EMEGİN SANATİ E-DERGİ 186. SAYİ

Page 1

Ayl覺k Sosyalist Sanat E-Dergisi Y覺l: 11 Say覺: 186 May覺s / 2017



EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH KARABAĞ ADNAN DURMAZ ALPER SANCAR ASIM GÖNEN B.KORKANKORKMAZ BEKİR KOÇAK BEKTAŞ ÇAĞDAŞ ÖN KAPAK 1 ÖN İÇ KAPAK GÖRSEL 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 186. MERHABA EMEĞİN SANATI SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZÜ A. MÜMTAZ İDİL 5 Kutsal Ateş ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Aydınlık Yüz / Taş FEYYAZ KADRİ GÜL ŞİİR 9 Kervan ASIM GÖNEN ŞİİR 10 On Yedi Yaşım DEVRİM BORAN ÖYKÜ 11 Karikatür MUSTAFA ÖZGÜR 14 Bıçak Kemiğe Dayandı BÜLENT AYDINEL ŞİİR 15 Çay Bahçesinde HASAN ÇAPİK ŞİİR 16 Emekten MEHMET RAYMAN şiir 17 Haydi Mustafa'm! ERDOĞAN TEZGİDEN ÖYKÜ 18

BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL CEM EREN DEVRİM BORAN ERDOĞAN TEZGİDEN ERCAN CENGİZ FEYYAZ KADRİ GÜL

GALİP ÖZDEMİR HALDUN HAKMAN HASAN ÇAPİK HAYDAR DOĞAN HIZIR İRFAN ÖNDER MEHMET GİRGİN MEHMET RAYMAN

MERİÇ AYDIN MUAMMER ERTURAN MUSTAFA ÖZGÜR MUZAFFER GÜL NECİP TIRPAN OĞUZ ATEŞOĞLU SEMAHAT ÜNAL

Zulüm İstiaredir Umudun Çocuklarıydı Onlar SEMA LALE BEKTAŞ ÇAĞDAŞ ŞİİR ŞİİR 23 45 Destek De Ki HAYDAR DOĞAN ERCAN CENGİZ ŞİİR-ÖYKÜ ŞİİR 24 46 Çocuklara Yazık Olacak İsterim BEKİR KOÇAK SEMAHAT ÜNAL ŞİİR ŞİİR 25 47 Soluklarına Ne Zaman Boğulur Şiirimizde Topl.. Başkaldırılar – 11 İnsan ALİ ZİYA ÇAMUR HALDUN HAKMAN ARAŞTIRMA ŞİİR 48 27 Bir Mayıs Günü Bir de Işık, Bir de rüzgâr..... TEMEL KURT ADNAN DURMAZ ŞİİR DENEME 54 29 Yaşasın 1 Mayıs KARİKATÜR BURCU TÜRKER MUSTAFA ÖZGÜR ŞİİR 35 55 Çağrı Annem CEM EREN NECİP TIRPAN ŞİİR ŞİİR 36 56 Sozdarên evîna hêviyan Ölmek Değil A. KARABAĞ MUZAFFER GÜL KÜRTÇE ŞİİR ŞİİR 37 57 Sevdaya sözlü umutlar Satırlarda Akan Yaşamın Bilgeliği A. KARABAĞ TEMEL DEMİRER (TÜRKÇESİ) DENEME ŞİİR 58 38 Gelişin Bahar Gözlerinde Cemre Abrek VEDAT KOPARAN GALİP ÖZDEMİR ŞİİR ŞİİR 61 39 Emeğin Türküsü Rüzgâr Öğüdü-4 MUAMMER ERTURAN MEHMET GİRGİN şiir Aforizmalar 62 40 Püskül Püskül İhanet “Memleket mi, daha uzak, YAŞAR DOĞAN VİLDAN SEVİL ŞİİR MAKALE 63 41 Ben Bir Pelitim, Küçücük Ölüme Kafa Tutmak SEVGİNAZ İNAL HIZIR İRFAN ÖNDER ŞİİR ŞİİR 64 44

SEMA LALE SEVGİNAZ İNAL TEMEL DEMİRER TEMEL KURT VEDAT KOPARAN VİLDAN SEVİL YAŞAR DOĞAN ALİ ZİYA ÇAMUR

Öykünün Ölümsüz Dehası: Anton Çehov-1 BEDRİYE KORKANKORKMAZ MAKALE 66 Gözlerimizin ve Güneşin Kardeşliği MERİÇ AYDIN ŞİİR 70 Ölü Şair Mezarlığı OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR 74 Bir Başka İnsansın ALPER SANCAR ŞİİR 76 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 77 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü 78 Mayıs Ayında Önemli Günler 84 DÜNYA EMEK-BARIŞ- DEMOKRASİ ŞİİRLERİ 103 Şu İşsizlik BERTOLT BRECHT (ALMANYA) ÇEVİRİ ŞİİR 104 Özgür Düşünce DİMİTIR POLYANOV(BULGARİSTAN) ÇEVİRİ ŞİİR 105 şAİR GEORGE COŞBUÇ(ROMANYA) ÇEVİRİ ŞİİR 106 Uzaktan Çalan Davul CALVİN HERNTON (ABD) ÇEVİRİ ŞİİR 107 Dünya ŞairleriKısa Biyografi DERGİ KÜNYESİ 108 GÖRSEL/METİN NAZIM HİKMET 1O9 Türkiye'den Selâm KEMAL ÖZER KONUK ŞİİR 110


EMEĞİN SANATI’NDAN 186. MERHABA Merhaba, 17 Nisan Referandumu, faşizmin iktidar olabilmek için hiçbir şeyden çekinmediğini, her yolu denediğini bir kez daha ortaya koydu. Hukuku yan cebine koyan faşist iktidar, Hayır oylarının yükseliğini, piyasaya sürdüğü iki buçuk milyon sahte oyla durdurabildi. Ancak, onlar da biz de biliyoruz ki, bu durdurma sadece yazı üstünde kaldı. Her alanda mücadele devam ediyor. Dergimizin yayına çıktığı tarihte Dersimli Kemal Baba açlık grevi sonunda oğlunun kemiklerini almayı başardı. Öte yandan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevleri 73. günündeydi. Herkesin yüreği ağzında beklerken, faşizmin polisi destek ziyaretlerine gelenlere saldırılarını sürdürdü. Faşist iktidar, iç politikadaki başarısızlıklarını dış politikada da sürdürmeye devam ediyor. Kendi açtığı sorunların artık kendi yöntemleriyle kapanamayacağını o da biliyor. İki emperyal ülke ABD ve Rusya bölgede paylaşımını sürdürürken iktidar başı içeri gaz verirken dışardaki her başvurusundan süklüm püklüm geri dönüyor. Bu tavıurları elbette düşüşlerini de hızlandıracak. Ancak bu düşüş, emperyal ülkelerin baskı ve oyunlarıyla değil emekçi halkın birleşik gücünün etki gücünü yükseltmesiyle olmalıdır. Bu bağlamda yakıcı olan sorun “Birlik” sorunudur. Faşizme Karşı Birleşik Cephe”yi kurmanın zamanı gelmedi mi hâlâ. Ne bekliyoruz, vahiy ya da hidayet beklemenin çağı geçti artık. Küçük insanların değil, kitlelerin çıkarı öncelenmelidir. Yoksa devrimci hareket ve grupların varlık nedenlerinin de bir değeri kalmayacaktır. Sanatçılarımız, şair ve yazarlarımız, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın gösterdiği direniş karşısında nasıl onlarla dayanışma gereği duyuyorlarsa, onları bu direnişe zorlayan olay ve duruımlara karşı da seslerini yükseltmelidirler. “Aman açlık grevini bıraksınlar!” diye çırpınan Oya Baydar türü burjuva yazarları onların direncini, direnişini anlamaktan çok uzaktırlar. Direniş, imza kampanyalarıyla olmaz, faşizme karşı imza kampanyalarıyla direnemezsiniz. Adaleti, hukuku, erdemi, insan haklarını takmayanlar, sizin imzalarınızı mı takacaktır. Gücümüzü bunlarla oyalamak yerine daha etkin ve güçlü alternatif eylemleri hayata geçirmeliyiz. Bunun için de birleşik cepheyi kurmak, hayata dayatmak gerekmektedir. Nuriye ve Semihin, Dersim’de oğlunun cesedini almak için açlık grevi yapan Kemal Baba’nın başeğmez direnişleri tüm sanatçılara, yazarlara, şairlere örnek olmalı, onlara yeni, bir esin kaynağı oluşturmalıdır. Artık bencil hesapların buzlu sularında sessizce yüzmek kimseye kâr getirmeyecektir. Gün gelecek, faşizm sessiz kalmayı yeğleyenlerin de alanlarına girecektir. Emeğin sanatçısı, refahın, alışkanlığın, gevezeliğin, kendinden memnun olmanın karşısında olmalıdır, temel sorumluluğu budur. Biz emeğin, işçi sınıfının tarafında olmalıyız . Tarafsızlığı savunan sanatçı, kesinlikle burjuvazinin tarafında yer almış demektir. Emeğin sanatçılarının temel sorumluluğu; tehdit edicide, kıyıcıda, ezicide, yaygın mutsuzlukta, belirsizlikte gedikler açmaktır. Biliriz ki, halktan, temelden, topraktan ve doğanın derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür. Ahmet yıldızın deyişiyle: “Edebiyat ve sanat bir oyun değildir, yoğun bir şekilde siyaset yüklüdür. Ateşe ve çeliğe, tere ve kana aittir; toplumsal değişimlerin önemli bileşenlerindendir..”

EMEĞİN SANATI


BU SAYININ SAVSÖZÜ ...Şimdi artık öylesine uzak günler ki o günler. Edebiyatın, sanatın yerlerde süründüğü, kimsenin yüz vermediği alanlar olarak tarihe gömüldü. 12 Eylül faşizmi, silahlar, bombalarla birlikte kitapları da “suç aleti” olarak televizyon ekranlarına dizince, millet de okumaktan da yazmaktan da çekinir oldu. Meydan “popülist” çalışmalara kaldı. Edebiyatsanat dergileri tek tek kapandı, kuramlar artık üretilmez oldu, muktedirleri sanatsal dille eleştirmek deneme türünün şaheserleri sayıldı. İtalya’yı öğrenmek için “google” varken, insanlar Goethe’nin “İtalya Seyahati” eserini okumaya gerek görmediler. Sanki Goethe’nin eseri bir turistik rehber kitabıymış gibi, “İtalya’yı öğreneceksem, resimlerine de bakarak öğrenirim,” muamelesine tâbi tutuldu. Ortalık günlük siyasî analizleri irdeleyen köşe yazılarının kitaplaştırılması aşamasına geldi. Bunların adı yalnızca “kitaptı”, asla “eser” değil, ama çok sattı. Neden böyle bir kuru ve verimsiz alana girdi edebiyat? Benim gençliğimde, ondan önce “tercüme bürolarının” olduğu dönemlerde edebiyatın büyük saygınlığı vardı. Çok sık sorulan ve yanıtı da kesin olarak verilemeyen bir soru vardır: “Neden edebiyatın klâsiklerini okumalıyız?” Gerçekten de zor bir sorudur bu. Edebiyatın kimliği değişmiştir, yeni arayışlar içinde gelişen teknoloji ve eğlence dünyası karşısında geri adım atmak zorunda kalmıştır edebiyat, popüler kültürün verdiği bilgilerle şiirler bile çikletlerin içinden çıkan “manilere” dönüşmüştür. Bu gibi ortamlar tarihin her döneminde zaten vardı, ama bunun yanında önemli edebiyat eserleri de yayımlanıyordu. Seçme şansı olan 19. yüzyıl insanları, edebiyat eserlerinden aldıkları öz suları insan sevgisiyle harmanlamayı biliyorlardı. Savaşa karşıtlık bu dönemde, aydınlanma çağından başlamak üzere geri adım atmıştır, ta ki 1.Dünya Savaşı’na kadar. Sonrasını herkes biliyor: Kısa süre sonra da 2.Dünya Savaşı. Dostoyevski’nin öngörüsü varoluşçuluk denen akımın temellerini atmıştı. İnsanlığın kötü bir gidiş içinde olduğunu sezen Dostoyevski, kahramanlarını hep bu toplumun dışına iterek, onları kötülüklerin kıyısında beslemeye çalışmıştır. İnsanın iyi olmasının mümkünü yoktur Dostoyevski için, kötüler arasında en az kötü, en iyidir. Bu yaklaşımında, kendinden sonra yaşanan ama göremediği iki dev dünya savaşının ipuçları vardır. Yalnızca 2.Dünya Savaşı’nda ölen 50 milyon insanın bu paylaşımla hiçbir ilgisi olmadığı hâlde hayatlarını başkalarının idealleri uğruna kaybetmeleri, Sartre, Camus, Simon de Beauvoir gibi yazarların muhteşem eserlerini kazandırmıştır. Balzac’ı okumadan tutkunun ne olduğunu bilemezsiniz. İnsan beyninin karanlık noktalarına Dostoyevski ile iner, Turgenyev ile nihilizmi tartışırsınız. Bu ve benzeri kavramları bu yüzyılın önüne geçilmez vahşet akışı içinde öğrenebilme şansınız yoktur. İnsanın, insan olduğundan bu yana değişmeyen kıskançlık, hırs, tutku, acıma, sevgi gibi duygusal özelliklerini, hiç değişmeden yaşadığınız yüzyıla uyarlamak yerine yeniden yaratmaya kalkışmak abesle iştigal olacaktır, çünkü bunları değiştirmek şimdilik mümkün değildir. Yüzyılımızın edebiyat ve sanattan beklediği insan tanımlaması değil, artık çevre ve varoluş tanımlamasıdır. Yazılan eserler insanları betimlemek yerine yaşam koşullarını betimlemekte ve geleceğe yönelik öngörüleri sıralamakla yükümlüdür. Artık yastık altlarına saklanan aşk şiirlerinin bir anlamı kalmamıştır. O dizeler sizinle yastığınız arasında bir yerlerde kendinize dönük yakarışlar olarak çöp tenekesini boylamak zorundadır. Yeniden Annabel Lee, Barbara, Sibirya Maden Ocakları, Bekle Beni şiirlerini yazma olanağı kalmamıştır. Yüzyılımız kendi edebiyatını ve sanatını yaratma konusunda büyük güçlük çekmekte. Bunun en büyük nedeni de felsefe yoksunluğudur. Bilimin gerisinde kalan felsefe, insan beyninin sanatsal yaratımlarının da yok olmasına neden olmuştur. Artık üretilenler yeni bir sanatın doğuşuna harekettir ve bu hareket geçmiş sanatsal etkinliklerden hemen hiç beslenmemektedir. Edebiyat, sanılanın aksine bütün sürecinin en fakir ve yoksul dönemini yaşıyor. Sanılanın aksine diyorum, zira kitap hazırlığı bundan elli yıl önce müthiş bir çaba gerektirirken, günümüzde neredeyse dakikalarla ölçülen bir uğraş ile hazırlanmakta. Buna karşılık içerik açısından bakıldığında, müthiş bir boşluk söz konusu. Çok satan kitap ile çok iyi bir sanat eseri arasındaki fark sıfır düzeyine inmiştir. Çok satan kitap aynı zamanda çok sanatsal olarak piyasaya sürülmekte, reklamı da o şekilde yapılmaktadır. Bu, edebiyata vurulan en büyük darbedir aslında. Dünyanın her köşesine bir “tık” ile ulaşılabilinen bir çağın gereği olarak, sanatın da kendini bu baş döndürücü hıza eklemlemesi gerek. Bunun için henüz koşullar oluşmuş değil. Edebiyat ve sanat daha bir süre topallamaya devam edecek, burası kesin. Ama insanların umutlarının tükenmeye başladığı günler geldiğinde, yeniden ayağa kalkacağından da emin olabilirsiniz.

A. MÜMTAZ İDİL Kolajart.com, 13 Ocak 2014


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

KUTSAL ATEŞ Adnan DURMAZ Bir şar gördüm üç yüz altmış kapulu Kimin açıp kimin örtmeye geldim Pir Sultan bilmediğim bir dilde şarkılar söyleniyordu tıpkı yaprakların hışırdaması gibi gögün gürlemesi gibi bilmediğim yerin altından karıncalar gibi insanlar çıkıyordu Nuh zamanında kurulmuş bir şehrin burçlarına benzeyen bakışlarıyla bir kadın siyah giysiler içinde öylece duruyordu iki kaşının ortasında garip bir işaret vardı bir heykel canlanmış gibi vakitlerden sabah mı akşam mıydı zamanın yanaklarından akan kan gibiydi sözleri boranlı bir zorbanın kırbaç seslerini söyledi rüzgar ve dört bin yıl önce kesilmiş kelleleri dağlar gibi yığılan kalabalıklar bir sır şişesinin içinden çıkarcasına çıkıyorlardı toprağın yedi kat altından bir şehrin sokakları eğer oralarda yaşanan aşkları unutuyorsa suretini siliyorsa aşıkların akan suları yalnızca dengbejlerin kör gözleriyle gördüğü bir hikaye oluyorsa yaşananlar bir şehrin sokakları unutuyorsa türküleri bir gece ay karanlığında dizgin boşaltmalıdır o şehrin kollarından karanlıkta kaybolup gitmek daha evladır baharat kokan akşamları vardır o şehirlerin çok eski zamanlarda lir çalan tanrıçalar dolaşırdı bahçelerinde o bahçelerde hala güller ve laleler ırganır ancak kalp gözü açıkların işittiği arp seslerinde ve orada ateş-i bahar denir


Sayfa 7

gülüşü şafak çatlatan kızların dudakları gibi kızıl güllere uzak yollardan gelen kervanlar kumu ipeğe dönüştüren kimyayı yaşarlar korkunç sabırdan yapılmış hayatın ıstarında korları avuçlarında okşayan ateşdil sessizliğin ortasında susar bir şar gördüm akşamın ortasında donakalmış beş bin yıldır bekleyen dilini unutmuş bir kadının ateşten gözlerinin içinde yanar belki bin yıl önceydi deli dengbej göynümü taşadılar taş bir sokakta ben senin sinene ceren işleyen dekkak eyvanın önünde vuruldu kellem orada yürüdüm al bulutlardan orada kaldın sen orada sustu peşimde ateşzar oldu ol şehir ve ateşzeban sözler döküldü dudaklardan “Binâl ey bülbül-i destân ki zîrâ nâle-î mestân Meyân-î sahre vû hârâ eser dâred..”* ordular yürümüş üstüne bu alın çizgilerinden belli bakışlarından belli insanlar ipe çekilmiş meydanlarında bu yüzden urgancılar çarşısı suçlu sessizlikler içindedir demirciler sokağında çekiç sesleri benim sesimdir bunu ateşdem aşıklar anlar bırakılmış Türkmen obalarının o deli yalnızlığına sığınmış meczubum şimdi kalem ateş dil olur meramıma söz susar ey yar bilin mi bir elçim papatyaydın uçurumlarda goncana sığınan o arı kimdi sen yapraktın bir gülüşün dalında seni saran o rüzgar kimdi kimdi gözlerinden sağılan damla bilin mi


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

şimdi eskil bir şehirsin binlerce ordu geçmiş yüzünden nal sesleriyle basılmış gecelerden kılıç şakırtıları ve yangınlar artığısın ah ki nasıl sevmiştik kutsal ateşler gibi ben bulutlara basarak gidelden beri sen ki kaç bin yıldır yanansın saltanatlar tepe tepe dillerin bittiği yerde ölümlerden bin öteye kaç ölüp dirilmiş sevmiştik bilmezler tevatür sanırlar bir ben bilirim kaç bin yıllık hasretimin alev çiçeği kutsal ateşim benim varsın nem varsa yansın ben iman etmişim sana kamu aleme yalansın 07.08.2007 03:33 *“Haykır ey destan söyleyen bülbül, zira mestleri haykırışı Kaya ve mermere tesir eder...” (Segâh Mevlevî Ayini’nin Üçüncü selamı)

ADNAN DURMAZ ateşdil-her gördüğü güzeli seven-sözü dokunaklı-gönlü yanan ateşdem-sözü sesi dokunaklı olan ateş-i bahar-gül lale ateşzâr-ateşi çok olan yakıcı yer-,ağlayan ateş ateşzeban-çok dokunaklı söz ve şiir söyleyen


Sayfa 9

AYDINLIK YÜZ Şimdi yoğun bir sessizlik ve sınırsız bir hüzün sarsa da her yeri

TAŞ

Ozan doğru sözü bulmakta direttiği zaman o güzel çizgide buluşacağız Dünyanın gülümseyişini koruyan aydınlık yüzü güneşin doğacaktır şafağın ardından

Ağırlığınca düşer taş su kabul eder de baş yarılır Kim kime darılır şimdi hangi dostun omuzuna yaslanıp ağlanır Kurunun yanında yaş da yanar derler ya ucuz düşlerin dumanı Hangi küllükte tüter başımıza gelenin hesabı hangi elden sorulur

FEYYAZ KADRİ GÜL


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

KERVAN acıların adresiydin halkım zemheride fırtınadaki himalaya ydın fırtınadan yiğittin afatlardan vakur toplayıp en ezik yerlerimi gelip sana sığındım sen yolları bağlanmış sılaydın ben baş yastığa gelmiş gurbet ela gözlü bir uzunhavaydı yüküm durmadan kendini doğuran hasretlerin ağırlığıydı ben mey seslerinde eşinden ayrılmış bir turna ağıdıydım senin adını adını halkım batan güneşin vedası kadar kızıl boynuma idam yaftası gibi takılmış geceye kanımla yazdım

ASIM GÖNEN


Sayfa 11

17 YAŞIM

Devrim BORAN

a 93 yılının sonlarıydı. Ümraniye Teknik Lisesi’nde bilgisayar okuyordum. Okulun en ‘inek sınıfı’ 11 Teknik B’nin yirmiyedi öğrencisinden biri de bendim. Bendim ben olmasına ya, yalnızca yoklamada ‘var’ idim. Gerçekte ise, ne sınıfta, ne de hayatta idim. Var ile yok arasında bir yerde idim. Ve boşlukta salınıp duran ruhum, bir uçurumu soluyordu. Kimlik bunalımının doruklarındaydım çünkü. Dünya, ‘düş çağı’ndan çıkıp yine bir ‘karanlık çağ’a gömülüvermişti. Ve ben, karanlık çağın yitik kuşağının sıradışı bir üyesiydim. Kuşağım yitik idi; çünkü, kendini var edecek bir kimlikten yoksun idi. Ben ise sıra dışı idim; çünkü kuşağımı yitik kılan kimliksizlik ile var olamayacak kadar asi idim. Kimliksizdim. Kimliksiz ve yitik. Bir kimlik arıyordum kendime. Kendim olabileceğim bir kimlik. Ya da ruhumu özgür kılacak bir kimlik... Kim idim? Kim olabilirdim? Ya da kim olmalıydım? Ki kendim olabileyim. Ya da ruhumu özgür kılabileyim... Dünyaya karşı durmuş, sorular soruyordum hayata. Beni boşluğa sürükleyen hayata! Oysa hayat, itaati dayatıyordu bana. Ki itaat, yazmıyordu kitabımda... Hayatta bir tersliğin olduğunu sezmiştim. Daha doğrusu, hayatın bir ‘terslik’ üzerine kurulu olduğunu sezmiştim. Ve anlamak için sorular soruyordum, terslik üzerine kurulu hayata. Yanıtsız sorular! Sordukça, anlamını yitiriyordu hayat. Ve anlamsızlaşan ha-


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı yat ile bağlarımı koparıp atıyordum bir bir. Kimlik bunalımım, ‘olmak ya da olmamak’ ikilemine gelip dayanmıştı çok geçmeden. Canıma kıymam an meselesiydi. ‘Anlamsız bir hayatı yaşamaktansa, canıma kıyarım.’ deyip bir vedaya hazırlanıyordum. Derken, Gönül Hoca giriverdi hayatıma. Tanrı tarafından ‘hayatta kalayım’ diye gönderilmiş bir melek idi sanki. Kutup iklimini soluyan hayatıma bir güneş gibi doğuvermişti çünkü. Ve bir vedaya hazırlanırken ben, yeniden hayata bağlayıvermişti beni… Ne Tanrı tarafından gönderilmiş bir melek idi, ne de kutsal bir görevli idi oysa. Felsefe dersimize girsin diye, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilmiş bir öğretmen idi yalnızca. Benim ‘kurtarıcı meleğim’ olmuştu ama. Kurtarıcı meleğim ya da Gönül Hoca, daha ilk dersinde gönlüme tahtını kuruvermişti. Üstelik, yalnızca kendi olarak. Adet üzre, ilk dersini ‘tanışma faslı’na ayırmıştı. Öylesine bir tanışma değildi ama. Bir iktidar biçimi olan öğretmenöğrenci ilişkisini kaldırıp atmış, arkadaşça bir ilişki kurmaya girişmişti. Ve beni, bir yandan şaşırtmış, bir yandan da kendine hayran kılmıştı. O ana kadar tanıdığım öğretmenlerden değildi çünkü. Hatta, o ana kadar tanıdığım insanlardan da değildi. Bir aykırılık idi. Kimliksizliğime yanıt olacak bir aykırılık. Haftada iki saatlik dersimiz vardı. Öğleden sonra 6. ve 7. derslerimize girerdi. Ve o gün yalnızca bizim için gelirdi okula... Felsefe dersini, okulun alt katında, giriş a kapısının yanındaki sınıfta işlerdik. Ki önbahçeye ve caddeye bakan konumu ile okulun en kral sınıfı idi. Ve ben, felsefe dersi öncesi, cam kenarının sonundaki sıraya kuruluverirdim. Gönül Hoca’nın okula gelişini ve okuldan ayrılışını izleyebileyim diye. Okula gelişini sevinç ile izlerdim. Kaldırımda görünmesi ile başlardı şenliğim. Usul adımlarla caddeyi geçip köşeyi dönerek, okul sokağına girerdi. Yirmi metre kadar yürüdükten sonra da okula adımını atardı. Ve bir sabırsızlık alırdı beni... Güneşin, ayın ve yıldızların eşliğinde girerdi sınıfa. Ardından, dünyanın bütün kuşları doluşurdu sınıfa... Seksenbeş dakika geçiverirdi hemen. Ve ikinci zilin sesi ile biterdi ders. Yine usulca çıkıp giderdi sınıftan. Şenliğim yerini yasa bırakırdı. Okuldan ayrılışını keder ile izlerdim... Dersi, kitaptan bağımsız olarak işlerdi. Kitaptan bağımsız, ama hayat ile bağını kurarak. Ve gözlerimizin içine bakardı konuşurken. Ruhumuzu okurdu sanki. Yaptığı, ‘düşünmeye çağrı’ idi yalnızca. Düşüncenin suç sayıldığı bir ülkede, ‘Düşünüyorum, öyleyse varım! ’ deme cesaretini kuşanmamız için çabalardı. Çabalardı ya, bir ben, bir de imam kızı olan Filiz ilgi gösterirdi derse. Bağnazlığın karanlık sularında çırpınan diğerleri ise, korkarlardı. Düşünmekten korkarlardı. Korku ile büyütülmüşlerdi çünkü. Ve ölümcül bir sessizliğe gömülürlerdi ders boyunca... Gönül Hoca’nın Felsefe Dersi, hayatımın keşfine yol açmıştı. Yanıbaşımda bir define gömülüydü. Felsefe dersine kadar farkına varamadığım bir define. Sözünü ettiğim


Sayfa 13 define, Sosyalist Kültür Ansiklopedisi idi. Kara kaplı, siyah-beyaz ve saman kağıdına basılmış 5 ciltlik bir ansiklopedi idi. Çocukluğumu süsleyen, renkli ve kuşe kağıda basılı ansiklopedilere benzemiyordu hiç. Albeniden yoksundu. Ve albenisizliği nedeniyle ilgisizliğime kurban gitmişti yıllarca. Ama artık, kapağı açılmış bir define idi benim için. Hayatımın akışını değiştirecek bir define. Sosyalist Kültür Ansiklopedisi’nin sayfalarını karıştırır olmuştum artık. Renkli ansiklopedilere alışkanlığım nedeniyle, önce sıkılarak karıştırıyordum. Sonra ise heyecanla karıştırmaya başlamıştım. Hayatımın ayrılmaz bir parçası olmuştu çok geçmeden. Sayfaları karıştırmaktan, sayfalara dalmaya başlamıştım. Yepyeni kişiler, kavramlar ve düşünceler giriyordu hayatıma: Materyalizm ve idealizm; düşünce ve madde; diyalektik ve metafizik; tez, anti-tez ve sentez; feodalizm, kapitalizm ve sosyalizm... Marx, Engels, Hegel, Kant, Descartes, Aristo, Platon, Sokrat, Heraklit... Ansiklopedi’den sorular soruyordum derste. Hem Gönül Hoca’nın dikkatini çekmek için, hem de derse ilgimi göstermek için. Sorularımın hepsini yanıtlamıştı. Biri dışında, hepsini. Yanıtladığı sorularımı hatırlamıyorum şimdi. Aklımda kalan, yanıtlayamadığı sorum yalnızca. İlkçağ Yunan tarihinden bir düşünür ve siyasetçi olan Solon’u sormuştum. Yunanistan’a demokrasiyi yeniden getiren Solon’u. Alçakgönüllü bir biçimde ‘Bilmiyorum! ’ deyip, ‘Kimmiş? ’ diye eklemişti. Ve ben, Solon’u tanıyor olmanın gururu ile yanıtlamıştım sorumu... Sosyalist Kültür a Ansiklopedisi’ni okuyordum. Ve kafam allak bullak idi. Öğrenmiştim ki, hayata sorup da yanıtını alamadığım sorular, binlerce yıldan beri sorulmaktaymış. Sorulmakta ve yanıtlanmaktaymış. Sorular aynı idi. Yanıtlar ise başka başka... Ansiklopedi’yi okuyordum. Ve okudukça, yeniden anlam kazanıyordu hayat. Kimlik bunalımım, ‘olmak ya da olmamak’ ikilemini aşıp ‘nasıl olmalı’ya varmıştı. Ruhumu saran nihilizmin karanlığından, varoluşumu anlamlandıracak bir kopuş’un aydınlığına adım atmıştım. Ve miladıma doğru yaklaşıyorum usul usul... Dönem ödevimi felsefeden almaya karar vermiştim. Dersi kurtarmak için değil ama. Yalnızca felsefeye ilgimden dolayı. Dönem ödevi için üç ders seçiliyordu. Üçünü de felsefe yazmıştım. Ve haliyle, felsefe çıkmıştı… Gönül Hoca, konu olarak ‘İlkçağ Felsefesi’ni vermişti bana. İtiraz etmiştim ben. ‘Konuyu kendim seçebilir miyim? ’ diye itiraz etmiştim. ‘Neden olmasın! Dersten sonra yanıma gel, konuşalım! ’ demişti. Ders biter bitmez yanına gitmiştim. ‘Hangi konuyu alacaksın? ’ diye sormuştu. ‘Marx’ı almak istiyorum! ’ demiştim. Marx’ı almak istiyordum. Çünkü, Ansiklopedi’de 100 küsür sayfa ile en çok yer Marx’a ayrılmıştı. Ve Marx, gelmiş-geçmiş en büyük filozof idi benim gözümde. ‘Marx olmaz! ’ demişti. Demişti ya, bir anlam verememiştim yanıtına. Marx neden olmasındı? En büyük filozof değil miydi? Hem, ders kitabımızda da yer almıyor muydu? Şaşkınlık içindeydim. Ve yeniden bir konu seçmeliydim. ‘Engels olsun! ’ demiştim. Engels’i almak istiyordum. Çünkü, Ansiklopedi’de Marx ile birlikte anlatılıyordu hep. Ve Engels, Marx’tan sonra gelen en büyük filozof idi benim


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı gözümde. Gönül Hoca, ‘O da olmaz! ’ demişti. Hem Marx, hem de Engels, neden olmasındı? Ne gibi bir sakıncası olabilirdi? Şaşkınlığım tarifsizdi. Ve şaşkınlığıma, dehşetli bir merak eşlik ediyordu artık. Gönül Hoca, Marx ve Engels’i tanımıyor olduğumu anlamış olmalı ki, bir açıklama yapma gereği duymuştu. Ve ‘Ödevler idareye gidiyor. Sorun olabilir.’ biçiminde bir açıklama yapmıştı. Açıklama yapmıştı ya, ne merakımı, ne de şaşkınlığımı giderebilmişti. Tersine artırmıştı. Okul idaresine giderse gitsindi, ne olacaktıki? Marx da, Engels de, filozof idi sonuçta. Ama yok! Benim bilemediğim bir şey olmalıydı. Acaba neydi? a Kafamın içi soruya kesmişti. Ama, sorularımın yanıtını aramadan önce, yeniden bir konu seçmeliydim. Ve ‘Hegel olsun o zaman! ’demiştim. Hegel’i seçmiştim. Çünkü, Ansiklopedi’de Marx anlatılırken Hegel’den de söz ediliyordu. Marx, gençken solHegelciymiş ve Hegel’in diyalektiğini ayakları üzerine oturtmuş falan diye. Ve Hegel, ‘3 numaralı filozofum’ idi benim. Gönül Hoca, ‘Tamam! ’ demişti sonunda. Ve ben, sakıncasız bir konu seçebilmenin rahatlığı, tarifsiz şaşkınlığım ve dehşetli merakım ile ayrılmıştım yanından...

DEVRİM BORAN KARİKATÜR: MUSTAFA ÖZGÜR


Sayfa 15

BIÇAK KEMİĞE DAYANDI

Güneşi düşe, düşü düşünüşe, düşünüşü gülüşe çevirmekti abdalın işi, ama oldu ama olmadı, eyvallah Tedbiri mülk eylemeyenin sonu hükümlülüktür sevda mecralarında Böyle biline dedi suya bakıp sanrıları bulan ulu bilici Susama kanaat etmeyenin kuşatmasında yeri olmaz hiç kimsenin Çünkü hepimiz birer susamız Anlamadım demeye duramadığımız bir yerdeydik Burada üstadlar anlaşılmak için değil işitilmek için vardılar Ve oy tarihe tespih taşı muamelesini layık gören bu katran düzen Zehr-i zemin bir kederden hoşlanmaktaydılar Sustuk, her gelen sustu Sanki Beyrut’ta düşmüş bir barikatın hüznü takıldı Düşselliğini nesnelliğe dönüştüren her bayrağın altına Kalktı abdal dedi ki Ey kendini kendiyle ölçüp gücünü beyninden alanlar, doğrulun Yorulmak Yoğrulmanın ve yeniden var olmanın içinde küçük bir maceradır Yaşanır ve unutulur, doğrulun Kusur, ekmeği reddedenin, güne ihanet edenin Okyanusa bakar gibi bakıyorduk o cehennemi uykuya Durdu su Sokaklarda uluyan köpekler sustu Gözleri maviydi, toynakları turuncu O dört nala boşalan yılkı sustu Becerebildiğince kırmızı gelincik ormanı uçurumlar Şahinin avına son kez bakışı sustu Ve döndü hava Abdal dedi ki Göz görmeye ağaç yeşermeye başlayıncaya kadar inatlaşacaksınız Bu kurşuni kanyonunda bu sebepsiz akarsuyun Kaşınızın altında kan revan bir cumhuriyet taşıyacaksınız Asma yapraklarının arasından üzüm taneleri görünene kadar doğrulun Kurumadı henüz toprağa düşürdüğünüz şiir Vezne kabil bir mıntıka bulmasa da elbet çiçeklenecektir Uyandı göğün altında beraber yalnız yaşayanlar Acıkmış bir serçe yavrusu gibi yuvasında tarihten habersiz olanlar uyandı Abdal dedi ki Sevda sığınağa sığmaz, bıçak kemiğe dayandı

BÜLENT AYDINEL


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ÇAY BAHÇESİNDE

garip akımından galiba amca: ‘bu yıl da ekmeğimiz soğansız karpuz ağzımızda kabak tadı!’ kaşanesinde viran olası iktidar ikinci yenici olmalı, sonsuz sağır

HASAN ÇAPİK


Sayfa 17

EMEKTEN yazın kışın içinde emeğine yandığım günlerin hamuru somun ekmeğinden büyük umutlarım bu gün bir mayıs emekçilerin bayramı toprağın buğusu başımın üstünde güvercin takla gecenin beline bağlamışlar gök mavisi köprülerin kemerini hayatın çarpanları bunlar söz diline göre kişner emekten söz edenlerin elçisi bekçisi bir düdükle kazanır hayatı

MEHMET RAYMAN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

HAYDİ MUSTAFA’M!

Erdoğan TEZGİDEN

a

Yeni bir öğretim yılında, yeni bir okulda göreve başlamanın sevinci ve coşkusu içindeydim. İlk zille birlikte Türkçe dersine girdiğim 6-B sınıfında önce kendimi tanıttım. Daha sonra bir öğretim yılı boyunca ana dillerinin gizlerini öğreteceğim; güzel konuşma ve yazma becerisi kazandıracağım öğrencilerimi tanımak, birikimlerini, sözlü anlatım becerilerini ölçmek için onları çeşitli konular üzerinde konuşturdum. Okudukları kitapları sordum, kitaplar üzerinde onlarla söyleştik. Arka köşedeki sırada yalnız başına oturan, oldukça zayıf, esmer yüzlü, saçları sıfıra vurulmuş bir çocuk, söyleşileri dikkatle dinliyor ama söze hiç karışmıyordu. Dikkatimi çekti hâli, adını sordum: Kısık, kırık bir sesle “Mustafa...” dedi. Sesi boğazından boğularak çıkıyor gibiydi. Sorulara çok kısa yanıtlar vermekle yetiniyor, uzun boylu konuşmaktan kaçınıyordu. Bu kısa süren söyleşiden Mustafa’nın içine kapanık, kendi kabuğunda yaşayan bir çocuk olduğunu anlamıştım. Artık derslerinde Mustafa’ya ayrı bir önem veriyor; onu açmak, konuşturmak için fırsatlar yaratmaya çalışıyordum. Mustafa’nın derslerine hazırlıksız geldiği söylene-


Sayfa 19 mezdi. Ama defter tutması düzenli değildi. Karga burgacık okunaksız bir yazısı vardı. Haftalık yazılı anlatım ödevlerinde, yazdıkları birkaç tümceyi geçmiyordu. Yazımı çok bozuktu. Derste not alırken kalem tutuşu dikkatimi çekti. Kalemi parmaklarının arasına sıkıştırışı bir tuhaftı. Kalem elinde iğreti duruyor gibiydi. Gerek ses tonu, gerekse kalem tutuşu onun bedensel yönden tam olarak gelişemediğini gösteriyordu. Ama zekâ yönünden yaşıtlarından bir eksikliği yoktu. Yanıtını iyi bildiği sorularda, parmak kaldırmaya çekinse de gözlerinin içindeki pırıltıyı sezdiğimden yanıtı Mustafa’dan istiyor, ona güven duygusu kazandırmaya çalışıyordum. Mustafa’nın durumunu okul yöneticilerinden, aynı sınıfa derse giren diğer öğretmen arkadaşlarımdan soruşturdum. Tek öğretmenli bir köy ilkokulunu bitirmiş, taşımalı eğitim sayesinde eğitimine devam olanağı bulmuştu. Onun aile durumunu araştırdığımda, hem öksüz, hem yetim olduğunu öğrendim. Babası genç yaşta bir trafik kazasında ölmüştü. Annesi de uzak bir köydeki üç çocuklu dul biriyle evlenmek zorunda kalmış, Mustafa’yı halasına bırakmıştı. Öğretmenlerinden çoğunun ondan hoşnut olmadıklarını gördüm. Mustafa’nın derse katılmayışından, yazısının okunaksız oluşundan, tutuk tutuk konuşmasından a şikâyetçiydiler. Yalnızca sosyal bilgiler öğretmeninden olumlu sözler duydum: “Mustafa’nın güçlü bir belleği var. Ezbere dayalı tarih konularında en önemsiz tarihleri, olayları bile kaçırmıyor.” Hiç olmazsa bu sözler yüreğime su serpmişti. Mustafa’ya yönelik umutlarını pekiştirmişti. İlk yazılı sınavların yapılmasından sonra bir gün velisi okula geldi. Altmış yaşlarında, yüzünde yılların çilesini yansıtan çizgiler, eski ama temiz, rengârenk yöresel giysiler giyinmiş, yaşlı ama dinç bir kadıncağızdı. Hemen müdür yardımcısının odasına davet ettim. Mustafa’yla ilgili merak ettiğim konular üzerine onu soru yağmuruna tuttum. Kadıncağız başladı anlatmaya: “Yavrım, Mıstafa’m babası öldükten üç gün sonra yedi aylık olarak doğdu. Anası, üzüntüsünden erken doğum yaptı. Beş ay sonra bizim fakirliğimiz, kardaşlarının da bastırması yüzünden üç çocuklu dul bir adama varmak zorunda kaldı. Ona, ana sevgisini aratmadım; fidanken yitirdiğim kardaşımın sevgisini ona akıttım. Zaten kendi çocuklarımı evermiş, evim bomboş kalmıştı. Kocam da ben de elimizin, gücümüzün yettiğince Mustafa’nın hiçbir şeyini eksik etmemeye çalıştık. Ana sütünden nasibini yeterince alamadığından hastalıklı büyüdü. Gösterdiğimiz ilgiye karşı Mıstafa zayıf, eneze, içine kapanık bir çocuk oldu çıktı. Gene de sağ olsun ama köyümüzün öğretmeni bu sebepten onunla pek ilgilenmedi. Biz okul yüzü görmediği-


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

mizden derslerinde yardımcı olamadık. İlkokulu güç belâ bitirdi. Ama Mıstafa’m, her zaman sorumluluğunu bilen, çalışkan bir çocuk oldu. Yaşıtları işten kaçamak yolları ararken, cılızlığına rağmen tarlada, ormanda bizimle birlikte çalışır, davarları güder. Velâkin çok zayıf, rençperlikte, amelelikte sefil olur. Okusun, öğrensin; bilek gücüyle değil de bilgisiyle, fikriyle ekmeğini kazansın istiyoruz” Yaşlı kadın uzun uzun Mustafa’nın yaşamının ince ayrıntılarını göz yaşları arasında anlattı. Görüşebilmesi için dinlenme arasında öğretmenlerini müdür yardımcısı odasına çağırdım. Öğretmenlerinin çoğunluğu; onun okulda başarılı olamayacağını, en kestirme yoldan hayata hazırlanması için bir usta yanına çırak olarak verilmesini, hiç olmazsa bir sanat sahibi olması gerektiğini uzun uzun anlattılar. Bu öğretmenler, daha elinin kalem tutmakta zorlandığına; çekiç, pense, tornavida tutmayı hiç beceremeyeceğine dikkat etmemişlerdi. Ben, sosyal bilgiler öğretmeni Tunca Bey ve müdür yardımcısı Erdem Bey, öğretmen arkadaşların bu sözlerine şiddetle karşı çıktık. Erdem Bey: “Mustafa okula gelmekle ilk kez topluma açılma fırsatı buldu. Henüz toplum içinde davranış biçimlerini kazanamamış olabilir. Okul hiç olmazsa onu toplumsal yönden geliştirecek, ulusunu ve ülkesini seven, topluma yararlı bir insan a durumuna getirecektir. Dersleri ne kadar zayıf olsa da mutlaka okula devam etmelidir. Yoksa usta elinde dayak yiye yiye daha çok içine kapanacaktır. Mustafa’nın biraz özel ilgiye gereksinmesi var. İnanıyorum ki öğretmen arkadaşlar, gereken özeni ona göstererek, arkadaşlarının düzeyine getireceklerdir.” diyerek sözlerini tamamladı. Belki bilincinde , ayrımında olmadan Mustafa’nın en doğal insanî hakkı olan eğitim hakkından yoksun bırakılmasını isteyen matematik öğretmeni Aykut Bey, fen bilgisi öğretmeni Ayhan Bey, İngilizce öğretmeni Yıldız Hanım: “Biz, diğer başarılı ve zekî öğrencilerimizin zamanlarından alarak Mustafa’ya harcayamayız.” diyerek kös kös odadan ayrıldılar. Halasının elleri böğründe, sözleriyle değil ama çaresizliğini, üzüntüsünü yansıtan gözleriyle odada kalanlardan bir yardım umuyordu. O öğretim yılı, derslerimi hep, Mustafa’yı ön planda tutarak işlemeye gayret ettim. Okuduğum eğitimbilim kitaplarından aklımda kalan “Öğrenemeyen çocuk yoktur; yeter ki öğretmen, çocuğu bilgiye ulaştırabilecek yolları açabilsin” sözlerini her yerde yineliyor, iletisini arkadaşlarıma duyurmaya çalışıyordum. Onun içe kapanıklığını ve yılgınlığını kırmak için her derste ona söz veriyor, metin okutturuyor, tahtada yazı yazdırıyor; sınıfın genelinin çekimser olduğu sorularda “Sen söyle Mustafa’m”, “Sen anlat Mustafa’m” diyerek onu yüreklendirmeye çabalıyordum. Bir yandan da giderek dışlanmakta olan Mustafa’ya sınıf içinde de ilgi, yakınlık ve sıcaklık kazandırmanın yollarını arıyordum.


Sayfa 21 Öğretim yılı sonunda Mustafa adılları, ilgeçleri,eylemleri tam kavrayamasa da bana göre yeterli bir ana dil bilgisi ve bu bilgileri kullanma becerisine ulaşmıştı. Türkçe’den, sosyal bilgilerden geçti ama matematikten, fen bilgisinden, İngilizce’den, tarımdan, müzikten sınıfta kalmıştı. Yıl sonu şube öğretmenler kurulunda çoğunluk, onun sınıf tekrarı yapmasını istemesine karşın hararetle Mustafa’nın sınıfını geçmesinin yarar ve gerekliliğini savundum. Çekimser öğretmenleri ikna ederek Şube Öğretmenler Kurulu Kararı ile sınıfını geçmesini sağladım. Eleyici sistemin savunucuları, beni sınıf ve okul düzeyini düşürmek, böylece diğer öğrencilere de kötülük yapmakla suçluyorlardı. Ben de bu suçlamalara karşın İlköğretim Kurumları Yönetmeliğinin 48. maddesini onlara hatırlatıyordum: “İlköğretim; öğrencinin herhangi bir dersten başarısızlığa bakılarak eleneceği bir dönem değil, programda ön görülen bütün derslerin ve ders dışı eğitici çalışmaların ortak katkısıyla ilgi, istidat ve yeteneği ölçüsünde yetiştirileceği bir dönemdir.” Hatta bu maddeyi büyükçe yazarak öğretmen odasındaki duyuru panosuna da astım. Yedinci sınıfta Mustafa’nın bulunduğu sınıfın Türkçe dersleri başka bir öğretmene verilmişti. Ama onu hep izledim. Zaman zaman teneffüs aralarında onunla söyleştim. Mustafa’nın sınıfına derse giren öğretmenlere onun özel durumunu, niteliklerini anlatıyor, notlarını ve gelişim durumlarını soruşturuyordum. Bu yakınlık ve ilgiden a dolayı çoğu öğretmenler, benim ona akrabalık derecemi soruyorlar, birinin Karadenizli, diğerinin Akdenizli olduğunu öğrenince şaşırıyorlardı. O öğretim yılı sonunda da Mustafa yine Şube Öğretmenler Kurulu Kararı ile sınıfını geçti. Artık diğer öğretmenleri de onun gösterdiği ilerleme karşısında yumuşamış, ona biraz daha ilgi gösterir olmuşlardı. Yeni öğretim yılında Mustafa’nın da bulunduğu VIII/B sınıfının Türkçe derslerini ben aldım. Sınıf rehber öğretmenliğini de isteyerek üstlendim. İlk derslerde Mustafa’nın yine sınıfta yalnız oturduğunu gördüm. Sınıfta uyguladığım sosyometri testinde onun “itilmişler” öbeğinde olduğunu; sınıf içinde kimsenin onunla bir kümede çalışmayı, uzun bir yolculukta bir otobüs koltuğunu paylaşmayı istemediğini, hiçbir öğrencinin ona “iyi” ya da “kötü” nitelemesinde bulunmadığını saptadım. Yalnız, herkesin listesinde Mustafa, “sınıfın en sessiz öğrencisi” olarak niteleniyordu. Hemen aynı sınıfa derse giren diğer öğretmenlerle bir toplantı düzenledim. Mustafa’nın durumunu onlara anlattım. Onu sınıfta etkili bir birey kılmak, derslerde etkinleştirmek için stratejimi onlarla paylaştım, yardımlarını istedim. Kendi derslerimde Mustafa hep ön plandaydı. Ne kadar düzeltse de yine kargaburgacık yazısıyla işlenen metnin planını tahtada ona yazdırıyor, yetenekli olduğu alanlarda sözü ona yöneltiyordum.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı Sınıfta dil devrimiyle ilgili bir metin üzerinden ders işliyorduk. Öğrencilere tarihi sordum, bilen çıkmadı. Baktım ki, Mustafa, gözlerinin içi gülerek, tek başına aslanlar gibi parmak kaldırıyordu: - Söyle Mustafa’m. - 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Kurumu kuruldu. 26 Eylül 1932’de I. Türk Dil Kurultayı toplandı Bu tarih Dil Devriminin başlangıcıdır. Her yıl Dil Bayramı olarak kutlanır. - Yaşa aslan Mustafa’m! Var ol, yiğit Mustafa’m! Giderek Mustafa, sınıf içinde önemli bir yere geldi. Varlığı-yokluğu belirsiz, silik bir öğrenci değil, yokluğunda eksikliği hemen duyuluveren bir bireyi oldu sınıfın. Derslerde, Mustafa’nın uzmanlık alanına giren konularda artık tüm gözler, kurtarıcı olarak onu arıyordu. 27 Mart Dünya Tiyatro Gününde sergilemek üzere bir oyun hazırlamaya başladım. Bu oyunda Mustafa’ya, replikleri fazla olmayan ama bakış ve davranışlarıyla oyunda ağırlığı olan bir rol verdim. Oyun sahnelendiğinde, canlandırdığı roldeki başarısıyla okulun ilgi odağı oluvermişti Mustafa. Nisan ayında uyguladığım yeni bir sosyometri testinde onun artık sınıfın yıldızları arasına girdiğini gördüm. Yıl sonunda sekizinci sınıflar tarafından düzenlenen veda gecesinde Mustafa, kız arkadaşlarıyla yüzü a kızarmadan, sesi titremeden, utancından kırılıp bükülmeden , özgürce dans ediyordu. Gençliğinin ayrımına yeni yeni varıyordu. Artık yıl sonu gelmişti. Mustafa’yı çağırdım. “Hangi liseye gitmeyi düşünüyorsun?” diye sordum. Mustafa, “Üniversite giriş sınavlarında pek başarılı olacağımı sanmıyorum öğretmenim. Bu nedenle kısa yoldan hayata atılmak için Ticaret Meslek Lisesine girmek istiyorum” diye yanıtladı. “Yolun açık olsun Mustafa’m!” dedim. Gözlerimiz dolu dolu kucaklaşıp, vedalaştık Zaman zaman Ticaret Meslek Lisesine gidiyor, derslerine giren arkadaşlarımdan, Mustafa’yla ilgili bilgi alıyor, kendi bildiklerimi de onlara aktarıyordum. Lise ikinci sınıfa, doğrudan değilse de sınavlarda zayıflarını düzelterek geçtiğini öğrendim. Son görüştüğümde, bilgisayar ve muhasebe derslerine giren öğretmen arkadaş, “Mustafa artık vızır vızır bilgisayar kullanıyor; kendi başına muhasebe programları yapabiliyor” muştusunu verdi. Bu haber benim için büyük bir mutluluk oldu. Bir kardelen daha, karanlıktan gün ışığına ulaşmıştı artık.

ERDOĞAN TEZGİDEN


Sayfa 23

ZULÜM İSTİAREDİR Kıyamın karanlığının koyu olması ateşin nefreti doğurmasından değil,umudun demini geç almasındadır Kesik bir Eskişehir yolculuğu,çok kimlikli Kütahya çinisidir Merhaba esmeyen rüzgarın acemi mucidi Eskiye armağan edilmiş şİirdir Şir,divan nazmında vahşi bir sözdür,aslan anlamına gelir O divanlar doğru okunmalıdır Kafiyeler ısırabilir Mum yanar Talancı ilahlarınız erir Çok şüpheli teşbihlerden,keramet bekleyen Çok acemidir Öldü sandınız yarenliğe akort saz tellerini Ey dili mecbur yüreği kor kilitler O sevdalardan artar da kapıya geliverir Benzeri yok istiareye yatar zulüm Yüreğimin uçurumunda açar gülüm Surlarınız zındanlarınız kar mı sayar Bir rüzgar konukluğuyla bir güvercin kanadı gelir deviriverir

SEMA LALE


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

DESTEK...

ve son ölüler de geçtiler buradan avuçsuz kemik alkışlarıyla, ne alınlarında bir çatlak ne yüzlerinde bir ifade vardı tazeydi üstlerine bulanan toprak ıslak çukurlardan ve yedi tahta aralığından çıktılar ne gün ışığına ne karanlığına yandı susuz akışları bir kere çürümüştü bakışları. var olmak adına aynı tenleri bırakıp gittiler.

HAYDAR DOĞAN


Sayfa 25

RESİM:KATHE KOLLWİTZ

ÇOCUKLARA YAZIK OLACAK ölü bir kente yönelik antenler kırmızı ışıklar yeni zaman durmuş desem renkli soğuklar sarıyor bedeni çocuklar düşsel bir çağda ışınlanmış beyinleriyle şarkısız türküsüz sevinçlerden uzak günbatımına yol almakta sarmış çok deneyi alevler sevgiler rota değiştirmekte yarına yollanan haberler mutsuz bir kuş gibi yormakta afacanları kendimize özgü bir çağı gökyüzünü yeryüzünü yakını uzağı oturtup çocukların yüreğine bencilce gülleri soldurmak ellerine verip aletlerin çocukları uzaklarda bir zaman diliminde çocuklar mı yoksa aletler mi oyuncak


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

kanamayan yaralar aldatıyor bizi ölüme programlı bir dünya insan beyni utancı unutup öfkeyi patlayacak vücudumuzda bu kirler umarsız illetken bilim adına kimileri evrensel arenada nötronlu tekniği denemedeler bilgisayar beyinli çocuklar bahara çiçek olacak yaştalar analize ne gerek bal rengi gözler teslim almaya yetecektir sevgiyi çiçek tozları güneşe verecek rengini kuşlar kanatlarını güneşe verecek çiçek renkli kuş kanatlı güneş -aptal ışınlar kör adamlar robotlaşmış bakışlar ölmüş kuşkular-­ meyvesi yerse ağacını yavru sıkarsa boğazını ananın meteorların rengarenk gölgesi korkuları alınmış insanlar makineler aptallaşıyor göz göze geldiğinde korku kuşku insan beyinler renkli bir düğme çocuklara yazık olacak bakmayın onların güldüğüne

BEKİR KOÇAK


Sayfa 27

SOLUKLARINA NE ZAMAN BOĞULUR İNSAN Soluklarına ne zaman boğulur insan : En yoğun oksijen alırken ciğerleri... Yükseğe ne zaman çıkar insan: En alçaklara düşenden beri... Düşerken ne düşünür insan: Soluk alıyorum işte dediği zaman... Soluk alabilmenin adını en alçaklara koymuşlar Sevginin ciğerlerini en yükseğe asmışlar da Kimse göremeden kartallar yemiş en yükseklerde.. Bu bir tür epopelerle yükselen söylem olmuş da İnsan beyninin ciğerine vurup durur, ta ki Beyni kıpkırmızı bir ciğer parçasına çevirene dek Yerlerde sürünmenin adını aşk koyana dek! Aşık ciğerler, maşuk ciğer gibi beyinlerle sevişir O gün bu gündür...


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

Beri gelsin güzel söylemli bayzâdeler ile uzun etekli saçaklar Aşk desin, beri gelsin aşkı bilmeyenler, beri gelmezler ama, Beri gelsin aklındaki aşkı bilenler, aşkın otuziki kısmını Tek bir fasiküle satanlar, beri gelsin de gözlerine bakayım... Aşk aşk olandan beri bunca güncelleşmemişti, şiire dökülende hele Bunca kendini kendinden ayırıpta, kendini kendine vurmamıştı! ... Hey be canımın içi, sen desem olmaz, sana desem olmaz... Hey be canımın içi, sana seni verdim çoktan, bilmesen olmaz... Al o yoksul şiir aşkını, kelimelerin züppeliğini vur kendi imgelerinin soytarısına Al o yoksul şiir aşkını, imge yarattığını sanarken sen ey büyük ŞAİR! vur kendini fırsatçılığın yavan doruklarına! Dokunmaya çalıştığında bitti şiir aşkı senin beyninde, şimdi alt beynini yakar durur.. Bilmeyeceksin nasıl kazındığını oralarda kendi gönlün, bilemiyeceksin.. Şiir aşkı olacakken hiçbirşey bile olamamanın acısını bile çekmiyeceksin.. Sen bilisiz şiir aşklarının koynunda kocayacaksın hepte, ben tek bir şey bile söylemeden gideceğim hep şiirin içine. Şiir olur yazılır, yazılırken bozulur yazısı insanın, yazının insanı şiire girişirse Şiirdeki mertlik bozulur da hey, yorumlardaki mertlik civan civan gezdirir.. Ne civanlar sevdi şiirlerinde de zaten yoktular !

HALDUN HAKMAN


Sayfa 29

Bir de Işık, Bir de rüzgâr, Bir de Yağmur, Bir de Gece, Bir de Su… ADNAN DURMAZ

Bir de Işık Bir de rüzgâr Bir de Yağmur Bir de Gece Bir de Su… Benim gökyüzünden başka kimsem yok. İnsanlarla aramızdaki köprüler kaçıncı kez yıkıldı. Bu yüzden gecenin bir vakti, ıssız ve karanlık bir tepeden yükselen çığlığım, bir gece kuşunun veya bir bozkır kurdunun seslenişinden farksızdır. Yaban seslenişimdeki ateşi rüzgârlar okşar. Benim rüzgârlardan başka dostum yok. Sonsuz döngünün macerasında nereden gelip nereye gittikleri, nasıl oluştukları değil, aslolan var olmalarıdır… Canıma nefes olurken, bağrıma serinlik verirken, açılmış kucağıma bütün kollarıyla sarılırken, görünmezliklerinin ne önemi var… Bazan karşı dağın alnacından kopup gelen yağmur bulutunun nefesidirler, bazan ekinlerin üzerinde başaklara türkü katarak sağılırlar ruhuma.. Bundan mıdır, mahpusu rüzgârdan ve gökyüzünden ayırıyorlar... Mahpusluk, ölüm kadar rüzgârsız bırakılmaktır.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı Ağaç da her yıl yeniden hazana dururken, hazin bir yas içindedir.. Var olduğumuz anda başlıyor yitirmelerimiz. Arkadaşlarımız oluyor; çoğunu bir daha göremeyeceğimizi bilemeden vedasız kopup gidiyoruz bir zaman sonra. Yaşamımıza sessizce girip sessizce çıkıyorlar. İlk yıllarımız, ilk arkadaşlarımız, sonra başkaları; sanki yol geçen hanıyız… Her ömür başka ömürlerin uğrak yeri değil mi; can cana konuk değil mi bu kısa konuklukta.. Birbirimizden öğreniyoruz bildiğimiz ne varsa. Birlikte düşe kalka yürüdüğümüz, delilikler yaptığımız, korkulu sevinçli, hüzünlü ve öfkeli zamanlar yaşadığımız birilerinin bizde konuk olduğu hiç aklımıza gelmiyor.. Biz mi akıyoruz birilerinin yaşamından, yoksa birileri bizden mi akıp gidiyor. Bir yandan da, yaşam bizi ölüme alıştıra alıştıra akıyor büyüyen dallarımıza. 20 yaşına, 30 yaşına, 40 yaşına geldiğimizde kaç insan göçüp gitmiş oluyor dünyamızdan.. Her defasında da onlar gittikten sonra kıymetleri ortaya çıkıyor.. Biz mi nankörüz, yoksa yaşam denilen öğretmen mi bizi böyle unutmalara da eğitiyor. Yitirilenlerin yüzümüze çarpan kahreden acısı ve gözyaşları, sevgi dolu bir gülümsemeye bırakıyor yerini zamanla. Haksız düzenlere baş kaldıran kuşaklar her yerde, her çağda kırılıyor, kahrediliyor.. Benim ülkemde benim kuşağım bu kırımlardan fazlasıyla nasibini almıştır.. Bu a olduğunu görüyorum, geriye dönüp yüzden, içimin bir mezarlıktan farksız baktığımda. İnsan insana konuk elbet ve sessizce gittiği yaşamlarda izler bırakır bir armağan olarak. Öfkeli, kırgın, sevinçli, çılgın anıların dürüsünü bırakarak bir kıyıcığına yüreğimizin, sessizce gider konuğumuz. Asıl öğrendiklerimiz yüreğimizle öğrendiklerimizdir; bize kalan anıların çıkınında saklanan. Ne tuhaf,en çok bir bakıştır aklımızda kalan, ya da bir ses tonudur her hangi bir sözcüğü söylerken okşamış olan yüreğimizi. Olaylar, olanlar silikleşir öncelikle. Anıların dürüsündeki anlardan derlenmiş güzellikler, silikleşen karmaşaların arasından sesleniverir ansızdan. Ne tuhaf bir bilmecedir şu yiyen, içen, uyuyan, ağrı çeken, ağlayan, gülen, seven, sevişen yaşam; ne amansız bir denklemdir.. Beden dediğimiz organların tümü de yaşamın bize verdiği emanetlerdir yalnızca. Kazalarda, belalarda her an yitebilir gövdemizin parçaları… Bir gün toprağa karışıp gidecek olan kalıp, yaşadığımız fırtınalarla yağmurlarla biçimlenir. Omzumuzu yağır eden yüklerin altına atarlar bizi.. Kenar mahallede işsiz genç, bozkırda ırgat, küçük kasabada tek arabacı, yaşam denilen armağanı elinde tutabilmek için, durmadan acı çeker. Sırtını kambur eden sıkıntılarla, yaşamak, işkenceden başka nedir ki.. Her sabah o gün ne yiyeceğini, nereden ne kazanacağını bilemeden uyanan namus, şeref, haysiyet; ahlakı ve dini olmayan kapitalist sistemde ne işe yarar.


Sayfa 31 Birilerinin gasp ettiği yaşam, konuklarını böyle ağırlıyor işte. Birileri de beden denilen kalıbın istekleri peşinde, bir gün yok olacağı gerçeğini görmezden gele gele, başkalarının acılarıyla besleniyor. Azmanlaşan istekleri tatmin olmayan oburlar ne kadar yoksuldur. Ruhta açılan çatlağı isteklerin ırmaklarıyla bile dolduramazsın. Neyi çok istiyorsa, onun kölesi oluyor, isteklerinin dışındaki dünyayı göremeyenler. Altın satıp para kazanan gökyüzüne bakmaktan ne kadar uzaktır, bir avuç dükkanında ve kasalar dolusu servetinin arasında. Bize ait ne varsa geride kalacaksa bir gün, kalacak olana konukluktur ömrümüz.. Sürdüğümüz tarlaları bir gün başkası adımlayacak. Yıllarca her gün girdiğimiz iş yeri kapılarında bir başkası ömür kocatacak.. Soluk aldığımız şu saniye konuğumuz değil mi? Az sonra bizde olmayacak. Belki de biz yaşadığımız her ana konuğuz zaman denizlerinde. Bu anın bedelini ömrümüzden ödeyip, hemen şimdi başka bir ana varır yolumuz … Toprağın bir yerinden bülgüyüp, akmaya başlayan o nazlı, o çocuk, o ince su değil a miyiz. Kendimize bir yatak açıyoruz aktığımız yerlerde. Bize ad veriyorlar. Bir varlığımız, bir kimliğimiz oluyor. Yürüdükçe çoğalıyoruz. Yaşamayan acı da duymaz, sevinç de. Var oluşumuzun bedelini ödüyoruz insanca olmayan düzenlerde. Yaşamak, sevince, mutluluğa, huzura çılgınca koşarken yaşanılan, sayısız acı ve mutsuzlukla ödenen bir bedeldir. Ah insanın insana ettiği zulum olmasa.. Biraz da ağlamaktır hasretle, kavuşmayı bekleyerek saatleri saymak, birilerinin suratına bağırabilmek, bazan yenilmek, terk edilmek bazan, bir deli sağanak; yaşamaktır… Su akarken engellerle boğuşuyor,taşlara çarpıyor, kayaların çevresinden dolanıyor. Bulanıyor, açılıyor, sarınıyor. Karın karın sürünüyor. Hep iyiyi güzeli aramak yolculuğunda salınıyor. Gövdesinden çiçekler ağaçlar doğuyor; karıncalar kuşlar ve diğer canlılar içiyor ondan. Su aktıkça çoğalıyor, arınıyor. Durdukça kirleniyor. Durağan sulara benzer yalnızlık. Durağanlık acıdır. Yağmur suları bütün bir gökyüzünü içmeden yok olmuyor. Gökyüzü arındırır yalnızı. Her su aynı mecradan akmıyor, lağımlara akan da var, imansız kıraçlara yolu düşen de; çölleri zorlayan da var, kana bulanan da… Bir su dedi ki; bir ovaya düştü yolum, arındırdı beni. Bir su dedi ki, bir şehre girdim, kirlendim. Bizi kim arındırdı ve kim kirlerini kattı bize. Bu öfkeyi kendiliğimizden mi öğrendik. Bu şarkıyı gönlümüzün aynasına düşen hangi yüz fısıldadı …


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı Ve bir menzili var her yolculuğun. Sular yataklarının sahibi gibi aksa da, yataklar onları sahibiymiş gibi sarsa da, kimse kimseye sahip değil, yalnızca bir konuk bu macerada. Ah, dedi boşalmış bir ırmak yatağı, bir zamanlar sen benim gövdemi göğün yıldızlarıyla doldururdun ey sevgili; şimdi nerdesin… Suların kuruduğu, toprağın altına girip kaybolduğu bir yer var. Su, ömrümüzden akıp giden her an gibi, gövdesinden toprağa bedel ödüyor aktıkça. Belki kendi toprağına bedel ödemek, ona karışa karışa yürümektir aşk. Değilse çiçeklerin var oluşu nasıl gerçekleşirdi… Su mu yatağına ait, Yatak mı suya.. Gün olup da boş kalıyor deli ırmakların yurdu. Onu nasıl bir suyun var ettiğini izliyoruz, çukurunun derinliğinden ve türküsüz kalmış mendereslerden. Boşalmış ırmak yataklarında rüzgâr inliyor ıssız gecelerde.. Toprağın bir yerinden doğan, başka bir yerde toprağa karışıp giden sudur yaşam. Yaşam suya düşen güneş ve yıldızlar; su kıyısında büyüyen başakların evrene fısıldadığı şarkı, ağaçların hışırtılı öpüşü azamanı, ve kuş çığlıklarının söylediğinden başkası değil.. Köklerini derine salabilirse, toprak altındaki suya varır ulu ağaçlar ve onu var eden sunun türküsünü söyler sevdaya.. Ben sende bir konuktum, sinende akıp gittim bir zaman.. Gönlünü ve süveydasını yüreğinin bana ait bir hale getirdim. Evrenin benim kokuma ve rengime boyandı... Benim konuğumdun ben sende akıp giderken; kendine göre biçimlendirdin ruhumun gövdesini.. Beni sana benzettikçe çırpınıp hırçınlaştım, öfkelenip kükredim. Gövdeni yeniden yonttukça, öfkelerine, sevinçlerine yeniden yön verdikçe bağırıp inat ettin.. Ben senin yatağında sancılarla akardım Aktıkça derinleşirdi kıraçların Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı Çünkü ben vardım sende Ve sen vardın gövdemde Sen mi yataktın ben mi su Bunu ayırt edemedik hiçbir zaman Sanki birlikte yaşanan bu macera hiç bitmeyecekti Bilemedik Konuktuk birbirimize


Sayfa 33 Geçmişten kalan tüm yıkıntıları, molozları da önüne katarak, her ırmak kendi yatağını kendisi açar. Aşk ki, en büyük arınma ve dönüşümdür. Anlatıldığı gibi kibarlıklarla bir yol açılamaz sevgilinin toprağından kendine. Bir fırtınadır, kasırgadır, depremdir, kavgadır. Kolay olmayacaktır katışmak. Aşk bize kendi sınavını verdirmeden sunmaz güzelliğini.. Yaşadığımız dünyada zorunlulukların bir araya getirdiği insanlardan seçtik eşimizi, dostumuzu, arkadaşımızı, sevgilimizi ve düşmanlarımızı.. Aynı okulda okuyan çocukların arkadaş seçmesinden farksız. Yaşam ve koşullar bir araya getirdi bizi.. Kuşkusuz yeni atanmış bir memurun gideceği yerde, o gitmeden önce dostları ve düşmanları hazır bekler. Yaşam bir seçmeler zinciridir başından sonuna… Biz neysek ona göre ölçüp biçiyoruz seçeneklerimizi; yine de onları belirleyen biz değiliz. Vardığımız her menzilde veya zaman diliminde bizi hangi seçeneklerin beklediğini bilemiyoruz.. Başkaları da olsaydı kuşkusuz, sevgililerimiz de dostlarımız da farklı olabilecekti.. Akrabalar, seçmediğimiz insanlarımızdır; eşimiz dostumuz ise kendi seçtiğimiz yakınlarımız. Sistemin bizi mahkum ettiği koşullar bir yana, bizi mutsuz edenler seçtiğimiz ve seçmediğimiz yakınlarımız değil mi?… Su yolunda akarken nelerle karşılaşacağınıa bilemiyor; granitler, kefenk setleri, ozalit, kum, kireç taşı ve kıraç toprak.. Her biriyle farklı oluyor macerası ve her biri karışıyor kanına.. Kuşkusuz seni var eden asıl şey benim asla bilemeyeceğim, benden önce yaşadıklarının toplamıdır.. Kimi zaman birilerini yüreğinden bir diken gibi çıkartıp atarsın; acı verir. Bazan dikenin ucu kırılıp kalır etin içinde; orada irin bağlar, sancıtır... İstemli veya istem dışı, birinin yalak gülüşlerine yansıyan iğrençliklerine katılmış, irinini yalamışsındır yarasından, içinde akan kimyasını çıkartamazsın birilerinin… Farklıdır her insanın insanlarla macerası. Onurunu satanı, namusunu hiçe sayanı tanımak kolay değildir. Kurumuş bir yaprağı yeniden yeşertmenin imkansızlığındadır saf duyguları yaşatabilmek yüreği bataklıklardan gelenlere... Toprağımıza kuru yaprağını dikenler, onu kurutanların kurbanı olarak, bizde çürümelerini yaşarlar.. Suya düşen her canlı yaşamaz.. Çürütmelerin de ustasıdır su, kıyıya vurmaların da, yaşam gibi… Şüphe duyulması gereken şüphecidir. Derin sırlar saklayan, derin sırlar arar davranışlarında. Sana aşkla katılan bilir nasıl akacağını; gönül kendi toprağını oraya gelmeden önce de tanıyabilir çünkü. Bir türlü gönlünce sarmaşamayan yatak ve su gibi yaralar birbirini, ya toprağı veya suyu aşka ait olmaktan çıkanlar… Akılla aranan aşk bir türlü bulunamaz. Alışkanlıklar şu ana taşıdığımız varlığımızın bir parçasından başka nedir ki. İyiyi güzeli


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı bulacağım diye olmadık deneyimlerde bulunanlar kirlendiklerini bilmeden aşkın havuzunu ararlar.. Saklanmaya çalışılan kir kokar. İnsanların bobine, cıvataya dönüştüğü; ezberletilmiş mutluluk ve aşk reçeteleriyle bedenlerin peşkeş edildiği, kula kul olunan kapitalizmde masumiyetler yitip gitti. Oysa aşk kaynağından yeni çıkan su kadar masumdur. Irgatların gövdesi taş altında biten otlara benzer.Ne güneş görebilir doyasıya ne nefes alabilir. Kölelerin ve efendilerin gövdesini farklı büker zaman ve yaşam. Bütün gövdeler bir gün buluşacak toprakla; ve fakat bu kalıbın isteklerini karşılamak için yapılır onca hırgür. Elbette yaşamak budur. Gövde susmadan ruha yardım etmek çileci azizlerin işi olabilir. Ancak sayısız güzelliğiyle her dem kendini tazelemeye çabalayan yeryüzü, canın giysisi bedenin isteklerine amadedir. Bütün iş hırsı azgınların başkalarının hakkını gasbetmesiyle doğan adaletsizlikte, insan kalabilme hüneri. Kimisi yaşamak için, hakkını ister de bir türlü vermezler ona. Adaletin olmadığı yerlerde ilişkilerin insanca olması ne kadar zordur. İsteklerimizin havuzu, çoğu zaman dipsiz bir obruktan başkası değildir.. Kendi arzularının ipinde kendini ve başkalarını boğanlar, asla öğrenemezler, aşkın üzerini tatmin edilebilir hiçbir aç iştahın kapatamadığını. Oysa aşk belki de suyun evrensel macerasında edindiği kendine özgü ve ebedi taddan başkası değildir. Su aşkıataşır başlangıçtan sona ve sonsuza. Aşkı, görüntülerin aldatıcı büyüsünde, hır gür içinde sevişmelerde, kaçamakların gizemli çılgınlığında arayan, hayal kırıklığı içinde yeni bir yolculuğa çıkacaktır; bir türlü konaklayacak bir gönül bulamamanın acısıyla.. Dilinde, yalnızca hoşnutsuz bir konukluğun, unutulması gereken kekre tadıyla... Sadakat yüreğine kurduğu binayı kolayca yıkıvermez giden yarin ardından. Burada işimiz bitti diye başka ufuklara koşarak avunamaz.Yüreğine aşkın binasını dikenlerin aşkı karşılıksız kalmayacaktır, bu kadar nankör değildir aşk. Siz sahiden de onun için yüreğinize bir bina mı diktiniz? Ya önceki aşklarınız, onların binaları ne oldu? Eğer öyleyse içiniz moloz dolu demektir. Bina içinde eşyaların da olması gereken bir yapıysa, bedeli, masrafı var demektir bu işin. Oysa, aşkın binası, yüreğin kendisinden başkası değildir. Bu nedenle her defasında ayrıntılarda aşklarınızı boğazlıyorsunuz demektir. İçiniz ceset dolu. Büyük olasılıkla da aşk diye yaşadıklarınızın yerini yüreğinizde farz etseniz de, aşk değil, sizin tutkularınıza ördüğünüz zindandır yalnızca… Sadece ışık vuran yanları yoktur dağların, sadece çiçekli yamaçları yoktur.. Arka tarafında dik kayalar ve erimeyen buzullar da vardır.. Buzul yanlarına küserek sevilmez dağlar.. Kara günlerinde yaşamını izlemekte olanlarla ateşli öpüşler yaşayamazsın.. Kuşkusuz sevgili, senin yaralarının ilacı olarak var olan bir tabip


Sayfa 35 değildir.. Ağrılarını bölüşerek seni kazanmak değildir aşkın kitabında yazan ayet.. Ve fakat kayalıkları aşarak varılıyor zirvelere, bunun başka yolu da yok.. Dağı tümüyle sevmeyenin dağa dair söylediği ne varsa kendini kandırmaktır yalnızca. Birileri vardır, belli etmeden kapıdadır gözleri. Yan yollar bulunca kaçacak su gibidirler. Bir türlü ısınmaz kanı size, toprağınıza karışamadan akar. Gidesi olan hiçbir şey yokken basit bir bahane bulur. Asıl bahanesi kendine sakladığı neyse odur. Daha iyi anlarız ayrılıklarda, konukluktur ömrümüz Ve o konuklukta bize konuktur sevgili a Bir gün gider Bir gün gideriz Evrenin ortasında yapayalnız bırakıp Geride rüzgârlar kalır Bir de yıldızlar Bir de ışık Bir de gece Bir de su…

ADNAN DURMAZ KARİKATÜR: MUSTAFA ÖZGÜR


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ÇAĞRI İhtiyar bir çocuğum saklambaçta ilk sobelenen, körebede ilk tutulan kış yapayım derken güz çıkartan aşklardan… yuvarlanırken kuyulara misketlerim Yusuf’tum hicazda, hicazken şarkılar en türkülü zamanlarda Seksenin eylülünden sekemeyen…

hatırla hatırlı sevgilim… ne çok gülmüştün birlikte yürürken belediyenin açtığı çukura düşünce bir bahçeyi yalnız bırakarak arkası yarın ödevlerini öğrenmeye gelirdim bilmezlikten değil saçlarının sabun kokusuna, ağzının sakız…

Çizgiyi aşınca, yananım sevgili

yarınlarım olmadı yarınken yarinken

sana… epeyce keder biriktirdim senden habersiz geviş getiren zamanda… oysa ant içmiştik açtığı yolda hiç durmadan yürüyeceğimize aşkın

erken susmuş, ergen sözlerimdir şimdi seni çağıran d’ uy sevgili..

CEM EREN


Sayfa 37

SOZDARÊN EVÎNA HÊVİYAN .............. Pevçûnên li nav xaniyan û bi spartina dîwaran Li wan deran roj ji kîjan alî de hiltê û diçe ava Di bin deng, sîs û dûmanên topan de, li malan Saetên roj û şevan li hev diqelibin, tên ser hev Li qul û serdabên ku li çûn û hatina stargehan Kevir, dîwar, sûk û kolan tên zar, li wir deran Yek beden in li ser kolanan, li ber, li jêr, li jor Li nik û li hemberî hev, li paş û pêş xendekan Hevalbendiya tilîliyan û lorîna bi hêrs û zaran Wekî ku digel wan bin, ken û şaxiyên zarokan Ew, hêviyên rêwî ne, ji hawirdoran de li rêçan Û kela dilên rojên bi aram, li ber êvarê dikelin Xanî, dibistan, gor û mizgeft tên hilweşandin Rehîne û kuştin dibin di mal û jêrzemînan de Li jêr toz û tewar, li jor gurmegurma topan in Di dorpêçan de û di bin barandina guleyan de Zarokên devbiken, bi hewes û nîşanên zaferîn Çalakgerên welatê bawerî û xewnên rengîn in Pêre keç û jin, dê û bav bêtirs radibin ser xwe Wê xakê pir gulebarandin û şewitandin dîtine Ema tu carî, pûştî û nemerdiyên wanî nedîtiye Ku wek di guhan de guhar û li tiliyan dezî bin Wek mînak be li bûyerên hovane û tên jimartin Zarî tên kuştin û ji wan yek, qîzeke ku neh salî Nikarin bibin goristanê û dispêrin dolaba malê Û wek mînak be: jinek, bi ala spî, li taxeke din Li milan darbestek, li pê wê komek jin dimeşe Ku ew jî nikarin wê cangorê bibin, defin bikin ..............

A. KARABAX Sozdarên Evîna Hêviyan, çemê duzimanî 16.06.2016-19.09.2016


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

SEVDAYA SÖZLÜ UMUTLAR .............. Duvarların arasında bodrumlarda süren savunmalar Mahallede gün hangi taraftan doğar, kaç canla batar Patlayan top sesleri ve dumanların altında hanelerde Gece ve gündüz saatleri birbiriyle çarpışarak birleşir Sığınakları birbirilerine bağlayan delik ve geçitlerde Nabzını söze getiren taşı, duvarı, sokak ve caddeleri Birer canlı beden heybetinde her biri kendi sırasında Yan yana ve yüz yüze, ön ve arkalarında hendeklerin Zılgıtların beraberliği, kin ve nefretle çağrılan ağıtlar Onca acıya karşın, oyun oynar gibi oynaşan çocuklar Onlar ki güne düşen umutlardır, her taraftan yollarda Ve yaralı günlerin hüznü, gecesine dolar akşamından Ev, okul, cami, mezar, ne varsa ayakta, yakılıp yıkılır Rehineler, infazlar kendi evlerinde ve bodrumlarında Havada türkü değil top sesleri, aşağıda toz ve duman Kuşatmalar içinde ve kurşun yağmuru altında kalmak Ve fedaice ve zafer işaretleriyle en önde çocuk olmak Bunlar ki inanç ve düşler ülkesinin büyük eylemcileri Korkusuzca katılır saflara kardeş, anne ve babalarıyla Bu memleket ne savaşlar, yakıp yıkmalar görmüştür Ama puştluğun, namertliğin böylesine uğramamıştır Bir söz gibi kulağa küpe, mühür gibi kazılmalı kalbe Misalen denilsin, korkunç olayların hanesine yazılan Çocuklar da vurulur... onlardan dokuz yaşında bir kız Mezarlığa da izin yok, bozdolabında muhafaza edilir Ve misalen bir başka yerde bir kadın ve elinde ak bez Kadınların omuzlarında bir tabut, önde ak bezli kadın Onlar da mezarlığa götürüp gömemezler cenazelerini ..............

ABDULLAH KARABAĞ Şairin “Sevdaya Sözlü Umutlar”, iki dilden nehir şiir kitabından... 16.06.2016-19.09.2016


Sayfa 39

ABREK Kara yıldızlı gecelerde/ yıldırım kanatlı/ kısrakların terkisinde doğmuştur. Koyaklarda/ yalnız bir kurt uluyanda… Kadim tarihten bu yan/ ölümsüz ve öksüzdür. Dağ bahçelerinde/ meyvelerin iksiri/ ve yaylaklarda davarlar/ onundur. Onundur/ köpüklü denizlerden gelen taylar/ onundur/ ve herkesindir. Savaş meydanlarında/ ve doruklarda boran… Bawlarda kartal gözüdür. Yüz yüze, göz gözedir/ dostluğu da düşmanlığı da. Ve dişe diş kavgalarda gelen ölüm/ düğündür. Kaybetse de onca savaşlar/ hiç yenilmemiştir. Dalını kanadını kıran/ ah, şu kahpe devran/ şu sürgündür.

GALİP ÖZDEMİR


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

RÜZGÂR ÖĞÜDÜ - 4 16 Yıldızların tozunu alan bir şair yok, yıldızlara bakmak yetmez ki.

17 Damarlarımda kan değil harfler akıyordu-harfler ki şiire harçtı- şiiri kar memet! 18 Kendimi kaybetsem şiirimi bulabilirim de kendimi kaybedecek ormanım yok. 19 Şiirin etrafında dönüyorum- şiir de dönüyor. 20 Bir dağ nasıl yaslanırsa ovaya, buluta, havaya, sana öyle yaslanmak istiyorum.

MEHMET GİRGİN


Sayfa 41

“Memleket mi, daha uzak, /gençliğim mi, yıldızlar mı?” Hangisi? VİLDAN SEVİL

a Çocuksuzken ve çocuklarımın bana gereksinimi kalmadığından bu yana ne yaşlanmaktan korktum ne de ölümden. Çocuklarımı büyütürken yaşlanmaktan korkma gereği yoktu ama o ara dönemde ölümden epeyce korktuğum oldu. Ya çocuklarım anasız kalırlarsa… Diğer zamanlarda, ölümü yalvar yakar çağırdığım da oldu, olmakta, kovaladığım da… Ama geldiğinde şöyle süründürmeden tık diye götüren bir ölüm bütün dileğim. Hastalıklarım içinde kalp hastalığımı çok seviyorum bu nedenle. Diğerleri yaşam kalitesini hayli düşürse de ölümcül değil. Umudumu kalbime bağladım. Şöyle ansızın… Otururken, uyurken, bahçede eşinirken, hele de yüzerken… Denizin kollarında, göğsünde, onun muhteşem okşayışlarında salına salına… Dokunuşunu hissedersem kollarımı başımın altına yastık yapıp arka üstü yatarmışım gibi geliyor bana. Veee…Tık! Gel gelelim, güçsüzlük, halsizlik, çabucak yorulmak hiç işime gelmiyor. Sinirleniyor, öfkeleniyorum. Nereden mi aklıma geldi şimdi bunlar? Bu can sıkıntısı, bu öfke… 2017 1 Mayıs kutlamasında artık neredeyse hiç ayrılamadığım Ayvalık’ta kısacık bir yolu gidip alanda konuşmalar yapılırken, halaylar çekilirken dizlerimin bağının çözülmeye başlaması, güneşe dayanıksızlık… Şapka almak aklıma gelmemiş. 1 Mayıs’a gidiyorum ya genç, sağlıklı sanıyorum herhalde kendimi. Seratonin, dopamin falan filan kanatlanmış yükseliyor. Ruhtaki adrenalin yükselişi, bedenin


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı umurunda değil. Sazıyla türküleriyle sahne alan gencin sesini, yol boyunca bana eşlik etmek üzere ardımda bırakıp ayrılıyorum alandan. Dönüş yolunu sallana sallana gitmek… Offf!... Vücudun isyanını duymazdan gelmekte kararlıyım. Hayır! Sıra sıra pastanelerin, kıyıdaki çay bahçelerinin, bankların hiçbirinde oturmayacağım. Yorulmak da ne demek? Toplasan iki saat. Bayram bayramdır. Üstelik “Her yer Taksim” bu yıl yine. Ah Taksim! Geçmişi, bedeni, ruhu yok edilmeye çalışılan Taksim! Bin bir çeşit aşkı soluyan, bin bir çeşit aşkı solutan Gezi Parkı… Taksim! Çocukken kollarında siyah kolluklarıyla körüklü makinelerin arkasındaki fotoğrafçılara poz verdiğim Taksim… İlk kez stüdyoda halamla Şip Şak çektirdiğimiz fotoğrafları elime aldığımda şaşkınlaştığım Taksim… Yeni çıkmış Şip Şak modası, ilk deneyenlerden olduğumuzu söylüyor fotoğrafçı. Çok şık tayyörlerini, ayakkabılarını, incilerini, zarif gerdanlıklarını, kırmızı rujlu dudakların boyasının bozulmaması için minicik lokmaları ağzına götürürken ağzın açılışındaki zarafeti, bakışlardaki, sohbetlerdeki nezaketi gözlediğim, özendiğim kadınlarla şık erkeklerin oturduğu masalar… Pastalarının, çikolatalarının tadının unutamadığım Markiz. Sosyalist olunca inatla unutmaya çalıştığım/çalıştırılan, burjuva özentisi davranışlar(!) a yerler işte. Buna karşın uzun yıllar boyunca o özenmelerin sinmiş kalıtları Ankara’daki öğrenciliğimde Tango lakabından kurtaramamıştı. Bir türlü, saçı başı dağınık, bot, postal giyen, kadın görünümünden çıkmak için uğraşan sosyalist olamamıştım bir türlü. Taksim çok yüzlü, çok yönlü, çok dilli, çok dinliydi. Pezevengi, orospusu, sarhoşu, sineması, barı, pavyonu… Yerlerde sızıp kalanı, dileneniyle arka yüzü; lavanta kokularıyla, müzikleriyle, sinemaları, kitapçıları, İstiklal Cadesini, meydanı, Gezi Parkı’nı inleten devrimcileriyle başka yüzü. Görüneni görünmeyeniyle iç içe geçen yüzler, bedenler, yaşamlar… İnsan, bina, yol halleri, insan, bina, yol öyküleri… Tarih! Yazılan, bozulan, yok edilen tarih. Taksim, Beyoğlu çevresi çok anlatıldı, anlatılacak. Çağrışımlar nerelere götürdü beni. Dönelim 2017 Ayvalık 1 Mayıs’ına. Görünüşe bakarsan benim kaporta pek cilalı. Siyah bluz, beyaz pantolon, kırmızı fular, kırmızı ruj, bir de kırmızı ayakkabı inadına. Çilek satan genç hemen anlıyor nereden döndüğümü. “İşçisin, işçi kal! Yaşasın 1 Mayıs!” Benim yumruk derhal havalanıyor, tabureye çöreklenip “Aslan oğlum, aslan yavrum!” diye çığırıveriyorum. Birkaç slogan da ben patlatıyorum. Delikanlı, gözlerinin içi parlayarak “Teyzeeemmm!” diye ellerimi öpüyor. Bir kilogramı bulmayan çileği, pazar fiyatından epeyce yüksek ücretle itirazsız alıyorum.


Sayfa 43 Beş dakika sürmeyen bu moladan sonra yine sallana sallana yola koyulurken yirmili yaşların sonunu, otuzların başlarını anımsadım. 1 Mayıslarda taşradan gece yarısı otobüslere doluşumuzu. Marşlar, türküler, şarkılar, söyleşiler, coşku… Uyku yok. Sabahleyin Barbaros Bulvarı’nın başında inip çay simitle doyunurduk. Barbaros’un başından Beşiktaş’a yokuş aşağı iner, Dolmabahçe’den Gümüşsuyu yokuşunu tırmanıp Taksim’e ulaşırdık. Taksim’de çeşitli il ve ilçelerden gelen arkadaşlarımızla, yoldaşlarımızla ayaküstü kucaklaşmalar, söyleşiler… Bir coşku, bir neşe! Marşlar, sloganlar… Davullar zurnalar yanımıza geldiğinde şıkır şıkır oynamalar, halaylar… Dünya biziz, ülke biziz. Sarmaş dolaşız, iç içeyiz. Biz geleceği kuruyoruz, geleceğin ta kendisiyiz. Savaşsız, sömürüsüz, çocukların aç yatmadığı, okulsuz, eğitimsiz kalmadığı, gürbüz büyüyeceği geleceği kuruyoruz. Yoldaşça, dostça kenetlenmişiz. Yalandan dolandan, dedikodudan, vurdumduymazlıktan, sırttan vurmadan, ayak kaydırmalardan, en yakından en uzaktan gelen ihanetlerden habersiz, öylesine yoldaşça, dostça… Taksim’de ayaktayız. En fazla arada yere çömelerek konuşmalar… Kadınlar, kürsüye yakın olduğundan otobüs üstünden yayılan çok yüksek sesle müzikler dinler, onlara eşlik eder, sloganlar atar, kutlamalar bitince Taksim’den yola koyulup Mecidiyeköy’e gelmiş olan otobüslere ulaşarak dönüş yolunu a tutardık. Otobüste değerlendirme faslı başlar, sabahleyin evde anneanne, babaanne ya da bir komşuya bırakılmış çocuklarımızı ayaküstü sever, yine uykusuz işimize koşardık. Ne diyeyim şimdi ben? Artık ölümden de yaşlanmaktan da hiç korkmuyorum. Gel gelelim süregen güçsüzlük, halsizlik, devinimdeki ağırlaşma… Vücutla ruhun çözümsüz çelişkisinin zorbalıkla vücuda boyun eğdirişi. Ve isyan! İsyan! İsyan! “Yedi tepeli şehrimde bıraktım gonca gülümü. Ne ölümden korkmak ayıp, ne de düşünmek ölümü. Memleket mi daha uzak, gençliğim mi, yıldızlar mı? Bayramoğlu, Bayramoğlu, ölümden öte köy var mı?” Nazım Hikmet Ran “Memleket mi daha uzak, /gençliğim mi, yıldızlar mı?” HANGİSİ? 02.05.2017

VİLDAN SEVİL


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

UMUDUN ÇOCUKLARIYDI ONLAR Umudun çocuklarıydı onlar Bir şafak vaktinde Güneşi zapta çıktılar Yer yüzü kavgalarında Kan,gaz ve barut dolarken cigerlerine Onlar ki Hayallerini doldurmuşlardı ceplerine Can taşır gibi sarılırken elindeki mavzerine Bir omuzu siper taşında

Yüzleri kan ter içinde Ellerinde ateş topu yürekleri Koşuyordu çocuklar.. Umudun çocuklarıydı onlar "Erikler çiçek" açtığında Güneşi zapta çıktılar

BEKTAŞ ÇAĞDAŞ


Sayfa 45

ÖLÜME KAFA TUTMAK

bilemiyorum sözcükler kimliksiz midir kifayetsiz mi?.. uysallaşır mı siniri alınmış isyankâr kelimeler?.. hayat ölüme kafa tutmak mıdır?..

HIZIR İRFAN ÖNDER


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

DE Kİ de ki bir yoldaş eli toprağa değmiş de ki bir sevgili başını taşa koymuş de ki mermere kazıyorlar dizelerini kazımalarına değsin de ki xızır atını bırakmış munzur’da şengal dağlarında gerilla kılığına girmiş

ERCAN CENGİZ


Sayfa 47

İSTERİM Yaşam suda başladı madem, Kalsaydık. Dağa nazır mekanlarda, Söylenseydi şarkılar. Sair, ilhamını toprak kokusunda harmanlasaydı. Aman neyse; Deniz parsellenirdi, Biz gene kiradaydık Okyanusun dibinde.

SEMAHAT ÜNAL


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ŞİİRİMİZDE DÜN VE BUGÜN TOPLUMSAL BAŞKALDIRILAR – 11

Ali Ziya ÇAMUR

a 68’DEN BUGÜNE TOPLUMSAL BAŞKALDIRILARIN ŞİİRLERDEKİ İZLERİ Cumhuriyet döneminde verilen devrimci mücadeleler de başkaldırı tarihinde yerlerini aldılar. Taylanlar, Mahirler, Denizler, Sinanlar, Erdallar, üzerine yüzlerce şiir yazıldı. İşçi, direnişleri de 70’lere damgasını vurdu. İlk önemli işçi direnişi Kavel, ardından polisi fabrikaya sokmamak için kapıları kaynaklayan Profilo işçileri, Seydişehir, Hekimhan, Alpagut ve diğerleri... 15-16 Haziran Büyük Haziran İşçi Direnişiyle ilgili de pek çok şiirler-yazılar yazıldı. 15-16 Haziran direnişi ile de Kemal Özer’de birkaç dize alalım:

Hâlâ durur o akşam belleklerde mayalanır durur, birlikte bakmanın derinliğiyle, önüne geçilmez coşkusuyla, birlikte yürümenin, bir ağızda söylemenin güzelliğiyle bir şarkıyı, birlikte sahip çıkmanın bir öfkeye bir hesabı birlikte ödetmenin


Sayfa 49 “düşen kalır, bırakın ağlamayı” demenin kutsal ve hüzünlü aleviyle yaşayıp durur o haziran akşamı. Yetmişli yıllarda büyük kentlerde büyüklü küçüklü bugün de devam eden gecekondu direnişleri yapıldı. Gülten Akın, Ankara Seyran bağları’ndaki gecekondu direnişini konu aldığı Seyran Destanı kitabından gecekondulu Hünkâr Ana’nın panzerle ağız dalaşını dinleyelim. O zamanlar TOMAlar yerine panzerler vardı:

Seni faşizmin dölü Seni kaldırıma düşmüş sağır fil Seni, artık doğuramayacak olan İki cinsli bile değil Seni adam ezmesiyle geçinen Seni halkın ve geleceğin düşmanı Seni kör simge Seni gece mavisi yüreksiz kablumbağa Şavkıyor İşte orda, dağın ardında hemen a Ne işleyeceksin bakalım Nasıl kalacaksın ortalıkta Nasıl savuşup gideceksin Bir başına Nasıl yok olacaksın demeli Bu daha doğru Hangi bir mayısla Tükrük ve küfür Ve ilenç kasırgasıyla Yine 80 öncesinde belleklere kazınmış olabn Tariş Direnişini kim unutabilir? Şair Adnan Yücel dizeleriyle ölümsüzleştirmiştir Tariş Direnişini:

Tariş denilince durulur bir gün Göklere selamlar sunulur bir gün Sunulan selamlar yetmez ki dostlar Tarişin hesabı sorulur bir gün


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

İşçiler işçiler tariş gözlüler Bir mayıs günleri bayram yüzlüler Devrim türkülerde devrim yollarda Sizleri bekleyip sizleri söyler Timuçin Özyürekli’de 12 Eylül faşizmini ve direnenleri işler Korku şiirinde:

fabrikalara giden sokaklar işlemez Alanlar boş bırakılırsa daha çabuk gelirler Çizmeleriyle, postallarıyla, yankılar yapan kabaralarıyla Ezerek umudu, çiğneyerek kan kırmızı bir gülü Kenetlenmeyen ellerin arasına kızgın şişler sokarak Ve doğruyu gösteren kitaplardan duvarlarımızı Başımız üzre yıkarak Gelirler gündüzü geceye çevirerek gözlerimiz kör olur Uğultular yaratmak gerek, yürek çatlatan depremler Korkuyla varılmaz bir yere, korkuyu yenmek gerek

a

Bu yazı dizisini Gezi Direnişi üzerine yazılan şiirlerden bir seçme ile bitiriyorum:

Umut Ünalan:

Herkese biraz ölüm bulaşmıştır nicedir Haziran’dan başka bir haziran devşirmenin Adını taksim koyduk. şunun şurasında üç beş Çapulcuyduk, her yaprağın damarında uğuldayan


Sayfa 51 Ahmet Antmen:

biz ki orada dursak tam bir gol sahnesi olurdu gönlümüz öptüğümüz sis değil çim kokusuydu dakika 19, 78. Saniye unuttunuz mu taksimden bağırmıştık yine bugün hâlâ kırılır desibel rekorları beş yüz bin adım sesi beş yüz bin can suyu Efe Duyan:

Gezi’deki ağaçlara isim mi versek diyorum Biz sizin ölülerinize verdik bile diyor, bir çınar Devrimciler ölmez ki, diyorum Ölür, diyor, bu yüzden ağaçların isme ihtiyacı yok Doğada her şey birbirini doğurduğu için mi, diyorum a Evet diyor, ya devrimler? Özcan Öztürk:

Çobanın biri “çapulcular” diye bahsediyor koyun güderken. Gezintiye çıkıyor bir avuç çapulcu; Ellerinde karanfil, Bertolt Brecht bir ucu. Bu ülkenin Nâzım planında faşistlere yer yok iken, Asırlık çınarlarımızın gölgesi var idi Serada ki; melez portakalı, biberi neylesin halkın ayak sesleri... Hasan Hüseyin Yalvaç:

Şimdi barikatlarda söylüyorsak türkümüzü Eyvallahımız olmadığındandır ihanete Her yeri Taksim yapabilmişsek Gör sevdamızın dalbudaklığını Bilmem nerede varsa gözyaşı Gözümüzün yoldaşlığını anla Ve bir daha şaşır kal bu direnişe


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

Ve Tuğrul Keskin’in “Çapulcuya Mektup” şiirinden: yurdun aslında bir ağaç olduğunu senlen bildim gündoğdu’da sevdim küçücük ellerindeki ülkeyi ve narin ellerinde geleceğini gördüm özgürlüğün yandı gözlerimiz acıbiber tarlasına gecelerce ve gaz bulutları arasından yürüdük üstüne zulmün Gezi Direnişi üzerine yazdığım şiirden bir kıta da benden: Fosseptiklerden yankılanıyor kibrin lanetli sesi.... Yalan ve melânet rüzgârı karşımızdaki... İplikleri kopuyor tek tek en sağlam noktasından. Zurnasında tüm delikler tıkalı, biri hariç. Bir umarı zırtlayarak susturmak orkestraları... Bin başlı ejderhalarını salsa da üstümüze, Kapalı dehlizlerden taşıyor denizlerin kıpkızıl dalgaları... Elbette zulüm olduğu sürece direnişler,aayaklanmalar, isyanlar bitmeyecektir, ta ki sınıfsız, sömürüsüz o güzel günlere ulaşana kadar... “Hayâldir” diyenlere aldırmayın, hayâli bile güzel şey!

S O N

ALİ ZİYA ÇAMUR


Sayfa 53 KAYNAKLAR: Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgası – MUSTAFA AKDAĞ Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi (2 Cilt) – MUSTAFA AKDAĞ Türkiye'de Toprak Meselesi - PROF. DR. ÖMER LÜTFİ BARKAN Osmanlı'da Toprak Mülkiyeti ve Ticari Tarım - ÇAĞLAR KEYDER Osmanlı Toplumsal Düzeni - TANER TİMUR Osmanlı Çalışmaları, İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine - TANER TİMUR Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu - TANER TİMUR Türk Halk Hareketleri ve Devrimler – DR. ÇETİN YETKİN Halk Hareketleri ve Çağdaş Destanlar – MEHMET BAYRAK Pir Sultan Abdal – İLHAN BAŞGÖZ Türk Gerilla Tarihi - EROL TOY Seyran Destanı – GÜLTEN AKIN Yeni Türk Şiirinde Pir Sultan Abdal Okulu ve Misyonu – HASAN AKTAŞ Yeni Türk Şiirinde Şeyh Bedreddin Arkeolojisi ve Doktrini – HASAN AKTAŞ Doğu Şiirleri – HİLMİ YAVUZ Bedreddin Üzerine Şiirler - HİLMİ YAVUZ Köroğlu destanı – İLHAN BERK Dersim – KEMAL BURKAY a Meşe Seli – MEHMET BAŞARAN Düş Nöbeti(Toplu Şiirler) – MUHAMMET GÜZEL Baba İshak Destanı – MUZAFFER ORUÇOĞLU Dersim (Roman)- MUZAFFER ORUÇOĞLU Şeyh Bedreddin Destanı – NAZIM HİKMET İshakça – OZAN TELLİ Şahkulu Destanı - OZAN TELLİ Kalenderoğlu Piri Mehmet Destanı - OZAN TELLİ Bizim Çeliğin Suyundan - OZAN TELLİ Dersim Destanı - OZAN TELLİ Irgatoğlu Atçalı Kel Mehmet – ÖZKAN MERT Dicle Üstü Ay Bulanık – ŞÜKRÜ ERBAŞ Direnmeler - TAHSİN SARAÇ Dönemeç Dergisi 36/37 Gezi Direnişi sırasında ve sonrasında dergi ve gazetelerden derlemeler...


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

BİR MAYIS GÜNÜ 1 (Nisanda) Ah! dedi çiçek; üşüyorum (Bir mayıs gününü düşledi) N'olurdu biraz daha geç açsaydım... 2 Penceremdeki saksıyı bir güvercin yuva bilmiş kendine Topraksızlar hareketi üyesi güvercinlerde çoğaldı gene... 3 Kafamın içi çiçek bahçesi Umut çiçekleri en sevdiklerim..!

TEMEL KURT


Sayfa 55

YAŞASIN 1 MAYIS Anların derin bakışı içinde Baharı yeşil olan türkülerle donatın Mayısta açan güller gibi... Sonsuza dek güneşten aldığımız paylarla toprakta oturan özlem çiçeklerini fışkırttırıyor... Haykırıyorsun isyanını bütün şehirlere gecenin laciverdini yırtan yıldızlar süslüyor gözleri...

BURCU TÜRKER


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ANNEM Tütün işlerdi annem, hiç ağzına götürmediği. emeğin renklerini, yaprak yaprak dizerdi Tütün renkli, bakır yüreği ellerinde erirdi.. Ekmeğimiz için, kanatırdı toprağı, elleri kanardı. Zor zenaattı tütün, güneşle yanar, ay'la yıkanırdı. Yaman kadındı annem, hamarattı, göçmen, rumeli kızı, emzirmek için bizi, tütünü, teriyle yıkardı, sütlü memesinden damıtırdı getirirdi saçlarında ay ışığından yıldızları...

NECİP TIRPAN


ÖLMEK DEĞİL ne insanlar tanıdım bu topraklarda hepsi ayrı ayrı bakıyordu üzerimizdeki büyük çadıra inançları ve ibadetleri farklı olsa da ölüm sonrasında duyulan acı hep aynı ağıtlar bir hançer gibi parçalar insan yüreğini her kesin dili var acının dili yoktur yapma çocuk ölüme yatırma kimseyi sabaha üç kala bak bahar gelmiş sokaklara ölmek değil çocuk ölmek değil kırmızı karanfiller dikmek toprağa

MUZAFFER GÜL

Sayfa 57


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

SATIRLARDA AKAN YAŞAMIN BİLGELİĞİ[*]

Temel DEMİRER “Kalem aklın dilidir.”[1]

Çok zor günlerden geçtiğimiz doğruyken; söz konusu kesitte payımıza yine direnmek, okumak ve yazmak düşüyor kuşkusuz. Hem de Emil Michel Cioran’ın, “Gazete okur gibi okunan kitapları sevmiyorum: Bir kitap, her şeyi altüst etmelidir, her şeyi sorgulama konusu etmelidir”;[2] Alan Bennet’in, “Yaşamını kitaplarına koyamaza sın. Kitaplarda bulursun, ”[3] uyarılarını ve de yazmanın bir eylem olduğunu bir an dahi unutmadan!

Çünkü… “Düşlerimizi kurutmak istiyorlar ve öfkeyle patlayan duyarlılığımızı. Çorak bir ülkede cılız çocuklar görüyorum; yüzlerinde, kurumuş düşlerden kalma yıldız tozları. Yıldız tozlarını parlatmanın ve çoğaltmanın zamanı şimdi, ümitsizliğin değil; yazarak, boş kâğıtlara ve boşaltılmış meydanlara. Yazmak bir eylem biçimidir, eylem de bir yazma biçimi. Yazmak, kâğıdın boş uzamında kendi yolunu ve oluşunu arayan sözcüklerin, kavramların yaşamla kesişerek, birleşerek yeni anlamlar devşirdikleri ve yaşamı çoğalttıkları bir eylem biçimidir.”[4] ***** Yazmak eylemi konusunda “yaşamla kesişip/ birleşen”, “yeni anlamlar devşirip/ yaşamı çoğaltan” vurguları asla “es” geçilmemelidir! Çünkü şair küçük İskender’in, “Yazmak fizyolojik bir ihtiyaç”;[5] Gabriel García Márquez’in, “Ben yazmanın yazarak öğrenildiğine inananlardanım”; Rainer Maria Rilke’nin, “İçinize dönün ve yazma sebebinizi araştırın. Köklerini kalbinizin en derin ‘yerlerine salmış mı’?” notunu düştükleri hâlin tercümanı olan yazar(lık) konusunda Ursula Le Guin’in ifadesindeki üzeredir her şey: “Özgürlüğü hatırlayan yazarlara ihtiyacımız var - şairlere, hayalperestlere, daha


Sayfa 59 büyük bir gerçeği görebilen gerçekçilere… Şu anda, piyasaya meta üretmekle sanat yapmak arasındaki farkı bilen yazarlara ihtiyacımız var. Şirket kârını ve reklam gelirini artırmak amacıyla satış stratejilerine uyumlu metinler yazmak ile sorumlu bir kitap yayıncılığı ve yazarlığı aynı şey değildir… Kitaplar yalnızca meta değildirler; kâr dürtüsü çoğunlukla sanatın hedefleriyle ihtilaf içindedir. Kapitalizmde yaşıyoruz, onun iktidarı içinden çıkılamaz gibi görünüyor kralların kutsal hakları da öyle görünüyordu. İnsana ait her iktidar, yine insanlar tarafından direnişle karşılaşabilir ve değişebilir. Direniş ve değişim çoğunlukla sanatta başlar. Sıklıkla da bizimkinde, kelimelerin sanatında. Güzel insanların yardımıyla, bir yazar olarak oldukça uzun ve iyi bir kariyerim oldu. Şimdi, bunun sonunda, Amerikan edebiyatının ihanetini izlemek istemiyorum. Biz, yazarak ve yayımlayarak yaşayanlar, gelirden kendi payımızı istemeli ve talep etmeliyiz: fakat bizim harika ödülümüzün adı kâr değil: Onun adı özgürlük.”[6] ***** Yazmak eyleminin faili olan yazar için edebiyat tam da budur… Hâlâ “Edebiyat nedir?” diyenler varsa; “Edebiyat, ‘Hayır’ demenin bedelini göze almaktır,”[7] cümlesine mündemiçtir yanıt…[8] Necmettin Yalçınkaya’da ‘Hayır’ demişliğin bedelini ödeyenlerdendir. ‘On Çocuktuk’un ilk öyküsü ‘Acı Esintiler’,[9] “İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı’nda süren davamız nihayet bir karara bağlanmıştı,” a (s.7.) tümcesi ile başlarken; yazarın siz(ler)e nelerden söz edeceğini, neleri anlatacağı hemencecik anlayıverirsiniz. Onun öyküleri toplumsal alt üst oluşla iç içe geçen hayata ve insana dairdir. İçinde bir çocuğun içten gülümseyişinden muzipliğine uzanan tüm insani zenginlikle, insan olmanın/ kalmanın erdemine/ ahlâkına kadar bin bir versiyonuyla bütünleşen toplumsal gerçekçiliği bulabileceğiniz öyküler Sait Faik ile Sabahattin Ali’nin hikâyeciliğimize kattığı tada anlamlı bir örnektir. Gülümsemenin/ gülümsetmenin önemini idrak eden yazar yapıtlarında kullandığı mizah öğesiyle; Ayn Rand’ın, “Mizah anlayışından kutsal şey yoktur,”[10] saptamasının altını çizerken; okuyucusuna Sean O’Casey’in, “Gülmek, ruhun şarabıdır... şöyle en hasından bir gülümseyiş, katıla katıla gülmek ya da kahkahayı patlatmak... hayatın yaşanmaya değer olduğunun şen şakrak ilânıdır,” sözlerini anımsatır sanki… ‘12 EYLÜL’de de Çok Güldük Nitekim! Anamdan İnciler’inde[11] de mizah öğesine sıkça başvuran yazar, “Ana” imgesini “halk gerçeği” bağlamında kullanırken; halk bilgeliğinin ve eleştirilerinin devrimciler açısından öneminin altını ısrarla çizmektedir; ‘Ekmek Arası Köfte’ başlıklı öyküsündeki, “Anamın ince zekâsına bir kez daha hayran kalmıştık,” (s.15.) satırlarındaki (öz elleştirellik) gibi… Bu konuda Necmettin Yalçınkaya’nın, ‘Stres Bileziği, Anamdan İnciler - 2’[12] başlıklı yapıtındaki ‘3 Dünya Teorisi’ öyküsünde, “Benin üçüncü bir dünyadan haberim yok” (s.83.) deyişi de “analardaki halk bilgeliği”ne önemli bir örnektir. *****


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı Gilles Deleuze hatırlatır bize: “Yazmak, yaşanmış bir malzemeye bir biçim, bir ifade biçimi dayatmak değildir… Bir süreçtir, diğer bir deyişle yaşanabilir ile yaşanmış olanı boydan boya kat eden bir yaşam geçişidir. Yazı oluştan ayrılamaz”… Maya Angelou,“Anlatılmamış bir öyküyü içinde taşımaktan daha büyük bir ıstırap yoktur” der… Galiba Deleuze ile Angelou’nun saptamalarının toplamı biz(ler)e, Necmettin Yalçınkaya’yı neden okumamız gerektiğini anımsatır… Çünkü onun satırlarında akan hayatın kendisi; bilgeliğidir!

TEMEL DEMİRER 11 Ocak 2017 11:01:38, Ankara. NOTLA R [*] Ümüş Eylül Dergisi, Yıl:6, No: 23, Mayıs-Haziran 2017… [1] Miguel de Cervantes. [2] Emil Michel Cioran, Ezeli Mağlup-Söyleşiler, a Çev: Haldun Bayrı, Metis Yay., 2007. [3] Alan Bennet, Kraliçe Kitap Okursa, Çev: Süha Sertabiboğlu, Sel Yay., 2008, s.85. [4] Rahmi Öğdül, “Durmadan Yazmak: Kağıtlara ve Meydanlara”, Birgün, 21 Ekim 2016, s.15. [5] Emrah Kolukısa, “Küçük İskender: Mahalle Baskısını Kale Almam”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2016, s.16. [6] “Ursula Le Guin: Zor Zamanlar Yaklaşıyor, Fanteziye İhtiyacımız Var”, 21 Kasım 2014… http://m.t24.com.tr/haber/ursula-le-guin-zor-zamanlar-yaklasiyor-fanteziye-ihtiyacimizvar,277868 [7] Mario Levi, “Edebiyat, ‘Hayır’ Demenin Bedelini Göze Almaktır”, Cumhuriyet, 10 Ekim 2016, s.15. [8] “Edebiyat istese de istemese de bugünün izini taşır. Önemli olan şu: Bugün bir belirtisi olarak mı kalacak, yoksa onu aşan daha mevsimsiz, daha uzun ömürlü bir çekirdeği de içinde büyütebilecek mi?” (“Nurdan Gürbilek’le Edebiyata Dair Bir Söyleşi”, Tavus Kuşu, No:5, Güz 2015, s.15.) [9] Necmettin Yalçınkaya, On Çocuktuk, Anı/ Öykü, Ozan Yay., 2016, 160 sayfa. [10] Ayn Rand, Hayatın Kaynağı, Çev: Belkıs Dişbudak Çorakçı, Plato Film Yay., 2. Baskı, 2010, s.315. [11] Necmettin Yalçınkaya, 12 EYLÜL’de de Çok Güldük Nitekim! Anamdan İnciler, Ozan Yay., 2012, 148 160 sayfa. [12] Necmettin Yalçınkaya, Stres Bileziği, Anamdan İnciler - 2, Ozan Yay., 2014, 146 160 sayfa.


Sayfa 61

GELİŞİN BAHAR GÖZLERİNDE CEMRE

yaralı yalnızlıklar yarasa karanlıklarda dar vakitlerin aceleci kızıl başlı kuşları gül deren alınlara yazılmayan acılarda zamanın akışında al uyanışa yanışlardı kanlı bir tarihin kanayan yalnızlıklarında gençliğimiz dar geçitlerde boğuldu kırıldı beyaz günlerin düşü kan kızıl şafaklarda bahardı gözlerinde cemre düşüren sıcağı kuytularda kuşlar çağıldar vurulurdu sevda gelişin etekleri uçuşan ulu bir dağ yangını zaman geldi geçti biz bize kaldı acılarımızla doğanın uyanışında gözlerinde cemre vardı sen baharsın gelirsin aşkla gün uyanışında

VEDAT KOPARAN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

EMEĞİN TÜRKÜSÜ Çark bu döner... Her kim ki kâr eder işleyişinden, sonsuza dek muhafaza etmek ister seyrini aynen... Ne var ki, istemesi yetmez, istetmesi gerek... Kâr etmek bir yana, yutula gelse de dişlilerince çarkın, öylece dönmesine fakat fırsat verecek bir tayfa gerek yani... O tayfa ki, demokrasi ona toslar, özgürlük ona... Bağımsızlık desen, elden gitmekteyse işte onun sayesinde...

Çark bu döner... Gün gelir, değişir seyri ancak... An gelir, söker şafak... O gün ki, ufkunda güneş kızılca şavkır, ne muhafaza tanır, ne mürteci... Çiçeği burnunda sevdalara kalır meydan yasaktan ve günahtan ırak... O şafakla bir aşka gelir hayat kırlarda ve kentlerde emeğin türküsüyle...

MUAMMER ERTURAN


Sayfa 63

PÜSKÜL PÜSKÜL İHANET Üstümüze gele-gele Gideceğiniz yön de kalmadı Sarılacağınız ikonlar da Bu sabotaj hayatta ışıd’ınla… Büyük Manipülasyon tablosu Birbirine komplo göz kırpmalar Ak sarayında baş şeytanların Babil kulesi kurabiyesi bu işin

An gelir ayaklarımızdan gelir bu seyrin Ulu Tekme gelir Dağılıp gidersin Ne koltuğa oturacak kıçın kalır Ne de ağzında bir fiili o kemiksiz dilinin

İştah öyle kabarık ki Gün gelir geçince boynuzu Şeytan da sana dur der Hortumu da bu büyük talanın

Gidersin sende bize insanlık kalır! Gider kapital de kapitalizm de Kapatıp yüzünü bu yeryüzünde İçledikleri cinayetlere Hırhırı ile Bize biz kalırız oy aşk Onlar ihanet laneti Nereye koyarsan koy Sonsuzca!

YAŞAR DOĞAN/LOLAN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

Ben Bir Pelitim ,Küçücük... ben bir pelitim küçücük sandığımda...önce ellerim ve ayaklarım büyüdü,sonra kendim yumuk bir kedi yavrusu gibi kıvrılmıştım annemin kilitli sandığında onun kanından kan, onun canından can oldum... sonra gün ışığına çıktım gözlerimi kırpıştırarak dünya denilen bu kocaman gemiye bir yolcu oldum... mis kokulu,buram buram anne kokan bir kadın aldı beni kollarına... yüzünde yorgun sancıların teriyle yüzünde sevginin albastısyla o benim annemdi... önce mis kokusunu çektim içime sonra bir çift meme aradım küçücük dudaklarımla... arandı önce ağzım sağa sola sürtündüm ah dur anne şimdi bulacağım koyu kısmıyla ağzıma dolu dolu alacağım...


Sayfa 65 agız dolusu bir tat bu dünyanın en güzel içeceği işte yaşam kaynağım sakın ha ilk sütü atma anne onunla güçlü kuvvetli olup hastalıklara meydan okuyacağım... ben küçük pelit,emerek daha çok en çok emerek boy atacağım... gülümseyeceğim önce agucuk sesler çıkaracağım, başımı kaldırmaya başlayacağım sonra her geçen gün sizleri şaşırtacağım ve ilk altı ay yalnızca senin sütünü alacağım... sana anlatırlarken duydum en güzel süt,annemin sütüymüş en temiz süt en besleyici süt en ucuz süt an başışıklık sistemini güçlendiren en sembiyotik,en probiyotik en en en... ben bir pelitim küçücük,yenidoğan annesinin sütüyle büyüyecek olan...

SEVGİNAZ İNAL


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ÖYKÜNÜN ÖLÜMSÜZ DEHASI: ANTON ÇEHOV -I

Bedriye KORKANKORKMAZ

Yaşanabilir “yaşam” gerçeğinde dünün ve bugünün sırat köprüsünden geçiyorum. Zamanın ötesine geçme dileğimin kabul olmasından dolayı kaygılıyım. Dünün dünyasında edindiğim alışkanlıklarımı anımsıyorum. Alışkanlıklarımın başında dünya serüvenini tamamlamış insanlarla söyleşi yapmak geliyor. İhanetin çağdaşı olmuyor. Kendine ve yaşadıklarına ihanet etmeyenlerle dostluk geliştirmeyi çok istiyorum. Sahicilik bir kişinin hissettiklerini karşısındakine de hissettirmesi, içten-

lik ise, kişinin kendi içinde hissettiğia duyguların toplamıdır. İnsanı başka insana bağımlı kılan benliği midir? İnsan kendisini ötekileştiren insandan korkmakta haklı mıdır? Kendime seslendiğim anlarda sesim havada dolaşan toz zerrecikleri gibi saçlarıma konuyor. Umarsızlık içinde kendimle konuşuyorum. O an karşımda duran bir erkeğin varlığıyla alt üst oluyorum. Günün ilk ışıklarının aydınlattığı çalışma odamda bana sevgiyle bakan yabancı adamın varlığıyla irkiliyorum. Bir an şimdiki geçmişimden mi yoksa sonraki geçmişimden mi korktuğumu bilmiyorum. “Hayattan değil ama benden korkman beni sarstı Bedriyecik! Biz ki seninle bir gen yansıması olarak dünyaya geldiğimiz için kendimizi şanslı hisseden iki insanız. Biz ki, seninle kendine mektup yazan iki deliyiz. Sistemin köşe başlarını eline geçirmiş riyakârlara öfke kusuyoruz. Biz ki, bize riyakârca iyilikler temenni edip bizi sevdiğini söyleyen insanlardan korkuyoruz. İkimiz de denemenin ve yanılmanın öneminin farkındayız…” “Sevgili Anton Çehov senin ruhunun ruhumun derinliklerindeki yerini alalı yıllar oldu. Bu yüzden ruhunu çağırmaya, ruhuna mektup yazmaya gerek duymadım hayatım boyunca. Sadece hem kendi hayatının ve hayatına yansıyan yapıtlarının hem de günümüz dostluğu hakkındaki görüşlerimi seninle paylaşmak istiyorum. Denemeyi salt insanın kendi ruhunun alan ve alanlarını aştığı için değil, insanın kendisine rağmen sınırlarını aşan ve aştığı sınırlarında sosyal ve sosyalist insanlığa geçiş yapmalarını sağladığı


Sayfa 67 için seviyorum. Felsefenin yazında kapsadığı alanı da seviyorum. Bir feylesofun kendi öğretilerinden yola çıkarak, evreni yeniden biçimlendirmesini de seviyorum. Filozofların kendilerine sordukları soruları kendilerinin belirlediği bir teknikle temellendirmeleri ile neden/ sonuç arasındaki gerçeğe varmak için kılı kırk yarmalarını da seviyorum. Bu bağlamda, insana / yazına ve bilime kendi evrenini keşfetmelerini sağlamak için kendilerine güvenmelerinin önemini anımsattığı için de seviyorum. Ben de kendimi sık sık sitemin sistemli biçimde sınır dışı ettiği felsefe yapıtlarına benzetiyorum.” “Sevgili Bedriyecik, ben de senin gibi kendimi insanlardan uzak bir yaşama götürecek gemiye binmeye karar verdim. Seninle aynı gemide olduğumuza seviniyorum. Bu yolculukta bana arkadaşlık etmene seviniyorum. “Sevgili dostum, düşünce yolculuğunun en güzel yanı paranın geçerli olmaması. Paranın hükmettiği her alan insanın insan onuruna da hükmettiği alandır. Onursuzluğunun tanımını da insanın insan onurunu tekelinde bulundurması olarak algılıyorum. Kaldı ki, ben sıradan bir vatandaşım ve sistemin imzalayıp elime verdiği hiçbir paye /sıfat ve üne de sahip değilim.”

a

“Özgürsün demek! Dilerim ki, bu konuda talihin yaver gitmez, sen de değişmezsin. Dostunun olmadığına üzülme. Tyrannos katiline şöyle seslenir: “Ne talihsizim! Ölüyorum; hiçbir dostum da yok! İnsanın dostlarının olmaması da özgürlüktür. İnsan, doğasının hükmettiği özgürlüğü taşımakta zorlanıyor zaman zaman. Kişiliğinin onların üzerinde yarattıkları etkiyi taşıyamadıkları için sana ihanet ediyorlar. Senin yaşamına aklın ve ilkelerin, onların yaşamına da çıkarları yön veriyor. İnsanların sana karşı cephe almasına sevinmeyi öğrenmediğin sürece kendinle barışmayı da öğrenemeyeceksin. Sen onları tanıdığın kadar onların da senin gerçeğini tanımalarını istiyorsun. Seni sadece sen tanıdın, senin en acınası gerçeğin de buydu. Sen dostlarınla benzer ilişkiler kurmuyorsun, sıra dışı ilişkiler kurmak istiyorsun bu da dostlarını ürkütüyor. Senin gibi düşünen insanlar dışında kimsenin kalbi sıra dışı ilişkileri göğüsleyecek kadar güçlü değil. Senin intikam biçimin sana ihanet edenlere sitem etmek dostlarınınki ise kanını içmek için sıraya giren düşmanlara kalbini ve ruhunu lime lime etmeleri için teslim etmeleri. Sen sitem ettiklerinin hiçbirine ne ruhunda ne de düşüncende yer veriyorsun dostların ise seni öldürdükten sonra kalplerinde senin ölümsüzleştiğini anlıyorlar. Sen sıradan olmaktan korkuyorsun onlar ise sıradan olmayı başardıkları oranda sistemde mutlu olacaklarını biliyorlar. Sana göre ruhun güzel kaldığı için ölümsüz olacak onlara göre bu dünyada güzel yaşadıkları sürece ruhları canlı olacaktır. Aslında ruhlarının ölümsüz olup olmaması onlar için önemli değil, akılcı dünyada ölümsüz olması önemli ruhlarının. Sen, bozulan hiçbir ilişkini düzeltmek için çaba sarf etmiyorsun onlar ise, sadece selam


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı verdikleri insanlarla bile ilişkilerinin bozulmasına tahammül edemiyorlar. Senin geçmişinde ayıp yok, onlarının geçmişinde ise çıkar çok. Sen sevdiklerine kötü davranmaktan korkuyorsun onlar ise seni sırtından vurmuş olmakla gurur duyuyor. Senin için her tür düşünme biçimi kutsal, onlar içinse sadece kendi düşünme biçimleri kutsal. Sen yaşadıklarının sana öğrettiği öğretileri onlar ise başkalarından öğrendikleri öğretileri kanıksıyorlar. Sen, insanların birbirinin gerçeğini karşılıklı kabullenmekle insanların çoğalabileceğini düşündüğün sürece yalnız kalacağın gerçeğini kavramıyorsun. İnsanı güzelliğin teminatı olarak algıladığın kadar çirkinliğinin de teminatı olarak da algılamadığın sürece insanlık gerçeğinde yaya kalmaya mahkûmsun. Seni gerçekçi değil, yazık ki romantik buluyorum. Hayatta her zaman birinciler ikinciler üçüncüler… olacaktır. Birincilerin etrafında ikinciler, ikincilerin etrafında da üçüncüler dönecektir. İşte sana realite! İnsan ruhu insanı tek başına doyursaydı insanların bir başka insana ihtiyaçları kalmazdı. İnsanların ilke ve önceliklerinin farkına varması onların dünyevi istek ve hırslarını doyurmaz. Dünyevi tüm istek ve zevkini doyurmanın yolu da ruhunu satmaktan geçiyor. Neden ağrısız tek bir doğum yoktur! Yazdıklarının elden ele dolaşmasına benziyor ihanetin kalpleri dolaşması. Sen, onların kendileriyle olan hatalarını yüzlerine söylemekle hata yapıyorsun. Kartopu karların içinde yuvarlana yuvarlana oluşur; tıpkı insanların, karşılarındaki insanlara davranışlarıyla sunduğu katkıyla oluşması gibi. Kendini yargılama. Sürekli suçlu olan sensen toplumdaki çarpık yönetim biçiminden kim ya a da kimler sorumlu? Senin önlerine kale gibi diktiğin engellerden dolayı mı insanlar kendilerini gerçekleştiremiyorlar. İki oda bir salondan oluşan evinde dünyanın bütün insanlarını barındırabilir misin? İnsanlar bilgeliğiyle bağlı olduğu dostlarını yitirdikleri için ahlak erozyonu yaşıyorlar. Neden kendini yalnızlaştırarak kendine ceza veriyorsun? Kötülük; sonradan görme zenginlik gibi insanı alçaltan alışkanlıklar kazandırıyor insana. Sen dostların sana ne türlü kötülük yaparsa yapsın, onların sana ihtiyaçları olduğunda onlardan esirgemediğin iyilikler yüzünden senin ruhlarındaki izlerini silemiyorlar. Dostların seni incitme yolunda en parlak örnekleri verdiler. Kendini yeniden yarat. Freni patlamış bir arabayı sürmeye benziyor sinir sistemi çökmüş laçka olmuş bir insanın destek almadan hayatını sürdürmesi. Seni kıranlardan alacağın en büyük intikam seven ve sevilen bir insan olmaya devam etmen. Bir insanın aşağılık bir insan olup olmadığını yaşadıkları kanıtlıyor. Yıkılan bir kenti yeniden onarmaya benziyor dostluk da. Hangimizin yaşadıklarımız üzerinde tam bir bilgisi var? Aşk gibi bütün duyguların çılgınca harcandığı bir çağda doğruluk ve eşitlik gibi masum özlemleri duyumsamak bile başının giyotinde uzatmasını gerektiriyor insanın. Zevk, şehvetten üstündür. Sen, kimsenin hayatını ne yargılıyor ne de ayıplıyorsun. Ama insanlardan da aynı hoşgörüyü beklemek yanılgıya götürür seni. Seni, yalnızlığınla baş başa bırakan dostların yılgınlığa düştüklerinde onlara gerekli psikolojik desteği vermekten kendini alıkoymuyorsun. Diğer yandan onlara öğüt vermek için kafanı şişirmelerine zamanını almalarına izin vermekle kendini tüketiyorsun. Ebeveynler bile çocuklarına karşı bu kadar özverili değildir. Artık aklı


Sayfa 69 başında insanlara bir kere öğüt vermen gerektiğini unutma. Sen onların gündelik yaşamlarını düzenlemekle görevli bir elçi misin? Onların neden senin gündelik yaşamın alt üst olduğunda sana ayıracak zamanları yok? Duygu ortaklığı insanın dostlarının sayısı kadar ihanetle bölünür. İnsanlık bugün de gelecekte de onursuzluk içinde yaşayanlara da onuruyla ölenlere de ev sahipliği yapacak. Yaşadığın her acı uğradığın her ihanetin seni güzel sonuna yaklaştırdığına inanıyorum. İnsan okuyamazsa yazamaz, yaşayamazsa üretmez. Ruhu olmayan hiçbir başarı zenginlik ve mutluluğun kazanılmaya değer bir yanı yoktur. Ruh, bedenle birleştiği anla, bedenden ayrıldığı ana kadar, insana ayrıcalık katar. İnsanlar zaman zaman a kurban ettiklerini farkına varmıyorlar. kendilerini paraya yiyeceğe onursuz zevklere Yüz kızartıcı suçları yüzlerinde yamyam gibi gülümsemeleriyle taşıyanları anımsa. Doğruyu hayatına geçirmek için yaşayan bir insanı ortadan kaldırıp insanlığa en ulvi kötülükleri etmiş birine yardım edenler bilmeliler ki, aynı kötülükler yarın onların ve çocukların karabasanı olacaktır. Yaşanılanın adaleti ve ruhu da bu gerçeği değiştirmez. Önyargılar güneş gibi fazla güneşlendiğinde insanı çarpar. Senin en büyük hatan kötülüklerin ne kadar açgözlü olduğunu bilmiyorsun okyanusları aşmakta.” DEVAMI GELECEK SAYIDA...

BEDRİYE KORKANKORKMAZ Devrimci bir şairi anlayabilmenin en güzel yolu dizelerindeki barikatlarda faşizme karşı direnmenin çığlıklarını duyabilmektir. SELÇUK POLAT


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

GÖZLERİMİZİN VE GÜNEŞİN KARDEŞLİĞİ size ondan bahsettim mi hiç? bizden; yani bizim olan güneşimizden! biraz da ondan konuşalım isterseniz üstelik o başlı başına bir tanrı onun bize ihtiyacı yok ama bizim ona var gözlerimizin ve güneşin kardeşliğidir bu keşfedilmeyi bekleyen! içimizde ondan bir kıvılcım var bunu yine bir çocuğun gözlerinde gördümdü bunu siz söyleyemiyorsunuz ama güneşin çocuklarıyız biz... gözbebeklerimizde güneş koşar ve geldiğimiz şu an ki küçük mavi nokta sonra tekrar ona döneceğimiz bir gerçek söyleyeceğim kısaca buydu. ... çabuk büyüyor çocuklarımız usta içine yağmur, düşüne bahar bulaşmış çocuklarız biz tenimiz bundan esmer, gülüşümüz bundan çiçekli gözyaşımız bundan renkli ve kardeşçedir. buna ne deniyor tanrı dilinde? yani şu çocuk olma meselesine bizler de öyle değil miyiz uzaydan bakılınca küçük atom molekülleri gibi hareket halinde. de ki; ben de düşmanım çocukları katledenlere ve hala bir çocuğuz dünya gurbetinde oturmuş gülüyoruz berbat halimize ya onlar da olmasaydı?..


Sayfa 71

üzüm gibi ezilirken bizler ve her gün ölüp ölüp dirilirken birilerinin bizim acılarımızdan besleniyor olmasına hep susacak mıyız? her gün gidip geliyorsak bir işimiz olduğu için kaybetmek korkusuyla yaşıyorsak eğer unutuluyorsa dün söylediğimiz bunda bizim de suçumuz yok mu? iş olsun diye mi yaşıyoruz usta! işte sırf bunun için bile hayır denir bu düzene onları ayakta tutan, kas ve iskelet sisteminin çürümüş karanlıklarında zehirlenirken içleri kafalarının içindeki iki gramlık et parçasının bizi esir alan düşüncesine hayır diyorum! onların akılları ceplerinde, ellerini sokunca ceplerine beyinlerine değiyor elleri; akılları orası işte! ben sana yarın olacakları da söylerim, bugün olanları da ne kâhinim, ne de bir bilge çok zor değil bunu anlamak insanım diyorum, insanım be usta... duyuyor musun bak; dağın, taşın, rüzgârın uğultusunu geçmişten gelen ve bir şeyler anlatan sesini? bu kaos içinde, ölümlü olmak da aynı ölümsüz olmak gibi yaşamla iç içe. kanıyorum be usta, içten içe kanıyorum bütün dostlarımın yüzünde görüyorum bu kanamayı işçi sınıfının bitkin ve yorgun çaresizliğini kinini bana kusuyor sanki herkes bir dargın, bir barışığım kendimle.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

dün, bu dünyanın dibini, rakı kadehin de olduğunu fark ettim donup kaldım orada öylece söz verdiğim halde üstelik kendime bu zıkkımı bir daha içmeyeceğim diye ben paranoyak değilim, yaşamın gerçekleri acı! yoluna yalnızlığı sürmüş olanlarız bizler gözbebeklerimizde güneş koşar içine yağmur, düşüne bahar bulaşmış çocuklarız biz tenimiz bundan esmer, gülüşümüz bundan çiçekli gözyaşımız bundan renkli ve kardeşçedir. oysa içimizde küskün bir gelincik boynunu büker ve eğilir kırık, dökük ve darmadağınız… ve bu sonu olmayan şarkı, hep böyle sürüp gidecek her bahar kendini yenileyerek gelecek… yeter ki başımız öne eğilmesin unutma; bahar asla geç kalmaz usta! - bir şarkı değil mi zaten yitip giden ömrümüz? güzel bir rüyanın en korkulu yerinde biten... gözler var üzerimizde bizi izleyen, belimizi büken kuşkulu gözler her nereye gitsek oraya taşınıyormuş gibi benden önce gidilmemiş bir yerdeler sanki ve benden sonra da gidilecek... (bana öyle bir insan gösterin ki hiç gitmemiş olsun kendinden!) hani o, dünyanın en güzel şarkısı var ya bir annenin yavrusuna gebeliği ve adına dünya denilen bu cehennemde yerini alması ateşi, aşkı, sevdası ve kavgasıyla o sonsuz bütünlüğüne ortak olması insanoğlunun.


Sayfa 73 yaşamak diyorum; yaşamak, benim en güzel şiirim ve bitmedi henüz yazılıyor daha... bizi de sonsuzluğuna taşıyan o ışık değil mi? ışığımız söndüğünde bile hala bilinmez bir zaman dilimine taşındığımız derinlik şimdi, şu an bile, düşümde olan bir özlemin yansıması taşınıyorsa başka bir boyutta başka bir vücutta, başka bir evrende yankılanıyorsa sesimiz bir başka şekil alıyorsa bedenlerimiz bundan daha güzel ne olabilir ki? şimdi öyle bir yarıştır ki bu gelecekle en son başlanan iş, en hızlı biçimde bitirilmekte en sona bırakılıyor hep en önce bitirilecek işler rekabet kızışsın, birileri nemalansın diye her şeyimiz zamana ve paraya bağlı. ve ben işçiyim emeğin en yüce değer olmadığını iyi bilenlerdenim susuyorsam eğer bu, emeğe olan saygımdandır belki de sırf bunun için, ama hep bunun için yaşasın onurlu mücadelemiz...

MERİÇ AYDIN Nisan 2017


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ÖLÜ ŞAİR MEZARLIĞI bütün ölü şairlere... Kurşuni gözlerinin çok kalibre namlusuyla vur beni çünkü medcezirli dalgaların aczimi alabora etmesisin çünkü kirpiğinden boşanan sağnağın hüznüme intiharla düşmesisin artık cazibenin efkarımla simetrik şekilde çarpılması; mezarlığa duran nefsimin teneşirde ölmesine eşittir.. bugun siyanürle arseniğin çarpıştığı zehirde katledebilirsin beni sevgilim ve cinayetin dudak izini dudağımın sabıkasından silip, kanlı yaraları neşterlerle yüreğime gizleyip; bu kanunsuzluk konseptini tıp raporlarında sümenaltı edebilirsin.. yani sana parçalanan yüzümün isyanıyla müntehirim sevgilim; anarşist tezgahımda dokunan zehirzıkkım şiirleri Ciğerini parçalar gibi sağnak yağışlar altında, patlayan kasırganın gürültüsü altında Fırtına kuşlarının boranları altında getireceğim… sen içorganını üstüne ser kimliksiz cesedimin korkunç amelyatlarda göğüskafesimi nazarınla yarıp kanatan yüreğini naklet çığlıklarınla.. ya da dalgakıran sağnaklarla barikattan boşanıp kamçılanan kamburumu yerlere çal rıhtımlarda sanrılarla açılsın ölüm musallasında katledilen bu şiir İntihar kurgula depresyonuma;sancıma jilet yetsin.. materyalist şeytanları metafizik sanrılarla çiftleştir..


Sayfa 75

şakak poligonunda asimetrik kurşunlara falso ver; kurşunlara falso verip yüreğimin doksanından vur beni! şehevi cinayetler kurgula teninin cinnet mezarlığında cinayetim ol tavlıbıçaklı sevdaların uğultu kuyusunda damarımın kayalığında kanlı çağlayanlar efkarınla kükresin şeytani küfürlerin dehlizinde kimliksiz bir kentim şimdi damarımda patlayan sarnıçların kimliksiz türküleri, bağrımda uğultulu kasırganın girdaplı iniltisi; hafızamda kangren şairlerin müntehir şiirleri yıkıntılı öpüşünle yağmaladığın perişan harabeyim azgın dilinin zindanında kırbaçladığın işkence gibi; damarların düğümlendiği anarşizmde düşeyim figanına paramparça sağnağın ağıtıyla gömüleyim tabutluğuna kadavradan aşklar biç otopside, frapan kesim neşter biç kangren sevdaların mezarında ölmeme yokluğun yetsin! yani seküler mahkemelerde bir kasvet mazbatası ecelim; jiletlenmiş gırtlak zindanında içkanamayla akan metinler gibi bunları bilinçaltı lağımında devsıçanların kanıyla yazıorum bilinçaltı dehlizindeki acılarla hatıranın çarpıştığı anda; yani netameli bir infilağın gövdelendiği mahalda doğdum ben.. Parçalanmış bir ruhun damarıma zerkolduğu yerde doğdu bu metin.. o halde nefretin dehlizinde ağrıyan ağıtlarla sustur beni! Aczimin kamburunu şehvetimin sancısıyla ölesiye kırbaçla şeytan uçurtmaları çeksin sevdamız kasvetli uçurumlara kudurmuş çağlayanım kahrolsun kasığındaki intiharda kelamın esrarlı dokusundan sentetik haplar; dizelerin dumanından marihuanna imal etsin gözlerin durma şaki gibi çek beni kirpiğindeki darağcına! körüklenmiş bir yangın kundaklasın gözbebeğin uçurumun yankısıyla vurulduğunda unutma! yüreğinse mezarlığıdır bütün ölü şairlerin..

OĞUZ ATEŞOĞLU


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

BİR BAŞKA İNSANSIN Yüreğin hep darda, Gelenle gidenin arasında sıkışmış gözlerin. Ne uzağı görebiliyor, Ne de yakınındakine el atabiliyorsun Öylesinesin çoğu kez. Öylesine yürüyor, Öylesine gülüyor, Ve öylesine soluyorsun havayı. Kimi zamanda yalnız hissediyorsun kendini. Yalnız ve ağlamaklı… O koca şehir boşmuş gibi geliyor sana, Ve o koca güneş, Aydınlatmıyor dünyayı. Bazen de sarsar gibisin kendini! Çıkarıp tüm kinini kusarken, Kendini efendi sayıyorsun bu koca alemde İyisin aslında, İyi gibisin. Ama sen hiç iyi hissetmiyorsun kendini.

ALPER SANCAR


ŞİİR-ŞAİR

POETİKA Şairin şiir göletini görmeye gittik, boğulduk Anlam en dipte hem de görklüce BARIŞ ERDOĞAN Her şiir bir sürem kendini yineleyen çekip gitmeyen hüzne onca çelişkiye karşın

F.KADRİ GÜL

çaban özgünlüğe yönelik olmasın sıradan konuş unutma ki özgünlük mayanda ya var ya da yok çabayla ulaşılmak istenen özgünlük ozanı daha bir iter sıradanlığa SABAHATTİN KUDRET AKSAL Tanrı iyi şairleri şiir ağası olmaktan korusun! Şiir Dil iken kapalı, Söz iken 'açık yapıt'tır. Acının kıyısında Durmuş da sanki Ufku gözlüyor Ateş gözlü biri Şairlik biraz Seçilmiş yalnızlıktır Aşk sorgulanmaz

Şiir, gökkuşaklarının nasıl oluştuğunu ve niçin yok olduğunu açıklıyan imgesel bir belgedir. şiir arsızdır ihanettir ölüme direnmek şiirde sabır dil nöbetideyken hele…

Ozanın patlayan duygularıdır şiir yalnızlğın çığlığı Şiir bir sır rüyası Şiir sözün son dûası

BEHÇET NECATİGİL

HİLMİ YAVUZ

Sayfa 77

CARL SANDBURG

BÜRRAN SAKA

ERCAN AKBAY

OLCAY YAZICI

istersen yüzme bilme hayatı şiirle kulaçlarsın yağmurlar ıslatır eline alırsın denizi çitilersin/ yıkarsın şiirle ki deniz temiz kalsın FEVZİ KÖK

İSMAİL UYAROĞLU

BABÜR PINAR

Şiir, Felsefe kapağı Ağaç gölgesi İçimin dış dünyadaki "Aynası" İndir imgelerden atı, kağnıyı, Yol göstersin jetlere sesin, Sesinle körükle yürek yangınlarımı.

DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR

MUZAFFER GÜL

ALİ ZİYA ÇAMUR


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

YAŞAM VE SANATTA

AYIN İZDÜŞÜMÜ MÜMTAZ İDİL'İ SONSUZLUĞA UĞURLANDI... Yazar, çevirmen Mümtaz İdil’i kaybettik. Mümtaz İdil bir süredir Ankara Gülhane Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde tedavi görüyordu. Kanser ve KOAH hastası olan İdil, 65 yaşındaydı. Mümtaz İdil, Odatv'deki son yazısını iki hafta önce hasta yatağından yazmış ve hastanede yaşadıklarını anlatmıştı. İdil yazısını "Kendimi yazılara döndürmem gerek. Tek rüzgar oradan geliyor" ifadeleriyle bitirmişti:

a

1952 yılında Zonguldak’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Zonguldak’ta tamamladı. 1974’te Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Rus Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne “misafir öğrenci” olarak devam etti. Prof. Dr. Cem Eroğul ve Prof. Dr. Mete Tunçay’ın öğrencisi oldu. Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde İoanna Kuçuradi ve Oruç Aruoba’nın öğrencisi oldu. A.Ü.Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi bölümünde iki yıl yüksek lisans eğitimi gördü. Prof. Dr. İnci San ve Prof. Dr. Cahit Kavcar’ın öğrencisi oldu. 1992 yılında Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğünde Genel Müdür Yardımcısı oldu. Bir yıl sonra aynı bölümün Genel Müdürlüğüne geçti ve bir yıl bu görevi yürüttü. Daha sonra yeniden gazeteciliğe döndü. Sırasıyla Siyah Beyaz gazetesinde Yazı İşleri Müdürlüğü, Günaydın gazetesinde Ankara İstihbarat Şefliği, Akşam gazetesinde köşe yazarlığı yaptı.1998 yılında yeniden Kültür Bakanlığı’na Basın Müşaviri olarak döndü. Aynı yılın sonunda Çorum İl Kültür Müdürlüğü’ne sürüldü ve 2002 yılında Müsteşar Yardımcısı olarak Ankara'ya döndü, 2003 yılında emekli oldu. 1977 yılında Dönemeç dergisinde edebiyat hayatına atılan Mümtaz İdil'in bugüne kadar Türk Dili, Sanat Olayı, Yarın, Bilim ve Sanat, Dönemeç, Varlık, Gösteri, Cumhuriyet Kitap Eki, Türkiye Yazıları gibi periyodik yayınlarda binden fazla makalesi yayınlandı. Akşam, Günaydın, Siyah Beyaz gazetelerinde köşe yazarlığı


Sayfa 79 da yapan İdil, Başkent Üniversitesi yayın organı Bütün Dünya dergisinin "sürekli yazarları" arasında yer aldı. İdil, profesyonel gazeteciliğe 1984 yılında ANKA Ajansı'nda dış politika muhabiri olarak başladı. Daha sonra aynı ajansta Ekonomi bölüm şefliği görevini üstlenen İdil, İngilizce yayınlan Anka Review dergisi editörlüğünü de yaptı. Anka Ekonomik Bülten’in editörlüğünü de üstlendi. 2009'dan bu yana Odatv Ankara temsilciliği görevini sürdüren İdil, Etkin Yayın evi, Öteki Yayınevi, Ka Kitap gibi yayın kuruluşlarının yönetim kurulunda yer aldı ve Ankara temsilciliği görevinde bulundu. Mümtaz İdil’in yayımlanmış 17 eseri bulunuyor. Bir yazısından: Edebiyat, sanılanın aksine bütün sürecinin en fakir ve yoksul dönemini yaşıyor. Sanılanın aksine diyorum, zira kitap hazırlığı bundan elli yıl önce müthiş bir çaba gerektirirken, günümüzde neredeyse dakikalarla ölçülen bir uğraş ile hazırlanmakta. Buna karşılık içerik açısından bakıldığında, müthiş bir boşluk söz konusu. Çok satan kitap ile çok iyi bir sanat eseri arasındaki fark sıfır düzeyine inmiştir. Çok satan kitap aynı zamanda çok sanatsal olarak piyasaya sürülmekte, reklamı da o şekilde yapılmaktadır. Bu, edebiyata vurulan en büyük a darbedir aslında. Dünyanın her köşesine bir “tık” ile ulaşılabilinen bir çağın gereği olarak, sanatın da kendini bu baş döndürücü hıza eklemlemesi gerek. Bunun için henüz koşullar oluşmuş değil. Edebiyat ve sanat daha bir süre topallamaya devam edecek, burası kesin. Ama insanların umutlarının tükenmeye başladığı günler geldiğinde, yeniden ayağa kalkacağından da emin olabilirsiniz.

EDEBİYATÇILARDAN AÇLIK GREVİNDEKİ NURİYE GÜLMEN VE SEMİH ÖZAKÇA İÇİN ACİL ÇAĞRI! 103 Edebiyatçı, darbe girişiminin ardından ilan edilen olağanüstü hâl (OHAL) uygulaması kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça için acil çağrıda bulundu. “KHK ile işten atılan akademisyen Nuriye Gülmen ile öğretmen Semih Özakça 65 gündür açlık grevinde. Durumları gün geçtikçe daha da kötüleşiyor. Haksız yere işten atılmalarını protesto eden, işlerine iade edilmeyi talep eden Gülmen ve Özakça’nın taleplerinin yerine getirilmesi yönünde


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı yetkililerin acilen devreye (WWW.EVRENSEL.NET)

girmesi

için

çağrıda

bulunuyoruz”

dedi.

ADİL OKAY’DAN YENİ BİR KİTAP: “ARKASI YARIN… Adil Okay’ın Anlatı-Roman olarak tanımlanan yeni kitabı yayınladı. Arkası Yarın adıyla yayınlanan kitabın alt başlığı “Bir Ayrılık Hikâyesi” Kitapta diyaloglara dayalı insanî ilişkiler, ilişkiler arası çelişkiler ve arka planda ezilenler, cezaevindekiler yer almakta. Kitabı Celal Soycan şöyle tanıtıyor: “İktidar meselesinin en dramatik biçimiyle insan ilişkilerinde mekân tuttuğunu biliyoruz. Bütün kültürel, toplumsal, bilinçaltı yapılanmalar beden üzerinden dile çökelir; dil de dönerek bedeni yönlendirir. Brecht bu konuyu sanat açısından irdelerken şöyle der: “Erkekleri ve kadınları tam uyumlu ve a bütünleşmiş kişiler olarak ele almak, okurun/seyircinin arınma duygusunu (ruhsal boşalma) kolaylaştırır ve siyaseti gereksizleştirir.“ Öyleyse cehennemî ve zifirî bir düzey olan cinsellik de siyasalın içindedir ve hele modern zamanlarda insanı konuşacaksak, orayı bütün karmaşasıyla, cesaretle deşmek zorundayız. Edebiyat bunu nasıl yapacaktır? Elbette Dil’i sökerek; İngeborg Bachmann’ın işaret ettiği üzere, “faşizmin öncelikle iki insan arasında“ olduğuna tanıklık etmek üzere doğrudan ve bütün kendiliği içinden eril Dil’in sakatladığı cinselliğe yoğunlaşmak gerekir. Adil Okay, politik kimliğinin altını kalınca çizen bir şair ve yazar olarak, sosyalist geleneğin görece ihmal ettiği bu dramatik ve acılı alana çekincesiz dalıyor. Tüm zamanları, kültürleri, sınıfsal ve etnik bağıntıları enine kesen insanlığın bu kadîm sorununu, son dönemde Öznelik ve Öteki’lik odağındaki tartışmalara iliştiriyor.. Soluksuz bir dip tarama yapan diyaloglar, cinsellik denilen lanetli haz havuzunda kulaç atan iki insanın, okura da çarpan kırbaç darbelerine dönüşüyor. Bu mesele üzerinden kendi karanlık kuyusuna bakmak cesaret işidir; Adil Okay yazarak, okuru da kendi pratiğine çekinmeden çağırıyor. Yazar, hayatı ve insanı onarmak, ilişkiselliği sorunlaştırmak üzere doğrudan, herkesi ve hepimizi mülk edinmiş olan bu belalı meseleyi tam içerden, Dil’in mahreme sığınan kat yerinden


Sayfa 81 yakalıyor. İyi edebiyat, bir anlamda aynaya bakma cesaretine ve ahlakına çağrıdır; iyi okurluğun çıtası da budur. Adil Okay’ın bu anlatı-romanı alışılmamış kurgusu, sahici diyalogları ve derin insanî dolayımıyla iyi okuru hak ediyor. Arkası Yarın, Ütopya Yayınları tarafından Mayıs 2017’de yayınlandı. SURİYELİ VE TÜRKİYELİ SANATÇILAR: YERYÜZÜ HEPİMİZİN! Suriyeli ve Türkiyeli sanatçılar, Hakların Köprüsü Derneği'nin etkinliğinde sanatın birleştirici gücü ile ‘Yeryüzü hepimizin’ dedi Halkların Köprüsü Derneği a tarafından düzenlenen “Yeryüzü hepimizin” etkinliğinde Suriyeli ve Türkiyeli sanatçılar aynı sahneyi paylaştı. İsmet İnönü Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlikte Suriyeli ve Türkiyeli sanatçıların yanı sıra Üç Dilli Çocuk Korosu da sahne aldı. Suriyeli şairler Ahmed Jundi ve Hael Helmi Sour’un savaşı anlatan şiirler okurken etkinlik kapsamında açılan fotoğraf ve resim sergisi 20 Mayıs’a kadar İsmet İnönü Kültür Merkezi’nde ziyaret edilebilecek. Etkinliğin kapanış konuşmasını yapan Halkların Köprüsü Derneği Başkanı Prof.Dr. Cem Terzi, mülteciler için koşulsuz konukseverliği savunduklarını belirterek "Suriyelilerin kendi hayatları üzerinde söz sahibi olabilmesi için mülteci statüsünü ve vatandaşlık hakkını talep ediyoruz. Ulusu ortak yaşamı paylaşan herkes olarak, yeniden tanımlamayı, ulus kavramını genişleterek zenginleştirmeyi ve böylelikle ulusu hep vurgulanan tekçiliğinden özgürleştirmeyi talep ediyoruz. Vatandaşlık talebimizin arkasında, başka bir dünya özlemi yatıyor. Ve bu dünyayı, herkes için istiyoruz" dedi. Mültecilerle dayanışma mesajları veren Terzi, şunları söyledi "Sizin bu topraklara


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı özgürce girişinizi savunduğumuz gibi, şimdi de eğer siz istiyorsanız bu ulusa giriş ve yaşam hakkınızı savunuyoruz. Sizinle bu ulus içinde kaynaşmak sizi yutup, sindirmek değildir, sizden iş gücü, mesleki ve ekonomik kapasitelerinize göre yararlanmak değildir, sizi kimliğinize, kültürünüze, inançlı olup olmadığınıza, dininize, mezhebinize, dilinize, ulusal aidiyetinize, etnik kökeninize bakarak kullanmak değildir. Tam tersine, eşitlikçi, demokratik beraber yaşama pratiklerini birlikte inşa etmek için hoş geldiniz diyoruz. Her birinizi tanımak ve kabul etmek üzere bütün yabancılara hoş geldiniz diyoruz. Biliyoruz ki aslında bir zamanlar her birimiz yabancı idik, ve her birimiz yeniden yabancı olabiliriz. Şans eseri bu topraklarda doğmuş olmak bizleri ev sahibi yapmaz, bütün topraklar herkesindir" (EVRENSEL.NET)

TRUVA YAYINLARININ DÜZENLEDİĞİ 2017 OSMAN ŞAHİN ÖYKÜ YARIŞMASINA BAŞLADI. Yarışmayla ilgili şu açıklama yapıldı: Osman Şahin, yüzlerce öyküsünde, ana eksene özellikle “insan”ı oturtan, insanın toprakla ve coğrafyayla ilişkisini anlatan, Anadolu’nun geleneklerini, unutulmaya a yüz tutmuş bir olayı, bir kişiyi yeniden canlandıran seçkin bir yazarımızdır. Sinema filmi yapılan öykülerinin sayısı 25’i bulmuştur. Toplam 35 ödül kazanan bu filmlerden bazıları şunlardır: Derman, Ayna, Fırat’ın Cinleri, Yağmurdan Sonra, Kibar Feyzo, Firar, Tomruk… Osman Şahin, yurt içinde birçok ödülün sahibidir. 13 öyküsü İngilizce ve Çince olarak yayımlanmıştır. Truva Yayınları olarak, Türk öykücülüğünün yüz akı, değerli yazarımız Osman Şahin adına yarışma düzenlemekten onur duyuyoruz. Seçici Kurul Üyeleri:Muhittin Bilgin (Yazar / Truva Yayınları Editörü , Jüri Başkanı), Ahmet Önel(Tiyatro ve öykü yazarı), Ahmet Yıldız (Eleştirmen – Yazar),Esma Zafer Ertan (Tiyatro ve öykü yazarı / Truva Yayınları Editörü), Hülya Soyşekerci (Eleştirmen – Yazar) Öner Yağcı (Deneme, roman ve öykü yazarı), Zeynep Aliye (Yazar – Şair) Yarışmaya Katılım Koşullarının şartları şiunlardır: İlk başvuru tarihi: 17 Nisan 2017’dir. Son başvuru tarihi: 15 Ağustos 2017’dir. Bu yarışmaya herkes katılabilir.


Sayfa 83 Kitaplaşmış öyküler, yarışma dışıdır. Yazarlarımız, dergilerde yayımlanmış öyküleriyle yarışmaya katılabilirler. Yarışmaya gönderilecek öykü dosyaları 7 adet olacaktır. Dosyalar bir rumuzla gönderilecektir. Yazarın dosyalarla birlikte gönderilen özgeçmişi kapalı bir zarfta olmalıdır. Gönderilecek dosyalar; 14 punto, 1,5 satır aralıklı, Times New Roman yazılımı, A4 boyutunda 60-80 sayfa olmalıdır. Eleme dışında kalan dosyalar iade edilmeyecektir. Osman Şahin’in öykü dünyasına uygun, insanın bireysel ve toplumsal sorunlarını, yaşadığı coğrafya ile ilişkisini, geleneklerle yenilik arasındaki sıkışmışlığını, kahramanlarının düşünsel derinliğini Türkçemizin güzelliğiyle yansıtan tüm öyküler, seçici kurul tarafından titizlikle incelenecektir. Osman Şahin gibi saygın bir öykücümüzün adıyla gerçekleştirilen bu yarışmanın, öykücülüğümüze yeni bir soluk getireceği inancındayız.” Ödüllerin açıklanış tarihi: 1 Kasım 2017 Çarşamba, Ödül Töreni: 11 Kasım 2017 Cumartesi Ödüller:Birincilik ödülü: 5000 TL, İkincilik ödülü: 3000 TL, Üçüncülük ödülü: 1500 TL, Mansiyon ödülü: 1000 TL’dır. Ödül alan dosyalar, Truva Yayınları tarafından telifli olarak aynı yıl (2017) içinde yayımlanacaktır. a (EDEBİYATHABER.NET )

ORHAN KEMAL ROMAN ARMAĞANI GÜRSEL KORAT’IN... Bu yıl 46.’sı verilen Orhan Kemal Roman Armağanı’nın bu yılki sahibi Gürsel Korat oldu. Gürsel Korat bu ödülü 60 eser arasından seçilen Unutkan Ayna adlı romanıyla kazandı. Turhan Günay, M. Nuri Gültekin, Erendiz Atasü, Çimen Günay Erkol, Handan İnci, Yiğit Bener ve Nazım K. Öğütçü’nün oluşturduğu 46. Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu, yaptıkları basın açıklamasında “Orhan Kemal Roman Armağanı Seçiciler Kurulu, tutuklu üyemiz Turhan Günay’ın yokluğunun acısını duyarak toplanmış, Turhan Günay’ın bir an önce özgürlüğüne kavuşmasını dileyerek; Gürsel Korat’ın Unutkan Ayna romanını, 1.Dünya Savaşı yıllarının çatışmalı koşullarındaki bir Anadolu kentinde mülk bölüşümü, cinayetler ve yerel halkın siyasi otoriteyle ilişkisi gibi pek çok olayı ustaca bir kurguyla birleştirmesi, bu zor zamanlarda aşk, dostluk ve dayanışma gibi insani duyguları derinlikli bir şekilde işlemesi ve yaşadığımız döneme ilişkin uyarılar taşıması nedeniyle 2017 yılı, 46.Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer görmüştür,” dedi. (EDEBİYATHABER.NET)


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

MAYIS AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER SEVDAMIZIN VE KAVGAMIZIN ŞAİRİ ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİRLERİNDE YAŞIYOR…

sonucu öldüğü belirtildi.

Edebiyatımızda hep genç kalan şairlerindendir Arkadaş Z. Özger. 5 Mayıs 1973’te 25 yaşında onu yitireli 38 yıl oldu. 1 Mayıs 1973’te 1 Mayıs için yaptıkları gösteride polis eşliğinde faşistlerin saldırısına uğramışlardı. Bu arbedede başına bir cop darbesi alan Arkadaş Z. Özger, beyin kanaması geçirdiğinin farkına varılmadan tedavi için gittiği sağlık kurumundan tahliye edildi. 5 Mayıs’ta sokakta ölü bulundu. Yapılan otopsi’de beyin kanaması

Şiirleri Forum, Soyut, Yansıma, Yeni Eylem ve Yordam gibi dergilerde yayımlandı. Başlangıçta verili ortamdaki egemen söylemlerin, özellikle ikinci yeni akımı esintisini duyumsatır şiirleri; yaşama bilincinin, topluma a ve insana bakışının gelişimi ile birlikte toplumcu gerçekçi çizgide, lirik, kırgın ve buruk bir sesle, ama inatla umudunu haykıran, konuşma diline yaslanarak çarpıcı bir akışkanlık kazandıran imge örgüsü ile özgün şiirler yazdı. Gelecek güzel günlere olan inancını hiç yitirmedi: Deniz Faruk Zeren, “Şiirin Bordo Gülü” yazısın da şöyle anlatıyor Arkadaş Z. Özker’i: “Arkadaş Z. Özger, günümüz şiir dünyasının baronlarla, beylerle, piyasa adamlarıyla, eciş bücüş şiirimsi metinlerle şişirilmiş, dumura uğratılmış çatısı altında ne yazık ki unutulmaya terk edilmiştir nerdeyse. En acıtanı da bu genç ölüm güzeli sosyalist şairi, genç sosyalistlerin yeterince sahiplenmemesidir belki de. Oysa ülkemiz şiirinin yakın tarihinde ipince bir damardır Arkadaş Z. Özger’in şiiri. “Hangi yanağını Leyla Halide uzatsa Türkiyeli gerillacılara vurulan” enternasyonalist bir damar. İpince deyişimiz şiirinin herhangi bir zayıflığından değil; gerçekten ipincedir, sesiyle, soluğuyla, biçimiyle, özüyle ipincedir. Duru, naif, sessizce akan….. Başından sonuna bir arayış şiiridir Arkadaşınki. Her mısrasında kendi özgün sesini, şiir kaygısını koruyan ve kuşağının entelektüel birikimini, toplumsal duyarlılığını, acılarını ve özlemlerini kendi bilincinin, yüreğinin potasından şiire damıtmaya çalışan bir arayış. Döneminin atılgan ruhu içerisinde estetik kaygısını elden bırakmadan ve hatta bunu daha da güçlendirip sıradanlıktan kurtarmaya çalışarak yazar Arkadaş. Asıl inceliği, özgünlüğü buradadır. Eskiyi yıkmaya cüret etmiş 71 kalkışmasının yarattığı toplumsal anaforda yeninin içinde daha yeni arayışıdır Arkadaş’ın şiiri. Çünkü “uyuz bir kedi gibi kaşınıyor(dur) edebiyat”. Çünkü “bir rahibe ancak bu kadar ihanet edebilir kendine.


Sayfa 85 71 devrimci kalkışmasının estetiğidir Arkadaş’ın şiiri dersek bu abartı olmayacaktır. Çünkü “Alnını dağ ateşiyle ısıtan/yüzünü kanla yıkayan dostum/senin/uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/benim kalbimi harmanlayan isyan olsun/şimdi dingin gövdende/uğultuyla büyüyen sessizlik/birgün benim elimde/patlamaya sabırsız mavzer olsun/başını omzuma yasla/göğsümde taşıyayım seni/gövdem gövdene can olsun…/” deyişi o mevzilerden mayalanıp yükselen ve bu güne yol gösteren, o müthiş siper yoldaşlığının sesidir. Soluğudur. Çünkü o, “kentli dağlıların haklı sevdasını” bilen, hisseden, anlayan, yaşayan bir şairdir. Rahat okunan şiirden rahatsız olan bir şair Arkadaş. Biçimi ve özü zorlayan, edindiği şiir tekniğiyle yetinmeyen, kendi sınırlarını aşma çabasından kaçınmayan bir şair. Tüm bu yönleriyle yol gösterici olduğu kadar şiirdea eylemcidir de. Bazı şairlerin şiirlerinin artık zamanının geçtiğini, kolay öykünülebilir olduklarını, o adı sanı olan şairler gibi kolaylıkla yazılabileceğini göstermek için onlar gibi yazıp eskiye incelikli bir saldırıda bulunabilmiş bir şairdir. Halk söylencelerinden beslenmesini bilen, günlük konuşma dilini ustalıkla, şiiri incitmeden kullanabilen bir biçeme sahiptir şiiri. Şiirinde sıkça rastladığımız “olmuşuk, diycez, kapıcaz, dolucak vb.” sesler oldukça doğal bir söylem içinde estetize edilmiştir. Ondaki çatışmalı ruh hali toplumsal çatışmanın o güçlü rüzgârıyla birlikte süzülür şiirine. Çocukluğundan itibaren boğuştuğu hastalıklar, aksayan ayağı, ipince bir beden ve o bedene uygun ipince bir “ruhsal” dünya oluşturmuştur Arkadaş’ta ki bu şiirlerinde netlikle görülebilir. Şiirin bu “bordo gülü”, bu genç ölüm güzellerinden “şarabı helvayla içmeyi seven”, “siz inanmayın bir gün değişir elbet/güneşe ve rüzgâra tapan rüzgârın yönü” diyen Arkadaş Z. Özger daha fazla okunmalı, daha fazla sahiplenilmelidir sosyalist aydınlanmacılarca.” (Bu yazı ilk olarak 05 Mayıs 2013 tarihinde kaosgl.com sitesinde Deniz Faruk Zeren imzası ile yayınlanmıştır.)


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı


Sayfa 87 EDEBİYATIMIZIN ÖZGÜN VE ÖZGÜR SESİ: S.F.ABASIYANIK 11 Temmuz 1954’te yitirdiğimiz durum ve kesit öyküsünün öncüsü Sait Faik Abasıyanık, öyküleriyle aramızda soluk alıp vermeye devam ediyor hâlâ. Uçurtmalar ve İpekli Mendil adlı yoksulları konu alan ilk öykülerinden sonra kendisini tamamen öykü yazmaya verir. Sait Faik, öykülerinde işçi ve emekçileri, kimsesiz çocukları, köşe başındaki dilenciyi ve bankta pineklik eden ayyaşı konu eder. İlk yapıtları Semaver, Sarnıç ve Şahmerdan’da çocukluk ve gençlik yıllarının hatıraları, Fransa’da kaldığı yıllarda yabancı çevreye olan yabancılaşması ve insan ilişkilerine dayanan tutumu yer alıyordu. Kimi zaman İstanbul’un kenar semtlerini, yoksul insanları, küçük insanların serüvenlerini ve en önemlisi insan sevgisini anlattı. Züppe burjuva insanlarına kızdığı bu dönem öykülerinde yoksulları yüceltir ve yaşama sevinci ağır basar. İkinci dönem öykülerinde ise insanları bireyler olarak ayrı ayrı değerlendirmeye ve eleştirmeye başladığını görürüz. Bunu takip eden üçüncü dönemde ise yazarın yaşama sevinci yavaş yavaş solar ve yerini hüzne bırakır. Asıl ününü, bu dönemde kaleme aldığı, yaşadığı Burgaz adasından ve çevresindena kaynaklanan, Rum balıkçıları, denizi, deniz kuşlarını, balıkları, doğayı konu edinen Lüzumsuz Adam, Mahalle Kahvesi, Son Kuşlar, Kumpanya ve Havuz Başı hikâyeleriyle yaptı. Uzun öykülerinin yer aldığı ilk kitabı Havada Bulut’ta Sait Faik, tamamen yalnızlığı, hüznü, çaresizliği, kaçıp gitmeyi anlatır. Sait Faik’in çevresi ve arkadaşları ilerici, devrimci şair-yazarlardan oluşuyordu. Ancak, bir burjuva ailesinin çocuğu olarak, baba malından gelen gelirlerle yaşayan yazar, yaşamının her anında politik etkinliklerden uzak durdu. Ama bu uzak duruş, toplumsal sorunlara duyarsız kalmak değildi. Hep bir arada yaşadığı işçileri, balıkçıları, yaşamını emeğiyle geçinen insanları yazdı. Bir işçiye karşı yapılan haksızlığa dayanamayıp kalemini sivrilten Sait Faik’in bu bakışı bile hangi saflarda olduğunu vurgulamaktadır:

“Semaver, ne güzel kaynardı. Ali semaveri, içinde ne ıstırap, ne grev, ne de kaza olan bir fabrikaya benzetirdi. Ondan yalnız koku, buhar ve sabahın saadeti istihsal edilirdi. Sabahleyin Ali'nin bir semaver, bir de fabrikanın önünde bekleyen salep güğümü hoşuna giderdi. Sonra sesler. Halıcıoğlu'ndaki askeri mektebin borazanı, fabrikanın uzun ve bütün Haliç'i çınlatan düdüğü, onda arzular uyandırır; arzular söndürürdü. Demek ki, Ali’miz biraz şairce idi. Büyük değirmende bir elektrik amelesi için hassasiyet, Haliç'e büyük transatlantikler sokmaya benzerse de, biz, Ali, Mehmet, Hasan biraz böyleyizdir. Hepimizin gönlünde bir aslan yatar.” Semaver öyküsünden....



Sayfa 89 ÇAĞDAŞ ÖYKÜCÜLÜĞE AÇILAN PENCEREMİZ: MEMDUH ŞEVKET ESENDAL Türk Edebiyatının önemli yazarlarından Esendal, 29 Mart 1883’te Çorlu’da doğdu. 16 Mayıs 1952’de Ankara’da yaşamını yitirdi.. Çocukluğu savaş yıllarına rastladığı için ve maddi sıkıntılar nedeniyle düzenli bir eğitim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi, Arapça, Farsça, Fransızca öğrendi. Babasının ölümünden sonra çalışarak ailesine baktı. 1900′de gümrük memuru oldu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdi. Parti müfettişi olarak Anadolu’yu dolaştı. Anadolu ve Rumeli halkını yakından tanıma şansı buldu. Çeşitli milletvekilliklerinden sonra 1941′de CHP Genel Sekreterliği’ne getirildi. 1945′ten sonra bu görevi de bırakıp sadece edebiyatla ilgilendi. İlk öyküleri Meslek gazetesinde yayınlandı. “Miras” adlı romanı da bu gazetede tefrika edildi. Siyasetçi ve edebiyatçı kimliklerini ayrı tutmak için yazılarında “M.Ş.E, Mustafa Memduh, Mustafa Yalınkat, M. Oğulcuk, İstemenoğlu” gibi takma isimler kullandı. “Ayaşlı ve Kiracıları” adlı romanıyla 1942 CHP roman yarışmasında dereceye girdi. 1946-1952 arasında Sanat ve Edebiyat, Seçilmiş Hikayeler, Ulus, Ülkü, Hisar, Pazar Postası, Türk Dili gibi gazete ve dergilerde yayınlanan öyküleriyle ünlendi. Öykü ve romanlarında ele aldığı konular, kişiler çeşitlilik gösterir. Sıradan insanların gündelik yaşamları üzerinde durdu. Ev içi yaşam, aile ilişkileri, kahve mahalle ortamı ile köylülük gibi temaları işledi. Katı sınıf ilişkileriyle belirlenmemiş bir toplum özlemini dile getirdi. Olayları ve kişileri önyargısız, sevecen ve gerçekçi bir yaklaşımla ele aldı. Uzun boylu çözümlemelere girmekten kaçındı. Dilde yalınlığı, duruluğu benimsedi, konuşma dilini esas alan bir yazı dilinin öncülüğünü üstlendi. Esendal'ın edebiyatımıza getirdiği en önemli yenilik, ele aldığı konuları büyük bir sadelikle işlemesidir. Bu konular, yine sıradan insanların yaşamları etrafında gezinir. Öykücülüğe başladığı ilk yıllarda, dilde sadeleşmenin öncüsü olan Ömer Seyfettin'in izinden giden Esendal, ustalık dönemine eriştiğinde, hem Ömer Seyfettin'den, hem de kendi çağdaşlarından daha sade ve düzgün bir dille yazmıştır. Uslübunda Çehov'un etkileri açıkça görülür. Hatta, bazı öyküleri, Çehov'dan yapılmış uyarlamalardır. Ancak bu etki, yazım tarzı, dildeki sadelik, kişilerin seçilişi ile sınırlı kalır. Esendal, Çehov'un karamsar bakışını tekrarlamaz. Kendi deyişiyle; insanlara yaşamak için ümit, kuvvet ve neşe veren yazılardan hoşlanır, insanları yoğunmuş mutfak paçavrasına çeviren ve yeise düşüren yazılardan hoşlanmaz.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı Esendal’ın asıl başarısı bir tek parti iktidarı yöneticisi olmakla birlikte, eşyaya, olaylara bakışta tek bir gözlük kullanmamasıdır. Toplumsal değişim ve dönüşümlerde yaşanan çalkantılara, bürokratik otoriteye, gerektiğinde muhalif gözüyle de bakabilmiştir. Bürokrasi, Avrupa, Batı yaklaşımları bunun en iyi göstergesidir. Aslında, mesleki temsil ve toprak konusundaki görüşleriyle muhalif bir yanı da vardır. ESERLERİ: Roman: Ayaşlı ve Kiracıları (1934-1957) , Vassaf Bey (1983, ölümünden sonra); Öykü: Hikayeler 1. Kitap (1946, Otlakçı adıyla 1958), Hikayeler 2. Kitap (1946 Mendil Altında adıyla 1958), Temiz Sevgiler (iki cilt, ölümünden sonra 1983), Veysel Çavuş (1984, ölümünden sonra), Bir Küçük Çiçek (1984, ölümünden sonra), İhtiyar Çilingir (1984, ölümünden sonra)... Bütün eserleri 9 cilt olarak 1983-1984′te yayınlandı

HALK OZANI MAHZUNİ ŞERİF, ŞİİRLERİYLE, BESTELERİYLE TÜRKÜLENE TÜRKÜLENE AKMAYA DEVAM EDİYOR… Pir Sultan’dan Karacaoğlan’a, Nesimi’den Dadaloğlu’na zalime başkaldıran halk şiiri geleneğimizin son büyük ustalarından 17 Mayıs 2002’de yitirdiğimiz Âşık Mahzuni Şerif’i 8. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz.

a

Mahzuni, yaşamı boyunca, tüm baskıcılara ve baskılara karşı haklıların sembolü olarak, “Bizim suçumuz şerefimizdir” demesini bildi. Mahzuni, sazını eline aldığı günden bu yana, her türlü sömürüye karşı mücadelenin içinde birleştirici söz öğelerini kullandı. Âşıklık görevini yerine getirirken, halkın gözü, kulağı olma bilincini öne çıkardı hep. Mahzuni, bazen durgun bir su, bazen coşkulu akan ırmak, mazlum, mahzun ama yürekli bir Anadolu çocuğu olarak sazının tellerine vurdu mızrabını. Mahzuni, geri kalmış toplumların yoksul insanlarının yüz yıllardır oluşturduğu hayat felsefesinin içindeki, insanı yokluğa, uyuşukluğa götüren inanç motiflerini teker teker çıkararak, yerine toplumcu hayatın öğelerini koydu, sınıf çelişkilerini işledi: Çeker Gider Şiirinden

Bakmazdım zalimin gözü yaşına Sabıra bağlamazdım boşu boşuna İtikat etmezdim mezar taşına Taş yerine çiçek eker giderdim

İnsan olduğu yön kıbledir bana Ben böyle inandım çünkü insana Çok sebeptir diye kavgaya kana Bütün hududları söker giderdim


Sayfa 91


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ŞİİRİMİZİN ÖZGÜN SESİ EDİP CANSEVER ŞİİRLERİYLE HAYATIMIZA SOLUK KATIYOR HÂLÂ… Her türlü kümelemenin dışında, biçimde 2. Yeni’yi teğet geçen, içerikte hayat-toplum-birey üçgeninde uzun soluklu şiirleriyle bakışımızı zenginleştiren Edip Cansever’i 28 Mayıs 1986’da 58 yaşında yitirdik. Edip Cansever hece ölçüsünden sürekli uzak durduğu için, kuşaktaşları gibi şiire heceyle başlayıp sonra serbest şiire geçiş bunalımı yaşamamıştır. İlk şiirlerinde birinci yeniden izler görülse de sonraları imgesiz şiir yazılamayacağını düşünerek bu akıma kendisini kaptırmaz. Cansever şiirinde ayrıntı gücü hemen göze çarpar. Kimi zaman neredeyse nesre yaklaşan şiirleri insanı kendi varoluşuyla yüzleştirir. Cansever, şiir anlayışını şu sözleriyle somutlar: "Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım" Edip Cansever' in gerçek şiir serüveninin ilk ürünü olan "Dirlik Düzenlik", yer yer "Garip" şiirinin etkisini taşısa da daha sonra "İkinci Yeni" akımının şairleri arasında anılmasına neden olacak kimi özelliklerin de ilk ipuçlarını verir. Bir yandan da, alaycı bir söylem ve üstten bir bakışla zengin-yoksul ikilemini "Garip" şiiri yedeğinde işlerken, öte yandan sonraki yıllarda Cansever şiirinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alacak bireysel temalara yönelir. Söz konusu kitapta, şiirini toplumun sorunlarına açmak çabasında olan Cansever, ilk kitabındaki yüzeysellikten arınarak öze ve anlatıma ağırlık veren bir üslup edinme çabası içinde olmuştur. Hemen bir yıl sonra 1966' da yayımlanan "Çağrılmayan Yakup", anlatımcı (öykülemeci) şiirlerin ağır bastığı bir kitaptır. Şiirini, bir yandan yükselen toplumsal muhalefetin konu ve sorunlarına açan Cansever’in, imgeden görece uzaklaşarak şiirini "anlatım"a yaslaması, dönemin sosyal ve siyasal hareketliliği düşünüldüğünde kaçınılmazdır. Ama şiirinin asli ve değişmez eksenin yer verdiği "ben" ya da "birey" olgusu, Cansever şiirini özgün biçimde bir yerde tutar. Cansever, başkaldırının içerisinde yer alan, başkaldırı sonrasında gerçekleşecek dönüşümleri tutkuyla özleyen ve başkaldırı ruhundan beslenen bir bireyin şiirini yazar. Bu iç içelik nedeniyledir ki, "Çağrılmayan Yakup"tan dört yıl sonra yayımlayacağı, "Kirli Ağustos"ta, 1970 öncesi sol siyasi eylemlerin etkilerini, söz konusu eylemlerin içinde düşünsel ve duygusal varlığıyla yer almış birinin penceresinden yansıtır. Yine dört yıl sonra, 1972’te yayımlanan kitabı, "Sonrası Kalır" ise 12 Mart döneminde toplumsal planda yaşanan acıların ve etkisi 1980'li yıllara kadar uzanacak bir yenilginin ağıtlarıyla yüklüdür ve Cansever, "içerden" biri olarak, yapılan yanlışı sorgulamaya girişir. Birer yıl arayla yayımlanan "Ben Ruhi Bey Nasılım" ve “Sevda İle Sevgi" adlı kitaplarında


Sayfa 93 Cansever, toplumla birlikte bireyi de kıskacına almış bir karabasandan kurtulmaya çalışır gibidir. Bir yandan, duygu dünyasının olabilecek en uç boyutlarına doğru engel tanımayan bir yolculuk başlatırken, öte yandan bilinçaltının kıyı bucağında gizlenmiş ne var ne yoksa hiç çekinmeden şiirine taşır. "Ben Ruhi Bey Nasılım"la ilk kez "Tragedyalar"da denemiş olduğu "dramatik şiir" kalıplarını yeniden kurarak varoluşçuluk ve nihilizmden izler taşıyan şiir anlayışının doruğuna çıkar. Şiir dili ve imge kullanımındaki arayışlardan vazgeçmiş gibidir; özellikle "Yerçekimli Karanfil"den başlayıp "Sonrası Kalır"a kadar hiç durmaksızın geliştirdiği şiir tekniklerini daha işleyip derinleştirerek "Edip Cansever Sesi"ne ulaşır.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

JOSE MARTİ KAVGAMIZDA DİNMEYEN SESTİR… 28 ocak 1853'te Havana'da doğan Jose Marti'nin babası İspanyol, annesi ise Kanarya Adaları'ndandı. 16 yaşında "özgür vatan" adlı bir gazete çıkardı. İspanya'ya karşı bağımsızlık savaşımı verenlerden olduğu için 17 yaşında tutuklandı ve 6 aylık kürek cezasından sonra İspanya'da Madrit'e sürüldü. Madrid'te Zaragosa Üniversitelerinde hukuk, felsefe ve filoloji eğitimi gördü. 1874'te Latin Amerika ülkelerini dolaştı.yaşamının büyük bölümünü sürgünde geçirdi. 1878'de Kübalı toprak sahiplerinin ispanyollarla anlaşması nedeniyle sona eren savaş ve çıkan af ile ülkesine geri döndü. 1878'de evlendi, bir oğlu ve bir kızı oldu. 1880'de Kuzey Amerika'ya geçti, göçmen olarak yaşadı. Yıllarca şiirler, kitaplar ve gazete makaleleri yazdı. Aynı zamanda siyasi eylemlerini de sürdürdü. Gizli siyasal faaliyetinden dolayı iki kez yine tutuklandı. Daha sonra NewYork'a yerleşti. Buradan Buenos Aires'te çıkan La Nicion adlı gazetede ona ayrılan köşedeki yazılarından dolayı ünü bütün Latin Amerika'ya yayıldı. 1892'de Partido Revolucionario Cubano (Küba Devrimci Partisi) kuruldu ve Marti, PRC'nin temsilciliğine seçildi; aynı zamanda Patria (Vatan) adlı gazeteyi çıkarmaya başladı. 1895'de Küba halkını bağımsızlık savaşına çağıran ve partinin manifestosu niteliğinde olan Monte Kristo Bildirisi'ni kaleme aldı. 1895'de Kübalı yurtseverler bir kez daha İspanya'ya karşı savaş hazırlıklarına başlamıştı. Marti Küba'ya döndü ve 1 ay sonra 19 Mayıs 1895'te arkadaşlarıyla birlikte küçük çaplı bir çatışmaya girdi ve çatışmada İspanyol askerleri tarafından öldürüldü. Jose Marti yaşamını, Küba'da İspanyol sömürge yönetiminin sona erdirilmesi ve Küba'nın ABD dahil başka ülkelerin egemenliği altına girmemesi için savaşıma adamıştır. öğretisinin özü, kişi özgürlüklerine saygılı olmayan ve yalnızca zenginliklerini büyütmeyi gözeten yönetimleri uyarmaya ve karşı çıkmaya dayanmaktadır. Yapıtlarında bütün despot yönetim düzenlerini ve insan haklarına karşı uygulamaları kınamıştır. Onun yazıları demokratik gelişmeye yol göstericidir. Marti'nin, edebiyat ve siyaset arasındaki ilişkiye getirdiği düşünce; yazmak, konuşmak, "yaratma"nın bir biçimidir; ama değişik bir biçimidir; değişik bir "yaratma"dır, eyleme katılmanın paralel bir biçimidir. Kısa süren ömrü boyunca, birkaç siyasal kitapçıkla incecik şiir kitapları Abdala (manzumdram) 1869'da, İsmaelillo (Mahvolan Dostluk, otobiyografik roman) 1882'de, Versos Sencillos (Basit Şiirler) 1891'de ve Versos Libres (Özgür Şiirler) 1913'te ölümünden sonra basıldı.


Sayfa 95


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

KOMÜNİST ŞAİR RİTSOS ŞİİRLERİYLE BARIŞ VE ÖZGÜRLÜK UMUDU SAÇIYOR HÂLÂ... 1 Mayıs 1909 ‘da dünyaya gelen Yunan komünist şair Yannis Ritsos’un 106. doğum gününü kutluyoruz. Büyük şairin halkla birlikte güçlü melodilere dönüşen şiirleri hala özgürlük ve eşitlik mücadelesinden ayrı düşünülmüyor. Yannis Ritsos için 'çağımızın en büyük şairidir' demiştir, Louis Aragon. İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme karşı kendi yurdunda direnişe katılan Ritsos'un şiirleri yine kendi yurdunda yasak edilir, Ege adalarına sürgün edilir. Epitaphios (1936- Yazıt Mezar Yazıtları ) adlı kitabı faşist cunta tarafından Zeus Tapınağı'nda törenle yakılır.

çalışır.

Ritsos, 1934 yılında ilk şiirlerini Vladamir Mayakovski'den esinlenerek yazmaya başlar, ilk şiir kitabının adı Traktör’dür. Yannis artık hayatı boyunca işçi sınıfı mücadelesi için

11 Kasım 1990'da Atina'da hayatını kaybeden Yannis Ritsos'un şiirleri 80'den fazla dile çevrilmiştiir. Türkçe'ye çevrilen eserleri şöyledir: Alışkanlıklar Da Değişir, Umarsız Penelope, Yaşlı Kadınlar ve Deniz, Helena ve Nöbetçi, Boyun Eğmeyen Ülke, Graganda, Erotika, Dikkatli Ariostos (Anlatı/Roman), Seçme Şiirler, Tüm Şiirleri, Ölü Ev, Taşlar, Yinelemeler, Parmaklıklar, Bir Mayıs Günü Bırakıp Gittin Yannis Ritsos’un 'Barış' adlı şiirinden:

'Çocuğun gördüğü düştür barış, annenin gördüğü düştür barış, ağaçlar altında sevdalıların sevda sözleridir barış; Gözlerinin içinde uçsuz bucaksız bir gülümseme elinde yemiş dolu bir zembil ve alnında ter tomurcukları, Pencerede suyu soğutan testideki damlalar gibi; Akşam üstü eve dönen babadır barış,


Sayfa 97

GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

NURHAK’TA UMUDA TIRMANANLARI UNUTMADIK! UNUTTURMAYACAĞIZ!… Ocak 1971’de Malatya’nın Akçadağ civarındaki dağlık bölgeye yerleşerek eğitim çalışmasına başlayan 20 kişilik THKO grubunu Sinan Cemgil komuta ediyordu. Mayıs ayının son günlerinde biten eğitimden sonra keşif gezileri yapılmaya başlandı. 31 Mayıs günü muhtarın ihbarı sonucu keşif kolu jandarma tarafından kuşatılınca çatışma çıktı. Çatışma sonucunda THKO önderlerinden Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alparslan Özdoğan yaşamını kaybetti, Mustafa Yalçıner ile Hacı Tonak yaralandı. Sinan Cemgil’in annesi, oğlunun cenazesini almaya geldiğinde, onları “eşkıya” diye nitelendiren köylülere şöyle seslenmişti: “Bu oğlum Sinan... Bunlar da onun arkadaşları (Kadir ve Alpaslan), kardeşleri.... Onlar da oğullarım... Bu çocuklar, bu oğullar; bu ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer dehaydı. Her biri üstün zekâlı birer güzel insandı. Dileselerdi, düzenin adamları olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar, halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar. Size yalan söylüyorlar. Onlar eşkiya değildi” Sinan Cemgil ve arkadaşları, sosyalizm kavgamızda bizlere göz kırpan birer kızıl yıldızdır şimdi!...

“Zincire, kelepçeye, kurşuna teşne bilekler, İsyanın türküsünü söylettiler destanlaşan mavzerlerine… Mavzerin namlusundan doğacak bir güneşin özlemi yansıyordu gözlerine… Güz vurdu ışıklı yüzlerinize Esti yüreklerinizde kahrın kara yelleri Başınıza üşüştü cehennem zebanileri güneşe gölge düştü!” A. Z. ÇAMUR


Sayfa 99 İBRAHİM KAYPAKKAYA BUGÜN DE KAVGAMIZA IŞIK TUTMAYA DEVAM EDİYOR...

GÖRSEL ÇALIŞMA: ADNAN DURMAZ 1973 yılının Ocak ayı sonunda, Dersim'de, -Vartinik Köyünün Mirik Mezrası'nda- devletin kolluk güçleriyle çıkan çatışmada arkadaşı Ali Haydar Yıldız düşerken, boynundan yara alan İbrahim Kaypakkaya, daha sonra bir ihbar üzerine tutsak edildi.. Her türlü işkencelere direnen İbrahim Yoldaş’tan sır alınamayacağını gören Faşist katiller dört ay süren yoğun işkenceler sonucu konuşmayacağına emin olduktan sonra, İbrahim'i, 17 Mayıs'ı 18 Mayıs'a bağlayan gece kurşunlayarak katlettiler. O, katledildiğinde henüz 24 yaşındaydı. Ama İbrahim Kaypakkaya'nın önemli bir önder olmasını sağlayan esas şey, ne onun gençliği ne de işkencede ser verip sır vermemesiydi... İbrahim'i, döneminin tüm devrimci önderlerinden ayıran temel farklılık, Türkiye üzerine hazırladığı tezler ve yaptığı incelemelerle yeni ve özgün, o dönem ilk kez ağza alınan strateji ve saptamalar bırakmasıdır. 20 yaşında, Çorum ili sosyal sınıflar ve ekonomik yapıları üzerine inceleme hazırladı. O döneme dek


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı sola yapışık gezen "kemalizm"in karşı devrimci konumunu saptayıp “sol” üzerinden fiskeleyip atan ilk devrimcidir Kaypakkaya... Ve 24 yaşında, Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını ortaya koyan ve onların dilerlerse ayrılma haklarını kabul edip açıkça dillendirebilen ilk Türk sosyalistidir... Gene 24 yaşında, Türkiye koşullarına uygun ilk devrimci analizi yazan kişidir... Kaypakkaya, diğer devrimci önderlerden de öte Türkiye Solu'nun namusudur! Birçok konuda hâlâ bugün Türkiye'nin devrimci yapısına Kaypakkaya’nın tespitleriyle doğru bakabiliyoruz. Son 40 yıl içinde Türkiye solu'nda onun kadar özgün ve geniş perspektifli önder ne yazık ki çıkmadı.


Sayfa 101 YAŞADIĞIMIZ ÇAĞIN HER YERİ VE HER KAVRAMI KİRLETEN ANLAYIŞINA KARŞI, ONLAR BİZE HEP DEVRİMCİ İNANÇ VE TUTARLILIĞIN PİSLİKLERDEN ARINMIŞ ŞAFAĞINI GÖSTERECEKLER!

GÖRSEL DÜZENLEME: ADNAN DURMAZ

“HALKIN ULUSU, RÜZGÂRIN KARDEŞİYDİ ONLAR ATEŞİN ÖĞÜNDÜĞÜ ÜÇ ALINTERİ NEBİSİ BİR ŞAFAK VAKTİ ZULMÜN DEHLİZİNDE YİĞİTLİK ANITIN I SÜSLEDİ BEDENLERİ” REFİK DURBAŞ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı


Sayfa 103

DÜNYA EMEK - BARIŞ - DEMOKRASİ ŞİİRLERİ

   

ALMANYA (BERTOLT BRECHT) BULGARİSTAN (DİMİTIR POLYANOV) ROMANYA (GEORGE COŞBUÇ) ABD (CALVİN HERNTON)


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ŞU İŞSİZLİK

İşsizlik, sayın baylar, dikenli bir sorundur. İlk fırsatta n’olur, ele alalım onu, başlasın tartışmalar. Hazırız buna! Ne zaman isterseniz? Çünkü bırakmadı ulusta dirlik düzenlik şu işsizlik... Şu işsizlik olgusu akıl almaz bir konu, üstelik zararlı mı zararlı; konuya el atmanın zamanı! Anlatılamaz bir konu diye kimse gösteremez onu, sıkıcı bir açıklama olur bu: Kolay değil dile getirmek. Oysa kesinkes gerekli halk yığınlarının güveni. Gönlümüzce davranabilmeliyiz; çünkü bu kargaşa çağında şafak atar çoğunda, bırakır mı dirlik düzenlik böylesi bir işsizlik? Bu görüşte değilsiniz siz, öyle mi? Bu, daha iyi bizce! Tarihin sonu demektir bu düşünce, Gider geldiği gibi. Size kalsun düşünceniz! Yok olacak İşsizliğimiz, anca İşsizlik sırası size gelince...

BERTOLT BRECHT (Çeviri: Teoman Aktürel)


Sayfa 105

ÖZGÜR DÜŞÜNCE Gençlik yıllarımızın ateşinde, gem almaz yaşamın eşiğinde, odur gözlerimizi açan önümüzdeki yolu çıkarken o bir peri, tanrıça, bilgelik, yüce adı özgür düşünce. Bir tedirgin yürek, bir ateş tohum, bir bakarsın keder, bir bakarsın sevinç, bir bakarsın çığlık, bir bakarsın ateş parçası güneş, ne enfel tanır, ne baskı, ne sınır, ne zulüm, Promete’dir onu ilk veren bize, adı özgür düşünce. Önümüzdeki tekmil gizleri odur açan, birer birer çözen o, yaşadığımız günleri ve geleceğimizi ışınlarla aydınlatan, çizen o, yoktur çözemediği sorun, anlam, bilmece, adı özgür düşünce. Boş yere didinirler dururlar cüceler, durdurmaya çalışırlar düşünsel uçuşu, durdurmak isterler ışını, yok etmek isterlerş ama düşman belki bin kez gördü ki, sonuç şu: İstediğince yırtınsın dursun, vuramaz onu zincire, adı özgür düşünce. Koşun, bayrakları dalgalandırarak, özgür düşüncenin şarkı söylediği yere, bir bu şarkıyı duyan kişi insan gibi yaşadım diyebilir ancak, mutludur kişi onu gördüğü sürece, adı özgür düşünce.

DİMİTIR POLYANOV (Çeviri:A. Kadir-Fahri Erdinç)


Emeğin Sanatı 11. Yıl 186. Sayı

ŞAİR

Halkımın yüreğindeyim ben. Güzelliğini söylerim onun, acısını söylerim — senin yaralarının kökünde acılar çeken benim, zehiri içen benim seninle birlikte zehir tasını sunduğunda kader. Sen hangi yoldan gidersen git, aynı haçta olacak çivilerimiz, sancaklarımız bir olacak, tanrılarımız bir. Sen nereye taşırsan umudun sunağını, Götüreceğim ben de sunağımı oraya. Ben aşkını anlatır dururum halkımın, öfkesini anlatır dururum, ben, halkımın yüreğinde bir yürek — Sen ateşsin, ben o ateşi alevlendiren yelim, ey halk. Sen türkülerimin hem kaynağısın, hem amacı. Bir şey söylesem sana birazcık ters gelen, sen, ey ulu ve kutsal varlık, o saat çarparsın beni göklerindeki yıldırımlarla’ Kimileri için her şeyden önce gelen, kimilerine ne gerek, ama yaşamla ölüm arası dört bir yanında dünyanın pusulasını elden bırakmayan, kara mı verdi, ak mı, bilecek! Sen benim canımsın, ben senin canın: İster açsın yüzyıllarkaderin ölümsüz kitabını ister kapasın, ey halkım, ben her zaman senin içinde olacağım, (Çeviri:A.Kadir-Afşar Timuçin) ben her zaman senin bir parçan.

GEORGE COŞBUÇ


Sayfa 107

UZAKTAN ÇALAN DAVUL Ben ne bir benzetmeyim ne de bir simge. Bu duyduğun da ağaçlardan gelen rüzgâr sesleri değil. Ne de bir kedi eziliyor sokakta. Ben eziliyorum sokakta. Benim ağlayan da gülen de acı çeken de sevbinç duyan da. Bunları söyleyen de benim çünkü varım. Bu bvenim sesim. Bu sözler benim sözlerim. Benim ağzım konuşur onları. Benim elim yazar, “Ozanım Ben” Benim yumruğum bu duyduğün Kulaktozunda patlayan.

CALVİN HERNTON (Çeviri: Özcan Özbilge)


DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: DÜNYA ŞAİRLERİNİN KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına önderlik eden Neto’nun Angola halkının kurtuluş kavgasıyla şiiri sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk

BERTOLT (1898-1956):18 yaşında iken balon olduğunu gördü. Hareketi’ninBRECHT başkanlığını yaptı. Tıp Eğitiminden sonraAlman 1960'damilliyetçiliğinin harekete liderlik bir etmeye başladı ve olaylar Savaşın bütün korkunçluğunu yaşadı. Savaştran sonra burjuvvaNeto; değerlerini tartışmaya ve ilk şiirlerini esnasında Portekizlilerce 30 sivil öldürüldü, yaklaşık 200 kişi yaralandı. Portekiz koloni makamlarınca aynı yazmaya başladı. İlk şiirhapse kitabı büyük gürültüler kopardı. 1928’de acımasızca yeren yıl tutuklanarak Lizbon'da atıldı. Hapisten kaçan Neto; önce Fas'a sonrakapitalizmi da Zaire'ye gitti. 1962 yılında kurtuluş savaşına devam etmek üzere ülkesine döndü. Angola halkının Portekiz sömürgeciliğine karşı verdiği oyunlar yazdı. Nazilerin kara listesinde yer aldı. Reichtag yangınından sonra ülkesinden ayrılarak kurtuluşgitti. savaşı, Neto'nun önderliğinde ulaştı. 1969-1970 Asya Cumhuriyeti’ne Afrika Yazarlar Birliği'nden ABD’ye 15şair yıllık sürgünden sonrabaşarıya 1948’de Doğu Almanya döndü. Lotus Devletin Ödülü'nü aldı. (1975-1976) yılında Lenin Barış Ödülü'nü kazandı. Kanser tedavisi sürerken Moskova'da desteğiyle özgün tiyatro çalışmalarını kendi kurduğu sahnede sürdürdü. Brecht, tüm eserlerinde hastanede sonsuzluğa yürüdü. inandığı ilkeler dayanan ahlâkJorge sistemi kurar, seyircisini veavukat, okurlarını sarsar, eğitmeye, yetiştirmeye JORGE REBELO:1940 doğumlu Rebelo, MOZAMBİKli şair, gazeteci . Portekize karşı Mozambikli çalışır.Faşizme ve kapitalizme karşıt bilinç oluşturmayı amaçlar gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, bağımsızlık için DİMİTIR POLYANOV(1876-1953):Bulgar proleter savaşını şiirininvekurucusudur. Eğitim yıllarında mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşanları över, yoldaşlarını motive sosyalist eder , kavgaya çağırır. Bu şiir, Mozambik özgürlük mücadelesininen şiddetli günlerinde, kendisiyle gizlice görüşmeye hareketten etkilenerek Stambolov’a karşı savaşan sosyalist gruba katıldı. Kısa sürede ilerici gelen iki İsveçli gazeteciye Rebelo, 1975 Fransa’da yılında ülkenin hemen sonra Mozambik'in proteryanın ozanı olarak verilmişti. öne çıktı. 1894’te Tıpbağımsızlığını okurken bile3 yazmaya, yazdıklarını enformasyon bakanı ve ülkedeki en güçlü adamlarından biri oldu. sosyalist dergilerem yayınlamaya devam etti. Çeşitli gazete ve dergilerin kuruculuğunu ve ELLİS AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sesini, sosyalizmi türküleri ve şiirleriyle dünayaya yayan yöneticiliğini yaptı. 1953’te sofyada öldü. şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871 GEORGE COŞBUÇ (1866-1918):Daha çocuk yaşta içinden geldiği toplumun masallarını, Paris Komünü’nde milletvekili seçildi. Komün yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben ölüm türkülerini, cezasına oyunlarını bunlardan etkilenerek şiirlerinin altyapısını oluşturdu. eğitim,inden sonra çarptırıldı. tanıdı, Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de Üniversite aftan yararlanarak Fransa’ya döndü. İlkdünya şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra Türküleri” yayınlandı. Yoksulluk içinde şiir şiirlerini, şiirlerinden çevirileri yayımladı. “Baladlar ve Çoban ile başlayan öldü ama yazdıklarıyla arkasında ölmeyecek bir anıt bıraktı. hayatı, “Bir Tembelin Hayıraları” adıyla yayıonladığı yergi şiirleriyle sürdü. Son kitabı “Zafer DENNIS BRUTUS: (1924-2009) Zimbabweli sporcu, spor yöneticisi, özgürlük savaşçısı, şair. 1960 Şarkıları”dır. olimpiyatlarına hak ettiği halde siyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî CALVİN HERNTON(1932-2001):Amerikan zenci hareketinin önemli isimlerindendir. Üniversitede Karşıtı İşler Dairesi Başkanlığı organizasyonu) direnir bunun sonunda ilk kez hapse atılır. 18 ay hapisten öğretim yapmıştır.sürdürdü Asıl ününü ünlü siyahların denemesi ile yapmıştır: “Amerika’da Seks ve çıktıktanüyeliği sonra dade mücadelesini Güney iki Afrika’da yazması ve yayınlaması yasakken o illegal Irkçılık”, ve “Beyaz Amerikalılar İçin Beyaz Sayfalar” . Şiirlerinde de ABD’de ırk ayrımcılığı karşı yollardan bu yasağı deldi. Asma sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk verdiği mücadelenin vardır. siyah şair oldu. Ancakizleri Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, Daha sonra yurt dışına çıktı. Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü KAYNAK:Dünya Halk veApartheid Demokrasikarşıtı Şiirleri-3/A.Kadir Kata Tenli Şiirler : ÖZCAN ÖZBİLGE çalıştı. Apartheid bittikten yıllarda da ABD’de gösterile /düzenledi, kamuoyu oluşturmaya sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.

EMEĞİN SANATI E-DERGİ Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kültür/Sanat Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı Aylık Sosyalist E-Dergisi EMEĞİN SANATI E-DERGİ Mayıs /2017 Yıl: 11 Sayı: 186 Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi 15.12.2014 9 Sayı: 163 Yayınlayan: Emeğin SanatıYıl: Kolektifi Emeğin Sanatı Kolektifi ©Yayınlayan: Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü aittir. hakkı şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir

Yayın,Tasarım, Düzenleme: A. Z. ÇAMUR Görsel Tasarım Düzenleme: ADNAN DURMAZ Ön Kapak, Ön İç , Arka İç Kapak: ADNAN DURMAZ Arka Kapak Anonim

Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostları, emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen Facebook grup adresi: dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Facebook grup adresi: Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi



TÜRKİYE'DEN SELÂM Selâm getirdim Türkiye'den kattığı sesten dünya şarkısına kattığı acılı sesten acılı ve onurlu sesten selâm 1920'lerden selâm getirdim silahlanıp dağa çıkan Anadolu'dan şahlanan atlarından Kurtuluş Savaşı'nın sıkılan ilk kurşundan emperyalizme Selâm getirdim 1977'den İstanbul'da Taksim Alanı'nda pusuya düşenlerden 1 Mayıs'ta selâm otuz dört ölüden Namuslu omuzlarında geleceği taşıyan insanlarından Türkiye'nin grevdeki kırk bin işçiden kırk bin maden işçisinden selâm Paylaşanlara selâm getirdim salkım salkım ürettiği güneşi selâm getirdim dostuna omuzdaşına halkımın büyük özleminden

KEMAL ÖZER


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.