Emeğin Sanatı E-Dergi 183. Sayı

Page 1

Aylık Sosyalist Sanat E-Dergisi Yıl: 11 Sayı: 183 Şubat / 2017



EMEK VERENLER / İÇİNDEKİLER ABDULLAH KARABAĞ ABUZER YALÇIN ADNAN DURMAZ AKMAN GEDİK ALPER SANCAR ASIM GÖNEN A. KEMAL HIZIROĞLU

B.KORKANKORKMA BEKİR KOÇAK BEKTAŞ ÇAĞDAŞ BURCU TÜRKER BÜLENT AYDINEL CEM EREN ERCAN CENGİZ

ÖN KAPAK 1 ÖN İÇ KAPAK 2 EMEK VERENLER İÇİNDEKİLER 3 EMEĞİN SANATI’NDAN 183. MERHABA EMEĞİN SANATI SUNU YAZISI 4 BU SAYININ SAVSÖZÜ AYHAN GERÇEKER 5 Aşk ve Devrim ADNAN DURMAZ ŞİİR 6 Nehirler Denizlere Sığmıyor ASIM GÖNEN ŞİİR 8 Kazık / Seçenek FEYYAZ KADRİ GÜL ŞİİR 9 Hoş Bulduk ABUZER YALÇIN ÖYKÜ 10 Karikatür MUSTAFA ÖZGÜR 14 Canını Kibrit Gibi Çakmayanın BÜLENT AYDINEL ŞİİR 15 Bil ki Bitenimdir Aşk HASAN ÇAPİK ŞİİR 16 Y/alanım V/Arsa G/Özüm AKMAN GEDİK ŞİİR 17 Pırıltılar-2 SEMAHAT ÜNAL ÖYKÜ 18

GALİP ÖZDEMİR FEYYAZ KADRİ GÜL HALDUN HAKMAN HALİT LEYLA HASAN ÇAPİK HAYDAR DOĞAN M. ŞEHMUS GÜZEL

MEHMET GİRGİN MUAMMER ERTURAN MUSTAFA ÖZGÜR NECİP TIRPAN OĞUZ ATEŞOĞLU ÖZER GENÇ ÖZLEM KESKİN

Ölümü Ertelemek Adını Sen Koy BEKİR KOÇAK VEDAT KOPARAN ŞİİR ŞİİR 21 44 Ey Yoksul Çocuk.... Ah Sevgilim, Aşkım Benim!..... CEM EREN VİLDAN SEVİL ŞİİR DENEME 22 45 Kimdir Bunlar Ying ve Yang Tangosu GALİP ÖZDEMİR YAŞAR DOĞAN ŞİİR ŞİİR 24 49 Katil Ekmek, Yitik Anne Ve Mavi Küredeki Özgür Canlar ÖZLEM KESKİN HALDUN HAKMAN ÖYKÜ ŞİİR 25 50 Karikatür Sessiz Sedasız Giden Devrimci MUSTAFA ÖZGÜR AZİZ KEMAL HIZIROĞLU 28 MAKALE Vazgeçin 51 SEMA LALE Bir Küçük Kedidir Kalbim ŞİİR TEMEL KURT 29 ŞİİR Kelimeler 55 BEKTAŞ ÇAĞDAŞ Düşler ŞİİR BURCU TÜRKER 30 ŞİİR Eksik 56 HAYDAR DOĞAN Rüzgâr Öğüdü-1 ŞİİR MEHMET GİRGİN 31 Aforizmalar Şehirdeki Tilki 57 MEHMET GİRGİN Yapayalnızlık MASAL M. ŞEHMUS GÜZEL 32 DENEME Tan Durmuştu Yasa 58 A. KARABAĞ Ruhumun Kelebeği ŞİİR ERCAN CENGİZ 34 ŞİİR Özlem 61 NECİP TIRPAN Geçer ŞİİR ÖZER GENÇ 35 ŞİİR Şiirimizde TopL. başkaldırılar – 8 62 ALİ ZİYA ÇAMUR Şiir ve İnşa ARAŞTIRMA HALİT LEYLA 36 ŞİİR Adalar Kadar 63 MUAMMER ERTURAN şiir 43

SEMAHAT ÜNAL SEMA LALE TEMEL KURT VEDAT KOPARAN VİLDAN SEVİL YAŞAR DOĞAN ALİ ZİYA ÇAMUR

Edebiyatın Ölümsüz Şövalyesi: Puşkin-I BEDRİYE KORKANKORKMAZ MAKALE 64 Darağcında Bir Katliam Şarkısı OĞUZ ATEŞOĞLU ŞİİR 69 Dert Masası ALPER SANCAR ŞİİR 71 Dizelerde “Şiir ve Şair” A.Z.ÇAMUR SEÇKİ 72 Yaşam ve Sanatta Bir Ayın İzdüşümü 73 Şubat Ayında Önemli Günler 81 DÜNYA EMEK-BARIŞ- DEMOKRASİ ŞİİRLERİ 99 Ozan LUBOMİR LEVÇEV(Bulgaristan) ÇEVİRİ ŞİİR 100 Su SOHRAP SEPEHRİ(İran) ÇEVİRİ ŞİİR 101 Gene Geleceğiz ABU SALMA(Filistin) ÇEVİRİ ŞİİR 102 Bir Başka Şiir ONESİMO SİLVEİRA(Cabo Verde) ÇEVİRİ ŞİİR 103 Dünya ŞairleriKısa Biyografi DERGİ KÜNYESİ 104 ADNAN DURMAZ GÖRSEL/METİN 105 Örgütün Gücü NİHAT BEHRAM KONUK ŞİİR 106


EMEĞİN SANATI’NDAN 183. MERHABA Merhaba, Zor günler yaşıyoruz, zor günler başka zor günlere gebe. Daha diri, daha uyanık ve daha bir arada olmalıyız artık. Bırakalım paslı, köşeli farklılıklarımızı. Ortak ideallerde, “Faşizme karşı omuz omuza!” sloganını haykırmak için birleşmenin zamanı ha geçti ha geçiyor! Pratikle buluşamamış, taşlaşmış kalmış söylemleri tenis topunca bir atıp bir tutmaya devam mı edeceğiz? Yaşantımız, kendi benliğimizle dünya arası da dokunan gel-gitlerle örülmüştür. Kimi zaman dünyaya daha çok döndükçe yüzümüzü, kendimizle açılıverir aramız. Bilinçle ilmiklenen benliğimiz; yolumuzun üstüne çıkıveren küçücük sekmelerde kimi zaman dünyaya sırtını dönüverir. Önemli olan, sonu kıyametlere açılsa da vazgeçişlere direnme gücümüzü korumamız gerekir. Hem de sonuna dek. Gölgesinde durduğumuz her ağacın sureti gönlümüzde yeşermeli. Her ayrılış ya da her kovuluşla birlikte bir kez daha katlarız cebimizdeki hüznü. Ama bilmeliyiz ki, kâğıt parçaları bile, boyutu ne olursa olsun, yedi defadan fazla katlanamaz. Bu nedenle olmalı ki kendimize karşı acımasızca kapattığımız kapılarda gene kendi izlerimizi buluruz. Acımızı hiç kimse, bizim kadar yüzümüze vuramaz. Şairler “hiç kimsenin bir aşkı onaracak gücü yoktur” dese de yanmış yıkılmış her yürekte, mutlaka sevginin ve direncin palazlanacağı sağlam bir yer olmalıdır. Bu yer umudun korunağındadır. Umut, yıldızların yaşantımızdaki parmak izleridir. Artık bu bakış açısıyla yaşantımızı düzenlerken, kendimize yaklaştıkça dünyayla da aramızın açılmasına yol vermemeliyiz. Artık silkeleyelim ömrümüzün tozlarını. Hayata yakışan sesi aramaktan yılmayalım. Kendimizle dünya arasındaki sınırlarımızı genişletelim. Çünkü sınırları dar olan kendini sınırsız sanır. Yaşamın yüzü kadar tersini de görebilmemiz gerekir. Alışkanlıklarımızdan sıyrılsak da hiçbir zaman bunun suçluluğunu duymayalım. Yeni başlangıçlara yeni mevsimler yaratmalıyız. Bilincin ve direncin havzasına tohum düşürecek yeni mevsimler... Ve yararsızın kusursuzluğunu bozmak olmalı bundan sonraki aşamada işimiz. Her gecenin damarı mutlaka bir sabaha su sızdırır. Ezbere ilişkilerin çatlağından sızar şafağa. Suskun ve umarsız kalırsak bu ezbere ilişkiler hayatın damarını da çatlatabilecektir. Bunları aşmak istiyorsak önyargı molozlarını kaldırmalıyız ayaklarımızın altından ilk önce. Ve yaşadığımız ömrün salt bizim için değil herkes için bayram olmasına yollar açmalıyız.

A. Z. ÇAMUR


BU SAYININ SAVSÖZÜ Marksistler, sanatı açıklamaktan usandılar artık. “Yazıla yazıla suyu çıkan konu....” gibi sözlere rastlıyorum dergilerde. Oysa karşı taraf kendince bir şeyler yazıyor, çok kez söylenen şeylere hiç aldırmadan bir çok şeyi duymamazlıktan ya da anlamamazlıktan gelerek, aynı yavan, aynı bilim dışı şeyleri söyleyip duruyor. Her yazılarına cevap vermek, bir çok şeyi baştan anlatmak, incelemek gerek. “Suyu da çıksa”, yapmamız gerekir bunu. İşte son saçmalardan biri: Yazar ancak özgürce bağlanırsa bağlanması doğruolurmuş. Bu da başkası: Bağlanabilirmiş yazar, ama öyle partiye falan değil. Ortaçağda düşlere bakıldığı gibi bakıyorlar sanata. Başsız, sonsuz, toplumla ilintisiz, yasaları olmayan bir düş sanıyorlar sanatı. Düşlerin bile böyle olmadığı açık oysa. Sanatı her türlü yanılgıdan kurtarmak için, onu bilimsel bir şekilde ele almak, somut bir kavram olarak incelemek ve toplumdaki yerine oturtmak gerekir. Marksist sanat anlayışının özü budur. Sanatın toplumla ilintisini incelerken, ilk yapmamız gereken şey Marksizmin temel görüşünü, yani diyalektik görüşü sanata uygulamaktır. Sanatta bir dış diyalektik, bir de iç diyalektik vardır. Basitçe söylemek gerekirse, dış diyalektik sanatçıyla toplum arasında, iç diyalektik sanatçının kafasında oluşur. Bu iki diyalektik birbirinden ayrı değildir; aksine, birbirini etkikler, birbirine yol açarlar; içiçe girmişlerdir. Şeylerin bütünlüğü ya da dış diyalektik , sanatsal birikimin ilk adımıdır. Geçmiş bütün tarih ve bugünkü toplumsal durum oluşturur sanatçının bilincini. Sanatsal yaratımın kökü olan bilinç, bütün bu tarihsel, sosyolojik ve giderek son çözümlemede ekonomik ilişkilerin karmaşık bir yansımasıdır. Ne bu yansımaya bilinç adını vermek ve onu tinsel, anlaşılamayan bir varlık olarak görme0, ne de bilincin karşı etkisi olduğunu söylemek bu gerçeği değiştiremez. Bilincin şüphesiz karşı etkisi vardır, hele bu, sanatta çok daha yoğundur; ama diyalektik de bunu böylece belirtmeyi gerektirir zaten. Marksizmin bilinç anlayışını, mekânik maddecilikle karıştırmak ve bizim bilinci bir ses alma makinesi olarak gördüğümüzü söylemek en azından bir yanılsamadır. .... Görüldüğü gibi sanat diyalektiğin bütün yasalarına uyar. Bir bütünün parçasıdır: her şeyden etkilenir ve karşı etkide bulunur: havada değildir ayakları, toplumsal, ekonomik temellerin üstündedir; niceliksel birikimlerin niteliksel değişimlere yol açması yoğurduğu hamuru ortaya çıkarır; son olarak da, her şey gibi sürekli bir akış, sürekli bir değişim içindedir.

AYHAN GERÇEKER Türk Edebiyatı 1971 Seçkisi, De Yayınları


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

AŞK VE DEVRİM

Adnan DURMAZ

Kalbimde silah çatmış iki gerilla Bir gövdenin kaldırdığı iki yumruk Bunca yıllık ömrümde Aklımdan yüreğime sallanan şakül Ateş tarlalarında yalınayak Zemherilerde çıplak Aşk ve devrim Hayatın bütün kavgalarında Ayakta kalmamı sağlayan Büyük tajhammül Kimi zaman zulum zındanı dünyada karışır at izi it izine bir kuş şarkısından medet umarsın dostların vurulmuş dağ yamacında yer gök duvar kesilir önünde aşk ve devrim yenik zamanlarda iki çiçekti ellerimde yoldaşlar bıraktık düzenin uçurumlarında alnının şah damarı kırılmış günler geçirdik sırtımızda yağmurlu gök kentler ve aşklar bıraktık ardımızda


Sayfa

7

aranma ilanlarında adımız sürek avlarına çıkılmış eşkâlimize muhbir ulumaları vardır köşe başlarında yollarda çevirme vardır ve beynine çevrilmiş namlular böylesi zamanlarda aşk ve devrim iki bıçaktı yüreğimizde biz dedik ki yârimiz yoldaş olsun ömrümüze kavgaada ve sevdada aç bi ilaç günlerin kan çıbanlarını kanatalım birlikte kentler dışlayıp taşladıktan sonra sürü yorgun kanatlı göçmen turnalar gibi savurduktan sonra kasırgalar katarımızı yaramıza em ettik şaki türkülerinin meskeni dağlarımızı yalnız ve yaralı düştüğümüz patikalarda ne yar kalmıştı yanımızda ne de bir rüzgar nefesi saçlarımızda soğuktu ağustos ayazdı bahar yalnızca aşk ve devrim vardı kanımızda

ölüm kadar yakın ölüm kadar uzak belki yarın belki yıldızlara benzer belki yârin gözlerine doğmadan çok daha önceden başlaar sanki uzansan sistemin bütün zulumları avuçların ışıyacak bizde denenmiştir ve yarına hazırlar kendini ardımız sıra meydanlar dolusu ceset içimizde sabırla susan çorak özgürlük bayrağı yapmış yüreklerini sevgilim ve katledilmiş şarkılar bu alemden belki ben rüzgarda savrulan kanlı pankartlar sana dokunmadan giderim alçaklığın yedi kollu canavarı her yerde seni hiç tanımadan güzel atlarına binmiş güzel insanlar ama varsın bir yerlerde yüreğimizin doruklarında bilirim prometeden bedreddine kalbimde iki bıçak o en kutsal koru saklar ekllerim dolu çiçek aşk ve devrim ömrümde ömrümden daha gerçek

ADNAN DURMAZ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

NEHİRLER DENİZLERE SIĞMIYOR "eğer sermaye küreselleşmişse emek de küreselleşmek zorundadır" nehirlerin hasreti denizlerdir denizlerin hasreti nehirler yolları kesmiştir dağlar da çöller en kızgın kumlarıyla nehirleri birer birer yutmuştur yürü demiştir iki gözünde iki şimşek çakan yürü dumanında arıların uyuştuğu küllerini kovanların sam yeliyle savurmuştur bir of çekince dağları eriten yürü demiştir başındaki efkara yürü hangi dağın fırtınası o dağdan daha güçlüdür ibret al çöllerin yuttuğu nehirler denizden haberi olmayan damlaları denizin çöldeki kum kadar birbirinden habersiz kumdaki çöl kadar el ele bir dünyadan ibarettir yükün ey köle kurbanların boynu için cellatların bıçağını bileyleyen cenneti alanın dilencisi ibret al

ibret al

şehirlere sığmıyor açlık açlık eskimiş adetlere sığmıyor çöllerin tek tek avladığı nehirler denizlere ulaşmadan can veriyor ekmeğim kadar benden uzak emeğim kadar bana yakın her kum tanesinde bir göz yaşı iz bırakmadan kuruyor

ASIM

GÖNEN


Sayfa 9

KAZIK Çiçek açar mı bir gün yüreğimize kurşun gibi oturmuş acı Saçının her telinde zamanın yaralar dökmüş gün mühür vurulmuş ağzımıza Hiçbir zaman umduğumuz yanıtları bulamıyoruz sorulara 'Dün dündü , bugün bugündür ' felsefesi sağlam bir kazığa bağlanmış eşek gibi anırıyor SEÇENEK Bir kan denizinde rengini sınıyor gül İnsan ki talan edilmiş bir bahçede Nice yansa bülbül zaman o eski zaman değil Evet'le hayır arası bir gerginlikte Ey halkım 'hayır' de gül

FEYYAZ KADRİ GÜL


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

HOŞ BULDUK

Abuzer YALÇIN

“Çocuklar bugün kesinlikle verdiğim sözü tutacağım.” diye sözünü tamamladı genç öğretmen ve az önce ayrıldığı öğretmenler odasına geri döndü. Yaşlı ve artık idealizmden esinti bile kalmayan müdürün karşısına dikildi. Sesinde büyük a bir kararlılık vardı. Az önceki tartışma hiç olmamış gibi konuşmaya başladı. “Müdürüm, sizi anlıyorum bilgisayarlara zarar gelmesinden çekiniyorsunuz. Ancak sizde biliyorsunuz ki bu bilgisayarları ulaştırma bakanlığı okullara öğrenciler kullansın diye gönderdi.” Müdür yaslandığı sandalyeden cevap verdi: “Hocam, anlamak istemiyorsun herhalde, şimdi bilgisayarlardan birini senin sınıfına getirip kurarsak bozulunca ne yapacağız? Üstelik yarın öbür gün ilçe milli eğitim teknoloji sınıfı diye tutturursa ne yapacağım? Olmaz hocam. Bak yağmur da yağıyor zaten. Bilgisayarlar diğer binada biliyorsun.” Müdür kendince tartışmayı bitirmişti. Yasak olduğunu bilmesine rağmen her defasında yaptığı gibi sigarasını öğretmenler odasında içiyordu. Sözü bittiğinde sigarasını da söndürdü. Müdürün yüzünde sinir hâkimdi, öğretmende ise kararlılık… Öğretmen söze devam etmek istedi ama… Anadolu’nun şirin bir ilinin küçük bir ilçesine bağlı merkezi bir köyde taşıma merkezli bir okulda görevliydi öğretmen ve müdür. Okul iki ayrı binadan meydana geliyordu. Binalardan biri köyün ortasında diğeri ise köyün çıkışındaydı. İki bina arasında yaklaşık altı yüz metre vardı. Öğretmen ilk atama olarak altı ay önce gelmişti okula. Müdür ise öğretmenin - öğretmen


Sayfa 11 olan- babasından iki yaş daha büyüktü ve en az on beş yıldır bu okulda müdürdü. Aralarında tartışma konusu olan on adet bilgisayar iki ay önce okula ulaştırma bakanlığı tarafından hibe edilmişti. Ancak müdür bilgisayarların sınıflara dağıtılmasına müsaade etmemiş geldikleri gibi okulda boş olan sınıflardan birine istiflemişti. Korkuyordu bilgisayarların başına bir şey gelmesinden. Gerçi çoğu şeyden korkan bir müdürdü: her türlü evrak işinden, fazla mesaiden, etütten… vs Öğretmen ise bilgisayarların geldiği gün öğrencilerine söz vermişti:”Çocuklar en kısa zamanda bilgisayarlardan birini sınıfımıza kuracağız ve ilk gün size güzel bir belgesel seyrettireceğim.” İşte bugün okuldaki gerginliğin sebebi bu bilgisayarlardı. Müdür bilgisayarların kullanılmasından korkuyordu. Öğretmen ise verdiği sözü tutamamaktan… Öğretmen yeniden söze girdi: “Müdürüm, tüm mesuliyet bana ait. Bozulursa ben yaptırırım. Size söz.” “Hocam, seni anlamıyorum. Bugüne kadar bilgisayar mı vardı? Biz planlarımızı bile elimizle yazardık.” “Müdürüm, plan yazmak için istemiyorum. Ben söz verdim çocuklara belgesel a seyrettireceğim.” “Ne belgeseliymiş o? Başımıza iş çıkaracak anarşik şeyler falan olmasında.” “Hayır, müdürüm ne münasebet. Matematik ile ilgili. Hem siz bilgisayarı kurmama izin verin, buyurun gelin beraber seyredelim belgeseli. Üstelik bilgisayar sınıfta olursa daha çok test çözeriz böylece başarımızda artar. Geçen yılki gibi “öğrenciler merkezi sınavlarda başarısız oldular” diye soruşturma falan da geçirmeyiz.” Müdürün yüzüne bir yumuşama gelmişti. Geçen yıl sene sonunda mezun ortaokul öğrencilerinin girdiği sınavda bu okulun öğrencileri çok düşük puanlar aldıkları için bu sene dönem başında ilçe milli eğitim okuldan savunma istemişti. Öğretmenin geldiği ilk haftaya rastlayan o günlerde müdür çok telaş yapmış, okulun bahçesinde bir aşağı bir yukarı koşuşturmuştu. İşte o gün anlamıştı öğretmen bu müdür pekte öyle elini taşın altına sokacak bir adam değildi. “Peki, hocam yarın müsait zamanda kurarız bilgisayarı.” “Müdürüm, bugün!” “Hocam, ne inat adamsın yahu. Bu yağmurda o bilgisayar nasıl gelecek diğer binadan. Gelse kim kuracak?” “Ben. Ben gidip aracımla getireceğim. Kurulmasını da ben yapacağım. Zaten bilgisayarlar yazılımı hazır olarak geldi. Geriye bir tek getirip kabloları birbirine


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

bağlamak kalıyor. Onu da kim olsa yapar. Annem her temizlikte bizim masaüstü bilgisayarın tüm kablolarını söker de geri takar. Anlayacağınız basit müdürüm.” Müdür öğretmenin elinden kurtulamayacağını anlamıştı. Gerçi daha ilk gün öğrencilerle beraber öğle yemeğinde sıraya girip yemeğini alan bu öğretmenin başına dert olacağını bilmişti. Çünkü okulun tüm öğretmenleri öğretmenler odasına geçer ve yemeği öğrencilerden biri getirdi. Bu öğretmen eski köye yeni adet getirmişti. Daha o gün içten içe ‘nerden bulur, gönderirler bu antikaları’ diye söylenmişti. Müdür artık öğretmen ile ilgilenmemeye başladı. Sadece ağzından “Tamam hocam.” cümlesi döküldü. Bu sözün üzerine savaş kazanmış bahadır bir komutan edası ile odayı terk etti öğretmen. Sınıfa tekrar dönmedi. Nöbetçi öğrencilerden iri yarı ve adı Gaffar olan sekizinci sınıf öğrencisini de yanına alarak arabasına koştu. Gaffar ile beraber köyün içindeki binaya gittiler. Yağmur yağdığı için binanın girişine kadar arabayı yaklaştırdılar. Bilgisayarların istiflendiği eski lojmandan bozma -şimdilerde depo olan- binanın kapısından içeri girdiler. İşte artık bilgisayarlar ikisinin de karşısındaydı. Bir an öğretmen kendini sanki kırk haramilerin mağarasına giren Alia Baba gibi hissetti. Yüzünde tatlı bir gülümseme vardı. Döndü ve Gaffara seslendi: “Hadi koç, sen şu monitör ile klavyeyi kap bende kasasını ve diğer malzemelerini alayım. Kırk haramilerin reisi gelip bizi görmeden bu mağarayı terk edelim.” Gaffar öğretmenin söylediklerinden bir şey anlamamıştı ama yine de denileni yaptı. Gaffar önde öğretmen arkada yürüyüp depodan çıktılar. Öğretmen döndü kapıyı kilitledi ve biraz evvel ki tebessüm ile “kapan susam kapan!” diye bağırdı. Gaffar yine bir şey anlamamıştı. Hızlıca arabanın arka koltuğuna önce bilgisayarının kasasını sonra monitörü ardından da klavye ve diğer parçalarını yerleştirdiler. Yağmur orta şiddette yağmaya devam ediyordu. Ön koltuğa da ikisi kuruldu ve diğer binaya doğru yola çıktılar. Aslında iki bina arası çok uzak değildi. Ama işte yağmur yağıyordu ve bilgisayarın yaşarmasından korkmuşlardı. Okula geldiklerinde tüm sınıf onları bekliyordu. Herkeste bir heyecan vardı. Müdür de öğretmenler odasının kapısında elinde sigara ile karşıladı bu savaş kazanmış kahramanları. Sınıfın kapısından girdiklerinde bir alkış tufanı koptu. Tüm öğrencilerin gözlerinin içi parlıyordu. Öğretmen sınıfı susturdu.


Sayfa 13 “Çocuklar, çoğu gitti azı kaldı. Az daha sabredin. Bilgisayarı kuralım ardından belgeselimize bakacağız. Ayrıca dediğim gibi sadece bugün için değil. Yarından itibaren evde internetten testler indireceğim ve beraber burada çözeceğiz.” Aslında bilgisayar ekranından ne test çözülürdü ne de belgesel seyredilirdi. O iş için projeksiyon cihazı lazımdı ama yoktu. Bir hafta önce ilçe milli eğitime bir arkadaşı ile gitmiş ama şimdilik ilçede köy okullarına vermek için projeksiyon cihazı olmadığı cevabını almışlardı. Öğretmen projeksiyon bulamayışlarına hiç efkarlanmamış,“Projeksiyon olmazsa olmasın ne çıkar? Hem sınıf ardı önü on dört kişi. Herkes birbirine yakın oturursa ve bir de erkekler arkada kızlar önde iki sıra yaparsak bu engeli de aşarız.” demişti arkadaşına o gün ilçe milli eğitimden dönerken. İşte o gün gelip çatmıştı. Onca engeli aşmış derece ile bitirdiği okulundan, derece ile kazandığı kpss’den sonra yeni bir zafer daha kazanmış ve öğrencilerine verdiği sözü tutmuştu. Önceden anlaştıkları gibi sıraları ön tarafa doğru iyice yaklaştırdılar. Bu arada öğretmen ile Gaffar da kâh gülerek, kâh öğretmenin tatlı sert Gaffar’a çıkışmaları eşliğinde bilgisayarı kuruyorlardı. Bilgisayarın kurulumu sonunda bitti. Artık çalıştırma vaktiydi. Öğretmen a Gaffar’a fişi prize sokmasını söyledi. Ardından bilgisayarın kasasında bulunan aç/kapa tuşuna dokundu. Dokunması ile bilgisayardan homurtular yükselmeye başladı. Az sonra ekrana “Windows xp” yazısı geldi. Öğretmen artık rahatlamıştı. Dönüp öğrencilerine baktı. Tüm çocukların gözlerinde mutluluk okunuyordu. Birden garip bir olay yaşandı. Tüm sınıf hep bir ağızdan aynı kelimeleri tekrar ediyorlardı:”Hoş bulduk, hoş bulduk.” Öğretmen önce hiçbir anlam veremedi bu kelimelere. Az sonra çocukların neden böyle söylediğini anladı. Bilgisayar açılırken ekranda kocaman “hoş geldiniz” yazıyordu. İşte tüm çocuklar buna karşılık hep bir ağızdan “hoş bulduk, hoş bulduk” diye bilgisayara cevap veriyorlardı. Masaüstü diye tabir edilen ekran görüntüsü monitöre yansıdı. Artık her şey hazırdı. Öğretmen öğrencilerden sessiz olmalarını istedi. Sanki aya ilk adım atan astronot gibi önemli bir adım atıyormuşçasına yavaş yavaş hareket ediyordu. Elindeki taşınır belleği yuvasına taktı. Bilgisayarın ekranına gelen sayfadan belleği açtı. İşte belgesel ordaydı. Dosyayı bilgisayara kopyaladı. Her şey hazırdı. Çocuklara son uyarılarını yaptı. Bilgisayarın ekranında duran simgeye çift tıkladı. Video oynamaya başladı. Öğretmende kendisine ayrılan sandalyeye


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

kuruldu. Herkes çok mutluydu. Birden bilgisayarın ekranı karardı. Tüm sınıfta bir şok dalgası yayılmıştı. Elektrikler kesilmişti. Bu köyde sıklıkla olan bir durumdu. Elektrik gitti mi en az üç dört saat sonra gelirdi. Anlaşılan bugün seyretme şansları kalmamıştı. İçinden okkalı bir küfür sallayan öğretmen çocuklardan sessiz olmalarını istedi ve öğretmenler odasına geçti. Müdürahâlâ öğretmenler odasındaydı ve yine sigara içiyordu. Konu değişsin diye müdürden bir sigara istedi ve arkasına yaslanıp sigara eşliğinde müdür ile koyu bir sohbete daldı.

ABUZER YALÇIN KARİKATÜR: MUSTAFA ÖZGÜR


Sayfa

15

CANINI KİBRİT GİBİ ÇAKMAYANIN SEVDASI YALANDIR

Gece bir feryada dönüşebilir İltica duruşlu köpekler uyur sıcak taşlarda Çeşmelerden akan zaman Tiryakisi olunmayan göllere dökülür /Şimdi sına yalnızlığını dik duruşlu inadınla/ Bayraklarımıza kurşun sıkıyorlar Aşk ikliminde çatışmalar Sevdanı savun ey şair Onurun testi testi taşınma vaktidir Güneş batmak üzere Dünyanın herhangi bir hırçınlığına tırmanıyoruz Sırt çantamızda fırtına mataramızda boran Şimdi bir uçurumla buluşursam Şu sözler yalınayak koşacak ardından Tipiyle yüzleşecek benden kalan /Mesafeler nedir ki Ben seni sende gördüm Göğe mermi işlemez Ben sende seni öldüm/ El ele tutuşurken alev alev tutuşmayı biriktiren andır Ufku kendine benzeten bir zamandır Şiirler sık çatışır göğsünde O nedenle tüm kafiyeler kandır Hasrete yıldırım düşse sevdanın canı yanar Ölüm oy Canını kibrit gibi çakmayanın sevdası yalandır /Elim buz gibiydi elimi sende unuttum Senli ormanlarımın kozalağına tutundum/ Yutkun şimdi zemherinin zifirini ey şair Yutkun şimdi ne varsa yaşama dair Ve umut ki benzemez şıvgın kıran kırağıya Yüreğin çılgın bir inkar ve düşlerin daha mahir

BÜLENT AYDINEL


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

BİL Kİ BİTENİMDİR AŞK Yüreğim dalgalanmadan Kabarmadan Kayalıkta patlamaya hazır Bir telaşın zillerini takıştırmadan Çığırından çıkmış çığ Olup sürüklenmeden kapına Saçlarında gözlerim Okyanusla sonlanmadan Söylerse sevdiğini Bil ki bitenimdir aşk!

HASAN ÇAPİK


Sayfa 17

Y/alanım V/Arsa G/Özüm Çıksın ses söze evrilmemişti henüz yavandı, gönüle gitmeye zaman gerekti yol uzun, söz ham, gönül hanesi çoraktı hala harf aldı sesten, gönlün hanesin(d)e mekan kurdu mayalandı, pişti. kanatlandı insandan insana kondu söz ve sözdür yine sözü deryasına ulaştıran... çok uğradığı gönül durakları oldu çok duraklardan dillere kelime oldu çok kelimelerden yollara yolculuk eyledi harf aldı, harfi harfe bağladı yürek deldi şiire evrildi söz hangi gönüle merhaba dememişse şiir hangi gönüle didar olmamışsa ve hangi mekana girmemişse şiir orada karamsarlık virane mekandır (y)alanım (v)arsa (g)özüm çıksın çıksın valla varsa yalanım şiir çarpsın... ki, söz hangi gönül hanesinde dem tuttuysa o gönül sevgi gözü ile gördü her bir şeyi, aşka turab oldu ve sevgidir hep aşkı besleyen büyüten birbirini şiir diliyle anlayanlar sözü söz içinde sır eyleyenlerdir sözü söze katanlar, gönlün hanesinde mana büyütenlerdir (y)alanım (v)arsa (g)özüm çıksın çıksın valla varsa yalanım şiir çarpsın... biz ki sözden destur isteyip şiire omuz veriyoruz kelimelerle hasbıhal edip cümle oluyoruz gönüllere maya k/attıp a/dem oluyoruz, cümle k/aleme şiir oluyoruz ne kadar kem söz var ise, gönlün hanesinden kovuyoruz yoksa da yakası açılmadık küfürler savuruyoruz yeni söze alan açıyoruz, rahatlıyoruz (y)alanım (v)arsa (g)özüm çıksın çıksın valla varsa yalanım şiir çarpsın...

AKMAN GEDİK


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

FISILTILAR-2 Semahat ÜNAL

a RESİM: SEMAHAT ÜNAL

Karanlık bir gecede aydınlanan her pencere, bir hayatın varlığının işaretidir. Küçüklü büyüklü pencerelerden, gecenin karanlığına akan ışık kümeleri, bana ayrı öyküler anlatır. Bazen susar, pencerelerden akan ışık kümesinin de dilinin tutulduğu olur o yaşamları fısıldarken. Tanıklık ettiği yaşamların bazı anlarını anlatamaz.O andan itibaren, düş dünyam yardım eder ona.Devam ederim fısıltılarını bıraktığı yerden,anlatmaya,hiç itiraz ettiğini görmedim. Araya girer kimi vakit ,doğruyu bilen odur çünkü. Ben susarım. İnce dantel kupürlerle pekişmiş tül yığınının arasından rahatça süzülen, arkasında saklanan kalın saten perdenin engeliyle parlaklığını yitirmiş, pencereden süzülerek gecenin karanlığına sokulan loş ışık fısıldadı. "Dinle!" ***


Sayfa 19 " ...Elini ayağını çekmişti güneş. Açık havalarda Derbyshire tepeleri batan kızıl güneşle ışıl ışıl olurdu.Bayan Morel parıldayan gökten sıyrılıp, ardından hafif bir çiçek mavisi bırakarak batan güneşi seyrediyordu... Nadasa bırakılmış bölümün bir köşesinde bulunan bir kaç demet buğday başağı canlanıp ayağa kalktı sanki. Bayan Morel onların başlarını eğerek yol göstermeye çalıştıklarını hayal etti, belki de oğlu ileride Hazreti Yusuf'a benzeyecekti... " Gülümsedi Ela, okuduğu son cümleyi tamamladığında. "Annelerin düşleri olmadık anlarda oğullarına, kızlarına değiyor." "Bana biraz izin verir misiniz Bayan Morel?" Elindeki okuduğu kitabın kadın kahramanıyla vedalaştı, okuduğu son sayfaya ayıracını yerleştirdi, kapağını kapattı. Kitabın kapağındaki fotoğrafa takıldı gözleri. Ağaçların altında şık giyimli iki adam, dağınık bir yer sofrası, çıplak bir kadın figürü ve uzakta nehirde yıkanan, çıplak bir kadın figürü vardı. Kitabın iç sayfasını araladı, kapak resmi Eduard Manet' in kırda öğle yemeği tablosuydu. Kitabı salonun ortasında duran büyük sehpanın üzerine bıraktı, "Bakmam lazım, bu resimle ilgili bir kaynak olmalı kitaplığımda" diye düşündü. Kalktı, diğer odadaki kitaplığa yöneldi. Ela, çocukların odasından gelen gürültüyle yönünü değiştirdi, çocukların odasına yöneldi kapıyı araladı, kafasının üzerinden geçen abir karartıyla yere çöktü. Kavga ciddiydi, ikizler iyi kapışmışlardı. Hızla girdi kapıdan içeri. Selin, Arda’nın gitarını elinde havaya kaldırmış saçları darmadağın haykırıyor. "Bıktım senin tıngırtından, ders çalışamıyorum", " Anne!" Arda öfkeyle, "Benim dersim de bu!" Annesine dönerek, "Odalarımızın ayrılmasının zamanı gelmedi mi artık? Büyüdük anne, ilgi alanlarımız farklı, birbirimize tahammül etmek zorunda kalıyoruz." Arda, Selin’in elinden hışımla çekti gitarını, odadan çıktı, salona yöneldi. "Bıktım bunun ergen tavırlarından, sanatçı kaprislerinden! Başımda tın tın…" dedi Selin, yatağının üzerine kitaplarını fırlattı, çıktı odadan "Ben biraz dolaşacağım anne!" diyerek Çantasını aldı, hızla dış kapıya yöneldi. Ela, hızla Selin’in yanına yürüdü ”Kızım mutfağa geç, konuşalım." Selin: "Hayır, anne, çok bunaldım, hem Ezgiden ders notlarını alacaktım, onları alayım biraz kafam dağılır,"dedi ve kapıdan çıktı. Ela, salona baktı sonra dış kapıya yöneldi, kapıyı açtı, Selin henüz asansörü bekliyordu. "Kızım gelirken markete uğra yumurta ve kabartma tozu al, akşam ıslak kek yapacaktık seninle."


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

Selin, annesinin gözlerine baktı, onun, gerginliği azaltmak için, ustaca yöntemlerinden biriydi bu, konuyu başka tarafa çekmek. Annesinin gözlerindeki yorgunluğun fısıltısı, Selinin gözlerine değdi, Ela gülümsedi kızına, "Uzatma hadi, kardeşin okuldan gelmeden yapalım kekimizi, ona söz verdik." Selin asansörün kapısını araladı, "Tamam anne, geç kalmam gelirim birazdan". " Yarın da bu oda sorununu hallederiz seninle, oturma odasını iptal edeceğiz. Hafta sonu bir iki eşya da alırız.“ Selin asansörün kapısında avucunun içine bir öpücük kondurdu, o öpücüğü annesine fırlattı ve gitti. Ela kapıyı kapattı salona yöneldi,sonra duraksadı. Arda, gitarın perdelerinde parmaklarını usul usul değerken, diğer elinde pena gitarın tellerinde gezintisini sürdürüyordu. Ela, bir süre dinledi onu. Yorgunluğu dile geldi: "Bırak, biraz dinlesin kendisini…” İçerden gitarın tınısı da söze karıştı, "Onu bana bırak." Oturma odasındaki, tek kişilik eski koltuğun aşağıya sarkmış örtüsünü düzeltti, kitaplığa yöneldi. Vazgeçti sonra döndü koltuğa oturdu. Diğer üçlü koltukta, okuduğu romanın kapağındaki çıplak kadın belirdi.Bembeyaz teninin berraklığı,kirli dokunuşların hırpalanmışlığının altında belli ediyordu kendini. Beyaz soluk benzinde siyah kömür karası gözleriyle süzdü onu"Ben" dedi,ince dudakları kıvrıldı ve sustu. a lü yılların son çeyreğinin İngilteresinden Okuduğu kitabın sayfalarından akıp, 1800’ sıyrılıp gelen bir madencinin eşi Bayan Morel. Kömür madenlerinin kara ve puslu dünyasında mutsuz bir evlilik,çocuklarına adanan bir yaşam,kaybedilen bir evladın da acısıyla kavrulan yüreği suskun. Üç kadın, yorgunluklarıydı sohbet eden. *** Pencereler vardı, karanlıkta kulağıma fısıldayan. Yüzlerce fısıltı, yüzlerce yaşam hikâyesi. Bölük pörçük olmuş hayaller vardı o fısıltılarda. Pazarlıklar vardı olmadık şeyler üzerine. Aşk üzerine, bedenler üzerine, yaşamlar üzerine. Umut da vardı küçük loş ışıkların fısıldadığı. Küçük pencereleri olan bodrumlardan ürkek, solgun... Yasaklı sohbetlerin gün aydınlanıncaya kadar sürdüğü. Kaçırırdı fısıltılarını benden, ben bilirim kaygısını susarım sormam. Her günün aydınlığında sessizliğe bürünür fısıltılar açılır perdeler. Yaşam rutin seyrine dalar.

SEMAHAT ÜNAL


Sayfa 21

ÖLÜMÜ ERTELEMEK saklanır köşe bucak rengi rengimden ayrı insanı keder insanı varoş kırık kalbiyle kentler geceyi susup günü konuşan yalan değilse eğer kahrına ortağım inan

örer tümcesini susmak çağın soluğu dizeler anaç ozanlar dili kaybolur sıcaklığında tenin ölümü ertelemek kolay olsa iner köroğlu düze yıldızlar yerde gezer

suyu ayrı bir sancı ateşi ayrı "bir lokma bir hırka" döner ömrün çadırında devridaim çarkı

kuş tüyü göğsümüz uçar gurbeti bize öfke nöbeti kıyısında gecenin sesinde şiirin gölgesi hesapsız menzil bu dayanamaz ısrarına saklar güneşe ufku

hesap tutmadı deme sürüyor hala kavga yazılmadı alnımıza onursuzluk dayamadık sırtımızı terden gayrısına kıldan ince ne var ki herkesin sıratı sırtında yangını en yakın cehennem gül sızılı dal kırık kadınlar hüzne gebe çengi ağlaması değil ekmeğe atılan çığlık

sözün alnıma geçer aykırı değilse yazı bilime yakın mesafe aşk iksiri gizi besler kalemler susarsa rüzgar yanlış yerden eser

BEKİR KOÇAK


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

EY YOKSUL ÇOCUK.... ey yoksul çocuk .... bilir misin ? ''yangından kaçarken, doluya tutulan ''aşkların çağından geliyoruz kaçtığımız da yalan hani... yana yakıla, dolu dolu yaşanan aşkların, özlemin ve ayrılıkların yaktığı cehennemi ateşlerden gelen ruhlarımızın ten yanığı izleri saklı her yerimizde, dövme yapmayız bu yüzden tenimizin coğrafyasına ... ey hız tutkunu tavşan çocuk.. ellerimiz güzel'e dokunmak için yaratılmıştı bir gülün goncasında bulurdu hayat adını sevgilinin papatya suyuyla yıkanmış saçlarında gezinirdi ve eyüp sabri tuncerli yanaklarda izi kalırdı dudaklarımızın bağ bozum zamanlarında şaraba dönüşürdük mütemadiyen sart harabeleri çok harap değildi henüz ve paranın paralamadığı, lidyadan bihaber insan zamanlardaydık organik dokunuşlarımız inorganik acılarla tanışmamıştı henüz sencileyin...


ey gülüşünde mekanik cızırtılar taşıyan çocuk ... insan doyduğu topraklara kusar en çok ağulanan ömrünü ... biz aşka kanacak kadar çocuktuk hepsi bu ve hep mükerrer kandırılma isteği ve telaşında geçerdik üsküdarı yalınayak .. çekirdek ailelerin, çekirdek çitleyen kuşağıydık pencerede kırlangıçlar eltisiyle, görümcesiyle elişi yapan komşuluklarda unutulmuş çocuk uykularıydık üzeri örtülen... ey yüzünde yeryüzünün betonarme rengi saklı çocuk... tek ayak üstünde cezalandırılan raskolnikov zamanlarındaydık şimdi, güpegündüz güneşe ve aydınlığa inat en çok çocukluğumuzdan vuruyorlar bizi ve sizi... devlet çok sizli bizli, öldürüyor hepimizi... hepsi bu.... insan en çok çocuk öldüğü topraklara küser ve bir daha da barışmaz...

CEM EREN

Sayfa 23


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

KİMDİR BUNLAR yoktur boynu ve kırmıştır ezilip içine bükmekten… tabiata, ay yırtan mavilere ve devlete eğilmekten kamburdur… ve elleri suyu çekilen ağaç çatalı gibi durur dizlerinde, susturulmuş nehirlerin nabzı atar göv damarlarında… ve unutturulmuş isyanları vardır kimdir bunlar sır vermez, yoktur bakışı bin yıllık kuyularda su rengindedir düşleri sırrını bilse şairler bilir…

GALİP ÖZDEMİR


Sayfa 25

KATİL EKMEK, YİTİK ANNE VE ÇİÇEKLİ BASMALAR -2 Özlem KESKİN

a

Karadeniz’in unutulmuş köylerinden birinden al peştamal , yeşil naylon pabuçlu bir kadındı ninem. Hiçbir kadın dergisi hiçbir sayısında söz etmedi ondan . Ne tuhaf . Oysa tepeden tırnağa kadındı , tepeden tırnağa anne . Kaydı tutulmamış bir ömürdü onunkisi . Tarih atılmamış . Anlattıkları evvel zaman içindeydi . Yaşadıkları gayip. Acılarının faili meçhul . Çaputtan don dikilip giyilen , mısır koçanı yenilen günleri anımsıyordu; ilk gençliğine dair. Bundan dolayı hep sandığına sakladı; çiçekli basmaları, şeftali ve portakalları. Zaten öldüğünde sandığından bunların dışında bir tarihi geçmiş paraları çıktı bir de en küçük oğlunun gençlik fotoğrafı. O fotoğrafla anladım ki birini özlemiş ninem. Yumulup ağlamış bir fotoğrafın üstüne. Koklamış belki de. Yapmadıysa bile bütün bunları . zaman zaman bir fotoğrafa bakma ihtiyacı duymuş. Paralara hiç şaşırmadım. O paralar mutlaka bir sandığın derinine gömülmeliydi. Yaşım yettiğince anımsıyordum. Bedeli dişle, tırnakla, koll , bacakla ödenmişti onların. Köyden ilçeye göç ettikleri yıllarda bahçe işleri yaparak kazandığı paraları naylon bir sürahide biriktirirken tarihinin geçeceğini, değerini öylesine çabuk kaybedeceğini düşünememiş ninem.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı Kadındı ninem. Kına yakınırdı ellerine , saçlarına. Asiydi, hırçındı. Hırslıydı. Dehşet çalışkandı. Ufacık bir yüzü vardı. Minik mavi gözleri. Boğulurdum yüzünün derinine her baktığımda. Gözlerinin dibi uçurumdu. Sanki hiçbir sevgiyi duymayan, hiçbir sevgiye doymayan bir yüzü vardı. Seven, sevilen yanı hep sorgulandı onun. Sevmek çalışmaktı onun için. Sevmek kendini adamak. Sevmek; toprağını bırakıp göç ettiğin şehirde yeşil naylon pabuçlarınla gezinip, çocukların için bir ev yapmaktı. Onlar ait olsunlar, şehrin yabancısı kalmasınlar diye. Ve o şehre ineğini; üretken dostunu da sığdırmaktı sevmek. Ve sevmek; o inşaata ömründen gün, ineğinin memesinden süt akıtmaktı hiç gocunmadan. Sevmek emek – sermaye ilişkisini kavrayamadığın için kendi oğlun tarafından hırpalana hırpalana salt emek olmak, dimdik ayakta durmaktı. Sevmek; emeğin onurunu taşımaktı. Bence saçları hiç okşanmamıştı ninemin. İnşaatta çalıştığı günlerin gecesinde sıcacık sarmamıştı dedem onu, kara betona inat. Sarsaydı eğer beton çürütmezdi bedenini. a Bu denli sevilmeye aç bu denli hırçın olmazdı. Ninem boğazını yırtmasın diye ekmek, dağılıp gitmesin diye çocukları kendi düşmüştü de yollara yine değiştirememişti kara yazgıyı. Çocuklarının biri bir madende işçiydi; yerin onlarca kat altına iniyordu ekmeğin ardından. Biri dünyayı değiştirecekti; ayaklarını hiç bu dünyaya basmadan. Biri binip gitmişti o yıllarda umut yüklü kalkan “Almanya Treni “ ne. Bir tek babama tutunabilmişti. Dişiyle, tırnağıyla. Ancak ilerleyen yıllarda bu birliktelik ana – oğul ikisinin de canını çok yakacaktı. Sonra bir çocuk gömdü toprağa , gözlerimizin önünde. İlk göz ağrıs ; en büyük oğlu; kaydı gitti avuçlarından. Amcamı mukavva bir kutuda gönderdiler. Umut yüklü tren onsuz döndü Almanya’ dan. Biz bir ölüye ne denli ağlanabileceğini gördük. Bir ananın çocuğunu ne denli sevebileceğini. Ninemin nasıl yenildiğin . Gözlerinin mavisi aktı. Apak kaldı göz çukurlar . O seneden sonra ninem uçaklardan hep nefret etti; mukavva bir kutuda birinin oğlunu getirir diye. Dişi bir aslana döndü her uçak geçişinde. Oysa benim çocuk gözlerim hiç unutmadı amcamın bir kuytuda ninemi; halen bir köylü gibi giyindiği için; nasıl tartakladığını. Ninem hiç yaşanmamışçasına unutmuştu canının, yüreğinin nasıl yandığını. Oğlunun ardından ağladı, ağladı... Köylü gibi, şehirli gibi, hayvan gibi, insan gibi, kaç biçimde ağlamak varsa her biçimde ağladı.


Sayfa 27 Ninemin amcam tarafından tartaklandığı an halen hafızamda çok taze; ben o an yapabilseydim eğer, onu canımın taa içine saklardım. Yaşatmazdım o anı. Ben ninemin tırnak uçlarına kadar korktuğunu gördüm. Gördüm ve midemdeki bulantı geçmedi hâlâ. Amcamın ölümünden sonra bir faciadan arta kalmış gibi yaşadı tüm ömrünü. Ölümü sınadı defalarca bedeninde. Almıştı payına düşeni hayattan, kocasından, tüm çocuklarından. Önce kocası bırakmıştı onu. Yaralı bir kuş gibi sürünüp, ölüvermişti. Sanki her şeyi tek başına yaşasın diye bırakıvermişti. Ölmek, hep ölmek istedi. O ölmek istedikçe yaşadı hayalet bedeni. Çürüyerek yaşadı. Dökülerek yaşadı. Parça parça öldü ninem. Döküle döküle. Çürüye çürüye öldü. Dili yarık yarıktı ninemin. Hep hazırında olsun isterdi bir kese kağıdı dolusu akide şekeri. Onunla iyi olacağına inanırdı. Biz hiç merak etmedik ninemin akide şekerlerini. Eğer şimdi bir şey söyleme şansım olsaydı; derdim ki ona: “Biz senin yaralarından hiç tiksinmedik nine. Hiç kızmadık nefretine. Öylesine saygı duyduk ki dilindeki yarıklara, halen tatmadık akide şekerini .“ a Çırpınarak yaşadı ninem. Korkarak yaşadı. Telaşlı yaşadı. Oğlunun böbreğinden çıkan taşları saklayacak kadar anaydı. Bankada kocasından kalma üç aylığını beklerken kendi içine sinmek üzere çekingen bir köy kadını, cezaevi kapısında oğlunu görmek isterken; yırtıcı bir kuş, heybetli bir heykel, masal diyarından fırlamış bir dev gibiydi. Kimse ona dair hiçbir şey yazmadı. Tepeden tırnağa kadındı ninem; ardında çiçekli donları kaldı. Çünkü çiçekli donları kaygısız dikindiğinde artık yalnızca bir bacağı vardı. Şimdi kim verecek ninemin hesabını; onu hiç kimse yazmadı... Sanki ninem kanat germiş kartalımızdı. Ninemden sonra çırılçıplak kaldık biz hayatta. Acemi, beceriksiz. Ninemden sonra çok canımız yandı ama yine de yaşanıyordu. Çünkü biz ninemin tarihine tanıktık. O mahrem tablomuzdu ; kimseye açmadığımız, aramızdan hiç çıkarmadığımız. Annem; ninemin acemi çırağı; karanlık mutfağında hamur yoğururken her daim yıldızlardan kopmuş öylesine aydınlık kaldı.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı Biz büyüdük. Hafızamın çok derinlerine ittim ninemin tek bacakla babamın sırtında hastaneye giden görüntüsünü. Ne acı; ninemin en teslim, en yenik olduğu o an en sevilen yanıydı aslında. Belki bebekliğinden sonra ilk defa sımsıkı sarılmıştı babamın boynuna. Babam bir ömür yaşlandı bir anda. Benim gözümde ninem bahçede fasulyeleri sularken kaldı...

a

ÖZLEM KESKİN

KARİKATÜR: MUSTAFA ÖZGÜR


Sayfa

VAZGEÇİN Herkes istediğinden vazgeçsin Bu sorun çözülecek Biz fabrikalarda hak istemekten vazgeçelim Siz kanımızı emmekten vazgeçin Biz sevmekten vazgeçelim Siz nefretten vazgeçin Biz tertemiz bir dünyadan vazgeçelim Siz kirletmekten vazgeçin Biz doğrulardan vazgeçelim Siz yalandan vazgeçin Biz barıştan vazgeçelim Siz savaştan vazgeçin Olmuyor değil mi Gelmiyor işinize Ey emperyalizm Siz bizden vazgeçin Biz sizden vazgeçtik bile

SEMA LALE

29


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

KELİMELER kelimeler havada uçuşuyor biri bin parçaya bölünmüş kimisi çok keskin ,kimisi korkak.. kimisi yakıyor insanın ciğerini kimiside bıçak kınında havada uçuşuyor kelimeler kim oportunist,kim revizyonist. kimse toz kondurmuyor üzerine kılıç kınında kan, korkak hırçın ve masum boğazda toplanıyor, biri bin yara açıyor ciğerde gözler kör, kulaklar sağır olmuş korkudan cümle kurmaya basladıgımız da boğulacak kan deryasında o zaman "belki yarın daha güzel olacak "

BEKTAŞ ÇAĞDAŞ


Sayfa

EKSİK… anlamsız bakışlar çoğalıyor gözümde. masanın üstünde mum kendi halinde sallanıyor. bu kadar basit bitiyor gün, gece basitçe başlıyor. iki yudumda biten sevgi mi olur, herşeyden nem kapan göz mü, insan yoklukla sınanır mı, bu nasıl bir yaşam be dostum, yarım dudak gülme yarım dudak öpüşme mi olur yarım olur yarim, bilemem. bitenin ben olayım, üstüme çektiğim bir kaç kelime, o da ağır geldi, bir kaç harflik kelimeler hepsi, toplasan iki üç cümle eder, hepsi bir ömre bedel olur mu, hepsi yaşına ermeden belki silinip gidecekler, aynı cümle içinde yanyana gelir miyiz aynı karede göz göze bakarken patlar mı üstümüze flaş. yasak elmayı öpüp avucunada taşırsın şimdi, kokla ay kavruğu tenim serili çatıdan akan kar suyuna, iç bir hat üzre içinde med-cezir dönüşler yanar, sık kıvrımlarında siyah çoğalan eteğin rüzgar öper, sus sus, dinle, bir kadınlık hoyratında kanlı mendil mendilinde göz aynası durur kendi görüntüsü büyür de kayar kınsız yarına, yarın bir tehdit gibi işler yüreğe

HAYDAR DOĞAN

31


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

ŞEHİRDEKİ TİLKİ Mehmet GİRGİN

a

Hepiniz okumuşsunuzdur. Duymuşsunuzdur. Televizyonlarda izlemişsinizdir. Tilki şehre indi. Yıl iki bin on yedi. Aylardan Ocak. Üşüyoruz. Tilkiler de üşüyor. Doğanın ocağı yanmıyor. Sözü tilkiye verelim: Ben buraya gelmek zorunda kaldım. Şehre. Hani üzgün bir genç çatıya çıkar, kayalıklara tırmanır ya öyle bir şey. Bir gün baktım ormanım yok. Ormanım nerde dedim. Ses yok. Belki şehre götürmüşlerdir diye buralara kadar geldim. Şehirde de yok. Ey insanlar ormanımı ne yaptınız. Kış günü ağaçlarımı mı yaktınız. Şehir şıktı. Erkekler, kadınlar, çocuklar. Binalar, yollar, caddeler, sokaklar. Sanki insanlar bir şeylere yetişmek istiyorlar gibiydi. Bizim ormandaki arkadaşlar bile bu kadar telaş etmezlerdi. İnsanların yolda giderken ellerindeki şeyler neydi anlamadım. Bazen kulaklarına götürüyorlardı. Şehir çok gürültülüydü. Çok kötü


Sayfa 33 kokuyordu. Bizim ormandaki arkadaşların çıkardığı gazlardan kötüydü. Bu kadar kötü koku nereden çıktı anlamadım. Neyse acıkmıştım. Baktım yiyecek yok. Belki ormandan çok yiyecek vardı da saklamışlardı. Çöpleri karıştırdım, bir şeyler de buldum. Yedim. Susadım. Su yok. Sıkıştım. Tuvalet yok. Ama şehir çok şıktı. Bize göre değildi. Bunu anladım. Bunu bana sokakta karşılaştığım kedi de köpek de anlattı. Evet, buralardan gitmeliydim. Caddeye çıktım. İnsanlar şaşkındı. Hiç tilki görmemiş gibiydiler. Biz ormana gezmeye gelen insanlara bu kadar şaşırmazdık. Şehrin çıkışını bulmak zordu. Neyse bir bağ buldum. Bağ aralarında ilerledim. Nefes alır gibi aolmuştum. Yine asfalta çıktım. O da ne. Yolda ezilmiş bir köpek. Arabalar üzerinden geçtikçe yere yapışmış. Yollar da bize göre değildi. Anladım. Ve karşıya geçtim. Köye vardım. Köy şehre göre daha güzeldi. Ali dayının tavukları vardı. İyiydi. Dağa doğru çıktım. Ormana vardım. Orman harikaydı. Şehirdeki ağaçlar da neydi öyle. Asker gibiydi, hep hazır olda gibiydi. Burada herkes keyfine göre yaşıyordu. Tavşan buradaydı. Ayı burada. Sansar burada. Geyik burada. Şimşek burada. Sel burada. Ağaç kökleri burada. Porsuk burada. Keklik burada. Kaplumbağa burada. Doğaya bırakılmış köpekler burada. Köstebek burada. Keler burada. Tavşan burada. Hepsine şehri anlatacaktım. Şık şehri. Bizim olmayan şehri. Kirli şehri ve insanlarını. Ormanlarımızı çalan insanları. Ormanlarımızı çalmaya gelecek insanları. Ormanda direniş başlamalıydı.

MEHMET GİRGİN 8 OCAK 2017


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

TAN DURMUŞTU YASA Gecenin yorgun yarısı ve zaman tan yakasında Bir ağustos başıdır ateş yağdırır çelik kanatlılar Yanık yüzlü vadinin duldasına sığınan hanelere Güvercinler, genç yavrularla duvar yuvalarında.

Gece ve yıldızları kaygılıdır arşın, savaş uçaklarının zulmünden. Bir oyuncak bebek, başı pembe, beyaz gözlüklü Elleri yumruk, ayakları yumruca, koyu menekşe Ve oracıkta bir bakış, katlin boyu sıra donakalan İki canlı bir kadın, yanmış, kırım zehir güdümlü.

Köy ve obalarda çığlıklar yankısız boğulur, bombardımanlardan. Ölüm benizli yılgınlığı bilmez kıyıdaki ağaçlar İçinde ördek yüzer, korkusuzmuş Zergele Çayı Belki oraya doğru da birkaç gülle savrulmuştur Ve dışarıda ölüm kalım matemine viran binalar.

Yalnız toprak değil, bir tarih kuşatılmış, işgâlin kıyımından. Evet, temmuz yoldaşlık eder ağustosa oralarda, Bu iki ayın kendileri sıcak ve yakıcıdır ateş gibi Ama göklerden akkor gülleler fırlatılır aşağılara Ki dağı, taşı ve tüm varlığıyla bir ülke alazlarda.

Gün hem aydınlık hem karanlıktır, ve zorlu bir direnme yeridir alacakaranlık. Şafak her yerden önce yüce dağ başlarına doğar Yas tutmaz dağ zirvelerindeki mağrur sığınaklar Er veya geç, bir gün gelir, o ovalar da uyanacak İşte o zaman yargılanacak tüm katil ve zorbalar!

ABDULLAH

KARABAĞ


Sayfa 35

ÖZLEM Yaşamın bulutsuz yağmurları salar suyunu çeliğe, zamansız çakışır randevular ölümle el sıkışır can. Yorgun düşer nehirler, Denizler asılır duvarlarıma. Toprak sere serpe, ay deşer göğsümü vardiya sirenleri, kısa keser geceyi. Aydınlık bir türkü yükselir, gökyüzüne yazılan manifestodur isyan. Yıldızlar hazır kıt’a, yaldızlı sabahlara. İner, bir salkım gökyüzü, İner dağlarımdan avuçlarımdan akar kınında yoğrulmuş sokaklarıma...

NECİP TIRPAN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

ŞİİRİMİZDE DÜN VE BUGÜN TOPLUMSAL BAŞKALDIRILAR – 8 A. Ziya ÇAMUR

İSKÂN AYAKLANMALARI: a Akdeniz bölgesi ve Toroslarda yaşayan yörükler, uzun yıllar devlet tarafın çıbanbaşı olarak görülürler. Hatta bir keresinde onlardan çekinen Osmanlı, yörükleri gemilerle Kıbrıs’a sürer, dönmelerini de yasaklar. İskân ayaklanması, konargöçer Türkmen ve Kürt boylarının “iskân”a karşı başkaldırısıdır. Türkmenlerin ve Kürtlerin amacı ise, yazı Çukurova’nın sivrisisinek saçan bataklıklarında değil özgürlük kokan dağlarda, yaylalarda kışın da ovalarda yaşamlarına devam etmeleridir. Bu başkaldırıda dinsel tavır yoktur, Osmanlı’nın ekonomik emelleri vardır. İskânın nedeni olarak konargöçer Türkmen ve Kürtlerin soygunculuk yaptıkları, vergi vermedikleri ve Osmanlı’ya asker vermedikleri gibi nedenler sayılsa da İskânın nedenleri daha çok ekonomiktir ve olayın arkasında İngiliz parmağı vardır.


Sayfa 37 Bu ayaklanmayı ve nedenlerini araştırmacı Ahmet Z. Özdemir şöyle aktarır: 1895lerde Amerikan Kuzey-Güney iç savaşının güneydeki geniş topraklarda yapılan pamuk üretimini baltalaması İngiltere’deki dokuma fabrikalarını telaşa düşürür. İngilizler, pamuk üretimi yapılacak yeni yerler ararken Çukurova’yı keşfederler. Burada pamuk üretimi için Osmanlı’yı borçlarını karşılık olarak ikna ederler. Ancak gel gör ki, ovada pamuk üretimini yapacak insanlar yoktur. Çukurova baştan başa bataklıklarla kaplıdır, kemik delen sivrisinekleri ile ünlüdür. Ovada yaşayan insan sayısı çok azdır. Yine Osmanlı’nın borcuna karşılık konargöçer yaşayan Türkmen ve Kürt aşiretlerinin Çukurova’ya iskânını ve onlar tarafından ovada pamuk üretiminin yapılması için harekete geçilmesini isterler. Türkmenleri ve Kürtleri “iskân” etmek üzere Derviş Paşa komutasında Fırka-i İslahiye (ıslah eden, terbiye eden ordu) ordusu önce Kozanoğlu üzerine yürür. Daha sonra diğer Türk ve Kürt aşiretleri üzerine de yürür Derviş Paşa. Birleşemeyen aşiretleri dağıtması kolay olur. Aşiret önderlerini sürgüne gönderir, aşiret halkını ise Çukurova’da zorunlu ikamete tabi tutarlarlar. Türkmenler Çukurova’ya, Kürtler, Maraş ile Antakya’daki Amik Ovası arasındaki bataklık bölgeye iskân edilirler.

a

Dağlarda kalan Türkmenleri iyice düze indirebilmek için Rus zulmünden kaçan, Osmanlı’ya sığınan Çerkezler, yörüklerin dağlarına yerleştirilir. Çerkezlerle Türkmen aşiretleri yıllar boyu didişir durur. Benim öğretmenliğim sırasında tanık olduğum ve yörük ve çerkezlerin ortak yaşamak zorunda bırakıldığı Gaziantep, Nurdağ Nogaylar köyünde 100 metre arayla iki cami vardır. Yörüklerle Çerkezlerin camileri bile ayrıdır. Dadaloğlu, İskân ayaklanmasında Kozanoğlu ve diğer Türkmen beylerinin ajitatörlüğünü yapar, halkı başkaldırıya çağırır: Belimizde kılıcımız Kirmani, Taşı deler mızrağımın temreni. Hakkımızda devlet etmiş fermanı, Ferman padişahın,dağlar bizimdir. Dadaloğlu'm birgün kavga kurulur, Öter tüfek davlumbazlar vurulur. Nice koçyiğitler yere serilir, Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

Savaştan sonra da Avşarların durumunu şöyle dile getirir: Ilgıt ılgıt bir yel esti Urumdan Duydum perişandır hali Avşarın Gam kasavet kalkmaz oldu serimden Döndü gurbet ile yolu Avşarın Gitti geldi baharları yazları Avlattılar şahinleri bazları İskan etti gelinleri kızları Duydum karsalanmış gülü Avşarın Dadaloğlu bu iş bize güç oldu Osmanlıdan altınımız tunç oldu Gözü kanlı yiğitlerim nic'oldu Ermedi çakmağa eli Avşarın Tüm kırımlara, sürgünlere karşı Dadaloğlu’nun başı da şiiri de diktir. a Üzerine ordu gönderen Osmanlı’ya Yenilmişliğin altında bir eziklik yoktur. seslenir: Aşağıdan iskân evi gelince Sararıp da gül benzimiz solunca Malım mülküm seyfi gözlüm kalınca Kaypak Osmanlılar size aman mı Aşağıda akça çığın ötünce Katar başı mayaların sökünce Şah’tan ferman Türkmen ili göçünce Daha da hey Osmanlı’ya aman mı Dadaloğlu’m sevdası var başında Gündüz hayalimde gece düşümde Alışkan tüfekle dağlar başında Azrailden başkasına koman mı. İskânın getirdiği tüm olumsuzluklara karşın Avşar’ın ve Dadaloğlu’nun umudu asla bitmeyecektir. Dadaloğlu bunu en gür sesiyle haykırır:


Sayfa 39 İp kalmadı salıncağa takacak İt kalmadı binboğa’ya çıkacak İskân mıdır başımıza kakacak Arkasından yetişiyor sağları Âşık Dadaloğlu doğruyu sever Her zaman koyağa mazı mı yağar Adamın aslanı Avşar’dan doğar Yine yapar al çarpılı evleri Gelin bu ayaklanmaların izlerini yörük bir şair olan Muhammet Güzel’in “Özgürlüğe Yörüktük” kitabından alıntılarla sürdürelim: sökülüp zorla yörükler zor ile yerleştirildikleri yaylalardan katılıp asi denetimsiz akrabalarına köleleştirip nergiz gülüşünü a turaç ötüşünü sabaha koşup kekik kokusunu keklik sesini çukurovada pamuk insan bedava arap atlar yakın düşer süvarisine sırtı boz yamçılı bir isyan özgürlük üstüne dadaloğlu yanlış, yanlış özgürlük/de neden tutuşurum yıldızlara yakın türen ateşlerde süzüp vergiyi kandan savurdukça savurdu saray ve borçlandı yedi düvele


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

osmanlı borçlu ingiliz’e, delindi pamuklu donu yaralandı ingiliz emperyalizmi acıyınca amerika’da narin yerleri köleciliğin pamuk pahalandı kızılderilileri kendi dünyalarında kıyımlara salan yeni dünya adına / yangınlara saldı osmanoğlu’nu toroslu kızılderililer üstüne Günümüze de imgeler koyar Muhammet Güzel: kimi devletlendik boyun eğer istedi bizi dağdan indik, boynumuzda hep aynı boyun bağı ucunda kütük a adımız bedreddin haydar deniz erdal Kıyımdan sonra Türkmenlerin ruh hâlini şöyle anlatır Muhammed Güzel: tanrıya sunulu yüreklerimiz yetmedi arab’a da tutsak dilediler bizi direndik zortlamalarla boğazlarla türkü söyler gibi ağladık duyulmadı anlatamadık yok edilişimizi adımızı sakladık sövgülerle sayıldı soyumuz


Sayfa 41 eşkiyalığımız yazıldı, barbarlığımuz utandık anılmadı özgürlük tutklumuz kaldırın şu beşliyi direkten şakımasın keklikler süzülmesin turaç gözün aydın osmanlı bulaşığı Muhammed Güzel, bugünkü yörük torunlarının Osmanlı hayranlığını da şöyle eleştirir: “şalvarı şaltak osmanlı” her dedemin gömütü bir başka dağın bilinmezinde “eğeri kaltak osmanlı” her çarığım bir yamaçta eski “ekende yok, biçende yok” a her yaşım bir başka çalının dikeninde “yemede ortak osmanlı” her damlası kanımın bir başka asalağın karnında sarayda saltanat haremde hamamoğlanları sızdın bugüne bile de toroslar’da kırdığın yörük canların torunları bugün sana hayran osmanlı tanıktır tuz bedeli sürgünler bit ilacı ölümleri ebiçte vurulmuş bebe kanları eğrelti kardeşliğine osmanı’nın Bu uzun şiirinin sonunu şöyle bağlar Muhammed Güzel:


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

sığmaz sürüler artık sınırlara yedi direkli çadırlar da kurmak istemiyoruz harımına kimsenin biz düşlerimizi yaşadık bozkırlarında anadolu’nun teslim etmedik ölümlere özgürlüğe yörüktük O günlerden bugünlere, dinleyenlerin bağrını yakan Dedemoğlu’nun iskân yakımı kalır. Çıktık Horasan’dan eyledik sökün Düşürdüler bizi tozlu yollara Omuzda parlıyor uzun şilfeler Aşırdılar bizi karlı dağlara. Gâhi konduk, gâhi göçtük yollardan Bilip bilmediğimiz garip illerden Kerbelâ yolundan şu düş çöllerdena Düşürdüler bizi gurbet ellere. Bölük bölük oldu, yüklendi göçler Atlandı ihtiyarlar, yayandı gençler Başımıza geldi gördüğüm düşler Bizden sonra bir nam kalmış dillere. Dedemoğlu söyler aşkın bağından Aşırdılar bizi Yozgat dağından Anadolu Sıvas şehri sağından Düşürdüler bizi şu düz çöllere. Devam edecek....

ALİ ZİYA ÇAMUR


Sayfa 43

ADALAR KADAR Uzak kaç kilometredir kaç ton yük bindirir üstüne hasret kaç metrede bir? Tutuşmuş gün duman olmuş gece çöreklenmiş kül kaç desibel suskunluğa tekabül avaz avaz kaç ayaz boyu Kaç adalıya bölünmüş dünya kaç adalıya yar aşk düşe başımıza hay adalar kadar

MUAMMER ERTURAN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

ADINI SEN KOY bunca hengamenin içinde gelişi sanki gecikmişti yalnız bir ezgiydi duyduğu kaç yılların özlemiydi beklediği siyah hüzünler çağlardı denizler rüzgar buruk eserdi yangın gecelerde düştükçe toz zerreciği dünyaya sere serpe maviler ağlardı vurulan düşlerde binalar üstüne üstüne gelirdi viran şehirler geçerdi içinden sen geldiğinde yıkılırdı yalnızlığın kaleleri batmış ufuklarda kaç zamanın arananı kim bilir nerde yitik bir düştüm/sensizliğimde hep içime düşer güzler üşüdüm yazda bile aradığım sen çıka geldin ayaz düşümlerinde bir ses var uzaktan en yakınıma gelen bir ses var senlerden ruhuma eş düşen içtim seni sensizliklerde özlemin dili sabırsız yüreğimde şimdi seninle bir deli rüzgar eser mavilerde susma, boynun bükme öyle seni söyler yazdığım şiirler seni duyar yüreğim yitiklerimde gözlerim seninle güler sevinci sen çağlatırsın yüzümde bil ki ben hep sendeyim yüreğin yüreğimde sevdiğim Bitmedi....

VEDAT KOPARAN


Sayfa 45

Ah Sevgilim, Aşkım Benim! 14 Şubat’ta Nerelere Gidelim?

Vildan SEVİL

Sevgilim! Aklımdan, yüreğimden çıkmadığını biliyorsun. Ben de biliyorum aklının yüreğinin derinliğindeki yerimi. Şükürler olsun, yetmişlere merdiven dayandığımız şu zamanlarda bizden bu aşkı esirgemeyen yüce Rabbime. Şimdi ben ne yapayım? Olmayan paracıklarımla sana neler alayım? Litresi 5,5 TL’ye vuran benzinle seni arabama atıp nerelere gidelim? Kredi çekip bir sürpriz hazırlasam aşkımız adaha büyür mü diye aklıma gelmiyor değil hani ama kızarsın biliyorum. Bilirim sürprizin büyüğü senden gelecektir. Denizde kum sende para… Esirgemezsin biliyorum. Ne ki aşkım öyle görkemli ki günlerdir heyecandan gecem gündüzüme karıştı, kabıma sığamıyor, düşünmeden yapamıyorum. Biliyorsun meraklı mı meraklı biriyimdir. Buna karşın “Bu büyük gün nereden çıkmış da beni böyle heyecana gark ediyor?” bu yaşta diye araştırmak ancak aklıma geldi. Demek ki bu yaşıma kadar böyle bir aşk yaşamamış, bu mutlu günün kökenini merak etmemişim. Ortalıkta bin bir tehlike kol gezerken, ülkemiz elden giderken, şehit yavrularımızın tabutları dizi dizi baba evlerine uğurlanırken bana bunları birkaç günlüğüne olsa da unutturan, şu dünyada kalan az zamanımda bu aşkı tattıran Rabbime tekrar bin şükür. ………………………………. Sevgililer Günü’nün kökenine dair söylenceler pek çok bir taneciğim. Çok çok eski tarihlerden bu yana, Şubat ayı bahara, berekete hazırlık ayıdır. Sümerler’de adı sonradan Temmuz’a dönüşecek ve Nevruz’un kökeni olacak Dimuzu, Şubat’ta filizlenen ağaçlarda gizlenir, bereketi temsil ederdi. Sümerler’in en önemli tanrıçası İnanna Dimuzu ile evlenir. (Muazzez İlmiye


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

Çığ’dan öğrendiklerime de dayanarak ben Sevgililer Günü’nün kökenini kendi yorumumla bu kadar geriye çektim. Muazzez Hoca’ya özür borçluyum.) Diğer söylencelerden birisi, Antik Yunan’da Zeus ile Hera’nın Gamelyon adı verilen Ocak-Şubat döneminde evlendiğini söylüyor, bu dönem evliliğin kutsanmasına adanıyor. Bilen bilir, Akad, Sümer mitolojisi, ardından gelen tüm mitolojilere, dinlere kaynak olmuştur. 15 Şubat, Yunan Mitolojisinin ad değiştirerek neredeyse kopyası olan Roma Mitolojisinde, bereket tanrısı Lupercus’a adanmıştı. Rahipler keçi kurban ederler, şarap eşliğinde etler yenir, derisini ellerine alıp sokaklarda dolaşırlardı. Genç kızlar da doğurganlıklarını korumak, arttırmak için koşturup bu deriye dokunurlardı. Bir gün önce 14 Şubat’ta ise bu kutsal güne ön hazırlık yapılır, bekâr kız ve erkeklerin adlarının yazıldığı kâğıtlarla kuralar çekilir, çiftler belirlenir, kutsal birliktelikler oluşturuldu. Bayram günü ise sıra, kurban derisine dokunarak doğurganlığın, üremenin arttırılmasına yönelik ritüellere gelirdi. Tek Tanrılı ikinci din Hristiyanlık yayıldıkça zavallı antik tanrıların da ömrü bitmişti. Artık baba-oğul-kutsal ruh vardı. Ama antik kalıtı tümüyle yok etmek mümkün mü? Nasıl Dimuzu-Temmuz-Nevruz olup da bugünlere geldiyse Lucertus’un bayramı da yüzyıllarca yaşadı. a yasakladı. Lucertus iyice toplumsal M.S. 469’da papa, Lucertus’un bayramını belleğin mezarlığına gömüldü sanıldı, yerine yalnızca kura çekilişini bıraktı Papa. Kurada da Azizlerin isimleri yazılıydı. Anaerkilden ataerkilliğe, eş zamanlı olarak da sınıfsız toplumdan sınıflı topluma, giderek sömürücülerin yönettiği, tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışıyla kadın, toplum dışına itilmeye çoktan başlamıştı. Papa, çekilişi yalnızca erkeklerin yapmasına izin vererek ne amaçlamıştı? Hristiyan teolojisinde o tarihe kadar Samiriyeli Fotin, Mısırlı Maria gibi az sayıda azizeye rastlansa da kuraya onların adlarının yazılmaması kadının dışlanmasına, erkeğin yüceltilmesine, iki cinsi ayırarak o güne değin arkaik bir kalıt olarak doğadan kopmamış, aşkın daha saf halinin dışlanmasına yönelik sayılamaz mı? Bunları ve kurada mecburen aziz adı çeken erkekler o Azizlerden ne umuyorlardı, bilmiyorum. Toplumsal bellek durur mu? 14. Yüzyıla gelindiğinde başka bir söylence yavaş yavaş olgunlaşıp yaygınlaşmıştı. 14 Şubat tarihi de Hristiyanlığın yayılış döneminde, inancından ötürü katledilen Aziz Valentine Günü oldu. Romalılar döneminde Valentine, zindanlara atılmış, işkencelerden geçmiş, öldürüleceğini anlamış; gardiyanının kız kardeşinin eline "Valentine'ninden" yazan bir aşk notu tutuşturmuştu. Meğer tutsaklığında ona aşık olmuş Valentine. ®Aşk bu! Azizdi, azizeydi dinler mi? Aşk geri dönüyordu işte. Toplum onu çağırı-


Sayfa 47 Yordu İnananlarına cennette huri, gılman vaat etmeyen Hristiyanlık, Ortaçağ boyunca kadınları aşağıladı, “Cadı” dedi yaktı. Kadınların bekâret hakkını kocaya değil, emrinde çalıştıkları feodal beylere sundu. Ardından gelen İslamiyet de süreç içinde kadınları itip kakmaya, örtmeye, eve kapamaya devam etti, kadına itaati, itaat etmezse zulmü reva gördü. Recm denilen geleneği icat edip kuma gömerek taşlamaya kadar vardırdı işi. Günümüzde ise cennetteki hurileri, gılmanları da aşmadık mı? Kadını, eşi geçtik. Cenneti de bekleyemez olduk. Yurtlarda, vakıflarda, Kuran Kurslarında kız oğlan demeden sübyanın, kendi evladının cinselliğini yeryüzü nimetlerinden saymaya başlamadık mı? Söylenceler bitmiyor sevgilim. Daha çok var. Tarihsel akışta aralarında bağ kurabildiğim söylencelerdir bu aktardıklarım. ………………………… 1800’lerden günümüze 14 Şubat… Kapitalizm doğdu, gelişiyor. Bunalımlara giriyor çıkıyor, diriliyor, sömürüyor, semiriyor… Sömürüp semirdikçe güçleniyor ama temel dürtüsü KÂR. Plansız programsız, açlık yoksulluk pahasına KÂR…Tükettir, KÂR et… Tükettir KÂR et… a tüket; KÂR et… Silah tüket, insan öldür, çocuk bebek öldür, Doğayı katlet, KÂR et… Bunaldıkça vahşileş, vahşileştikçe korkut, sustur; KÂR et… Sıkıştıkça, bunaldıkça ahlakı parçala un ufak et, din ile yoğur, beyinlerin yeni gıdası olarak piyasaya sür. Beyinlerle penisler yer değiştirsin. Kadın, çocuk, bebek, demeden öyle bir şehvetle yoğur ki erkekler ve kimi kadınlar, Allah’ın emri olduğuna inandırsınlar kendilerini. Başka bir şey düşünemez, soramaz, sorgulayamaz olmaları için ticarete it onları. Kadının, çocuk ruhunun, bedeninin ticaretini yap, tüket, tüket, tüket… KÂR et. KÂR et. KÂR et. Dünyanın dört bir yanında birikmiş sermayenle, ortaklıkların ve ortaklarınla destekle onları. Kazın geleceği yerden tavuğu esirgemezsin elbette. Önüne çıkıp da “HÖT” diyenin, # HAYIR diyenin canına oku. Senin adın KAPİTALİZM. Ne doğayla ilişkisini koparmamış İnanna’yla Temmuz ne de Lucertus’sun sen. Senin adın Kapitalizm. Teknolojinle, biliminle, görünür görünmez parasal gücünle yeraltında sinsice yaşayıp yeryüzünde kuklalar oynatan, beyinlerle oynayan zamane HAYALİ’sisin sen. Şimdi git, ferman eyle insanlara: Aşk dediğin artık paradır, KÂRdır. Aşkın ispatı bol bol para harcamaktır.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı Git!... Cicili bicili vitrinlerden armağanlar seç! Otellerden otel beğen! Gez toz eğlen! TÜKET… TÜKET… TÜKET… ……………………………………………….. Ah Sevgilim, aşkım benim! Haydi koş gel! 14 Şubat’ta Nerelere Gidelim? Tek taşı almıştın, üç taşı almıştın. Kasa kasa mücevherleri koyacak yer kalmadı. Gidip görmediğimiz, tıka basa doymadığımız, vurup çalıp oynamadığımız yer de kalmadı. Gel sevgilim gel! Yok edilmeden şu çamlı dağlar, alıp başımızı varalım yamaçlarına… Yok edilmeden şu altın kumsal, sarılıp yürüyelim poyraz saçlarımızı birbirine dolarken. Çakıllardan beş tane renkli taş almayı da unutma sakın. Akşam olunca beş taş oynarız evimizde. Ne Dersin? Hani şairler şairi Nazım Hikmet’i onun dilinden yadederken. Tastamam öyle işte sevgilim. Üstümüze üstümüze yaklaşan alevlere #HAYIR derken, sokaklarımıza yürüyen kan seline #HAYIR derken yani. a gülüm” Yani Nazım gibi. Yani “Henüz vakit varken “HENÜZ VAKİT VARKEN GÜLÜM Henüz vakit varken, gülüm Paris yanıp yıkılmadan, henüz vakit varken, gülüm, yüreğim dalındayken henüz, ben bir gece, şu Mayıs gecelerinden biri Volter rıhtımında dayayıp seni duvara öpmeliyim ağzından sonra dönüp yüzümüzü Notrdam'a çiçeğini seyretmeliyiz onun, birden bana sarılmalısın, gülüm, korkudan, hayretten, sevinçten ve de sessiz sessiz ağlamalısın, yıldızlar da çiselemeli, incecikten bir yağmurla karışarak. Henüz vakit varken, gülüm, Paris yanıp yıkılmadan, henüz vakit varken, gülüm, yüreğim dalındayken henüz, …………” 12.02.2017

VİLDAN SEVİL


Sayfa

49

YİNG VE YANG TANGOSU Hey Ying Bu Yang ‘ını bırakıp burada Nereye gidiyorsun Ortalık toz duman / susadığında İçeceğin bir damla su Ölümlerden ölüm beğenebilir anında Sakın da kanma El’ve’dasız kaybolamazsın bu kaosta Kaltakça sarmalanmış hayatların Ipıssız kumsalında Akıp yüreğinden şu bükülmüş evrenin Mafyalar ele geçirdi her şayi Bütün demokrasiler yalan Adaletler maskarası büyük talanın/ Robotik düşmanımız mı? Yapay zekalara tercih mi ettiler Modern kölelerini Hey Ying Bu Yang ‘ını bırakıp burada Nereye gidiyorsun Seviştiğimiz anlar çıkmıyor aklımdan Beni aşksız bırakırsan şimdi Nasıl savaşırım içimizdeki bu hainlerle Bütün zamanların arşında yoksa bir tek tebessümün Kim için kurtarayım yanan bu dünyayı Gitme kal Bir daha asla geç kalmam randevularımıza Yetmez mi bunca parçalanış hal ve ayrılık Bir bütünüz biz / evreler ötesi ikiz Ruhumuzun melodisini yay bütün frekenslarda Karabasanlarda kaybolanlar da uyansın uykusundan Kırarak zindanlarında Spartaküs gibi zincirlerini Ve güneş doğarken mutluluk kamaştırsın gözbebeklerimizi!

YAŞAR DOĞAN / LOLAN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

MAVİ KÜREDEKİ ÖZGÜR CANLAR |İlkbahar geldiğinde adımlarını dikkatle, yavaşçacık ve hafifçe atacaksın, toprak ana doğuruyor çünkü...| [Bir Kızılderili Darb-ı Mesel`i] Dünyanın dönüşüne ateşler savurur gönüller Mavi yer küremiz içimizdeki duygularla döner Savrulan havaya tek bir şey varsa o da özgürlüğümüz Sevme ve sevilme özgürlüğümüzün gezegen dönüşüdür... Özgürlüğümüzle kalktığımız hayata Aynı özgürlükle yatmasını bilen gönüller İşte onlar bizimdir, o güzel canlar hiç yitmezler Yeniden doğup yeniden doğurmaların içindedirler... Özgür canları sevmenin bir tek bedeli vardır Özgür canla uyanmak her sabah yeniden...

HALDUN HAKMAN


Sayfa 51

Sessiz Sedasız Giden Devrimci Usta Aydın AYDEMİR AZİZ KEMAL HIZIROĞLU Elektronik postayla gelen bir mesajla şaşırmış, susmuş, çok üzülmüş ve içimdeki onur kalelerinden birini daha düşürmüştüm. Mesajın ekinde gönderilen habere göre, toplumcu ve toplumsalcı tavrını ömrü boyunca ödünsüz sürdüren araştırmacı yazar ve aydınlık öğretmen Aydın Aydemir 23 Mayıs 2008 günü intihar ederek insan ve a doğasever yaşamına son vermişti. Mesajın ekinde gönderilen ‘25 Mayıs 2008, 00.20, Pazar’ tarih ve ‘cnnturk’ çıkışlı bu haber özetle şöyleydi:

“Yazar Aydın Aydemir’in, Aydın’ın Didim İlçesi’ndeki evinde başına dayadığı av tüfeğini ateşleyerek canına kıydığı iddia edildi. Olay, Didim Mavişehir Tepeönü Sitesi’nde dün saat 16.00 sıralarında meydana geldi. Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın kurucularından yazar Aydın Aydemir, eşi Neriman ve kızı Sezin Aydemir’le birlikte televizyon seyrederken, çalışma odasına gideceğini söyleyerek yanlarından ayrıldı. Bir süre sonra çalışma odasından bir el silah sesi geldi. Bu ses üzerine çalışma odasına giden Neriman ve Sezin Aydemir, Aydın Aydemir’i kanlar içinde yerde yatarken buldu. Aydemir’in cenazesi, polisin olay yerinde yaptığı incelemenin ardından Didim Devlet Hastanesi morguna kaldırıldı. Neriman Aydemir, eşinin intihar etmesini gerektirecek, bilinen hiçbir sorunu olmadığını ve neden böyle bir şey yaptığına anlam veremediklerini söyledi.” Ünlü ve popüler bir yazar olma kaygısını yaşamının hiçbir döneminde taşımamış olan Aydın Aydemir’in gazete, dergi, antoloji ve ansiklopedi türünden kaynaklarda aranması sırasında, fazla bir bilgiyle karşılaşılmayacağını önceden biliyordum. İnsan-


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı cıl Dergisi’nin Ekim 1995 sayısında Yılmaz Elmas’ın kendisiyle yaptığı bir söyleşi, Cumhuriyet Kitap Eki’nde (27.01.2000) Türay Köse’nin “Nazım’ın Çevresinden Dost Manzaraları” adlı yazısı, TBE Ansiklopedisi (c.1, 2001), İhsan Işık’ın hazırladığı Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (c.2, 2006), Güngör Gençay’ın 29.05.2008 tarihli Evrensel Gazetesi’nde görünen “Yolunu Doğaya Yönelten Dost: Aydın Aydemir) adlı yazısı, H.Hüseyin Yalvaç’ın 29.05.2008’de kaleme aldığı ve Berfin Bahar’ın Haziran 2008 sayısında yayımlanan “Aydın Aydemir’in Aydınlığı” adlı yazı ve ölümü üzerine yazılmış üç beş gazete haberi… İşte hepsi bu kadardı. Nicelik yerine nitelik arayan insanlar için ‘azlık’ elbette sorun değil, ama kâh yaşarken kâh ölümünden sonra Aydemir’e ve yapıtlarına bu denli ilgisiz kalabilmek özel bir beceri gerektiriyormuş gibi geliyor insana!... Araştırmacı yazar Aydın Aydemir; 20 Mart 1932, Ankara / Beypazarı’na bağlı Uruş bucağı doğumlu. İlkokul öğrenimini Uruş’ta, ortaöğrenimini Ankara Hasanoğlan Atatürk Öğretmen Okulu’nda tamamladı. İstanbul Çapa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü (1958) mezunu. Türkçe ve edebiyat öğretmeni olarak çeşitli il ve ilçelerdeki ilk ve orta dereceli okullar ile eğitim enstitülerinde görev yaptı. Öğretmenliği döneminde Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın (TÖS) (kurucu ve bir dönem genel sekreter), Tüm Öğretmenlera Yardımlaşma Kooperatifi’nin (TÖY-KOOP) (kurucu), Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği’nin de (TÖB-DER) (kurucu) üyeleri arasında yer aldı. Aydın Aydemir’e 1971’de iki kez bakanlık emriyle işten el çektirildi. Danıştay’ca aklandı. 12 Mart darbesinde, ‘Kalaba Örgütü Lideri’ suçlamasıyla içeri alındı. Adresi belirsiz ve yeraltında konuşlandırılmış bir işkence evinde sorgulandı. Kalaba Örgütü’ne mensup olduğu varsayılan diğer 21 kişiyle birlikte, mahkeme kararıyla aklandı. 1980’in 12 Eylül’ünde iki kızı ile birlikte Gayrettepe Emniyet Müdürlüğünün hücrelerinde tutuldu. Kızlarına yapılan işkence esnasında, çocuklarının çığlıkları kendisine dinlettirilen, ancak faşizme bile onurlu bir direnme dersi veren bu devrimci insan 1982 yılına dek öğretmen kalmayı sürdürdü ve o yıl emekliye ayrıldı. Kısa bir süre sonra da Didim’e yerleşti Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Bilim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (BESAM), Birleşik Sosyalist Partisi (BSP), İnsan Hakları Derneği (İHD) ve (başkanlığını da yaptığı) Didim Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) üyesi de olan Aydın Aydemir’in yayımlanmış beş yapıtı vardır. Yazı ve şiirleri İmece, Birlik, Yön, Varlık, Kıyı, İnsancıl vb. dergiler ile Öğretmen, Cumhuriyet ve Yeni Didim gibi gazetelerde yayımlandı. “Yeni Didim” arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı ve beş yıl boyunca aksatmadan yayımladığı bir gazetedir. Ayrıca Mavi Didim adlı gazetede de ölünceye kadar düzenli olarak fıkralar yazmıştır.


Sayfa 53 1968 yılında Nâzım Hikmet’in kız kardeşi Samiye Yaltırım ve ailesinin belgelerinden ve anılarından yararlanarak Nâzım’ın çocukluk, gençlik, hapishane yaşamı ve yapıtlarını da özetlemiş ve 1970’de ‘Nâzım’ adlı ilk inceleme kitabını yayımlamıştı. Kitabın sunu kısmında özetle şunları yazmış Aydın Aydemir: “Yeryüzündeki ülkelerin hemen hemen bütün dillerinde yayımlanan büyük şairimiz Nâzım Hikmet’in en az bilinen yönü çocukluğudur. Peki, bu büyük insanın çocukluğu niceydi? Bu sorunun yanıtını Nâzım da vermemiştir. Aslında kendisinden söz etmekten hiç hoşlanmazmış ... Hatta eserlerine önsöz yazmaktan bile. Olaylarla dolu 61 yıllık ömrünü, bir sayfalık ‘otobiyografi’ adlı şiirine sığdırıvermesi de bundan olsa gerek. O halde kimden öğrenilecekti bu büyük ustanın çocukluğu? Öz kardeşi Samiye Yaltırım’ın hayatta olmasının hepimiz için bir şans olduğunu düşünüyorum. Hem elinde belge şeklindeki ve hem de sahip olduğu geniş ailenin yaşlılarından dinlediği Nâzım’a ait ne varsa, tümünü ömrü boyunca saklamış Samiye hanım. Ortak dostlarımızın önerilerine uyarak, bu belge ve bilgileri bana verirken çok mutluydu.” 1978’de ‘Nâzım Hikmet’in yakınları ve dostlarının ağzından’ ikinci Nâzım kitabı olarak kaleme aldığı ve ‘Nâzım Nâzım’ adını verdiği derleme-inceleme kitabı yayımlandı. Yıllar süren bir çalışma sonunda tanıkların kendi sesinden banda aldığı anıları aynen yazıya döktü. Bu yapıt, Nâzım’ın Sare Teyze’si ile okul arkadaşı emekli a amiral Seyfi Kipmen’in yanı sıra, cezaevi arkadaşlarının anılarını ve Nâzım’ın yaşamına ilişkin belgesel verileri de içeriyor. Nâzım’ın cezaevi yaşamını paylaştığı insanların yalın ve sıcak anlatımlarıyla aktarılan bu anılar roman tadında okunuyor. ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nda değişik isimlerle tanıdığımız bazı gerçek kişileri de, bu kez kendi anlatımlarıyla tanıyoruz. Bunlardan Balcı Nuri (Memleketimden İnsan Manzaraları’nda Remzi Balcı) şöyle anlatıyor Nâzım’ı: “Odası kitaplarla doluydu. Duvarda bir harita vardı. Bu harita üzerinde İkinci Dünya Savaşı’nı günü gününe izliyordu üstat. Haritada kalemlerle, renkli kalemlerle çizilmiş yollar vardı. Kendisiyle birlikte diğer arkadaşlar da yarı bozuk bir radyoda savaşın seyrini dinliyorlardı. Ben hapishaneye her gelişimde, dış yayınlardan öğrendiklerimi aktarıyordum ona. Aşağı yukarı Fransızca yayın yapan bütün ajansları dinliyordum. Anlattığımda Nâzım bunları yorumluyordu. Almanların savaşı kesinlikle kaybedeceğini söylüyordu.” Aydın Aydemir’in ‘Herşeye Rağmen’ (Bir Devrimcinin Anıları) adlı anı-romanı 2000’de yayımlandı. Bu yapıt sıradan, sade bir ailenin ve yakınlarının akıl almaz serüvenlerini içeren trajik bir öyküdür. Olay Drama’da başlar, Anadolu’da sürer… İzmir ve Bursa ovalarında ırgatların, İstanbul tütün üretim mağazalarında (işyerlerinde) emekçilerin hak arama savaşımıyla, sosyalist mücadeleye dönüşür. Bu mücadelenin her aşamasında emek sömürüsüne, acılara, açlıklara, dayatmalara, işkence ve ölümlere dirençle karşı koyan yiğit insanlar vardır. Proleter devrimcilerin simgeleşmiş isimlerinden şoför İdris Erdinç bunlardan biridir. Bu kavganın sıra neferidir. Aydın


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı Aydemir hoca da bu kitabıyla; tüm olumsuzluklara ve ‘herşeye rağmen’ yaşamını sosyalist mücadeleye adayan bu yürekli insanın kişiliğinde çilekeş, yurtsever düşün ve kol emekçilerimizi minnet ve gönül borcuyla selamlamış oluyor. ‘Nasıl Unutulur?’ adlı otobiyografik anı-romanı 2004’te yayımlanır. Bu kitapta 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980’deki darbelerde kendisine ve çevresindekilere yapılan baskı ve işkenceler anlatılmaktadır. Ankara Kalaba Ortaokulu’nda öğretmenken, mahalle muhtarı dahil onu tanıyan 21 kişinin ‘Kalaba Örgütü’ adlı bir organizasyonu oluşturmakla suçlanması, kendisinin gözleri bağlıyken iki kızına işkence yapılarak kızlarının çığlıklarının dinlettirilmesi, damadının işkencede ölmek üzereyken son anda mahkûm bir Ermeni doktorun uyarısıyla kurtulması; evinin, kitaplarının ve yaşamının sık sık altüst edilmesi, vb. unutulmayacak izlekleri ve anıları bu kitapta bulmak mümkün… Puşkin’in ‘Çingeneler’ adlı romanını Türkçeye uyarlayan Aydın Aydemir; öğrencileri, arkadaşları, dostları ve kendisini tanıyan herkes tarafından çok sevilen bir insandı. Yılmaz Elmas’la yaptığı söyleşide, öğretmenliği döneminde devlet tarafından (defalarca cezalandırılmasına rağmen) hiç ödüllendirilmediğini söylüyor. Tek ödülünün etrafındakiler tarafından sevilmek ve inanılmak olduğunu belirtirken ise, ‘gerçek varsıllığın ne olduğunu öğrenmiştim ve hep varsıl kaldım’ diyor.

a

‘Nasıl Unutulur’ adlı kitabından sonra kaleme aldığı yazıların bir gün kitaplaşacağına inanmak istiyorum. Adı anıldıkça önünde saygıyla eğilmemiz gereken bu aydınlık insana, bu düşün ve emek sevdalısı hocamıza güle güle derken, onunla aynı saflarda yer almaktan onur duyuyorum. Toprağı bol olsun. Çiçekleri ve karıncaları da yanında…

AZİZ KEMÂL HIZIROĞLU (25.07.2008 / Kartal-İstanbul)


Sayfa

55

BİR KÜÇÜK KEDİDİR KALBİM şehir kar altında saçaklar buz kesmiş bir küçük kedidir kalbim sokaklarda kimsesiz yüreğimde kar tozutuyor ellerim buz sarkıtları gibi kederim ağır, başım belada sorma sevgili, gene öyle kendime batmışım ki ...

TEMEL KURT


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

DÜŞLER Deniz kumsala sarılır martılar güvertelere çocuklar mavi düşlerine kalem dillenir akşamın en ağır tavrıdır hasretin büyüklüğü dev dalgaları gibi denizin sevdası gülüyorum gülümsüyor çocuklar herşey içimde...

BURCU TÜRKER


RÜZGÂR ÖĞÜDÜ -1 -

Sayfa 57

1 Şiir, şimşektir. 2 Modern bir duadır şiir. 3 Şiir uçmaktır, uçamadığım bir yıl oldu. 4 Sonuç: şiir benim için şaraptı. 5 Bir ıramaktı şiir, kar sularıyla beslenen.

MEHMET GİRGİN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

YAPAYALNIZLIK M. Şehmus GÜZEL

a Bugün insanların büyük çoğunluğu yapayalnız. Hele büyük kentlerde: İnsanları kendi özgürlüklerinden kapıp, koparıp kendine çeken doymaz karadeliklerde. Her yalnızlık kendi gezegeninde, aslında «gezegenemeyinde», hareket etmeden, kıpırdamadan «yolculuk» yapmaktan yıkık. Tükenmiş. Bitkin. Herkes kendine, günlük yaşamına, günlük gerçeğine yabancı. İletişim bitmiş. Dayanışma yalpalıyor. Ses yok. Gürültü var. Gürültü kesilince bir tek koku kalıyor. Koku. Koklamak. Ölümünden altı ay, altı yıl sonra «aramızdan ayrıldığı» anlaşılan «komşuların» yalnızlığını kitaplar yazamaz. Anlatamaz. Evet herkes kendi evinde, «yuvasında», «kendi imparatorluğunda» dar, çok dar, içerden kilitlenmiş bir «dünyanın » mahkumu. Rüyalarını ve ütopyalarını terketmiş insan kırıntıları. Toz. Bir nokta. Bir virgül. Hepimiz geçiciyiz mutlaka ama bu kadar sessiz, bu kadar kimliksiz, bu kadar gürültüsüz de geçilmemeli yine de hayattan. Biraz sanat. Biraz dayanışma. İki dirhem iletişim. Bir çorba kaşığı kadar sevgi.


Sayfa 59 Yalnızlık ve yapayalnızlık sadece kendilerini «çok gelişmiş ülkeler» olarak tanıtanlara özgü değil. Başkalarında da benzer durumlar yaşanıyor. Yalnızlık düzenin dayatması sonucu kapılarımızı çalıyor. Toplumsal ağın henüz a’dan z’ye tarümar edilmediği Türkiye’de de yalnızlık dert. Yalnızlık yaşanıyor veya yaşanamıyor. Ama var. Benzer diğer ülkelerde de. Mekanlarda da. Coğrafyalarda da. Geçen yüzyılda bastıran, 21. yüzyılda daha geniş alanlara sıçrayan dert. Türkiye’deki meseleyi ülkemizin tanınan iki yazarı kitaplarında işliyorlar: Cezmi Ersöz, Şizofren Aşka Mektup’ta (Gendaş Yayınları, 2001). Kaan Arslanoğlu, Kuş Bakışı’nda (Adam Yayınları, 2001). Mutlaka başkaları da vardır ama burada bu iki yazarımızı anmak istedim. Cezmi Ersöz bir söyleşisinde kitabının içeriği konusunda şunları dile getiriyor: «Özellikle son dönemlerde aşka çok büyük özlemi var insanların. Çünkü aşk kaybolmaya yüz tutmuş durumda. Kapitalizm, yaşadığımız hız insanın varlığının özünü sakatlıyor. Darmadağın, paramparça a yaşıyoruz. Kişi kendi karanlığında bir yerde saklanıyor. (...) Aşık olan insanı dünya yapayalnız bırakıyor. Kitap bu yalnızlığı, bu çaresizliği, bu gelgiti anlatıyor. (...) kapitalizm girdiği yerde aşkı yok ediyor. (...) Kapitalizmde egolar şişiyor. Egoların şiştiği toplumlarda aşkın yaşama şansı pek olmuyor.» (Vecdi Erbay’la söyleşisi: Özgür Politika, 31 Ekim 2001.) Kaan Arslanoğlu ise Nena Çalidis ile yaptığı söyleşide bu konularda şunları söylüyor: «İnsan yabancılaşmayla karşı karşıya. Kapitalist toplum geliştikçe, şehir yaşamı ilerledikçe insanlar daha renkli bir yaşama kavuştuklarını zannediyolar, ama öte yandan insan ilişkileri açısından kısırlaşıyorlar. Yalnızlığa itiliyorlar. Bu sorunu tüm toplumlar yaşıyor. Akıl bozukluğunda daha yoğun yaşanıyor. Roman, yabancılaşma olgusunu daha derin, daha dolu yaşayan insanın dramını anlatıyor. » (Cumhuriyet, 2 Kasım 2001.) İki yazarımız da sorumlu olarak sistemi, düzeni işaret ediyorlar. Katılmamak


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

elde değil. Evet kapitalizm ve onun fırlaması büyük kentler, büyük kentlerdeki yığınlaşma, tanınmama olanağı («anonymat»), iş-ev-iş arasındaki akıl almaz koşturma, hızlı yaşama, ömür tüketme en önemli belirleyiciler. En büyük sorumlular. Sezai Sarıoğlu’nun yazdığı gibi, «Tarihin marangoz hatası kapitalizm», sadece işçi sınıfını, kadın ve erkekleri, çocukları ve gençleri ve doğayı, doğa-anayı alabildiğine sömürmekle yetinmedi, yetinmiyor, o aynı zamanda insanları küçük mekanlara hapsedip limon gibi sıkıyor ve insancıl neyi var neyi yoksa alıyor, paramparça ediyor: Kalanını ise orada bırakıyor.

a

Kapitalizm kalkınmayla, gelişmeyle eş değerli değil. Kalkındığını, geliştiğini iddia edenlere bir sorum var: Kentlerinizde, kasabalarınızda ve hatta köylerinizde, evet yalnızlıktan ve kadınsızlıktan intihar edenlerin feryatlarına kulaklarını kapayan köylerinizde YALNIZLIK ORANINIZ KAÇ ?

M. ŞEHMUS GÜZEL Yazı, yazarın Emeğin Sanatı E-Yayınlarınca yayınlanan “Saat Üç Yazıları” EKitabından alınmıştır: http://issuu.com/emeginsanatidergi/docs/182._sayi._eme____n_sanati_ocak_say

ŞAİR, RÜZGÂRDA SALLANAN BAŞAKLARIN ÇIKARDIĞI SESLER KADAR DOĞAL,YEREL VE EVRENSEL SESİN ENSTRUMANIDIR ADNAN DURMAZ


Sayfa 61

RUHUMUN KELEBEĞİ Dur, beni de bekle Bilirim, emek senin, hak senin Özgürlüğün elinde Ne hakkım olur ki üzerinde Deniz mi, gökyüzü mü Yıldızlar mı, ay mı, güneş mi Söyle bana kim kıskanır Heyy özgürlük Çırılçıplak bir hayattır ki İnsanı insan eder.

ERCAN CENGİZ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

GEÇER ne zaman çağırırsa seni sonsuz ve karanlık ülke akasyaların gölgesine uzan sevda kokusuyla uyu geceleri yıldızlara dal uzaklıklarını düşün ya da bir türkü tuttur deniz kıyısında eski sevdalardan bahseden sonra al bayrağını yürüyenlerin peşine takıl Geçer

ÖZER GENÇ


Sayfa

ŞİİR VE İNŞA

Koca bir kadın oluşunu çaresizce izliyorum yıllardır ve yıllarca sürecek evlendiğin gün anne oluşun ilk torun sevmen diye yıllarca sürecek çaresizce izleyişim seni. Tanıdığım gün seni bir çocuğun oyuna dalışı gibi çocukça bir sevgiyle masum lanet olsun ki sensizim. Yüreğinin yangını beş para etmez el yansa ev yansa dün yansa yarın yansa beş para etmez yüreğinin yangını yanında. Hep mi mutsuzluktan söz edeceğiz Hep. Yanıp dururken yüreğim bir güzele yanıp dururken insanlarım insanlara yanıp dururken insanlar yaşamaya yanıp dururken insanlar yaşamda hep mutsuzluktan söz edeceğiz. Çünkü bizim yüreğimiz yanıp durur ocakta pişen aşta işte karın tokluğunda boğazımızdan geçemedikçe ekmeği, eti yüreğimiz yanar bu yangın yakacak yedi düveli söz sese ses sokağa yankılanınca.

HALİT

LEYLA

63


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

EDEBİYATIN ÖLÜMSÜZ ŞÖVALYESİ: PUŞKİN -IB. KORKANKORKMAZ Ünlü yazar Tolstoy’un “ insanların aşk dediği bilmiyorum” dediği gibi, ben de aşkı bilmediğim için, “aşk”, karşılıksız aşk” üzerinde düşünüyorum. Aşkın duygu ve düşünce arasındaki hırslı çelişkisi âşık insanın kendisini derinlemesine tanımasına, tanımlamasına aracı oluyor. Kişi âşıkken içinde yaşadığı evreni algılayışındaki köklü değişimler sayesinde “ mutluluğu” için o güne değin vermediği mücadeleyi verecek gücü kendisinde buluyor. Ben, aşkın insanın kendisine yaptığı uzun soluklu bir yürüyüş olduğunu düşünüyorum. Hırslarıyla, gururuyla, ezikliğiyle, umuduyla, vaz geçme a da direnme… sınırlarıyla yüzleşiyor insan. ya İradesine ne denli hâkim olduğunu âşıkken sınıyor insan. Aşkın insan iradesini kısa süreliğine eline geçiren bir hastalık olduğunu yönündeki bilimsel açıklamalar âşık insanın o anki ruh durumunu ilgilendirmiyor.

Âşık olduğumuz insanı bizim için önemli kılan sevdiğimiz insana ulaşmak adına çektiğimiz ölesiye ıstırap mıdır Aşk? Aşk uğruna işlenen cinayetler, intiharlar, aklını yitirenlerin haberleriyle doludur haber arşivi. İnsanı aşk ve ölüm kadar derinden sarsan bir başka duygu var mı ayrılık kadar, bilmiyorum. Aşk, insanın kendisine karşı bir karşı koyuştur. Aşkın, uygarlık ve insanlık tarihimizde çok önemli yeri vardır. Aşkın yapısını incelemek başlı başıca yaratıcı bir yetenek gerektiriyor. Bu güne değin aşk üzerine yazılan onlarca şiir, öykü, roman vs. vs. gerçekte aşkın tanımı yapmaya yetmemiştir, bundan sonra da yetmeyecektir. Mutluluk gibi aşkın da tanımı yapılamaz. Sadece yapılan tanımlar üzerinde yorumlar yapabiliriz. Ya da bu tanımlar bizi aşk üzerine kendimize bu güne değin kimsenin sormadığı sorular sormamızı sağlayabilir. En doğru yaklaşım da budur, kim bilir… Aşkı bilimsel olarak algılamak aşka dair hislerimizin mekanikleştirmez mi? (!)


Sayfa 65 Aşk deryasında boğulmadan yüzmek, kendine süslü bir mezar taşı seçmeye benziyor. Aşk adına tüm bilinenler aşkı uçsuz bucaksız bilmezliğe doğru itiyor. Bu da aşkın gücü karşısında ne yapacağını bilemeyen bir insanın güçsüzlüğü, şaşkınlığı… içinde kendimizi hissetmemizi sağlıyor. Aşkı kanıtlanan bilimsel bir veri olduğunu savunan psikiyatrileri, aşkın cinsiyet üzerinde mi yoksa insan doğası üzerinden mi araştırılması gerektiği konusunda birçok farklı teorilerin ışığında aşk üzerinde yorumlar yapmışlar. Ben aşkın insan duygularındaki değişimleri üzerinde yoğunlaşmak istiyorum. Aşkı salt bir erkeğin bir kadını elde etmek için verdiği uğraşı olarak algılanması aşk gerçeğini yansıtmak olur. Karşılıklı her iki insanın birbirlerini elde etmek için vermiş oldukları ortak uğraşı aşkı nispeten daha anlaşılır kılıyor. Aşkı türlere ayırmaya niyetim yok. Romantik aşkın neden âşık iki insanın birbirlerine kavuşunca onları terk ettiğini merak ediyorum. Gerçekte aşkın türü ne olursa olsun, aslonan insana varlığını hissetmesi ve insanın nesilden nesile soyunu aktarmasının sembolü olmaya devam etmesidir. İnsanın kendinden yaratmayı başarması gereken en büyük eseri ne olmalıdır diye soruyorum kendime. Çıkarın/ hırsın köleleri olanların amaçlarına ulaşmak adına insanlara/ insanlığa en büyük kötülükleri getirdiklerini gözlemledim. İnsanı aydınlatan nur ilkleri midir? Hazdan/ zevkten uzak yaşayanlarla, tek amacı hayattan zevk almak olan insanlar arasındaki en belirgin farklılık nedir? Kutsal su içmekle kirli ruhunu arındırabilir mi insan? İnsan ruhunu ölünceye dek yeten sevgi türünü tek bir sevgi türüne indirgemek mümkün müdür? Doymak bilmeyen ruh a açlığını doyuran yaşam algılayışı ne türden bir algılayıştır? Hangi bilgelik insanın beklentilerini huzura erdiriyor? Sezgilerinin diliyle konuşanlar bile içsel kurtuluşlarını tamamlamamış insanlar mı? Manevi susuzluğu giderir mi içtiğimiz su? Herkesin içinde arzularının yarattığı mutluluk putunu darmadağın eden insanlar, acılarından yarattıkları putu da içinde aynı şekilde darmadağın eder mi? Yalnızlık da aşk gibidir. Her ne kadar birbirleriyle benzerlikleri yok gibi gözüküyorsa da öz de birbirlerini tamamlayan benzerlikleri vardır. İkisi de gizleri seviyor. Yalnızlık gibi aşk da insanı peşinden sürüklemeyi seviyor. Dediğim dedik aşk, insanı yalnızlığa sevk ediyor. İnsanlar yalnızlığa olduğu gibi aşka da teslim oluyor. Aşk coşkusuyla insanları kendisine esir ederken yalnızlık korkusunu da beraberinde getiriyor. Aşkın peşinden koşan insanlar yalnızlıktan kaçıyor. -Yalnızlığın üstesinden küçülmeden gelen kişi bilge insandır. Aşk gibi yalnızlık da insana ağır bedeller ödetiyor. İkisi de acımasız, ikisi de öğretici, ikisi de hâkimiyeti seviyor, ikisi de... Tanıdığım birçok insan aşk uğruna ideallerinden, ailelerinden... vazgeçti. Aşkın yanılgısıyla tanışan her insan yalnızlığa sığınıyor. İnsanların en büyük yanılgısı: aştan çok şey beklemek. Bu beklentiyi yaşamın tüm alanına yaymak, sorgulamak ve belli sonuçlara ulaşmaya çalışmanın naife bir çaba olduğu bir gerçektir. Her şey aslına döner. Bir insanı çok sevebilir, gözünüzde çok fazla büyütebilirsiniz. Hatta hayatınızı o insanın avuçlarının içine bırakacak kadar kendinizi yok sayabilirsini âşık olduğumuzda. Yanılgının özgürlüğüne kapılan tek insan da âşık olan insan olmaz. Aslolansa sevdiğiniz kişinin gönlündeki yeri tüm çıplaklığıyla görebilmek ve o insanın


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı sizi koyduğu yerin sizi tatmin edip etmediğini sorgulanmanızdır. Gerçek adildir. Gerçeği istediğiniz kadar görmezden gelebilirsiniz, o bir gün mutlaka karşınıza dikilecektir. Siz, ondan ne kadar kaçarsanız kaçın o sizi o kadar kovalayacaktır. Yanılgı büyük bir tehlikedir. Uğruna ölümü göze alacak kadar sevdiğiniz insanın, aslında sizi sevmediğini, sadece size sığındığını öğrenmek içler acısı bir durumdur. İnsan kendisine kızsın mı, acısın mı, üzülsün mü bilemez. En güçlü insanlar bile böyle çöküntülerin üstesinden gelemiyor. Güvenini yitirmiş bir insanın tek dostu yalnızlıktır. Ne ki yalnızlığın boyutlarında kendisini kaybetmeden bir yer edinmek her babayiğidin harcı değildir. Toplumsal bir yalnızlığı mı yoksa kişisel bir yalnızlığı mı tercih etmeli insanlar? Bir gerçeği kabullenmek gereğini yapmak kadar kolay değildir İnsan, kendisini ne kadar çok geliştirirse, o kadar çok yalnızlaşıyor. İnsanın yaşama bakışı farklılaştıkça, insanlarla arasına mesafeler giriyor. Anlaşılamayan her insan, yalnızdır. Yalnızlık, insanın, insana ne kadar gereksinimi olduğunu yeniden anımsatıyor. Yalnızlığın bu boyutuyla ilgileniyorsak, yalnızlığı kendimize özgü yorumlayabiliriz. Yalnızlık, insanlığa bir davetiyedir, aslında. Beni bu türden sorgulamanın içinde bir başıma bırakan hayatında aşkın büyük bir önemi olduğunu bildiğim Puşkin’dir. Onun ölümsüz ruhuyla sanatına yansıyan hayatını konuşmak istiyorum. Bu duygu ve düşüncelerle bir resim sergisini görmek için gitmiştim. İçimde ısrarla Puşkin’in ruhunu çağırıyordum. Bir resmin önünde durdum. Beni oldukça sarsan abir resimdi. Bir an aklıma Degas geldi. Mallarme, Degas’nın resim sergisine gitmiş. Degas, üstada saygı göstermiş, ağırlamış. Sergi hakkındaki düşüncelerini sormuş. Mallarme, sergiyi beğendiğini, seçkin sözcüklerle belirtmiş. Mutlu olan Degas, ”Üstat, demiş, renklerle yansıttıklarımı, şiirle de yansıtmak istiyorum. Yaptığım her tablonun şiirini de yazmak istiyorum.” Mallarme, Degas’dan tam sekiz yaş küçük olmasına karşın, sözünü esirgememiş: “ Ama Degas, demiş, şiir renklerle değil, sözcüklerle yazılır. Bir an yanımda duran beyin varlığını fark ediyorum. Bana gülümseyerek “Ben de aynı görüşü savunuyorum Mallerme gibi.” O, an yanımda duran beyin Puşkin olmasına mı şaşırsam yoksa aklımdan geçeni okumasına mı şaşırsam bilemiyorum.”Sizi tanıdım” diyorum kekeleyerek gülümsüyor.”Ben de seni tanıyorum” diyor ve ekliyor: Uzun bir süredir ruhumu çağırıp duruyorsun. Ben de sorularını yanıtlamak için karşında duruyorum diyor.” “Sevgili Puşkin, öncelikle hayatınla başlamak istiyorum. Hayatınla ilgili ne anlatmak istersin?” “Sevgili Bedriye, Babam Sergey Lvoviç, annem Nadejda Osipovna. Benim çocukluğumdan kalan bir takıntıydı soy kütüğüm. Bu yüzden benim biyografimi yazanlar ısrarla bu konu üzerinde kafa yormuşlardır. Ailemin benimsediği soy kütüğüne göre bütün Puşkinlerin atası, XV. yüzyılda bir Moskova Büyük –Prensi’nin hizmetine topçu olarak girmiş bulunan (puşka, Rusçada “top” demektir) Ratch adında bir Prusyalıdır. Ben baştan yabancı ama çoktan beridir Ruslaşmış bir soya bağlıyım. Annemin entelektüel birikimi bir parça Fransızca konuşmasıydı. Annem müsrif bir kadın olarak kalırken, babam zamanla cimrileşti. İkisinin de ortak zevkleri çoktu.


Sayfa 67 Evimizdeki yaşam kültürlü ve eğlenceliydi. Moliére’i ezbere bilmekle övünen Sergey Lvoviç eşsiz yönetmen yeteneklerini sergilerdi. O kültür ortamı içinde insanın kendisini Paris’in en iyi salonlarından birinde sanması içten değildi. Dokuz ya da on yaşımdayken babamın kitaplığına girdim. Sürekli okuyordum. İlk şiirimi de on yaşımdayken yazdım Fransızca olarak. La Tolyade (Toly’nin Destanı) Charlemagne’ın sarayındaki cücelerle soytarılar geçen bir savaşın öyküsüydü. Şiirimle alay edince eğitmenim yapıtı ateşe attım. O yapıttan sadece şu ilk dört dize kaldı:”Bir alay savaşçının yittiği/Ve korkunç bir çatışma sonunda/Dilber Nitouche’un Toly’ye gelin gittiği/ Savaşın türküsünü çağırıyorum ben…” (s.12) Bu kez de Moliére’den etkilenerek bir komedi yazdım o da beğenilmedi. Bizim dönemimizde Moskova’daki her salon bir zekâ ve kültür yuvasıydı. Bunların en başında gelenleri de bizim salonumuzdu. Arkadaşlarım o dönemde de bile benim bilgi daracığımdan etkileniyorlardı. On üç yaşımda sadece Fransız klasiklerini değil, çağdaş Rus yazarlarının yapıtlarını da okumuştum. Saçlarım kıvır kıvır gözlerim ve hareketlerimle alabildiğince canlı bir çocuktum. Bilgimden çok top ve koşu yarışlarında iyi olmakla övünürdüm. Bende ani mizaç değişikliği vardı bir anda parlardım sonrada bir şey olmamış gibi yoluma devam ederdim. Annem ve babama çok bağlıydım. Annem beni ihmal ederdi babam da haklı haksız azarlardı beni. Bende kendimi anneannem ile ablama yakın hissederdim. Çocukluk dönemimde ilk aşkla tanıştım. Merthavo’ların sekiz yaşındaki küçük torunlarıydı âşık aolduğum kız. İlk aşkımı daha sonraları şiirlerimde andım. İmparatorun Çarskoye Selo’daki sarayında açılacak olan liseye yarışmayla öğrenci kabul ediyordu. Ben sınavı kazandım. 1811 yılının ekim başında da liseye girdim.” “Lise yıllarını anlatır mısın? Nasıl bir gençliğiniz oldu senin ?” “Gençliğimde zencilere özgü sevişme isteğimden övgüyle söz ederdim. Tutkulu, alıngan birisiydim. Bazen kırıcılığa varacak değin sert bir mizacım vardı. En önemlisi kıskaçtım. Çarskoye Selo Lisesi’ndeki öğrenim ve disiplinden fazlasıyla etkileniyordum. Çarskoye Selo Lisesi Napolyon etkisi altındaydı. Çarın gözdesi Speransky, Fransa İmparatoru’nun büyük bir hayranıydı. Rus öğrencilerde Fransa’dakiler gibi üniforma taşıyorlardı ama kışla hayatı yaşamıyorlardı; öğrenim programları da Fransızlarınkine denk düşüyordu ama içeriği bakımından biraz daha liberaldi. Okulun kuruluşuyla ilgili olarak 1811 taşıyan tutanakta şu ifadeler yer alıyordu.” Tantanalı ve skolâstik bilgilere katiyen iltifat etmeyerek öğrencilerin zihnini açmak ve kavrayış güçlerini uyandırmak gerekir. Amaç bu olmalıdır”.S16. Bütün Rusya insanlarının kırbaçlanmadığı biricik yerdi burası. Ruslara özgü düzensizlik ve ihmalcilik hüküm sürüyordu okulda. Öğrencilerin okul yaşamının büyük bir kısmı gözetim ve denetim dışında bırakılıyordu. Lisede örnek bir öğrenci değildim derslerden çok eğlencelerle ilgileniyordum. Lisede geçirdiğim yedi yıl boyunca öğretmenlerimden öğrendiğim tek şey ünlü kahramanım Yevgeni Onyegin’i donatacak bilgi ve birikimlerden ibaretti. En kötü notu da hal ve davranışlarımdan alıyordum. Kurallara uymayı değil, kuralları çiğnemeyi seviyordum. En çok da


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı çapkınlıklarım göze çarpıyordu. Bunun yanında en çok kitap okuyan öğrenci bendim. Özellikle Voltaire’in masallarını, trajedilerini ve şiirlerini sürekli okuyordum. Okurken aynı zamanda yazmayı da öğreniyordum. Sarayın kitaplığında bütün şairlerin şiirleri vardı. Ve şiiri seven soylular sosyetesi vardı. Yeni şairlerin yapıtları da Petersburg ve Moskova’da yayımlanan edebiyat dergileri aracılığınla liseye ulaşmaktaydı ve edebiyat öğretmeni bunları sınıfta okuyordu. Okula ünlü bir konuk geldiğinde hoş geldin yazısını bana yazdırıyorlardı. Hiç unutmam Derjavin bir sınav günü okula gelmiş ve benim şiirimle karşılaşmıştı. O kadar duygulanmıştı ki bana sarılıp parlak bir gelecek müjdelemişti bana. Bu arada hem okuyor hem de yazıyordum. Ben, oldukça rahat yazıyordum istediğim her konuyu. Her gece esin perileri konuğum oluyordu. Yapıtlarıma lisede yazıp sakladığım yüz yirmi ya da yüz otuz şiirden sadece on dördünü aldım. Bu on dört şiiri de sanki baştan yazar gibi düzeltmesini yaptım. Bu şiirlerimde bazı Rus şairlerin dizelerinden alıntı yapmıştım. Benim ilk ustam Jukovski idi. Bütün Alman şairlerin içinde sadece Wieland’ı ile Oberon’u Voltaire’i anımsattıkları için seviyordum. Bu konudaki görüşlerimi şöyle açıklıyordum: “Ben Jukovski’nin öğrencisiyim… Kişisel olarak yaptığım şey, doğrudan ve düpedüz onun yoluna girmek yerine, onunkine ters bir yol seçmişliğimdir.” (s.23) Bu ters yolu çizen de Jukovski’nin dostu Batyuşkof olmuştur. Benim yetişmemde Fransız ustalar daima ağır basmıştır. O dönemde yazdıklarında yaban bir alay vardı. Daha sonraki şiirlerimde sevgiliye duyulan coşkun bağlılık ile aşk yeminlerini ele aldım. Dostluluğa, a zeki insanlara duyduğum saygıdan ihanetle, ağlayarak doğa güzelliklerine övgüler yağdırarak avutuyordum kendimi. Açlıktan karnım guruldarken aşk şiirleri yazıyordum. Bu ilk yapıtlarımda biçim özneye oranla daha ilginçtir. Bende biçim çağdaşı olduğum Fransızların ve ustalardan biri saydığım Batyuşkof’un parlak niteliğine ve duru canlılığına sahiptim. Voltaire’in öğrencilerine layık bir doğallık ve açıklık vardı anlatım tarzımda. “İstediğim odur ki herkes beni anlasın/ En yaşlısından en küçüğüne” S25 O dönemlerde beni ölümsüzlüğe götüren dize yapısına ulaşmamıştım. Lisedeki son iki yıl boyunca yazdığım şiirler daha olgunlaşma dönemi şiirleridir. Rus eleştirmenleri o dönemde yazdığım şiirlerden yola çıkarak benim Eski Yunan ozanlarının ve Fransız ozanlarının etkisinden kurtulmamış olmamın işaretleri olarak algılarlar. Uzak etkiler beni derinden etkilemiştir özellikle duyuş düşünüş ve uyanış belirginlik kazanmamda hatırı sayılır katkıları olmuştur. 1817 sonbaharında liseden mezun olduğumda orta dereceyi ancak tutturan notlarıma karşılık şair olarak belli bir üne kavuşmuştum. Mariya Delvig için yazdığım dörtlükler bütün Petersburg salonlarında dilden dile dolaşıyordu. Bu karşın hiç kimse benden büyük bir şairin çıkacağını ummuyordu.”

DEVAM EDECEK......

BEDRİYE KORKANKORKMAZ


Sayfa

DARAĞCINDA BİR KATLİAM ŞARKISI ey perde perde çöken alacakaranlık! öyle bir şafak vakti bahşeyle ki ne zulmü ne zulmeti artık hatırlatmasın... intikamla intihar arasına kazılmış mezarlardan o nükleer hayvanların diktatör ıssızlığından katliamın postmodern vahşetiyle geçiyordum. orda; intiharlar, infilaklar, sömürge alınları pranganın demiriyle lanetle kanırtırdı; soykırım mezarlığının çatallanmış şeytanı çekirdeği parçalayıp cesetcesetkanattı… küfürbaz ejderhalar korkunç iblis ağzından katlolmuş ülkelerin kokmuş kadavrasını, çığlıklarla sömürge coğrafyaya kusardı…. nükleerzehirlerin patladığı katliam mangasından patlamış işkembenin iğrençliğiyle savruldum. yüreğimin mezarlığının soğuk morglarında engereğin zehirlediği coğrafya kusuyordum. böğrümde soykırımın krizantem leşleri, meşrebimde hayvanların kafatası sesleri; ile vahşetin kıtasındaydım orda..tüm rahimlerin cerahatli ceninleri, alnıma katranlarla mühürlendi; lahitlerden boşalan iskelet kefenleri, ibreti alem diye mührüme perçinlendi. bin yırtıcı kuşların kanatlanan intiharı; en korkunç dinamitti bağrında coğrafyanın.. piminden çekilip infilaklar sıçratan, bir bombanın kini vardı çelik şakaklarımda… Artık, Ortadoğu mezbeleliğinin kudurmuş kasığında banknotla katlolmuş bütün coğrafyaların hastalıklı vebali konformist boynumaydı.. emperyalist lanetle kırbaçlı haritanın; zincirlenmiş pençeleri şirpençeydi sırtımda.. göğüskafeslerinden yırtılmış çığlıklı yürekleri örümcek pençesinde vahşeti emzirirken, ortadoğu rahminde soykırımdan geçen morglarda çürüyen kadavra türkülerin; intizarı, ahuzarı ciğerimde saklıydı!

69


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

Bütün örümcekler kıllanmış pençesiyle, çığlıklı ağlarını ölümüne kanırttı.bu zehirli suların mütecaviz girdabı,tırpanlı damarımdaydı duydum… silah fabrikasında dokunan simsarların çehremde koparttığı terörist kasırgada; emperyalist deccalların burgacıyla katloldum.... mezbele mangalarda ceset yıkıntıları kine intikamı çığlıklarla çağırırken; kahpe nişangahlarda dinamitten yüreğim; kudurgan volkan gibi ah patlıyor alnımda.. deccaliyet tahakkümü kine kanı çağırırken, petrol kartelinin zehirlediği karasular, mutasyonlu atıkların lanetiyle uğuldarken; nefretin şarjöründen mermi çekirdekleri acizliğin kamplarını parçalıyor soysuzca.. bütün bu hengamenin kanlı kıtalarında; gerilla intikam yalvarırım bizi duy! Bu zıkkımlardan hortlamış kanlı vampirleri lanetli uçurumun iltihaplı rahmiyle korkut.. soykırımın soykütüğünde binlerce haşaratı kanlarla sür mazgala ey muzzam suskunluk! Ey fışkıran kanların hengamesi hatrına! Ey şafakta zonklayan şakakların hatrına! bizi vur bizi öldür bizi gömüp korkut.. Asacaksan sen as, bizi artık intikam! ve gardiyan gözlerinin darağcında unut..

OĞUZ ATEŞOĞLU


Sayfa

71

DERT MASASI Bir sen yoksun şu masada, Dert atıp, dertten öte, dertlenelim biraz. Uykuya dalalım, uçsuz yaşamlar görüp heveslenelim, Bizden uzak kimliklere. Bakalım ve sevelim kuşları bu kez, Ne tutmak gelsin kanadından, Ne de yavru diye, Uçmasını bekleyelim. Toprağa düşen dal olalım, tohumlara inat, Yutunalım yaşama Ne bir zeytin dalı kadar ağır olsun sorumluluğumuz. Ne de kavak kadar yalnız. Biz birlikte olalım. Yanına yaklaşıp anlatalım. Okulun mavisine bürünüp sıkışan çocuğa. Kalemini açalım umutsuz gözlerinde, Bir yaşam kuralım. Ve ne olur! Bu masa da işte, Gördüğün şu dert masasında, Bir sen bir ben olalım.

ALPER SANCAR

FOTOĞRAF: ADNAN DURMAZ


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

ŞİİR-ŞAİR

POETİKA Gürültülü bir suskunluktur şairin yalnızlığı

Bir ana biten ayı Koparırken takvimden Şiirimin toprağına Acılı bir gül diker bakarken oğlunun yoluna Bir yumar gözlerini Beş döker

Bilincin ateşle sınandığı yer Sonunda şiire gelip dayanıncaya dek

ALİ YÜCE

F.KADRİ GÜL

göğe benzemeyi dene gök gibi doğal gök gibi şaşırtıcı SABAHATTİN KUDRET AKSAL

Ah ben doktor yerine şiirlere gittim de Diyalogsuz bir bahçe monolog gül

Ey oğul bir gün yazıcı olursan sesini sev sevgini çoğalt yüreğini a çonu güzel ölüyü anlat ülkemin çocuklarına ÖZDEMİR İNCE

Şiir sevdanın tetiği Şiir hüzün estetiği

Ne yoksulları üşütmek Ne çocukları sevindirmek için Şairlere şiir Yazdırmak için yağar Beyaz bir esin perisi Gibi kar İSMAİL UYAROĞLU kağıdın bir ucunda 'ah min-el aşk' öbür ucunda ahmet necdet ve flüt AHMET NECDET Düş bahçesinde Bin çiçek şiir Cam kalbi kırmaz şair BABÜR PINAR Işıksal kırılması şairin, büyük insanlığın mutlu geleceğine uzanmasıdır. ABDULLAH KARABAĞ

BEHÇET NECATİGİL

OLCAY YAZICI

kıraç yalnızlıklar yeşerir insansız tebessümdür FEVZİ KÖK Şiir bu, Özenirsin birine Has bahçene ekersin Kimi ne kızıl karanfil olur kavgada Kimine zehirli çiçek… NECİP TIRPAN (Yaşamdan süpürür kini öfkeyi Her an ileriye bakandır şair

MEHMET SARI

Kafiyeler kafiyeler orda duyarım Kırmızı ısısını kanın L. ARAGON Ağlar, toplanmalı düşlerin sularından, Saray söylenceleri, gecekondu sevdalar, Uğramalı tek tek şafağın yağmasına. O zaman işte ozanın şiiri, Tek başına da olsa deniz feneri! ALİ ZİYA ÇAMUR

DERLEYEN:A.Z.ÇAMUR


Sayfa 73

YAŞAM VE SANATTA

AYIN İZDÜŞÜMÜ ŞİİRİN VE ELEŞTİRİNİN SESSİZ FIRTINASI MUSTAFA ÖNEŞ’İ SONSUZLUĞA UĞURLADIK... Mustafa Öneş, şiirleri ve şiir üzerine düşünceleriyle Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden biriydi. Türk şiirine 60’lardan bugüne eleştirileriyle, incelemeleriyle, şair, şiir tarihçisi, edebiyat eleştirmeni olarak önemli katkılarda bulunmuştu. Mustafa Öneş, 21 Ocak 2017 günü sonsuzluğa yürüdü. Mustafa Öneş 1935’te Giresun’da doğdu. Ortaöğrenimini Erzurum ve Giresun’da, a yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde tamamladı. Memurluk, kitapçılık, yayınevlerinde redaktörlük yaptı. Yazmaya şiirle başladı. Öneş’in şiirleri ve eleştiri yazıları Varlık, Yelken, Alan 67, Soyut, Papirüs gibi dergiler yayımlandı. “Yeni Dergi Eleştiri Yarışması”nda Mehmet H. Doğan’la paylaştığı ödülden sonra eleştiriye yönelen Öneş’in “Şair / Şiir Yazılar”, “Şiirsiz”, “Şiir Kuşatması” adlı eleştiriinceleme kitaplarıyla “Tekne Kazıntısı” adlı, kızı Tülay Ferah’la ortak bir şiir kitabı bulunuyor. Yazarın “Şiir Kuşatması” kitabı, 2006 yılında “Memet Fuat Eleştiri/İnceleme Ödülü”ne değer görülmüştü. Bir söyleşisinde Öneş, eleştiri anlayışını şöyle açıklıyordu: “Eleştirmenin, dolayısıyla eleştirinin yeterlik ölçüsünün, dili, konuya yaklaşım yetkinliği, çözümleme aşamasında ortaya koyduğu yaratıcı katkı, üzerine eğildiği yapıtla bağlantısını yitirmeden okura özgür bir çalışma sunabilmiş olmasına da bakılmalıdır. Özetlersek, Türkiye’de eleştirinin niceliği değil, niteliği tartışmaya açılmalıdır.” Hakkı Zariç, Öneş’in ölümünün ardından yazdığı yazıda sonu şöyle betimliyor: “Kendinden kaçmak için değil, hayatla arasına mesafe koymak için gözden ırak yaşamayı severdi Mustafa Öneş. Üstüne uzun yol kokusu sinmemişti sanki hiç; ne


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı beklediği vardı ne de gitme planı. Çakılı sayılmazdı. Tutunmak için sözcüklerin saçlarını taradığı doğru. Nerede yaşadığını çok az insan bilirdi. Onlar da zaten kalbine bir serçenin kanatlarına dokunur gibi severdi Mustafa Öneş’i. Bir zarafetle sevilirdi Mustafa Öneş. Bembeyaz bir kâğıt sadeliğinde sevilirdi. Evden dışarı çıkıp yarenleriyle bir araya geldiğinde onu kalbine basarak kucaklardı sevdikleri. Bir çocuğun sevinciyle kucaklanırdı Öneş. Bir çocuğu şımartır gibi, bir çocuğu incitmekten korkar gibi sevilirdi.” Engin Turgut’ta onu şu sözlerle anlattı ölümünün ardından: “İşte son yaşayanlardan birisi yanımda oturuyor, cesur ve bilge tavrıyla mırıldanarak konuşuyordu. Hayatında kimseye yalakalık etmeden kendisi olan çok özel insanlarımdan birisiydi. Güzel kadınların gülüşlerine dayanamaz ama yine de ödün vermezdi kendinden. Bazen kelimeleri birbirine dolaşır, ama ilkelerini ayağa düşürmezdi, sade bir tavır adamıydı. Son eleştirmenlerdendi.”

EMEĞİN SANATI E-YAYINLARINDAN İKİ YENİ KİTAP DAHA... Paris’te yaşayan Prof. M.Şehmus GÜZEL’in biri Türkçe biri Fransızca iki kitabı Emeğin Sanatı E-Yayınlarınca yayınlandı. Birinci E-Kitabında yaşananlara ve yaşatılanlara dönük gözlemlerini kıvrak bir dille yazıya dönüştürüyor. Kimi zaman eleştirel, kimi zaman tarafsız bakış açısıyla yazıyor M.Ş. Güzel.

a

“Saat Üç Yazıları”nın yayını ile ilgili olarak M. Ş. Güzel şöyle diyor, ekitabının sunum bölümünde: “Geçmiş yeni yıl kutlamalarından kiminde özel bir kitap bastırıp arkadaş, dost ve yakınlarıma gönderiyor, bir parça değişik olması umuduyla, yeni yılı bu biçimde kutluyordum. 2012’de bir arkadaşın önerisi üzerine bu işi bizzat yapıp, hazırladığım kitabı pdf -e-kitap biçiminde birkaç arkadaş, meslektaş, eş ve dosta ve siteye gönderdim. Yeni yıl hediyemin gönderiminde kolaylık, çalışmanın yayınında hızlılık kazandım. 2017 Yeni bir yıl. Yeniliği bilinmeyişinden kaynaklanıyor. Ama maalesef bir öncekini ve benzeri yılları aratmayacak gibi. Belki daha beterine bile tanık olabiliriz. Gidiş umut verici değil. Ama yine de yarınlardan umut kesmiyoruz ve geleceğin daha iyi olacağını biliyoruz. Bu umutlarla bu yılın eşiğinde yeni bir çalışmamı sunuyorum.”


Sayfa 75 M.Ş. Güzel, Fransızca Türkçe Şiirilerinden oluşan ikinci e-kitabı “2017 L’anneee” de kendi şiirlerinin yanı sıra görsel sanatçı Françoise Giannesini’nin arduvaz taşından yapılmış çalışmalarının fotoğraflarına da yer veriyor.

E-Kitaplara ulaşım adresleri: Saat Üç Yazıları: https://issuu.com/emeginsanati/docs/saat______yazilari.m.__.g__zel-son 2017 L’anneee: https://issuu.com/emeginsanati/docs/2017_l_ann__e-msgusel

ERCAN CENGİZ’DEN YENİ BİR ŞİİR KİTABI: “ŞAFAĞA GÜLEN ÜLKEYİM” Emeğin Sanatı dostlarından şair Ercan Cengiz’in dokuzuncu kitabı “Şafağa Gülen Ülkeyim” Kırmançca adıyla “Welate a Sefag Wuyasisiyo” yayınlandı. Kitapta Ercan Cengiz’in Türkçe ve ana dili Kırmençce şiirleri yer almaktadır. ölüm, nasıl bişeydir anne diyeli yıllar oldu sonra çocukları astılar hiç yere gün saymasını bilmem ağlamak da ne kelime gülenlerimiz bile vardı merdenê, çîyo senêno dayê vatenê ser serrî werdî ra gülenlerimiz dima, domanî darêkerdî ölürken dimdik ayakta roc wuandîs nêzoni kimimiz inada sayar bêrbîs çiko kimimiz kurtulduğuna wuyayoxe ma bîli eştîbî bu rezil hayattan...

wuyayoxe ma merdenidi hênî seri dîq tayînonê ma înadra saykerd tayînonê ma xoreynaîsre nî weşîyonê rezilon ra


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

22 YILDIR TUTUKLU OLAN İLHAN ÇOMAK'IN ÜÇ YENİ ŞİİR KİTABI YAYINLANDI... 22 yıldır tutuklu olan İlhan Sami Çomak’ın Dicle’nin Günlüğü, Yağmur Dersleri ve Bir Sabah Yürüdüm adlı üç yeni şiir kitabı yayınlandı. İlhan Sami Çomak’ın şiir kitapları; Dicle’nin Günlüğü, Yağmur Dersleri ve Bir Sabah Yürüdüm, Yasak Meyve Yayınları’ndan çıktı. İlhan Sami Çomak, 1973 yılında Bingöl, Karlıova’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Bingöl’de tamamladıktan sonra, İstanbul Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü’ne 1992 yılında kaydını yaptırdı. 1994 yılında gözaltına alındı ve tutuklandı. Müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Yirmi üç yıldır cezaevinde. Türkçe dışında anadili olan Kürtçe şiirler de yazıyor.

a

Silivri Cezaevinde olan Şair Çomak’ın şimdiye kadar çıkmış şiir kitapları şöyle: Gitmeler Çiçek Kurusu (2004), Açık Deniz (2006), Günaydın Yeryüzü (2011), Kedilerin Yazdığı İlahi (2014), Bir Sabah Yürüdüm (2017), Yağmur Dersleri (2017), Dicle’nin Günlüğü (2017).

"ben ki kürdüm tüm hayvanların yalnızlığını taşırım dilimde ağzım! çocuğun elindeki kırık kalemle beni isyanlara yaz beni çizgiye kafiyeye kilisedeki çan sesine beni ağzım tüm kadınların üşüyen yerine yaz ağzım tut beni öp beni.."


Sayfa 77 2017 DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ BİLDİRİSİNİ ASLI ERDOĞAN HAZIRLADI...

a 2017 Dünya Öykü Günü bildirisini Aslı Erdoğan hazırladı. Dünya Öykü Günü için düzenlenen gecede hazırladığı bildiriyi seslendirdi. Aslı Erdoğan bildiriyi yazarken çok fazla değişiklik yaptığını ve politik olmayan ‘İnsanın Yazgısı Üzerine’ adlı bildiriyi kaleme aldığını belirterek söze başladı. Aslı Erdoğan’ın deyimiyle “hiç politik olmayan” öykü günü konuşmasının tamamı şöyle: Bugün Dünya Öykü Günü. Öykü günü adına her yıl bir yazar konuşma yapıyor. Şimdi benim tabii, Ne olarak konuşayım, bir öykücü olarak, bir yazar olarak, hapisten yeni çıkmış bir yazar olarak. Bütün bunları nasıl bir araya getireyim, dedim, Getiremedim. Ve sonunda beklenmedik, hiç politik olmayan bir konuşmada karar kıldım. Yazmak üstüne. Daha doğrusu insanın yazgısı üzerine birkaç cümle sıralayacağım. Bütün bunların… yalnızca hikaye olarak düşünmedim ya da en genel anlamıyla kelime, hikaye anlatmak üzerine… Bütün bunların sözle başladığını, tek bir sözcükle hiçlikten çıkıp geldiğini söyler kadim metinler. Kutsal, kayıp, sınırsız, sonsuz bir sözcük. O ilk imkansız sözcüğü çok uzun zamandır arıyoruz. Kâğıtların başına oturuyor, günler geceler boyu dinliyor, işitiyor, anlatıyor, bekliyoruz. Birbirini yineleyen, yankılayan, yadsıyan sözcükler getiriyoruz bir araya. Sözcükten sözcüğe akan boşlukta, el yordamıyla yolumuzu arıyoruz; binlerce geçmiş, binlerce hikaye,


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı sayıya vurulamayacak kadar çok ölüm arasında. Sanki ucu bucağı görünmeyen bir ırmağın kıyısında, yani var olabildiğimiz tek yerde durmuş, kendi yazgımıza mıhlanmış, onun ardı sıra bıraktığı kabukları topluyor kulak kabartıyoruz. Sarp kayalıklardan imgeler kopartıp alıyor, defalarca çiğnenmiş çamurda, kendi biricik hakikatimizi arıyoruz. Her şeyi yutup kendi dokusuna katan büyük sessizlikten bir sözcük dileniyor, karşılığında kendi kanımızı veriyoruz. Bir sözcük, bir sözcük daha. Bir başlangıç, bir hikâye daha. Sessizliğe çarpıp duran, hep tamamlanmamış kalan. Sesini arayan acı, imgesini arayan ses, bomboş, uğultulu kabuklar… Avuç avuç fırlatıyoruz sözcükleri bu dünyaya. Anlattıkça yitirdiğimiz o koskoca, suskun, taştan dünyaya. Boş beyaz kâğıtların başına oturuyor, sabırla dinliyoruz. Günler, geceler, yılar boyu. Baştan alıyor, yörünge değiştirip bir çember daha çiziyor ve bekliyoruz. Kurumuş bir kabuğun hayatla dolması. Hayatla dolsun ve bir sesi olsun. İşte bu ses, bize ait olduğunu sandığımız bu ses, sayısız dünyayı çağırıyor. Çoktan sönmüş is karası dünyalarla boşluktan doğmaya hazırlananları. Her şeyin bütünlendiği, en koyu, en gerçek anlamına kavuştuğu bir dünyayı, saf ışıktan ve düşlerden oluşmuş bir başkasını.

a

Bu genelde edebiyat üzerine… Yazmayı düşündüğüm ve yazılmamış kalan ikinci konuşmaysa, “Şaşkın Melek.” Dünyanın bir ucundan bir ucuna dolaşır, sıradan çirkin, korkunç sahneler görür, kanadının bir ucuyla dokunduğunda, saf ışıktan oluşmuş bir imgeye dönüştürür, diye yazmışım yıllar önce. Yine yıllar önce bir başka meleği anlatmıştım. Bu insanlar arasında yaşamaya gelmiş ve insanların gecesini bir ucundan diğerine geçmiş, aşmış, pek çok sırrı, suçu, mucizeyi ve insan olmanın yol ayrımını görmüş. Her şeyi görmüş ve her şeyde kendini görmüş bir melek; bizde geceleyen ve bizde tükenen. Bu melek, bir nezarethaneye geliyordu kitabımda. Bütün mahkumlara, kapatılmışlara küçücük bir hediye getiriyor. Bir kanat sesi veriyor kimine, kimine küçücük bir şarkı, kimine çocukluğundan kalma bir anı, elleri kolları dopdolu geliyor. Mektuplar, müjdeler, vaatler. Ve herkesi kucaklıyor. Ve küçücük bir dokunuşla, bazen bir hikayeyle, bazen bir ezgiyle, bazen bir fısıltıyla yatıştırıyor. Ve giderken onlara son özgür ülkelerini bırakıyor… ve bu meleğin sonu hiçbir zaman bilinmiyor, bu sonu herkes kendince buluyor. Kimileri için uçup gidiyor. Kimileri için polisin silahını çekip intihar ediyor. Kimileri için işkence de ölüyor. Ve bu meleğin hikayesi asla tamamlanmıyor. Çünkü bütün hikâyenin bir parçası hepimizde her birimizde ve bu parçalar


Sayfa 79 dhiçbir zaman bütünleşmiyor. Ve bu melek bir ezgi bırakıyor geride. Hiçlikten çıkıp gelen ve her şey de yeniden doğan ezgi ya da o ilk sözcük de diyebiliriz. O ezgi de o da hekesin yolunu yitirdiği bir yola koyuluyor, yoluna çıkan her insan yüreğiyle biraz daha dalga alga kabarıyor. Bu melek ya da şaşkın meleğimiz bizim tabii ki edebiyatın bir metaforu olarak da algılanabilir ama ondan çok daha fazlası bence. İnsan hikâyesinin bir metaforu olarak düşündüm ve ben bunu Dünya Öykü Günü’nü bu meleğe adamak istiyorum. Bizim baş öykü anlatıcımız o. Söylemek istediğim buydu, bir şaşkın melekle nezaret köşesinde bu konuşmayı bitiriyorum. Öykü Gazetesi’nin organizasyonuyla 14 Şubat Dünya Öykü Günü kutlaması İstanbul Beyoğlu’daki Cezayir Toplantı Salonu’nda gerçekleştirildi. Emir Çubukçu’nun sunuculuğunu yaptığı etkinlikte Aslı Erdoğan’ın 2017 Dünya Öykü Günü bildirisini okumasının ardından tiyatro sanatçıları Deniz Türkali, Aslı Erdoğan’ın ‘Başlangıç’, Ece Dizdar ve Emir Çubukçu, Leyla Erbil’in ‘Clinton Watson’, Berkay Ateş, Mehmet Güreli’nin ‘Hırça Mapası’, Tuğrul Tülek de Bilge Karasu’nun ‘Doğum’ ve ‘İlk Susan’ adlı öyküleri seslendirdi. Çok sayıda kişinin katıldığı etkinlikte katılımcıların bir kısmı yerde oturarak öyküleri dinledi. Etkinlik, tango dansçıları Yeşima Nater ve Hayrettin Sarı çiftinin Astor Piazzola’dan ‘Libertango’ yorumuyla sona erdi. Edebiyat eleştirmeni ve yazar Ayşegül Tözeren, kapanış konuşmasında, Aslı Erdoğan’ın 29 Aralık’taki tahliyesine kadar ifade özgürlüğü için mücadele ettiklerini hatırlatarak “Zihnimiz Öykü Günü’nü hazırlamaya açık değildi. Aslı Erdoğan, Necmiye Alpay, Zana Kaya cezaevinden çıktıktan sonra bir düzeldik ama 151 gazeteci ve yazar hapiste. Cumhuriyet gazetesi kitap eki editörü Turhan Günay hapiste. Hapiste olmasaydı eminim aramızda olacaktı. Ahmet Altan, aşkın ve öykünün konuşulduğu bir gecede mutlaka akla gelir. Altan hapiste. Biz böyle bir ortamda bir şeyler yapmaya çalıştık” dedi.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

2017 ARKADAŞ Z. ÖZGER ŞİİR ÖDÜLÜ BAŞVURULARI BAŞLADI... Bu yıl, Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü’nün yirmi ikincisi veriliyor. Bugüne kadar şiir kitabı yayımlanmamış şairlerin aday olabilecekleri Ödül için son başvuru tarihi 15 Mart 2017. Adayların; kitap bütünlüğü taşıyan, basıma hazır şiirlerinden oluşturacakları, adres, telefon, ve özgeçmişlerini de içeren 6 adet dosyayı; Mayıs Yayınları’nın Sakarya Cad. Özkanlar 35 Apt. A Blok, No: 36 / 20, Manavkuyu, Bayraklı – İzmir adresindeki Ödül sekreterliğine, APS, kargo ya da taahhütlü posta ile göndermeleri veya elden teslim etmeleri gerekiyor. Mayıs Yayınları yetkilileri, Ödül alacak dosyayı 2017 yılı içinde, telif karşılığını ödeyerek kitap halinde yayımlayacaklarını açıkladılar. (GAZETEDUVAR)

VAHİTTİN BOZGEYİK 2017 ŞİİR ÖDÜLÜ... Gaziantepli gazeteci, şair, yazar Vahittin aBozgeyik adına, ailesi ve dostları tarafından her yıl geleneksel olarak düzenlenen Vahittin Bozgeyik Şiir Ödülü yarışmasının 2017 şartnamesi açıklandı: Yarışma yurtiçi ve yurtdışı amatör, profesyonel katılımcılara açıktır. Başvurular sadece internet ortamından kabul edilecektir. Yarışmacıların kendi yazmış oldukları şiir orijinal olmalı ve gerçek isim-soy isim kullanılmalıdır. Yarışmacılar tek şiiri ile birlikte aynı sayfaya kısa özgeçmişlerini ekleyerek, turgut.bozgeyik@gmail.com e-posta adresine gönder melidir. Şiirler 12 punto büyüklüğünde 1 A/4 sayfasından daha uzun olmamalı ve ayrı dosya ile gönderilmemelidir. Şiirlerin son gönderim tarihi 15 Mart 2017'dir. Yarışmaya seçiciler kurulu üyeleri ve bunların 1. derece yakınları katılamaz. Bu yıl ödül, birinci, ikinci, üçüncü ve 3 de mansiyon olmak üzere 6 şaire verilecektir. Dereceye girenlere verilecek ödüller daha sonra açıklanacaktır. Yarışmanın sonuçları 25 Mart 2016 tarihinde, basın ve internet yoluyla kamuoyuna duyurulacaktır. Şair Vahittin Bozgeyik 2017 Ödülü’nün Seçici Kurulu, İbrahim Halil Aycan, Hadi Bay, Nurettin Bozgeyik, Meral Can Uludağ, Fevzi Günenç, Mehmet Kara, Filiz Punar, Hüseyin Toprak’tan oluşmaktadır. Ödül Genel Koordinatörü iletişim: Tel: 0541 676 07 16 turgut.bozgeyik@gmail.com


Sayfa 81

ŞUBAT AYINDA ÖNEMLİ GÜNLER İŞÇİ SINIFININ SİYASAL VE SENDİKAL BİRLİĞİ DAVASINA YAŞAMINA ADAYAN PROLETER DEVRİMCİ SIRRI ÖZTÜRK YOLDAŞ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR... Yaşamını işçi sınıfı ve komünistlerin birliği davasına adayan yayıncı, işçi sınıfının öğretmeni yazar Sırrı Öztürk Hocamızı sonsuzluğa yürüyüşünün 1. yıldönümünde anıyor, ilke ve hedeflerine bağlılık yeminini ediyoruz. 1932 Erzurum Aşkale doğumlu olan Sırrı Öztürk işçilik, teknik öğretmenlik, kamyon şoförlüğü ve yayıncılık yaptı. 60 yıla ulaşan siyasi yaşamında sendikal örgütlenmelerde ve siyasi partilerde çalıştı. Kocaeli Sendikaları Birliği’nin kuruluşunda yer aldı, işçi örgütlenmeleri ve sayısız grevde görev yaptı.

a yılında TİP’e üye oldu. TİP’te Yalova ilçe 1962 yöneticiliği ve Kocaeli il sekreterliği yaptı. 1963 yılında Türkiye Maden-İş üyesi oldu ve Türkkablo işyerinde baş temsilci seçildi. 1965-69 yılları arasında Türkiye Maden-İş Sendikası Genel Yönetim Kurulu’nda görev yaptı. 16 Şubat 1969’daki Kanlı Pazar olayında aktif olarak yer aldı ve ölümden döndü. Türkiye işçi sınıfının en büyük kalkışması olan 15-16 Haziran 1970 direnişinin örgütleyicilerinden biri olarak en ön safta yer aldı ve tutuklanıp yargılandı. 12 Mart rejimi tarafından 1971’de yargılanıp hapsedildi ve Eylül 1975’e kadar hapiste kaldı. Tüm siyasi yaşamında komünistlerin birleşip İşçi Sınıfı Partisi’ni örgütlemesi görevini gündeminden düşürmedi. 12 Eylül’den bir hafta önce yeniden gözaltına alındı. 1975 yılından beri sürdürdüğü yayıncılık yaşamında da sayısız kereler yargılandı, tutuklandı, yayınladığı eserlerden dolayı aylarca hapis yattı. Bugüne kadar tümü sosyalizmin sorunlarına çözüm arayan 30’dan fazla kitap yazıp yayınladı. Ayrıca, Sorun Birleşik Sosyalist Dergi, Sorun Polemik Dergisi, Sanat Cephesi Dergisi, İşçi Birliği Gazetesi ve Kırmanciya Belekê dergilerini yayınladı. Temmuz 2009’dan beri kanser illetiyle boğuşan ve defalarca operasyon geçiren Sırrı Öztürk, ağır hastalığına rağmen İşçi Sınıfı Partisi’nin örgütlenmesi çalışmalarına son günlerine kadar katkıda bulundu


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı Bugüne kadar tümü sosyalizmin sorunlarına çözüm arayan 30’dan fazla kitap yazıp yayınladı. Ayrıca, Sorun Birleşik Sosyalist Dergi, Sorun Polemik Dergisi, Sanat Cephesi Dergisi, İşçi Birliği Gazetesi ve Kırmanciya Belekê dergilerini yayınladı. Temmuz 2009’dan beri kanser illetiyle boğuşan ve defalarca operasyon geçiren Sırrı Öztürk, ağır hastalığına rağmen İşçi Sınıfı Partisi’nin örgütlenmesi çalışmalarına son günlerine kadar katkıda bulundu Cenazesi 28 Ocak 2015 Çarşamba günü saat 15:00’de Gazi Mahallesi Cemevi’den yürüyüşle Gazi Mahallesi Mezarlığı’nda bir komüniste yaraşır biçimde enternasyonal eşliğinde doğaya teslim edildi. İŞÇİ SINIFIMIZIN VE HALKLARIMIZIN BAŞI SAĞOLSUN. Sırrı Öztürk'ün Yayımlanmış Eserleri: İŞÇİ SINIFI SENDİKALAR VE 15/16 HAZİRAN 1976-2001 Olaylar-Nedenleri-Davalar-Anılar-Yorumlar. 2. Baskı. OPORTÜNİZM YARGILANIYOR -1980 İLERİCİ YAYINCILIĞIMIZIN SORUMLULUĞU -1985 PARTİLEŞME SORUNU C: I - 1986 PARTİLEŞME SORUNU C: II - 1987 PARTİLEŞME SORUNU C: İÜ - 1988 15/16 HAZİRAN -DİRENİŞİN ANILARI- 1990 2. Baskı. GECİKMİŞ BİR HESAPLAŞMA - 1992 a SOSYALİZMİN SORUNLARİ ÜZERİNE AÇILIM TARTIŞMALARI (Kolektif) - 1992 DİSK İN "ÖREN TEZLERİ" VE SOSYALİST TAVIR (Kolektif) - 1992 12 MART 1971’DEN PORTRELER C: I 1993 - 1999 6. Baskı 12 MART 1971"DEN PORTRELER C: II 1994 4. Baskı 12 MART I971’DEN PORTRELER C: III 1997 2. Baskı TERÖRİST İN GÜNLÜĞÜ - 1995 1995 MİLLETVEKİLİ "SEÇİMLERİNDE MARKSİST SOLUN TAVRI - 1995 "SEÇİM" HESAPLAŞMASININ MARKSİST YORUMU - 1995 WHAT IS THIS PARTY? ÖDP vb. ÜZERİNE - 1992 2. Baskı GELENEKTEN GELECEĞE 15/16 HAZİRAN - 1996 DENEY VE BELGELER ARASINDA MARKSİST SOLUN KRİZİ - 1996 DURUM-KUŞATMA-SATAŞMA-ELEŞTİRİ ÜSTÜNE POLEMİKLER (Kolektif) - 1998 HANGİ 'HUKUK"? - 1998 HANGİ "RESTORASYON"? - 1998 HANGİ "BİRLİK"? PARTİLEŞME MÜCADELESİNİN NERESİNDEYİZ? KOMÜNİSTLERİN BİRLİĞİ - 1998 SEÇİMLERDE SOLUN İKİ TAKTİĞİ - 1999 TARİHSELDEN GÜNCELE BAĞIMSIZ SINIF TAVRI - 1999 POLİTİKA-SANAT-ESTETİK YOLUNDA "EMEĞİN RESSAMI": AVNİ MEMEDOĞLU - 1999 DEVRİMCİ SİYASÎ TERBİYE-DİPLOMASİ AHLÂK - 2001 MARKSİST SOL YIĞINAĞI NEREYE YAPMALI? - 2001 İŞÇİ-KİTLE GAZETESİ İÇİN SINIF BİLİNÇLİ İŞÇİLERE ÇAĞRI -2005 DERSİM... DERSİM... GEZİ NOTLARI-DERSİM'İN NABZI - 2007 SANAT ESTETİK POLİTİKA -Kolektif- 2008 "MARKSİZM" TARTIŞMALARINA MARKSİST BAKIŞ Kolektif- 2009


Sayfa 83 ŞAİR NUSRET KEMAL OTYAM’I ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE ANIYORUZ Şair Nusret Kemal Otyam, 2 Şubat günü 92 yaşında Ankara'da yitirmiştikk. İlkokul ve ortaokulu Aksaray'da okudu. Konya Lisesini bitirdi. İÜ Eczacılık Fakültesine girdi, 1946'da mezun oldu. 1946-60 yıllarında Aksaray'da, 1960-83 yıllarında Ankara'da eczahane işletti. Aksaray'da bulun-duğu yıllarda Aksaray Sesi isimli haftalık bir gazete çıkardı. 1938 yılından itibaren Yedi Gün dergisinde şiirlerini yayımlamaya başladı. Yeni Edebiyat, İnkılâpçı Gençlik, Yeditepe, Uyanış, Yaratış, Varlık, Türkiye Yazıları, Kaynak, Yağmur ve Toprak, Karşı, Özün, Kıyı, Sesimiz, Oluşum gibi dergilerde yazdı. Oyun, roman, deneme, inceleme türlerinde de eser verdi. Anadolu kültürünü temel alan İnsani duyarlığı yansıtan naif, ince şiirlert yazdı. Şiir yazmayı son günlerine dek sürdürdü. Ahmet Say, ardından yazdığı yazının devamında onunla ilgili şu sözleri dile getiriyordu“Şair inceliği ve duyarlılığı, onda bir yaşam üslûbu oluşturmuştu. Türkiye Yazıları’na gönderdiği şiirlerindeki dizeler a umut aşılıyor, okuru umutlandırıyordu. Kullandığı imgeler, uçan bir güvercinden kopmuş bir tüy gibi yavaşça yapışıyordu şiirine. Onun insan ilişkilerinde de yine bu tüy gibi yumuşak inişi duyumsardım.” 12 Eylül faşist darbesini izleyen yıllarda Ankara’daki edebiyatçılar olarak bir yayın kooperatifi kurulmuştu. Kooperatifin başkanlığına hiç duraksamadan Nusret Kemal Otyam getirildi. “Dayanışma” adını verilen bu yayın kooperatifi, Aziz Nesin, İlhan Selçuk, Fikret Otyam gibi tanınmış yazarların lokomotif kitaplarıyla yayına başlayarak filizlendi, ardından üyelerinin kitapları yayımlandı. Birkaç yıllık 100’e yakın kitap çıkarıldı. Ahmet Say, onu şöyle anlatıyor: “Nusret Kemal Otyam (1921-2015), şu dünyada ister istemez insanların arasına karışmış, ama onca insan ilişkisine karşın, üzerine zerre kadar kir sıçratmamıştır. Eczacıydı Nusret Ağabey. Eczanesine giderek tanıştım onunla. Karşımda uzun boylu, dalgalı kır saçlı, gözlüklü, temiz giyimli, hem ciddi hem sevimli bir ağabey vardı.” der ve devam eder: “Yakın çevrenin dışında, toplumumuzda Nusret Ağabey’i tanıyanların sayısı oldukça sınırlıdır. Burası hiç önemli değil. İyilik felsefesini tarih içinde temsil eden nice Nusret Kemal’ler çıkmış, onların da pek azı tanınmıştır. Önemli olan, bu evrensel atardamarın kıyamete kadar yaşamasıdır. Nusret Ağabey işte bu umudu aşılamıştır çevresine: Anladık ki, iyilik etmeyi şiar edinmiş ve kötülükten, kötü şeylerden kaçınmış insanlar, bu evrensel damarın değerini insanlık var oldukça koruyacaktır. Günümüzde hepimizin, bütün insanlığın, sökecek bu şafağa daha çok gereksinimi var. Bunu düşündükçe NusretAğabey’i özleyeceğiz…”


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

DELİCE

Bir Toroslu karaca inen Ovada su başına Gökyüzü doluşmuş bulut bulut Kendisine bakakalmış Suların aynasında delişmen Öldürürse bu coşku öldürür beni Halkımın beğenisine yüce tutkum Korkusuz yüreğine vefalı belleğine Sazına sözüne

Meltem örneği uslu esen Fırtına olup tozu dumana katan Terleyen alnında damar damar Bir başka dolaşan Bir başka atan Neresinden baksan neresinden görsen Bir köklü ağaç gibidir kan Binlerce yıla uzayan İnsancıl ve de uygarca Öldürürse bu coşku öldürür beni Bu tutkulu hırçın yüreğim Sazında sözünde delice vuran

NUSRET KEMAL OTYAM


Sayfa 85 ADNAN SATICI’NIN DİZELERİ BAM TELLERİMİZİ TİTRETİYOR HÂLÂ... Yeni Türkü ve Behçet Aysan şiir ödülleri sahibi şair Adnan Satıcı’yı, 13 Şubat 2007 günü, 45 yaşında yitirmiştik. Diyarbakır'da 1962 yılında doğan Satıcı, Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi. Edebiyat öğretmenliğinin yanı sıra yazarlık da yapan Satıcı'nın şiirleri, Edebiyat ve Eleştiri, Evrensel Kültür, Papirüs, Sanat Rehberi, Yarın, Yaşam İçin Şiir, Yeni Düşün, Yeni Olgu gibi dergilerde yayınlandı. 1983 Yeni Türkü Şiir Ödülü ve 1995 Behçet Aysan Şiir Ödülü sahibi Satıcı'nın 1985'te Ülkesiz Şarkılar, 1994'te Yerçekimine Uyan Portakal Çiçeği, 1996'da Dokuzuncu Blues, 1999'da ise Hep Unutur Uzaklardaki adlı kitapları yayımlandı. Yazar Aydın Çubukçu, Adnan Satıcı’nın ardından acısını dile getirerek, “En çok isyan kaldı ondan geriye. İsyanı, başeğmemesi, hiçbir aşağılık insanla uyuşmazlığı kaldı. Bol bol toplayalım onları. Sadece kendimize değil diğer insanlara da, emekçilere, yoksullara, çocuklara da dağıtalım. Bir türkü ölürse eğeraancak, ona da ‘öldü’ diyebiliriz” diye konuştu. Şair Şükrü Erbaş ise Satıcı’nın bugün mazlum halkların, kültürlerin, kimliklerin özgürlüğüne dair bir türkü okuduğunu anlatarak, “Yalancı bir öfkeydi Adnan” diye konuştu. Yazar Hicri İzgören ise ona iyi bakamadığını üzüntüyle ifade ederek, ona sadece Diyarbakır’dan bir avuç toprak getirebildiğini söyledi. Namık Kuyumcu da O’nun çok iyi bir insan, çok iyi bir şair ve devrimci olduğunu dile getirerek, özgür bir dilin özgün şiirlerini yazdığını söyledi. Adnan Satıcı kendini şu satırlarla anlatıyordu: “Yazıyorum ya,ha ben ha pişmiş tavuk! Gerçi tüylerin yolunmadan da mutlu bir hayat sürdüğüm söylenemezdi.Belki de aklına her geleni Kılçığını ayıklamadan söyleme cüreti , mutsuz hayatımın aramağınıdır bana.Belki de sırf bu yüzden müthiş bir gevezeyim.Belki de ağaçlarının her biri çatlamış kalın kabuklarla kaplı , güvenliğinin üstüne tir tir titreyen bir mırıltı ormanında yaşamak tad vermiyor bana.Durup durup beklenmedik sesler çıkarışım , ya yanlış anlaşılmam ya da hiç anlaşılmamam bu yüzden.« Tutarlı bir dünya görüşü ve yaşama bakışıyla, lirikliği ve dokunaklılığı kırılma noktalarından yakalayan şiir tarzı, yeni bir soluk olarak 80’li yıllarda başlayan serüveni 2007’de bitiverdi. Satıcı, “...boşluğa asılan Ferhad kandili zamanın fanusunda/balkıyan çığlık ister ki, ölmekle de sönmesin...” dizelerinde dediği gibi, şiirleriyle hiç unutulmayacak, sönmeyecek.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

DURUK ÇAĞ

sürpriz yok, özgelik sizlere ömür alışverişte gram kaçırmıyor dijital teraziler birebir ölçekli aşk kuramına göre yargılıyorlar oracıkta asıveriyorlar itiraz edenleri şaşılası bir incelikle çözülüyor sorunlar kültür sülünleri salınıyor yapma ormana avlıyorlar ve fakat şimdilik yemiyorlar tanımamazlıktan geliyorlar sorulduğunda yarışılmaz bir şeydir oysa, kanıt gerekmez o odur, durmadan su verir güzelliğine bir daha solmaz bir kere yeşeren çiçek öteki de öteki, ne olmuş yani gülü sevmek için niye menekşeden nefret etmeli

ADNAN SATICI


Sayfa 87 ŞAİR DİNÇER SEZGİN ÖLÜMÜNÜN 6. YILINDA ŞİİRLERİYLE HEP ARAMIZDA!.. 19 Ocak 2010 günü sonsuzluğa uğurladığımız Dinçer Sezgin’i yitireli üç yıl oldu. Torbalı'da 1939 yılında doğan Dinçer Sezgin, Çanakkale Öğretmen Okulu ve Eğitim Enstitüsünü bitirdi. Bir süre öğretmenlik yapan Dinçer, TRT sınavlarını kazanarak bu kuruma geçti. TRT'de 28 yıl boyunca bir çok kademede görev alan Sezgin, emekli olduktan sonra Radikal Gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. Sezgin'in 30'un üzerinde şiir, roman ve hikaye türlerinde yazılmış kitapları bulunuyor: Kuzey Yıldızı Edebiyat Dergisinin kendisiyle yaptığı bir söyleşide, şiire bakışını şöyle ortaya koymuştu: “Aşksız bir şiir olabileceğine de inanmıyorum. İster kavga şiiri yazın,. ister slogan şiiri içerisinde ya umut vardır ya da umutsuzluk. Yani içerisinde bizi hüzne götüren bir yan mutlaka vardır. O nedenle de benim şiirlerimde bunlar hep ön planda yer tutar. Ne var ki az önce de söyleyecektim unuttum: Benim şiirimde hüzün, acı ve yalnızlığın yanında umut da vardır. Benim şiirim umutsuz bir şiir değildir. Umutsuzlukla biten ve tümüyle karamsarlıktan yana olan, içerisinde barış, sevgi ve umut olmayan şiir yazmamaya çalışıyorum. Sevgi acı verir ama tatlıdır. Ben bu gizli umutlu yanı şiirlerime saklamaya çalışıyorum. Açık açık söylemem belki ama birazcık dizeler ve sözcüklerin derinliğine inildiğinde bunu yakalayabilir insan. Başarabildiysem ne mutlu bana…” Onu şu dizeleriyle selamlıyoruz:

ÇAĞRI Artık bu kent seni çağırıyor biliyor musun? Kuşların dilinden düşmeyen bir şarkısın bu sevdanın neresinden bakılırsa bakılsın kentimin talihi kanatlarında uçuyor. Ne zaman kalemi elime alsam bir şiir gibi sayfalarıma uçar gelirsin

artık bu kent seni çağırıyor haydi kalk, gel. alnının yokuşundan okunuyor zulme başkaldırmanın güzelliği sürdümyanına geldim, anla işte bir parça daha verdim kanımdan

DİNÇER SEZGİN


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

KIRK KUŞAĞI ŞAİRLERİNDEN AKINCIOĞLU ŞİİRLER, HÜZÜN VE UMUT KOKUYOR HÂLÂ... Şubat 1979 yılında yitirdiğimiz 1940 kuşağının şiirleri hüzün ve umut kokan şairlerinden NiyazıAkıncıoğlu’nu saygıyla anıyoruz. İlk şiirlerini "Haykırışlar" adlı kitapta toplayan Akıncıoğlu, daha sonra dönemin önemli dergilerinde İnsan, Ses, Yeni Edebiyat ve Yürüyüş gibi dergilerde şiirleri yayımlandı. 1950 yılında Kırklareli'nde "komünistlik" suçlamasıyla yargılandı, iki yıl tutuklu kaldı ve aklandı. Genç yaşına karşın Kırklı yılların en ünlü şairleri arasına giren, adı Nazım Hikmetlerle, Orhan Şaik Gökyaylarla, Attila İlhanlarla, Faruk Nafiz’lerle birlikte anılan, şiire yeni bir tat, yeni bir hava getirdiği kabul edilen Niyazi Akıncıoğlu birden sustu. Cezaevinden çıktıktan sonra içine kapandı. Münzevi bir yaşama yöneldi. Ölümünden sonra tüm yapıtları “Umut Şiirleri” adıyla yayınlandı. Niyazi Akıncıoğlu şiirlerinde divan ve halk şiiri motiflerinden ustaca yararlanmasını bildi. Halk şiirinin söyleyiş özelliklerini ve sesini başarılı bir şekilde kullandı. Asım Bezirci onun için, "Akıncıoğlu -Nâzım Hikmet'ten sonra, ama Enver Gökçe ve Ahmet Arif'ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir" demekte. Kuşaktaşı ve arkadaşı Mehmed Kemal, onun için şunları söylüyordu: “Edebiyat alanına çıkarken büyük şairlerin tavrı ile çıkmıştı. Çıkışında yücelik, şairlik vardı. Birkaç dize yazmış, kendini kabul ettirmişti. Onunla aynı büyük şiir yazanlar anılırken, dergilerde yazılar çıkarken; cezaevi sonrası şiirden uzaklaşır gibi olduğunda unuttular ve unutturdular…. Bir şiir dili kurmayı becermişti. Ama dili geliştirmek, daha çok işlemek direncini gösteremedi, gösterebilme fırsatı vermediler…” Ölümünden sonra tüm yapıtları, Hacan Yayınlarınca “Umut Şiirleri” adıyla yayınlandı. Akıncıoğlu, karamsarlığa yer vermeyen, gelecekten umutlu şiirler bırakmıştır gelecek kuşaklara. O, kendi şiirini olgunlaştırmasına, demlenmesine fırsat verilmeyen bir kuşağın şairi olarak şiirleriyle belleğimizde yaşayacaktır hep.

"Nakışında bülbül ötmüyor, Çiçek açmıyor kumaşların. Çatlamış arından kanter içinde: Toprağın derdi büyük, Başağın yükü ağır Silâh çatmış ifritler harman yerinde; Kulakları sağır, Gözleri kör

Görmüyorlar güneşi, Bu sesi duymuyorlar; Nankör, nankör insanlar. Bu ses ki pervaz-pervaz, Bu ses ki şehir-şehir, Ve köy köy ve dağ dağ, İnsanın sesidir; insanı arar." (Vatanlar Masalı şiirinden)


Sayfa 89 PUŞKİN YAPITLARIYLA YOL GÖSTERİYOR BİZE... Rus ve Dünya Edebiyatının en büyük şairyazarlarından Puşkin’i 10 şubat 1837’de yitirmiştik. 38 yıllık yaşamında verdiği yapıtlarla Dünya Edebiyatında silinmez bir iz bırakan Puşkin, ölümsüz yapıtlar üretmesinin yanında özgürlükçü, korku bilmez ve atılgan kişiliğiyle de şairlere, yazarlara yol göstermeye devam etmektedir Puşkin, çağdaş Rus Edebiyatı’nın oluşmasına en çok katkıda bulunan yazın ve düşün adamıdır. Puşkin, klasik Batı edebiyatını ve Rus halk ruhunu sentezleyerek, Rus Edebiyatı’nda gerçekçilik akımını başlatan sanatçıdır. Belinski'nin sözleriyle Puşkin'in şiiri; “fantastik, düşsel, yalancı ve hayali denecek kadar ideal olana yabancıdır. Gerçekliğe bütünüyle nüfuz eder; Puşkin, yaşamı toz pembe göstermez, ancak onu doğal, gerçek güzelliğiyle ortaya koyar.'' Şairin sanatsal gelişimindeki bu yeni yönelimi ve bunun niteliğini ilk farkedenlerden biri Gogol’dur. ''Puşkin Üzerine Birkaç Söz''adlı makalesinde: “Puşkin, olağanüstü bir olaydır” der. Dostoyevski ise, “Bana kalırsa aynı zamanda bize gelecekten bir haberdi Puşkin. Evet, biz Rusların arasına tıpkı bir peygamber gibi geldi. Petro’nun devrimleri üzerinden koca bir yüzyıl geçmişti, kendi gerçek benliğimizi yeni yeni kavramaya başlamıştık. Puşkin’in gelişi önümüzdeki karanlık yola yeni bir ışık saçtı, bize yardımcı oldu. Bu anlamda Puşkin bize gelecekten haberler getiren peygamberimizdir” demişti. Gerçekçilik, Puşkin'in 1830’lu yılları sanatsal yaratıcılının temel bileşenidir. Şair, yaşamının en zor dönemlerinde bile gerçekliği büyük bir dikkatle izlemekten vazgeçmez. Gerçek dünyadan, toplumsal yaşayıştan, insana özgü özlemlerden ve duygulardan sapan her şeyi kararlı bir biçimde reddeder.' Puşkin, her şeyden önce şairdir. Ona asıl ün kazandıran yapıtları, Rus ve Dünya edebiyatına bıraktığı ölümsüz şiir mirasıdır. Ama öykü ve romanlarıyla da dünya ölçüsünde ünlü ve önemlidir. Rus Edebiyatının öncü şair ve yazarlarından Puşkin’i, 10 şubat 1837’de yitirdik. 38 yıllık yaşamında verdiği yapıtlarla Dünya Edebiyatında silinmez bir iz bırakan Puşkin, ölümsüz yapıtlar üretmesinin yanında özgürlükçü, korku bilmez ve atılgan kişiliğiyle de şairlere, yazarlara yol göstermeye devam etmektedir.


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

TUTSAK Zindandayım, nemli bir karanlıkta Beslediğim genç kartal, avluda, Altında parmaklıkların çırpıyor kanatlarını Gagalarken kanlı bir yiyecek parçasını, Gagalıyor ve fırlatıyor, gözleri pencerede, Sanki aynı arzuyu taşıyor benimle. Bakışı ve çığlığıyla diyor ki tutsaklık yoldaşım: “Vakit geldi artık, uçalım dostum, uçalım!” Bizler özgür kuşlarız, hadi davran! O beyaz dağa doğru, daha öteye bulutlardan, Denizin gökyüzüyle buluştuğu maviliklere, Sadece rüzgârın ve benim gidebildiğimiz o yerlere...

PUŞKİN (1822 / Türkçesi: Ataol Behramoğlu


Sayfa 91 UMUDUMUZUN VE KAVGAMIZIN ŞAİRİ: HASAN HÜSEYİN… Edebiyatımızda 1940 kuşağı sonrası sosyalist gerçekçi edebiyatımızın önemli gür seslerinden olan Hasan Hüseyin Korkmazgil’i, 26 Şubat 1984’te yitirmiştik. 28 yıl sonra da, çağımızın dayattığı ve pompaladığı bütün ezilmişlik, bütün tükenmişlik, bütün siniklik, bütün döneklik bombardımanlarına karşın onun şiirleri, dağlardan okyanuslara, kırlardan kentlere bir çağlayan gibi gürlemekte, yankılanmakta..... Hasan Hüseyin, 1940 kuşağı ile 1960 kuşağı arasında şiir yazmaya, yayınlamaya başladı. Ama o dönemin parlak akımı 2.Yeniye bulaşmadı Buna karşın 2. Yeniyle gelen dilin kullanım özgürlüğünü, anlamın akışını daraltmadan işledi... Şiirleri çok sesli bir koronun haykırışı gibidir. Şiirlerindeki bu nitelikler, onu çağdaş ve daha eskilerin içinde öne sürükledi... Bir dönem, Nâzımdan sonra en fazla satılan şiir kitapları onun kitapları oldu. Kitapları toplatıldı. Şair, zindanlarda kelepçelerinin karasında ak güvercinler gibi şiirler yazmaya devam etti. Edebiyatımız bugün de çelik mengeneye alan fildişi kule baronları önce onu görmezden geldiler... Ama baktılar ki, bir sel gibi önüne dikilen burjuva eleştirmenlerin bentlerini yara yara geliyor... O zaman yarı buçuk, Hasan Hüseyin’i kaale alma zorunluluğu duydular.... Artık kendileri eleştirmeye çekindiler.. Ama yanlarına çekerek özlerini boşalttıkları fildişi kule solcularına eleştiri yazdırdılar Hasan Hüseyin için. Bugün de Hasan Hüseyin’in şiirlerine dudak bükenler, onun ölümü üzerinde geçen bunca zamana karşın şiirlerinin gençliğinden hiçbir şey yitirmeyişi karşısında şaşalamaktan başka bir şey yapamıyorlar. Onun şiirleri dünyanın bütün nehirlerinde “kızılırmak kızılırmak” akmayı sürdürüyor. Eşi Azime Korkmazgil’in şu sözleri onu daha iyi anlatıyor: “Bu seslenişte, asla bezginlik yoktur, bunalmışlık yoktur; herhangi bir inancın yitirilişi ve davaya boşvermişlik yoktur. Umut, bir noktada öfkeye yenilirse, öte yandan çıkar günışığına. Ozan kendini, yaşamın orta yerinde bir görev yüklenmiş olarak bulmuştur; bundan caymak, buna sırt çevirmek, ölümle yenilgiyle yokoluşla eşanlamlıdır. O buna, ürettiği hiçbir yapıtta geçit vermez. Gözünün değdiği her alanda eleştirmen, düzeltmen ve eğiticidir. Şu yandan bakınca karanlık gördüğünü evirir çevirir, ışıklara yöneltir ve okuruna öyle sunar. Hem halk çocuğudur, hem de halkçıdır. Günün 24 saati ona yetmez; bir çığır, bir ipucu bir yolak bulmuştur, atlar zıplar gerilir atılır engeli aşar, gözünü diktiği ışığa kavuşturur bilinci. Yenik düşse, kanter içinde


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı kalsa, kolu kanadı kırılsa da vazgeçmez: Onun için vargı bellidir, silkelenir, işini sürdürür. Felsefesi bu; mutluluk yorulmamakta, üretmekte, güzel bir şey yapmakta, yaptığını savunmaktadır. insancıdır; hem birey önemlidir onun şiirinde, hem toplum; ikisinde de gerçekçi, fakat kıyasıya eleştiricidir. Israr, en büyük özelliği; ozan ve yazar, halkın gözü ve kulağı olmalı, umut ve dayanıklılık aşılamalıdır. Züppelikten, çıtkırıldımlıktan ve gevezelikten tiksinir; onun gözünde aydın, aydın olmanın ciddiyetini ve sorumluluğunu taşımalıdır; değerleri, estetik beğençten süzmelidir, seçtiğine sahip çıkmalıdır. Kötümserlik, karamsarlık aşılamaya hakkı yoktur aydının!.." Hasan Hüseyin şiiri, şiirin gereklerini düşünceye feda ediş yanlışlarını düzeltmiş, böylece şiirin gereklerini yalnızca şairane söylemde arayan; teknik sonuçları, o tekniğin taşıdığı yüke göre değerlendiren ve bunun sonucu olarak da, beğeniyi kısırlıktan kurtaran bir şiir anlayışını ortaya çıkarmıştır. Hasan Hüseyin, şiiri; derin duyarlılığı, gür sesi, geniş soluğu, renkli hayali, işlek Türkçesiyle diyalektik bir görüş ve insancıl bir bakışa yaslanan hayat ve tabiat sevgisi, barış ve özgürlük tutkusu, devrim ve bağımsızlık özlemiyle kaynaşan bir şiir düzeyine yükseltmeyi başardı.


Sayfa

93


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

FAŞİZME KARŞI DİRENİŞİN ÖLÜMSÜZ ŞAİRİ: RENÉ CHAR... Fransız şair René Char 14 Haziran 1907'de L'Îsle-en-Sorgue'da doğdu, 19 Şubat 1988'de Paris'te öldü. Avignon Lisesi ve d'Aix-en-Provence Üniversitesi'nde öğrenim gördü.İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi işgaline karşı Direniş Hareketi'nde görev alarak Provence bölgesinde 'Yüzbaşı Alexander' takma adıyla bir taşra çetesinin komutanlığını yaptı. Savaştan sonra doğduğu yer olan L'Îsle-en-Sorgue'a yerleşti. René Char kendinden sonraki kuşakları hem biçem hem de içerik açısından etkilemiştir. Başlangıçta Gerçeküstücülüğü benimsemiş, sonradan uzaklaşmış; özdeyişler ve yoğun imgelerle gelişen kısa ve özlü şiirler yaratmış, mağrur ama gösterişsiz bir alay içeren, yer yer ahlaksal bir boyut taşıyan ekonomik ve son derece içe dönük kavramsal şiire yönelmiştir. Düzyazı şiirler de yazan Char, karşıt düşünceleri iç içe geçirişiyle HeraklitosHeidegger esintileri de barındıran farklı ve özgün bir söyleyiş elde etmiştir. 1966'da tüm yapıtları için Eleştirmenler Ödülü'nü (Prix des Critiques) almıştır. Şiire bakışını bir yazısında şöyle anlatır: “Ozanım ben, ey aşkım, senin ufkunun doldurduğu kurumuş kuyuların yöneticisi. Yaşamın yalanladığı, ozanın yeğlediği deneyim. Şiirin merkezinde, bir çelişki bekliyor seni. Hükümdarındır o senin. Dürüstçe savaş onunla. Şiirde, dönüşmek uzlaştırmaktır. Ozan gerçeği söylemez, onu yaşar; ve onu yaşayarak, yalana dönüşür. Musaların çelişkisi: şiirin doğruluğu. Şiirin dokusundaki gizli tünellerin, uyum odalarının, aynı zamanda da gelecek öğelerinin, güneş siperlerinin, aldatıcı yolların ve birbirlerine seslenen varlıkların sayısı eşit olmalıdır. Ozan bir düzen oluşturan tüm bunların salcısıdır. Ve başkaldıran bir düzendir bu. Ozanlar, alarm çanlarının çocukları. Şiir ölümümü çalacak benden. İnsanın kendisiyle ve dünyayla ilgili bir parçacık hata olmadan, ilk sözcüklerde bir tutam saflık olmadan şiire başlanamaz. Şiir büyük bir sevinçle elimizde tuttuğumuz, bize göründüğü anda, kırağıyla kaplı sapının üstünde, çiçeğin çeneğinde, geleceği belirsizleşiveren o olgunlaşmış meyvedir.


Sayfa 95 Bak işte yine baş başayız, ey Şiir. Geri döndünse, bir kez daha seninle, genç düşmanlığınla, dingin uzam susuzluğunla boy ölçüşmem ve sahip olduğum o denge sağlayıcı yabancıyı senin sevincin için hazır etmem gerekiyor demek.”

RED TÜRKÜSÜ

__Partizanın işe başlaması__ Şair, uzun yıllar için babanın hiçliğine döndü Onu seven sizler ne olur çağırmayın. Eğer kırlangıç kanadının toprakta bir aynası kalmadı diye düşünüyorsanız biraz unutun bu mutluluğu. Acıyı tasarlayan artık kızaran ölgünlüğün içinde görümez oldu. Ah, güzellik ve gerçek öyle kılsın ki kalabalıkça varolun kurtuluş salvolarında! RENE CHAR (Türkçesi: Okay Gönensin) AYDINLIĞIN ÖNCÜSÜ GİARDANO BRUNO KARANLIĞA KARŞI MÜCADELEDE YOL GÖSTERİYOR… Pişmanlık duyacağım hiçbir düşünceyi benimsemedim. Siz karar verirken korkuyorsunuz. Ama ben onu dinlerken korkmuyorum." Bu sözlerin sahibi Giardano Bruno, 17 Şubat 1600 günü odun yığınlarına doğru ilerlerken donuk ve solgundu, işkenceler yüzünden çok kan kaybetmişti. Güçsüz ve zayıftı. Etleri bazı yerlerden kemiğine kadar parçalanmıştı. Eklemleri tekerlek işkencesinden yırtılmıştı. Odun yığınına götürüldüğünde yüzüne öpmesi için İsa'nın çarmıhtaki yontusu tutuldu. O, küçümseyen bakışla kafasını çevirdi. Yüzlerce Romalının toplandığı çiçek meydanında odunlar tutuşturuldu. Yel ateşi körükledi. Alevler Bruno'nun ayaklarına yaklaştı. Elbisesini sardı. Papazlar dikkat kesilmişti. Bruno hiç olmazsa bu son dakikada pişman olup fikirlerinden döner miydi? Umutları boşunaydı, Bruno'nun ağzından ne bir söz, ne bir inilti çıkacaktı... İnsanlık tarihi, özgürlük yürüyüşüdür. İnsan bilinçlendikçe özgürleşmiş, özgürleştikçe bilinçlenmiştir. Tarih boyunca mutluluğu ve özgürlüğü arayan insanoğlu, karşısında hep zor-


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı balığı bulmuş, işkencelerle, ölümlerle, baskılarla dolu yolda ilerlemiştir. "Başkaldırıyoruz o halde varız" diye haykırıldığı zaman insanlık tarihi başlatılmış ve özgürlük yolu açılmıştır. Ölüm kararını Bruno'ya bildiren yargıç, ondan şu cevabı almıştır: "Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz". Bruno’dan bize kalan önemli bir miras da şu sözde saklıdır:

"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım."

BERTOLT BRECHT FAŞİZME KARŞI KAVGAMIZA OMUZ VERİYOR HÂLÂ... Faşizme karşı ürettiği yapıtlarıyla meydan okuyan şair, yazar düşünür Bertolt Brecht’in doğumunun 115. Doğum yıldönümünü kutluyor; mücadelesini sürdürmeye devam ediyoruz. Büyük insan Brecht, 10 Şubat 1898 yılında doğmuştu. Brecht, 1. ve 2. paylaşım savaşları, Hitler faşizminin vahşeti ile birlikte yaşadığı dönemde edebiyattan şiire, sinemadan tiyatroya kadar değişik alanlarda birçok eserler verdi. 50’yi aşkın oyun, yüzlerce şiir, film senaryoları, radyo oyunları… “Sanat üretimdir” diyordu. Yaklaşık otuz yıl boyunca kılı kırk yararak, önüne çıkan birçok zorluğu devirerek, yaratıcılığın sınırlarını zorlayarak soluk soluğa geçen bir yaşam. Tiyatroda çığır açan “epik tiyatro”… Diyalektiği sanatına uygulamak, Brecht’in epik tiyatrosunun çıkış noktasıdır. Sanatı sınıf savaşına hizmet etmeli, onun üreten bir parçası olmalı, düşündürtmeli, kavratmalı, ateşlemeli… seyirci, sınıf savaşımının aynasında kendini görür gibi izlemeleri tiyatroyu, şartlarını görebilmeli. Başka türlü de olabileceğinin kıvılcımları çakmalı beyninde. Brecht’in sınıf mücadelesine sanatsal cepheden sunduğu katkılar ve eserlerinde burjuvazinin çıbanbaşlarını delmesi, ölümünden sonra bile burjuvazinin ona yönelik saldırılarını sürdürmesine neden oldu. Şurasını biliyoruz ki, Brecht’te temel olan, eserlerindeki devrimci öz, devrimci dönüştürücülüktür. Bugünün devrimci sanatçılarının da Brecht’ten alacakları şey, bu olmalıdır:


ÇAĞRI Doğrudur yıldırımın düştüğü, yağdığı yağmurun, Bulutların rüzgarla sökün ettiği. Ama savaş öyle değil, savaş rüzgarla gelmez; Onu bulup getiren insanlardır. Duman tüten topraktan bahar boyunca, Dökülüp yükselir birden gökyüzü. Ama barış ağaç değil, ot değil ki yeşersin: Sen istersen olur barış, istersen çiçeklenir. Sizsiniz uluslar, kaderi dünyanın. Bilin kuvvetinizi. Bir tabiat kanunu değildir savaş, Barışsa bir armağan gibi verilmez insana: Savaşa karşı Barış için Katillerin önüne dikilmek gerek, ”Hayır yaşayacağız!” demek. İndirin yumruğunuzu suratlarına! Böylece mümkün olacak savaşı önlemek. Onlar demir çeliği elinde tutan birkaç kişidir, Yoktur karabasandan bir çıkarları Dünyaya bakıp “ne küçük” derler, Bir şeylerle yetinmezler acunda, Para hesap eder gibi hesaplıyorlar bizi, Savaş da bu hesabın ucunda. Ürkmeyin tutmuşlar diye suyun başını: Korkunç oyunları, davranın, bitsin. Söz konusu olan çocuğundur, ana: Koru onu, dikil karşılarına, Biz milyonlarca kişi Savaşı yener miyiz? Bunu sen bileceksin. Bunu biz bilecek, biz seçeceğiz. Bir de düşün “Yok!” dediğini: Düşün ki savaş geçmişin malı ve barış taşıyor gelecekten.

BERTOLT BRECHT ÇEVİRİ : ATTİLÂ TOKATLI

Sayfa 97


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı


Sayfa 99

DÜNYA EMEK - BARIŞ - DEMOKRASİ ŞİİRLERİ

   

BULGARİSTAN (LUBOMİR LEVÇEV) İRAN (SOHRAP SEPEHRİ) FİLİSTİN (ABU SALMA) CABO VERDE (ONESİMO SİLVEİRA)


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

OZAN

Bekliyorsun beni yasaklı kapıda, daha bıyığı yeni terlemiş bir terörcü görünümünde... Merhaba! Biliyorum için içine sığmıyor, hazırsın kurşun sıkar gibi sormaya: “Ozan olabilir miyim, ne dersin?” Kulak kesiliyorum, yarabbi ne kadar da gülünecek haldesin bu heyexcanınla, duygusallık eritip tüketmiş sesini. Bırak bir yana yeteneği esini sen uyak düşürmektesin daha “armut”u “elma”yla. Kestirmeden söylememi istersen Ozanlıkta şansın yok! Hatta diyebilirim ki incelik göstermek, gönül almak düpedüz günahtır bizim alanda.

İşte sönüverdin titreşerek tıpkı mum alevi gibi. Düşünceleri okuyabilirsin belki kuşku duymuyorum. Ağzının içinde birkaç sözcük tesviyeciyim, hoş görün, bu ilk denemem falan ve izin gününde gidip kan verdiğinden söz açıyorsun poliklinikte gönüllü olarak... Kan mı! Ne kadar da cılız ve solgunsun oysa! Kan mı! Geri alıyorum bütün söylediklerimi. Değil mi ki biliyorsun özgürlüğün nasıl ödendiğini öyleyse yargılısın ozansın yani! Yine de çok giz var daha öğreneceğin bizim loncada silinmeyen bir iz bırakmak için ardında. Şiir dediğin Korkunç bir özgürlükle yazılır Sonsuzluğun kan bağışçıları eliyle.

LUBOMİR LEVÇEV

(Çeviri:Fahri Erdinç-Kemal Özer)


SU

Sayfa

101

hep coşsun çeşmeleri ve inekleri bol süt versin görmediğim köylerin kuşkusuz çitleri kısadır ve çitlerin altında tanrılarfın ayak izleri vardır orda ayışığı suyu bulandırmayalım sözün anlamını aydınlatır. bu akarsu belki tüm köylüler bilirler bir yürek sıkıntısını dağıtmak için karanfil nasıl bir çiçektir bir ağaç dibine gidiyor mavi mavidir bir gonca açılınca kuru bir parça ekmeğini bütün köylüler duyar suya batırmıştır bir derviş bir köy ki güzel bir kadın ırmağın kıyısına geldi sokakları rüzgâr ezgisi dolu küçük bir kız testisini doldurur sudan suyu bulandırmayalım suyu bulandırmaz güzellik yansımıştır suya ne kadar güzel bu su suyu bulandırmayalım ne kadar duru bu ırmak yukardaki köylüler ne kadar iyiler suyu bulandırmayalım uzaklarda belki bir güvercin su içiyor ya da uzak ovalarda bir kuş kanatlarını yıkıyor suda

SOHRAP SEPEHRİ (Çeviri: M. Babek)


Emeğin Sanatı 11. Yıl 183. Sayı

GENE GELECEĞİZ

Gene geleceğiz karşılaşmamızın yollarında. Bir bülbül kulağıma fısıldadı: Gene geleceğiz. Bülbüller orada yaşarlar henüz. Şakırlar yazılarımızda. Gene geleceğiz gölgeleri arasında özlemin, yadırgamanın mezarlarında bizim yerimiz de var, bu kesin. Yorulma gönül, Dönüşün yollarında Çökme sakın. Gene geleceğiz, Gene.

ABU SALMA (Çeviri:A. Kadir Süleyman Salom)


Sayfa

103

BİR BAŞKA ŞİİR Bir başka şiir ister adaların halkı, adaların halkı için bir başla şiir: İnsanlar inlemesin içinde, ağır ağır sürüklenen insanlar peşinde hayatın. Bir başla şiir adaların halkı için: İnsanlar inlemesin içinde, sürüklenen insanlar kurumuş kalmış toprakların kara sütüyle. Analar olmasın içinde, anasız çocukların resmine bakan analar. Bir başka şiir ister adaların halkı, adaların halkı için bir başka şiir: Ne iş bekleyen bilekler olsun içinde, ne ekmek bekleyen ağızlar olsun.

Hele gemiler hiç olmasın, güneye giden gemiler, ağzına kadar insan dolu. Bir tek söz bulunmasın içinde, sessiziğin parmaklıklarında boğazlanmış bir tek söz. Bir başka şiir ister adaların halkı, adaların halkı için bir başka şiir: Özsuyu bulunsun içinde, yeryüzünün kökünden kopup gelen, yeryüzünün bağrından. Tam-tam sesleriyle tıklım tıklım bir şiir, Saint- Catherina köylülerinin sesleriyle. kalçalar oynamalı bu şiirin içinde, sedef gülüşler yansımalı. Bir başka şiir ister adaların halkı, adaların halkı için bir başka şiir: İnsanlar ne denizinuzanan elinden yoksun kalsın, Ne de dünyaya açılmanın hayalinden.

ONESİMO SİLVEİRA (Çeviri:A. Kadir-Afşar Timuçin)


DÜNYA ŞAİRLERİNİNKISA KISA ÖZGEÇMİŞLERİ: DÜNYA ŞAİRLERİNİN ÖZGEÇMİŞLERİ:

AGOSTİNHO NETO:Angola'nın ünlü şairi ve Angola Devlet Başkanı (1975-1979) Ülkesinin kurtuluş savaşına önderlik eden Neto’nun Angola kurtuluş kavgasıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Angola Kurtuluş İçin Halk en LUBOMİR LEVÇEV (1935): halkının Lubomir Levçev, çağdaşşiiri Bulgar şiirinin günümüzdeki en tanınmış, Hareketi’nin yaptı. temsilcisi. Tıp Eğitiminden harekete liderlikvardır. etmeyeBulgaristan başladı ve olaylar çok çevrilmişbaşkanlığını ve yayınlanmış 50’densonra fazla1960'da kitap ve 60 çevirileri Yazarlar esnasında Portekizlilerce 30 sivil öldürüldü, yaklaşık 200 kişi yaralandı. Neto; Portekiz koloni makamlarınca aynı Birliği, Bulgaristan Kültür Bakanlığıda çalıştı. Onun şiiri, çağdaş yaşamın günlük yansımaları üstüne yıl tutuklanarak Lizbon'da hapse atıldı. Hapisten kaçan Neto; önce Fas'a sonra da Zaire'ye gitti. 1962 yılında kuruludur. Ama bu yansımalar, enülkesine sıradandöndü. ayrıntıları köklü sorunları, büyük kurtuluş savaşına devam etmek üzere Angolaolduğu halkınınkadar, Portekizensömürgeciliğine karşı en verdiği davaları içermektedir.Levçev’in şiiri,başarıya sözünulaştı. tam 1969-1970 anlamıylaAsya çağdaş, güncel Birliği'nden şiir; lirik Lotus bir gam kurtuluş da savaşı, şair Neto'nun önderliğinde Afrika Yazarlar üzerinde devrimsel romantizmin şiiri. Ana temaları, süren devrim, yeni toplum, yeni insan, Ödülü'nü aldı. (1975-1976) yılında Lenin Barış Ödülü'nü kazandı. Kanser tedavisi sürerken Moskova'da hastanede sonsuzluğa yürüdü. göre, ozanlığın en önemli niteliği cesarettir.” enternasyonalizm.. Levçev’e JORGE REBELO:1940 doğumlu Jorge Rebelo, MOZAMBİKli şair, avukat, gazeteci bağlı . Portekize karşı Mozambikli SOHRAP SEPEHRİ (1928-1980):İranlı modern şair ve ressam. İsfahan'a Kaşan'da doğdu. İran gerilla grubu ile direnişin öncülerinden oldu. Şiirlerinde Mozambik özgürlükmücadelesini, bağımsızlık için şiirinde ölçü ya da ritme bağlı olmayan "Yeni Şiir" akımının beş ünlü şairinden biridir. Sepehri, mücadele, direniş çağrıları öne çıkmaktadır. Özgürlük savaşını ve savaşanları över, yoldaşlarını motive eder , şiirlerinde de görselliği öne çıkarır, şiirleri insan sev gisiyle insanla doğa arasındaki kavgaya çağırır. Bu şiir, Mozambik özgürlük mücadelesininen şiddetlidoludur. günlerinde,Şair, kendisiyle gizlice görüşmeye ilişkileri gelen ikiirdeler İsveçli gazeteciye verilmişti. Rebelo, 1975 yılında ülkenin bağımsızlığını hemen sonra Mozambik'in ABU SALMAbakanı (1907-1980): önemli şairlerindendir: Hukuk öğrenimi gördü.Gençliğinde enformasyon ve ülkedekiFilistin’in en güçlü adamlarından biri oldu. ELLİS AYİTEY KOMEY:(1816-1887) Proletaryanın sesini, dolayı sosyalizmi ve şiirleriyle dünayaya yayan Al yayınlanan, elden ele dolanan “Salma” şiirinden bu türküleri adı almıştır. Asıl adı Abdülkerim şairdir. Enternasyonal’ın sözünü yazan şairdir. Önceleri işçi olarak çalıştı. 1848’de barikatlarda dövüştü. 1871aldı. Karmi’dir. 1978'de Asya ve Afrika Yazarlar Birliği tarafından Lotas Uluslararası Edebiyat Ödülünü Paris Komünü’nde milletvekili seçildi. Komün yıkılınca ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Gıyaben ölüm cezasına Ebu Salma Filistin sevgisi ve özlemi ile ilgili şiirler yazdı. çarptırıldı. Sürgünde kaldığı sürece türkülerini yazmaya devam etti. 1880’de aftan yararlanarak Fransa’ya ONESİMO SİLVEİRA (1935- ): Sao Tome’de ağır işlerde çalıştı. Angola’da memur oldu. Daha sonra döndü. İlk şiir kitabını o yıl yazdı. 2. kitabı «Devrim Türküleri» ölümünden sonra yayınlandı. Yoksulluk içinde İsveç’e göçtü. Daha arkasında sonra Afrika’ya Gin’nin bağımsızlığı için çalıştı. Afrika Partisi ile öldü ama yazdıklarıyla ölmeyecek döndü. bir anıt bıraktı. dayanışma çalışmalarını sürdürdü. Sosyalist ve bağımsız Afrika için mücadele etti. Cape DENNIS BRUTUS: (1924-2009) Zimbabweli sporcu, spor yöneticisi, özgürlük savaşçısı, şair. Verde’nin 1960 hak ettiği halde siyahSiyah tenli olduğu için seçilmeyince bu kararda egemen olan Anti-CAD’a (Siyahî enolimpiyatlarına önemli edebiyatçılarındandır. tenli sömürge halkıonın acılarını, öfkelerini, dramlarını işledi Karşıtı İşler Dairesi Başkanlığı organizasyonu) direnir bunun sonunda ilk kez hapse atılır. 18 ay hapisten şiirlerinde. Şiir ve öykü kitaplarının yanı sıra Cabo Verde edebiyatı ile ilgili bir inceleme kitabı çıktıktan sonra da mücadelesini sürdürdü Güney Afrika’da siyahların yazması ve yayınlaması yasakken o illegal bulunmaktadır. yollardan bu yasağı deldi. AsmaŞiiri-A.Kadir sonunda tekrar tutuklandı. Nijerya hapiste /iken MBARI Şiir Ödülü'nü alan ilk KAYNAK:İnsan Okur.org / Filistin / Port. Sömürgeleri Şiiri-A.Kadir Göl Uykusunun Ötesinde-*M.Babek siyah şair oldu. Ancak Brutus, ödülü ırkçılığı protesto etmek amacıyla geri çevirdi. 14 şiir kitabı olan Brutus, Daha sonra yurt dışına çıktı. Denver Üniversitesi, Northwestern Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi ‘nde Afrika edebiyat tarihi üzerine dersler verdi. Buradan emekli oldu. Amerika’da öğretim üyeliğini sürdürdüğü yıllarda da ABD’de Apartheid karşıtı gösterile düzenledi, kamuoyu oluşturmaya çalıştı. Apartheid bittikten sonra Güney Afrika'ya döndü. 2008 yılında sanat ve kültüre katkıları, ömür boyu gösterdiği özverili mücadelesi nedeniyle Güney Afrika Lifetime Onur Ödülüne layık görüldü. Brutus, tüm zamanların dünyanın en iyi şairleri arasında yer aldı. Korkusuz bir adalet savunucusu, ve büyük bir hümanist ve öğretmen oldu.

EMEĞİN SANATI E-DERGİ Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Kaynak: Yansıma Dergisi Sayı 30, 1974, Kurtuluş Hareketleri Ve Direnen Şiir Özel Sayısı Şubat /2017 Yıl: 11 Sayı: 183 EMEĞİN SANATI E-DERGİ Aylık Sosyalist Kültür/Sanat E-Dergisi Yayınlayan: Emeğin SanatıYıl: Kolektifi 15.12.2014 9 Sayı: 163 ©Yayınlayan: Dergide yayınlanan eserlerin her türlü hakkı Emeğin Sanatı Kolektifi şair ve yazarlarına, görsel sanatçılarına © Dergide yayınlanan eserlerin her türlü aittir. hakkı Kaynak koşuluyla alıntı yapılabilir. şair vegösterilmesi yazarlarına, görsel sanatçılarına aittir. Kaynak gösterilmesi koşuluyla alıntı yapılabilir

Yayın,Tasarım, Düzenleme: A. Z. ÇAMUR Görsel Tasarım Düzenleme: ADNAN DURMAZ Ön İç , Arka İç Kapak: ADNAN DURMAZ Ön veyapıt Arka Kapak: Anonim Not: e-dergimize göndermek isteyen dostları,

emegin_sanati@mynet.com adresine gönderebilirler. Not: e-dergimize yapıt göndermek isteyen dostlar, emegin_sanati@mynet.comadresine gönderebilirler. Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Facebook grup adresi: https://www.facebook.com/groups/emeginsanatidergisi/?ref=ts&fref=ts Twitter adresi: http://twitter.com/emeginsanati Twitter adresi:E-Kitaplığı: http://twitter.com/emeginsanati Emeğin Sanatı http://issuu.com/emeginsanati E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi Emeğin Sanatı E-Kitaplığı: http://issuu.com/emeginsanati Emeğin Sanatı E-Dergi: http://issuu.com/emeginsanati-dergi




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.