefasız insandır. Benden size bir çaylak yazar tavsiyesi, bunu ciddiye de almayın sakın! Derdim yok diyen bir insan size karşı vefa gösterebilecek bir insan değildir. Ondan uzak durun! Aksi taktirde sizlere vefasızlık hastalığını bulaştırabilir. Bir şarkı vardı, şarkıda şu dizeler geçiyordu: “Adı anıldığında işte dostum dedim, adım anıldığında tanımam dedi.’’ 1 Burada vurgulamak istenen şey vefa mı? Bence de vefa. Bir insanı siz dost olarak görüyorsunuz ama o sizi tanımıyor bile. Burada vefa eksikliği var. Gel de bir doz vefa yazma adama. Bu cümleye kadar okuduysanız; muhtemelen okumadınız her neyse benim kendimi doktor zannettiğimi düşünmüş olabilirsiniz. Hayır, bu doğru değil. Ben kendimi doktor zannetmiyorum ama hangi ilaçları kullanmam gerektiğini biliyorum. Vefa da bu ilaçlardan bir tanesi. Bu ilaçtan dostlarımızı, dostluklarımızı, anlarımızı, anılarımızı ve daha pek çok şeyi her unuttuğumuzda tok karına bir bardak suyla birlikte bir ölçek almamız gerek. Peki, unuttuğumuzu nasıl öğreneceğiz? Tabi ki diğer vefalı varlıklardan. Mesela üniversiteye giden bir arkadaşımızın tatil zamanı memlekete geldiğinde bizi görmek için talepte bulunmasına rağmen birtakım bahaneler üretip onu görmekten vazgeçtiğimizde bir ölçek vefaya ihtiyacımız olacak. Bu sadece bir örnek. Eğer bu yazıyı buraya kadar okuduysanız belki siz de bir ölçek vefa alma gereği duyabilirsiniz. Temennim vefa dozu alma gereği duymamanız. Gerek varsa vefasızlık da vardır. Vefa ile kalınız. Ceplerinizde vefalı dostluklar biriktiriniz. Vefasız dostluklar o ceplere girmemeli zaten. Vefa sizinle olsun. Kalbiniz selametle dolsun. Ben bahara merhaba diyerek vefalı olduğumu göstermeye gidiyorum. Esen kalın… 1

Sagopa Kajmer, Maskeli Balo

Muhammed Münzevî


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ Fotoğraf: Oğuz Kurum©

Röportaj:

GÜLSELİ İNAL


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİN RÜYA BİR ŞAİR: İNAL İLE BİR ANI

Begüm Çalışkan

Gülseli İnal İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden 1975 yılında mezun oldu. İlk şiir kitabı “Sulara Gömülü Çağrı” 1985’te yayımlandı. Daha sonra bu şiir kitabını, “Lale Sesiydiler ve Yoktular, Letoon, Dans Natura, Bakkaris, Sif ve Gula, Saklanmış Levha, Chöd Raksları, Kayıp Bağlantı, Melek Kolonisi, Elektra Uçurumu, Çoçukluğun Son Günü’’ adlı şiir kitapları izledi. Son olarak 2009’da mensur şiirlerinden oluşan “Rüya Divanı”nı yayımladı. Ayrıca şairin lirik eseri “Dolunay” yönetmen Şahin Kaygun tarafından sinemaya aktarıldı. “Yapayalnızsınızdır” adlı şiiri Selman Ada tarafından bestelendi. Uluslararası birçok şiir festivaline katıldı. Gülseli İnal Şubat ayında Nilüfer Belediyesi’nin düzenlemiş olduğu “Şairin Şiir Evreni” etkinliğinin konuğu oldu. Burada şiirden, şairden, kadından, erkek egemenliğinden ve özellikle rüyanın gücünden konuşuldu. Rüyaların yol gösterici olduğuna inanan İnal “Rüyalarınıza sahip çıkın.” şeklinde açıklamalarda bulundu. Söyleşiden yaklaşık yarım saat önce kendisiyle birebir konuşabilme fırsatı buldum. Keyifle okumanız dileğiyle…

Gülseli Hanım hoş geldiniz Bursa’ya. Hoş buldum. Burada olmak bu kütüphanede bulunmak güzel. Öncelikle şunu sormak istiyorum; siz şiir dışında birçok sanat dalıyla ilgileniyorsunuz: resim, plastik sanatlar… Şöyle bir yargı var: “Sanat sanatı doğurur.” Buna nasıl bakıyorsunuz? Aslında bunu yaşıyorum. Bu bir gelenek. Batı’da da böyle bir gelenek var. Şairler resimle ilgileniyorlar ve şairlerle ressamlar iç içe yaşıyorlar. Fakat bu Batı’da var olduğu için yapılabilecek bir şey de değil. Tamamen içimden gelen bir şey. Henüz 12 yaşımdayken şiir yazıp resme bakardım. 15 yaşlarımda Beyoğlu’na çıkardım sergilere giderdim her Cumartesi. Orada ressamlarla onların tablolarına dair tartışırdım. Bu bir bütün. Sanat bir bütün… Sadece şiir yazmakla olmaz.

Yani tek yönlü kalamaz diyorsunuz dışavurum… Kesinlikle. Aksi olamaz. Şiir bir estetik, bir cevher… Onun yanında ilgi duyduğunuz başka bir disiplin varsa onunla da devam ettirebilirsiniz bu işçiliği. Düşünebilirsiniz. Deneme yazabilirsiniz. Zaten yazının kaynağı şiirdir. Roman, hikâye hep şiirden gelir. Şiirle var olmuştur. Şiir yazmak sizce hep melankolik, hüzünlü ve huzursuz bir ruh halini gerektirir mi? Yani böyle bir ömür sürülebilir mi? Hiç gerektirmez. Evet, insanoğlunun birçok duygusu var. Öfke, kin, melankoli, sezgi… Ama sürekli melankolik, intihar düşünen ya da arabesk bir şekilde ah vah yapan bir şair düşünemiyorum. Çünkü şiir yazmak ciddi bir iştir. Önce sezgisel olduğunu düşünüyorsunuz sonra gerçekten ciddi bir işe dönüşüyor. Burada “ağlak” bir durum gereksiz.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Şiirin bir arayış olduğunu düşünüyorum. Dünyada olmayan bir şeyi, hiç var olmayan bir şeyi bulma eylemi gibi geliyor bana. Şairler işte bu aradıkları şeyi bulamadıklarında dünyadan gitmek zorunda kalıyorlar gibi hissediyorum, böyle düşünüyorum. İntiharları da buna bağlıyorum o yüzden sordum. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz? Şiir bir form. Şiir canlıdır. Şiir sizi yönetir. Gerçek ve yüksek şiirden bahsediyorum. Şiir bir cevherdir siz ona dokunursunuz ya da dokunmazsınız. Dil bir simgeler dizesidir. Şiir her şeyin kökenidir. Söz… Önce Söz Vardı. Buna inanıyorum. Ağlamak, sızlamak, devamlı acı çekmekten bahsetmiyorum. Yaşadığım şey de bu. Şiirlerinizde çok karmaşık bir imge dizilimi var. Kopuk anlamlar, kesik dizeler… Bunu bilerek mi bu şekilde yapıyorsunuz? Bu tamamen bana gelen bir şey. Bilinçaltı bir durum mu? Evet, böyle geliyor ve böyle yapıyorum. Her şey kendiliğinden oluyor. Ben

şair olacağımı düşünmezdim. Hiçbir insan şair olacağını düşünmez. Buna kendisi karar veremez. Alın yazısı diyebilir miyiz? Alın yazısı olabilir ya da bir algı durumu diyebiliriz. Dünyayı, kendini, çevreyi algılamakla alakalı bir şey. Sizin Tarık Günersel ile birlikte ortaya koyduğunuz bir gün var. “21 Mart Dünya Şiir Günü.’’ Ve bütün dünyada kutlanıyor artık. Biraz bunun serüveninden bahsedebilir misiniz? Tabi… Ben 15 yaşımda anneler gününde bir şiir hediye etmiştim anneme. Sonra her sene bunu tekrarladım. Şiirlerim, kitaplarım yayımlanıyordu. Tarık’la bir “Şiir Uzayı Laboratuarı” kurmuştuk. Bir gün dedik ki: “Dünya anneler günü varsa, Dünya şiir günü de olmalı”. Bu bir eksiklikti. Yola çıktık beraber. Önce kendi aramızda kutladık. Otuz kırk kişi falandık ama yine uluslararasıydı. Talat Halman ve Lale de(Müldür) katıldı. Sonra buna Türk PEN’i epey ilgi gösterdi, yazarlar birliği… Bende üyesiydim.PEN'den Edinburgh’a taşındı,yani Uluslararası PEN’e.Aslında 21


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nisan’dı önce kutlanma günü.21 olmasının sebebi de 7 kat yeryüzü,7 kat toprak ve 7 katman deniz.Üç ana maddenin 7 katmanı… 3.7=21. Edinburgh’ta Yunanlı şair itiraz etti.21 Nisan’da bizde faşist darbe oldu ve o gün kutlama yapamayız dedi. Ve bir ay önceki bir tarih 21 Mart’a alındı. Böyle bir şey… Ve bunu UNESCO kabul edip tüm dünyaya duyurdu. Ne güzel bir güne vesile olmuşsunuz. Teşekkür etmek gerekir size şiir adına… Teşekkür ederim. Bu aslında şiirin yaygınlaşması için yarattığım bir şeydi Tarık ile birlikte. Şimdi bütün dünyada kutlanıyor. Evet, çok haklısınız. Günümüzde artık hiç şiir okunmuyor. Şiire değer verilmiyor. Şiir, düzyazının yanında hep arka planda. Kütüphanelerde boydan boya bütün duvarlar romanlarla doluyken şiir kitapları hep bir yerde bir köşede kalmış oluyor.

Evet dikkat çekmek istediğim taraf zaten erkek egemenliğiydi. Bu bütün dünyada yaşanıyor. Ataerkil toplumlarda özellikle bizim toplumumuzda kadının maruz kaldığı durumları anlattım. Ama tarih boyunca anaerkil toplumlara bir bakın hepsi ne kadar aydınlık toplumlardır. Hititler anaerkildir.

Siz onlara roman mı diyorsunuz? Kitap çöplüğü doldu her yer artık. Popüler kültür her yere sızdı. Kültür emperyalizmi diye bir şey var, biliyoruz. Bu çöplük oradan kaynaklanıyor.

Evet, kitapta kadın fikirsel değil tamamen bedenen var. Erkekler arasında bir şey düşünürken bile çevresindeki erkekler fiziksel özellikleriyle ilgileniyor. Erkekler kadının sadece böyle var olmasını istiyor ve düşünmesinden, okumasından, yazmasından korkuyor gibi…

Evet, ağaçlarımız ziyan oluyor demekten başka bir şey yapamıyoruz. Çok fazla zamanımız yok. Biraz Lady Lazarus’tan bahsedelim istiyorum. Bu isim Plath’ın bir şiirinin başlığı olmakla beraber kitabın arkasında Sylvia Plath’ı andıran bir karakter yazıyor fakat… Hayır, değil. Bu yayınevinin yazdığı bir şey. Kitapta ben en çok Nilgün’ü gördüm. Nilgün Marmara’yı. Kendisine büyük bir ilgi duyuyorum çok severim. Aslında şöyle ki erkek egemenliğinde yaşamak zorunda kalan bütün kadınları da anlatıyor diyebilir miyiz kitap için? Virginia Woolf’u, Sylvia Plath’ı yine dâhil edebilir miyiz?

Evet, çok iyi kavramışsın. Orada aslında bir de şöyle bir nokta var; kitapta bu olanların hepsi okumuş aydın kesimde oluyor. Yani düşün ki aydın erkek kesimi bile kadına böyle bakıyorsa bahsetmediğim ve bilmediğimiz daha neler yaşanıyor. Kadın hep erkeğin gölgesinde onun sözüyle bir şeyler yapmak zorunda kalıyor. Bir birey olamıyor. Ataerkil toplumlarda hep böyledir bu hep.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nilgün Marmara’ya dönmek istiyorum. Kendisinin günlüklerini siz yayına hazırladınız. Bununla ilgili internette, haber sitelerinde sizin günlükleri gasp ettiğinize dair birçok haber çıktı. Hala da var. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz? Evet, internet iğrenç saçma sapan bir yer. Bir sürü bilgi yığını. Bilgi bile denmez onlara. Ne diyebilirim ki… Hakkımda nasıl çirkin haberler çıktı. Nilgün’ün defterlerini ben yayımladım evet. Ahmet Soysal’la içinden birtakım şeyleri seçerek hazırladık “Kırmızı Kahverengi Defter”i. Ve Nilgün üzerine ben birçok gazetede yazılar yazdım. Ben arkadaşıma sahip çıktım. İntiharına sahip çıktım. Bu sırada ne annesi ne babası ne de kocası ortadaydı. Yoktular. Aradan on ya da on beş yıl geçti. Telos Yayınevi dedi ki Nilgün’le ilgili basımlar yapalım. Hatta Nilgün Marmara Ödülü koymak istiyorlardı. Dört ciltlik bir albüm hazırlayacaktım ben Nilgün’le ilgili. Nilgün bana arkadaşlığımız sırasında: “Her şeyim sana emanet.” Demişti. “Bir tek sana güveniyorum.” Demişti. Benim ona verilmiş bir sözüm vardı yani. Bu programı yaptık ve kocası beş avukatla yayınevini basıp programı durdurdu. Ve bana şöyle bir haber geldi. Başka bir yayınevi bana çok büyük bir para teklif ediyor ve ben bu kitapları o yayınevinde çıkartacağım şeklinde. Yıl 2004. Kocası ve annesi bunu para için yaptı. Ben Perihan Hanım’a(Nilgün’ün annesi) Kırmızı Kahverengi Defter için üç telifi de verdim. Yayınevi bana telif verdi ve ben o parayı annesine verdim. Onlar yayınevinden para beklerken programları alt üst oldu. Derken defterler bendeydi. Çok karışıktı defterler. Şiirler, notlar, bir sürü şey. Ahmet’le düzenledik eledik. Edebiyattan anlamayan insanlar için o defterler çöp olurdu. Gazetede bir haber çıktı el koyduğuma dair. Saçmalık. Zaten bana annesi kendisi vermişti defterleri. Bu kadar çirkinleşilebilir mi? Kaan, Nilgün’ün

ölümünden getirim sağlamak istedi. Bakın ben bununla ilgili daha önce konuşmadım ama artık konuşmak zorunda hissediyorum. İlk kez buraya anlatıyorum. İnternet inanılmaz kirlenmiş bir yer. Nilgün’ün annesine ne diyebilirim… Dev Hanım. Nilgün’ün tabiridir bu.

“Abigal,sahil boyunca yürüyordu. Sessizliği, ancak Tanrı tarafından duyulan acılarla yaşamaktaydı. Dev hanım, ezik bir baba, akılsız bir koca. Bu üçgenin uçları canını yakıyordu, çevresindeki insanlar ne kadar da zavallıydılar.’’1 Çok sağ olun, şaşkınım. Lady Lazarus’ta yine Nilgün Marmara ile ilgili bir şifre var ben onu sanırım çözdüm. Ve bana Nilgün de yardım etti bunu bulurken.(XRRY.013-821-10.) Neden gizli kalmasını istediniz? Bu inisiyatik yazı. Roman, şiir değil. İçimden geldi ve yazdım. Ben esinli bir kadınım. İyi saatte olsunlara karışmış durumdayım. En sevdiğim, çok güzel.  Ama bak cadı da değilim. Ayrıca cadılık konusunun tartışılması gerekiyor. Neden kadınlar cadı oluyor da erkekler olmuyor. 1

(İnal Gülseli,Lady Lazarus)


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bunların alt metinlerinin okunması gerekiyor. Ataerkil yaftaların tek tek çözülmesi gerekiyor. Erkeğin kadına hükmetmesine tamamen karşıyım. Ben bu kitabı buna dair içimden geldiği gibi yazdım. Hiç düzeltmeden de bastım. Kitapta Nilgün Marmara’dan alıntılar var herhangi bir kaynakça belirtilmemiş. Karakter tamamen Nilgün’le özdeşleştiği için mi bu şekilde? Evet. Nilgün’ü anlatıyor zaten. Fakat şöyle ki Nilgün’ü tanımayan biri bu metinlerin ona ait olduğunu bilemez. Burada da sanki karakterin gizli kalmasını istiyormuşsunuz gibi geliyor bana. Gizli kalmasını istesem zaten en başından böyle bir kitap yazmazdım. Ezoterik 2 bir dil kullanıyorum. Nilgün’ü biliyorsunuz ki o da böyleydi. Peki, öyleyse teşekkür ederim vaktinizi ayırdığınız için… Ben teşekkür ederim…

Son olarak Nilüfer Belediyesi Şiir Kütüphanesi sorumlularına teşekkür ederim. Kendileri şiir etkinlikleri ve edebiyat sahasındaki diğer etkinliklere katılımın az olması sebebiyle şikâyetlerini dile getirdiler. Bölümümüzde şiiri seviyorum, şiiri biliyorum iddiasında olan birtakım arkadaşları bu gibi etkinliklerde hiç göremedim. Görmek isterim. İlgi ve alakaya davet ediyorum…

“…nedir bu onulmaz bir yara gibi yüzün bırakırım artık ne olursa olsun köprülerin orada çökmüş toprak mı yoksa yiten deniz mi içimizde uğuldayan…” Gülseli İnal

2

Ezoterizm:Bir konudaki bilgi ve sırların inisiyasyon yoluyla sadece ehil olanlara öğretilmesi.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bir Kuş Masalı Leylâ otuz yaşında ve otuz yaşın ona verdiği dinginliğin ruhuna işlemesiyle sessizliği daha da çok artmıştı. Otuz yaş… Leylâ altı yıldır her gün kendine şu soruyu soruyor; “Bekleyen mi olmuştum yoksa bekleten mi? Bu soruyu defalarca sorsa da cevabı, soruyu sormak kadar basit değildi. Altı yıldır gökyüzünün o saf maviliğinden gözlerini soyutlamış, İstanbul’a zarafet katan Boğaziçi köprüsünü zihninden silmiş, denizin huşû veren dalga sesine kulağını tıkamıştı. Leylâ altı yılın her dakikasını bekleyişlerle geçirmiş, kapanan sokak kapısı bir daha hiç açılmamıştı. İnsan mutlaka hayatının bir dönemin de bekler. Belki bir dakika belki hayatı son bulana kadar bekler. Ben beklemeyi çok fazla bilmem ama Leylâ çok iyi bir bekleyendi. Düşünün hangi biriniz tüm seslerden kendinizi soyutlayıp sadece telefonun o rahatsız eden sesini duymak için beklemediniz? Beklediniz… Belki de beklettiniz. Hayatınızın bir döneminde bekleten konumundayken bir zaman geldi ve siz de o bekleyenlerin yanında yerinizi aldınız. Beklemek, içinde umut barındırmaktır ve Leylâ umudunu hiç yitirmeden hâlâ daha bekliyor. Onun her gün aynı heyecanla yatağından nasıl doğrulduğuna anlam veremiyorum. İstisnasız

Hilal AKARSLAN

her sabah çayını nasıl oluyor da üç kişilik demleyecek güçte oluyordu, bilmiyorum. Üç kişilik kurduğu kahvaltı sofrasından her defasında tek kişi olarak kalkması, kirlenmeyen çatal bıçakları sanki kirlenmiş gibi bol sabunlu süngerle yıkamasını aklım almıyor. Ben Leylâ’nın beklemekle bütünleşmiş olduğunu düşünürken güneş de İstanbul’u terk etmeye hazırlanıyor ve hafif bir bahar esintisi armağan ediyor bizlere. Nasıl tatlı bir esintiyse bu salonun duvarları bile esintiyle hoşnut oluyorlar. Esen rüzgâr olduğum yerde uyuklamama sebep oluyor. Göz kapaklarıma direnemiyorum. Bir ara gözümü araladığımda Leylâ’yı arıyor yaşlı gözlerim. Canımın canına bakıyorum fakat ne salonda görüyorum kendisini ne de balkonda… İçerdeki odalardan gelebilecek olan seslere kulak kabartsam da hiçbir ses duymayınca içime bir kuşku düşüyor. İçime bir kuşku, bir kuş… *** Kalbimi saran kuşkular göz kapaklarımı ele geçirip ağırlığını olağanca hissettirmiş ve dalıp gitmişim. Hayır, hayır efendim tabi ki de ben uyku düşkünü değilim. Elbette biraz yaşlanmış olabilirim fakat uyumamın sebebi ne yaşlılığım ne de yaşlılığımdan dolayı parmaklarımda oluşan ağrılar… Benim uyumamın sebebi içimi saran Leylâmı kaybetme korkusu.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Leylâ… Sahi Leylâ nerede? Canımın ocağı Leylâm nerede? Artık kapımı açmakta zorlanmıyorum - ki bu kadar eskimiş demirleri bir itişte açmak hiç de kolay değil-. Dokunmamla kapı geriye doğru gidiyor ve salonun, boyası sökülmüş kahverengi kapısından oturma odasına doğru süzülüyorum. Aslına bakarsanız bu evde ben Leylâ’dan daha eskiyim. Hatta şu oturma odasının tavanında asılı olan elmas avizenin oraya nasıl takıldığını bile hatırlıyorum. Tabii o zamanlar bu sokaklarda çınarların boylarını aşan binalar yükselmiyordu. Evin sağ tarafında bir kümes ve o kümesin az ilerisinde bir köpek kulübesi bulunuyordu. Ah Karabaş, sabahları yersiz havlamalarınla nasıl da ev ahalisini uyandırıyordun? Şimdi ise o boş arazinin yerini ne mi aldı? Sanırım sizler bunu tahmin edebilirsiniz. Odaya geçerken dış kapıya gözüm takılı kalıyor. Kapının dürbününün etrafı el sürmekten eskimiş, biraz daha zorlanırsa seneler öncesinde evin beyinin incelikle sürdüğü o boyalar yerlere dökülecekti. Oturma odasına girdiğimde önce kadim dostum avizeye selam veriyorum, sonra ise dört duvarın içinde bulunan koltukların üzerlerinde Leylâ’nın uyuyup uyumadığına bakıyorum. Leylâ burada mı? Hayır, hayır maalesef o burada da yok. Bu saatlerde asla uyumayan Leylâ acaba uyumuş olabilir miydi? Olamazdı. Şimdiye çoktan o çok sevdiği kaseti teybine takıp aheste aheste dinlerken bir yandan da acı Türk kahvesini sapı kırılmış fincanından yudumluyor olmalıydı. Ve yine o beklediği telefonun gelme ihtimaline karşı, kılıç çiçeğinin yanında bulunan yeşil telefonu fincanının yanına koymuş olurdu.

İşte tam da iki yaprağı solmuş olan çiçeğin yanında duran… Telefon yok, Leylâ yok! Telefon kablosunu takip ettiğimde Leylâ’nın yatak odasına gidiyor ve bunu görmek benim içime biraz olsun su serpiyor. O zaman Leylâ bekleyişleri içinde uyuyakalmış diye kendimi avutmaya başlıyorum. Leylâ’m benim, kanatlarımın rüzgârı… Yatak odasının kapısı ya bilerek ya da bilmeyerek hafif açık bırakılmış. Kapının açık olması benim açımdan sevindirici bir durum çünkü o kapı kolunu aşağıya indirecek güçte değilim. Akşam karanlığı odanın içini doldurmuş olsa da perdeler kapalı olmadığı için sokak lambasının sarı ışığının odada oluşturduğu loşluk sayesinde gözüm bir şeyler seçebiliyor. Leylâ’nın bozulmuş yatağı, başucu kitabı, ağzı açık sigara paketinden gözümü çevirdiğimde sol tarafımda ise Leylâ’nın çıplak nasırlı ayakları, Leylâ’nın ayak bileklerinden başlayan mor çiçekli fistanı, vücudundan aşağıya sarkan yeşil telefon ahizesi, dalgalı saçları, boynuna dolanmış gri telefon kablosu, kapalı gözleri… Ve Leylâ’nın soğuk vücudu, benim ise kanatlarımın acı çırpınışları... *** -Öğleden önce Anadolu yakasına geçip haber yapmam lazım. Sen de biliyorsun ki artık kovulmanın eşiğindeyim. - Haber neymiş abi? -İntihar. “Bir kadın ve bir papağan”


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI İran Mitolojisi II –

Bütün kandırılmışların içinde en çok kandırılandı o. Karanlığa ve kötülüğe kendini kaptırandı o. Her gün fısıldadı kulağına Angra Mainyu, ya yaşayacaksın ya da her gün alacaksın iki can. Cemşid’i yendi Dahhak. Bütün kuvvet ve kudretiyle çıkardı parmağındaki yüzüğü ve taktı İran’ın tacını başına. Bilmeyen her camlının yaptığını yaptı ve yanıldı. Şeytan Angra Mainyu, bir gün çıktı geldi bir aşçı kılığında. Bütün bir İran’ı dolaşsan bulamazdın onun yaptığı yemekten lezzetlisini. Çünkü hiç kimsenin bilmediği bir lezzet biliyordu Şeytan. O da etin lezzetiydi. İlk kez bu inanılmaz lezzeti tadan Dahhak kendinden geçti. Her zaman bu mükemmel lezzetin tadına varmak istedi. Adeta nefsi kör etti gözlerini.Çağırdı bu aşçıyı ve dedi ki; -Dile benden ne dilersen ey kulum. Angra Mainyu’nun tek bir isteği vardı. O da Dahhak’ın iki omzunun üstünden öpmek istedi. Duyduklarına inanamadı Dahhak. Ama bir kere söylemişti sözünü. İzin verdi Dahhak, Angra Mainyu’ya. Eğildi ve öptü iki omzunun üstünden aşçı kılığına girmiş olan şeytan, Dahhak’ın. O anda depremler koptu adeta sarayın ortasında. Tam da aşçının öptüğü yerlerden yılanlar çıktı. Büyük acılara maruz kaldı Dahhak. Kayboldu ortadan aşçı. Ortada kalan yalnızca kana susamış yılınlar ve saf acıydı. Dahhak tarifsiz acılarla kıvranırken ülkedeki bütün doktorlar, büyücüler, şifacılar buna çare aradı. Büyük bir meclis toplandı. Bu

Dahhak’ın Son Demleri

sefer de genç bir adam kılığına girdi Angra Mainyu. Atıldı ortaya ve söyledi ancak bu yılanları her gün iki canla beslerse hayatta kalacağını. Ya canın dedi Şeytan ya da onların canı. “Eğer cazibesi var ise senin’çün hayatın, İnsan beyni olmalı yiyeceği onların.” O günden sonra her şey karanlığa gömüldü. Dahhak’ın adı “Yılan Kral” oldu. Gelecek bin yıl için her gün iki kişi can verdi yılanlar uğruna. Giderek azaldı ülkenin nüfusu. Mutsuzluk hüküm sürmeye başladı. Nice çileler çeken halk nice çileler çekmeye devam etti.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“İnsan beyni yiyordu yılanlar, Her gün iki genç kurbandan boşandı kanlar; Hâlâ hazır, hâlâ saldırıya susamışsa çatal dil, Savaşçı ve köle de kurbandılar tekmil.” Nefret nefreti doğurur. Canından can giden her Persli nefret etti Dahhak’tan. En sonunda ayağa kalktı bir demirci. Adı Gave’ydi. On yedi oğlunu vermişti bu kana susamış canavarlara ve bir oğlunu daha vermelerini istiyordu caniler ondan. Çıkardı atletini ve astı bir direğe. Bundan sonra tek bir evladımı vermeyeceğim dedi. Ant içti. Onunla beraber olması için bütün halkı çağırı yanına. Halk, artık usanmıştı bu zalimlikten. Büyük bir grup, Yürüdü Gave’nin ardından. Duyurdu Gave, Cemşid’in oğlunu tahta çıkaracağını. Bunu duyan asiller, aramaya çıktı Cemşid sürgündeyken doğan oğlu Feridun’u.

aslında kim olduğunu. Tahtın varisi olduğunu. Feridun, tuttu sıkıca tokmağını. Koyuldu yola. İran’a geldi. Pazar yerinde toplanmış kalabalığı gördü. Gave ve takipçilerine kim olduğunu anlattı. Feridun’un yanlarında olduğunu bilen halkın yüreği güçle doldu. Birlikten kuvvet doğardı. Hepsi birden tek yumruk oldular. Şeytan’ın koruduğu Dahhak’a Karşı Tanrı Ahura Mazda’nın koruduğu Feridun ve halk vardı. Asırlardır ezberletilen bir masal vardı. Tanrı, Şeytanı evinden kovmuş ve lanetlemişti. Şeytan ne kadar çabalasa da yenememişti Tanrıyı ve koruyuculuğunu yaptıklarını. Aynısı Feridun ve Dahhak’ın başına gelmişti. Yılan kral, tıpkı rüyasında gördüğü gibi Feridun’un tokmağıyla öldürüldü. Feridun tahta geçti. Huzur yeniden hakim kılındı İran’a. Aynı masalın aynı sonuydu anlatılan.

Rüyalar haber verir gelecekten ve kaderden. Dahhak rüyalarında gördü selvi gibi incecik uzun boylu genç bir adamı. Elinde bir tokmakla vuruyordu başına. Uyanır uyanmaz bilginlere sordu rüyasını. Korkusundan saklandı bilginler uzun bir süre. Sonra söylediler ona gerçeği. Cemşid soyundan bir genç alacaktı canını ve indirecekti onu tahtından. Ana yüreği, evladını her türlü dertten, beladan kurtarmak için çabalar. Feridun’un annesi de aynen öyle yaptı. Aldı en değerlisini ve bıraktı yüce bir ormanda Tarının yardımına oğlunu. Bu ormanda harikulade bir inek vardı. Bu ineğin sütüyle beslendi ve büyüdü Feridun. Güçlendi. Ölmüştü artık onu besleyen fevkalade inek. Onun anısına kemiklerinden bir tokmak yaptı. Kader bu ya yola çıktı kendini bu hallere düşüren Dahhak’a doğru Feridun. Dahhak duydu Feridun’un ona geldiğini. Ordusunu gönderdi. Feridun’un annesi bir rüya ile uyarılmıştı. Oğlunu aldı ve Albruz Dağı’na sığındı. Anlattı annesi Feridun’a

Kaynakça: Prof. Dr. Bilge Seyidoğlu, Mitoloji üzerine araştırmalar Helene Adeline Guerber, Destanlar Kitabı Dursun Ali Tökel, Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bordo Defter Bu sabah tıraş olduğunu belli eden garsonun parlak yüzündeki ağır losyon kokusu burnumu sızlatmıştı. Çayı masaya bıraktıktan sonra tepsisinde kalan son bardağı karşı masada oturan, yeşil ceketinin içinde pek rahat edemeyen, parlak yanaklarının ortasında gür bıyığı meydanda, kulaklarını kapatan saçları bıyığının aksine dağınık olan adama götürdü. Dönüp bakmadı çayı masasına bırakırken. Onun da umrunda değildi bu tavır. Cebine sıkıştırdığı sarı bezle tepsisini silerek dalgın halde mutfağa gitti. Elleri ondan bağımsız, rutin bir şekilde çalışıyordu. Kim bilir dün gece televizyon izlerken yere serilmiş gazetenin üstünde kesilen tırnaklarından ayrılan o el kaçıncı defa siliyordu tepsiyi. Mutfağın içine girip kaybolmaya çalışan garsonu gözlerim terasın mutfağa açılan kapısında tutmuş, dondurmuştu. Garson hala orada, elleri tepsiyi siler vaziyetteydi. Dalgın hali işinin robotlaştırmasından ötürü müydü? Ya da bu soluk düşünceler işi bitince patrondan alacağı asgari ücretin evde bekleyenlere yetmeyeceği için miydi? Koltukta rahat edemediğinden yere oturup örgü ören, anahtarı kilide soktuğunda içeriden toparlanma sesini duyduğu, kapı açılınca "Hoşgeldin oğlum!" diyerek üstündeki ceketi gurur duyan elleriyle çıkaran annesiyle, abisinin geldiğini fark

Serkan Demirhan

edemeyen, akrabalarından topladığı test kitaplarını çözüp bu sene kendisini odaya kapatıp üniversiteye hazırlanan, kısa kirpiklerinin altında ben burdayım diyen büyük gözlere sahip kız kardeşi canlandı garsonu donduran gözlerimde. Mutfağın kapısından tepsisindeki dolu çaylarla çıkan garson soyut halini bana kaybettirmişti. Sipariş verilen masalara hızlı adımlarla yetişerek çayları bırakıyordu. Sarı bez hala aynı yerinde buruşmuş vaziyetteydi. Boşları toplayıp mutfağa giderken her defasında karşılaştığım gözleri bu sefer göremedim. Hayatına karıştığımın farkında mıydı? Bence değildi. Dalgındı, düşünceliydi. Bu tahminim düşüp kırılan iki bardaktan dolayıydı. Yanına gelen arkadaşıyla kırılan parçaları yavaşça ortalıktan kaldırırken bakışlarımla daha fazla rahatsızlık vermemek için önüme döndüm. Karşımdaki adamın masamı süzen gözleriyle karşılaştım. Ona baktığımın farkında bile değildi. Masamın köşesinde duran içi sarı yapraklarla dolu küçük bordo defterime bakıyordu. Acaba o da benim sırlarımı görüyor muydu? Sanki defterdeki yazıları görmüş, benim hayal dünyama karışmış ve her şeyi öğrenmişti. Bu zamana kadar sakladığım düşünceleri,


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

birbirinden kopuk basit bir el yazısıyla yazılmış harflerin yan yana geldiklerinde oluşturduğu anlamları alıp bir film gibi izlemiş, tekrar yerine bırakmıştı. Rahatsız olmuştum bu durumdan, daha fazla izin veremezdim. Elimi bordo defterin üzerine koydum. Defterin kadife dokusu tenime işledi. Kelimelerin kalbime dokunuşu vücudumda mayhoş bir hava yarattı. -Unutmuştum beni izlediğini.Ciddi olduğunda titreyen sesi, heyecanlandığında yüzük parmağıyla başlayıp başparmağıyla bitirdiği elinin ritmik dansı cam masaya vuruyor, kulağımı çınlatıyordu. Onda nasıl bir etki bırakacaktı bu bordo defter? Kahkaha mı atacaktı? Her gülüşünde elini ağzına götürürdü. Sorduğumda, dişlerindeki telden dolayı alışkanlık haline geldiğini söylemişti utanarak -sakladığı gülüşünde kaybolmak istemiştim her zaman-. Ya defterdeki kelimeler onu hüzne boğarsa... Gözleri kolay dolabilecek kadar güçsüzdü. Utandığında, sıkıldığında, sinirlendiğinde... Hatta her esen rüzgârda morarırdı dudakları. Arası bozuktu rüzgârla. Bu durumda bile gözleri dolar, çilleri kaybolurdu. Anlaşmıştım rüzgarla, o geldiğinde esmeyecekti. Beni izlerken yeşil ceketinin içinde saklanarak gülümsediğini biliyordum. Ona baktım. Metrelerce uzak olduğu halde yanı başımızda kendini hissettiren Galata Kulesi’ne çevirmişti kafasını. Galata Kulesi... Betonlaşmış şehirde gri bir çiçekti. Arkasından yükselen gri kavak ağaçlarına aldırmadan tepede duruyor, izliyordu vefasız sevgilisinin inşaat inlemelerini, korna çığlıklarını. Onun gibi bakmak isterdim bu şehre. Onun hikayesiyle, rivayetiyle büyüdüm. Oraya çıktığın kişiye dikkat et, derlerdi. O kişi senin kaderin olurmuş. İlk duyduğumda gülmüştüm. Destansı bir dinlemeydi benim için. Şimdi bakıyorum

da galiba inanıyorum bu rivayete. Anca öyle biriyle İstanbul'u seyretmene izin verirdi zaten. Ona ayırdığım sandalyeye oturduğunda teklif edecektim bunu. Omzumu sarsan el beni kendime getirdi. Sabahki losyon kokusundan eser kalmayan parlak yüzüyle "Kapatıyoruz, abi." dedi. Etrafa baktım. Arkamdaki kızların kahkahası ve telefon ışığı sönmüş, hemen yanlarındaki iki dostun maç muhabbeti bitmişti. Karşı masamda sessizce oturan adam da gitmişti. Hiçbirinin kalkış anını hatırlamıyordum. Gözlerimi sıkıca kapatıp açtım. Yeni açılan gözlerim çevredeki nesneleri ağır ağır netleştirmeye başlamıştı. Sanırım kızlar sosyal medya için yeterince fotoğraf çekinmiş, karşımdaki adam filmimin bitmeyeceğini anlamıştı. Ayağa kalktım, çıkış kapısına yöneldim. Arkamdaki bordo defter bir daha açılmayacak şekilde duruyordu bitirmediğim çayın yanında. Galata Kulesine de bakamazdım, mahcup olmuştum. Eksik bitmişti her şey. Bu defter de eksik bitsin. Ölmüştü. Ceset gerektirmeyen bir ölümdü. O gelmedi. Ben gittim. Hayallerimin son busesiydi.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Green World ~ artist Barbara Ana Gomez

NE ÇOK Ne çok deli gördüm Kürkünden haberi yok Ne olaylar duydum Adı var sesi yok Ne kadar okula rastladım Adından başka bildiği yok Gördüklerimden utandım Görmediklerimin haddi yok. Nice rehberler görülmüş Kamışlardan kaçan Ne çok zengin varmış Bavulu olmayan Ne çok âlim yaşamış Peygamberi unutan Yola başlamadan Yolun sonuna varan. SEMA KESER



MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

REİS BEY’İ İZLEMEK

Sultan DEMİRTAŞ

“Yine olsa yine izlerim.” dediğim oyunların başında gelir benim için Reis Bey. Okumaktan başka, izlemekten bambaşka bir keyif aldığım nadir eserlerdendir. Nasıl büyük bir şanstır ki Bursa’ya geldiğim ilk sene -2012 yılında- izlediğim bu oyunu neredeyse her sene izleme fırsatı bulabildim. Bunun için Bursa Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’na teşekkürü bir borç bilirim. Usta yazar Necip Fazıl Kısakürek’in ölümsüz eseri Reis Bey aslında ilk olarak 20092010 sezonunda seyirciyle buluşan bir oyun. Oyunun her sene belli bir ay içinde yeniden sahnelenmesini ise Bursa halkının da benim gibi düşündüğü gerçeğine bağlayabilirim. Oyunun konusu ise kısaca; katı yürekli, inatçı, herkesin bildiği doğrulardan şaşmayan bir ağır ceza hâkiminin verdiği idam kararı ve bunun ardından hayatının değişimi şeklinde özetlenebilir. “Gözyaşları suçun rengini soldurmaz.” der Reis Bey ama sonunda kırdığı kalemi gibi vicdanı da paramparça olur. Sonrası Reis Bey’in vicdan mahkemesi… Ve bu mahkemenin de ne kadar adil bir mahkeme olduğunu gözler önüne sermiştir Necip Fazıl. İşte oyunda bu mükemmel değişimi görüyoruz.

Oyunun neredeyse her sahnesinde edebiyat yüklü, akılda kalabilecek, size merhameti, adaleti, insanlığı sorgulatabilecek öyle replikleri var ki okuyucuyu – izleyiciyi sarsıyor. Çoğu zaman da çarpıcı bir şekilde vuruyor. Reis Bey’in mühürlü kalbinin açılmasını diliyor genç adam. Mühürlü bir kalp nasıl açılır onu izliyoruz. Şubat ayında yeniden izlediğim Reis Bey’i eğer ki izlediyseniz bence şanslısınız. İzlemeyenlerin de bir gün bu fırsatı bulmasını diliyorum. Oyuncuları ve teknik ekibi unutmak elbette olmaz onların emeklerine, yüreklerine sağlık. Alkışları hep bol olsun.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Yönetmen ÖZER TUNCA Dekor Tayfun ÇEBİ Kostüm Funda ÇEBİ Müzik Oktay KÖSEOĞLU Işık Zeynel IŞIK Yönetmen Asistanı Nilgün TÜRKSEVER GÖRGÜ

“Etmeyin Reis bey! Siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz... Siz merhametten, acıma duygusundan, yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız.. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden.. Reis Bey! Mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim, Allah sizi de arındırsın…”


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

YALNIZLAR İÇİN ÇOK ÖZEL BİR HİZMET / MURAT GÜLSOY Gerek edebiyat teorisyeni, eleştirmeni kimliği ile gerek romancı kimliği ile Türk edebiyatında önemli bir yere sahip olan Gülsoy’un yeni romanı Can Yayınları etiketiyle raflardaki yerini aldı. Yeni kitabında farklı bir anlatıma yer vermiş. Bilimkurgu ve fantastik ögeler hemen göze çarpıyor. Yaşamın yalnızlıkla iç içe olduğunu vurgulayan yazar, kahramanlarını yalnızlıktan kurtarmak için deliliğe sürüklüyor. Yalnızlıkla başa çıkmaya çalışırken edebiyatın derinliklerinde boğulmaya hazır olun.

DİVAN ŞİİRİNDE SAPIK SEVGİ / İSMET ZEKİ EYÜBOĞLU Divan Edebiyatı’na farklı bir pencereden bakmak isteyenler için bir önerimiz var. Kim hangi şiirinde sevgili için ne demiş, şiirlerdeki sevgilinin cinsiyeti sadece kadın mı, gibi soruların cevaplarını bulacaksınız bu kitapta. İsmet Zeki Eyüboğlu, 60'lı yıllarda yayınlandığı sırada ilgiyle karşılanan bu çarpıcı incelemesini yeni örnek ve açıklamalarla geliştiriyor. Eyüboğlu’nun tartışılan kitabının önsözünde, yazarın Divan Şiirine karşı bakışı da görülüyor.

SIFIR SAYI / UMBERTCO ECO “Alimliğin hazları, kaybedenlere mahsustur” Geçtiğimiz ay kaybettiğimiz saygın yazar, çok yönlü bilim adamı, düşünür ve edebiyatçı kimliği ile tanınan kelimelere sığmayan Eco son romanıyla bir kez daha sahnede. “Sıfır Sayı” yaşamla paralel olarak kötüleşen gazeteciliği ve medyayı hedef alıyor. Haberciliğin nasıl yozlaştığını, önümüze getirilen haberlere neden şüpheyle bakmamız gerektiğini gösteriyor. Sıfır sayı, gazetecilikte pilot sayıya verilen isim. Asla çıkmayacak bir gazetenin sıfır sayısı için bütün bir sene yapılan hazırlıklar ve kaos… Eco, son romanının yayınlanmasının ardından bir Fransız radyosuna verdiği bir röportajda eserini anlatırken bir yandan da çok okunmasının sebebine dair ipucu veriyor. “Bundan önceki romanlarım birer mahler senfonisi gibiydi, bu romanım ise bir Charlie Parker doğaçlaması.” Harper Lee ve Umberto Eco anısına…


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ

BOĞAZİÇİ MEHTAPLARI / ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR İstanbul üzerine yazılmış sayılı şaheserlerden olan bu eserde Hisar, Boğaziçi'ni mevsim mevsim yaşatıyor; geçmiş zaman cennetinde görülen bir medeniyet rüyasına götürüyor okuru. Yazarın İstanbul’un eski semtlerinde ve Adalarda geçirdiği çocukluğundan esinlenerek yazdığı, anı niteliği taşıyan Boğaziçi Mehtapları “kurmacamsı” yazılarıyla, geleneksel üslûbun özelliklerini yansıtıyor. Hisar’ın anı yazılarındaki doğa betimlemelerinde Divan edebiyatının etkisi de görülüyor. Tanpınar da “Boğaziçi Mehtapları” adlı yazısında Hisar’ın sanatsal değerine dikkat çekerek, onun yapıtlarının ancak yüksek edebî zevke sahip olanlara ve dikkatli okurlara hitap ettiğini söylüyor. Bu eserde, yazarın anılarında çizdiği idealleştirilmiş, kişileştirilmiş, her zaman üstün niteliklere sahip ve bir simge hâlinde olan doğa ve İstanbul manzaraları, okuru alıp hülyalara daldırıyor. HÜSEYİN NİHAL ATSIZ / RUH ADAM Hüseyin Nihal Atsız’ın 1972 tarihinde yayımladığı bu romanı diğer eserlerinin aksine sembolizmi benimsediği bir eser. Eski Türkçe bir hikayenin anlatımıyla başlayan eser, Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda bir subayın hikâyesini ele alıyor. Roman bir anlamda başkarakter Selim Pusat’ın kendi nefsi ile mücadelesini konu ediniyor diyebiliriz. Romanın kahramanı değil “başkarakteri” ifadesini kullandım çünkü “kahraman” mı değil mi bunu yazar okura sorgulatıyor bir anlamda. Ve okur romanı okurken yer yer hayal-gerçek arasında kalıyor. Psikolojik tahlilleri ve sembolik unsurlarıyla, önyargısızca alınıp okunması gereken Türk edebiyatının önemli eserlerinden biri “Ruh Adam”.

DİLİN AYNASINDAN / GUY DEUTSCHER İsrailli dilbilimci Deutscher bu kitabında dil, kültür ve düşünce üzerinden dilin zihinlere ve milletlere etkisi bağlamında okuru bir yolculuğa çıkarıyor. Yazar, “Diller zihne birtakım kısıtlamalar getirir mi? Bir kavramın bir dildeki varlığı ya da yokluğu, o dili konuşanların bu kavramı anlama yetisini nasıl etkiler? Her kavram her dilde ifade edilebilir mi? Farklı diller dünyaya dair farklı algılar mı yaratır? Toplumun diliyle kültürü arasında nasıl bir ilişki vardır?” gibi soruları soruyor. Deutscher’in, eser boyunca İbranice’yi ön plana çıkarması da gözlerden kaçmıyor.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BAKACAK GÖKYÜZÜ GÖZLÜĞÜ

Bakacak’ta her yer gökyüzü gözlüğü Uçuyor hüsnü güzelde ipek böceği Ağustos kubbesinde zafer sıvası

GÂVUR GECELER

Meydanda her dilden düğün şarkısı

Geceler gâvurluğunu bir kez daha gösteriyor Örtüyor çünkü güneşin güldürdüklerini Şairler acı çekiyorlar birer birer Yazdıkları şiirler yetmiyor yalnızlık savaşına On yıllar süren dostluklar son buluyor belki de Sırf geceler gâvurluğunu bir kez daha gösteriyor diye

İznik serinliğin mercan kırmızısı Gümüşlü başarının Kur’an mucizesi Rüzgar şekilli şadırvan paklığın saflığı Kosova can kanın murat bayrağı Işık anahtarıyla açık Avrupa kapısı Meyve çiçekli ova renk feneri Kar çiçekli Uludağ gecesi Çini pencerede cennet uykusu Sonbahar çınarı cem üzüntüsü Yeşil, nalıyla kilometrelerce ayla Dolaşır durur ovaları dağları

Rasim DEMİRTAŞ

Gecenin gâvurluğu bir yana Neden ayrılıklar yaşanıyor Yağmurlu havalarda yana yana? Vefa da gâvurluk malzemesiymiş meğer Aşka gebe kaldı yağmurlu günlerde üşümeler Kürtajı yapan gâvur geceler İhanetin kâkülüne de bir şiir anca yeter Sanki ihanet şaireymiş gibi Şair de üstüne alınmayı pek sever Geceler gavurluk yapsa da Dolunay her zaman vardır Geceler aşkı katletse de Dolunay ilham dağıtır Geceler bazen bir aşkı bitirse de Dostluklar peydahlatır Heceler, geceleyin Geceler, heceleyin...

Muhammed MÜNZEVÎ


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

OSCAR HEYECANI

Sultan Demirtaş

Dünyanın en saygın ödül töreni kabul edilen Oscar Ödülleri Şubat ayında gerçekleştirildi. 88. Akademi Ödülleri Hollywood'daki Dolby Tiyatrosu'nda sahiplerini buldu. Gecenin sunuculuğunu siyahi komedyen Chris Rock yaptı. Geceden en mutlu ayrılan isim ise hiç şüphesiz Leonardo DiCaprio oldu. Beklediği ödüle sonunda kavuşan ünlü oyuncu daha önce 1994 yılında - henüz 20 yaşındayken- rol aldığı What's Eating Gilbert Grape filmiyle en iyi yardımcı erkek oyuncu Oscar'ına aday olmuştu. Aktör daha sonra 2005 yılında The Aviator filmiyle bu kez en iyi erkek oyuncu ödülüne aday oldu. 2007 yılında Kanlı Elmas, 2014'te ise The Wolf of World Street filmiyle en iyi erkek oyuncu dalında Oscar adayı olan DiCaprio “Diriliş” filmindeki performansı ile yani altıncı adaylığında ödülle buluştu. En iyi kadın oyuncu ödülünü Brie Larson alırken en iyi film ödülü Spotlight’a gitti. En iyi yönetmen ödülü ise geçen sene Birdman filmi ile ödülü kucaklayan Meksikalı yönetmen Inarritu’nun oldu. Ödülü üst üste kazanan sayılı isimler arasına giren Inarritu bu yıl ödülü “Diriliş” filmiyle aldı. En fazla ödül toplayan film ise Tom Hardy’nin başrolde olduğu “Mad Max: Fury Road” oldu. Film geceden altı ödülle ayrıldı. En iyi film: Spotlight En iyi Yönetmen: Alejandro Gonzalez Inarritu En iyi erkek oyuncu: Leonardo DiCaprio 'The Revenant' En iyi kadın oyuncu: Brie Larson 'Room' En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Mark Rylance 'Bridge of Spies' En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Alicia Vikander 'The Danish Girl' En İyi Özgün senaryo: Spotlight En İyi Uyarlama senaryo: The Big Short En İyi Kostüm Tasarımı Ödülü: Mad Max: Fury Road En İyi Yapım Tasarımı: Mad Max: Fury Road En İyi Makyaj ve Saç Tasarımı ödülü: Mad Max: Fury Road En İyi Görüntü Yönetimi: Emmanuel Lubezki En İyi Ses Kurgusu ödülü: Mad Max: Fury Road En İyi Ses Miksajı: Mad Max: Fury Road En İyi Kurgu ödülü: Mad Max: Fury Road En İyi Görsel Efekt: Ex Machina En İyi Kısa Animasyon Filmi: Bear Story

En İyi Animasyon Filmi: Inside Out En İyi Kısa Belgesel: A Girl in the River En İyi Belgesel: Amy En İyi Kısa Film Ödülü: Stutterer En İyi Yabancı Film: Son of Soul En İyi Film Müziği: The Hateful Eight En İyi Özgün Şarkı: Spectre ile J immy Napes ve Sam


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İncir Çekirdeği’nde Geçen Ay İncir Çekirdeği Dergisi, yayın hayatına başladığı tarihten beri en yoğun ayını geride bıraktığımız Şubat ayında geçirdi diyebiliriz. Şubat 2016 İncir Çekirdeği’nde nasıl geçmiş hemen bakalım…

İncir Çekirdeği Dergisi “HECE” Dergisinde! Aylık olarak yayımlanan Edebiyat Dergisi 'Hece'nin Şubat 2016 sayısı çıktı. Şubat sayısında dosya konusunu “Şiir 2015” olarak belirleyen dergide İncir Çekirdeği’ni onurlandıran bir yazı da vardı. Hece’nin “Çeşitkenar” köşesinde Muharrem Kaplan’ın İncir Çekirdeği ile ilgili yazısı yer aldı. Yazıdan alıntılar şu şekilde: “…2014 yılının Şubat ayında Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde okuyan bir grup ögrenci bir araya gelmiş, düşünmüş taşınmış. Edebiyatı, sanatı adeta 7/24 internette bulunan yaşıtlarımıza nasıl ulaştırabiliriz diye sorgulamışlar. Ve bu sorgulamanın sonunda "İncir Çekirdeği Dergisi"ni kurmuşlar…” “…Yaklaşık iki yıl kadar önce hevesli bir grup edebiyat öğrencisinin heyecanıyla yayınlanmaya başlayan, Uludağ Üniversitesi'nden çıkıp Bursa'yı da aşarak Türkiye'nin her yerinden hatta Dünyadan okunur hale gelen İncir Çekirdeği Dergisi bugün profesyonel çizgide, yüksek lisanslı yönetim kadrosuyla, önemli röportajları ve nitelikli dosya konularıyla aynı heves, heyecan ve gönüllülükle yayın hayatına devam ediyor…” Dergimize sayfalarında yer vererek bizleri gururlandıran HECE’ye teşekkür eder, sizlere de Şubat 2016 sayısı tükenmeden alıp 147. Sayfasını okumadan geçmemenizi öneririz. 

Genç Oturum: “Bursa’da Dergicilik ve İncir Çekirdeği’ni Doldurmak” Bursa Kültür AŞ tarafından İbrahim Paşa Kültür Merkezi’nde düzenlenen Genç Oturum programı, Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin gençlere kendilerini, çalışmalarını dile getirme imkânı sunan ve yıllardır devam eden bir etkinlik. Etkinliğin tanıtımlarında şu ifadeler yer alıyor: “Programda Türkiye’nin çeşitli üniversitelerinde okuyan, herhangi bir alanda özgün, nitelikli ve desteklenebilir faaliyetler gerçekleştiren, alanında kendisini yetiştirmeye gayret eden gençlere fırsat tanınıyor. Bu, Genç Oturum ile Türkiye’nin geleceğine genç ve diri katkılar sunuluyor anlamına gelir.”


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Genç Oturum programının Şubat ayı konuşmacıları da dergimizin Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ ve Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz oldu. Program için: “Bursa Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans öğrenimlerini sürdüren ve yayımladıkları İncir Çekirdeği dergisiyle adlarından söz ettiren Akdağ ve Kemiksiz, dergi yayımlama serüvenlerini anlatacaklar. Bursa’nın geçmişten bugüne yayın dünyasına sunduğu katkılardan yola çıkacak olan konuşmacılarımız, İncir Çekirdeği dergisiyle ortaya koydukları performansı dikkatlere sunacaklar” şeklinde tanıtımımız yapıldı. 17 Şubat Çarşamba akşamı gerçekleştirilen oturumda geçmişten bugüne dergicilik, Bursa’daki edebî birikim ve bu kültürden beslenerek çıkan İncir Çekirdeği anlatıldı. Derginin yayınlanma serüveni, içeriği, tarzı, röportajları ilgiyle dinlendi. Salonun dolduğu etkinlikte soru cevap kısmında da değerli dinleyiciler merak ettikleriyle ilgili sorularını adeta bitiremedi. Dinleyiciler bu girişimin resmi bir destek almadan ilerlemiş olmasına şaşırdıklarını ve yetkililerin destek vermesi gerektiğini de ekledi. Etkinliğimiz, tanıtım filminin ardından salondan büyük alkış alarak sona erdi.

İncir Çekirdeği Dergisi “Bursa Hakimiyet” Gazetesinde! İncir Çekirdeği Dergisi son olarak 25 Şubat Perşembe 2016 tarihli Bursa Hakimiyet Gazetesi’nde Sayın Murat Kuter’in köşe yazısında kendine yer buldu. Kuter köşesinde “Uludağ Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeki gençler yaklaşık üç yıldır bir yayını yaşatmaya çalışıyor. Sanal ortamda başlayan İncir Çekirdeği adlı edebiyat dergisi bazen basılı hale de getiriliyor.” şeklinde açıklamasından sonra dergimizin kimliğinden de bahsetti. Kuter, satırlarını “Dergi üniversite yönetimince benimsenip, bölümün bir yayını haline de getirilebilir” şeklinde sonlandırdı. Bursa Hakimiyet Gazetesi’ne ve Sayın Murat Kuter’e teşekkürlerimizi sunarız.


MART’16

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

HASSASİYET MANİFESTOSU gün yüzüne iki geceyi sığdırmakçasına diz çökmüşüm kainata bam tellerimi çoktan söktüm pençeler savurabilirim göğüslerine bu hançerli kadınların kulağında ince bir kahkahayı paralayabilirim mesela ki çoktan unutulmuştu her şey unuttum demek unutmak kadar kolay olsaydı hatta oysa ben bunu yapamazdım küllerinden doğmak kadardı bu yaşamak derdi içimizde yani bir Anka süzülüşünde gizli ellerimiz boynundaki nefesi sanki sarabilcek miydim seslenişlerimi duyumsatmaksa sana beni anlatamaz serlerim sırlarımı ele veriyor asfalt patikalara çıkmanın vaktidir pencereleri kapatmayın açık kalsın her yer yayılsın yayılacaksa yer bol bir pencereyi aralayabilmek çabasında kamaşan gözlerimse beni ispiyonluyor içimizdeki bu suçluluk duygusu yağladımız yalanların ekmeği bizi kurtaramaz kesedeki sidik kokusu beni ayık tutuyor basit sorular soruyorum hayata her ne varsa orada bilinmezlik mi dersin yoksa hasret mi bir kelebeğin martı doğurmasını gördüm ince bir hastalıktı bu durgun sularında yansıyan mart kedisinin dölle tıkadılar beynimizi bu haysiyetsiz fikirlere hassasiyetimiz bitirecek bizi vaktimiz kalmadı alçalmaya sürdüm dizginleri

Berkay Avcı


Fotoğraf Aybige Akdağ

“… Yeşil türbesini gezdik dün akşam, Duyduk bir musiki gibi zamandan Çinilere sinmiş Kur'an sesini. Fetih günlerinin saf neşesini Aydınlanmış buldum tebessümünle …”

Tanpınar

“… Bir zafer müjdesi burda her isim: Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın Hâlâ bu taşlarda gülen rüyanın. Güvercin bakışlı sessizlik bile Çınlıyor bir sonsuz devam vehmiyle. Gümüşlü bir fecrin zafer aynası, Muradiye, sabrın acı meyvası, Ömrünün timsali beyaz Nilüfer, Türbeler, camiler, eski bahçeler, Şanlı hikâyesi binlerce erin Sesi nabzım olmuş hengâmelerin Nakleder yâdını gelen geçene. …“

Tanpınar


“Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep omzunuzda, cesaretiniz yüreğinizde daim olsun. Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız. Kaleminiz ışık yaysın...” Nermin Bezmen “Okumanın sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz. İncir Çekirdeği’ne bu yolda başarı dileklerimle sevgi ve selamlar...” Sevinç Çokum “Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız.” Beşir Ayvazoğlu

“Üniversitelerin Çocuk Edebiyatı kürsüleri açması, geçmişte en büyük düşümdü. Gerçekleşti. Sizlere öğüt vermeyi doğru bulmuyorum sevgili öğrenciler, “Ödünç akıl cepten düşer” atasözünü pek severim. Sizler 21. yüzyıl ve bilgi çağı gençleri olarak lütfen, Çocuk Edebiyatı konusunda kendi önerilerinizi, projelerinizi yaratıp ortaya atın.” Gülten Dayıoğlu

“Sizlere söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize : ‘Bir taşı delen bir suyun gücü değil Damlaların sürekliliğidir.’ Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir.” Sunay Akın

“Öncelikle bu mesleği seçmiş olmanızdan dolayı sizleri kutluyorum. Dünyanın en güzel, en özgür mesleği edebiyat öğretmenliğidir. Yaptığınız dergi işinden dolayı da sizleri kutluyorum ve kolaylıklar diliyorum. Sağlık ve başarı dileklerimle...” Osman Çeviksoy


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.