EMEĞİN SANATI E-DERGİ SAYI:152

Page 1

Yalanın ve Baskının Egemen Olduğu Bir Toplumda Gerçeği Haykırmak,

DEVRİMCİ BİR EYLEMDİR!

EMEK VERENLER

A. KARABAĞ A. UĞUR OLGAR ADNAN DURMAZ ASIM GÖNEN BASRİ EĞİLMEZ BEKİR KOÇAK ERCAN CENGİZ ERDEN ERDEMER HALDUN HAKMAN HAMZA İNCE İRFAN SARİ MURAT ÖZGÖL MUSA SU N. YALÇINKAYA NECİP TIRPAN NİSA LEYLA ÖZER GENÇ TAN DOĞAN TURGAY ULU YAVUZ AKÖZEL ALİ ZİYA ÇAMUR

Aylık Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl:8 Sayı: 152

Ocak 2014


Emeğin Sanatı’ndan 152. Merhaba Merhaba, Geçen buluşmamızdan bu yana ne sular aktı köprünün altından. Faşist AKP, halkın, öğrencilerin, gazetecilerin, eğitimcilerin ve sanatçıların üzerinde baskı fırtınası estirmeye devam ederken, kendi içlerindeki yolsuzluk fırtınalarıyla epey sarsıldılar.. Cemaat eliyle koparılan fırtına karşısaında iktidar, arsızlık ve yüzsüzlük zırhına bürünüverdiler. Nasreddin Hoca’nin dediği gibi, “Hırsızın hiç mi suçu yok?” sorunun yanıtları havada kaldı. Yolsuzluk operasyonun boyutlarını elbette yazılı ve sözlü basından izliyorsunuz. Biliyoruz ki, adı cumhuriyet olan, ama gerçekte, faşist zorbalık olan düzenlerin dayandıkları kaynaklar “aşağıda cehalet, yukarıda hırs”tır.” Bu konuya ait değinmemizi Ali Suavi’nin şu sözleriyle bitirelim:

“Ey adalet isteyenler! Sümüklü böcek gibi başınızı saklayarak gezmek isterseniz, hiçbir zaman zalimler size baş çıkartmayacaktır.”

Gerçek sanatçı; insancı olacak, savaşçı olacak, halkların büyük mutluluğu içindeki o kendi sıcak duygu ve mutluluğunu dile getirecek, konuşamayanlar adına konuşacak, ve hep saygılı kalacağı kişioğlunun o evrensel özünü yansıtacaktır kendi özü aracılığıyla... Bir anlamda, insanların toplumsal ve özsel duyarlıklarını keskinleştirecektir... Sanat her zaman özgürlüğe çıkıştır; baskı ile doğabilecek bir dehşetten, bir umutsuzluktan; bir kinden, bir aşktan kurtulmaktır. Aslında anlatmak istediğimiz, sanatçının salt tanıklığı değildir, sanatçı yaşadığı çağın bilincidir de... Bizim karşısında olduğumuz sanatı Turgay Ulu arkadaşın saptamasıyla belirtelim:

“Sermaye sisteminin oluşturduğu estetik ölçek içinde yer alan sanatçılar; sorunlu, bunalımlı, hastalıklı, aşksız, tutkusuz, idealsiz, bireyci, zavallı, açgözlü insan tipi yetiştiren bir kültürel zeminin oluşmasını sağlamaktadırlar.”

Bu koşullar içinde, gereksindiğimiz sanat, gerçekliği yansıtırken, onu etkileyen ve oluşumu önleme konusunda değiştiren, geniş halk kitlelerinin yaşam Bu koşullarını düzeltmeyi amaç edinen bir sorumluluğumuzu da yine Turgay Ulu’nun sanattır. Hâlâ sanatla politikanın bir arada saptamasıyla verelim: olmasından ürperenlerin istediği karanlık, kapalı, içbükey sanat; bu zulüm ve vurgun “Israrlı, süreklileşmiş ve güven veren düzenine müdahale etmek yerine seyirci bir kültür-sanat faaliyeti zamanla kalmayı tercih eden küçük burjuvaların ökçek olarak kabul edilen bir Başka türlü sanatıdır. Rahat, tehlikesiz ortamlarda en mevziiye dönüşebilir. sisteminin oluşturduğu önde görürsünüz onları; ama sıra halkla sermaye birlikte barikatlerde dövüşmeye gelince, sıcak estetik ölçek kırılıp aşılamaz.” ve konforlu atölye ve ofislerinde eylemi dışardan seyretmeyi tercih ederler.... Ali Ziya Çamur


BU SAYININ SAVSÖZÜ Savun çiçek taçlarının bittiği yeri, Paylaş düşmansı geceleri Nöbet tut şafağın devri için İçine çek yıldızlı tepeleri Ve savun ağacı, Dünyanın tam ortasında Büyüyen ağacı. Pablo Neruda Böyle diyordu Neruda. Türkiye halkı yeryüzünün ortasında, üç denizin birleştiği bu sonsuz topraklarda büyüyen o ağacı ve yurdunun onurunu yaz boyunca savundu, savunuyor. Şiirin özgürlük ülküsünü bu halk direnişi, iktidarlara yeniden gösterdi. Yeniden gördük ki halkın yüreği ve şairlerin sözcükleri ateşböcekleri gibi ışıyıp duracak yılgınlığa karşı. Onların ışıklarıyla sağaltacağız yaralarımızı. Onların küçük, umutlu ateşleriyle aydınlatacağız yolumuzu. İyi gününde daha da yüreklenmemiş, kötü gününde şiirle ayağa kalkmamış kim var ki? Şiir de ansızın sokağa çıktı. Gençleri ayağa kaldırmak, düşkünü yaşama çağırmak için. Şaşırdık mı? Hayır. Bir yerlerde çoban ateşleri, karpitler gibi, orada, uzaklarda şiirin kıvılcımları parlayıp sönüyordu nicedir. Şimdi daha yakındalar. Sokaklara, bulvarlara, parklara günlerce şiir yağdı. Gençler şiir okudular. Ağaçlar şiir açtı. Bunun için kara, paslı bir duvara “Gezi’den başladı, tüm sokaklara şiir egemen olacak.” yazmıştı çocuklar. Başka bir duvarda başka bir söz de bu çağrıyı yineliyordu: “Şiir sokakta.” Haklıydılar çünkü Pablo Neruda, Yannis Ritsos, Ömer Hayyam, Neyzen Tevfik, Nâzım Hikmet, Cemal Süreya, Edip Cansever, Ece Ayhan, Can Yücel de dizeleriyle onlarlaydı. Türkiye halkı, iktidarların, inançların, yasaların ellerinden almalıyız yıpranan, küçümsenen, yok edilen dili diyerek alanlara indi. Kendi dilini, yepyeni bir direniş diliyle biledi. Aşağılayan kaba, yıkıcı, zehirli iktidar diline karşı şiiri yeniden buldu. Özgürlüğünü şiirle yeniden aradı. Şiir; bankaların, borsaların, iri hantal banknotların, küfrün ve kutsanmış kötülüklerin bataklığından ruhlarımıza geri döndü. . Direniş, yalnız Gezi Parkı’nda mıydı? Şiirle direniş, dünyanın her yerinde şairleri eyleme geçirdi. Bu eylemlerden biri de Dünya Şiir Hareketi’nin direnişe mektup-şiiriyle selamıydı. Dünyanın dört köşesinde şiirle düşünen, şiirin ve insanın sorunlarına eğilen Şiir Hareketi, Gezi eylemine de kulak verdi. Direnen Türkiye halkını selamladı. Bu selam, şiirin evrensel kardeşliği içindi. Şimdi bu şiir eylemiyle biz Türkiyeli şairler de dünya şairlerini, kardeşlerimizi ve zulme direnen halkımızı selamlıyoruz. Şiir buradadır, şiir kalplerimizin gölgeleri kadar yakındır bize. Ona bağlılığı istemeliyiz. Boyun eğiş, şiirin ve insanın özgürlüğünedir yalnızca. En korkunç toplu öldürmelerden, yaprağın ürpertisinden, önemsiz savsözlerden, duyulmaz çığlıklardan, karıncaların gürültüsünden de yazılır şiir. Zaferi ve direnci bilir. Emeğin, aşkın ve yeryüzünün ortasında büyüyen o ağacın yemişleri ancak şiirle tatlanabilir. Tel örgülerden, yığınaklardan, savaşlardan ve yersiz barışlardan, devletlerin, dinlerin bize taş iskeletler kadar uzak tanrılarından, sınırlarından kurtulduğumuzda şiir yeryüzünden bir daha çekilmemek üzere yüreklerimize gelip yerleşecektir. Bu inanç diri tutuyor bizi. Sonsuzluktur çünkü şiir. Ve biz şairler bunun için yazıyoruz kılıçların, sözcüklerin ve kanın gölgesi altında.... TÜRKİYE YAZARLAR SENDİKASI (Sanat Cephesi Dergisine Açıklama’dan) 3


FOTO: ADNAN DURMAZ

KERPİCİ KANLA KARILI HAYAT EY… / Adnan DURMAZ ığralanır ağır ağır başaklar huşu ve aşk yapraklar yel sarhoşu devran böyle sonunda sararıp kül olmak var acı demlenir geceyi sarmış esrar yalnızlığın kilimine köskenmiş kırk yerinden yamalı ömrümle söyleşiriz tarlalar karınca sürüsü ırgat zındanlar umut ve ışık tarihi katmış önüne karanlık katar katar ezilen halklar görmüş gecede akan bulutlar zamanlar aşıp gelmiş kadim bir ah gah esrik bir kudümle söyleşiriz bin isyanın ateşini kalbinde saklar bozkırdır gah kırık bir bağlama gömleğimiz ayrılıktan biçilmiş

mekânımız yoksulluktan seçilmiş çiçeğimiz boz kangalın al gülü özlemler savrulur toz burgaçlarda gece derin dipsiz kuyu zemherimiz azrailler baskını yine de unutmadık sevdalara kelle koymayı adına yaşamak derler kara yazgı kötü kader kem talih hayat dedikleri kaç ömür çözümsüz sayısız kördüğümle eyleşiriz atın beni daha ıssız daha ıssız nereyse çorakları binbir renkli kilim yapan el benim atın beni atın ulan zındanlardan öteye darağacı dallarında kanla açan gül benim alışığım ıssızlara dönüşsüz ayrılıklara 4


altı okka çatal yürek bin yara her yaradan sevda akan bir ırak kurşun geçirmeyen bir kara sevda yıldızlar diken tarlası tezekten bulutlarla kesekten hayatlarla ah ile zarla kan çığlıklarla söyleşir inleşiriz inleşir söyleşiriz doğandan ölene dek cebelleşiriz

AKŞAM OLUNCA.....

kaç dönümlük koskoca gök galaksiler gezegenler kara toprakta zerreler sonsuz ahenkle seyreder evren onunla danseder bizim buralara yol düşürmedi ayaklar altında çiğnenen halkların oymağına zulum saraylarında tüm incelikler denizler,ırmaklar,mehtab ve şarap Aivazovsky ,mozart,van gogh,da vinci Sanat kültür bilim hep onlar için gümüş çatal altun tabak tumturak ve billur kadehlere doldurarak benim yaptığım saraylarda için lan için kanımı canımı terimi için Çekersin kılıçları karanlık çökende bizse Çarpışır yalnızlığın gün ağarana dek ilk insandan bu yana zalımla güreşiriz Hele serde varsa şairlik zulumla söyleşiriz Gömsen de sancılarına bir büyük Tutmaz dikiş hep yenilirsin ey yarenler ey yoldaşlar bir yanımız bedreddin Yenilgin su taşır bazen bir yanımız üç fidandır darağacında Yakamoz ışıklarında kamaşan gözlerine milyonlar milyonlar bomba sağnaklarında Bereket hazırdır bir sonraki akşama ırak afganistan kara afrika Duymaz leylim vefasızın kızı katledilen kim varsa kapı komşumuz Ne de dost bildiklerin ve dahi mandela, kardeş guavara direnmek diklenmek zuluma cellat olmak Bir nara çekesin gelir, dar sokaklara dünya denen bu zındanda Yol vermez ak sakalın en büyük sevda Ve geçmişe restin tutsak yaşamaktan ölümle söyleşiriz Yaklaşan geceye bilersin kılıcını Yeniden çarpışmaya

ADNAN DURMAZ

HAMZA İNCE 5


ÇALINMIŞ GÜLÜCÜKLER ENKAZI

GÖRSEL ÇALIŞMA : ADNAN DURMAZ

arananın yerinde yellerin estiği vitrinleri mi süslermiş emeğim

aramak en yorgun yerimdi yitirmek en saf yerim ve ağzında pitonların bir sahipsiz iniltiydi emeğim üretenin leylasıydı üretilen ve yüzünde haram ehlinin bir esaret lalesiydi sevgilim ben ki üretendim leyla ki üretilen sevmek en sıcak yerimdi sevilmek en serin kaptı leylayı bir alıcı kuş ben ayrılığın keskisinde yalınayak gezdim enkazında kaldım çalınmış gülücüklerin üreten mecnundu üretilen leyla ben yitirdikçe o bulduğuydu çöllerin

aşkın tezgahına gerdim duygularımı kavuşmayı nakış nakış işledim şekillerini işledim hasretlerin benim hünerimdi gökdelenler ben gökdelenlerin hüneriydim aşkın ipeğiyle ördüğüm halılar bana iğnesini batırdı vitrinlerin esti bir gam yeli gökyüzünü acıya boyayan bulutlarda kanadı gözlerim ben yar dedikçe karanfil koktu dağlar ben yar dedikçe sunalar uçtu yuvamdan sunalar ey sunalar yüzü esir kampıydı asalağın yarin talan edildiği ben yar dedikçe ayrılığı uzadı yollar

onu padalyaların renklerinde aradım enkazında aradım depremlerin balı gidip peteği burda kalanın resmini ateşteki güllelere çizdim bir akşam güneşinin uzaklığında kaldı gözlerim acının ilacı mı olurmuş baka baka ağlamak

ASIM GÖNEN

6


Tan Doğan oğlum “Haluk Babam”a 18 yaş hediyesi

iyi huylum bahar yüzlüm beyaz kaplanım aklı-fikri oyunda cancağızım akıllı-yararlı ve bir küçücük köpeğe sevdalım arkadaşım kardeşim şair-filozof kanım dünüm günüm yarınım şapkamdan kokumu gözlüğümden emeğimi ellerimden sevgimi derdimi-sevincimi bir bakışımdan anlayanım “Haluk Babam”: sırdaşım yoldaşım dostum dünya’da tek tohumum: o ğ l u m 04 aralık 2013 / hurma-antalya

RESİM: ATANUR DOĞAN 7


MENDİL SEN KOKUYORDU… Necmettin Yalçınkaya

Sarı Mercedes toprak yollarda, sarsıla sarsıla ilerliyor, bir yaprak gibi sallanıyor, çukurlara dalıp çıkıyor, yoluna devam ediyordu yine de. Sürücüsü hâlinden memnun görünüyordu, altındaki pahalı arabanın çukurlara dalıp çıkmasından hiç şikâyet etmiyor gibiydi. Dudağında kederli bir türkü tutturmuş, keyifle söylüyordu... “Baba! Duyuyor musun bizi? Sana söylüyoruz!“ diye bağıran, arka koltukta oturan çocuklarını duymuyor gibiydi. “Bari susmuyorsan değiştir, bir başka türkü çığır.“ Baba ön camı yarılamış, dışarıdaki temiz havayı ciğerlerine soluyor, kokluyor ‘’Oh be!“ diyordu. “İşte gerçek yaşam bu!“ Epey yol aldıktan sonra araba bir yol kenarında, gürül gürül akan bir köy çeşmesinin önünde durdu. Araçtan önce biri

erkek ikisi kız olmak olmak üzere üç çocuk indi. Onları anneleri izledi. En son sürücüsü indi, iner inmez de doğruca çeşmeye seğirtti, herkesin bakışları arasında, başını gürül gürül akan suyun altına soktu. “Halil” diye bağırdı karısı. “Şaşırdın mı sen? Nedir o çocukça yaptığın öyle?” Halil oralı bile olmadı, duymazdan geldi karısını. Karısına inat edercesine, başını bir kez daha soktu soğuk suyun altına, bir güzel ıslattı. Başındaki sular aşağılara kadar taştı, ütülü, pahalı gömleğini ıslattı. Babasının bu çocuksu hâlini gören çocuklar kendi aralarında gülüşmeye başladı. Küçük kız Side babasına öykündü, çeşmeye koştu, başını çeşmeden akan buz gibi soğuk suyun altına soktu, tüm vücudunu ıslattı neredeyse. Üşüdü, içi titredi. Gülüşmeler çoğaldı, baklava börek tadında... Çeşmenin kurnasına bir ip yardımıyla bağlanmış, alüminyum kupadan bolca suyu

8


kana kana içtiler. Çocuklar önceleri kupayı sağlığa uygun görmeseler de, çaresizce kabullendiler... Hava çok sıcak ve yakıcıydı. Su soğuktu, içimi tatlıydı ve midede şişkinlik yapmıyordu. Özlemişti Halil... Özlenmişti su... Tamı tamına on yedi yıl geçmişti, bu çeşmenin suyundan içmeyeli, tadılmayalı bu sudan… Halil bu toprakları bırakıp gideli, bir daha da geriye dön(e)memişti. Dalıp gitti, on yedi yıl öncesine… Bir sabaha karşıydı, tan yeri ağarmamıştı daha, ama köyleri Jandarma tarafından basılmış, dört bir yanı ablukaya alınmıştı. O zamanlar on dokuz yaşlarında var yoktu. Jandarmanın ablukası altındaki köyden, anası bir yolunu bulup onu gizlice köyün dışına çıkartmış, kaçmasına yardımcı olmuştu. O da kendisi gibi aynı “kaderi” paylaşan yoldaşlarıyla yurtdışına çıkmış, önce mülteci olmuş, ardından belirsizlik içinde beklemiş, aylarca hatta yıllarca bocalamış ve çok acıları tatmıştı… Gözünün önüne her getirdiğinde yaşadıklarını, içi eziliyor, yüreği burkuluyordu. Her şeyin özlemini, hasretini çekti yıllarca. Özlemleri koca bir deniz oldu, hasretleri içinde taşıdı, onları bir çığ gibi büyüttü. Yine de sert esen rüzgârlara karşı direndi, aşındırmadı yüreğini. Kendi deyimiyle “insanlıktan çıkmadım daha” diyordu. Zaman kağnı gıcırtısı gibi yavaş da olsa geçiyordu. Geçerken insanların da çok şeylerini alıp götürüyordu beraberinde. Halil zor geçen yılların ardından, mülteci olduğu ülkenin vatandaşı oldu sonunda. Vatandaş olunca da kendi anavatanına korkusuzca girme şansını yakalamıştı kendinde. Yakaladığı bu şansı sonuna kadar kullanmak istiyordu. Sonucu nereye varacaksa, ne pahasına olacaksa da deneyecekti... Ülkesinde tanıdık bir avukat arkadaşını aradı bir akşamüstü, dosyasını sordurttu. Avukat arkadaşı birkaç gün sonra: "Türkiye’ye gelmende bir sakınca yok” dedi. “Rahatlıkla gelebilirsin. Hem dava dosyan çoktan düşmüş…” Halil, “zaman aşımı ve takipsizlik kararı” lafının üzerine cesaretlendi birden, ailesiyle arabasına

atladığı gibi köyüne doğru yola koyuldu. Türkiye’ye Edirne sınır kapısından girdiler. Onca korkusu boşa çıkmış, biraz olsun rahatlar gibi olmuştu. Sınırdan içeri sorunsuzca geçilmişti, sırada baba evine ulaşmak vardı. Heyecanı bu yüzdendi. Bu yüzdendi, yolda gördüğü her çeşmeden kana kana su içmesi. Yine bu yüzdendi dışarısının havasını defalarca içine çekmesi, soluması bu yüzdendi... Her şeye karşı içinde dayanılmaz bir açlık duyuyor, ona ulaşmak için müthiş bir istek taşıyordu. İçindeki yangını hiçbir çeşmenin buz gibi suyu dindirememişti, yangın hâlâ içinde bir yerlerde sönmemiş yanıyor, sessizce devam ediyordu. Sessiz ve dumansız bir yangın... Biraz dinlendikten sonra, yeniden direksiyon başına geçti Halil, usulca bastı gaza, tozu toprağa katarak hareket etti araç. Mercedes, dağların arasında bir yılan gibi kıvrılarak dolanarak giden yoldan ilerliyordu. Az önlerinde bir tarla kuşu havalanıverdi, sevinçle kanat çırparak. Yol sakindi, ne karşıdan gelen bir araç vardı ne de bir canlıya rast geldiler. Birden bir mucize oldu sanki önlerine bir traktör çıktı aniden. Frene usulca bastı, hızını yavaşlattı Mercedes’in. Direksiyonu bıraktı elinden, araçtan dışarıya attı kendini heyecanla. Traktörün arka kasasında bağdaş kurup oturmuş, tarladan dönmekte olan köylülere koştu, tek tek baktı yüzlerine. Belki aralarında bir tanıdık, bir yakınımı görürüm umudunu taşıyordu. Umudu boşa çıkmamış, gerçeğe dönüşmüştü. “Ali Emmi!“ diye bağırdı heyecanla. “Nasılsın?“ Ali Emmi şaşkın şaşkın baktı ona. “Tanıyamadım oğul seni “ dedi. “Kusuruma bakma e mi?“ ‘’Ne kusuru Ali Emmi? Ben Doktor İsmail’in oğlu Halil’im.“ Ali Emminin gözlerine bir ışık geldi birden, parıl parıl parıldadı. Sevincini gizlemeden, “Halil sen ha“ dedi. ”Tanıdım, tanıdım” Traktörün kasasına tutunarak güçlükle kalktı ayağa. Birilerinin el vermesiyle yere indi. Halil onun nasırlı ellerine sıkıca sarıldı, defalarca öptü. Toprak kokuyordu Ali Emmi, hasret kokuyordu... “Köyüme, baba ocağına gidiyorum Ali Emmi, istersen gel seni de yanımda götüreyim.“ 9


‘’Sonra gelirim oğul.“ diyerek Halil’den gelen Köye girdiklerinde, köyün değiştiğini fark daveti geri çevirdi, üstünü başını bahane etmekte gecikmedi Halil. Köyün çehresi değişmişti; balkonlu, bir kaç katlı modern göstererek. evler yükseliyordu köy yerinde. Ama yine de Çocukları ve karısı arabada, oturdukları yerden köy yolunda, çeşme başlarında kovalarına su olanı biteni izliyorlardı. İlk kez babalarını haşarı doldurup telaşla evlerinin yolunu tutan genç bir çocuk gibi yerinde duramaz bir hâlde ve bir o kızlar yok değildi. Yüzlerine dikkatlice bakındı, kadar mutlu ve sevinçli görüyorlardı. Karısı onun tanıdık bir yüz yoktu aralarında. Başka bir köye geldiğini sandı önce. Ta ki karşılarında bu davranışı karşısında gizli gizli gözyaşı döktü. baba evini görünce uzaklaştı bu Akşamın alacakaranlığı çökmek üzereydi, güneş düşüncesinden. “İşte burası benim baba salına salına dağların ardına indi, saklandı evim." diye işaretledi, tam karşılarında yuvasına. Traktör farlarını yaktı, sarsıla sarsıla durmakta olan büyükçe bir evi. Karısı arabayı usulca durdurdu. İndiler... yoluna gitti. Mercedes de kendi yoluna… Köye girdiklerinde, köyün değiştiğini fark etmekte gecikmedi Halil. Köyün çehresi değişmişti; balkonlu, bir kaç katlı modern evler yükseliyordu köy yerinde. Ama yine de köy yolunda, çeşme başlarında kovalarına su doldurup telaşla evlerinin yolunu tutan genç kızlar yok değildi. Yüzlerine dikkatlice bakındı, tanıdık bir yüz yoktu aralarında. Başka bir köye geldiğini sandı önce. Ta ki karşılarında baba evini görünce uzaklaştı bu düşüncesinden. “İşte burası benim baba evim." diye işaretledi, tam karşılarında Tam karşılarındaki çimenlerde koyunlar durmakta olan büyükçe bir evi. Karısı arabayı otluyordu, yanlarında yeni doğmuş sevimli mi usulca durdurdu. İndiler... sevimli kuzucukları vardı. Yanlarına koştular hemencecik. Çocuklar koştukça, yavrular ürktü Evin sokak kapısı yıllara inat hâlâ ayaktaydı, zamana direniyordu âdeta. Yalnızca uzaklaştı, onlardan. menteşelerin yerleri bir kaç kez yer Karısı direksiyonun başına geçip oturdu, Halil değiştirmişti. Bunu da boş çivi yerlerinden rahatlamış, her şeyi daha iyi düşünür ve taşınır anlayabilmek mümkündü. Kapı dışarıdan olmuştu. Anasını, babasını, kız kardeşini, itilince, kendiliğinden içeriye doğru müthiş bir çocukluk arkadaşlarını, yıllar sonra ilk kez dünya gıcırtıyla açıldı. Yere, boşluğa düşer gibi gözüyle görebilecekti. Gördüğünde neler oldular. Önde Halil, arkasından karısı ve yaşanacağını kestirmeye çalışıyordu. Bunca çocukları doluşt u içeriye... Kapı büyük bir yıldan sonra, anası onu tanıyabilecek miydi? bahçeye açılıyordu ve onlarca ağaç vardı Bilemiyordu,kestiremiyordu bir türlü. Babası bahçede: Şeftalilerin ağırlığı, dalları yere torunlarını ilk kez gördüğünde neler yapacaktı? kadar sarkıtmıştı. Her yeri meyve ve çiçek Onları basacak mıydı bağrına? Hem neden kokuları sarmıştı. Bahçedeki sundurmanın basmasın ki, torunları değil miydi onun? Torunlar hemen altına iki tahta sedir konulmuşt u, babaannesine ve dedelerine karşı nasıl sedirin üzerine halı desenli minderler özenle, davranacaktı? Bilemiyor, yalnızca merak ediyordu. İçindeki heyecanı artıkça artıyordu. Güneşin ortalığı aydınlattığı bir saatte köylerine giden yolun sapağına geldiklerinde, usulca bastı frene. Sarsmadan aracı durdurdu, indi. Kırışmış pantolonunu düzeltti. Karısına, ‘’Sen kullanır mısın hayatım?“ diye rica etti, sesi titriyordu. Heyecanı yüzüne vurmuş geziniyordu. Bir sigara yaktı, heyecanını dağıtmak için. Derin bir nefes çekti sigarasından. Birden arka kapısı açıldı arabanın, çocuklar kendilerini dışarıya attılar. “Mami!“ diye bağırmaya başladı küçük kız Side. “Kuzulara bakın hele bir! Ne kadar da sevimliler.“

10


yerleştirilmişti. İki sedirin arasına kilimler seriliydi, kilimin üzerinde kocaman bir sini vardı. Sininin içinde, ilk göze çarpan tereyağı, çökelek, yeşil soğan, bal, zeytin ve bolca yufka ekmeğiydi. Bardaklardaki çay sıcacıktı, çayın dumanı tütüyordu hâlâ. Halil yüreğinin sıcacık bir ekmek gibi yumuşadığını hissetti birden. Sininin etrafına bağdaş kurup afiyetle sabah kahvaltısı edenlere “afiyet olsun” diye seslendi. Sofradakilerin hepsi derin bir şaşkınlık içindeydi. Göz göze gelince, bu kez ‘’Merhabalar’’ dedi, sesinde bir heyecan okunuyordu.

TOPLANIN, VAKTİDİR

Sofradakiler ağız birliği etmişçesine, “Sağ ol“ dediler. “Buyur evlat sen de katıl soframıza“ dedi, altmış-altmış beş yaşlarında saçları kırlaşmış, güler yüzü bir erkekti bu. Halil tanıdı hemen, karşısında duran babası Doktor İsmail’i. Doktor değildi ama sıhhiyeciydi. Köy yerinde ”Doktor İsmail” olarak anılırdı. Doktorluğu köy sınırını aşmış civar köylere kadar ulaşmıştı. İçinde bulunduğu dönemde muhalif olduğu Adalet Partisi onu Antep’ten Doğu’ya Şark Hizmetine göndermek istemiş -ki aslında sürmek, yıldırmak, gözdağı vermekmiş niyetleri- o da gitmemek adına direnmiş, baş edemeyince de istifa etmiş devlet memurluğu görevinden. Ama doktorluğu kendi köyü ve civar köylerde devam etmişti. Kısa süreli yaşanan bir sessizliğin ardından bir iki kişinin ancak sığabileceği kadar bir yer açıldı sofrada kendiliğinden. Halil’in heyecanı bitmiyor, aksine katlanarak artıyordu. Üstelik kendisini tanıyan çıkmamıştı. Sürpriz yapacağım diye, önceden kimseye haber de vermemişti... Doktor İsmail bahçe içerisinde bekleşmekte olan, sofraya buyur ettiği kişilere dönüp dikkatlice bakınca oğlu Halil’i tanıdı hemen. Birden, “Halooo“ diye bağırdı. Bağırtısı bir hançer olup göğü yırttı âdeta.“ Halom benim.“ Oturduğu yerden fırladı kalktı ayağa, koştu Halil’e. Halil de ona... Sofradakilerin lokmaları ellerinde öylece kalakalmış, donmuşlardı sanki. Herkes

Yavaşça bırak koynuna toprağın karışsın hücrelerim yağmurlar yıkasın karışayım yeniden doğayım rahminden toprağın. Dönüşeyim yeniden, yeniyi, sarmaşıklar olup sarayım. Devrim uyuşuğu buruşmuş sokaklarına dalayım tek tek kapılarına haykırayım, -bırakın ay kalsın karanlığın omzunda, -yıkın korkunun tapınaklarını -gömün sunakları toprağa, -sarın gökkuşağını boynunuza -toplanın/vaktidir -barikatlardan geçip -büyük meydanda...

NECİP TIRPAN 11


şaşalamış, donakalmıştı âdeta. Halil ve babası birbirine sarılmış bir hâlde ağlıyorlardı. Karısı ve çocukları böylesi bir manzara karşısında gözyaşlarını tutamayıp saldılar. Gözyaşı musluklarını sonuna kadar açmışlardı. Sofradakiler de bu ağlama kervanına katılmakta gecikmediler. Herkes ağlıyordu şim- Halil’in annesi kendi dışında nelerin döndüğünü anlamış değildi hâlâ. Gözleri son günlerde iyice bozulmuş, hiçbir şeyi seçemez olmuştu. Yer sofrasındakiler birbirleriyle yarışırcasına kalktılar ayağa. “Ana“ diyordu bir erkek. Otuz yaşlarında, boyu ortadan az uzun, kemikli burunlu, yüzünde çiçek yanığı olan biriydi bu. Gözlerini saklayan nereden alındığı belli olmayan bir gözlük takmıştı. “Ana’’ diye bağırdı bir kez daha. ’Sana söylüyorum. Abim Halil bu! Oğlun Halo!“ ‘‘Yo beni kandıramazsınız “dedi ana. “Öyleyse nerede benim Halom. Peki, ben neden göremiyorum ki’” Bahçede kendiliğinden bir sevgi yumağı oluşmuştu. Herkes birbirine sevinçle sarılıyordu. Ağlamalar, bağırtılar, sevinç naraları bahçeden dışarıya taşmıştı. Sesleri ta evlerinden duyanlar, "neler oluyor?" diye biraz da meraklarını bastırmak için, Doktor İsmail’in evine doğru sökün etmeye başladılar...

elindeki mendili defalarca kokladı. Mendiliyle Halil’in yüzünde birikmiş boncuk boncuk terleri sildi. Mendili burnuna götürerek tekrar kokladı, olmadı bir kez daha kokladı. İyice emin olmak istiyordu. Birden bağırıp çağırmaya başladı: ”Halom!“ diyordu. ”Anan sana kurban olsun! Demek sen geldin ha? Yiğidim, aslanım Halil’e sıkıca sarıldı, tüm bedeni zangır zangır titriyordu. Öpmeye başladı yüzünü, gözünü, her yanını öpüyordu. Saçlarını kokladı, öptü... Saçlarının yer yer döküldüğünü, aklaştığını fark etti, ama sesini çıkarmadı yine de. ”Ah Halom “ diyordu. ”Senin yokluğunda, seni ne çok özledim bir bilsen! Seni her hatırladığımda hep bu mendildeki terini kokladım. Mendil sen kokuyordu. Mendil seni alıp bana getiriyordu. Mendili sana sarılır gibi geceleri koynuma sokuyor, öylece birlikte uyuyordum. Gittiğim her yere beraberimde seni de götürüyordum. Sen bendeydin hep, gitmedin ki hiç uzaklara. Hep Hızır’a dualar ediyordum, ölmeden bir kez de olsa seni bana göstersin diye... Bak Hızır dileğimi kabul etti, seni bana yolladı.” Sesi çatallaştı, yüreğinin atışlarını kulağında duyuyordu. Heyecanı kat kat artmıştı. Gözleri kararır gibi oldu. ”Oğlum, mum kokulu oğlum” dedikten sonra dayanamadı bir yılan gibi kaydı Halil’in elleri arasında, yığıldı kaldı olduğu yere, kendinden geçmiş bayılmıştı. Halil telaşlandı birden, elini tuttu, nabzına baktıktan sonra; "Çabuk su getirin, kolonya getirin !" diye bağırmaya başladı.

Halil babasından koptu, anasına doğru olanca tüm hızıyla koştu, anasının ellerine sıkıca sarıldı; kana Yerde yatan anasını, dizlerinin üzerine yatırmış, ona kana öptü, öptü… “Anam, anam, benim güzel, sarılmış bir halde, ağlıyordu Halil. Karısı Halile, çilekeş anam.’ diye söyleniyordu. ‘’Tanımadın mı çocukları babalarına ağlıyordu. Herkes birilerine beni, güzel anam? Benim ben. Oğlun Halil.” ağlıyordu. Kadın yerde baygın bir halde sayıklıyordu. Yerde baygın eliyle saçlarını arkaya doğru tarıyor, Kadın, Halil’i kokladı, yüzünde birikmiş terini sildi yüzünü okşuyor ve ağlıyordu Halil. Karısı Halil’e, entarisinin yeniyle. Bu kez entarisinin yenini öpüp çocukları babalarına ağlıyordu. Herkes birilerine kokladı. Sonra birden Halil’den sıyrıldı kurtardı ağlıyordu. Annesi yerde baygın bir hâlde sayıklıyordu: kendini, eve doğru koşup girdi içeriye. Halil şaşkındı... ”Oğlum, Halom, mum kokulu oğlum” diyordu. Gelini, torunları yanı başındaydı. Başucuna çöken küçük kız Sandığı açtı, içinde daha önceden bin bir özenle Side, minnacık pamuğu andıran ellerini, kadının ütülenip katlanarak üst üste dizilmiş kumaş solgun yüzünde gezdiriyor, bir yandan da, parçalarını bir bir sandıktan çıkarmaya başladı. Bir ”Babaanne, babaanne” diyordu. ”Gözlerini aç, bir bak şeyler aradığı her hâlinden belliydi. İlk bakışta tatlı torunun Side başucunda. Seni görmek istiyor.” sararmış olduğu her hâliyle belli olan, buruşmuş Yerde baygın yatmakta olan kadın hiç kimseyi bez bir mendili bulunca rahatladığını hissetti, bir görmüyor, duymuyor yalnızca, ”Halom” diye çocuk gibi sevindi hatta. Her şeyi oracıkta olduğu sayıklıyordu. gibi bırakarak yeniden bahçeye Halil’e koştu,!”

NECMETTİN YALÇINKAYA

12


TARİH BİLİNCİ

çayırlara dört nala koşan bir at olmalı insan bazen ya da ağaçlara rahatça tırmanan bir maymun koluyla yaşamalı asılıp ağaca rahatça penguence konuşabilecek bir kültür edinmeli ya da ölmeli kutupta hayvan yanlarını açığa çıkaracak denli serbestçe ve sınırsızca sevişmeli.. ölmeliyse de ölmeli doğum acısından rahatça... seni kandırıyorlar, seni evet seni kandırıyorlar ne at, ne ağaç, ne maymun, ne kol, ne penguen, ne kutup var bu dünyada... sadece sen varsın diye seni şiirlerle kandırıyorlar dostum... şiire kanma, hiç kanma hep şiir ol ve hem onlardan ol hem onlardan ol -ma- su ol su sadece su ol ... sen olursan belki sağrına yaslanır şafak çiçekleri, at yelesi rüzgârında sen olursan belki penguenle bir düğün töreninde fraksız kalmazsın acısanda sen olursan belki ben olmayı bile öğrenirsin, hayvanlığımın konağında... rahatça ölmenin en uzun soluğuyla yaşarsın tarih bilincinde...

HALDUN HAKMAN 13


FRANZ KAFKA / Yavuz Aközel KLİDAS (SESSİZLİĞİN DEVİ)

Franz Kafka, Dünya literatüründe hakkında en çok yazı yazılan, yapıtları üzerine değişik bakış açıları ile çok yönlü kritikler yapılan,kafa yorulan önemli bir dünya yazarıdır. O, yazılarını 20. Yüzyılın başında yazdı. Aradan bir yüzyıl gelip geçti. Dünya bu süreç içerisinde her yönüyle değişime uğradı. Bu değişimler içerisinde asıl temel yön aynı kaldı, o da: 21.yüzyılın da “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olduğu gerçeği! Kafka’nın tanık olduğu 1917 ekim devriminden arta kalan serap’sı aldatıcı görüngüler de 1990’larda son soluğunu yitirip kapitalizme teslim oldu.

Burada Kafka bize neyi fısıldıyor peki? Bunlardan hangisini? Umutsuzluğu mu? Terkedilmişliği mi? Yoksa kapkaranlık bir yazgıyı mı?

Herşey yeniden mi başlıyor? Yanlışlıklarımız ve yetersiz savaşımımız bizi ta en başa mı sürükledi? Ve biz artık tüm umutlarımızı yitirip, bugünümüzü ve geleceğimizi diriltilmiş tanrıların bize bir tatlı şerbet gibi sunduğu yazgılara mı terk ettik? Biz Martin Heideggerd’in dünyaya öylece fırlatılıp terkedilen insanı’nın yalnızlığı mıyız? Ve biz Joyce’un, Dickens’in umutsuzlukları mıyız ?

Yenilgiler ve yenilgilerin toplumlara yüklediği karamsarlıklar düşünen insanı yeniden başlanılan noktadan gelinen noktaya değin geçen mesellerin sayfalarını tek tek irdelemeye yöneltiyor. Bu yönelişlerde geçmişin bazı radikal dogmaları da göze batıyor, gün ışığına çıkıyor. Kafka 1.Emperyalist paylaşım savaşını yaşadı. Ülkesi (Avusturya-Macaristan imparatorluğu) bu

‘Kafka’ dendiğinde, çoğu zaman bu üç olgu da akla geliyor.. Çünkü genellikle yazar, eleştirmen ve entelektüel çevreler onu bize böyle tanıtmış böyle lanse etmişlerdir. Kafka’yı imgelediği gerçeklerden soyutlayarak bize tek boyutuyla ya özeline ilişkin olarak ya da onu, kurduğu metafor ve alegorilerden soyutlayarak yorumlama yönünü seçmişlerdir.

14


savaşın içerisinde yer almıştı ama ne yazık ki odalarında zehirlenerek, bir bölümü de onun savaşa ilişkin tepkisinin ne olduğuna ilişkin fırınlarda yakılarak katledildi. Kafka’nın üç yeterince bilgiye sahip değiliz. kızkardeşi de bunlar arasındaydı. Yine sevgilisi Milena da faşizmin toplama kamplarında can Günlüklerinde ve mektuplarında savaşın bitimine verdi. Ama Kafka bunlara tanık olamadı. Çünkü ilişkin ve çek cumhuriyetinin kuruluşuna ilişkin o yaşamıyordu artık. gösterdiği tepkiler uzaktan bir gözlemcinin silik tepkilerinden başka bir şey değil.. Kafka bu Berthol Brecht Kafka’yı değerlendirirken şöyle değişimlerde fazla bir olağanüstülük görmemekte diyordu: “Ancak hayatı gönül gözüyle evinin pencerisnden cumhuriyetin kuruluşunun gören bir sanatçı olarak Kafka, yaklaşan kutlamalarını izlemekle yetinmektedir.Ama bu şeyi, yaklaşanın gerçekte ne olduğunu mesellere ilişkin Kafka’nın düşüncelerini kaleme görme-den görmüştü. Burada bir kez aldığı yazılar olmuş olabilir. daha Kafka’nın eserlerindeki peygamberce yönü belirtti.”(Estetik ve 1930 yıllarında Berlin’de Dora Diamant’ın evine Politika, Walter Benja-min, Brecht’le yapılan baskında gestapo Kafka’ya ait bir tomar söyleşiler S.176 ) yazıya el koymuştur.(Bu yazılar imha edilmiş olabilir) Düşünüyorum da, geleceğe ilişkin aydınlık bir bakış açısı olmayan, hatta geleceğe ilişkin Ama çeşitli dökümanlardan genel olarak savaşa belirgin bir düşüncesi de olmayan Kafka’nın karşı olduğunu da biliyoruz. Daha lise yıllarında geleceği şöyle veya böyle görmesinin, sosyalist ve anti militarist Klub Mladych’ın daha görebilmesinin olanaksızlığı ortada. Brecht çok “savaşa karşı anaların boykotu”, Paris ‘görmeden görmüştü’ diyerek aslında doğru bir Komününün 40.yıl dönümü, Parisli işçi önderi ifade ile Kafka’ya olağanüst ü ve mistik Liabuf’un idamına karşı halka açık konferenslara özellikler yükleminin bir bakıma önüne de katılıyordu.. geçmiş oluyor. 1909 ekim ayında da Francesco Ferrar’nın idamına karşı bir toplantı düzenlemişlerdi. (F.Ferrar (1859-1909) İspanyol anarşist, pedegog. Kitlesel devlet okulu eğitimine ve bu eğitimin 19.Yüzyıl’ın yeni sanayi ekonomileri için iyi -eğitilmiş ve iyi-denetlenen işçiler üretmedeki rolüne eğilmiştir. İspanyada ‘özgür okul’ açmış, ancak kral 13.Alfons’a girişilen suikast sonrası hapise atılmış, okulu da 1906’da kapatılmıştır. 1 yıl sonra da serbest bırakılmıştır. Ancak 1909’da Barselona’da başlıyan anarşist ayaklanma neticesi tekrar tutuklanarak idamla yargılanmış ve infaz edilmiştir. Ferrar ölümle yargılanırken tüm dünyanın ezilenleri Ferrar’ın serbest bırakılması için gösteriler tertiple-mişlerdir.)

Brect’in bu ifadelerinde öne çıkarılması gerekli bir şey varsa, o da Kafka’nın katı bir ortodoks anlayışıyla kenara atılamıyacağı, önemsenmesi gerektiği gerçeği. Brecht de Lukacs gibi Kafka’yı onaylamasa da onda var olan ile olmayanı Marksist bakış açısıyla değerlendirmeye çalışmıştır. Bunu tam olarak başarıp başaramadığı ise ayrıca tartışılması gerekli bir konudur.. Şu kadarını söylemekte yarar görüyorum:

Brecht, Kafka’nın baş yapıtlarının ana temasını oluşturan anti otoriterlik kara mizahına kritiklerinde yer vermiyor. Söz gelimi ‘Dava’ romanını “büyük şehirlerin sonu gelmez, karşı konulmaz büyümesinden duyulan korku” 2. Emperyalist paylaşım savaşında 40 milyon olarak özetliyor ve devamla “Dava”yı insan yaşamını yitirdi. 6 milyon Yahudi öldü. peygamberce yazılmış bir kitap olarak Bunların bir bölümü Alman faşizminin gaz niteliyor.(Estetik ve Politika.S.181) 15


Yine Brecht’in diline doladığı ‘peygamberce’ sözcüğü de biraz kulağı tırmalamıyor değil! Kapitalizm barbarlıktır. Kapitalizm yıkılmadıkça barbarlık da süre gidecektir. Kapitalizm var oldukça, teknolojideki her gelişme barbarlığın da gelişmesi anlamını taşıyacaktır ve gelişen teknoloji, teknolojiyi yaratan insanın ölüm aygıtı olacaktır. Kafka, yaşadığı o geçiş döneminin (Avusturya-Macaristan imparatorluğu) Habsburg hane-danlığının ve birinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası oluşan Çek Cumhuriyetinin temeline inmekte, kritiğini yapmaktadır. İçinde yaşadığı dönemin insanını, devletini yani sistemi ve sistemin oluşturduğu insanı çok yönlü boyutlarıyla ve gerçekçi bir bakış açısıyla değerlendirmekte, eleştirmektedir. Ama hepsi bu kadardır. İçinde yaşadığı dönemin vehameti, onu yıkıma ve ümitsizliğe götürmekte, diyalektik bakıştan uzaklaştırmaktadır, dolayısiyle Kafka’nın yazdıkları yaşamının ve 1908-1924 döneminin gerçekleridir. Kafka’nın yaptığı ise bu gerçekleri kendi simgeci ve gizemli ama başkaldıran fantastik anlatısıyla sunmasıdır. Geleceğe olan umutsuzluk ise sadece Kafka’ya ilişkin bir olgu olmayıp o dönemin Orta Avrupa edebiyatına damgasını vuran(1908-1920) genel bir özelliktir. Kafka’da başkaldırı var mıdır? Bugüne değin Kafka’yı değerlendiren eleştirmenlerin ezici çoğunluğu onun yazgıya boğun eğen, karamsar, geleceğe umutsuz bakan melankolik bir tip olarak portesini çizmişlerdir. Artık Kafka’ya değişik gözle bakmak gerekiyor. Onun yapıtlarındaki otoriteye karşı olan vazgeçilmez itaatsizlik, başkaldırı gücünü es geçmemek, yadsı-mamak gerekiyor.

Franz Kafka, 3 Temmuz 1883’de Prag’da(Avusturya-Macaristan) doğdu. “Avusturya-Macaristan o dönemde ‘ Hobsburg hanedanının yönettiği birleşik bir imparatorluktu.” 3 Haziran 1924’de Avusturya’da Viyana yakınlarındaki Klosterneuburg’daki Kierling senatoryumunda gırtlak vereminden öldü. Annesi: Julie Löwy(Kafka)(1856-1934), Babası: Hermann Kafka(1852-1931) Kronolojisi: 1889-1893 Et pazarındaki Almanca eğitim veren ilkokul 1893-1901 Alman Devlet Lisesi 1901-1906 Prag Alman Üniversitesinde 2.sömestreye kadar yüksek öğrenim(Alman filolojisi) Sonra hukuk öğrenimi. 1902 Önce Max Brod ardından da Felix Weltsch ve Oscar Baum ile tanışma. 1904-1905 Bir Savaşın Tasviri öyküsü 1906 Hukuk doktorasını alış. 1907 Taşrada Düğün hazırlıkları,ekim ayında İtalyan Sigorta şirketi “Assicurazioni Generalide” iş başı. 1908 Temmuz’undan itibaren 1922 temmuz’undaki emekliliğine kadar yarı resmi “İşçi Kaza Sigorta Şirketi(Enstitütüsü)”. Hyperion dergisinde ilk defa sekiz adet düz yazısının yayınlanması. 1912 yılının başlarında Yitik(Amerika)nın ilk taslakları. Ağustos ayında yüzlerce mektup yazdığı(511 mektup, kartpostallar ve mektup fragmanları, hepsi birlikte 700 baskı sayfası) Bak:(Reiner Stach,Kafka,Karar Yılları.S.164) ve iki kez nişanlanıp ayrıldığı Max Brot’un uzak bir hısımı, Berlin’li bir Yahudi olan Felicie Bauer ile tanışması. Felicie Bauer Berlinde gramofon, dikte etme makineleri vb. şeyler üreten Carl Lindström A.G’de stenografçı olarak çalışıyordu. Eylül:Yargı, Ekim:Felicie Bauer’le mektuplaşmanın başlangıcı Kasım-Aralık :Değişim(Dönüşüm) 1914 Dava’nın yazılmaya başlanması,Felicie Bauer’le nişan,Ekim:Ceza Sömürgesinde, Yitik (Amerika)nın son bölümü,Grete 16


Bloch(Felicie Bauer’in arkadaşı)ile tanışma. 1915Fontana ödülü, 1916 Kasım:Değişim(Dönüşüm)in basımı. 1916 Yargı’nın basımı 1917 Felicie Bauer’le ikinci kez nişan. Eylül :Akciğer veremi teşhisi, aralık:Nişan’ın bozulması 1919 mayıs:Ceza Sömürgesinde’nin basımı, Julie Wohryzek’le nişan. Kasım:Babaya Mektup 1920 Gustav Janouch ile tanışma.Nisandan itibaren Milena Jasenka’yla mektuplaşma.Julie Wohryzek’le nişanın bozulması. Bir Köy Hekimi’nin basımı. 1922 Ocak-eylül : Şato bu arada ilkbahar’da Bir Açlık Cambazı,yaz ayında da Bir Köpeğin Araştırmaları. 1923 Temmuz’unda Baltık Denizi, Dora Diamant ile tanışma Berlin’e Dora Diamant ile yerleşme. 1924 Mart ayında hastalığın ilerlemesi ile Dora Diamant ile birlikte Prag’a dönüş. Son öyküsü Şarkıcı Josefine Ya da Fare Ulusu. Nisan ayında Prag’dan ayrılıp Dora Diamant ve Robert Klopstock’la Kierling senatoryumuna gidiş. 3 Haziran’da orada ölür. 11 Haziranda Prag’dacenaze töreni yapılır.

Franz Kafka’ya Genel bir bakış O, hep özgürlüğünü aradı. Ama bu özgürlüğün ne olduğunu aslında o da bilmiyordu. Bildiği şey, kırk bir yıllık ömrünün neredeyse tamamının Prag’ın dar bir çevresinde kafesteki tutsak bir kuş gibi geçirmiş olduğuydu. Sürekli ‘baba’ adını verdiği otoritenin herşeyi gören gözleri sanki hep onu izliyordu ve sanki herşeyi o otorite tarafından kontrol altındaydı. O, ataerkil bir toplumda erkek egemenliğinin ve despotizminin sillesini yiyen kadınların çocuklarındandı. Çünkü ataerkil toplumdaki erkek despotizmi sadece kadınlar için değil, kadınların yarattığı çocuklar için de “Katil Prokrutes’in” kanlı karyolasını kurmuştu.

Kafka, en önemli yapıtlarını yazdıktan sonra onlar kadar önemli bir şey daha yaptı: Babası Hermann Kafka ile aralarında Julie Wohryzek ile evlenme meselesinden ötürü çıkan çatışma sonrası Kasım 1919’da babasına bir mekt up yazdı. Aslında Julie Wohryzek ile ilgili sorun sadece babasına ve kendisini tahakkümü altına almış olan, onu soluksuz bırakıp boğan otoriteye karşı çaresiz bir feryadın vesilesiydi. Ama bu mektup hiçbir zaman için babasının eline geçmedi. Hermann Kafka bu (Kronolojik sıralama Klaus Wagenbach’ın mektuptan habersiz olarak öldü. Ama mektup, “Kafka “adlı yapıtının 149/150.sayfaları örnek yazdığı öykü ve romanlar ve de Felice’ye, alınarak yazılmıştır. Milena’ya yazdığı” mekt uplar”, tuttuğu” günceler” “…….Gezinmeye devam ettik.Franz kadar da ilgi çekti, okundu. Çünkü bu mekt up ruhunun,fiziğinin yapılanmasındaki Kafka,babasının mağazasıyla evini gösterdi. Kafka’nın etmenlerin temel nedenlerini yansıtıyordu. O şöyle ‘Demek zenginsiniz’ dedim. yazıyordu: Franz Kafka dudak büktü. ‘Zenginlik nedir ki? Kimi için eski bir gömlek, “Çok sevgili baba, zenginliktir. Kimi de on milyonuyla yoksuldur. Geçenlerde bir kez, senden korktuğumu öne Zenginlik, baştan aşağı görece ve yetersiz bir sürmemin nedenini sormuştun. Genellikle şeydir. Temel bakımdan, sadece özel bir olduğu gibi verecek hiçbir cevap buladurumdur. Zenginlik, kişinin elinde bulunan madım, kısmen tam da sana karşı şeylere ve ele geçireceği yeni şeylere bağlılığı duyduğum bu korku yüzünden, kısmen de demektir. Yeni yeni bağımlılıklar demektir. bu korkuyu gerekçelendirmek üzere, konuMaddeleşmiş güvensizliktir sadece.’ (Kafka ile şurken toparlıyabileceğimden çok daha fazla ayrıntı gerektiği için. Ve şimdi burada Konuşmalar, Gustav Janouch.S.17) sana yazılı bir cevap vermeyi deniyor olsam 17


GÜNEY

bu fazlasıyla eksik kalacaktır, çünkü bu korku ve onun etkileri senin karşında yazarken de ket vuruyor bana ve dahası meselenin büyüklüğü, hafızamın ve aklımın sınırlarını çok aşıyor.” (F.Kafka,Babaya Mektup.S.15) Franz Kafka neredeyse ölünceye dek işte anne ve babasıyla birlik yaşamak zorunda kaldı. Aynı evin içerisinde bir yabancı gibi duyumsadı kendini ve bir yabancı gibi de yaşadı. 28 Ağustos 1913’de Carl Bauer’e şöyle yazıyordu: “Ailemle yaşıyorum..”, “en iyi, sevecen insanların arasında bir yabancıdan daha yabancıyım. Annemle son yıllarda, günde ortalama yirmi sözcük bile konuşmadım. Babamla selamlaşma dışında nerdeyse bir şey konuşmadım. Aile için bende ortak yaşam anlayışı eksik.” (R.Stach,Kafka,Karar Yılları 1,S.45)

Bulutlar gelir güneyden Gözleri yaşlı Beyazlığı yanıltmasın yüreği yaslı Acılar bu topraklara mı yazılmış anne? Her şeye ne çabuk inanırız ezelden Ölümü ödül gibi anlatırlar durmadan Analar fazladan doğursun baksın büyütsün Dokuz aya kaç ölüm düşer öğretmenim?

ÖZER GENÇ

Kafka ailesi ile arasında oluşmuş bu buz duvarının etmeni olarak kendindeki “aile için ortak yaşam anlayışının olmaması”nı gösteriyor. En azından etmenlerinden biri olduğunu da işaret etmiş oluyor. Ama bu eksikliğin asıl nedeninin, kaynağının ne olduğunu Babaya mektup’da göstermiş olduğu halde, burada göstermiyor, gösteremiyor. Aradan 9 yıl geçtikten sonradır ki, yani Kasım 1919’da, bu eksikliğin bilincinde olarak taşı gediğine yerleştiriyor. Otorite’nin sinsice salgıladığı Korku! Yaşamı boyunca hep bir şeylerden korktu. Evlenmekten korktu, çocuğunun olmasından korktu, evden uzaklaşıp kendi ayaklarının üzerinde sapasağlam durabilmekten korktu. Konuşmaktan korktu. Hep köşesine çekilip sessizce dinledi.. Onun içindir ki, ona ‘Klidas’(Sessizliğin dev’i) denildi. Kafka daha 16 yaşında lise sıralarındayken ilgi duymaya başlıyor. Bu sosyalizm, Marx öncesi dönemin sosyalizmiydi ve yaşamı 18


boyunca da bunu savundu.Rusyada yenilgiye uğrayan 1905 devriminin Sovyetler’e ait bazı ilkelerini Filistinde gerçekleştiren Chaluz (3) hareketine karşı da ilgisi büyüktü. Hatta Felicie Bauer’le birlikte Filistin’e gidip bu harekete katılmak düşünü kuruyordu. Kafka’nın sosyalizme olan ilgisi ölünceye dek devam etmiş, hatta denebilir ki, bu ilgi gün geçtikçe giderek de artmıştır. Dolayısiyle sosyalizmin kuramsal yönü ile de yakından ilgilendiği söylenebilir. 1918’in Martında yazdığı Mavi Oktav Defterleri’nin 4.de Mülksüz işçiler sınıfı (Die besitzlose Arbeiterschaft) . (Türkçeye ’Yoksul İşçilerin Kardeşliği’olarak çevrilmiş.) başlığını taşıyan bir tasarı hazırlamıştır. Tasarı şöyledir :

Haklar: En çok altı, kol işçileri için dört beş saatlık mesai. Hastalanıldığında ya da ileri yaş nedeniyle çalışılamayacak duruma gelindi-ğinde, Devlet tarafından işletilen yaşlılar bakımevinde ve hastahanelerde bakılma. Çalışma yaşamına bir vicdan, mesai arkadaşlarına karşı bir bağlılık meselesi olarak bakmak. Miras yoluyla kazanılmış tüm malları, hastane ve yurt yapımına katkıda bulunmak üzere devlete vermek. Hiç değilse geçici bir süre, kendi geliriyle geçinebilen kişilerin, evlilerin ve kadınların işten uzak tutulması.

Konsey (mutlaka yerine getirilmesi gereken “Yükümlülükler: Ne parası, ne değerli eşyası bir ödev) hükümet’le işbirliği içinde olacak. olacak, kendisine verildiğinde de kabul etmeyecek Kapitalist işletmelerde de(bundan sonra iki bunları. Yalnız aşağıdakilere sahip olmasına izin sözcük okunmuyor). vardır: En basitinden bir giysi (ayrıntıları edilmiş bölgelerde,düşkünler saptanacak), çalışmak için gerekli alet edevat, İhmal kitap, kendine yetecek kadar yiyecek içecek. yurdunda bulunanlar öğretmenlik yaparak yardım edilebilir. Üst sınır beş yüz kişi. Bunun dışında herşey yoksullarındır. Bir yıl staj. Geçimini yalnız çalışarak sağlayacak. Sağlığının (Franz Kafka,Mavi Oktav Defteri,S.81-82)

zarar görmeyip gücünün yeteceği hiçbir işten kaçınmayacak. Çalışacağı işi ya kendisi seçecek ya Burda önemli bir noktaya değinmeden da bu mümkün olmadığında, hükümete karşı edemiyeceğim. Bilindiği gibi Kafka dönemin sorumlu olan İş Konseyi’nin anlaşmalarına uyacak. anarşist ideologlarını okumuş, onlardan etkilenmiştir. Baş yapıtları sayılan Dava ve Çalışmasına karşı alacağı ücret, iki günlük Şato’da da(ayrıca bir çok öyküsünde), öyküsünde geçimini sağlamaya yetecek miktarın üstüne önemle Ceza Sömürgesi çıkmayacak. (Bu herkesin oturduğu mahalleye otoriteyi kıyasıya eleştirmiştir. Dava ve Şato’daki otorite kimdir? Elbetteki modern göre ayrıntılı olarak saptanacak). burjuva devletidir. İşte Kafka bu modern Çok sade bir yaşam sürecek. Zorunlu ihtiyacı devleti ve onun kurumlarını romanlarında kadar beslenecek, örneğin bir anlamda en yüksek karşısına almakta, karikatürize etmekte, ücret sayılabilecek en düşük ücret karşılığı olarak ipini pazara çıkarmaktadır.

ekmek, su hurma. En yoksulların yediği kadar yenilecek, en yoksulların barındığı gibi barınacak. Oysa yukarda alıntısını da verdiğimiz ‘Mavi Oktav Defterleri’ndeki taslağında taslağını çıkardığı bir İşverenlerle ilişki, karşılıklı güven ilişkisi üzerine kurgulayarak ‘devlet’i yani otoriteyi kurulacak. Alınan her iş, ciddi sağlık nedenleri yönetimde dışlamamaktadır. Taslak 1917 Ekim dışında her koşulda bitirilecek. 19


süreçte kaleme aldığı öncelikle Yargı, Dönüşüm(1912), Dava, Ceza Sömürgesinde(1914), Yitik (Amerika) (1914), burjuva otoriteye karşı derin bir nefret darbelerinden çıkan anlamlı sesleri dinle-mekte ve bu anlamda Kafka’nın kara mizahındaki gerçeklik payının da ne kadar büyük (“Acaba çeviri hatası mı var?” diye de metnin olduğunu bilince çıkarmak-tayız. orijinaline baktım. Hayır çeviri hatası yok! Burada yazıldığı gibi orijinal metinde de ‘Devlet ve Bir gecede yazdığı ama en önemli hükümet’ olarak geçiyor. Şöyle ki: öykülerinden biri olan Yargı’da ataerkil devriminden bir yıl sonra yazıldığına göre Kafka’nın Lenin önderliğindeki Proleterya Diktatörlüğünden olumlu etkilendiği hatta proleter otoriteye (geçmişin ezilenlerinin işçi -köylü diktatörlüğüne) hoşgörüyle baktığı akla gelmektedir.

“Mitgebrachten Besitz dem staat schenken,zur Errichtung von Krankenhaeusern, Heimen. Vorlaeufig wenigsten Ausschluss von selbstaendigen,verheirateten und Frauen. Raü (Schwere pflicht) vermittelt mit der Regierung.”

otoriteye odaklanan Kafka, bu öyküsünde birazda kendi gerçeğini çağrımlaştıran bir kahraman yaratmaktadır: Georg Bendemann. Öyküde G.Bendeman otoriteye (babaya) karşı boyun eğmekte, babanın verdiği bir emri yerine getirerek kendisini nehire atarak boğmaktadır.

Burada Staat ,devlet ; Regierung ise hükümet anlamına gelmektedir. Kafka’nın otoriteye karşı pasif, sessiz uysallığın ardındaki ‘boyun eğme’olarak Bu düşüncenin bir yönüdür. Diğer yönü ise Kafka algılanabilen estetiğinin genel perspektifi bu tasarısını, kapitalist bir düzende uygulamak ‘Yargı’ öyküsü ile başlıyor diyebiliriz. Bu hayali üzerine kurmaktadır. Her durumda Kafka’nın genel perspektif, önce tek tek kişilerin, sonra bir ikilem içerisinde olduğu gerçeği çıkıyor ortaya. ailenin, sonra kitle ve toplumların Yapıtlarında otoriteden sınırsız bir nefret, otoritenin görünmeyen otorite karşısındaki kölece kesin reddi işleniyorken, kurguladığı düzende ise boyun eğmelerinin kara mizahıdır. ’Baba’ otorite’nin gölgesinde oluşmuş konseylerin olgusu, Kafka’nın pratiğini yaşamış otoritenin mülksüzlere sağlaması gerekli olanaklar ve haklar aile içerisindeki görüngüsüdür. Bir çok sıralanıyor. yapıtında da işte bu ‘tekil ve öznel metafordan hareketle nesnel bir metafor Yani bir tarafta Lenin’in Proletarya diktatörlüğü var. sunmaktadır. Yargı’dan sonra ‘Baba’ (Kafka’nın deyişiyle ‘mülksüz işçi sınıfının’ metaforuna bu kez insan gibi düşünebilen diktatörlüğü) Bu diktatörlük devleti, Lenin’in ‘böcek’ imajını da katarak kasım/aralık’ta önderliğinde gerçekleşleştirilmiştir. Yani vardır ve Dönüşüm’ü yazıyor. bir gerçektir. (4.Mavi Oktav Defterlerindeki notları yazdığı tarihte; yani 1918 tarihinde) Yargı, Kafka’nın estetik anlayışının da açık Diğer yanda ise, kendi yaşam gerçeğinde de yankısını bulabilen otoriteyi koşulsuz reddeden Kropotkin’lerin, Bakunin’lerin öne sürdükleri ve Kafkanın etkisinde kalarak yapıtlarına bu yönde ideolojik bir çerçeve çizdiği gerçek ötesi anarşist (Liberty sosyalizm) teoriler var.

bir özetidir :

<<Baba şevkatli bir ses tonuyla, “Bunu belki de daha önce söylemek istedim. Artık uygun bir zaman değil” dedi. Ve daha yüksek bir ses tonda, “Artık senin dışında olanları da biliyorsun. Bu güne kadar yalnız kendini biliyordun! Masum Karl Marx’ı hiç okumamış olan Kafka’nın Lenin bir çocuktun ve dahası dost canlısıydın! önderliğindeki 1917 ekim devrimine kadar olan – Bu nedenle şunu bil : Seni suda 20


boğularak ölmeye mahkum ediyorum.” >>(Kafka,Bütün Öyküler,S.85) Sonra ne oluyor? Georg Bendemann hızla evi terkedip hemen yolun karşısındaki nehre yönelip parmaklıklara tutunarak suya sarkıyor. “Parmaklıklar arasından gelen bir otobüsü gördü. Otobüsün gürültüsü, düşüş gürültüsünü kamufle edebilirdi. Yavaşça ‘Sevgili ailem sizi hep sevdim’ dedi ve kendisini suya bıraktı. O anda sonsuz bir trafik köprünün üzerinden akıyordu.” (Ay.Yap.S.85) Bu öyküde, kapitalist toplumda aile ilişkilerindeki despotik-otoriter yansımalar anlatılırken kişilerin otorite karşısındaki çaresizliklerinin ve itiraz etme güçlerinin nasıl kalmadığının kara mizahını sunmaktadır. Bu dışavurumcu anlayış 1938’lerde o dönemin Marksist ve ilerici edebiyatçıları–eleştirmenleri tarafından tartışılmış ve gerçekten de öğretici olmuştur. Dışavurumculuk (ekspresyonizm) Birinci Dünya Savaşı öncesine ilişkin bir akım olarak 1906’lar da ortaya çıkıyor ve 1920 hatta 1930’lara dek etkinliğini sürdürüyor. B.Brecht de ilk dönemlerinde dışavurumculuktan etkileniyor, ilk dönem yapıtları dışavurumcu olarak değerlendiriliyor. (Bak.Estetik ve Politika S.21, 121) Dışavurumculuk tartışması önce Ernst Bloch ile Lukacs arasında başlıyor ve sonra B. Brecht, T. Adorno, W.Benjamin’de tartışmanın ayrı ayrı kanatlarını oluşturuyorlar. Burada yeri gelmişken yeniden vurgulamakta yarar görüyorum... B. Brecht‘in bu konuda G. Lukacs’a yönelttiği eleştiriler o dönemin göçmen yazarlarının(Nazi Almanyasından kaçan) yayın organı olan ne ‘Das Wort’da (Moskova’da yayınlanıyor) ne de başka bir yerde yayınlanmamış, ancak Brecht öldükten sonra yayınlanmıştır. Bu durum Brecht’in bir hatası olarak değerlendirilip eleştirilmiştir. Söz gelimi Güney dergisi şöyle bir eleştiri getirmiştir:

YALNIZLIĞA PRANGALI SESSİZLİKLER yaşamın koordinatları bozuk sizden saklamanın anlamı yok eskiden mırıldanan bir ezgide çiziminde bir çiçeğin çok vardık şimdi her yaş bir parçasını alıp götürdü adımız kaldı ağaç gövdelerinde dişlenen tadında elmanın içlendim kendi kendime dayandım sınırına ömrün unuttum soğuğunu mevsimin terledim de terledim kendimle konuşuyorum çın çın ötüyor kulaklarım günün anlamı yitik saatler geilp geçiyor hızla susun susun çocuklar n'olur susun telefonum çekmiyor sorular sorular korkutuyor beni haydi buyur anlat doktor bu ana kadar korkusuzdum ölüme karşı hüzünleniyorum birden eyvah giden dostları anımsıyorum üstümde kalacak bir çok vebal yazmayacağım diyorum anılarımı bakalım kim arayıp soracak üç günden sonra duyulan garibi kim nerede nasıl anımsayacak gene ben oldum bu şiirde hayallerim kuru yerde çekilmezim biliyorum başımdan geçenlere sayın bunları yalnızlığa prangalı sessizlikler imdada yetişir gibi sabah ezanları pencerem perdesiz gün ışığı hoş geldi günaydınlarınız baki sizlere karşı hevesim muhabbete hazır bekleyin geleceğim hele yorgunluğunu atsın sesim

BEKİR KOÇAK

21


“Çalışma Günlüğü’nde yeralan notlar, onun biçimcilik ve gerçekçilik tartışmasında esasta doğru pozisyonda durduğunu göstermektedir. Brecht bu görüşleri doğrultusunda tartışmaya açık müdahele etseydi,belki onun doğru görüşleri kabul edilecek ya da en azından yanlış pozisyonlar belirli ölçüde geriletilebilecekti. Tartışmanın gidişatı her ihtimalle değişecekti. Ne yazık ki Brecht bu ihtimali boşlamıştır. Bu komünist bir sanatçıdan beklenen sorumluluğun yerine getirilmemesi anlamında, önemli bir hatadır.” (Güney Dergisi ) Olgu böyle midir? Brecht yazdıklarının yayınlanması için hiçbir girişimde bulunmamış, ‘boş mu’ vermiştir? Biz bir olguyu değerlendirirken, o olguyu çevreleyen özellikleri, şartları da irdelemeyi, göz önünde bulundurmayı önemseriz. Doğrusu da budur. Önce Brecht’in Lukȧcs’a yönelttiği eleştiriler (Bunlar sırasıyla :1-György Lukacs’a Karşı, 2-Gerçekçilik Teorisinin Biçimselci Karakteri Üzerine, 3-Bir Makale Üzerine Notlar, 4-Popülerlik ve Gerçekçilik) 1938 yılında Das Wort’a gönderilmek üzere yazılıyor. Hitler’in Avusturya’yı ve Çekoslovakya’yı Almanya’ya kattığı yıldır aynı zamanda. En önemlisi de, Moskova Duruşmalarının önemli bir bölümü neticelendiriliyor bir biri ardı sıra ve Lenin döneminin önemli bolşevikleri idam ediliyor. Antifaşist cephe için de her türlü olanağın oldukça kısıtlı bir dönem olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Buna karşın, herbiri başka bir ülkede mülteci konumunda olan ilgili yazarlar yazılarını 1936-1939 yılları arasında Moskova’da yayın yapmış olan Das Wort’da yayınlıyorlar. O tarihlerde G. Lukacs, Komintern çevrelerinde giderek resmi bir otorite sayılmaya başlıyor. Yani oldukça nüfuzlu bir kişilik. Brecht’in yazdığı bu dört makale ne Das Wort’ta ne de bir başka yerde Brecht ’in sağlığında yayınlanmamıştır. Brecht’in sağlığında bu yazıları Das Wort’a gönderip göndermediği, gönderdiyse reddedilip reddedilmediği bilinmemektedir. Brecht, bu yazıların bazılarını Benjamine okuyor ve

yayınlanıp yayınlanmıyacağı üzerine ne düşündüğünü soruyor. Benjamin anlatıyor : “Bunu sorarken,Lukacs’ın ‘oradaki’ konumunun çok güçlü olduğunu da söylediğinden, hiçbir tavsiyede bulunmayacağım, dedim.‘ Bunlar artık güç ve iktidar sorunları oluyor. Oradan birilerini bulup görüşünü alman gerekiyor. Orada senin arkadaşların olması lazım, yok mu?’ –Brecht: Gerçekte ‘yok’ hayır. Ama Rusların da kalmadı; ölmüş gibiler.” Büyük terör zamanı bu makalelerin yayımlanmasında Brecht’in kendisi de izin vermemiş olabilir.(Estetik ve Politika.S.123-124) Olay bu çerçevede gelişmiştir. Brecht’in hatalı olup-olmadığı kanaatimce bu gerçekler göz önüne getirilerek değerlendirilmelidir. Yalnız bir gerçek de burada kendisini ele veriyor ki, o da dönemin komintern ve komünist partisi ve yan örgütleri içerisinde de bazı keyfi uygulamaların kişisel inisiyatiflerin geçerli olduğu bir kokuşmuşluk sezilmektedir. Dönüşüm(Die Verwandlung) :Öykünün kahramanı Gregor Samsa’nın böceğe dönüşümünü konu almaktadır.Bu önemli öykü’nün yorumunu yapmadan önce birkaç noktaya değinmek istiyorum. Türkçeye Can Yayınevi tarafından Ahmet Cemal’in çevirisyle ‘Dönüşüm’, Cem Yayınevi tarafından Kamuran Şipal’in çevirisiyle ‘Değişim’ olarak kazandırılan yapıtın her ikisinde de gözden kaçmış bir eksikliği buraya aktarmak istiyorum. Değişim ve dönüşüm olarak Türkçe’ye kazandırılan “Die Verwandlung” un baş kahramanı Gregor Samsa böceğe dönüştükten sonra tabii ki işe gidemiyor. Çalıştığı firmada yetkili bir zat olan Bay Prokurist hemen eve gelip G. Samsa’nın işe niye gelmediğini öğrenmek istiyor. Çeviride, Samsa’nın çalıştığı firmada yetkili bir bay olan Prokurist’e Değişim’de sadece ‘müdür’, 22


Dönüşüm’de ise ‘yetkili temsilci’ denmektedir. Oysa orijinal metinde (bilindiği gibi Kafka Çek asıllı bir Yahudi olmasına karşın, yapıtlarını Almanca yazıyordu çünkü annesi Yahudi asıllı bir Almandı). G.Samsa’yı ziyarete gelen yetkili kişiye’ müdür ‘veya’ yetkili temsilci değil Prokurist olarak anılmakta, öyküde sadece Prokurist olarak işlenmektedir. Yani Samsa’yı ziyarete gelen firmanın yetkili temsilcisinin adı Prokurist’tir. Sorun da işte bu ufacık ayrıntıda yatmaktadır. Önce “ Die Verwandlung“dan konumuza ilişkin original bir kaç tane pasaj alıntılıyalım: “Aber dann ging natürlich wie imeer das Diensmaedchen festen Schrittes zur Tür und öffnete. Gregor brauchte nur das erste Gusswort des Besuchers zu hören und wusste schon, wer es war der Prokurist(a.b.ç)selbst.”(F.Kafka, Die Werwandlung, S,11) (Ama sonra hizmetçi her zamanki gibi sert adımlarla gitti ve kapıyı açtı. Gregor, ziyaretçinin sadece günaydın demesini duyması ile birlikte gelenin kim olduğunu hemen anladı. Gelen, Prokurist’in kendisiydi. “‘Gregor’, sagte nun der Vater aus dem Nebenzimmer links,” der Herr Prokurist(a.b.ç.) ist gekommen und erkundigt sich,warum du nicht mit dem Frühzug weggefahren bist. Wir wissen nicht,was wir ihm sagen sollen.”(ay.yapıt,s.12) (Yandaki sol odadan babası “Gregor” diye seslendi. “Bay Prokurist geldi ve senin sabah treniyle (iş’e) neden gitmediğini soruyor. Biz ne söyliyeceğimizi bilemiyoruz.” Kafka, Gregor Samsa’yı işe götürebilmek düşüncesiyle kontrole gelen yetkili kişiye bir ad takmıştır:PROKURİST ! Kafka bazı öykü ve romanlarında anlatmak istediklerine ilişkin çağrışımlar yapmak için Yunan mitolojisi kaynaklarına da başvurmaktadır. Dönüşümde ‘Prokurist’, Şatoda ‘Momus,’ ayrıca

Prometheus, Poseıdon vb. Yunan mitolojisinden Kafka’nın yapıtlarına yansıyanlardır. Prokurist,Yunan mitolojisinde bir canidir. Atina yolu üzerindeki evinde konuk ettiği misafirlerini demirden yaptığı bir kayrolaya yatırır ve konukların yataktan taşan fazlalıklarını keserdi. En son misafiri Atina kralı Athen’in oğlu kahraman Theseus katil Prokurist’i daha küçük olan ikinci kayrolaya iterek kayrolanın dışına taşan ayaklarını ve başını kesiyor. Theseus’un kahramanlığı da buradan geliyor. Kafka’nın Grekor Samsa’nın şefini Prokurist’e benzettiği ve onların sömürüye, bir nevi gaddarlığa, egoizme, menfaate ve barbarlığa dönüşmüş pis kapitalist ilişkilerini bozmak için böceğe dönüşerek işe gitmemesi ve tüm sömürücü, asalak kesimlere (anne,baba ve kızkardeşini de kapsamak üzere) tek umut kapısı,yolu dahi bırakmaması Prokurist’in ayaklarını ve başını keserek kahramanlaşan Theseus’u çağrımlaştırıyor. Ve bizlere birden fazla şey anlatıyor. Burada Gregor Samsa bir Theseus, şefi de katil Prokurist’tir. Dönüşüm öyküsünde hem aile içerisindeki otorite(baba) hem de yaşamında belirleyici rol oynayan iş çevresindeki otorite (Prokurist) iç içe ele alınıp işlenmiş ve aralarında paralellikler kurulmuştur. Önemle Prokurist insanların varoluşu üzerinde bir kontrol odağı olarak bir mekanizma olarak betimlenmiştir.Bu bize Foucault’ın ‘Büyük kapatma ve Hapishanelerin Doğuşu’nda irdelediği iktidarın (otoritenin) insan bedeni üzerinde oluşturduğu tahribatı ele alırken erk’in her yerde olduğu ve bunun dışına çıkmanın olanaksızlığını umutsuzca betimler. Kafka, öyküsünde erk’in bu her iki otoritesine de cani gözüyle bakmaktadır. Prokurist zaten efsanevi bir canidir. Baba ise Samsa’nın ölümüne neden olan elmayı oğlunun sırtına acımasızca fırlatıp saplayacak kadar gözü dönmüş bir katildir. Yani görünmeyen 23


ana otorite, erk kurumsallaşmış kollarıyla (aile,iş yeri, okul, hastahane, hapishane, askerlik vb.) uyumlu bir şekilde sonsuza değin kalkıp inen bir tahterevalli gibi birlikte görevlerini yerine getirmekte, insanları belirli sınırlar içerisinde tutsak ederek yönetmektedirler. Uymuyanların ise yaşam haklarını bile ellerinden alabilmektedirler. Böyle bir yapılanmada duyguya acıma,vicdan vb.gibi manevi değerlere artık yer yoktur. Dönüşüm,otoritenin kendi varoluş egosuna göre biçimlendirdiği tinsel yapılanmanın aile kurumunda yansıttığı totalitarizmin oluşma aşamalarını göstermesi açısından önemi ve gerçekliği yadsınamıyacak bir baş yapıttır.

Johann Wolfgang Von Goethe , Kafka ve Dönüşüm

>Buradan Devam Edecek>

ENİŞÜRİ SOLMAYAN RESİM

seni anlatmak, anlamak seni, tanımaktır o kutsal emeği seni anlatmak, kavuşmaktır özgürce dünyanın öbür ucundan da olsa berrak sularına Munzur’un seni anlatmak, anlamaktır seni, kimsesizliği-yalnızlığı yoksulluğu, çileli büyüdüğün toprağı, ülkeyi bin dokuz yüz otuz sekizi… inadına yaşattığın umudu seni görmek yıllar sonra çerçevesiz, solmayan bir resimde canlı, dipdiri ayakta dururken elinde kürek, akan sular içinde yaşamın kaynağını bulmaktır toprağın üstüne çıkardığın suda seni taşıyan gururu seni anlatmak doğurmak için bağrında bin bir çiçeği okşadığın, suya kavuşturduğun toprağa, ağaca el verip sen gibi nezaketle konuşabilmektir dilini bir emekçi ki, nasırları patlarken üst üste kanayan parmaklarının sızısını yüreğine versin o öpülesi ellerin gördüğü, çektiği çileyi dosttan-düşmandan, çocuklarından saklasın evine götüreceği bir lokma ekmekle çocukların güleç yüzünü derman etsin derdine bilesin Memo, bilesin seni anlatmak için durmadan ölümlere vuran seni anlamaya çalışan bir yürek, korkarım yaşlanıyor zamansız

YAVUZ AKÖZEL

ERCAN CENGİZ

24


söyle, bir resim vurur mu insanı, bir resim tutup da silkeler mi insanı beni sardı işte, vurdu alnımın çatısından, gözlerim aktı yaramı kanatmak değil, öldürmek için değil elbet bu senin resmin, kendine getirir adamı görmek, anlamak, haykırmak için vuruldum bir gece vaktinde, vuruldum bir kazma, bir kürekle koca bir yaşamı kazanan sızısı yüreğime saplanan o nasırlı ellere ansızın, bir gece vaktinde, vuruldum bilmeyen bilmese de olur bu saatten sonra tanımayan zaten tanımaz emekçiyi sen ki, bir tek toprak tuttu elini bir ömür ve dokuz çocuğun yüküyle bir tek suya kavuşturduğun toprak güldü yüzüne Dersim’in yetim delikanlısı, tırnaklarınla kazandığın yaşamı kutsal bildiğin emekle, alın terini ve yere düşürmediğin yüreğin… o toprakta şimdi seni anlatmak dünden daha zordur bugün sırılsıklam çarpılmak gibidir poyraza ya da hırçın dalgalarına kapılmak gibi çırılçıplak o engin o mavi denizin içinde kalmaktır tek başına senin bakışın, onurun, bin yıl tutar insanı bu cehennemde dimdik ayakta nice bin yıl… anlamak-anlatmak için çıkarmak için sabaha o kutsal emeği bir bir konuşmak mı elinin değdiği toprakla heceler yabancı, kelimeler yetişmiyor resmine o bir kareye sığdırdığın duruşuna inan ki dar geliyor göğsümün kafesi pişirmeye çalışıyorum sözleri ayaklar çıplak, ama alnının teri kurutur tenine vuran suyu hangi kalem yazabilir ki seni tanıyan-tanımayan hangi kalem sızısını akıtır ki kağıda biliyor musun, gülüşünü özledim öyle bütünleşirdi ki o nasırlı ellerinle öyle masum, öyle içten, öyle sıcak bin dert olsa üstümde, bir bir çıkarıp atardı içimden hani, ne getirdiğin ekmekteydi gözüm ne yaptığın oyuncaklarda ne de kavgalara meydan okuyuşunda o gözlerinden okuduğum acısını, çilesini içinde saklayan gülüşünü bir bir fidelercesine yarınlara yüreğimin ortasında tutuşturulmuş bir meşale durmadan, ordan oraya savurur beni

kavgaların geliyor aklıma biz küçükken, annemle ettiğin kavgalar alışmıştık, sinirler dinince biten kavgalarındı bunlar ve köyün çeşmesinden sitille taşıdığın suda köylüler gelirdi üstüne, kadın işini yapıyor diye sen ki her zamanki ağır başlılığınla erkek dediğin derdin, yükünü hafifletmeliydi kadının söz biterdi orda, söz biterdi seni nasıl anlatmalı otuz sekizin yetim kalmış delikanlısı seni nasıl anlatmalı tanıyan hangi çocuk bir şeyler almadı ki senden işte karşımdasın, gözlerin üstümde hâlâ başını kaldırıp bakmazdın kadına eğilir dilim lal olur, gözlerim akar konuşamam biliyor musun bir tek ölüm yakışmadı sana diğerlerinin hakkından geldin kendince hâlâ varmıyor dilim, varmayacak da hâlâ görmüş de değilim boylu boyunca uzandığın toprağı ağır gelir Memo, inan çok ağır gelir bana sen ki, otuz sekizin delikanlı çocuğu ekmeğini bölüştüğün kuşlar, diktiğin fidanlar aşıladığın o piç ağaçlar, yürüdüğün yollar toprağın yüzüne çıkardığın sular… duyuyor musun, seni konuşurlar, seni bilmem nasıl anlatmalı, bilmem nasıl hani doyurabilseydin kendini hani çilesiz bir tek günün olsaydı hani seni vuran askerin yüzüne dikilip ‘anlaşıldı asker ağa mahkemeliktir bu iş’ derken ya da benim yüzümden en azından ağaran saç, sakala bakmadan kelepçelenmeseydi o nasırları patlamış ellerin bağlanmasaydı o yaşlı, o sahipsiz gözlerin… saç, sakalından utanmadan o çiğ, o arsız adamlar o kirli elleriyle dokunmasalardı sana bu kadar koymazdı bana işte, yarattığın bir yürek kuş gibi çırpınıyor önünde belki sen gibi küreğe dokunmadan eli belki okşamadan toprağı gün gün, hücre hücre eritirken kendini anlamak-anlatmak için, kimin umurunda seni, otuz sekizin delikanlı yetim çocuğu… bak okşadığın toprağa, yeşermiş diktiğin ağaçlar meyvede dallarında yuvalanmış kuşlar peşi sıra ötüşür adını kazırcasına Enişüri Kızıl Pınar’a

ERCAN CENGİZ

25


ENÎŞÛRÎ RENG NEDAYÎŞE RESMÎ ser-pay awa wirnîya poyrazîde findetena ser-bine pêlone deryade gindir bîyayîso rûto repal a engin a kewe deryade findetena tek teyna to watayîşî, to famkerdene, naskerdena î emege bimbareqî to watayîşî, azadî ser şîyayîşo jû uce bîne dînaraqî bo awa zelale Munzurî to ser watayîş, famkerdayîşe tûya, bewayîrîne – jûkekîne feqîrîne, harde çîle zehmetînde pîlbîyayîşî, welatî hazaro newsey hîres heştî… înada weşîyoramitena umidî to dîyayîş serrona tepîya beçerçeve, rengnedayîşe jû resîmîde henî canwes findetena lingo ser, destte belê werte aude çîme weşîyene dîyayîso awaqi to weta sere hardî a awede bare to to ser watayîş serba dîna erdena sene xode hazarona çîçego mîsdayîsa, awaqi to resna hardî, dest da leyo ze to nezaketa qeşîkerdena zone to jû emegdar qi, nasire xo peqene ser be ser dece beçîka gonîyîne jerrîya xo do o paçqerdena desto ooqi dî, o deco qi ont dost-dijmenîra, domanone xora wadero jû loqme nonîya qee xo berdîşîya rûwuyayîşe domano derde xore derman biqero bizanê Memo, bizanê serba to ser watene nefindeno pirodayîşe merdîne famkerdena to ser gurîyayîşe na jerrî, tersone qamil bena bewaxt wace, jû resîm dano mordemîro, jû resîm genope recefneno îsonî mi pîşda îşdê, da sere çare miro, çîme mi xij bîye qulle mi gonîkerdene nîya, serba merdîşî nîyo elbet no resîme tûyo, mordemî ano xo serba dîyayîşî, famkerdene, serba qirrayîşî ginoce jû sea tarîyîde, ginoce jû zengel jû bela koce weşîyîne ramîtene dece î nasîrone desto kuto jerrîya mi bewaxt, jû sea tarîyîde, ginoce ooqi nezano mezanoqî beno na seatira tepîya ooqi nasnekeno xora nasnekeno emegdarî toqi, jû teyna hardî girotpe deste tode jû emr û bare new domanona jû teyna awa qi to reşna hardî rûye tora wuya bekese xorte Dersîmî, neniqone xuya to weşîyone xo ramite zanayîşe emege bimbareqîya, araqe çare xuya û jerrîya tûya camerdîne… î hardîdera niqa to ser qeşîqerdene wizerîra daha zoro eyro

seyrkerdena to, onure to, na cehennemde hazar ser genape îsonî dîmdîk lingone xo ser hazarona serrê, famkerdayîş-keşîkerdene ser serba wecîyayîşe lellî î emege bimbareqî jûbe jû qeşîkerdena îla hardo qi deste to gino ce noxdî bîyaxqî menne, noxdî neresenê resme to î jû karede cabîyayîşa findetena to înanbê teng yeno kefesê jerrîya mi noxdo ser gurîniqe bipocî, lingî rûtî ama araqe çarîye uskkena awa qi dana tenê tora qamcîn qelemê şîkînaqi to nuşteko naskerdox, benaskerdox kancîn qalemê dece xo dana xete qi zanay, wuyayîşe to qut mi wirrî henî cabîyeneqi î destone tûye nasirona henî masum, henî zerrira, henî germ sellegona derd bibo zerre mide, jûbe jû wetene eştene mi serra coka, nê non ardayîşe todebî çîme mi nê wiraştena kaykerdayîşode nê qî meydan werdoşî qöyxa ser î çîmone tora wandayîşî mi werte derd-decîde waderayîşe wuyayîşî bî jûbe jû fîdekerdena sodirî ser orte jerrîya mide çîqo alaun nefindeno, îcara îca mi vaykeno qöyxe to yene aqile mi ma domanîbîme, qöyxaaqi to maamina kerdene musayîbîme, hersqi werdenêra qedîyene qöyxa û enîye deura birosa awe ontayîşe to deucî ameyene to ser, qara cenîqo qeno deyî toqî serê giranîya xuya her waxtîya camerd bîyayîş watene, gereko bare cenîqo qemî kero weng birîyene îcade, noxde birîyene to senên bîyarî zon bekese xorte hîris heştî to senên bîyarî zon kancîn domane nasqerdoxî taba negirotqi tora îşde vera mideray, çîme to miserray hala to sere xo nedardenewe cenîqore seyrnekerdene zone mi namîyîno lal beno, çîme mi xij bene neşqîne qeşîqerî to zanay, jû tek merdîş nealeqîya to î bîno serra amayî xobe xo hona negereno zone mi, negerenoqî hona mi nedîya lesa tûya merîdîyayîşî hardî serde mire giran yena Memo, înanbe zaf giran yena mire

ERCAN CENGİZ

26


TAMARA

o qi bekese xorte hîris heştîyay mîlçîqîqe to none xo wila qe, leye qi to nayîro dar-bero pîncoqe to aşî qe, raya qi to şîyay awa qi to wete serre hardî eşînayîpe to ser qeşîkene, to ser nezone senên wacî, nezone senên coqa to mird biqerdeyene pîje xo coqa, be derd-dec jû roja to bîyene he ya esqeroqi dayîbe toro rûye î wer befindetenê, mi famkerd esqer ağa, na qarê mehqemide qeydîna‘ watena ya qî rûye mira xebera en qilmeqe porsipîyîne to, herdîsa tore seyrneqerdayîşa qelepçê nekerdeyene î deste tûye qi nasirî sero peqe girenedayîne î qamilî, î çîme bewayîrî por-herdîsira arnekerdena î çîxî, î esqere arsizî î destone xuye qilerona mîyene to ser na hette nequtene xo wer îşde, na jerrîyaqi to arda dîna ze mîlçîqe zerrefîna to wer beqî ze to deste xo negino belê beqî destone rûtona hardî mişqî nedano roj be roj, hûcre hûcre vileşîno xo ser famkerdenê, famkerdayîşî serra, xelle kamîdero to, bekese xorte domanê hîrisu heştîne seyrqê hardoqi to mîştî do, bîyo kesk fîdeeqi to neero meyvê dane lezgode mîlçîqo ware wiraşto to dima wenig dane nenikona name to dane Enîşûrîre

Tamara hüzündür vakitsiz yağan yağmurlarda özlemdir yaralı martının kanatlarında kıvılcımdır sol göğsün altında başlayan Tamara, sevdadır bütün zamanlarda Van Gölü'ne sığmayan sahile vuran yakamoz ışıltılarında. balık sürüleridir vakitsiz intiharlarda yıldızlardan kopan kaçak ışıklardır Tamara yürekleri tutuşturan. Aşktır.

ERCAN CENGİZ

Aşktır sonsuzlukta...

MURAT ÖZGÖL

27


DEVRİMCİ SANAT(ÇIN)IN KOMÜNİST SANATA DÖNÜŞMESİNDE ML ELEŞTİRİ

Anatoli Lunaçarski’nin de dediği gibi Marksist eleştiri öğretici olmalıdır. Marksist-Leninist (ML) eleştiri ihtiyacı ve onun öğreticiliğine ekmek, su kadar şu günlerde ihtiyaç var. Tüm alanlarda olduğu gibi özellikle de sanat eleştirisinde bu eksiklik kendini hissettirmektedir. Marksist-Leninist Sanat eleştirisinin her dönem olduğu gibi bugün de acil olarak ihtiyaç vardır. Hem komünist sanatçıların olmayışı hem de var olan devrimci sanatçıların burjuva sanat anlayışından kendilerini tam olarak koparamamış olmaları durumun aciliyetini bir kez daha ortaya koyuyor. ML sanat eleştirisi öğreticiliği ile devrimci sanatı(çıyı) komünist sanata evrimleştirmesi mümkündür. Her devrimci sanatçı bir komünist sanatçı değildir ama her komünist sanatçı bir devrimci sanatçıdır. Bu genel olgu içinde komünist sanatçının hep yeninin peşinde olduğunu unutmamak gerekir. Komünist sanatçı var olan kültür mirasının ilerici, demokrat, devrimci özünü alır ona sınıfsal bir yaklaşım getirerek bu sanatı proleter sanata çevirebilir. Burada sanatçının maharetini ve onun sınıfsal bakış açısının proleter bilinçle dolu olması gerekir. Devrimci bir sanat(çı) komünist bir sanat(çı) olma yolunda bir adaydır. Hep devrimci bir sanat(çı) olacak diye bir kıstas olmaz. Diyalektiğin yasası gereği o ya ilerleyecektir ya da gerileyecektir. Şöyle bir örnek vermek gerekir ise: Bir sandalyeyi doğaya bırakalım herhangi bir canlının(hayvan, insan, bitki) müdahalesi olmaz ise o hep sandalye olarak mı doğada kalacak. Hayır, o hep sandalye olarak kalmayacaktır. Zamanla doğa onu kendi durağanlığı içinde güneş, yağmur, rüzgâr vb. doğal oluşumlar aracılığı ile onu yok edecektir. O doğada sandalye olarak belli bir süre var olacaktır. Ama doğa içinde belli zaman içinde yok olacaktır ve başka bir maddeye bürünecektir. Sanat(çın)ın ömrü içinde aynısı geçerlidir. O doğuştan devrimci veya komünist bir bilinçle var olmaz/olamaz. Aynı şey bir burjuva sanat(çıs)ı içinde geçerlidir.

BASRİ EĞİLMEZ 28


İlerici, demokrat ya da devrimci bir sanat(çın)ın görüşlerinde burjuva nüveler her zaman vardır. Zaten bu nüveler olmasa ona komünist sanat(çı) diyebiliriz. İşte ayrım noktalarını çözecek olan ML sanat eleştirisidir. Onun öğreticiliği, yol göstericiliği olmalıdır. ML sanat eleştirisi öğreticiliği; devrimci, demokrat sanat(çılar)ı komünist sanat(çıy)a çevirebilir. ML sanat eleştirisi kendi üzerine düşeni yaptığı esnada devrimci-demokrat sanatçılar da aynı şekilde üzerine düşeni yapmakla yükümlüdür. Öğrenmek karşılıklı ise ML sanat eleştirisinin muhatabı elbette bir direngenlik gösterecektir. Hatta kendi nüvelerinde bulunan burjuva yan tartışma içinde alevlenebilir ve komünist sanattan yakınlaşmaktan vazgeçebilir. Hatta bu tartışma içinde devrimci yanlar da gerileyebilir. Mühim olan ML sanat eleştirisinin muhataplarının özellikle de ilerici, demokrat, devrimci sanatçıların kibirle davranmayıp gelen öğretici bu eleştiriyi kavramaları ve ortak bir sentez oluşturmasıdır. Devrimci sanatçılar ML sanat eleştiriyle“ben” merkezci küçük burjuva anlayışı yıkmayı öğrenmelidir. Devrimci sanat popüler olabilir, burjuva sanatçıların takdirini toplayabilir, kitlesel olarak benimsenmiş olabilir vb. ama bu onun doğru olduğunu göstermez. İşte bu popülerlik içinde devrimci sanat, içinde bulunduğu burjuva nüvelerden dolayı “ben doğruyum” yargısı içine girebilir. Burada ML sanat eleştirinin önemi iyice açığa çıkar onun sanatının zamanla hem gerileyip burjuvalaşmaması için hem de kitlelere yanlış bilinç vermemesi adına yapılması şarttır. Devrimci sanat(çılar) eleştiriye açık olmalı, ML sanat eleştirisini pür dikkat dinlemeli/okumalı ve benmerkezci yan var ise bir kenara itmeye gayret göstermelidir. Çünkü kendi içinde bu burjuva öğesi kenara itilmeden gelen eleştiriyi algılama noktasında sorun yaşanabilir. Marks’ın da dediği gibi sanat toplumun gelişmesinde bir araç ise o zaman sanatçı sanatını toplum için yapmalıdır. Ama her toplum için sanat yapan da komünist hatta devrimci sanatçı olmayabilir. Toplum içinde birçok katman olduğu için sanatçılar, sanatlarını bir adım daha ileriye taşımalı ve proleter sanatı üretme noktasında hareket etmelidirler. Toplumların gelişmesinde bir araç olan sanat gerçek görevini yapmalıdır. Bu da sanatçı eliyle yapılır. Sanatçılarında sınıf bilinçli olması gereklidir. Kendiliğinden bir sınıf bilinci alınması olmayabilir. Komünist sanat(çı) olma noktasında başta da belirttiğim gibi tek taraflı olmamalı sanatçının da yapması gerekenler vardır. Yapılması gerekenlerden biri de komünizmi hayatın merkezine koymaktır. Marks’ın da dediği gibi bilinç yaşamı belirlemez yaşam bilinci belirler o halde sanatçı yaşam biçimine de komünizmi merkeze almalıdır. İşte o zaman sanatçı gerçek anlamda komünist olma yolunda büyük bir adım atmış olacaktır.

BASRİ EĞİLMEZ 24.09.2013

KÜRTÇE’DEN TÜRKÇE’YE AFORIZMALAR Behr bi avan behr in, daristan bi daran daristan in ; hebûn, bo behrê avbûn û bo daristanê darbûn in. Deniz suyuyla deniz; orman, ağacıyla ormandır; varolmak, deniz için su, orman için ağaç olmaktır.

ABDULLAH KARABAĞ

29


AŞK BİZİ DEĞİŞTİRDİ / İrfan Sari

GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ esmer bir şiir yazılır mı kağıtlara bilmem çünkü herkesin bir hikayesi var kalbe yazılmış şiir gibi aşklarda vardır üstelik yazık olmuş gençliğine demek ruhumun ıstıraplarını yazabileceğim merhaba Tariya ruhumun ıstıraplarının hem anası hem ana hikayesi ömür merdivenimin en gecikmiş basamağı duman olmuş gözlerin zamanı var mı öyle bir talih kaypak adamlar yazar kaderi yoksa nasıl izah edilir ölüm ayrılık intikam imkansızlık nasıl yazılır zaten bıçak yara kapatır zannımca gizli yollardan varılır yüreğe şehirler boşalır çünkü arkandan bakaduran kuşların sesiyim

biraz kıyısında boğulur hep paslanmış kızıl topraktım sen ise rüzgar gibi gürleyen ve ateş gibi çoğalan bir gençlik çağı ne düzlüklerde koşabildim seninle ne de yokuş yukarı sevişebilirim kimse dokunamaz senin sonsuzluğuna sevdiklerinden artan tarafını öptüğüm “sevgi tanrıdır dağlarda” tehlikeli olan seninle bir denizin sularına bakmaktır günahlardan arınarak ve sularına dokunur gibi kayaların arasına sıkışmış denizin fırtınaları dindirmektir vuruşmadan vurulmadan gözlerinin huzurunda kuru ve kavgalı mevsimlerle doludur ömrümüz yalnızlığı göğün yarısıyla paylaşabilirsin diğer yarısı sensin çünkü 30


merhaba Tariya ömrümün geri kalan tarafı içinde yoksulluk kimsesizlik dilsizlik kuralları olan hayattan geldim aşk bizi değiştirdi namuslu kavgaların müjdesidir yaşadıklarımız

UZAY VE BEN

kar gibi gülümse düş yerine beklediğin konuklar gelir elbet yine de intikam almaktan yanaysan durmadan gülümse yoksa intikamın öldürür seni yollarına kuş mavi kanatlı dağ kuşu çıksın beni de dert etme ölmeye acelem olmadı hiç zebanilerle hiç pazarlığa durmadım büyüdükçe aşkın kalbine sığınmayı babam öğütledi işim uzar buralarda senin anlayacağın daha şiir yazıyorum ve daha seni seveceğim sonra devrim var sırada gerçi hangi birinden kopsam ya seninle denize bakıp simit kokusu oluyorum ya da dağlarda bir bir kalaşnikov mermisinin izi boşver Tariya toprağın doğurduğu çiçek değiliz biz bir babaya aşktan sonra bizi bir ana doğurdu yasaklar ondan ama artık yırtık pırtık bir hayat olmayalım hayatı fena çarpalım

uzay’ı aşermiş annem, karnındayken hiç bitmez içimdeki boşluk bu yüzden.

NİSA LEYLA İRFAN SARİ

31


WÜRZBURG — BERLİN MÜLTECİ / GÖÇMEN YÜRÜYÜŞÜNDEN TANIKLIKLAR-XXII TURGAY ULU

PARLAMENTO İŞGALİ Evet, bir yılı geçen mülteci direnişimiz artık bitirilmek isteniyor. Bunun için birçok taktik devreye sokuldu. Direnişimiz Almanya'nın her yerine yayılmakla kalmadı, artık Avrupa çapına yayılmaya başladı. Artık müleciler, tıkıldıkları kamplarda sessizce, ezik bir bir şekilde beklemiyorlar sokağa çıkıyorlar, demokrasi ve özgürlük için mücadele yürütüyorlar. Karşı taraf için en tehlikelisi ise, artık mülteciler politik argümanlarla söz söylüyorlar, kendi iradelerini ortaya koyuyorlar. Burjuva devleti ve onun ideolojik aygıtları, direnişimizi bitirmek için bilinen bölme taktiğini uzun süredir kullanıyor. Biz mülteciler arasındaki statü farklarını kullanarak bölmek istiyorlar. İlk bölme taktiği olarak, İtalya'nın Lampedusa adasından gelen mülecileri bizden ayırmayı denediler. Bu konuda başarılı oldular diyebiliriz. Lampedusa'dan gelmiş olan mültecilere, direniş alanımıza uzak bir yer olan Wedding'te bir apartman verdiler. Biz, heyet olarak Frankfurt'taki enternasyonal Blokupay konfe-

konferansına gittiğimiz sırada, Lampedusa'dan gelmiş olan mültecileri polisler, büyük bir otobüse doldurup bu apartmana götürdüler. Ancak apartman tüm insanları almadı çünkü bu apartman yalnızca seksen kişilikti. Dışarda kalan diğer mülteci arkadaşlar tekrar direniş alanımıza geri döndüler. Ayrıca evi gören arkadaşlar, bu evin direniş yerine çok uzak olduğunu ve oraya gidip gelmek için yol paralarının olmadığını, direnişe devam etmek istediklerini, basın konferansımızda beyan ettiler. İnsanları apartmana taşıdıktan sonra, bilgilendirme çadırı dışındaki tüm çadırları sökeceklerdi. Polis operasyonuna karşı büyük bir tepki örgütlediğimiz için bu operasyon başarılı olmadı ve polis geri çekilmek durumunda kaldı. Polis saldırısı geri püskürtüldükten sonra, senatodaki yetkili olan, CDU partisinden Henkel, Kreuzberg belediye başkanına karşı bir ultimatom yazdı. Bu ultimatomda Oranienplatz'ın kaldırılmasını eğer bunu belediye başkanı yapmazsa kendisinin 32


yetkisini kullanarak bunu yapacağını yazdı. Oranienplaz'daki bilgilendirme çadırının dışındaki tüm çadırların kaldırılması için 16Aralık'a kadar süre tanıdı.

gerektiğini savunduğunu söyledi. Objektif olarak bu tutum bir çelişki oluşturuyor. Belediye başkanı ve partisi, hem bizim direnişimizi desteklediğini söylüyor ama diğer yandan bilgilendirme çadırı dışındaki çadırların toplanması gerektiğini savunarak senatonun beyan ettiği görüşle aynı görüşü savunmuş oluyor. Yeşil parti, senato ile direş arasında sıkışmış bir görünüm veriyor. Bizi karşısına almıyor ama senatonun baskısına karşı da aktif bir tutum belirleyemiyor. Ne bizi karşısına alıyor ne de senatoyu karşısına alıyor. Arafa sıkışmış durumda. Belediye başkanı ile yaptığımız görüşme bittikten sonra, Kreuzberg parlementosuna karşı büyük yürüyüşümüz başladı. Oranienplatz'daki direniş yerimizde çok sayıda insan toplanmıştı. Bir süre alandaki ateşimizin başında ısındıktan sonra yürüyüşe başladık. Parlementoda milletvekillerinin gündemi bizim direniş yerlerimiz olan Oranienplatz ve işgal okuluydu.

Polis saldırısının ertesi günü, belediye başkanı bizimle görüşmek istedi ve onunla görüşmek için direniş alanımıza gelme şartını öne sürdük o da bu şartı kabul etti ve direniş çadırlarımızda kendisiyle bir görüşme yaptık. Belediye başkanı Herman, bize durumla ilgili ve Henkel'in ultimatomu ile ilgili bilgi verdi. Biz direnişçi mülteciler de kendi talep ve planlarımızı anlattık. Demokrasi ve özgürlük mücadelesi verdiğimizi, taleplerimizin karşılanmadığını dolayısıyla direniş ve işgal alanlarımızı terketmeyeceğimizi bildirdik. Bu konuşmalar sırasında bir mülteci arkadaşımız Yeşil Partiyi eleştiren konuşmalar yaptı. Söz alan bir kadın arkadaşımız, polis operasyonunun olduğu gün Belediye başkanının kendisini aradığını ve otuz dakika içinide, bilgilendirme çadırı dışındaki tüm çadırların toplanacağını anlattı. Başka bir mülteci arkadaşımız da polis camdan kapılarına operasyonunun Yeşil Partinin ofisinden koordine Parlementosunun yaklaştığımızda polis önümüze barikat kurdu edildiğini söyledi. ve bizi binaya sokmak istemedi. Ancak kitle Tüm bu konuşmalarda belediye başkanı, benim çok tepkili ve kararlıydı. Bir süre barikat kampın boşaltılmasının mültecilerin hem insani ardında bekledikten sonra hep birlikte polis olarak ve hemde politik olarak daha kötü bir barikatına yüklenip barikatı kırdık ve durum içine girmesine yol açacağı yönündeki parlamento binasının içine akın ettik. açıklamalarımdan sonra. „Sen mülteci değilsin Toplantının yapılacağı salonun kapıları senin oturumun var bu nedenle rahat kapalıydı ancak üstlerden ve duvarlardan konuşuyorsun“ deme gafletini gösterdi. Hemen sarkarak salonu işgal etmeyi başardık. mülteci kağıdımı görterdim kendisine, zira daha Salonda megafonlar vardı ve gündem önce de Yeşil Partinin milletvekilleri ve çalışanları başlıkları ile ilgili olarak milletvekillerinin da benzer sözler söylemişlerdi. Belediye hazırladığı evraklar vardı. Parlamentonun Biz başkanının yanında bulunan, aynı partiden bürokratik görünümü bozulmuştu. milletvekili ve aynı zamanda avukat olan vekil karayağız insanlar artık parlamentonun benim kağıdımı inceledi ve bu nitelemenin doğru kürsüsünde ve sandalyelerinde oturuyorduk. olmadığını görmüş oldular. Söyledikleri yalan Pankartlarımız parlamentonun her yerini En alttan gelen bizler, yanlış haber onların alyhine dönmüş oldu. süslemişti. Belediye başkanı görşmesinde yer alan tüm parlamentonun monoton ve bürokratik mülteciler, politik argümanlarla taleplerimizi ve yapısını bozmuştuk. Pankart ve sloganlarımız neden direnişe devam etmek istediğimizi net bir parlamento salonunda yankılanmaya devam dille ifade ettiler. Bunun karşısında belediye ederken, parlamenterler haber gönderdiler. salonu boşaltmazsak toplantının başkanı, bizim politik taleplerimizi desteklediğini Eğer ifade etti ama bilgilendirme çadırı dışındaki başlamayacağını söylediler. Biz de salonu boşaltmayacağımızı ve burada tartışılan çadırların dışındaki çadırların toplanması 33


konuların direkt muhatabı olduğumuzu, dolayısıyla bu tartışmalarda aktif söz hakkımızı kullanacağımız yanıtını verdik. Salonu terketmeyeceğimizi anlayan parlamenterler bir süre sonra salona geliverdiler. Biz mülteciler bir heyet olarak masalarda oturmuşt uk. Parlamenterler bunu parlamenterlere yapılan bir saygısızlık olarak görüyorlardı. Biz de bunun saygı ile bir ilişkisinin olmadığını, bize verilmeyen söz hakkının direk olarak bizler tarafından kullanılmasıydı olan. Sadece parlamenterlerin ezberleri bozuluyordu ve buna tahammül edemiyorlardı. Bunlar hep başkalarının adına söz söyleme hakkına sahip olduklarını düşünüyorlar. En alttan gelen bizlerin de onlar kadar düşünebildiğimizi ve kendi sözümüzü kendimizin söyleyebileceğini hiç akıl edemiyorlar. Kürsüdeki megafondan konuşmaya başladık. Elimize CDU'lu bir milletvekilinin hazırladığı yazı geçmişti. Bu metinde, işgal ettiğimiz okulda içki, şiddet gibi şeylerin olduğu yazılıydı. Bu yazıya cevap vererek başladık konuşmamıza. Almanya toplumunda alkol bağımlılığı, kadına karşı şiddet düzeyinin ne olduğuna dair resmi istatistikleri anlattık. Sonra da bizim işgal okulundaki oranlamayı anlattık. Bu metni yazan kişi bir göçmen. Buraya daha önce göç etmiş ve belli bir iş güç sahibi olan insanlar, şimdi buralarda ırkçı fikirlerin taşıyıcısı oluyorlar. Kraldan çok kralcı kesiliyorlar. Bizler parlamenterleri anlayamıyorduk, parlamenterler de bizi anlayamıyorlardı. Buna karşı onlara bir teklifte bulunduk. Bizim birbirimizi anlayabilmek için, bir gün biz mülteciler parlamentoda kalalım, bir günlüğüne siz parlementerler Oranienplatz'daki çadırlarda kalın ve ertesi gün tekrar buluşup konuşalım, belki o zaman birbirimizi daha iyi anlarız dedik. Kürsüden yaptığımız konuşmalar hep provake edilmek istendi. Bize saygı dersi

veren parlamenterler, oturdukları sandalyelerden sözümüzü kesme girişiminde bulunuyorlardı; “Sen bir şey bilmiyorsun“, iki Türkiyeli kadın; ”sen bu eylemleri niye Türkiye'de yapmıyordun, sen mülteci değilsin“ gibi sözlü sataşmalarda bulunuyorlardı. Herşeyi iyi bildiğini sanan bu hanımefendiler, bizim Türkiye'de neler yapmaya cüret ettiğimizi bilseler, olan akıllarını da yitireceklerdi. Daha sonra öğrendiler kendilerinin her şeyi iyi bilmediklerini, yalan yanlış bilgilerle ithamlarda bulunmanın doğru olmadığını, ama bundan ders çıkarırlar mı bilinmez. O gün parlamentoda bizim gündemlerimizin tartışılması, yıllardır sokaklarda verdiğimiz direniş sayesindedir. Şimdi bu direniş alanlarını bitirmek demek, mücadele ile toplumun ve parlamentonun gözünün önüne serdiğimiz sorunları gene hasıraltına itmek, görünmez kılmak demektir. Kreuzberg parlementosunda yer alan partiler, direniş yerleri ile ilgili görüşlerini kürsüden ifade ettiler. CDU zaten mültecilerle burada birlikte olmak istemedi ve salonu topluca terkettiler. Salonda kalan diğer partilerin konu ile ilgili tutumları şöyle idi: Yeşiller ve SPD, bizim politik taleplerimizi desteklediklerini ancak Oranienplatz'daki direniş alanımızda bilgilendirme çadırı dışındaki çadırların sökülmesi gerektiğini söylediler. Die Linke ise direniş alanlarının nasıl bir biçim alacağına ve nasıl sürdürüleceğine mülteci direnişçilerin kendileri karar versin ve onların kararına saygı duyulsun, onlara çocuk muamelesi yapılmasın dediler. Pratin partisi de Die Linke'nin bu görüşüyle aynı görüşte olduklarını beyan ettiler. Senato, 16 Aralık'a kadar süre verdi. Bu tarihten sonra Yeşiller devreden çıkıyor ve karar sadece Henkel'de kalıyor. Eğer bu tarihe kadar bilgilendirme çadırı dışındaki çadırlar sökülmezse müdehale seçeneği devreye sokula- 34


sokulacak. MEDYA YALANLARI Parlento işgali eylemimiz başarılı bir eylemdi. Hem sessizliği bozduk. Hem saldırıya karşı direnme irademizi tüm toplumun gözü önünde ortaya koyduk. Saldırıya karşı saldırıyla yanıt verdik. Devletin yönetim aygıtlarından olan medya gene bizim aleyhimizde bir sürü ipe sapa gelmez yalan haberler yazmaya devam ettiler. Özellikle benim fotoğraflarımı öne çıkararak, „sol radikal“ olduğum yönünde haberler yaptılar. Benim mülteci olmadığımı yazdılar. Bu tip söylemleri Yeşiller'de bir çok kez yetkili kişileri tarafından kendi ağızlarından sarfettiler. Yeşiller bugüne kadar bize verdikleri destek ile oluşt urdukları olumlu imajı kendi elleriyle sildiler. Yeşiller homojen bir yapıya sahip değil, ifade ettikleri bu yalan yanlış haberler onlara kimler tarafından verildi, neden baltayı kendi ayaklarına salladılar anlamadık. RBB televizyonu benim yirmi yıllık bir radikal solcu olduğumu, kürsüden „ölüm ya da özgürlük“ sloganı attığımı yazdı. Oysa bizim geçmişimiz biliniyor. Devrimci bir gazeteci yazar olduğumuz biliniyor. Devrimci söylem ve sloganlar dünyada yeni değil, bu tip sloganlar her zaman vardı ve var olmaya devam edecektir. Bunlar utanılacak şeyler değildir. „Zafer ya da ölüm“ sloganını dilinden düşürmeyen Che Guevera'yı tüm dünya ezilen halkları sevgi ve saygıyla anıyorlar. Ama bu sloganların anlam ve içeriğini sistemin paralı medyası ya da vekilleri anlayamaz. Anlamalarına da gerek yok. Medya, hapiste 15 yıl delilsiz ve haksız bir şekilde tutulduğumu yazmadı. Bu

konuyla ilgili Amnesty İnternasyonal ve Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin kampanya ve kararlarını hiç yazmadılar. Çünkü medya kendilerini bu düzenin mahkemesi ve polisi gibi görüyor. Medya, bizi destekleyenlerin sadece radikal gruplar olduğunu yazdılar ve bu destekçilerin kendi amaçları için biz mültecileri kullandığını yazdılar. Biz mülteciler her zaman söyledik, antikapitalist ve antifaşit olan herkesle birlikte sistem karşıtı mücadeleyi sürdürüyoruz. Bize karşı pragmatist yaklaşan NCO grupları var, parti ve diğer kurumlar var. Ama zaten onlar sokağa çıkıp bizimle birlikte direniş yapmıyorlar sadece bizim adımıza söz söylüyorlar ve bizim adımıza kampanyalar düzenleyip paralar topluyorlar. Biz onların hepsini biliyoruz. Bizimle birlikte direniş yapan destekçilerimiz, bizi kullanmıyorlar tam tersine bizim direnişimizi sahipleniyorlar. Biz, gerçekleştirdiğimiz sokak diernişiyle destek kazanıyoruz. Parlementoda partileri destekleyenlerden çok bizi destekleyenler vardı. Daha sonraki gün, hakkımızda yalan haber yapan medya mensuplarıyla görüştük ve neden yalan haber yaptıklarını sorduk. Bize, „bilmiyorum bana öyle haber geldi“ demekle yetindiler. Bu yalan haberlerin kaynağını ve nedenini biliyoruz. Yalana ihtiyaç duyanlar yapıyorlar bunları. Ama biz en alttakiler hile bilmeyiz. Meydana çıkar gerçekleri ifade ederiz. Çünkü bizim kaybedecek şeyimiz yok. Kaybedecek şeyleri olanlar yalana ihtiyaç duyarlar. ÜNİVERSİTEDE TOPLANTI VE KONSER Etrafımızı saran kuşatma ve yalan çemberi bizi durduramaz, mücadelemize devam ediyoruz. Ali Soloman üniver-sitesinde, Hellersdorf mülteci kampından ve diğer mülteci kamplarından gelen mültciler ve öğrencilerle birlikte bir etkinlik gerçekleş35


tirdik. Direnişimiz ve gelecek planlamalarımız hakkında konuşmalar yaptık. Üniversitede gerçekleştirdiğimiz bu etkinlikte çok ilginç bir manzaraya tanık olduk. Bu tür bir toplantıya ilk defa katılan bir mülteci, Alman devletinin ve Avrupa'nın mülteci politikalarının haklı olduğunu savuundu. Dünyada herkese yetecek kadar yiyecek olmadığını söyledi. Mültecilerin Avrupa'ya gelmek için bazı yalanlar söylediklerini söyledi. Bu arkadaş, sistemi ve devleti suçlamamak gerektiğini savunuyordu ve aslında suçlunun mülteciler olduğunu söylüyordu. Bunları söyleyen arkadaş dört aydır Almanya'da mülteciymiş. Biz, direnişçi mülteciler dünyadaki kıtlığın yiyecek yetersizliğinden değil, ürün bolluğundan kaynaklandığını ve tonlarca besin maddesinin çöpe atıldığını açıkladık. Savaşları anlattık, ırkçılık ve kolonyalizmin ne olduğunu anlattık ona. Ama bu manzara bir gerçeği açığa çıkartıyordu. Direnişte yer almış olan mültecilerle, direnişe katılma şansını yakalayamamış olan mültecilerin kavrayışları oldukça farklı. Demek ki gerçeklerin anlaşılabilmesi için direniş okulu çok büyük bir önem taşıyor.

yakıp etrafında toplantı yapıyoruz. Hakkımızda yapılan yalan haberlere karşı bir basın bildirisi yazdık. İngilizce ve Almanya olarak bu bildiriyi dağıttık. İşgal okulu ile ilgili olarak yetkili kişiyle her hafta toplantıya devam ediyoruz. Okulu yatma yeri olarak kullanmamızı istemiyorlar. Bu okulu proje evi haline getirmek istiyorlar. Biz de buna karşı işgal okulunu bizim işgal ettiğimizi ve politik taleplerimiz için bir mücadele merkezi haline getirme planımızı onlara anlatıyoruz. Diğer yandan okulun boşaltılması halinde buradaki yüzlerce mültecinin nereye gideceğini ve nasıl yaşayacağını soruyoruz kendilerine. Bizim de projelerimiz var. Halihazırda tiyatro, müzik, fatbol grubumuz var. Küt üphane, dergi çıkarma projemiz var. İşgal okulunun gelecekte nasıl ve kimler tarafından kullanılacağına biz direnişçi mülteciler karar vermek istiyoruz. Tartışmalar devam ediyor. Henüz sonuçlanmış değil. Bazen yetekililer eğer burayı polisin zorla boşaltmasını istemiyorsak bir çözüm bulmamız gerekir diyorlar. Kapalı bir tehdit savuruyorlar. Bu durumda yapılacak bellidir. Direnmek.

Bu manzaradan da anlaşıldığı gibi uzun erimli bir direniş ve mücadele, yaşamları ve fikirleri izole edlmiş olan mülteileri politikleştiriyor ve özgürlük mücadelesine katılmalarını sağlıyor. Oranienplatz'ı yeniden inşa ediyoruz. Toplantılarımızı her gün saat 17'de yapmaya karar verdik. Havalar soğuk, meydanda ateş

Yaşasın İnsanlaşma Mücadelemiz 30.11.2013 Turgay Ulu Berlin

Ve

Ortaklaşma

TURGAY ULU

KÜRTÇE’DEN TÜRKÇE’YE AFORIZMALAR Destpêk gewre ne, ya xwe digihînin ronahiyê, ya ş evere ş iyê; eger hêzên her du seriyan tay hev bên, gewrayî li ser piyan, li ber deriyên her duyan dihênije. Başlangıçlar gricedir, ya aydınlığa erişir ya da karanlığa; iki tarafın güçleri denk gelirse, grilik ayakta, ikisinin kap önlerinde uyuklar.

ABDULLAH KARABAĞ

36


POMPEİ'DE SON GECE

Yaşlı kaltakların kahkahalarında Çatladı; Gecelerin ar damarı. Sönen yıldızların, Kirlenmiş yarınlarında Güne uyandı şehir. Kandırılmış fadimenin, Muta nikahıyla Abdest aldı bedeninde zina... Belledi sure-i maun'da Yetim hakkı yedirmemi Kemiğine kadar soydular yetimi. Tanrı kral bankalar Selevat getirttiler faize... Mazlumun ahı düştü akıllara Vezüv yanardağının gazabında Son gece... Ateş ırmağında yıkandı Pompei ! Taşlaşmış bedenlerin gözü kaldı dünyada Bakar sessiz sessiz hala Sana ibret olsun ANKARA ! 12.12.13

MUSA SU

AYAKKABI KUTUSU İÇİN ÜÇLÜKLER

ayakkabı kutusu utandı mesken tutulduğu için hırsız paralarına ** ayakkabı kutusu çok kızdı kirletildiği için rüşvet paralarıyla ** ayakkabı kut salt zarif ayakkabılausura yurt olmak isterdi çirkin paralara değil. ** ayakkabı kutusu kendini on yedi aralık kere yıkayacak şimdi arınana kadar pisliklerden..

A.UĞUR OLGAR www.ugurolgar.net

37


ADLİYE KABUSLARI Cinnetin tırpanının tekebbürden indiğini hangi şiir bildirir? Adliye mabedinden kibrin tebliğidir zarftan çıkan mazruf gibi bu şiir Arzuhalci şakırtısı boşalır daktilo kuşlarından senfoniyle orada Afrodizyak etkili hayvan ambalajları açılır şehvetin kutusundan Yırtılır Ambalajı pandora kutusundan fırlar gerrillaca kaplanlar Parçalar dölyollarında kürtajlanmış ceninleri uterus yokuşundan Soykırımda katlolur kılıçartığı atmıklar, arzuhalci şakırtsı italik yazar bunu İtalik yazılır Haczedilmiş o kuşlar gökkubbenin rahmine kürtajlarla serseri fırtınalar kopar, tinerci ciğerinde açılır argoyla sustalı bak; toplumezar kuşlarının intihar pençeleridir gözkapağında dosyalar küflenmiş dosyaların kiri; pragmatist bir iltihap şeklidir davalarda göğüskafesinde saltanat kurar façayla imparator davalar dolar dehlizden koridorlar; taşlaşmış intiharın cesetli korosuyla engizisyon mahkemesi ağırcezada hükmü tebliğ eder kasıklarıma afrodizyak kaplanlar şehvetin kürsüsünde patlar mayınlarıyla açılır tahakküm eden hüküm ağır ceza mahkemesinde bir Açılır transparan sisleriyle kabuslardan örülmüş bu şiir Bukalemun bungunluk beyin kabuğundadır bütün psikopatların Kabuklar parçalanır afrodizyak irinler akar hormonlardan Dökülür jölelenmiş sıvılar haplanmış omurgasına aşkın Çünkü Haplanmış tekebbürün bulantıya tebliğidir şehvetim Anarşist hayvanatlar körüklenir kundağında yangının Metafizik yangın çıkar kundaklanmış mezhebinde cinlerin Aşk ki: küfürbaz cinlerin alevlerle gövdelenme biçimidir Bunu psikoterapi kabuslarında hangi psikiyatr bilebilir? Bu psikoterapi kabuslarında psikiyatrın bileceği şey değil repliğiyle açılır intiharlardan imalat melankolik hayvanlar avukatlar örgütlenir karakamu yokuşunda falçatalı intiharla kinin hırıltıya inişidir bulantılı ciğerlerden sümkürülen kanama kanamalı yaralar açar travmatik aşklar nasıl da metafizik? diyalektik vesveseler iner tekebbürden acizliğe kabuslarla mezarlık kuşlarının senfonik intiharıdır bütün soysuz şeytanlar bunları psikoterapi kabusunda hangi psikopat bilebilir? Kanlanmış mürekkebin kibre dağıldığını hangi cinnet bildirir?

ERDEN ERDEMER 38 38


DİZELERDE “ŞİİR VE ŞAİR” “İmge avlama Gelirse kapıyı aç Düşüncenin içsel sesidir imge.”

“Kan davasına benzemeli Şairlerin bütün şiirleri Ve bir de elmayı soymadan Dişleyen çocuklara”

SABAHATTİN KUDRET AKSAL

ABDÜLKADİR BULUT

“bir heybe dolusu gelinciği halkın kitaplarına dizmekti şiir “Şiirlerimiz içimizde renksiz, tatsız ve sessizdir dünyanın haritasını yeniden hazırlayan”taşımazlarsa eğer KEMAL BAYRAKÇI

evden eve meşaleleri”

PEŞİMİZDE AYNI AVCI Öz aynı biçim değişik Sen ateşi giyinirsin Okutursun kurda kuşa Öfkesi bal şiirini Ben bir aşkı yol eyledim Gömleğim Leyla desenli

Aynı kuşu salıyoruz kafesten Teli yırtıp gök biçimli sevince Seninki davudî çıkar Benim sesim daha ince Aynı avcı peşimizde ABDÜLKADİR BUDAK

MAHMUT DERVİŞ (Çevirenler:A. Kadir/Afşar Timuçin)

“Ölüm acıkadursun çiğ bir yaşam şiir közünde pişer” METİN ELOĞLU

“Gece, yalnızlığımıza çekilen gök perdeyse Şiir içerdeki aydınlığımızdır.” ŞÜKRÜ ERBAŞ

“Şiir ölüme konuk ölümsüzlüğe göçmen”

OSMAN SERHAT ERKEKLİ

“Anayasası olmayan tek cumhuriyet şiir değil midir? Bütün kutsal kitaplardan kovulmuştur Her şiir kendi yasası üzerinde kendi devletini kurmuştur Ne yönetim vardır orda, ne yönetilen Kul da kendidir, tanrı da, söz de sözcük de. REFİK DURBAŞ DERLEYEN A.Z.ÇAMUR

39


YAŞAM VE SANATTA

1 AYIN İZDÜŞÜMÜ SOSYALİST EDEBİYAT ADINA YENİ BİR ÇABA: MİSAFİR EDEBİYAT

“Edebiyata bir de ‘Misafir’ gözüyle bakalım dedik” sloganıyla yola çıkan Misafir Edebiyat E-Dergi, Marksist-Leninist çıkışlı edebiyat adına yeni bir ses ve hareket getirmek adına oluşturuldu. Hazırlık aşamasındaki Misafir Edebiyat’ın, yayına başlayacağı 17.05.2013 tarihine kadar tanıtımını sürdürdüğü adres: http://misafiredebiyat.blogspot.com/p/misafir -edebiyat-neden-var.html Sosyalist sanat çizgisinde yoldaşlık ilişkilerini sürdürdüğümüz Misafir Edebiyat, manifestosunu şöyle ortaya koyuyor:

“Misafir Edebiyat Neden Var? "Beş dakika oturup çıkacağız" diyen misafirler vardır. İşte biraz onlara benziyoruz. "Beş dakikayı" unutur ve saatlerce misafirlikte kalırlar. Misafir olduğu evi de dikkatlice süzer, inceler, yanlışları çaktırmadan eleştirir hatta bazen açıktan tüm yüreklilikte eleştirir. Yapıcı eleştiri üretirler. İşte “Misafir Kültür Sanat ve Edebiyat” sayfası bu amaçla “beş dakika oturup çıkacağız” der gibi “Birkaç sayfa yazıp ayrılacağız” diyoruz.

Elbette söyleyeceklerimiz sözlü olmayacak bunları kalemimizin mürekkebi yettiği, dilimiz döndüğünce yazmaya çalışacağız. Sanatın önemli eksiklerinden biri olan sınıfsal eleştiriyi ortaya koymaya çalışacağız. Çalışmamızın bir dergi çalışması ya da bir dergi olmadığını en baştan söylemekte fayda var. Bu daha çok bir atölye çalışmasıdır. Emeğinden bir parça sunmak isteyen dostlar bizimle eserlerini paylaşabilirler. Sloganımız “Edebiyata bir de ‘Misafir’ gözüyle bakalım dedik” çünkü çalışmamızın ekseninde edebiyat olacaktır. Ama diğer sanat dallarını da gücümüz elverdiğince el atmaya çalışacağız. Sanata ev sahibi gözüyle çok bakıldığında bazen tarafsız davranamıyoruz! Onun için biraz da “Misafir” gözüyle bakmak iyi olacaktır. Yazı yayımlama kıstaslarımız; Öncelikle yazılan yazıların kaynaklarının net olarak verilmesi ve ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi, din, dil ayrımı yapmayan yazılar yayınlanacaktır. Bu kurallara uymayan yazılar dikkate bile alınmayacaktır.” 40


TÜRKÇE DIŞINDA EDEBİYAT DESTEĞİ YOK

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın özgün edebiyat eserlerini üretecek ya da bunları yayımlatacak yazarlara mali destek sağlamaya yönelik Edebiyat Eserlerinin Desteklenmesi Hakkında Yönetmelik’i Resmi Gazete'de yayımlandı. Yönetmelikte belirtilen koşullara göre, her Türkiye vatandaşı destek için başvurabilecek, ancak belirlenen koşullardan biri destek verilecek eserin Türkçe yazılmış olması. Destek için yapılacak başvuruları da Edebiyat Eserlerini Destekleme ve Değerlendirme Kurulu belirleyecek. Bu kurul, müsteşar veya ilgili müsteşar yardımcısı başkanlığında, genel müdür ve edebiyat alanında temayüz etmiş kişiler arasından bakanlık onayı ile belirlenecek beş kişi olmak üzere toplam yedi üyeden oluşacak. PEN Türkiye Başkanı Tarık Günersel yönetmelikte dikkat çeken bu iki noktayı değerlendirirken süreci “gelişen antidemokratik eğilimin bir yansıması” olarak niteledi. Diğer diller dışlanıyor.

PEN’in dil haklarını savunduğunu hatırlatan Günersel, resmi dil ile Türkiye’de yurttaşların yazmayı tercih ettikleri dillerin verimliliği arasında yer yer uyuşmazlık olabileceğini ancak yönetmelikte Kürtçe, Ermenice gibi dillerin otomatik olarak dışlanmış olduğunu dile getirdi. “Türkiye’nin çeşitliliğine saygı ifadesi ve yaratıcılığı geliştirmeye dönük iyi niyetli bir proje totaliter bir zihniyete destek haline getiriliyor. “Bu proje önceki aşamalarında daha farklıydı. Bakanlığın seçeceği edebiyatçılar da yoktu, daha çok yazar derneklerinin üye görevlendirmesi vardı. Şimdi değişti. “Daha önce son derece aydın demokrat birkaç bürokrat vardı. Kültür Bakanlığı Kütüphaneler ve Yayınlar Genel Müdür Yardımcısı Ümit Yaşar Gözüm’ün son derece yapıcı, demokrasi ufkuyla bağdaşan bir yaklaşımı vardı. Genel Müdür Onur Bilge Kula keza öyleydi. Fakat bu değerli, aydın bürokratlar başka konumlarda görevlendirildi. Bu kişiler Türkiye’nin çeşitliliğini uluslararası alana yansıtmaya özen gösteriyordu. Fakat bu sona erdi. Yeni kurulun böyle oluşması antidemokratik sürecin bir yansıması. “Bugün bir tekelleşmeye başvuruluyor. Yasama, yürütme, yargının tekeleştirilmesine ek olarak medya da mümkün mertebe tek elde toplanıyor. Bu tür uygulamalarla da toplumun çeşitliliği görmezden gelinip tek boyutlu kılınıyor. Süreç gelişen antidemokratik eğilimin bir yansıması.” (BİANET) 41


ERHAN SÖNMEZ İŞÇİ FİLMLERİ FESTİVALİNDE ANILDI

mutfağında yer aldığı gibi. Bu anlamda ona vefa gösteren burada yeniden anmamıza vesile olan İFF gönüllülerine teşekkür ediyorum. Erhan’ın arkasından arkadaşları şöyle seslendiler: “Ne güzel gülerdin sen çocuk, gözlerinde bin yıllık keder…” Ben de onu yeniden saygıyla anıyor ve onu kucaklayan yıldızlara sesleniyorum: O gitti sessiz ve ansızın, şimdi yüreklerimizde çimleniyor kederli gülümseyişi…” ORHAN KEMAL 100 YAŞINDA

8. İşçi Filmleri Festivali kısa bir süre önce kaybettiğimiz tiyatrocu ve sinemacı Erhan Sönmez’e ithaf edildi. Festivalin açılış töreninde Sönmez’in ailesine plaket verildi. Ayrıca Erhan Sönmez için hazırlanan belgesel gösterildi.

Ünlü yazar Orhan Kemal, doğumunun 100′ üncü yılında memleketi Adana’da kitap fuarında anılacak.

Bu yıl 14 – 19 Ocak 2014 tarihleri arasında TÜYAP Adana Uluslararası Fuar ve Kongre Merkezi’nde düzenlenecek Çukurova 7. Kitap Fuarı, Türk edebiyatının en üretken Plaketi vermesi için sahneye davet edilen yazar yazarlarından Orhan Kemal’i çeşitli etkinliklerle Adil Okay, dostum arkadaşım dediği Erhan anmaya hazırlanıyor. Sönmez için bir konuşma yaptı. Okay, özetle şunları söyledi: Orhan Kemal fuarda, bir dizi söyleşi, panel, sergi ve “Orhan Kemal 100. Yaşında “Kimisi slogan atar, kimisi slogan yazar. Ender Sempozyumu” ile anılacak. Sempozyum insanlar vardır ki hem slogan yazar hem de o kapsamında “Yaşamı ve Eserleri ile Orhan yazdığı sloganları meydanlarda atar. Burada Kemal”, “Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Anıt sloganı metaforik olarak kullanıyorum. Yani Yazarı Orhan Kemal 100 Yaşında”, Erhan hem mektepli hem alaylıydı. Hem usta “Çukurova’dan bir Orhan Kemal Geçti” hem çıraktı. Hem öğretmen hem öğrenciydi. “Edebiyattan Sinemaya Orhan Kemal”, “Bursa Yaşadığı kentte hem kimlik mücadelesine hem Cezaevi’nde Bir Çukurovalı: Orhan Kemal” ve de sınıf mücadelesine üretimiyle katkı “Orhan Kemal ve İzleri”, başlıkarı altında sunmuştu. O kimlik ve sınıf mücadelesini paneller düzenlenecek. Ünlü yazarın yaşamı, birbirine bağlayabilen, birlikte yürüt ülebileceğini Adana’da geçirdiği yıllar ve eserlerinden seçme pratiğiyle gösteren bir insandı. MKM metinlerden oluşan sergi de fuar süresince bünyesinde, İHD bünyesinde birçok çalışmanın kitapseverlerle buluşacak. mimarıydı. Mer-Sinema Derneği ve tiyatro Agon kurucusuydu. Sadece benim yazdığım TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından “Karanlığın İçinde Aydınlık Yüzler” adlı Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile yılın ilk kitap oyunumla, Merhaba Sanat Tiyatro grubuyla fuarı olarak düzenlenecek Çukurova 7. Kitap beraber 70 kez sahneye çıktı. Kendi kurduğu Fuarı’na yurt içinden 200′ün üzerinde yayınevi Tiyatro Agon’da yüzlerce kez oyun sahneledi. ve silvil toplum kuruluşu katılacak. Fuar Hem yönetmenlik yaptı hem rol aldı. Ayrıca 50 kültür etkinliği saymakla bitiremeyeceğim birçok organizasyonun süresince yapılacak. (EDEBİYATHABER.NET) mutfağında yer aldı. Yıllardır İFF’nin 42


2013 CEMAL SÜREYA ÖDÜLÜ SONUÇLANDI...

Adayların; kitap bütünlüğü taşıyan, basıma hazır şiirlerinden oluşturacakları, adres, telefon, ve özgeçmişlerini de içeren 6 adet dosyayı; Mayıs Yayınları’nın Sakarya Cad. Özkanlar 35 Apt. A Blok, No: 36 / 20, Manavkuyu, Bayraklı – İzmir adresindeki Ödül sekreterliğine, APS, kargo ya da taahhütlü posta ile göndermeleri veya elden teslim etmeleri gerekiyor.

Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği, Cemal Süreya Şiir Ödülleri Seçici Kurulu, 2013 yılı ödülleri üzerindeki değerlenArkadaş Z. Özger Şiir Ödülü bünyesinde, 2007 dirmesini sonuçlandırdı. yılında verilmeye başlanan “İlk Kitap Özel Ödülü“ devam edecek. 2013 yılı içinde yayımlanmış ilk Cemal Süreya 2013 Şiir şiir kitapları arasından, katılım koşulu Ödülü oy çokluğu ile ”Dosya” dalında Abuzer Gürpınar’ın “Başım aranmaksızın verilecek ödülün amacı; diğer Kiraz” adlı yapıtına verildi. Bu dalda ayrıca yayınevlerini de ilk şiir kitabı yayımlama Eşref Yener’in “Baykuşta Yangın Tekrarı” adlı konusunda cesaretlendirmek. Özel Ödül, Arkadaş yapıtı da Özendirme Ödülü’ne değer görüldü. Z. Özger Şiir Ödülü seçici kurulunun sürekli üyeleri ile dönüşümlü olarak görev yapmış tüm “Kitap” dalında Emre Polat’ın “Vukuat üyeleri tarafından sorgu yöntemiyle belirlenecek. Vardiyası” ile Süveyda Sezgin’in “Anahtar Ödül, Arkadaş Z. Özger’ in ölümünün 41. Yolu” yapıtları, özendirme ödülüne layık yıldönümünde, 10 Mayıs 2014 Cumartesi günü düzenlenecek bir törenle verilecektir. görüldü.

Ödül töreni, 9 Ocak 2014′te Kadıköy’deki Seçici kurulca Ödüle değer görülen yapıtın yazarı, Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü 2014 Barış Manço Kültür Merkezi’ndeki yapılacak. Diploması ve Plaketi ile onurlandırılacak; ayrıca EDEBİYATHABER.NET dosya kapsamındaki şiirler, Mayıs Yayınları Şiir Dizisi’nden, yıl içinde ve telif karşılığı ödenerek ÖLÜMÜNÜN 41. YILDÖNÜMÜNDE kitap halinde yayımlanacaktır. ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİR ÖDÜLÜ Seçici kurulda Murat Acar, Sina Akyol, Orhan Arkadaş Z. Özger Şiir Alkaya, Gökhan Arslan ve Suat Çelebi gibi isimler Ödülü’nün bu yıl on yer almaktadır. dokuzuncusu veriliyor. Özger’in ölümünün 41. yıldönümünde, 10 Mayıs 2014 tarihinde verilecek Ödülün seçici kurulu Murat Acar, Sina Akyol, Orhan Alkaya, Gökhan Arslan ve Suat Çelebi’den oluşuyor. Bugüne kadar şiir kitabı yayımlanmamış şairlerin aday olabilecekleri Ödül için son başvuru tarihi 15 Mart 2014. Mayıs Yayınları yetkilileri, Ödül alacak dosyayı 2014 yılı içinde, telif karşılığını ödeyerek kitap halinde yayımlayacaklarını da açıkladılar.

EDEBİYATIMIZDA AŞKIN VE ATEŞİN SÖZCÜSÜ: BURHAN GÜNEL

43


“Gidiyorum yelkenimde korkular çözülmekte acının buz uykusu yakılmış buğdaylardan bağlardan kanımı donduran ateş bozumu şiirlerle şairlerle tutuşan o uzak Anadolu torbama doluştular 1947'de Antakya’da doğan Burhan Günel, ihanet dikenleri ortaöğrenim hayatını parasız yatılı okullarda isli beyaz kuğular "Şiir benim ilk aşkımdır; vazgeçemediğim aşkım" diyen ve doğruluktan ve güzellikten ödün vermeyen, genç kuşakların yanında olan, elinden t utan, "Şiiri düzyazıyla kuşatan yazar" güzel insan Burhan Günel’i sonsuzluğa uğurlayalı bir yıl oldu.

tamamladıktan sonra 1967'de Hava Harp Okulu’ndan mezun oldu. Havacılık mesleğinin deneyimlerini Baraka (1991) adlı romanında ustaca kullanan ve ABD’nin İncirlik üssündeki dümenlerini roman diliyle deşifre eden Burhan Günel, 1971'den itibaren öyküyle başlayan yayın hayatını da birkaç ay önce hastalığının ağırlaşmasına kadar sürdürdü. İlk romanı Ökse 1972'de, ilk öykü kitabı Sevgi Bağı ise 1974'te yayımlanan Burhan Günel’in yapıtları arasında, Antakya’nın Fransızlar tarafından işgal sürecini ve buna karşı yerel yurtsever güçlerin direnişini konu edinen Acının Askerleri(1981 Mehmet Ali Yalçın Roman Ödülü), 12 Mart darbesinin aydınlara ve ilerici askerlere uyguladığı baskıyı konu edinen Ahtapot ve Sivas katliamını anlattığı Ateş Uykusu (1996 Yunus Nadi Roman Ödülü) romanları, onun aynı zamanda politik duruşunu da yansıtan yapıtlarıdır.

Çok sayıda öykü ve romanı yanında “Benzer Romanlar” (1986) ve “Karşı Yazılar” (1995) adlı inceleme kitaplarıyla çok sayıda çocuklarla ilgili kitapları bulunan Burhan Günel uzun süre Karşı Edebiyat adıyla bir dergi de çıkarmıştı. Bir süredir dergilerde ressamlar ve resim sergileriyle ilgili yazılar da kaleme alan Burhan Günel, resim de yapıyordu. Merkezi Ankara’da bulunan Edebiyatçılar Derneği’nin iki dönem Genel Başkanlığını da yapan Burhan Günel’in en verimli döneminde ölümü, Türk edebiyatı açısından büyük kayıp olarak görülmektedir.

Öfkeliyim başkaldırı çağrısı nice zaman susmuştu parlattım acıyı gözlerim buğulu gidiyorum yeniden yanık kırlara doğru” BURHAN GÜNEL YILMAZ BASIN EMEKÇİSİ: METİN GÖKTEPE

Metin Göktepe'nin 8 Ocak 1996 günü "faili malûm" bir cinayete kurban gitmesi olayı, onun Ümraniye Cezaevi olaylarında öldürülen Rıza Boydaş ile Orhan Özen adlı iki tutuklunun cenaze töreni ile başlar. Töreni izlemeye giden Metin Göktepe, ertesi gün ölü olarak bulunan Metin Göktepe için devlet adına İstanbul Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar, Göktepe'nin sandalyeden düşerek öldüğünü açıklar. 44


İçişleri Bakanı Teoman Ünüsan ise sandalyenin yüksekliği konusunda kuşku duyduğundan olsa gerek, "Metin Göktepe duvardan düşerek öldü, bize gelen bilgiler bu şekilde" diyordu. Metin Göktepe'yi döverek öldürenler, "Kastı aşan müessir fiil"den yani istemeden öldürmekten yargılandılar. Bir de öldürücü darbe hangi polisin elindeki kalastan çıktığı belirlenemedi. Oysa her şey avukat Fikret İlkiz'in Afyon Ağır Ceza Mahkemesi'nde söylediği gibi netti: "Eğer istemiyorsanız, bir kere vurduktan sonra geri çekilirsiniz. İstemeden bir insanın kafasına kalasla 40 kere vurmazsınız! Metin Göktepe seçilerek alınmış, Evrensel muhabiri olması nedeniyle bilinçli olarak dövülmüş ve isteyerek öldürülmüştür." Sanık polislerin yargılanacakları yer sorun oldu. Adalet Bakanı Mehmet Ağar, güvenlik gerekçesiyle Göktepe Davası'nı 25 bin polisin görev yaptığı İstanbul'dan Aydın'a aldırttı Sonuçta gerçeği sanık polis avukatlarından Ahmet Ülger, ilk duruşmada şöyle diyordu: "Bu dava, basınla devlet arasındadır!" Can Yücel, Metin Göktepe'nin katledilmesinin ardından yazdığı şiirde, acısını şöyle dile getiriyordu:

METİN'E METİN BİR METİN Metin'in kafasında bir darp var Polis karakolundan morga kadar Mosmor Bir darbe var yüreğimizde beynimizde Soruyor bir işaret fişeği Biz ölerek mi yaşamayı öğreneceğiz hâlâ... CAN YÜCEL

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E BİR EDEBİYAT EMEKÇİSİ: OSMAN CEMAL KAYGILI

Osman Cemal Kaygılı, Türk Edebiyatının ismi, ancak yapıtlarından uyarlanan film ve dizilerle anımsanan gerçek bir edebiyat emekçisidir. Öykü ve romanlarında İstanbul’un kenar mahallelerinde, sur dışında yaşayan halkın günlük hayatına yer verdi. O, yaşadığı dönemde de belirli bir çevrede ilgi görmüştü. Sait Faik, bir sohbet esnasında, onun için “En beğendiğim yazar” demişti. Sait Faik, kısa zamanda bu romanın yüzüncü baskısını yapacağını ummuştu. 10 Ocak 1945’te yitirdiğimiz Osman Cemal'in ve yapıtlarının layık olduğu yere ulaşamaması ya da yıllar sonra ulaşacak olmasının bir nedeni de, Sait Faik'in tanımıyla “yarı meçhul”lüğünden gelmekte. Dönemin çeşitli dergi ve gazetelerinde yazmış olmasına karşın Osman Cemal, “matbuat alemi” için yarı meçhul birisidir. Matbuat ve edebiyat âleminin dışında bir hayat sürmek zorunda kalmıştır. Döneminin ünlü yazarları, gündüzleri Cağaloğlu'nda, akşamları Beyoğlu'nda bir araya gelirken, o gündüzleri bambaşka işler yapmıştır: İnekçilik, sütçülük, tuluatçılık, öğretmenlik gibi, her biri ayrı bir yaşam biçimi gerektiren mesleklerle uğraşmış, hatta bir dönem bu işlerin hepsini birlikte yürütmüştür. 45


Geceleri de kafayı Fener'deki Rum meyhanelerinde, Vidos köyündeki çingene çadırlarında çekmiştir. Matbuat ve edebiyat âleminin gözü önünde yaşamayan yazarın bu “dışarıda” duruşu, bu âlemi daha farklı görmesini sağlamıştır. Gazete ve dergilerinde kalmış yazılarında bu entelektüel ve siyasi âlemle uğraşmış, ama roman ve öykülerinde başka bir âlemi anlatmıştır. Osman Cemal, bambaşka bir âlemin insanıdır ve o âlemi yazmıştır. Çingeneler, Sur dışındaki hayat gibi o yıllarda edebiyata konu olmayan yaşam biçimlerini kaleme almış, döneminin giderek yok olmakta olan sözlü kültürünün öğelerini, semai kahvelerini, tuluatçıları, meddahları, İstanbul argosunu tanımış ve yazılı kültüre geçirmiştir. Bu yanıyla, tam bir “dışarıdan” bakış kazanmıştır. Eserlerindeki sivri cümleleri yazarkenki cesaretini de bu dışarlıklığından almıştır. Onun dışarlıklığı, bir anlamdaki “lanetliliği” gençliğinde başlamış bir şeydir. 1912'de, 22 yaşındayken İttihat ve Terakki aleyhine Tepebaşı Tiyatrosunda yapılan bir gösteriye katıldığı için 1913'te, Sinop'a sürgüne gönderilir. Osman Cemal, bir arkadaşına gönderdiği fotoğrafın arkasına, “siyaset mezarlığına destursuz abdest bozduğu” için sürgüne gönderildiği yazmıştır. Bu alaylı ve alaycı yazar, yalnız siyaset mezarlığına değil, matbuat ve edebiyat âlemine de destursuz abdest bozmuşt ur. Cumhuriyet'in İttihat ve Terakki ideolojisinden pek de uzak olmadığını o zaman vurgulama cesaretini göstermiştir. Cumhuriyet aydınının resmi ideolojiden kopamadığı dikkate alındığında hem İttihat ve Terakki'ye karşı çıkmış, hem Cumhuriyet'in gösterdiği “muasır medeni” yaşam biçimi yerine, eski İstanbul'un kenar mahallelerini, alt tabakalarını, Çingeneler gibi modernizmin görüldüğü yerde yok etmekten çekinmediği bir kesimi anlatmış yazarın “lanetliliği” daha iyi anlaşılabilir.

İntiharı (1925), Oyun; Mezarlık Kızı (1927), Üfürükçü (1925), İstanbul Revüsü (1925), ARAŞTIRMA-FOLKLOR: İstanbul’un Semai Kahveleri Meydan Şairleri (1937), Argo Lügati...

“Osman Cemal’in Çingâneler’i muhakkak bir şaheserdir. Osman Cemal şimdiden sonra bir tek yazı yazmasa, Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle gene mahzun ve gene yarı meçhul aramızda dolaşsa, bu, hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserinin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir. Okudukça şaşırıyorum. Sayfaları çevirdikçe içim hüzün, sevinç ile dolu karmakarışık bir âleme giriyor. Gâvur Etem kitaptan fırlıyor, karşımda Apokor Çorbacı’nın kim olduğunu izah ediyor. Akman Baba’yı arabasını sürerken, yaz yağmurlarını, çadırı, böğürtlen dolu sepeti, ayaklarını köpekler dalamış tirşe gözlü Gülüzar’ı, Büyükdere köylerine giden musiki ve avantür delisi delikanlıyı, yılanları, Nazlı’yı görüyorum, duyuyorum. Bir reel âlemini bu kadar masala ve destana yakın şekilde bir de Alain Fournier’de okudum.

Osman Cemil’in bu kitabı için biraz röportaj kokuyor demişlerdi. Kokladım. Mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman davantaj avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de hakiki bir örf ve âdet romanı. Bu iki janrı birleştirerek bize Türk edebiyatının en güzel eserini veren Osman Cemal’e, beni okuyanlar birer tane o kitaptan edinerek hayran olsunlar. Ben o kadar yakın bir istikbalde Osman Cemal’in bu kitabının yüzüncü tab’ı yapılacağına ve Türk edebiyatının ilk avantür roman tarzının bir şaheser Eserleri: Roman; Çingeneler (1939), Aygır numunesi olduğu anlaşılacağına yüzde yüz Fatma (1944), Bekri Mustafa (1944); Öykü; eminim.” (Vakit gazetesi, 23 Haziran 1939/ Eşkıya Güzeli (1925), Sandalım Geliyor Varda Sait Faik Abasıyanık) (1938), Altın Babası (1923), Bir Kış Gecesi (1923), Çingene Kavgası (1925), Goncanın

46


EDEBİYATIMIZIN ÇOK YÖNLÜ EMEKÇİSİ: NECATİ CUMALI

arayışına yaklaştığı, kendini aralarından biri olarak gördüğü oranda ulusallaşır” diyen Necati Cumalı, diğer eserlerinde olduğu gibi oyunlarını yazarken de bu anlayışa bağlı kaldı. Konularını yerli kaynaklardan alarak tamamen yerli unsurları kullandı.. Tiyatromuzda yabancı oyunların egemenliği karşısında durarak tiyatromuzun gelişimine emek verdi.

10 Ocak 2001’de yitirdiğimiz Necati Cumalı, edebiyatın birçok dalında ustalıkla önemli yapıtlar vermiş üretken bir yazardı. Onun en belirleyici özellikleri, dili çok sade ama çok etkileyici kullanabilmesi, hayatı ve “Son” şiirinden: gerçek insanları eserlerinin içine oldukları gibi “İçimden hep iyilik geliyor Yaşadığımız dünyayı seviyorum yansıtabilmesiydi. Kin tutmak benim harcım değil Necati Cumalı, Garip şairleriyle aynı yıllarda şiire Çektiğim bütün sıkıntıları unuttum başlamasına ve Garipçilerle yakın dost olmasına Parasız pulsuzum ne çıkar karşın, şiirde onlardan farklı bir yönde ilerledi. Gelecek güzel günlere inanıyorum Şiirlerinde duruluk ve hayata içten ve sıcak bakış öne çıktı. Sürekli umudu besleyen insanlık çizgisi ekseninde, Garip ve 1940 kuşağı etkilerini yalın ve aydınlık bir duyarlık potasında eriterek kendine özgü lirik şiirler yazdı. Şiirlerindeki konular bireyin güncel kaygıları, sevileri, sevinç ve özlemleri, ayrılık ve acıları, barış, doğa sevgisi ile birlikte çağın sorunları oldu. Necati Cumalı, gerek tek insanın(yalnızlık) gerek ikili ilişkilerin (aşk, dostluk), gerek toplum içindeki insanın çeşitli durum ve konumunu şiirde başarıyla işlemiş, konularında renkli, dilini canlı, işlek tutabilmiştir. Üretken bir yazar olan Cumalı’nın öykü ve romanlarında Roman ve öykülerinde çoğunlukla Ege Bölgesi'ndeki kasaba ve kırsal kesim insanlarının sorunlarını, çıplak gerçekliği öne çıkarmadan işledi. Yoksul, köylü insanları idealize ederek öne çıkardı. Sonraları kadın-erkek ilişkilerini işlediği öyküleri yazmaya başladı. Bunların dışında çocukluk yıllarında Rumeli göçmeni büyüklerinden duyduklarına ve araştırmalarına dayanarak Makedonya kökenlerine dönüp epik bir romancılık anlayışıyla “Makedonya 1900” ve “Viran Dağlar” romanlarını yazdı.

Gelecek güzel günlere Sonunda galip geleceğine eminim İyiliğin, zekânın ve cesaretin İmanım var zaferine Aşkın, adaletin ve hürriyetin Yetiştiğim halkın içinde Bütün şiirlerini duydum Çalışmanın ve sefaletin Kulak verin işe gidenlerin türkülerine Yorgun argın dönüşlerini seyredin.” ONAT KUTLAR’IN KÜLTÜRÜMÜZE VE SANATIMIZA KATKILARI UNUTULMAYACAK!...

11 Ocak 1995’te yitirdiğimiz Onat Kutlar'ı; Necati Cumalı’nın bir edebiyat adamı olarak belki kendi kültürüne, dünya uygarlığına katkı de en ilginç yönü tiyatro yazarlığıdır. “Bir yazar yapmış, çok satmak ve izlenmek üzerinden halkının sosyal, ekonomik sorunlarına, mutluluk oluşturulmaya çalışılan yeni değerler sistemi47


ini temelden eleştiren bu sanat ve düşün adamını ölümünün 16. yılında bir kez daha saygı ve sevgiyle selamlıyoruz. Bir yaşam boyu, yılmadan, yabancılaşmadan edebiyatın hemen her alanında birbirinden nitelikli ürünler verdi Onat Kutlar. Şiir, öykü, sinema, deneme alanlarında günümüzde önemi giderek artan yapıtlar üretti. Her yapıtında, savunduğu insanlığın yok edilemeyen kültür birikimine dayandı. Kendi kültürüne, dünya uygarlığına katkı yapmış aydın, sanatçı, bilim adamlarına sırtını dönüp yaygınlık, çok satmak ve izlenmek üzerinden oluşturulmaya çalışılan yeni değerler sistemini temelden eleştirdi. Anadolu insanına bakışı o imbikten süzülen ince duyarlılıklarının ve algılarının ürünüdür. Popüler ve yaygın olana itirazı, tekelleşmeyi reddetme, emperyalizmin kültürsüzleştirme ve tek tipleştirme operasyonuna bir karşı çıkış niteliğindedir. Bu değerli kültür adamı, bütün ömrünü sahteliklere, ikiyüzlülüklere, halkı kültürsüzleştirici, ortalama beğeniye hapseden tekelli medyaya karşı çıkmaya adamıştı. Ne yazık tekelli düzenin ve yarattığı insanın en tiksindirici ürünlerinden terör bu yetişmesi güç aydını çok zamansız şekilde bizden alır. Son yazılarından birinde "Herkesin kaybettiği tek oyundur terör, korkunç bir oyundur. Evet her öldürülenle bir evren yok edilir." derken ne yazık ki kendi ölümünü de yazar sanki. Onat Kutlar, tam bir kültür adamıydı. Sinemanın edebiyatla, şiirin güzel sanatlarla kesiştiği yerde durdu, öykülerini böyle bir imbikten geçirerek kağıda düşt ü. Duyarlı, ayrıntılara inen, açık bir söylemle yazdığı şiirlerinde toplumsal durumlar ve konumlar öne çıkmaktaydı.

SAVAŞ VE BARIŞ

Yamaçta bir ev evin üstünde Kocaman bir tavuskuşu oturmuş Dar pencerede ufacık bir kız Elinde paket taşı kadar bir çikolata Bir tüy ormanının ardında kalan Güneş içindeki çin'e bakıyor Bahçeye kurulmuş üç arsız keman Renkli şeritlerin bayrağıyla Çivi yazısından bir karıncayı Tam iki saattir oynatıyor Çaldıkları parça da Chopin Mor renkli ispirto içtiği için Çiroz olduğuna inanıyor dede Merkezkaç gücüyle karadenizin Balkonuna yaslanmış bıyık altından Gülerek küçük kıza bakıyor Dede çiroz değil bir hinoğlu hin O anda duyuldu arka tarafta Ovaya bakarak gözcülük eden Arap oğlanın sesi ve bembeyaz uğultusu pusudaki ölümün: Tanklar geliyor ONAT KUTLAR

ÇAĞDAŞ ŞİİRİMİZİN YAPI USTALARINDAN CEMAL SÜREYA’YI ANIYORUZ İkinci yeni şiirinin en önemli adlarından olan Cemal Süreya’yı 9 Ocak 1990’da yitirmiştik. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle şiirimize yeni soluk aldıran bir şairdi Cemal Süreya. Geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel kullandı. Şiiri 48


bütün fazlalıklardan kurtararak, aklın özgürlüğünden ne güzellikler doğabileceğini göstermeyi amaçladı. Bu özellikleriyle bireysel bir “kaçış” şairi olarak görülse de, şiir duyarlığımıza kattığı tatlarla ve şiir dışındaki toplumsal duruşuyla bizim için önem taşımaktadır. Cemal Süreya’yı iyi tanınmak için yaşamına göz atmak gerekir. Cemal Süreya, sürgünün acı tadını çocukluğunda tatmıştır. Bir gece yarısı ailesiyle birlikte Bilecik tren istasyonuna indirilmişti. Nereye gideceklerini bilmeden vagonlara yüklenmişlerdi. Çaresizdiler. Bilecikliler onlara sahip çıktılar. Yemekler getirdiler. 20 yıl Bilecik dışına çıkmaları yasaktı. Annesini bu ilk sürgün günlerinde yitirdi. Okumak istiyordu. Babası da kız kardeşlerini alarak İstanbul’a çalışmaya geldi. “Sürgün” kararı peşlerindeydi. Evleri polis tarafından basıldı. Dönemin işkenceleriyle ünlü İstanbul’un Sansaryan Hanı’nda gözaltına alınıp ailecek yeniden “paket halinde” Bilecik’e geri gönderildiler. Cemal Süreya, henüz 11 yaşındaydı. Kendi anadili serüvenine iki defa soyunur Süreya. İlkinde 12 Eylül gelir, ikincisinde ölüm. İnsanın anadilini bilememesine acı sayıklamalarıyla anadili acısını içinde taşıyarak ölür. Gerçek yaşamında Kürtlüğünü ön plana alacaktır. Bazil Nikitin'in “Kürtler” adlı kitabını Türkçe’ye çevirir. Her yerde Kürt ve sürgün olduğunu anımsatacak, oğlunun nüfus kaydında adı ''Memo'' olarak yazılan tek Kürt olmasıyla övünecektir. Şöyle anlatır sürgün olmanın acısını, şiirindeki yerini: “Gülümsemeyle hüzün yan yana gider benim şiirimde. Özgürlük ve kendine güven durumu beni hep lirizme, sıkıntı ve bunalım ise hep humor’a atmış.” Ölümü de humour’la tiye almıştı şair: “Ölüyorum tanrım/Bu da oldu işte/Her ölüm erken ölümdür/Biliyorum tanrım/Ama, ayrıca, aldığın şu hayat/Fena değildir./Üstü kalsın...”

SOSYALİST GERÇEKÇİ ROMANIN ÖNCÜSÜ REŞAT ENİS AYGEN EMEĞİN SAFLARINDA YAŞAYACAK HEP! Sosyalist gerçekçi edebiyatın romandaki ilk öncülerindendir Reşat Enis. 1940 kuşağının romanda öne çıkan adıdır. Unutulmaz sosyalist gerçekçi romanlar yazmış ve 1980'lerin başından günümüze kadar birçok önemli eserlerinin yeni baskılarının mevcut olmadığı, adeta suskunluk komplosuna maruz kalan, unutturulmaya çalışılan, görmezden gelinen, mütevaziliği, çalışkanlığı, aydın sorumluluğu ve cesaretiyle birbirinden değerli toplumcu eserlere imza atmış büyük bir yazarımızdır. Ünlü şairimiz Nazım Hikmet tarafından “Türk edebiyatının temel taşı" olarak takdir edilen Afrodit Buhurdanında Bir Kadın (1939) genel ahlaka aykırı olduğu iddiasıyla basıldıktan kısa bir süre sonra toplatılmıştır. Bu eserinde yazar, 49


çalışan ve yoksul bir kadının yaşadığı çifte 1951'de yayınlanan Yolgeçen Hanı ise okurun Anadolu'yu karış karış dolaşan gezici tiyatrolar sömürüyü çarpıcı bir şekilde tasvir etmiştir. vasıtasıyla, politikacılar ve ağalar tarafından En önemli eserlerinden biri sayılan ve yayınlanır sömürülen, aşağılanan köylülerle yüzleşmesini yayınlanmaz toprak ağalarının yoğun baskısı sağlar. 1957'de yayınlanan Despot adlı bir diğer nedeniyle toplatılan Toprak Kokusu (1944) adlı şaheserinde ise Kurtuluş Savaşı döneminde başyapıtı, daha sonra ancak 1969'da o da bazı kendi çıkarlarını korumak için düşmanla bile bölümleri sansürlenerek “Kara Toprak” adıyla işbirliği yapan Davut Ağa'nın öyküsü anlatılır. tekrar yayınlanabilecektir. Reşat Enis'in Roman yayınlanmadan önce Cumhuriyet romanlarında her zaman ekonomik olarak gazetesinde tefrika edilirken, roman aleyhine görünmeyen çelişkiler, fiziksel güçler arasındaki açılan dava beraatla sonuçlanmasına rağmen uyumsuzluklar ağır basar. Kadının sömürülmesi Cumhuriyet gazetesi işine son verir. 1968'de Anadolu Ajansı'nın İstanbul Bürosu yazı işleri sorununu da ilk ele alan romancıdır Reşat Enis. sekreterliğinden emekli oldu. Aynı yıl 1996 yılında Mavi Dergisi'nde yayınlanan yayınlanan Sarı İt ise Türk Edebiyatında işçisöyleşisinde Yazarın oğlu Gökçe Enis şu değerli sendika ilişkilerini ele alan ilk romandır. Sarı bilgileri verir: “Babamın vefatından sonra Milliyet sendikacılık olarak tarif edilen ve işçi sınıfına Sanat’ta Yaşar Kemal’in övgülerle dolu güzel bir düşman bir anlayış bu romanın eleştiri yazısı çıkmıştı. Fakat bir sürü övgünün içinde bir konusunu meydana getirir. de eleştirisi vardı Yaşar Kemal’in: Reşat Enis’i gazetenin önünden her geçişimizde camın önünde oturur görürdük. Sonra da kitap (Toprak Kokusu) çıkınca şaşırmışlar. Bu nasıl oturduğu yerden Çukurova romanı yazar ki, bize sorsaydı biz onu bazı yerlere götürür, birtakım insanlarla tanıştırırdık. Oysa o oturduğu yerden yazmamış ki. Onun çalıştığı gazete, ağanın gazetesi ve oraya işçiler, topraksız köylüler, yoksul, çaresiz insanlar geliyor. Babam bir gazeteci gibi onlarla konuşup malzeme topluyor. Gezmesine gerek kalmıyor, yazacağı her şey bir bakıma ayağına geliyor. Gerçektende romanlarına bakarsanız, insanın oturduğu yerden yazacağı şeyler değil. Tarzı da öyleydi zaten. Balıkçıları anlatmak için (Ekmek Kavgamız) teknelerle Karadeniz’e açılmıştır. O insanlarla fırtınada, yağmurda ölümle burun buruna yaşamıştır. Keza Sendikacıları anlattığı “Sarı İt”te gene öyle. Sendikacıların içine girip çıkmış, yani insanların içine girip, malzemeyi bizzat onların içinden toplamış.” [Unutturamadıkları Romancı Reşat Enis (Dosya) Hazırlayan: Aydan Gündüz, Mavi Dergisi s.7, İstanbul (Kasım 1996).]

Bu önemli sosyalist gerçekçi yazarımız 1968’den sonra herhangi bir üretimde bulunmaz, yazmaktan vazgeçer. Bu susuşu, “ona yönelik baskılara nedeniyle küstü” olarak algılanır. Son romanı olan 1981'de tamamladığı ve vasiyetinde yayınlanmasını arzuladığı Kırmızı Karanfil ise ancak ölümünden 25 yıl sonra Yordam Kitap'ın desteğiyle gün ışığına çıkabilecektir.

Tıpkı Emile Zola, Maksim Gorki ve Orhan Kemal gibi Reşat Enis de keskin gözlem gücüyle kenar mahallelerdeki yoksul ve dışlanmış insanları, onların gündelik ayakta kalma mücadelelerini eserlerinde işlemiştir. Romanlarında fabrikalarda ve madenlerde yaşanan vahşi ve gaddar sömürü bütün açıklığıyla dile getirilir. Eserleri, yaşadığı döneme çarpıcı bir tanıklık olarak her zaman güncelliğini, anlam ve önemini muhafaza edecektir. Eserlerinde İstanbul’un kenar mahalleleri, gecekonduları, Beyoğlu ve Galata’nın fuhuş ve sefahat âlemleri realist bir biçimde anlatılır. İyi bir gözlemcidir. Olaylar 1947'de yayınlanan Ekmek Kavgamız adlı eserinde arasında bağların gevşekliği, kahramanlarını iyi balıkçıların hayatını yansıtmıştır. 1949'da Ağlama işleyemeyişi tasvire fazla yer vermesi gibi Duvarı ile yazar 2.Dünya Savaşı İstanbul'unda kusurlarından dolayı ikinci sınıf bir sanatkâr olmuştur. Son romanlarında Anadolu insanının birçok çevreyi, olayı ve kişiyi okuyucuya aktarır. 50


problemleri le işçi meselelerini işlemiştir. Halkın üzerindeki dinin uyuşturucu gerçekliğini en zor zamanlarda açıkça dile getirir. Bugünün de en önemli gerçekliğinin saptamasını yapar:

"Kahramanlıklara, cü'retlere sevkeden din, insanların damarlarına enjekte edilmiş, coşturan, taşıran bir kimyevi formüldür öyleyse... Uğrunda canlarını fedaya kışkırttığı insanlara cennet vaat ettiğine göre, işin içine menfaat de karışıyor! Sürünürcesine yaşadığı bir dünyaya karşı huriler gılmanlarla türlü yiyecek ve içecekle dolu bir başka âlem!" HRANT DİNK’TEN BİZE KALAN ‘KARDEŞLİK İDEALİ’NE DAHA ÇOK BAĞLIYIZ!...

ülkenin yurttaşları olarak, güvercin tedirginliğinde, gerçek failleri bulunmamış suikastlarla bir arada yaşamaya alışmak istemiyoruz. Bu akıl almaz cinayetten nefret üretmeyen onurlu kalabalıklar olarak, bebeklerden katil yaratan karanlığa ışık düşürmek için, ülkemizin aydınlık geleceğine sahip çıkmak için, adalet için, barış için, kardeşlik için, Hrant Dink davasının mağdurları ve takipçileri olarak her 19 Ocak‘ta onun halkların kardeşliğini anlatan sesini çınlatmaya devam edeceğiz. ŞİİRİMİZİN İNCE KUYUMCUSU: ÖZDEMİR ASAF Çağdaş edebiyatımızın kendine özgü şairlerinden Özdemir Asaf’ı yitireli 32 yıl oldu. 28 ocak 1981’de sonsuzluğa uğurladığımız şairin gerçek adı Halit Özdemir Arun’dur. Şiirleri genel olarak dörtlük ve ikiliklerden oluşur. Yoğun ve kısa bir söyleyiş özelliği vardır. Düşünce ile duygu yoğunluğuyla beraber, taşlama ve alay şiirine egemen olan etmenlerdir. En çok kullandığı ayrılık, sevgi ve ölüm temaları son dönemde şiirlerinde yerini kaçış ve umutsuzluğun tedirginliğine dönüşmüştür. Onun inandığı şiirde bir anlam ve görüşün yansatılmasının gerekliliğidir. Geleneksel Türk şiiri ve batı şiirinin harmanlamasıyla son derece zengin bir sanat değeri oluşturmuştur.

Acısı taptaze içimizde kanamakta… Gülüşlerinde faşizme karşı umut saçan bir bahar kan içinde hâlâ. “Su Çatlağını buldu” diyen sesi kulaklarımızda çınlıyor. Ve onun sesinde yiten bir düş şahlanıyor. Grileşen renklerimiz buluyor yeniden nüanslarını. Acısı kor gibi dururken içimizde çok sözü de gereksiz buluyoruz. Şimdi Şükran Kurdakul, onun şiire üzerine yaptığı dostları şu seslenişle çağırıyor Hrant’ı anmaya, değerlendirmede şunları söyler: diğer dostlarını. Gelin birlikte bu sese kulak " Özdemir Asaf şiiri, temelde doğaya, verelim. “19 Ocak'ta, Saat Üçte, Aynı Yerde... “ insanlara, yakın çevre oldubittilerine açılarak Hrant Dink aramızdan ayrılalı tam beş yıl oldu. yeni yorumlarla donanır. Yer yer keyifli, bıyık O’nun devlet görevlilerince ya da onların gözetimi altından gülen bir şair vardır. Ama “insanın altında katledildiği oraya çıktı. Deliller karartıldı. ömrüyle devam edecek bir oyun”da acılarını Yakalanan bu kanlı cinayetin ortağı sustular. hafife almaktan yorgun düştüğünü sezersiniz. Kimileri ise terfi ettirildi. Şurası gerçek ki, bizler bu Dikkat edilirse, kendisini ve dış dünyayı yorum51


lamaya çalışırken bizim uzağında olduğumuz bişeyleri göz ucuyla izlediği görülür bu şairin.” İnsana aykırı pisliklerin biriktirdiği tepkiler, Özdemir Asaf şiirinde çoğunlukla ince yergi öğeleriyle çıkar karşımıza. Yer yer acıya ve öfkeye dönüşür: BİLDİRİ

Bizler savaş ölüleriyiz, Bundan böyle karşı karşıya değiliz; Bildiririz. ÖZDEMİR ASAF

ROMANDA SOSYALİST GERÇEKÇİLİĞİN ÖNCÜ ADLARINDAN KEMAL BİLBAŞAR ESERLERİYLE YAŞIYOR! 21 Ocak 1983’de yitirdiğimiz Kemal Bilbaşar, Anadolu’nun feodal yapısını ele alan ve sinemayav da uyarlanan romanları “Cemo” ve “Memo” ile ünlendi ama o, daha 1943 yılında "Denizin Çağrısı" adlı ilk romanıyla Türk yazınında yabancılaşma olgusunun ilk örneğini verdi. Çeşitli yörelerinde öğretmenlik yaptığı Anadolu’yu iyi tanıyan Bilbaşar, öyküleriyle de öne çıktı. II. Dünya Savaşı sonrası Doğu Anadolu köylüsünün geri kalmışlığını da dile getiren yazarın eserlerini Doğan Hızlan, "Kasaba olgusu değerlendirilmesinde edebiyat ve toplumbilim açısından paha biçilmez belgeler taşır." şeklinde yorumladı. Kemal Bilbaşar, sanat anlayışını şöyle belirtiyor: "Yapıtlarımı genellikle küçük kasaba ve köylerde yaşayan, çok çalışan, az mutlu olan insanların

hayatını yansıtmak, onların belli bir bilince varmaları amacıyla kaleme aldım. Fikirde toplumcu, sanatta gerçekçi, görüşe bağlı kaldım. Memleketimiz insanlarının dertlerini, toplum gerçeklerini ancak bu edebiyat tekniğiyle gün ışığına çıkarmak, onlara çözüm yolunu göstermek mümkün olacağına inandım. Yapıtlarımda halk masal ve öykü deyişlerine de yer veriyordum. Bununla yapıtlarımı halkıma daha rahat okutacağım, sanatımda geleneksel bağlantıyı sağlıyacağım kanısındaydım.” Bir başka röportajında da kendini şöyle ifade eder: “Fikirde toplumcu, sanatta gerçekçi görüşe bağlı idim. Memleketimiz insanlarının dertlerini, toplum gerçeklerini ancak bu edebiyat tekniğiyle gün ışığına çıkarmak, onlara çözüm yolunu göstermek mümkün olacağına inanıyordum. Eserlerimde meddah taklitlerine, halk masal ve hikaye deyişlerine de yer veriyordum. Bununla eserimi halkıma daha rahat okutacağım, sanatımda geleneksel bağlantıyı sağlayacağım kanısındaydım. Batı mükemmelliğine ulaşabilmek için eski sanat değerlerimizin tümünü inkar etmek, geleneksel bağlardan arınmak gereğini savunanlara katılmıyorum. Bizim halk edebiyatımız zengin bir dil ve sanat hazinesine dayanır, ölü değil, yaşayan bir dil hazinesidir bu. Olanakları geniştir. Halk için yazan bir sanatçı, bu hazineyi görmezlikten gelir, ondan faydalanmazsa, ister istemez halkla arasına mesafe koyar. Bu hazineden faydalandıkça yapıtın milli yanının güçleneceğini ve halklara daha rahat ulaşacağını CEMO ispatlamıştır.” Kemal Bilbaşar, Cemo adlı romanıyla 1967 Türk Dil Kurumu Roman Ödülünü, Yeşil Gölge romanıyla da 1969 May Roman Ödülünü kazanmıştı. 52


SOSYALİST GERÇEKÇİ TİYATROMUZUN ÖNCÜ SESİ: OKTAY ARAYICI

Türk Tiyatrosu'nun sosyalist gerçekçi çizgideki önemli oyun yazarlarından olan Oktay Arayıcı, 12 Şubat 1936’da Rize’de doğar. İlk ve orta öğretimini Rize ve Malatya’da gerçekleştiren Arayıcı, 1956 yılında İstanbul Üniversitesi’ne girer. 1959 yılında ilk senaryosunu yazar. Sansüre takılan “Gel Nişanlanalım” adlı bu senaryonun ardından, ertesi yıl “Dışarda Yağmur Var” adlı ilk oyununu yazar ve sahneler. Arayıcı’nın bundan sonraki tiyatro yaşantısı epeyce hareketli, bol ödüllü ve politik açıdan hareketli geçer. 1964’te İzmit’te Good-Year lastik fabrikasındaki grevi konu aldığı “Kondulu Hayriye” adlı oyunu valilikçe yasaklanır. 1969 yılında yazdığı “Seferi Ramazan Beyin Nafile Dünyası” (Nafile Dünya) adlı oyunu 1971’de AST’ta sahnelenir ve yasaklanır. Bir oyun yazarı olarak artık dikkat çekmeyi başarmış olan Arayıcı, 1974–1976 yılları arasında “Bir Ölümün Toplumsal Anatomisi” adlı, kendisinin önde gelen eserlerinden biri sayılan oyunu yazar. Bu oyunla Türk Dil Kurumu ve Avni Dilligil ödüllerini kazanır. 1977’de yine en bilinen oyunlarından olan “Rumuz Goncagül”ü yazar; Rutkay Aziz’in rejisiyle sahnelenen oyun 1981–1982 tiyatro sezonunda “Yılın Oyunu” ödülünü alır. Bu oyun daha sonra İrfan Tözüm’ün yönetmenliğinde sinemaya da aktarılır. 1978’de TRT için “At Gözlüğü” adlı senaryoyu yazar. Film TRT Muhabirleri Derneği tarafından yılın en başarılı yerli yapımı seçilir. 1978–1979 yılında “Geçit” (Tanilli Dosyası) adlı oyununu yazar. Oyunda Server Tanilli’nin hayatı ekseninde, bir dönem irdelemesi yapılmaktadır. Yazar 1982’de “Babalar” adlı kabare oyununu yazar. Toplumsal sorunlara getirdiği çarpıcı yaklaşımlarla 1970’lerdeki “toplumcu dalga”nın en etkili isimleri arasında yer alan oyun yazarı Oktay Arayıcı, 21 Ocak 1985 tarihinde de hayata gözlerini yumar.

Tiyatro eleştirmeni Ayşegül Yüksel'in "1970'lerdeki tiyatromuzun devinimini, rengini, dokusunu belirleyen birkaç oyun yazarından biridir" diye nitelendirdiği Türk tiyatrosunun erken yaşta yitirdiği kayıplarından biridir Oktay Arayıcı. Tiyatromuza sosyalist gerçekçi çizgide seyreden nitelikli eserler kazandıran Arayıcı'nın yapıtlarında üzerinde durup irdelediği sorunların çok daha ağır bir biçiminin yaşamımızı da ele geçirdiğini görüyoruz. Can Gürzap'a göre oyunlarının en dikkat çekici yanı dilindedir: "Oyun kuyumcu titizliğiyle yazılmış. Oktay kılı kırk yaran bir yazardı. Diğer oyunları da öyleydi. Tiyatro yazarlığına bir değişiklik getirebilmiş ender yazarlarımızdan olan Oktay kendi öz üslubumuzdan yani Anadolu'da yüzyıllardır yapılmakta olan köy seyirlik oyunlarından yola çıkmıştır." Oktay Arayıcı, “Nafile Dünya” oyununda şöyle konuşturur kahramanını: “Kime ne düşüyorsa, herkes payını alsın” diyerek… Sevmek, sevilmek hakkı, Sarılabilmeli insan sevdiğine, Sıcak bir somunu tutar gibi elinde, Isınabilmeli, doyabilmeli. Neden yoksun bundan peki ya, onca insan?” BİREYSELDEN TOPLUMSALA UZANAN İZ BIRAKAN ÖYKÜLERİN YAZARI: MUZAFFER HACIHASANOĞLU

Kasaba insanının bireysel sorunlarını, aile ve toplum ilişkilerinin sağlıksız yanlarını işleyen öyküleriyle edebiyatımızda sessiz ama kalıcı bir iz bırakan Muzaffer Hacıhasanoğlu, 1943’lerde Büyük Doğu dergisinde Muzaffer Doluca imzasıyla yayınladığı şiirlerle yazın alanında görünmeye başladı. 1947 ve sonrasında daha çok öyküleriyle tanındı. Öykülerinde Anadolu insanının yaşantısını, sokaklardan çıkardığı 53


tipleri ve çevre ilişkilerini başarılı bir biçimde betimledi. 70’li yıllarda, işçilerin kahramanları olduğu öykülere de ağırlık verdi. 19 Ocak 1985’te öldü Muzaffer Hacıhasanoğlu'nun öykülerinde, yazarın gerçeklik anlayışı çerçevesinde inancını ve yaşamın anlamını yakalama çabalarını yansır. Feridun Andaç onun öykülerini Türk öykücülüğü kategorisinde modernleşme yolunda öyküler sınıfına koyar. Selim İleri’de “Enstitülü yazarların dışında olmakla birlikte, kasaba insanını içli bir sesle anlatan Muzaffer Hacıhasanoglu'nu da anmak istiyorum. Hacıhasanoglu kasaba insanlarının acılı, üzünçlü serüvenlerini işliyor. Sessiz, durgun, dönüp baktığımızda aynı tadı veren öyküler bunlar” demektedir onun öyküleri için. Adnan Özyalçıner'e göre de Muzaffer Hacıhasanoğlu, Anadolu kasabalarının yaşantısından gündeme yansıyan olayları gündemin insanların yaşamlarını etkileyen olumsuzlukları çelişkileri anlatır.

“Ellerime baktım. İri, nasırlı, yaba gibi. Bu eller benim ellerim. Elimizle görürüz her işi. Elsiz düşünemiyorum insanı. Orak tutar, masra sarar, tüfeğin tetiğindedir. Dostumuz mu, düşmanımız mı biri gelir karşımızdan, elini sıkarız. Neden? Korkumuzdan belki de. Elleridir bize her şeyi yapacak olan; tokat atabilir, tabancasına sarılabilir. Eller vardır, sert, kuru, kemikli; eller vardır yumuşak, pamuk gibi bembeyaz. Paralar elden ele geçer. Kumaşlar elle yoklanır. Kıllarla kaplı kiminin üstü, damarlar iyice belirgin bazılarında. Zar da tutar, kalem de, telefonda…”

SOSYALİZMİN İKİ KARTALINI SAYGIYLA ANIYORUZ: LUXEMBURG VE LİEBKNECHT

Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht Komünist Enternasyonal'in katledilmiş ilk komünist militanları olarak, 92. ölüm yıldönümlerinde bütün dünyada anılıyor. Lenin’in “O, bir kartaldı, hâlâ da bir kartaldır.” dediği Rosa Luxemburg ve yoldaşı Karl Liebknecht, 15 Ocak 1919’da Berlin’de daha sonra Alman faşizmin ünlü isimlerini içinden çıkaracak olan Freikorps [Gönüllü Kıta] tarafından tutuklandılar. Eden Hotel’e getirilen iki devrimci, kendilerinden geçene kadar acımasızca dövüldüler. Karl Liebknecht başından vurularak morga kimliği bilinmeyenler arasına yollanırken, Rosa Luxemburg ise Landwehr kanalına atıldı. 25 Ocak 1919’da Friedrichsfelde Mezarlığı’nda toprağa verilen Liebknecht’in yanına Rosa için boş bir tabut gömüldü. Rosa’nın cansız vücudu 31 Mayıs 1919’da Berlin’de su bentlerinin birinde bulundu ve 13 Haziran 1919’da Liebknecht’in yanına gömüldü… Alman sol hareketinin iki önemli ismi olan 1871 Polonya doğumlu Rosa Luxemburg ile 1871 Almanya doğumlu Karl Liebknecht, I. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da kurulan Spartaküs Birliği’nin önderleri olarak tarihe geçtiler. 1 Ocak 1916’da kurulan ve adını Rosa Luxemburg’un yayınlanan program broşüründe kullandığı “Spartaküs” isminden 54


alan “Spartaküs Birliği”, 1 Ocak 1919’da toplanan kongrede ismini Almanya Komünist Partisi (KPD) olarak değiştirdi. I. Dünya Savaşı boyunca savaş karşıtlığı ile öne çıkan, Alman işçi sınıfı hareketinin örgütleyicilerinden olan Luxemburg ve Liebknecht savaş boyunca süregelen grevlerin, direnişlerin öncüsü oldular. Alman işçi hareketi tarihine Ocak ayaklanması olarak geçen olaylar, 4 Ocak 1919’da sola yakınlığı ile tanınan polis müdürünün görevden alınmasıyla başladı. Spartaküslerin yenilmesiyle sonuçlanan ayaklanma 15 Ocak’ta iki önderin öldürülmesiyle sonlandı. Geriye, Rosa Luxemburg’un ölümünden bir gün önce, 14 Ocak 1919’da “Die Rote Fahne” (Kızıl Bayrak) gazetesinde yayınlanan “Berlin’de Düzen Hüküm Sürüyor” başlıklı yazısının son satırları kaldı: “Berlin’de düzen hüküm sürüyor! Sizi budala zaptiyeler! Kum üzerine kurulu sizin ‘düzeniniz’. Devrim daha yarın olmadan, ‘zincir şakırtıları içinde yeniden doğrulacaktır!’ ve sizleri dehşet içinde bırakıp, trampet sesleri arasında şunu bildirecektir: Vardım. Varım, Varolacağım!” Karl Liebknecht’in öldürüldüğü gün, geriye “Die Rote Fahne” de yayınlanan son yazısının son satırları kaldı: “Sıkı durun. Kaçmadık. Yenilmedik. Çünkü Spartaküs –ateş ve ruh demektir, yürek ve can demektir, proleter devrimin iradesi ve eylemi demektir. Çünkü Spartaküs zafer özlemini, sınıfbilinçli proletaryanın mücadele azmini temsil etmektedir… bunlar elde edildiği zaman, biz ister yaşayalım, ister yaşamayalım, programımız yaşayacaktır ve kurtulan halkların dünyasına egemen olacaktır. He rşeye rağmen!” Ölümlerinin 93. yıldönümünde işçi sınıfına olan sarsılmaz inançlarının bizlerce de paylaşıldığı iki büyük önderi saygıyla anıyoruz… Onlar’dan bize kalan sloganı en gür sesimizle haykırıyoruz: “Ya barbarlık, ya sosyalizm!” MUSTAFA SUPHİ VE YOLDAŞLARININ SOSYALİZM İDEALİ, DEVRİMCİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR!

Türkiye komünist mücadele tarihinin ilk önemli öncülerinden Mustafa Suphi ve 14 yoldaşı, bundan 91 yıl önce, Karadeniz’de katledildiler. 28 Ocak 1921, Türkiye devrimci hareketinin tarihinde önemli dönemeç noktalarından biridir. Türkiye komünist hareketinin Ekim Devrimi-Kızılordu pratiği içinde yetişmiş en değerli kadrolarını kaybettiği Karadeniz katliamı, aynı zamanda aslında TKP tarihinde bir gerilemenin başlangıcı olmuştur. 10 Eylül 1920’de Bakü’de Sovyetler Birliği’nden, Anadolu’nun değişik yörelerinden ve İstanbul’dan gelen 74 delegeyle toplanan TKP’nin kuruluş kongresi, her şeyden önce o dönemde Anadolu’da Halk İştirakiyun Fırkası, İstanbul’da Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ve Sovyetler’deki komünistler olmak üzere üç koldan gelişen komünist hareketi birleştirmek amacını güdüyordu ve bunu da büyük ölçüde başarmıştı. Büt ün bu gelişmeleri bir program etrafında gerçekleştiren Kongre’nin en önemli 55


kararlarından biri de Anadolu’da gelişen işgale karşı mücadelenin içine girmek, sıcak mücadelenin orta yerine atılarak önderliğe soyunmaktı. Kongre’de yapılan konuşmalar, alınan kararlar, ortaya konulan tüzük ve program Ekim Devrimi’nin ve 3. Enternasyonal’in devrimci ruhunun damgasını taşıyordu. Örgütlü çalışmanın ağırlık merkezini Anadolu’ya kaydırma kararı alan Kongre, genel başkanlığa Mustafa Suphi’yi, genel sekreterliğe Ethem Nejat’ı ve bunlarla birlikte toplam 7 kişilik bir Merkez Komitesini seçerek tamamlandı. Kongreden yaklaşık 4 ay sonra, 1921’in başında, Ankara ile iletişim kuran Mustafa Suphi, Ethem Nejat ve kalabalık bir komünist topluluk Türkiye’ye geçmeye karar verdi. Hedef Ankara’ya, Anadolu ayaklanmasının kalbine ulaşmaktı. Bu yüzden tarihçi Cemal Kutay’ın sözleriyle, “Onları Ankara’ya sokmamak Yunan’ı denize dökmek kadar önemliydi!” Bu yüzden törenlerle karşılandıkları Kars’tan sonra provokasyonlar birbirini izledi. Erzurum’da kışkırtılmış halk tarafından şehre sokulmadılar. Bat um üzerinden Bakü’ya geri yollanmak üzere Trabzon’a yollandılar. Yol boyu düzmece gösteriler sürdü. Trabzon yakınlarında da kayıkçılar kahyası Yahya kaptanın adamlarının saldırısına uğradılar. Şehre girmelerine izin verilmedi ve bir iskeleden bindirildikleri takayla denize açıldılar. Arkalarından yetişen Yahya kaptanın adamları silahları alınmış olan Mustafa Suphi ve ondört yoldaşını bıçak, kurşun ve süngülerle delik deşik edip denize attılar. 28 Ocak’ı 29 ‘una bağlayan gece Onbeşler, Karadeniz’e gömüldü. O zamanlar, yeni kurulmaya başlayan derin devletin ilk önemli operasyonudur on beşlerin katli. Daha sonra bu olayda aktif rol alan Topal Osman ve onun adamı Yahya Kahya da teker teker öldürüldüler. Bu olay, Batı emperyalizmine karşı mücadele edip devrimi gerçekleştirme ideali uğruna canını veren Mustafa Suphi’nin ve 14 yoldaşının saygınlığını; bu coğrafya halklarının ve proletaryanın sosyalist öncü lideri olmalarını önleyemedi. Mustafa Suphi ve 15’lerin açtığı çığırdan Türkiye devrimcileri ölüm pahasına da

olsa devrime yürümeye devam etti ve devam ediyor.

“Kazıdık on beşlerin ismini, Kanlı kızıl bir mermere! Bir çelik aynadır gözlerimiz, On beşlerin resmini Görmek isteyenlere...” NAZIM HİKMET / 1925 İŞÇİ SINIFININ BAŞ ÖĞRETMENİ LENİN, ÖĞRETMEYE DEVAM EDİYOR!..

Ekim devriminin 90. yılı üzerine dünyanın her bir yanında yazılı ve sözlü görüşler yayınlanmaktadır. İnsanlık tarihinin en böyük devrimi üzerinde konuşup düşünce bildirmek kadar daha doğal bir bir sebep düşünülemez. S.S.C.B, reel sosyalist sistem olarak dünya yüzünde, yetmiş yıldan fazla var olmuştur. Lenin’in üstün niteliği, salt devrim öncesinde gösterdiği ileri görüşlülüğüyle sınırlı değildir. Aynı zamanda büyük devrim saatinin ayarlanmasında ortaya koyduğu ileri görüşlü politik çözümlemeler ve attığı taktik adımlar sayesinde olduğunun anlaşılmasından sebepledir. Devrim alarmı düğmesine basılmasının iyi seçilmesinde, Lenin’in dehasını kabul etmeyen hiçbir aklı başında kimse yoktur. 56


Lenin’in dehasını yakalayabilmek için, onun marksistçe politik çözümlemelerini ve taktiksel manevra ustalığındaki ince hünerlerini, devrimci amaçlara ulaşmak yolunda iyi kavramak gerekli ve hatta zorunludur. Lenin, devlet yapısında bürokrasinin kaldırılmasına ve üreten güçlerin alttan yukarıya doğru üretimden siyasete ve her alanda devlete egemen olmasının sağlanmasına ilkesel anlamda büyük bir önem vererek çalışmıştır. Lenin’e göre, sosyalist bir düzende işçi temsilcilerinin bir çeşit parlamentosu, işlerin yönetimine ve makinanın işlemesine elbette bakacak, fakat bu makine bürokratik olmayacaktı. Üretenlerin kendi kendilerini yönetmesinin en iyi biçimde hayata geçirilmesine, İşçi, Köylü, Asker sovyetlerinin dünyada ilk sosyalist devlet modeli biçiminde kotarılmasına büyük önem veriyordu. Sosyalist sistemin Marksist ilkeleri doğrultusunda ve proletaryanın demokratik diktatörlüğünün garantisiyle komünizme geçişle tamamlanacağına büyük bir ileri görüşlülükle inanıyor ve savunuyordu. Lenin sosyalist sistemin organizasyonu ve güvenlikte tutularak korunabilmesi için, İşçilerin devlet aygıtının en önemli noktalarına tayin edilmesinde gereklilik görmüş ve buna önem vererek gerçekleşmesi doğrultusunda çaba sarf etmiştir. Lenin, dünyada kendisi için hiç bir ayrıcalık kaygısı taşımamış ender insanlardan biridir. Sovyetlerin lideri olarak ayrıcalık kaygısı güttüğüne hayatının hiç bir aşamasında tanık olunmamıştır. Sovyetlerin Devlet Başkanlığına getirilmesinden itibaren, hayatında her hangi bir değişiklik yapmamıştır. Kremlin’de karısı N.Krupskaya ve küçük kız kardeşi Mari ile kubbeli, az çok loş, topu topu beş odadan oluşan bir daireye sıkışmıştı. Bu dairede durmaksızın çalışıyordu: Yalnız Sovyetler hükümetinin yöneticisi değildi, Bolşevik Partisi’nin –ya da 1918 de kabul edilen adıyla, Rus Komünist Partisi’nin de genel başkanıydı.1922 de çok

çalışmaktan dolayı kendisinde yorgunluk belirtisiyle baş gösteren rahatsızlıklar ortaya çıktı. Mayıs ayında vücudunun sağ yanı tutuldu, inme indiği teşhisi kondu. Ekim ayında ayağa kalktı ve yeniden görevlerinin başına geçti. Pravda’ya yazılar yazmayı sürdürüyor ve değişik toplantılara katılıp konuşuyordu. Aralıkta hastalık nöbetleriyle yeniden yoklandı. 1924 yılının Ocak ayının yirmi birinci pazartesi günü, saat altı sıralarında yaman bir kriz tekrar kendisini yokladı, Yeniden yatağa düştü, saat altıyı elli geçe, elli dört yaşında hayata gözlerini kapadı. O bugün de, dünya proletaryasının gönlünde ve sevgisinde yerini almış olarak, yol göstermeye devam ediyor. SERGEY YESENİN: LENİN'den bölümler: Rusya... Söyle nerden çıktı, nasıl yetişti Seni temelinden sarsan bu asi? Bu ağırbaşlı deha! Ve nasıl fethetti beni O sade duruşuyla Fırtınanın bağrına sürmezdi atını Ata binmesini bile bilmezdi... Ne kelle kesmişliği var Ne de ordu karşısında kaçmışlığı Sevdiği tek şey cinayet konusunda Bıldırcın avıydı o kadar. Tam bize göre bir kahraman! Biz ki bayılırız papazlara Sümüklü çocukların arasından Kışın o değil miydi kızak kayan? Cilveli hanımların hoşuna gitmezdi pek Saçları yoktu çünkü dalga dalga Yayla misali çıplak kafasıyla Yoksulların ortasında görüyorum onu şimdi, Ürkek, sade, yumuşak... Ve çözülmez bir soru gibi yükseliyor gözlerimin önünde. Anlamıyorum zorla değil ya, Hangi kuvvet bu çelimsiz adamda Dünyayı sarsmaya yetti Ve temelinden sartı dünyayı. Gürle fırtına, gürle ve dön Kasırgalar hâlinde büzül Ve yıkayıp arıt bu haklı Mapusanelerle kiliselerin utancından!

57


GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ

İNVİCTUS / YENİLMEZ Beni saran geceden başka Kapkaradır o çukurda baştan başa Hangi tanrılar bahşetmişse bana Şükrederim yenilmez ruhum için onlara

Bu gazap ve gözyaşı ülkesinin ötesinde Görünmez gölgelerin dehşetinden başka bir şey Ve beni bulur o senelerin tehdidi Bulacaktırda korkusuz

Kötü şartlarda olsam bile Ne korktum, ne de ağladım kimselere Kaderin pervasız darbelerinde bile Kana bulansa da başım, eğilmedi asla

Kapı ne kadar dar olsa da Cezalarım ne kadar ağır olsa da Kaderimin efendisi benim Ruhumun kaptanı benim

WİLLİAM ERNEST HENLEY

58


EMEĞİN SANATI E-DERGİ

Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Yıl: 8 Sayı: 152 Yayınlayan: Emeğin Sanatı Kolektifi

© Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı

şair ve yazarlarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir. Yayın, Tasarım, Düzenleme: Ali Ziya Çamur Arka iç kapak Fotoğrafı: Adnan Durmaz Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/#!/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati


HAKİKATE DOĞRU Her gün yeni bir derd ile makhur-i sefalet her gün yeni bir mevt ile bir parça ölürken Âfâk-i ümidinde mülevven ve müzeyyen Bir rûyet-i âtî ile titrer beşerriyet.

Her gün yeni yeni dertlerle yenik düşmüş sefalet Her gün yeni bir ölümle biraz daha ölürken Umudun ufuklarında donanmış, yoksula cömert Bir geleceğe bakarken titriyor insanlık!

Mâzi, ebedi-i sahne-i pür hun-i mezalim hâl, işte biraz süslü, fakat tıpkı o sahne; Ati bilelim ki o da mazi gibi muzlim Ati bilelim ki o da mazi gib köhne.

Geçmiş; kanlı kıyım sahneleriyle dolu baştan sona dek, Durum, işte biraz süslü görünse de sahne aynı sahne; Gelecek bilelim ki, o da geçmiş gibi karanlık, Gelecek bilelim ki geçmiş gibi köhne...

Artık yetiş ey dest-i kerem, dest-i rehaver, Anlat bize, ey nûr-i hakikat bizi kandır, Anlat ki, yalan, hepsi yalan, hepsi yalandır.

Artık yetiş, ey cömert kurtarıcı el, Anlat bize ey gerçeğin ışığı, bizi inandır, Anlat ki, yalan, hepsi yalan, hepsi yalandır!

Anlat ki adalet, medeniyyet gibi sözler Anlat ki, adalet, uygarlık gibi sözler Derken yine kan, kan, yine hak namına kuvvet, Söylerken akan yine kan, kan, yine hak adına güç Artık yeter, insanlara insanlığı öğret. Artık yeter! İnsanlara insanlığı öğret!..

SÜLEYMAN NESİP (1866-1917)


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.