Milliyet Sanat Kasım 2013 No: 656

Page 1

K.K.T.C Fiyatı: 9 TL 8 TL KASIM 2013

Poptan sanata LADY GAGA

Sıradanın gizemi

Magritte Hakan Günday ve “Daha”sı Adalet Cingöz’den sanat magazini

Beren Saat SİNEMAYA IŞIK SAÇTI

Sözsüz Laz müzikali “Çinka” Sinemanın Nobellileri

OPERAMIZIN TELİF ÇIKMAZI Şimşek tanrısı

CHRIS HEMSWORTH



AYD A B İ R FİLİZ AYGÜNDÜZ

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Kasım 2013 Sayı 656 / 126301

Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. Genel Yayın Yönetmeni

FİKRET BİLA Yayın Yönetmeni

FİLİZ AYGÜNDÜZ Tüzel Kişi Temsilcisi

İSMAİL ERALP Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi

ALİ NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik

ASU MARO Sinema

NİL KURAL Haber

GÜLDEN ÖKTEM Plastik Sanatlar ve edebiyat

FİSUN YALÇINKAYA Görsel Yönetmen

AYLA DÜNDAR Sayfa Sekreteri

ATİLLA ŞEN Reklam Grup Başkanı SAVAŞ YILMAZER Reklam Grup Başkan Yardımcısı

AYGÜL ERÖZÜ Reklam Direktörü

CENGİZ EKEN Reklam Müdürü

DORUK DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü

GÜVEN ÖNEMLİ Sıra 854 / 8 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 9 TL Yurt içi abonelik bedeli 82 TL ISSN 1300-4425

YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Uniprint Basım Sanayi ve Ticaret A.Ş. Hadımköy-İstanbul Caddesi, Ömerli yolu No: 159 Arnavutköy-İstanbul Tel: (0212) 798 28 40 Milliyet’in ayda bir yayımlanan ücretli kültür sanat dergisidir. Milliyet gazetesi ve eklerinde yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş’ye aittir. İzin alınmadan kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez Yayın türü: Yerel süreli www.milliyetsanat.com /

Sanatı blipleyin BİZİM, ekipçe en sevdiğimiz okur şikayeti(!): “Milliyet Sanat o kadar dolu ki, bir ayda bitiremiyorum!” Bu aydan itibaren bu dertten mustarip olanlar biraz daha sıkıntı çekecek. Zira Milliyet Sanat’ta Blippar dönemi başlıyor. Dünyada ‘en iyi’ kabul edilen görüntü tanıma teknolojisi Blippar, ‘augmented reality’ (arttırılmış gerçeklik) uygulamasına, yazılı basında Türkiye’de ilk defa Milliyet gazetesi ile birlikte başladı, eylül ayında. Bu aydan itibaren, bu uygulamayı Milliyet Sanat okurları da tecrübe edecek. Nasıl bir tecrübe olduğuna gelince... Bu uygulama sayesinde okuduğunuz yazıyla ilgili müzikleri dinleyebilecek, resimleri görebilecek, videoları izleyebileceksiniz. Hepsi bu mu? Hayır. Hayalgücü dışında hiçbir sınırı olmayan bir uygulamadan bahsediyorum. Sözgelimi Milliyet Sanat dergisinin kapağında kendi fotoğrafınızı görmek istemez misiniz? Bunun için telefonunuza ya da tabletinize AppStore, Google Play veya www.blippar.com adresinden yüklediğiniz Blippar’ı açıp, 2. sayfaya gidin. Ekranı, ‘blip’ logolu bu sayfaya tutun. Birkaç saniye içinde ekranınızda bir blip logosu göreceksiniz. Telefonu ya da tableti geri çektiğinizde, fotoğrafsız ama yazıları yazılarak düzenlenmiş bir Milliyet Sanat kapağıyla karşılaşacaksınız. Bundan sonra yapmanız gereken, fotoğrafınızı çekmek. Hepsi bu kadar. Kapakta siz varsınız artık. Hemen ekleyeyim işlemlerin tümü bir dakika bile sürmüyor. Bu, işin eğlenceli kısmı... Bir de interaktif içerik sağlama boyutu var Blippar’ın. Yine bu ayki dergiden örnekler verirsem... New York’ta

açılan Magritte sergisiyle ilgili nefis bir yazıya yer verdik plastik sanatlar sayfalarında. Malum, haberin içinde birkaç tane sergi fotoğrafı kullanabiliyoruz. Peki diğerleri? Artık onları da görebileceksiniz. Yine bütün yapmanız gereken blip logolu sayfaya ekranınızı tutmak, logo ekranda belirene kadar beklemek. Ki bu işlemin adına da ‘blipleme’ deniyor. Bliplediğiniz anda sergideki diğer resimler karşınızda! Asu Maro’nun Beren Saat’le yaptığı kapak söyleşisinden birkaç dakikalık bir bölümü, söyleşinin yer aldığı blip logolu sayfayı blipleyerek izleyebilirsiniz. Yeni romanı “Venüs”ü konuştuğumuz Şebnem İşigüzel’den size mesaj var. Mesajı görüntülemek için... Ahmet Ümit’in ve Hakan Günday’ın yeni romanlarından bölümler okuduğu ‘sanal okuma’ gününü, Lady Gaga’nın son albümündeki ilk single olan “Applause”un klibini, İDOB’un “Genç Werther’in Acıları” balesinin prömiyerinde çekilen videoyu izlemek için... Blipleyin! Özetle bundan böyle derginizde, sanat haberleriyle ilgili 3D çalışma, video, fotoğraf galerisi, sosyal medya bağlantıları, oyun içerikleri ve ses efektleriyle karşılaşacaksınız sık sık. Haberini okuduğunuz bir sinema filminin fragmanı, anında karşınızda belirecek ya da eleştirisini okuduğunuz sergide, beğendiğiniz bir tabloyu misal, evinizin duvarında görebileceksiniz. Velhasıl, Blippar marifetiyle çok sayıda sürpriz sizi bekliyor olacak önümüzdeki sayılarda. Bu durumda Milliyet Sanat’la geçireceğiniz vakit de artacak tabii. Bir ayda bitiremediğiniz dergi, iyiden iyiye bitmez bir hâl alacak. Bizim şikayetimiz yok. Sizin? Mutlu, keyifli, sağlıklı bir kasım ayı dileriz. MS

@Milliyet_Sanat

1

Milliyet SANAT Kasım 2013


K.K.T.C Fiyatı: 9 TL

İÇİNDEKİLER

kasım

8 TL KASIM 2013

Poptan sanata LADY GAGA

Sıradanın gizemi

Magritte Hakan Günday ve “Daha”sı Adalet Cingöz’den sanat magazini

Beren Saat SİNEMAYA IŞIK SAÇTI

Sözsüz Laz müzikali “Çinka” Sinemanın Nobellileri

OPERAMIZIN TELİF ÇIKMAZI Şimşek tanrısı

CHRIS HEMSWORTH

Kapak fotoğrafı: Ercan Arslan Stüdyo: Atölyemoon

44

Milliyet Sanat’ın kapağında kendinizi görmek için blipleyin

Yeni albümüyle

Lady Gaga

20

Chris Hemsworth, ikinci kez Thor’u canlandıracak.

SAHNE SANATLARI

KAPAK

6 Beren Saat, duymayan ve görmeyen bir kadını canlandırdığı yeni filmi “Benim Dünyam”ı Asu Maro’ya anlattı.

84

SİNEMA

Magritte’in “Not to Be Produced” adlı eseri (üstte).

62

Naile Akıncı için kapsamlı sergi

16 Yönetmeni ve başrol oyuncusundan Frances Ha’nın büyüme hikayesi 20 Chris Hemsworth bir kez daha Şimşek Tanrısı rolünde 24 Rose Byrne tam bir görev kadını 28 Altın Portakal’da zayıf bir yıl 32 Nobel ve sinemanın bitmeyen alışverişi 36 Abdellatif Kechiche’in Altın Palmiyeli ve tartışmalı filmi: “Mavi En Sıcak Renktir”

MÜZİK

66 Werther romandan bale sahnesine.

108 Şebnem İşigüzel, yeni romanı “Venüs”ü anlattı. Milliyet SANAT Kasım 2013

44 Bir sanat eseri olarak Lady Gaga 48 Eminem yeni albümünde alter egosu Slim Shady’le dönüyor 50 Paul McCartney 71 yaşında ‘yeni’leniyor 53 M.I.A, “Slumdog Millionaire”le kavuştuğu ününe ün katıyor 60 İzmir Devlet Senfoni Orkestrası klasik müziğe yeni dinleyiciler kazandırıyor 62 Naim Dilmener’den müzikal günce

2

66 Genç Werther bale sahnesinde 68 Sözsüz bir Laz müzikali: “Çinka” 74 Türk operasının uluslararası telif sorunu

PLASTİK SANATLAR

76 Naile Akıncı’nın 75. sanat yılı 80 Contemporary İstanbul’da 3 bin eser 84 Sürrealizmin usta ismi Magritte 80 eseriyle New York’ta 88 Botero’nun eşi heykeltraş Sophia Vari ilk kez İstanbul’da 90 Hem mühendis hem sanatçı: Ali Miharbi

MİMARİ

98 Mimarinin sanatla buluşması 100 Adalet Cingöz sanat dünyasının kulisine ve perde arkasına bakıyor

EDEBİYAT

102 Hakan Günday’dan “Az”dan sonra “Daha” 105 Ahmet Ümit edebiyatı 108 Şebnem İşigüzel’den bir aile tarihçesi 112 32. İstanbul Kitap Fuarı’nda okurları neler bekliyor? 116 Ece Aksoy’dan damağın hatırladığı ‘öyküler’



AFİŞTEKİLER

Sophie Ellis-Bextor’ın ‘seyahat tutkusu’ Elektronik popun ünlü isimlerinden İngiliz şarkıcı Sophie Ellis-Bextor’ın beşinci stüdyo albümü “Wanderlust”, 20 Ocak’ta raflara çıkacak. “Diskonun soğuk divası” lakaplı Ellis-Bextor, geçtiğimiz aylarda albümden çıkacak ilk single “Young Blood”ın demosunu hayranlarına hediye olarak ücretsiz yayınlamıştı. Single’ın bu ay son haliyle görücüye çıkması bekleniyor. “Wanderlust”, Almancadan İngilizceye geçmiş bir ifade ve ‘seyahat etme, sürekli gezme isteği’ anlamına geliyor. Ellis-Bextor’ın sakin ama bir yandan yerinde duramayan müzikal tarzıyla uyumlu bir isim.

Warhol ve Munch’un benzer yönleri, “Munch/Warhol”sergisinde.

Warhol ve Munch Ankara’da CerModern ve Norveç Büyükelçiliği, 6 Kasım-5 Ocak arasında 20. YY.’ın sıradışı iki ustası Edvard Munch ve Andy Warhol’u Ankaralı sanatseverlerle buluşturuyor. Küratörler Patricia G. Berman ve Pari Stave sergiyi, iki sanatçının benzerliklerini ortaya çıkarmak amacıyla hazırlamış. 30 eserden oluşan sergi Munch’un doğumunun 150. yılı anısına gerçekleştirilecek. Sergi, müzeler ve özel koleksiyonlardan derlenmiş, şimdiye kadar çok az gösterilmiş eserlerden oluşuyor. (0312) 310 00 00 / www.cermodern.org

Itzhak Perlman yeniden İstanbul’da Matt Damon ve George Clooney, “The Monuments Men”in başrollerinde.

George Clooney’nin “Monuments Men”i 2014’te vizyonda Oyuncu, yapımcı ve yönetmen George Clooney’nin, 2. Dünya Savaşı sırasında sanat başyapıtlarını Naziler’in elinden kurtarmak için kurulan uluslararası bir ekibin gerçek hikayesini sinemaya uyarladığı “The Monuments Men”, daha önce duyurulan vizyon tarihi olan 18 Aralık yerine 2014 başında gösterime girecek. Clooney’nin yanı sıra Matt Damon, Bill Murray, Jean Dujardin ve Cate Blanchett gibi yıldızların yer aldığı filmin gösterim tarihinin ertelenme sebebi, Clooney’ye göre özel efektlerin tatmin edici bir noktaya henüz ulaşmamış olması.

Milliyet SANAT Kasım 2013

4

20 ve 21. YY.’ın en önemli keman virtüözlerinden Itzhak Perlman, 21 Nisan tarihinde İstanbul Kongre Sarayı’nda bir kez daha Türk dinleyicileriyle buluşacak. İstanbul Müzik Festivali için 1992 yılında Türkiye’ye geldikten ancak 21 yıl sonra, geçtiğimiz mayıs ayında tekrar İstanbul’da konser veren Perlman, klasik müziğin yanı sıra caz ve Perlman’ın mayıs Aşkenazi Yahudileri’nin müzikal ayında verdiği konser geleneği klezmer alanındaki büyük ilgi görmüştü. çalışmalarıyla da tanınıyor. Perlman nisan ayında vereceği konserde daha önce başka bir keman efsanesi olan Yehudi Menuhin’in sahibi olduğu, fiyatı 20 milyon dolar civarında tahmin edilen 1714 yapımı kemanı Soil Stradivarius’u çalacak.

Can Bonomo’nun kitabı çıktı Ünlü müzisyen Can Bonomo kitap yazdı. Sanatçının ilk şiir kitabı Esen Kitap tarafından TÜYAP Kitap Fuarı’nda okurlara sunulacak. Bonomo’nun kapak ve arka kapak çizimlerini de yaptığı kitabın editörlüğünü şair Küçük İskender üstlendi.



FOTOĞRAFLAR: ERCAN ARSLAN

KAPAK

Asu Maro’nun Beren Saat ile yaptığı söyleşiden bir bölüm izlemek için blipleyin.

Beren S aat, film i hem yö başrolün netip he ü üstlen m en Uğur Yücel ile ...

Milliyet SANAT Kasım 2013

6


asu.maro@milliyet.com.tr

Beren Saat’in hem kör hem sağır bir kızın mucizevi öyküsünü canlandırdığı “Benim Dünyam” sinemalarda. Yoğun bir hazırlık sürecinden geçerek oynadığı filmin bütün hayatını, insanlığını sorguladığı, çok derin bir ruhsal sürece yol açtığını söylüyor Saat.

ASU MARO

“Film boyunca durdum, jenerikte gözlerim doldu” BEREN SAAT yeni neslin en önemli televizyon yıldızlarından. Beyaz perdede ise şansının ekrandaki kadar yaver gittiğini söylemek zor. Büyük olasılıkla bu makus kader Uğur Yücel’in yönettiği “Benim Dünyam” ile kırılacak. Çünkü Beren Saat, değme oyuncunun zorlanacağı kör ve sağır Ela rolünün altından hakkını vererek kalkıyor.

Galanın ertesi günü kapak çekimi için buluştuğumuzda ilk izlenimim, işini çok ciddiye alan ve her an her şeyi kontrol etmek isteyen bir genç kadın olduğuydu. Konuşmaya başladıkça, ne kadar neşeli ve duygusal da olduğunu gördüm. Birçok sorunun cevabından önce şen bir kahkaha patlattı. Belli ki hayatının mutlu bir dönemini yaşıyordu ve ışık saçıyordu.

“Güz Sancısı’ndan memnunum, ‘Gecenin Kanatları’ndan değilim” ● Sinemadaki seçimlerinizden memnun musunuz? “Güz Sancısı”ndan memnunum. “Gecenin Kanatları”ndan değilim. O süreç biraz tuhaf. Ben o senaryoyu reddettim, sonra Serdar Akar’ın çekeceği ortaya çıkınca, “Şöyle yaparız, böyle yaparız, senaryoyu böyle değiştiririz,” diye ikna olduğum bir konuşma yaptık. Ve aslında yönetmene inanarak girdim, çok da keyif aldım onunla çalışırken. Filmi izlediğimde, rol iştahımı kabartmıştı evet, ama şöyle bir ders oldu bana: Senaryoya ikna olmadan girmemek gerekiyor. Ben o senaryoya ikna olmamıştım zaten, film de iyi bir film olmadı. Bahman Ghobadi’nin filmi “Gergedan Mevsimi” ayrı bir eğitimdi. Haftalarca çalışıp sonra kurguda her şeyin atılıp “Aaa bir tek bu sahnem

kalmış,” diye kendimi izlediğim bir filmdi. O da senaryosuz girdiğim bir filmdi aslında. Ama Bahman’le çalışmak istedim, tecrübe olacaktı, sonradan Monica’nın (Bellucci) oynayacağı ortaya çıktı, hayallerimiz büyüdü ama sonunda senaryosuzluktan birazcık yolunu kaybetti diye düşünüyorum. Çekerken başka kanallar keşfetti, oralara yürüdü hikayede. Üç dakika falan varım filmde ama üç hafta çalıştım. Dizinin içinde ve hiç uyumadan, o dönem biz “Fatmagül”ü çekiyorduk, bütün ekip bana destek oldu o filmde oynayayım diye. Çalıştım çalıştım, filmde yoktu. Kenan’la izledik, film bitti, gözlerim doldu. Çıktık, Kanyon’daydık, karşıda barı görüp oturduk, “Ne ısmarlayayım sana?” dedi. Ertesi gün de üzülmedim, yapılacak bir şey yoktu.

7

Beren Saat ile hem bu zor rolün hazırlık sürecini, hem de yeni sezona Nejat İşler’in ayrılmasıyla biraz tökezleyerek başlayan “İntikam” dizisini konuşurken söz aşka, kadın olmaya ve hayatın diğer renklerine geldi... ● Filmi ilk kez galada gördüğünüzü söylediniz. Nasıl buldunuz? Güzel bir film olmuş. Yönetmenin kafasında her şey net olduğunda çok fazla plan çekmiyor. O yüzden aslında öngörüyordum nasıl bir film olacağını, nasıl bağlanacağını. Filmimiz uyarlama. “Black” tabii ki Bollywood sinemasının kurallarına göre yapılmış, bizim için fazla grotesk bir filmdi. Dün izlediğimde her şeyin çok sade olması beni en çok mutlu eden şey oldu. Çünkü bunları çok tartıştık. Ama sonunda hiçbir şeyin fazla olmadığını gördüm. ● Zaten hikaye o kadar ‘fazla’ ki, hiç süse gerek yok... Evet, öyle. Ajite etmeye çalışan bir hali yok filmin, ama zaten çok trajik bir hikaye olduğu için insanları etkiliyor. Filmin tavrı hoşuma gitti her şeyden önce. Acıklı olsun diye süsleyerek değil de, sade bir şekilde anlatıyordu hikayesini. ● ‘Tipik bir Yeşilçam melodramı’ diyen sinema yazarları var. Öyle mi sizce? Yeşilçam melodramı izleri taşıması, aslında yola çıkarken Uğur Yücel’in tercih ettiği bir şeydi. “Eski Türk filmleri gibi bir şey olsa keşke,” cümlesi vardı. Ama tabii ki tam olarak bir Yeşilçam melodramı değil, rejisi anlamında da, oyunculukları anlamında da. Milliyet SANAT Kasım 2013


KAPAK

“Bir müzisyenle bir oyuncu iyi bir kombinasyonmuş” ● Filmde Ela’nın hayatında edebiyatın da önemli bir yeri var. Sizin yazıyla aranız nasıldır, yazar mısınız bir şeyler? Yazarım. Çoğunlukla günlük. Birkaç senedir onların ufak ufak kendi ritmi olmaya başladı. Bazıları şiir şekline dönüşüyor. Ama bazen o günlüğün içerisinde bir şeyler düşündüğüm için ufak denemeler gibi de oluyor. Ama ben aslında hayatımı kayıt altında tutmak istiyorum, hep onun üzerine yazıyorum. ● Kimseye okutuyor musunuz? Nadiren. Genelde Belçim (Bilgin) okur. En korkak ve özgüvensiz zamanlarımda ilk ona okuttum. Bazen Kenan (Doğulu) da okuyor şimdi. Ufak ufak cesaretim geldikçe okutuyorum. ● Şiirleri besteleme niyeti yok mu? Bilmem, öyle benim doğrudan bir şeyime değil ama bazen o söz yazarken ben de ufak ufak burnumu sokuyorum. Eğlenceli oluyor. Öneri veriyorum yani sadece.

● Şarkı söylüyor musunuz beraber? Yapıyoruz evet, keyifli. Bir tane müzisyenle bir tane oyuncu iyi bir kombinasyonmuş, hiç başıma gelmemişti. Herkes kendi işine dair bilgisini karşı tarafla paylaştığında kendi mesleklerimiz üzerinde uygulayabildiğimiz bilgiler oluyor onlar. O yüzden beraber geçirdiğimiz zamanlar ikimizi de besliyor. ● Aynı meslekten olmaktan daha iyi herhalde... Evet kesinlikle. Hem rekabetsizlik çok net, bilmediğimiz, ait olmadığımız alanlar. Aynı alanlarda bazen öyle şeyler yaşanabiliyor, birinin çok iyi bir zamanı, ötekinin kötü bir zamanına denk geldiğinde hırçınlaştırabiliyor insanları. ● Peki siz bir iş başlamadan önce gergin olan insanlardan mısınız? Tabii gerilimlerim var ama kendini yıpratan gerginlerdenim. ● “Zor ve katlanılmaz olurum” gibi bir durum yok yani. Yok öyle değil. Ben en fazla betona

bağlarım kendi kendime. Sinirli olmam, sadece daha duygusal olurum. Çok kontrolsüz tepkiler hiçbir zaman vermiyorum ama daha ağlamaklı olabilirim mesela. ● Birbirinizin yaptığı işleri hep beğeniyor musunuz, yoksa eleştirdiğiniz de oluyor mu? Yok nazikçe en sert eleştirileri birbirimize yapıyoruz. Bir süreliğine ufak bir sessizliğe neden olsa da biliyoruz ki dostça bir eleştiri ve haklı bir eleştiri oluyor çoğunlukla da. Hiç kabalaşmadığımız için birbirimize, bir de gerçekten çok dostane eleştiriler olduğunu bildiğimiz için kırıcı olmuyor. Biz dün gece galadan çıkıp Yılmaz’a (Erdoğan) gittik ve filmi konuştuk, Yılmaz da eleştirileri konusunda harika bir dosttur. Öyle dostlukla eleştiren insanlar çok önemli oluyor çünkü insan kendi işinde bir noktada kör olabiliyor. Sağlamalar iyi oluyor. Kenan’la da aramızda iyi bir dayanışma var eleştiriler açısından.

“Kenan zaten sete falan gelen biri değil, bir de öpüşme sahnesinde duracak... Olur mu öyle şey? Asap bozucu tabii sanki sürekli birbirimizin tepesinde beklermişiz gibi. Hayatımızın bilmem kaç senesini birbirimiz olmadan yaşadık.”

“Benim Dünyam”daki Ela karakterini esinleyen Helen Keller’ın konuşmasını izlemek için blipleyin.

● Uğur Yücel’le tanışır mıydınız? Hayır, bu film için tanıştık. Erol Avcı “Bir film yapsak” dedi ve biz üçümüz bir toplantı yaptık. Hikayeden bahsedildi, ben “Black”i izlememiştim. Filmi aldım ve eve izlemeye gittim. Dediğim gibi başta bir takım şeylerden korktum. Her şey çok groteskti, tercihler o yönde yapılsaydı, kendimi içinde görmek istemeyeceğim, fazla gişe maksatlı, duygu sömürücü sinema filmlerinden olabilirdi. Bir yandan da çok zor bir rol olduğu için ufak bir korku yarattı. Ama tabii ki kendinizi kime emanet ettiğiniz çok önemli o noktada. Vakit geçirdikçe, konuştukça, Uğur Yücel’in varlığı tabii her şeyi değiştirdi. ● Hikayenin içinde bir sürü tema var, sizi en çok neresi etkiliyor? Tabii ki Ela’yı kurmaya çalışırken, bu hikayenin asıl kahramanı Helen Keller’ın videolarını çok izledim. Helen Keller 1900’lerin başında yaşamış, onun artık yaşamının sonuna geldiğinde görmeyen ve duymayan biri olarak birkaç dil konuşabilen, üniversi-

8

teyi bitirmiş bir insana dönüşmesi beni çok etkiledi. Benim için aslında temel neden o oldu. Engelli olmamaya dair yaptığı bir konuşması var, uzun bir konuşma, o çok etkileyici. İnsanlarda filmin asıl etkisinin çıkıp biraz araştırdıktan sonra, onları gördüğünde başlayacağını düşünüyorum. Biraz abartılı artiküle ederek konuşuyor ama dudaklardan taklit etmeyi öğrenmiş. Aslında elini hem dudağa, hem çeneye, hem göğüse koyuyor ve hissettiği hareketleri taklit ederek o sesleri çıkartıyor. Muazzam bir hikaye. ● İnsan “Biz ne yapıyoruz, potansiyelimizin ne kadar azını kullanıyoruz,” diyor değil mi görünce? Bir sürü şeyi sorgulatıyor gerçekten. O iki ay benim için öyle geçti. Bütün gün çalışıp, sonra da gece eve gidip, bütün hayatımı, bütün insanlığımı, sahip olduklarımı baştan sorguladığım, kendimi yıkadığım bir süreçti. ● İki ayrı engeli, hem kör hem sağır olmayı öğrenip birleştirmek için nasıl çalıştınız?



KAPAK

“Kadın biraz daha katmanlı görebiliyor ya, o bilge bir his getirdi sanki, hırsları, panikleri azalttı. O sakinlik de her şeyi algılamayı kolaylaştırıyor, tepkileri daha kontrollü hale getiriyor.”

“Jüri üyesi ol deseler gitmem”

Hocalarımız vardı tabii ki. Altı Nokta Körler Vakfı Okulu’nda baston kullanımını, daktilo kullanmayı, saat okumayı, görme engelli birinin sistemini öğrendim. Bir yandan da Mahir Hoca’yla Ela okulda hep beraber yürüyorlar, görme engelli birine nasıl eşlik edildiğini öğrendik, birbirimizi nasıl tutacağımızı... Tabii hayatın ne kadar zor olduğunu fark ediyorsun. Biz yolda yürürken takılıyoruz, düşüyoruz. Bir yandan Ercüment Tanrıverdi, İşitme Engelliler Federasyonu Başkanı, o hep bizimle beraberdi. “Başka Dilde Aşk”ta Mert Fırat’a da o yardımcı olmuş. ÇıMilliyet SANAT Kasım 2013

● Siz de zamanında bir yetenek yarışmasına katılmıştınız. Bugünkü yarışmalara bakıyor musunuz hiç? Evet arada “O Ses Türkiye”ye denk gelirsem bakıyorum. Gökhan (Özoğuz) da girdiğinden beri komik oldu. Zaman zaman bakıyorum ve yarışmacıların o gözündeki heyecan, hırslar, birden cevap verirken çirkinleşmeler, çok tanıdık duygular. ● “Gel jüriye katıl,” deseler gider misiniz? Yok, gitmem. Kendimi “Ben bir jüri üyesi olayım da seçeyim,” mertebesinde görmüyorum. Ancak tecrübelerini paylaşacak bir ablalık gibi olabilir benimki, seçici gibi değil de.

kardıkları sesleri, dili duygusal değişimlerde nasıl yorumladıklarını, dilin prensiplerini de öğretti, kendi kendimize cümle kurabilir, yorum yapabilir olduk. ● İşaret dilini tamamen biliyor musunuz şimdi? Tamamen bilmiyorum ama filmde ge-

10

rektiği kadarıyla, yüz yüz elli kelimelik bir dağarcığım var. O kadar dürüst ki aslında, imalar, metaforlar, kinayeler, laf sokmalar falan olamayacağı için, ne hissediyorsan ancak onu söyleyebildiğin bir dil. ● Helen Keller’ın videoları dışında filmler izlediniz mi? Çift engelli bir filme denk gelmedim. Biraz çok sevdiğim bir film olan “Kadın Kokusu”na baktım. Çünkü şöyle de bir tercih var, kör lensi kullansak mı diye düşündük, “Hayır kullanmayalım,” dedik. “Bakışları ne yapsak?”, işte orada “Acaba Al Pacino nasıl bir tercihte bulunmuş?” diye tekrar baktım. ● Gözü kulağı kapayıp karanlıkta, sessizlikte kalmayı denediniz mi? Evet denedik, öyle bir ödev verdi Uğur bana, “Ben dün gece böyle bir şey denedim ne olduğunu anlamak için, Sen de yapsana,” dedi. Gözlerimi, kulaklarımı kapattım bir gece. Kendi bildiğin mekanda bile kayboluyorsun. Ama ben asıl kaybolmayı okulda yaşadım, bana baston kullanmayı öğrettikleri gün. Gene gözümü bağlayarak ilk egzersizi yaptırdılar ve düz gittiğini tahmin ettiğim bir yola çıktım, köşe takip ederek yürüyorsunuz, yolun döndüğü yerde bir de bank varmış. Ben orayı geçemedim, gerçekten orada kayboldum. Ne tarafa gideceğimi bilemedim, yönüm değişti, önümde bir şey var, elleyince bank olduğunu anladım, etrafından geçeyim dedim, yolun kenarına takıldım. Ne olduğuna aydığım yer orasıydı. ● Ela’yla Mahir Hoca arasındaki ilişkiyle ilgili ne düşünüyorsunuz? Hocasına âşık olması kaçınılmazdı değil mi? Ben en başından beri, o sahne olmasaydı da bunun bir aşk ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Hayranlıkla, mecburen doğan o büyük aşk ilişkisi, usta çırak arasındaki aşk ilişkisi gibi de, öğretmenine duyulan aşk gibi de, ama bir yandan tabii büyüdüğünde keşfettiği, bir erkeğe duyulan aşk gibi de... Zaten hep öyle oynadım aslında. Mesela düğün sahnesini izlerken çok etkilendim. Kardeşi “Sen bunları hiç yaşayamayacaksın belki de,” diye bir konuşma yapıyor, arkadan o sadece bir gelinin eteğini tutabiliyor. Engelli bir insanın aslında hayat imkanlarının ne kadar engellendiği meselesi beni çok bozdu. Şimdi yeniden yaşıyorum o duyguları, film bittikten sonra kapatmıştım ama benim için



KAPAK

“Dizi ritmi durduğunda yeniden resim yapacağım” ● Hâlâ resim yapıyor musunuz? Çok değil. O tamamen alanla ve vakitle ilgili bir şey. Artık minik defterlere küçük eskizler çiziyorum falan. Yazarken bir yandan yanına ufak şeyler çizmek hep var aslında. Ama boyayı alayım, tuvali alayım, şu sıralar öyle değilim. ● Siz bir eğitim almış mıydınız bu alanda? Ben üniversitede işletme okuyordum ama okuduğum bölümden çok mutsuzdum, o yüzden gidip Güzel Sanatlar’da resim dersine giriyordum, İspanyolca dersi alıyordum, kendime eğlenceli şeyler

hakikaten çok derin bir ruhsal süreç oldu. Belki o hayranlıktan doğan ama fiziksel karşılığı olmayan aşk türünü insanlara anlatabilir bu film. Çünkü hani bir sonraki nesle bakıp “Siz bizden daha zavallısınız,” diyor ya insanoğlu, “Biz aşkı böyle yaşardık”. Herkes bir sonrakinin daha yozlaşmış yaşadığını düşünüyor. Evet öyle belki de. Ve bu çabuk tüketilen aşk döneminde, hakikaten o ruhani, sadece hayranlıktan gelen, belki Rumi’yle Şems’in aşkı gibi bir tarafa koyduğumuz, çok kutsal bulduğumuz aşkların hayatımızdaki bir türü olduğunu fark edeceklerdir. Beni en çok etkileyen cümlelerden biri “Bir kadın olarak itibarımı verirken...” bölümüydü. Gerçekten öyle, bir kadın için beğenilmek, hayatında bir kez olsun öpülebilmek, kadın olarak ona itibarının verilmesi çok önemli bir kadın duygusuydu. Oynamaktan çok keyif aldım, dün izlerken de öyle. Bir yandan da ne göreceğimi bile bile izlerken üzüldüm yeniden. ● Adamın gitmesine hak verdiniz mi? Verdim. Öpmesine de hak verdim, öpüp gitmesine de hak verdim. O kadar kaypak davranamayacak kadar kendini ona adamış bir öğretmen Mahir. ● Helen Keller’ın hiç sevgilisi olmamış mı? Ben yaptığım araştırmalarda hiç denk gelmedim. Aslında hocası da kadın. Arthur Penn’in çektiği filmde de öyle. Bir tek Hintliler erkek yapmış, erkek olunca tabii daha kuvvetli bir takım çatışmalar da girmiş işin Milliyet SANAT Kasım 2013

içine. Cinsellik girmiş her şeyden önce. Baştan beri konuştuğumuzda en iştah kabartan şeylerden biri buydu. Cinsiyet değişmiş, bir de Alzheimer eklenmiş, hakikaten çok kuvvetli şeyler olmuş. Önce o ona hayatını adıyor, sonra tam tersi oluyor, çok karşılıklı, hikayeleri tamamlanmış gibi olmuş. ● Sizin hiç âşık olduğunuz hocanız olmuş mudur? Olmuştur. İnsanın etkilendiği, yükseldiği oluyor, doktorum falan da olmuştur. Ama şimdi “O aşk mı?” derseniz, yok, o kadar kuvvetli bir şey değildi. ● O öpme sahnesi perdeden çekilip haber olmuş. Bu devirde hâlâ sinemada öpücük sahnesini konuşuyor olmamızı nasıl buluyorsunuz? Bu abazalığı gına getirici buluyorum. Bazen gerek vardır, bir aşk hikayesidir, ne bileyim televizyonda biz “Aşk-ı Memnu”yu çekerken mesela büyürdü o sahneler çünkü o yasak aşk yaşanacaktı. Ama bu filmde olması çok tuhaf. ● Bir de “Kenan Doğulu o sahne çekileceği gün seti terk etti,” demişler... Olur mu canım? Kenan zaten öyle sete falan gelen biri değil en başta, öyle bir şey yok. Sadece filmin son bir iki günüydü, benim de bir iki ufak sahnem kalmıştı, o zamanlarda geldi adaya. Zaten sete gelmez, bir de öpüşme sahnesinde duracak... ● Duramamış, adayı terk etmiş zaten, öyle yazıyor... Çok acayip. Asap bozucu tabii sanki sü-

12

yaratıyordum. Orada birkaç dönem Demet Sancak’ın atölyesinde çalıştım. Aslında heykeli de çok seviyorum, lisedeyken de biraz çamurla uğraşmıştım. Galiba dizi ritmi durduğunda bunlar hayatıma yeniden girecek şeyler. ● Şarkı söylüyorum dediniz, onu daha profesyonel hale getirmek gibi bir niyet var mı? İnsanlar bazen “Şöyle bir proje olsa da yapsak,” diyor, hani belki bir gün biriyle, bir arkadaşımla ufak bir şey yaparım. Ya da bir yardım için falan olabilir. Seviyorum şarkı söylemeyi ama mesleğim o olsun diye bir hevesim yok.

rekli birbirimizin tepesinde beklermişiz gibi. Hayatımızın bilmem kaç senesini birbirimiz olmadan yaşadık. Kariyerlerimiz öyle başladı ve şimdi de son derece saygılıyız. Öyle bir şey olmaz, olamaz. ● “Böyle sahneleri kıskanıyorum,” gibi laflar etmişliği var mı peki sahiden? Yok, demez. Bir kere çok sıkıştırdıklarında “Sahneleri nasıl oynayacağına Beren, içgüdüleri ve yönetmeni karar verir,” gibi bir şey söylemişti. “Kıskanıyorum,” falan diye bir şey söylemez. ● Ne yapıyorsunuz bunları görünce? Artık şakasını yapıyoruz. Başlarda biraz ne yapacağımızı bilemedik, yıprandık ama artık gerçekten her şeyin tamamen mavrasını yapıyoruz. Çünkü komik bir noktadan sonra. Zaten birbirini tekrar eden şeyler, artık şaşırtmıyor. Magazin programları gibi seslendiriyoruz kendi haberlerimizi. ● Filmi izlerken ağladınız mı? Bütün film durdum, birkaç yerde burnumun direği sızladı sadece, jenerik akarken gözlerim dolmaya başladı. Filmle ilgili mi, kendini sıkmakla ilgili mi, yoksa mutluluk gözyaşı mı, onu bilmiyorum. ● Aileden kimseler var mıydı? Annemle anneannem vardı. Onların verdikleri tepkiler çok tatlı. “Peki bunu nasıl yaptın?” dedi anneannem mesela. Çok gurur duyuyorlar tabii ki ve hep yanımdalar. Ama beni en iyi tanıyan insanları şaşırtıyor olma fikri çok tatlı geliyor bana. ● Kenan Bey nasıl buldu?



KAPAK

Gurur duyduğunu söyledi. ● Ne güzel bunu söylemesi... Desteklemek konusunda çok tatlıdır. ● Kısa aralarla çok ses getiren dizilerde oynadınız. Daha çok sinemaya ağırlık vermek gibi bir hedefiniz var mı? Var tabii ki. Aslında bir sürü insana olduğu gibi çocukluktan beri kendimi sinema perdesinde hayal ediyordum. Ama tabii şöyle bir şey var, bizim ülkede dengeler değişti son zamanlarda. Biz televizyona yaptığımız işleri sinemadan daha geniş bir seyirciye ulaştırabiliyoruz artık. Otuz küsur ülkede yayınlanıyor ve ben başka başka ülkelerde tanınıp insanlarla fotoğraf çektiriyorum, bu gücü yadsıyamayız. Ama sinemanın tabii ki yeri çok başka. İnsan kendini perdede gördüğü zaman çok özel hissediyor. Bir de bizde dizi koşulları o kadar zor ki bir filmde çalışma koşullarıyla da insan kendini özel hissediyor. Düşünecek vaktin var, yönetmeninle geçirecek vaktin var, önden eline senaryonu alıyorsun, iki gün içinde oynaman gerekmiyor. Bunlar büyük konforlar. Dizide bir an geliyor, bazı fiziksel ihtiyaçlar ön planda oluyor, ısınmak, uyumak gibi ve “Hadi şunu bitirelim artık da evimize gidelim,” diye çektiğimiz sahneler tabii ki hiçbir zaman filmde gördüğünüze denk olmuyor. ● Nasıl gidiyor dizi sizin için, geçen sezonki heyecan sürüyor mu? Benim için çok fazla değişmiyor aslında. Çünkü yeni sezonun başka motivasyonları oluyor ama biz bu sezona tabii biraz sarsılarak başladık. Nejat gitti, Mesude gitti, devamında görüntü yönetmenimiz Ahmet de gitti. Her şey baştan yapılanıyor gibi. Zor zamanlar yaşadık ama bitiyor gibi. ● Ne yaptınız Nejat İşler’in ayrılacağını öğrenince? O noktada çok profesyonel bir tepki vermedim. “Önce insan,” diyorum ben . Nejat iyi olsun da, dizi toparlanır. ● Dizi için karate öğrenmişsiniz değil mi, yanılmıyorum... Aslında temel bir disiplin üzerinden gitmedik, sahnede neye ihtiyaç varsa onu öğrendik. Ama evet dövüşmeyi öğrendim. ● Seviyor musunuz dövüş sporlarını? Seviyorum, çok keyif aldım. Şöyle bir şey oldu, ilk dersten sonra birine vurmak fikri çok kötü geldi. Eldivenleri elimden çıkardım, eve ellerim titreyerek gittim. Birine zarar vermek, birini acıtmak fikri kötü geldi. Ama sonra yavaş yavaş anlamaya başladım aslında ne olduğunu, nasıl bir konsantrasyon gerektirdiğini. O noktadan sonra hocam dedi ki “Senin bakışların değişti, mimiklerin değişti, oynarken de bunları kullan”. Şimdi Milliyet SANAT Kasım 2013

“Kadın olmak çok güzel bir şeymiş” ● 20’li yaşların sonuna yaklaşırken “Hayatı başka türlü görüyorum,” gibi bir değişiklik hissediyor musunuz kendinizde? Çok. Her sene “Aaa bu kafa iyiymiş, şimdi güzel oldu,” diyorum, her sene biraz daha gelişiyor. Kadın olmak çok güzel bir şeymiş. Hep öyle diyorlardı da, şimdi daha 30 olmadım ama “30’larda kadın, 40’larda kadın” dedikleri şeyi hayal edebiliyorum artık. Güzel oldu hakikaten, evreni başka türlü algılamaya başladım birkaç senedir. Sakinleştim bir kere, çünkü kadın biraz daha katmanlı görebiliyor ya, o bilge bir his getirdi sanki, “Güzelmiş,” dedikleri galiba o. Hırsları, panikleri azalttı. Hayat sana iyi davranıyor, bedenini seviyorsun, güzel bir zamandasın. O sakinlik de her şeyi algılamayı kolaylaştırıyor, tepkileri daha kontrollü hale getiriyor. “Bu birazdan bunu yapacak,” diye bir sürü şeyi öngörebiliyorum artık. O yüzden de o olduğunda çok üzülmüyorum ya da çok sinirlenmiyorum. ● Aşka bakışınız da değişti mi? Kesinlikle. Ama bunu Kenan’dan ayrı değerlendiremiyorum galiba. Onun bende yarattığı etki de enteresan. Çünkü çok romantik ve o da bu sakinliği ve bakış açısının değişimini, bu konforu getirmiş olabilir, ikisi beraber de olmuş olabilir. ● Siz romantik misiniz? Evet. Ve Kenan’dan sonra şunu anladım ki, bazı şeyleri boşuna tırmalayıp acı çekiyormuşum. Böyle biriyle zaten eşleşme oluyormuş işte. Benim dediğim gibi bir şey varmış, cevabımı buldum galiba.

bana sorduklarında, yapabilirim evet, kendimi korumam gerekirse birinin canını acıtabilirim, o noktadan bu noktaya geldim. ● Başka meraklarınız var mı? Yok, hayatım sette geçtiği için. Zaman bulduğumda yurtdışı gezileri yapmaya çalışıyorum, bir tane oyun izleyeyim, bir tane sergi gezeyim, geleyim. Hayatımın en nefes aldığım zamanları onlar. ● Nereye gidiyorsunuz genellikle? En son mesela Londra’ya gittim, şahane bir oyun izledim, “The Curious Incident of

14

the Dog in the Night Time” diye. Çok iyiydi, biraz “Ben de istiyorum,” duyguları yaratıyor insanda. Sonra ertesi gün Paul Klee sergisi başladı Tate’de, onu gezip döndüm. ● Dizileriniz tutuyor hep. Hangi kriterlerle seçiyorsunuz? Bence dizinin devamlılığı için en önemli şey senaryo. Ne yaparsanız yapın, seyircinin takip edeceği hikaye ve heyecanlı bölüm sonları yoksa o dizi gidemiyor. Önce iyi bir senaristle çalışmaya bakıyorum. Ondan sonra öncekilere benzemeyen, başka bir karakter olmasını istiyorum. Bazı seçim arifelerinde riskli şeyler yapıyorum, bazen çok iyi oluyor, bazen çok iyi olmuyor. Ama denemek istiyorum, işte aksiyonda denemek istedim en son kendimi, ama tabii bizim dizi dakikalarıyla Amerika’da olduğu kadar sıkı bölümler yapmak çok zor. Yine de denedik ve çok da fena olmuyor. ● Ne zaman bitecek? Amerika’ya güdümlü gittiği için bu proje, tamamen bizim kararımız değil. Yazın Amerika’da birkaç toplantı yaşadık, onlar “Gittiği yere kadar,” diyor. ● Yıllarca giderse ne yapacaksınız? Tabii bir noktada tıkanacak çünkü biz onların önüne geçmek zorunda kalacağız, onların sezonları 22 bölüm, bizim 39. Kafa kafaya geldiğimiz yerde bize herhalde kendi finalimizi yapma izni verecekler diye düşünüyorum. MS



SİNEMA

Greta Gerwig, filmde dansçı Frances rolünde.

“Frances Ha”nın fragmanı için blipleyin...

Genç dansçının yetişkin olma acıları Amerikan bağımsız sinemasının öne çıkan filmlerinden “Frances Ha”yı yönetmeni Noah Baumach ve başrol oyuncusu Greta Gerwig’le konuştuk. NİL KURAL nil.kural@milliyet.com.tr

YÖNETMEN Noah Baumbach ve aktris Greta Gerwig, ilk kez 2010 yapımı “Greenberg”de birlikte çalıştılar. Baumbach, “Greenberg”den önce “Margot at the Wedding / Kız Kardeşim Evleniyor” ve “The Squid and tehe Whale / Mürekkep Balığı ve Balina” ile kendisine pek çok takipçi edinmiş bir yönetmen. Gerwig ise Milliyet SANAT Kasım 2013

Amerikan bağımsız sinemasının dikkat çekici yan kollarından ‘mumblecore’un gözde isimlerinden. Amerikan sinemasının bu iki önemli isminin ikinci işbirliği “Frances Ha” ise gösterildiği bu yılki Berlin Film Festivali’nin dikkat çeken filmlerinden oldu, bazılarına Woody Allen’ın parlak dönemlerini bazılarına ise Fransız Yeni Dalga ruhunu anımsattı. Zihinde sürekli yeniden izlemek isteyeceğiniz bir iz bırakan filmde, senaryoyu Gerwig ve Baumbach birlikte yazdılar; Baumbach yönetmen koltuğuna

16

yerleşti, Gerwig ise başrolü üstlendi. Aynı zamanda bir çift olan Baumbach ve Gerwig, “Frances Ha”da 20’li yaşların sonundaki Frances’in yetişkinliğe geçmesini konu alıyorlar. New York’ta birlikte yaşadığı en yakın arkadaşı Sophie’nin evden ayrılıp kendi hayatını kurmasından sonra hayatı altüst olan dansçı Frances’in yaşadığı büyüme sürecini Joseph Conrad’ın kısa romanı “Gölge Hattı”na bağlayan Gerwig ve Baumbach’la Berlin Film Festivali sırasında bir araya geldik ve 1 Kasım’da vizyona girecek filmi konuştuk.


Greta Gerwig “Bir kadının hikayesini sonlandırmak için illa romantizme ihtiyacınız yok” Gerwig, Amerikan bağımsız sinemasının dikkat çekici yan kollarından ‘mumblecore’un gözde isimlerinden.

Gerwig: “Yetişkinliğin bir parçası arkadaşlarına zaman ayırman ama her dakikanı birlikte geçirmeyecek olman. Hayat onlarla birlikte yaşadığın değil, onlara anlattığın bir şeye dönüşecek ve bu normal.”

● Projenin en başında Noah Baumbach işin içinde miydi? Evet. Böyle bir şey yazmak isteyip istemediğimi sordu. “Bilmiyorum aklıma fikir gelir mi,” dedim. Üç sayfalık, içinde notlar fikirler olan bir şeyler karaladım. Bakıp, “Tamam bunda bir şeyler var, üzerinde çalışalım,” dedi. Birlikte yazdık. ● Baumbach’la çalışma nedeniniz? Harika bir sinemacı. “Greenberg”de birlikte çalışmayı çok sevmiştim. Pek çok farklı tarz filmde çalıştım ama şimdi ilgimi çeken, çok dikkatli yazılmış, iyi düşünülmüş, ne olduğunu iyi bilen filmler. Tekrarlı çekimlerle, oyunculuk, sinema dili olabildiğince kusursuz filmler yapabilmek istiyordum. Noah da böyle çalışan bir yönetmen. O yüzden işbirliğine gitmek istedim. Senaryoya özen göste-

17

rir, mükemmeliyetçi yaklaşır diye düşündüm. Herkes böyle değil. Harika sinemacılar var, ilginç bir şey bulduklarında yeterince iyi deyip yollarına devam ediyorlar. Ortaya daha dağınık filmler çıkıyor. Bu tarzı da seviyorum ama “Frances Ha” buna uygun değildi. ● Bazı sahnelerde 40 tekrar aldığı doğru mu? Evet, binlerce kez tekrar aldığı oluyordu! Şimdi buna çok alıştım. Üç tekrarlı çekilen bir filmde travma geçireceğim herhalde. “Frances Ha”da bir sahnenin çekim sürecinde, önce oldu diyorsun, sonra harika hissediyorsun, sonra sıkılıyorsun, sonra tekrar oldu diyorsun. Tam bir yolculuk gibi. ● Neden Frances’i dansçı seçtiniz? Çok dansçı tanıyorum çünkü... 20’lerinizde önemli bir kumpanyada stajyer olursunuz, herkes ne harika der! Sonra aradan beş yıl geçer, kumpanya onlara katılmanızı istemezse, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Bence bu sembolik bir durumdur. New York’ta çok yetenekli ve çok hırslı insanlar tanıyorum. İstedikleri başarıyı elde edemediklerinde ne zaman gerçeklerle yüzleşeceklerini, ne zaman pes etmeleri gerektiğini düşünüp duruyorlar. Bunlar çok acı dönemler... Kolay başarı yakalayamayan insanların mücadelesi ilgimi çekiyor. ● 30’lu yaşlarına yaklaşan Sophie ve Frances arasındaki gibi sıkı dostluklar hakkında ne düşünüyorsunuz? Filmin ilgilendiği şeylerden biri de bu ikisi arasındaki aşk hikayesi. Frances, aslında birinin ona “Bunların hepsi bir şakaydı, birlikte yaşamaya devam edeceksiniz,” demesini bekliyor. Bu arkadaşlığın peşini bırakması gerekiyor ve bu vazgeçişte hüzün var. Sophie’yle daha yetişkin bir arkadaşlık kurmayı öğreniyor öğrenmesine ama bu, eski rüyasının bittiği anlamına geliyor. ● Frances’in yaşadığı bu süreci anlıyor musunuz? Evet. Kız arkadaşlarımı çok severim. Artık birlikte yaşamıyoruz, hepimizin işleri, bazılarımızın aileleri var. Ama ilk kez yakın bir kız arkadaşımı arayıp “Öğle yemeği yiyelim mi?” dediğim anı unutamıyorum, o kadar bunaltıcı gelmişti ki! Seninle aynı yatakla uyurduk, birlikte uyanıp kahvaltı ederdik, şimdi arayıp öğle yemeği için randevu istiyorum! Ama aslında yetişkinliğin bir parçası bu. Arkadaşlarına zaman ayıracaksın ve her dakikanı birlikte geçirmeyeceksin. Hayat onlarla birlikte yaşadığın değil, onlara anlattığın bir şeye dönüşecek ve bu normal. ● Filmde Frances’in bir sevgili bulmaMilliyet SANAT Kasım 2013


SİNEMA

ması da önemli bir noktaydı. Evet, film farkında olmadan iffetli bir film oldu. Öpüşme yok, romantizm yok, seks yok. Şu anda sinemada aşk ve seksle ilgili değilim, bence yeterince iyi işleniyor. Frances’in romantik bir ilişkisinin olmaması erdem değil ama sevgili bulmak bir amaç da değil. Bir kadının hikayesini sonlandırmak için illa bir ilişkiye ihtiyacınız yok. ●Filmde Leos Carax’ın “Kötü Kan”ına atıfta bulunan bir sahne var. Filme hazırlanırken nerelere baktınız? Evet, bir koşma sahnesi koyacaktık, çeşit-

li müzikler deniyorduk. Sonra dedik ki, Carax koşulabilecek en iyi parçayı bulmuş: David Bowie’nin “Modern Love”ı! Ona selam gönderelim dedik. Diğer referanslara gelirsek, edebiyata çok baktık. Mesela Joseph Conrad’ın “Gölge Hattı” adlı bir kısa romanı var. “Gölge Hattı”nda bir gemiyi kullanmak zorunda kalan 27 yaşında bir karakter var. “Gölge Hattı”, denizcilik terimi ama yetişkin olmanın metaforu. Çünkü geçtiğini fark etmeden geçtiğin ve kendini diğer yanda bulduğun bir çizgi. Bence “Frances Ha” da ‘gölge hattı’yla ilgili. Geçmiş ama geçtiğini fark

etmiyor. Film, bunu kabullenmesiyle ilgili. ● Senaryo ‘gölge hattı’nız oldu mu? Umarım. 20’lerimin başında şanslı hissetmiyordum ama şimdi iyi ki bu yaşta ünlü olmamışım diyorum. Çünkü 20’lerinin başlarında çok ünlü olan insanlar, hep o dönemle kıyaslanıyor ve bir türlü büyüyemiyor. ● Yönetmenliği istiyor musunuz? Evet istiyorum. Oyunculuğu seviyorum ama Woody Allen’ın “Roma’ya Sevgilerle”sinin setinde, Allen’a şöyle dedim: “Kesinlikle bu filmde olmak istiyorum ama bundan daha fazla istediğim şey, sen olmak!”.

Noah Baumbach “Siyah beyazda her şey harika gözüküyor. McDonald’s levhası bile!”

Noah Baumbach, Wes Anderson imzalı “Suda Yaşam”ın da senaristlerinden. ● “Frances Ha”, Gerwig’in otobiyografisi gibi düşünülebilir mi? Hayır ama hayatının bazı bölümleri vardı. Mesela gençliğinde dans etmiş ama kesinlikle bir dansçı olmayı düşünmemiş. Frances gibi bir gruba girmeye çalışmamış. Onun 20’lerinde yaşadıklarının ruhunun bu filmde olduğu söylenebilir ama bu ruh benim 20’li yaşlarımda da var. Sahneler kişisel deneyimlerden geliyor ama bir noktada Frances diye karakter ortaya çıktı ve başka bir kişiye dönüştü. ● Baştan beri planınız filmi siyah beyaz çekmek miydi? Evet, ben başından beri böyle planladım. Aklımda olan birkaç fikir vardı. Biri Gerwig ile çalışmak, diğeri de günümüzde New York’ta geçen siyah beyaz bir film çekmek... ● Gerwig, yönetmenlik yapmak istediğini söylüyor. Siz de oyunculuktan yönetmenliğe geçtiniz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bence harika bir yönetmen olacaktır. Elindeki malzemenin aynı zamanda hem içinde hem dışında olabiliyor. Bu az rastlanan bir beceri ve iyi bir senarist yönetmen olmak açısından çok önemli. ● Frances’in geçim derdi filmde öne çıkıyor. Hikayeyi yazarken, ekonomik gerçeklerin ortada olmasını istedik. Sadece lafı geçsin istemedik. Frances’in parasının olmama-

Milliyet SANAT Kasım 2013

sı hayatını, verdiği kararları etkiliyor. New York’ta yaşamanın gerçekleri var. Filmde, bir replikte “New York’ta yaşayan her sanatçı zengindir ama Frances zengin değil,” deniyor. Çoğu sanatçının başlarken parası var, Frances’in yok. ● İlk gençlikten yetişkinliğe geçme dönemi neden ilginizi çekti? Bilmiyorum. Birisi değişim dönemindeki insanlarla ilgili filmler çektiğimi söylemişti. Belki doğrudur. İnsanın kendisini veya şartların onları değişime zorladığı dönemlerde, insanların kendilerinden neleri taşıyabildikleri meselesi hep kafamı kurcalar. Francis de bu böyle bir dönemde. Film, şunu soruyor: Frances bu arkadaşlıktan sonra yaşamayı sürdürebilecek mi veya bu arkadaşlık Frances’e rağmen yaşamayı sürdürebilecek mi? ● Siyah beyaz filmlerden özellikle inceledikleriniz oldu mu? Fransız Yeni Dalga filmlerine, François Truffaut, Jean-Luc Godard ve Eric Rohmer filmlerine baktım. Aynı zamanda Woody Allen’ın “Manhattan”nına baktım. Grenli değil de sinematografik bir siyah beyaz film olsun istedim. ● Siyah beyaz film çekmek, tercihlerinizi değiştirdi mi?

Baumbach: “Film, şunu soruyor: Frances bu arkadaşlıktan sonra yaşamayı sürdürebilecek mi veya bu arkadaşlık Frances’e rağmen yaşamayı sürdürebilecek mi?” 18

Siyah beyazda her şey harika gözüküyor. McDonald’s levhası bile! Dolayısıyla renkli çekerken kaçacağınız pek çok yerde çekim yapabiliyorsunuz. Orson Welles, yönetmen arkadaşım Peter Bogdanovich’e bir şey söylemiş, o da bana aktardı: “Oyuncular için de en iyisi siyah beyazdır, çünkü performansları etraftan etkilenmeden izleyebiliyorsunuz”. ● Filmlerinizde müzik çok önemli. Yer vereceğiniz müziklere nasıl karar verirsiniz? Aslında hep dahil etmek istediğim birkaç şarkı olur. Mesela Greenberg’deki Duran Duran şarkısını uzun süredir bir filmime koymaya çalışıyordum. Ama bazen bir parça filme çok uyar ama yerleştirdiğinizde tatlı üzerine şeker dökmüşsünüz gibi tuhaf bir şey olur. Ama hiç uymayacağını düşündüğünüz bir parça inanılmaz bir etki yaratır. ● Filmlerinize yerleştiremediğiniz bir parça kaldı mı? Sanıyorum hepsini kullandım. Her zaman bir şey çıkar ama. iPod Shuffle, müzik dinleme zevkine zarar veriyor çünkü albümleri olduğu gibi dinleyemiyorsunuz. Ama parçaları sürekli alakasız şekilde dinlediğiniz için işe yaradığı anlar da oluyor. Aniden bir şarkı karşınıza çıkıyor ve evet, bu olabilir aslında diyorsunuz. ● Film çekerken hangi süreçleri sevip hangilerini sevmiyorsunuz? Her aşamanın iyi ve kötü günleri var. Senaryo yazarken bazen çok güzel oldu dersiniz, bazı günler vardır ki, yazdıklarınız alakasız gözükür. Çekim günlerinin de iyisi ve kötüsü var. Ama ne kadar film yazıp çekersem çekeyim her filmde, hep yeniden başlıyor gibi oluyorum. “Frances Ha”, başında neye benzeyeceğiyle ilgili kafamdaki resme sonuç olarak en fazla yaklaşan filmim oldu diyebilirim ama yine de şaşırtıcı anları oluyor. MS



SİNEMA

İlahi

Chris!

Şimşek Tanrısı Thor’u bu ay gösterime giren “Thor: Karanlık Dünya/ Thor: The Dark World”le ikinci kez canlandıracak Chris Hemsworth, çelik bakışlı genç erkekler kategorisinde şimdilerde bir numara.

ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR esin@sinema.com

DOĞRUSU yakışıklı adam! Geniş yüzlü, kare çeneli, agresifliğe tekabül edebilecek çelik bakışlı genç erkekler kategorisinde bir numara şimdilerde. Böyle ‘sert’ imajlara meyli olanlar adına boyu posu, sırım gibi vücuduyla desteklenen ‘heybetli’ bir duruş da cabası. Kırmızı halı pozlarına, canlandırdığı rollere veya bilumum pop kültür referanslarına göre de kaçınılmaz olaMilliyet SANAT Kasım 2013

rak her an duygusal bir çözülmeye teşne, fedakarlığı sınır tanımayacak, gözü pek bir erkek var karşımızda. Nitekim dünya alemin ‘kahramanı’ olduğu meşhur çizgi roman uyarlaması ilahi Thor karakterinin bu imajda rolü büyük. Chris Hemsworth’un ‘Şimşek Tanrısı Thor’ olarak bu role cuk oturduğunu söylemek hiç abartı olmaz. Hemsworth, bu ay vizyonumuza giren “Thor: Karanlık Dünya/ Thor: The Dark World” adlı devam filmiyle yeniden sinemalarımızda. İskandinav ve muhtelif mitolojilerden esinlenilmiş Thor, doğuştan ayrıcalıklı oluşuyla küstahlığı ve kibri kabarmış, boyunu aşan işlere kalkışınca da kral babası tarafından dünyamıza sürülmüş bir

20

genç adam malumunuz. İlk film “Thor”da (2011) kişisel menkıbesini keşfettiğini; yani bütün çıkıntılıklarını törpülemek zorunda kalınca alçak gönüllülüğü öğrendiğini ve dünyalı kızımız Natalie Portman’ın aşkıyla da içindeki gerçek kahramanı ortaya çıkardığını biliyoruz. İlk filme imza atan, Shakespeare insanı ünlü İngiliz aktör ve yönetmen Kenneth Branagh, Thor rolü için yaptığı seçmelerde Chris Hemsworth’un tam bir Viking erkeği olduğunu düşünmüş ve az tanınmış Avustralyalı bir gence dev bütçeli bir Hollywood filmini teslim etme riski konusunda yapımcıları ikna etmesi zor olmamış. Neden olmasın; eklemelerle uzatılmış


Chris Hemsworth, “Thor: The Dark World”de Thor rolünde.

sarı saçlar, tıraşsız bir yüz, kaslı bir vücut namına alınan 20 kilo ve spor salonunda tüketilen tonla süre sonucunda buyurunuz, en alasından öfkeli bir Şimşek Tanrısı! Devasa gişe başarısından sonra ikinci film “Thor: Karanlık Dünya”nın gelişi kaçınılmazdı. Thor olarak katıldığı “Avengers / Yenilmezler” (2011) takımının da yeni devam filmiyle geleceği haberine bakılırsa bu süper kahramanla işi daha sürecek. Gerçi yine devamı gelecek olan “The Huntsman / Pamuk Prenses ve Avcı”daki (2012) savaşçı hali de diğerini aratmıyor. Anlayacağınız böyle masalımsı, çizgi romansı ve illa ki güçlü kahramanların bol aksiyonlu ve büyülü maceralarının adamı, yani şimdilik.

FORMULA 1’DEN KAZANÇLI Kaptan Kirk’ün babası rolünden (“Star Trek”, 2010) geçenlerde izlediğimiz karizmatik ve bohem İngiliz James Hunt (“Rush / Zafere Hücum”, 2013) rolündeki cesaretine bakınca istikbalinden umutlanıyor insan. Aksi takdirde yan yana ancak iki satırı dolduracak bir filmografisi var. Kendisi ise şansına hâlâ inanamaz durumda. Muhtelif söyleşilerde minnettarlığını her fırsatta ve en yüksek perdeden belirtmeyi ihmal etmiyor. Gerçi bir imaj etrafında dolandığını, mesela iyi bir Thor sureti olarak bunun iyi oyuncukla pek de göbekten bağlı olmadığının azıcık da olsa farkında olduğunu satır aralarından okuyoruz. Bu yüzden, “Zafere Hücum”da oynamak için Os-

21

carlı yönetmen Ron Howard’ın elini ayağını öpmüş. ‘70’ler dekorundaki Formula 1 yarışlarındaki rekabet ortamında doğrusu sefih Hunt rolünde gayet etkileyici. Ama Hollywood cenahında şahane bir çıkış yapmayı becermiş bir genç olarak henüz ‘sanatsal’ projeler seçme kısmında çekinik. Henüz 30 yaşında, yolun başında olduğunu farz ediyor. Demek ki Avustralya’dan kalkıp Los Angeles’a gelmesi 20’li yaşlarının ortalarına rastlıyor.

HEDEF KİTLESİ GENÇLER! Avustralya’nın popüler pembe dizisi “Home and Away”de rol bulduğunda 24 yaşındaymış. Öncesinde ise yine bir TV dizisi olan “Neighbours”da (2002) oynaMilliyet SANAT Kasım 2013


SİNEMA

Hemsworth,“Rush”ta Daniel Brühl’le (üstte sağda) Formula 1 pilotunu canlandırdı;“Snow White and the Huntsman”da Kristen Stewart’la (yanda solda).

İlk “Thor” filmine imza atan, Shakespeare insanı ünlü İngiliz aktör ve yönetmen Kenneth Branagh, Thor rolü için yaptığı seçmelerde Chris Hemsworth’un tam bir Viking erkeği olduğunu düşünmüş ve az tanınmış Avustralyalı bir gence dev bütçeli bir Hollywood filmini teslim etme riski konusunda yapımcıları ikna etmesi zor olmamış.

“A Perfect Getaway”de Kale rolünde. Milliyet SANAT Kasım 2013

mışlığı var. Yani daha beş yıl öncesinde aksak giden bir kariyer söz konusu. “Star Trek”in başında, Kaptan Kirk’ün babasını canlandırdığı bölümde rol alması ise talih ve tesadüfmüş; gerçi kendi deyişiyle de az kapı aşındırmamış. Gelgelelim ardından gelen “A Perfect Gataway / Mükemmel Bir Kaçış” (2009), gittikleri tatilde sosyopat katile takılan gençlerin öyküsü olarak kapı aşındırmaya değmemiş. Geçen yıl art arda çektiği filmler arasında gençlik korku filmi “Cabin in the Woods / Dehşet Kapanı” fena değilse de yeniden çevrim olarak “Red Dawn / Operasyon Gizli Şafak” doğrusu nafile bir çabaydı. Kadınlı erkekli bir grup gencin yabancı (bu kez Çin yerine Kuzey Kore; aman global ticaret bozulmasın!) istilasına karşı silahlandığı bu filmle ilgili kendisi de pek konuşmuyor zaten.

SÖRF DELİKANLISI Kafanıza çekiç indirse ancak bu kadar zonklatacak bakışları, mecburiyetten kasık pozlamaları dışında, bildik Avustralyalı, yani mahallenin samimi çocuğu rahatlığı var gibi. Yani ne bildik İngiliz tutukluluğu, ne de tam bir Amerikan koyvermişliği. Bu ikisinin karışımından türeyen Avustralya aksanın da rollerine faydası büyük. Her fırsatta ayakkabılarını ayağından fırlatması ise kıtanın yerlisi Aborjinler’in bir köyünde yaşamasından, doğaya uygun olmasından, sıcak iklime dayanamamasından... Elinde birası, çıplak ayakları, sörf şortuyla ‘kaygısız insan’ havasında. Kendisi bunu ‘ölüme ve oluşa çare yok’ desturuyla açıklıyor. Bir ‘aile babası’ olarak yeterince derdi vardır elbet. İki yıl önce görür görmez âşık olduğu ve

22

üç ayda evlendiği İspanyol aktris Elsa Petaky’le bir kız çocukları var. Hollywood’un gözde bekarları listesinden çıkması hayranlarını başta hayal kırıklığına uğratmış olsa da karısının kendisinden yedi yaş büyük olması aslında hayran kitlesini arttırmış, yabancı basın öyle yazıyor.

OYUNCU KARDEŞLER İngilizce öğretmeni annesi ve sosyal hizmet danışması babasının görevi nedeniyle sık sık yer değiştirmişler, doğduğu Melbourn ile Aborjin köyleri arasında mekik dokumuşlar. Zarif adamdan ziyade sert erkek havası var, biraz taşralı. Zaten boş zamanının çoğunu okyanusun dalgalarında sörf yaparak geçirdiğinin ipucunu veren sağlıklı ve atletik bir yapıda. Nitekim rol / poz gereği dimdik durduğunda sert bir hali, tahta gibi bir başı, bedensel/fiziksel bir titreşim yayıyor. Kemikli ve iri yüzü sinema perdesinde, diyelim ki bir Harrison Ford misali, etkileyici oluyor. Üç kardeşler. Onun kadar ünlü olan ve genç şarkıcı Miley Cyrus ile tantanalı biten ilişkisiyle magazin sayfalarından eksik olmayan küçük kardeşi Liam Hemsworth de “Hunger Games / Açlık Oyunları” uyarlamasıyla şöhreti yakaladı. Ağabeyleri Luke içlerinde endam ve şöhret bakımından daha geride. Liam ise kardeşler arasında daha zarif ve ‘masum’ yüz hatlarına sahip olanı. Bugünlerde saçını koyultan ve normal kilosuna inen Chris daha bir sert ifade edinmiş, belli ki yeni rollere hazırlanıyor. Hollywood’da sırım gibi aksiyon aktörü boldur da genellikle yüzden fire verilir. O da, kendi deyişiyle, artık daha çok ‘yüzüyle’ oynamak istiyor. İlahi karakterler yerine dünyevi, gerçekçi rollere teşne olduğu açık. MS



SİNEMA

Rose Byrne Bir görev kadını Son dönem pek çok filmde karşımıza çıkan, her türden filme uyum sağlayabilen aktrislerden Rose Byrne’ü bu ay korku filmi “Insidious: Chapter 2”da göreceğiz. BURÇİN S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com

Rose Byrne, 1979 doğumlu bir Avustralyalı.

Milliyet SANAT Kasım 2013

24


Oyuncu yeni filminde Renai Lambert rolüyle izleyici karşısında olacak.

ROSE BYRNE rol aldığı filmlerin içinde kaybolan bir kadın. İnanın, bu bir iltifat. Biraz açalım: Boy gösterdiği filmlerin çoğunu saysak, yüzü bir çırpıda aklınıza gelmez, kimi canlandırmıştı kolayca hatırlayamazsınız. Bu elbette ekran duruşunda bir ‘siliklik’ olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine filmin önüne geçmeden rolünün hakkını verdiğini gösteriyor. Haliyle, bir yıldız oyuncudan ziyade, bir ‘görev kadını’ diyebiliriz ona. Tabii, tesadüf mü bilinmez, rol aldığı filmlerin çoğunun kalabalık kadrolu olmasının da bunda payı büyük olsa gerek! “Troy / Truva”da, “Marie Antoinette”te, “Bridesmaids / Nedimeler”de, “The Place

Beyond the Pines / Babadan Oğula”da oynadığını hatırlatsak, bu filmlerden bu yüzü hatırlayabilir misiniz? Sadece çoğunlukla yan rollerde boy gösterdiğinden değil, görevini en sade haliyle yerine getirip köşesine çekildiğinden... Süse püse başvurmamasından... Peki “Star Wars: Episode II - Attack of the Clones / Klonların Saldırısı”nda onu hatırlayan var mı? (Tamam, bu sonuncusu pek adil olmadı! Nedenini az sonra anlayacaksınız!) Rose Byrne bir Avustralyalı. 1979 doğumlu. Annesi ilkokul müdürü. Babası istatistikçi, pazar araştırmacısı ve artık zevk için mi yapıyordu bilinmez, Tazmanya Ada-

sı’nda palyaçoluk yapan, ilginç bir adam. Görünüşe göre, bu armut pek dibine düşmemiş; babasının aksine Rose Byrne tam bir sözelci. “Oyuncu olmasaydım İngilizce veya tarih öğretmeni olurdum,” diyor. Sekiz yaşında oyunculuk eğitimi almaya başlamış. Sinemadaki ilk oyunculuk deneyimini “Dallas Dolls”da edinmiş. Ardından bir grup TV dizisi ve Heath Ledger’la birlikte rol aldığı Avustralya filmi “Two Hands” gelmiş. Üniversitede İngiliz edebiyatı ve toplumsal cinsiyet çalışmaları okumasına karşın oyunculuğu bırakamamış. Nihayet 2000 yılında “The Goddess of 1967” ile Venedik Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanınca uluslararası sinema camiasının merakını celbetmiş. Ödüle rağmen oyunculuğunu kendisine güvenecek kadar iyi bulmuyormuş.

“TRUVA” DÖNÜM NOKTASI Hollywood onunla aynı fikirde olmamalı! George Lucas onu “Klonların Saldırısı”nda Natalie Portman’ın yanına yerleştirdi. Onun olduğu sahnelerde devamlı kadrajda ama hep arka plandaydı. Prenses Amidala’nın yardımcılarından Dorme’ydi. Arkada da dursa serinin hayranları tarafından o da mektuba boğulmuş. Ardından ufak tefek, çoğu bizim sinemalarımıza dahi gelmeyen filmlerde göründü. Hayatının dönüm noktalarından biri ise “Truva” oldu. Filmde Briseis rolündeydi ve Brad Pitt’in karşısın-

Rose Byrne, 2011 yapımı “Nedimeler”de Kristen Wiig (sağda) ile.

25

Milliyet SANAT Kasım 2013


SİNEMA Byrne, “The Goddess of 1967”da Rikiya Kurokawa (sağda) ile. Oyuncu “X-Men: First Class”ta Moira MacTaggert (altta) karakterini canlandırdı.

da oynadı. Aynı yıl “Truva”daki rol arkadaşı Diane Kruger’la birlikte Josh Hartnett’ı da yanlarına alıp romantik psikolojik gerilim “Wicker Park”ta rol aldılar. Sofia Coppola’nın “Marie Antoinette”inde Polignac Düşesi Gabrielle de Polastron’u canlandırdı. Danny Boyle’un bilimkurgusu “Sunshine / Gün Işığı”nı bu sefer korku soslu bir başka bilimkurgu (aynı zamanda müthiş bir devam filmi) olan “28 Weeks Later / 28 Hafta Sonra” izledi. 2007’de Glenn Close’la 54 bölüm boyunca sahne paylaştığı “Damages”a başladı. Bu dizi, New York’a taşınmasına da vesile oldu. Zaten şehre bayılıyor.

TÜRDEN TÜRE Hazır laf dizilere gelmişken, Rose Byrne’ün sıkı bir dizi izleyicisi olduğunu, “Homeland”, “Mad Men”, “Girls”ün hastası olduğunu söyleyelim. O da televizyonun şu sıralar altın çağını yaşadığını düşünenlerden. 2010’la birlikte türden türe savrulduğu bir dönem başlıyor. “Get Him to the Greek / Zorlu Görev” ve “Nedimeler”le komediyi, “Insidious / Ruhlar Bölgesi”yle korkuyu, “X-Men: First Class / X-Men: Birinci Sınıf”la fantastik bir çizgi roman uyarlamasını denedi. Hepsi de gişeden kârlı çıkan bu filmlerden özellikle “Nedimeler” şöhretine Milliyet SANAT Kasım 2013

şöhret kattı. Pek çok sinemaseverin gözüne ilk kez bu filmle girdi. Son dönemde ise yolu “Babadan Oğula / The Place Beyond the Pines” gibi dramlar ve “The Internship / Genç Çıraklar”, “I Give It A Year / Bu Aşk Fazla Sürmez” gibi komedilerle kesişti. Her ne kadar dramlardan daha zorlayıcı bulsa da, komedilere eli daha yatkın gibi görünüyor. Bunu Avustralyalı olmasıyla bağdaştırıyor biraz, “Çok iyi bir mizah anlayışımız vardır, hayatı aşırı ciddiye almayız,” diyor. Kariyerinin başlarında kapıldığı özgüvensizliği bugün de aslında devam ediyor. Hatta bunun faydalarını gördüğünü söylüyor. “Özgüvensizlikten asla kurtulamıyorsunuz,” diyor. Fakat bir oyuncuyu ‘diri’ tutanın da bu özgüvensizlik olduğunun altını çiziyor. Modaya meraklı. Gerçi günlük yaşamında sıradan şeyler giyiyormuş. Ayağında sandaletlerle çiçekli elbiseler giymediği zamanlarda bir pantolon bir tişörtle sokağa çıktığı da oluyor. Alışveriş konusunda ise tam bir ‘cadde kızı’. Topshop, H&M ve Madewell vitrinlerine bakmadan alışveriş yapmıyor.

GÜNDEMİ YOĞUN Henüz 20 yaşındayken oynadığı “Two Hands”in Avustralyalı yönetmeni Gregor Jordan’la çıktıktan sonra, bir başka yönetmen Brendan Cowell’la da 6 yıllık bir bera-

26

2000 yılında “The Goddess of 1967” ile Venedik Film Festivali’nde En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazanınca uluslararası sinema camiasının merakını celbetmiş. Ödüle rağmen oyunculuğunu kendisine güvenecek kadar iyi bulmuyormuş. berliği oldu. Birkaç aydır ise aktör Bobby Cannavale’yle taze bir aşka yelken açtı. Cannavale son Emmy töreninde “Boardwalk Empire”daki rolüyle ödül aldıktan sonra yaptığı konuşmasını “Ve hayatımın aşkına, Rose’a teşekkür etmek istiyorum” diye noktaladı. Peki yakında nelerle çıkacak karşımıza? Gündemi epey yoğun. Bir kere önce sinemalarımıza bu ay gelen “Insidious: Chapter 2” var. Bu filmde de serinin ilk filminde olduğu gibi doğaüstü varlıkların saldırısına uğrayan bir anneyi canlandıracak. Kocası rolünde yine Patrick Wilson var. Başka filmlere gelirsek... Anlaşılan, memleketinden kopamıyor. Avustralyalı yazar Tim Winton’ın öykülerinden çekilen kısa filmlerden oluşan “The Turning” projesinde postu çoktan Hollywood’a atmış birçok toprağıyla yan yana olacak: Cate Blanchett, Hugo Weaving, Miranda Otto, Richard Roxburgh... Kopamadığı bir diğer şeyse komediler. “Get Him to the Greek / Zorlu Görev”deki yönetmeni Nicholas Stoller ve rol arkadaşı Seth Rogen ile bir araya gelip, fragmanından arsız bir komedi olduğu aşikar “Neighbors”ı çekmişler. “This Is Where I Leave You”da ise yanında Timothy Olyphant, Jason Bateman, Tina Fey, Jane Fonda’yı göreceğiz. John Huston’ın “Annie”sinin yeniden çevriminde Cameron Diaz, Jamie Foxx’un yanı sıra bir de sürpriz bir isimle, sevgilisi Bobby Cannavale’yle sahne paylaşacak. Henüz hazırlık aşamasındaki “Tumbledown” ise tek başına bir filmi sırtlayıp sırtlayamayacağını gösteren ilk büyük sınavı olacak. Sonuç olarak, Rose Byrne’ün bugün geldiği nokta ibretlik bir başarı öyküsü barındırıyor aslında. Küçükken o kadar sessiz ve utangaçmış ki, okul arkadaşları ona ‘dilsiz’ diye seslenirlermiş. Nereden nereye... MS



SİNEMA

Altın Portakal’da zayıf yıl Geçen ay düzenlenen 50. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal yarışmasında yer alan yapımları, ekim sayısındaki sayfalarımızda eleştirisine yer verdiğimiz “Meryem” hariç mercek altına aldık.

ALİ ULVİ UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com

Fikir heba edilmiş “Uvertür”, Alpgiray M. Uğurlu’nun on kısa filmden sonra ilk uzun metrajlı çalışmasıydı; ancak bir kısa filmin uzatılmış hali gibiydi. Teknik olarak değerlendirdiğimizde geniş perde için çok yetersiz, görsel olarak çok zayıftı. Öykü, yatağa bağımlı hale gelmiş annesi nedeniyle iyice bunalmış ve yalnızlaşmış tıbbi mümessil Atıf’ın, eve düzenli gelen hemşire - bakıcıyla sinir harbi yaşadığı gece üzerine yoğunlaşmıştı. Uzun, doğaçlama lezzetinde ancak bazı anlarda oyuncu acemiliklerinin sırıttığı sahnelerle seyirciyi ‘yakalamaya’ yönelik olsa da, aynen “Sev Beni” gibi tartımı bozuk bir filmdi. Hikayede, anne - oğul ilişkisine dair ipuçları hiç yoktu ve mevcut duruma göre etki altına girmemiz adeta ‘buyruluyordu’... Fikir iyi olsa da, bu filmle heba edilmişti. Filmin küçük oyuncusu Rojin Tekin'e Jüri Özel Ödülü verildi.

Duyarlı ve hüzünlü bir film

Atıf rolünde Burak Türker. Milliyet SANAT Kasım 2013

Altın Portakal En İyi Film Ödülü’nü “Kusursuzlar”la paylaşan “Cennetten Kovulmak”, Türkiye’nin en önemli meselesine her iki tarafın cephesinden de yaklaşırken, koyu yoksulluğun ve aşağılamanın Kürt toplumunun gençlerini tek çıkış olarak gördükleri seçeneğe yönlendirdiğine vurgu yapıyordu: Dağa çıkmak! Filmin belki de en önemli ânı, kardeşi şehit edilen genç mühendis kadının, tüm

28

o kızgınlık ve öfkesine rağmen vicdanının ağır basması sebebiyle, çalıştığı inşaatta iş kazası sonucu ölen Kürt çocuğun cenazesini köyüne götürürken küçük bir kızla göz göze gelmesiydi. O küçük Kürt kızı, kardeşleri ‘gittikten’ sonra anne ve babasıyla göç yoluna çıkmıştı. Ferit Karahan’ın filmi, orta sınıf Türk ailesini daha iyi analiz edebilirdi. Fakat bazı eksiklerine rağmen, duyarlı ve hüzünlü bir filmdi.


“Kusursuzlar” Matin’e yönetmen ödülü kazandırdı.

Kadına yönelik erkek şiddeti

“Mavi Dalga”, festivalden ilk film, senaryo ve kurgu ödülleri aldı.

Yasak alana cesur biçimde giremiyor Çok fazla film seyredenlerin aşina olduğu bir filmdi “Mavi Dalga”. Yeni yetmelik döneminde, liseden üniversiteye, genç kızlıktan genç kadınlığa, fevri tutum ve davranışlardan olgunluğa geçiş dönemindeki gençler, özellikle ABD Sineması’nın ana akım ya da bağımsız kanatlarında gözde temalar... Yönetmenler Zeynep Dadak ve Merve Kayan da, belli ki, bu filmlere özen-

mişlerdi. Mizansenlere ve oyunculara egemen olsalar da, akışı yeterince köpürtemiyor; cinsel meselelerin tavan yaptığı bu yaş döneminde, ‘yasak’ alana cesur biçimde giremiyorlardı. Enteresan olan, Amerikan ‘teenager’ filmleriyle dalga geçip yazılarında acımasız davranan kimi eleştirmenlerin, ‘bizden’ olduğu için sanırım, bu filmi yere göğe sığdıramamasıydı.

Farklı ve cesur öyküsü / üslubuyla beğenimizi kazanan distopik “Canavarlar Sofrası”nın yönetmeni Ramin Matin, ikinci uzun metrajlı filmi olan “Kusursuzlar”ın ana temasını, kadına yönelik erkek şiddeti olarak seçmişti. En İyi Film Ödülü’nü paylaşan film, iki genç kız kardeşin, anneannelerinin yazlık evinde geçirdikleri birkaç gün içinde, aralarındaki gerilim, kıskançlık, çatışma üzerinden, irade savaşının ve birbirlerini hırpalamalarının asıl nedenine ulaşıyordunuz. İkisi arasındaki etkileşimde, günümüz genç kadınlarının bir savunma silahı olarak geliştirdiği küfürbazlık ve fevri çıkışlar baskın çıkıyor; daha ince dokunuşlar yer almıyordu. Bu bir tercih meselesiydi ama hassas bir metin yazmak da o denli kolay değildi kuşkusuz. Bu haliyle de oldukça iyi bir çalışmaydı.

Festivalden En İyi Erkek Oyuncu Ödülü alan Hakan Yufkacıgil...

Post yapımı tamamlanmamış Tuhaf ama gerçek: “Uzun Yol”u açık kurgu hatalarıyla seyrettik. Nasıl oluyordu da, böyle itibarlı bir yarışmaya post-yapımı tamamlanmamış bir film gönderiliyordu; anlamak zordu. Üstelik yönetmen Nihat Seven’in üçüncü uzun metrajlı filmiydi! Bir aile dramını, seyredeni bulmaca çözmeye mecbur bırakan bazı ayrıntıları serpiştirdiği, gereksizce uzun bir sürede anlatmaya çalışıyordu. İki başrol oyuncusunun performansları belli bir düzeyi yakalasa da, süre sorunu nedeniyle seyirciyi hafakanların içinde bırakan bir film olarak kayıtlarımıza geçti.

Filmde Viktoria Spesivtzeva ve Ushan Çakır başrollerde.

Plansız yönetim, sönük bir iş Türkiye-Ukrayna ortak yapımı “Sev Beni”, Maryna Er Gorbach ve Mehmet Bahadır Er’in anlattıkları, imkânsız bir aşk hikayesiydi. Düğünü öncesi bir grup erkek yakını tarafından afetlerle yatması için Kiev’e götürülen Cemal’in, güzelliğinin altında koyu bir dram barındıran Sasha’yla geçirdiği yaklaşık 24 saat, etkili bir filme dönüşememişti yazık ki. Çünkü aynen ilk filmleri “Ka-

29

ra Köpekler Havlarken”de olduğu gibi, karakterleri oldukça kaba halleriyle bırakıp ayrıntılı yazamamışlar; dolayısıyla bu aynen perdeye de yansımıştı. Buna bir de oldukça plansız yönetim tercihi ve Kiev’in sinemasal büyüsünden yararlanan kartpostallar da eklenince, geriye bir şey kalmamıştı pek. Kimyamızı değiştiren, çarpıcı yüzlerce benzer filmden sonra oldukça sönük bir işti. Milliyet SANAT Kasım 2013


SİNEMA

Ali Düşenkalkar, Gözde Kansu ve Arda Kural (soldan sağa), filmin kadrosunda.

Bukowski lezzetinde

Ali Kemal Çınar (sağda) yönetip oynadığı filmi 900 TL’ye çektiğini açıklamıştı.

Yan bölümlerden birinde gösterilebilirdi Ali Kemal Çınar’ın senaryosunu yazıp yönettiği, kameramanlığını, kurgusunu ve sanat yönetmenliğini (!) üstlendiği “Kısa Film”in, profesyonel uzun metrajlı filmlerin yarıştığı bu bölümde ne aradığını anlamak mümkün değildi. Yanlış anlaşılmasın, tamamıyla kısa film mantığıyla, neredeyse aile içinde çekilmiş bu 62 dakikalık çalışma ilginç bile sayılabilirdi. İşsiz bir genç adamın, parasızlıktan ameliyat olmadığı için hayatını çekilmez hale getiren hemoroidiyle uğraşırken, bir de kısa film çekmek istemesi acı bir mizah içeriyordu. Festivalin yan bölümlerinden birinde gösterilebilirdi. Ancak dev beyazperdede seyrettiğimizde sinema sanatının niteliklerine uygun bir çalışma değildi. Allah’tan kendisi de bunun farkındaydı ve bir karakterinin ağzından komik bir üslupla itiraf ediyordu.

Benim için gerçek sürpriz, Serdar Temizkan’ın “Kutsal Bir Gün”ü oldu. Toplumun kıyısında kalmış bunalımlı karakterlerin, alkolün başköşede olduğu bir günlük hayat serüvenleri, hani benzetmek gerekirse, Bukowski lezzeti alınan bir Türk filmine kaynaklık etmişti. Biri orta yaş eşiğinde, diğeri orta yaşlı iki işsiz kardeşin, humor içeren diyaloglarıyla açılan ve sanki alacakaranlık kuşağında, varoluşçu bir hikaye olarak ilerleyen ‘hiçbir şey ama çok şey’ halleri, ilginçti... Giderek de bir hüzün dalgasıyla buluşuyordu. Ortalama seyirci için içine girilmesi zor ancak bir kez dahil olunduğunda da etkisini hissettiren bir filmdi. Oyuncu performansları açısından da çok parlaktı: Kardeşlerde Arda Kural - Ali Düşenkalkar ve ressam / kadın satıcısı rolünde de Erkan Taşdöğen, rolleri için kusursuz seçimlerdi.

“Mavi Ring”açlık grevi yapan bir grup mahkumun işkence dolu sevkiyatını anlatıyor.

Sert bir siyasi sinema örneği 1989 yılında, açlık grevi yapan Kürt siyasi mahkumların, Eskişehir’den Aydın’a, zorla ve daracık hücrelerde havasız-susuz nakledilmesi süreci, gerçeklerden yola çıkılarak çekilmiş “Mavi Ring”in (Yönetmen: Ömer Leventoğlu) eksenini oluşturuyordu. Ana karakter, Milliyet SANAT Kasım 2013

sevk emrine bilinçsizce imza atmış olan ve yolda mahkumlara çektirilen işkenceler karşısında, ceberut devlet ile insanlığı sorgulayarak ruhsal durumu altüst olan genç kadın doktordu... Ancak öykünün merkezine iyice yerleştirilememişti. Zaten, dar mekanları /

30

jargonu doğru kullanan yönetim başarısına rağmen öykü akışındaki dağınıklık ve bazı ‘kör kör parmağım gözüne’ diyalog / karakter vurguları, bu sert siyasi sinema örneğini zedeliyordu. Yine de üzerinde durulması gereken bir filmdi; nitekim ilgi yoğun oldu. MS



SİNEMA

Sinemanın Nobellileri Bir parça beklenmedik bir şekilde ama iyi ki 2013 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan kısa hikaye yazarı Alice Munro’dan yola çıkarak, 20. YY.’ın başından beri verilen bu ödülün sinemayla ilişkisini irdeledik. SELİN GÜREL

olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kaldım,” şeklinde özetliyor acımasızca. Ama gurel.selin@gmail.com Munro okuru biliyor ki, onun kısa hikayelerinin her biri birkaç romanı dolduracak zenginliktedir. Bu zenginlik, kimi zaman kendi 82 YAŞINDAKİ Alice Munro, geçtiğimiz deneyimlerinin kimi zaman tanık olduklarıay Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi oldu- nın kimi zaman duyduklarının kimi zaman ğunda onun kalemine aşina olanlar için bu, ise hayalgücünün ürünüdür. Bu öyle bir kaderin bir nefes dolusu “Oh!” demekti. Ama rışımdır ki, neyin gerçek neyin hayal ürünü diğer yandan, Nobel ile onurlandırılması olduğunu asla bilemezsiniz. Munro’nun yaiçin neden bu kadar zaman geçmesi gerek- şayan insanlardan da ilham aldığını bilen mişti ki? Tam da artık yazmayı düşünmedi- okur, yazarın yarattığı bazı karakterlerin ğinin sinyallerini vermeye başladığı sıralar- gerçekte de yaşadığından emin gibidir, onlada olacak iş miydi bu? Bu ödül, yazma ener- rın sonradan yaratıldığına bir türlü inanmak jisine yeniden kavuşması için itici bir güç istemez. O kadar kanlı canlıdır karakterleri. Her biri sanki yanı başıolabilecek miydi acaba? Bütün mızda yaşarmış gibi. bu homurdanmalar sonrasında Munro dünyası okusorduğumuz son sorunun yanırun uzanıp dokunabilecetını henüz alabilmiş değiliz. ği kadar yakında olur da, Ama Munro’nun kendisi de bu sinema tarafından fark ödüle en çok şaşıranlar arasınedilip değerlendirilmez mi da yer alıyorsa (“Birilerinin hiç? Daha sık film çekmetakdiri, bir yazar için her zaman sini dilediğimiz Kanadalı bir parça şaşırtıcıdır”), Nooyuncu / yönetmen Sarah bel’in belki de hiç Munro’ya naPolley’ye En İyi Uyarlama sip olmayacağı ihtimalini akla Senaryo dalında Oscar getirip, sanki çiçeği burnunda adaylığı kazandıran “Onbir yazarmışçasına, aldığı ödül Alice Munro dan Uzakta / Away From için hararetle alkış tutmak en iyisi. Nobel yarışında herkesin favori göster- Her”, Munro’nun “The Bear Came Over the diği Murakami’yi geride bırakan Munro, Mountain” adlı kısa hikayesinden uyarlan1901’den beri verilen bu ödülü kazanan 13. mıştı hatırlarsanız. Ancak biliyoruz ki, Munkadın yazar, ayrıca ülkesi Kanada’nın da ilk ro’nun hikayeleri sadece Kanadalı sinemaNobelli edebiyatçısı. Munro’nun ilk kocası cıların ilgisini çekmiyor. Asghar Farhadi’nin James Munro, onun yeteneğine en baştan senaristlerinden olduğu, 2008 yapımı İran beri tanıklık eden biri olarak, yazar hakkın- filmi “Canaan” da Munro’nun kalemini kayda “Feminizmin henüz icat edilmediği bir nak alıyordu. Son olarak Toronto Film Fesdönemde bir feministti,” diyor. Daha güzel tivali’nde dünya prömiyerini yapan, komedbir tanım olabilir mi? yen Kristen Wiig’in drama geçiş yaptığı “HaKendini bildi bileli elinden kalem eksik teship Loveship” de Munro’dan uyarlananolmayan Munro, kısa hikaye ile başlayıp ro- lar kulübüne katıldı. Her şey bir yana, Munmana evrileceğini düşündüğü yazarlık ma- ro’nun kısa hikayelerini uyarlamaya niyet cerasında bir sonraki aşamaya hiç geçmedi. edenlerin çoğunlukla kadın sinemacılar olAsla bir roman yazarı olamayacaktı, çünkü ması bir tesadüf olmasa gerek. Peki ya diğer Nobelli edebiyatçıların yokendi deyişiyle “O şekilde düşünemiyordu”. Üstelik büyütmesi gereken çocukları ve de- lu sinemayla ne kadar sık kesişiyor? Ya da vam etmesi gereken bir işi varken, roman şöyle soralım, sinema diğer Nobelli edebiyazmaya zamanı da yoktu. Munro bu terci- yatçıları ne kadar seviyor? İşte bu sorunun hini, “Kısa hikayenin elimden gelen tek şey cevabını aradık. Milliyet SANAT Kasım 2013

32

Humphrey Bogart-Lauren Bacall çiftini ilk kez bir araya getiren “To Have and Have Not”.

En popüler oyuncularla uyarlandı ERNEST HEMINGWAY Ernest Hemingway’in Nobel’e uzandığı 1954 yılı, yazarın Afrika’da geçirdiği iki ciddi uçak kazası yüzünden hayatı boyunca sürecek bir acıya mahkum olduğu yıldı. Üstelik henüz iki yıl önce de Pulitzer Ödülü’nü kazanmıştı. Diğer yandan kendisi dahil herkes, kariyerinin en iyi eserlerini zaten ardında bıraktığını biliyordu. Sinema elindeki malzemeyi sonuna kadar kullanmayı elbette ihmal etmeyecekti. Hemingway eserleri beyazperdede mutlaka dönemin en popüler oyuncuları eşliğinde ete kemiğe bürünüyordu. Gary Cooper ve Helen Hayes’li “Silahlara Veda / A Farewell to Arms”, Humphrey BogartLauren Bacall çiftini ilk kez bir araya getiren “To Have and Have Not”, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor / For Whom the Bell Tolls”, Spencer Tracy’li “İhtiyar Adam ve Deniz / The Old Man and the Sea”, Burt Lancaster ve Ava Gardner’lı “The Killers” ve Gregory Peck ve Susan Hayward’lı “Kilimanjaro’nun Karları / The Snows of Kilimanjaro” bu geleneğin öncülerinden.


Uyarlamalar açısından hayli şanslı JOHN STEINBECK

“Kolera Günlerinde Aşk”ın başrolünde Javier Bardem bulunuyor.

Eşsiz kaleminin hakkı verilemiyor GABRIEL GARCIA MARQUEZ 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen, Kolombiya’nın gururu Gabriel Garcia Marquez, hem sinemanın hem de TV’nin en favori Nobelliler’inden oldu hep. Bunda yazarın aynı zamanda bir film eleştirmeni ve senarist olmasının da payı olmuştur mutlaka. Ama bu, perdede ya da ekranda kalburüstü Marquez uyarlamaları izlediğimiz anlamına gelmiyor. En yüksek bütçeli Marquez uyarlaması olan, “Love in the Time of Cholera /Kolera Günlerinde Aşk” başta olmak üzere, yazarın eserlerinden uyarlanan filmler o eş-

siz kalemden çıkan öyküleri perdeye yansıtmakta pek de başarılı olamadı. Bu durumun belki de tek istisnası, uyarlanamaz romanlar arasında başı çeken Marquez’in unutulmaz eseri “Yüzyıllık Yalnızlık”ta rastladığımız, daha sonra bir kısa romana da kaynaklık eden iki karaktere odaklanan ve yazarın bizzat senaryosunu yazdığı “Erandira” olsa gerek. 1983 tarihli “Erandira”, aynı yıl Cannes’da Yılmaz Güney’in “Duvar”ının da dahil olduğu Altın Palmiye yarışındaki 22 filmden biri olmuştu.

1962’de ödülü kucaklayan John Steinbeck’in en ünlü üç eseri sinemaya layığıyla uyarlandı. Steinbeck bu açıdan hayli şanslı bir yazar. Düşünün, 1940 tarihli “Gazap Üzümleri / The Grapes of Wrath”te Steinbeck’in kurduğu o yürek paralayan dünya, yönetmen John Ford tarafından öyle kusursuz şekilde görselleştirildi ki, bir daha kimse bu eseri uyarlamaya cüret edemedi. Daha önce “Viva Zapata!”da Steinbeck ile birlikte çalışan ve yazarla hemen yakın dost olan Elia Kazan’ın yönettiği, aynı zamanda James Dean’in de çıkış yaptığı “Cennet Yolu / East of Eden” yine parlak bir uyarlamaydı. “Fareler ve İnsanlar” ise en iyi uyarlamasına oyunculuğuyla tanınan Gary Sinise’in ellerinde kavuştu.

“Gazap Üzümleri”

“Venedik’te Ölüm”ü kendi de beğenebilirdi THOMAS MANN 1929 yılının ‘Nobel talihlisi’ Thomas Mann’ın sinemadaki en başarılı temsili, Luchino Visconti’nin yönetmenliğindeki, kanımca gelmiş geçmiş en iyi aktör Dirk Bogarde’ın benzersiz oyunuyla ölümsüzleşen “Venedik’te Ölüm / Morte a Venezia”dır şüphesiz. “Venedik’te Ölüm” Nobelli edebiyatçıların eserlerinden uyarlanan filmler arasındaki ender başyapıtlardan biri olarak, görebilseydi Mann’ın kendisini bile memnun ederdi herhalde.

“Venedik’te Ölüm”de Tadzio’yu Björn Andrésen canlandırıyor.

33

Milliyet SANAT Kasım 2013


SİNEMA

“Açlık”, Per Oscarsson’a Cannes’dan En İyi Oyuncu Ödülü getirdi.

Cannes’dan ödüllü uyarlama KNUT HAMSON 1920’de 20. Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olan Norveçli Knut Hamson; Thomas Mann, Hermann Hesse ve Ernest Hemingway gibi kendisinden sonra gelen Nobelliler’i de etkiledi. Hamson’ın 1890 tarihli romanı “Sult / Açlık”, 1966’da Danimarkalı yönetmen Henning Carlsen tarafından beyazperdeye uyarlandı ve Cannes’da Per Oscarsson’a En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü kazandırdı. Jose Saramago uyarlaması “Körlük”ün başrolünde Julianne Moore var.

“Teneke Trampet”te David Bennent başrolde.

Nobel’den önce sinema GÜNTER GRASS İlk romanı “Teneke Trampet / The Tin Drum” ile bütün bakışları üzerinde toplayan Günter Grass 1999’da Nobel’e kavuşmadan tam 20 yıl önce, eserinin beyazperde uyarlaması ile sinema dünyasını birbirine katmıştı bile. “Teneke Trampet”, Volker Schlöndorff’un filmi “Kıyamet / Apocalypse Now” ile birlikte Altın Palmiye almakla kalmadı, o yıl Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı’nı da kaptı.

“Sineklerin Tanrısı”nın 1963 yapımı uyarlamasından bir kare.

Son dönemden örnekler Michael Haneke’nin 2001’de uyarladığı “Piyanist / La pianiste” (Elfriede Jelinek), Fernando Meirelles’in uyarlanamaz uyarılarına kulak asmadan giriştiği “Körlük / Blindness” (Jose Saramago), Lajos Koltai’nin ilk filmi “Kadersizlik / Sorstalans·g” (Imre Kertesz), geçtiğimiz filmekimi’nde izlediğimiz James Franco’nun yönetip başrolünde oynadığı “As I Lay Dying” (William Faulkner), çizdiği anne portresiyle hayli tartışma yaratan Anne Fontaine filmi “Adore” (Doris Lessing) ve Toronto’da dünya prömiyerini yapan, yakında Türkiye’de gösterime girecek, Denis Villeneuve’ün Cronenberg’e saygı duruşunda bulunduğu “Enemy” (Jose Saramago), Nobelli edebiyatçıların son dönemdeki beyazperde maceralarını yakından takip ettiğimizi kanıtlar nitelikte. Milliyet SANAT Kasım 2013

34

Aynı romana üç versiyon WILLIAM GOLDING Nobel Edebiyat Ödülü’nü 1983’te evine götüren İngiliz William Golding’in en ünlü eseri “Sineklerin Tanrısı / Lord of the Flies” üç kez beyazperdeye uyarlandı, ama içlerinde en başarılısı 1963 yapımı ilk uyarlamaydı. Yönetmen Peter Brook, romanın asap bozucu atmosferini birebir görselleştirmeyi başarmıştı.



SİNEMA Adele’in Lea Seydoux tarafından canlandırılan Emma’yı gördüğü an (üstte). Filmin tartışmaların ortasında yer alan yönetmeni Abdellatif Kechiche (sağda).

İstiridye mi spagetti bolonez mi? Abdellatif Kechiche, 8 Kasım’da vizyona girecek Altın Palmiyeli “Mavi En Sıcak Renktir”de bir çiftin aşkını takip ederken arka plana sınıf farkını yerleştirmeyi ihmal etmiyor. NİL KURAL nil.kural@milliyet.com.tr

6 YAŞINDA Fransa’ya göç eden Tunus kökenli yönetmen Abdellatif Kechiche, aralarında dört başı mamur “L’esquive / Games of Love & Chance” ve “La graine et le mulet / The Secret of the Grain”in de olduğu filmografisinde kendi gibi göçmenlere yakından baktığı filmleriyle haklı bir ün kazandı. Yeni filmi “La Vie d’Adele - Chapitres 1 & 2 / Mavi En Sıcak Renktir”de ise Adele’in (Adele Exarchopoulos) Emma’yla (Lea Seydoux) ilişkisini aşık olma, birlikte yaşama ve ayrılma süreçleriyle gösteren kırık aşk hikayesiyle önce ana yarışmada yer aldığı Cannes Film Festivali’ni birbirine kattı. Filmin ilk gösteriminden sonra herkes uzun sevişme sahMilliyet SANAT Kasım 2013

nesine odaklandı. Film Cannes’ın en beğenilen filmlerinden olsa da tahminler lezbiyen aşk hikayesinin jüri başkanı Steven Spielberg’ün muhafazakarlık duvarına çarpacağı yönündeydi. Hayır, beklenen olmadı. Jüri filme büyük ödül Altın Palmiye’yi verdi; başrol oyuncuları Seydoux ve Exarchopoulos’u yönetmenle eşit seviye ödüllendirdi ve Altın Palmiye Cannes tarihinde ilk kez yönetmen ve oyunculara birlikte sunuldu.

OYUNCULARIN İSYANI Ödülün ardından ne film etiği ne de iş etiği tartışmaları bitti. Adele’i canlandıran Adele Exarchopoulos’nun yüzünden, vücudundan ayrılmayan kamera kullanımının ve elbette sevişme sahnesinin topyekun erkek fantezilerini yansıttığıyla ilgili bakış açısı, filme duyulan etik öfkeyi özetleyebilir. Daha iyisi The New York Times eleştirmeni Manohla Dargis’ten örnek bir

36

cümle: “Kechiche, kadın bedenini yansıtmakla ilgili feministlerin yıllardır gündeme getirdiği çetrefilli sorulardan ya haberdar değil, ya da umurunda bile değil.” Filmin etik boyutu hakkındaki tartışmaları çalışma ahlakının yerle bir edildiği haberleri takip etti. Film ekibi sendikal haklarının yerine getirilmediğini, neredeyse tacize varan koşullarda çalıştıklarını söylediler. Buna başrol oyuncularının, kavga sahnesinde elimiz kolumuz kesildiğinde bile Kechiche çekimi durdurmadı, canımızı çıkardı, şeytan görsün yüzünü tarzı açıklamaları eklendi. Kechiche kendini savunsa da filmi, esere nefes aldırmayan bir sansasyon bulutu sarmaladı, özellikle de Fransa’da.

SOSYAL İLİŞKİLERDE BAŞARILI Eseri, çoğu sanat yapıtında kaçınılmaz olduğu gibi, yaratım sürecinden ve yaratıcısından ayırırsak Julie Maroh’un çizgi


romanından uyarlanan “Mavi En Sıcak Renktir”, Kechiche sinemasının sosyal ilişkileri göstermedeki başarısının bir aşk hikayesinin hizmetine sunulduğu ve bir aşk sınıf farklılıklarının ağır bastığı koşullarda nereye gidebilir sorusu üzerine yoğunlaşan bir film. 15 yaşındayken tanıştığımız ve 20’li yaşlarına kadar takip ettiğimiz alt sınıfa mensup bir genç kız olan Adele, lisede bir çocuktan hoşlanıyor; bu çocukla yaşadığı, pek de tatmin edici olmayan cinselliğin ardından bir süre sonra ayrılıyorlar. Bir gün yolda görüp bakışlarını alamadığı, mavi saçlı Emma ile bir kez de bir lezbiyen barında karşılaşıyor. Güzel sanatlar öğrencisi Emma ile görüşmeleri tutkulu bir ilişkiye dönüşüyor. Üst sınıftan Emma’yla ilişkileri birkaç yıl sonra sonlanıyor. Kechiche, sosyal ilişkileri yansıtmada ve diyalog yazmadaki ustalığını yine gençleri konu alan 2003 yapımı filmi “L’esquive”de olduğu gibi bu filmde de kusursuz şekilde sergiliyor. 180 dakika uzunluğundaki filmin süresini hiç hissettirmemesindeki en önemli etken de Kechiche’in bu alanlardaki başarısının yanı sıra yakaladığı ritim duygusu ve akıcılık. Bunu dağınıklık olarak değerlendiren eleştirmenler olmasına rağmen hesaplı, istediği etkiyi sağlayan bir dağınıklığın bir eksiklik değil, doğallık olarak görüldüğünü söylemek mümkün. Oyuncuların mahvolduğu çekim sürecinin sonucu, son dönemde karşımıza çıkan en doğal, Mike Leigh gibi bir oyuncu yönetimi ustasını bile kıskandırabilecek performanslar. Özellikle kameranın bir saniye bile yalnız bırakmadığı AdËle Exarchopoulos’nun performansının bu seviyede olmaması filmin üzerine inşa edildiği temeli derinden sarsardı. Yönetmenin erkek gözüyle bakmakla suçlanmasına karşın Adele’in sürekli çekici halleriyle gösterilmediği öne sürülebilir. Adele’in her anına odaklanan film, onu çekiciliğiyle olduğu kadar iticiliğiyle de gösteriyor. Ortada arzu nesnesine çevrilmiş bir genç kız değil, son dönem sinemada karşımıza çıkan en canlı kadın portrelerinden biri var. Genellikle göçmen hikayelerine, sosyal tespitleri arka plana yerleştirerek odaklanan Kechiche bu kez safkan bir aşk hikayesi anlatıyor. Film, bir ilişkinin ilk başlarındaki heyecanı, sonra yaşanan kıskançlıkları, çiftin birbirlerinden uzaklaştıkları küçük anları, kaçınılmaz sonu, çekilen acıyı ve kabullenme sürecini hiç bir

Oyuncuların mahvolduğu çekim sürecinin sonucu, son dönemde karşımıza çıkan en doğal, Mike Leigh gibi bir oyuncu yönetimi ustasını bile kıskandırabilecek performanslar. Adele Exarchopoulos, filmde Adele’i canlandırıyor.

Film ekibinin Altın Palmiye aldığı tören videosunu izlemek için blipleyin.

İsmi neden değişmiş? Filmin uyarlandığı çizgi romanın orijinal Fransızca ismi ‘Mavi En Sıcak Renktir’ anlamına geliyor. Peki, Kechiche filminin İngilizce çeviride kullanılan bu ismin yerine “La Vie d’Adele”i niye tercih etti? Filmlerinde sık sık edebi referanslar yapan yönetmen, bu filmin başında Adele’in elinden Pierre de Marivaux’nun bitmemiş romanı “La Vie de Marianne”ni düşürmüyor. Filmin Fransızca ismi de bu romana bir gönderme.

duyguyu izleyiciye geçirmeyi ihmal etmeden gösteriyor. Peki aralarındaki ten uyumuna tanık olduğumuz bu çiftin yollarını ayıran nedir? Karakter farklılığı mı, ortak yönlerinin azlığı mı? Bunun yanıtı, Kechiche’in alttan alta işlemede en iyi olduğu alanda: Sınıf farkı. Filmin başlangıcında aile evinde spagetti bolonezi iştahla yiyen Adele’in hayatta yiyemediğini söylediği tek şey lüks yiyecek istiridye. Emma’nın ailesinin evine gittiğinde, Emma’nın ihmalkarlığı yüzünden karşısına tek yemek

37

olarak çıkan ve yemek zorunda bırakıldığı istiridye... Pek de başarılı bir ressam olmayan Emma’nın Adele’in ‘mezun olunca pratik şekilde para kazandıracak bir meslek’ dediği öğretmenliği seçmesini kabullenmemesi ve bunu beğenmemesi, yazar olması için ısrar etmesi gibi mevzularla vurgulanan sınıf farkı yavaş yavaş bu ilişkiyi sona doğru götürüyor. Adele, sınıfının kodlarından sırf Emma yakıştıramadı diye vazgeçmiyor, öğretmen oluyor, Emma’nın lüks partisinde ikram olarak spagetti bolonez de hazırlıyor. Adele, Emma’nın istediği değişime, doğallığını yitirmeye direndikçe, ilişkinin sonunu getirecek olay psikolojik zeminini hazırlıyor. Bir kez daha sosyal gerçekler, cinselliğin, ten uyumunun, aşkın önüne geçiyor. Kechiche’in alttan alta hissedilen sempati duyduğu ve asıl tanımamızı, yanında yer almamızı istediği karakterin ise ‘kendi sınıfım’ dediği işçi sınıfından Adele olduğu ortada. Sonuç itibariyle film, umutsuz bir sonla değil, ismindeki roman bölümlerinde olduğu gibi Adele’in hayatında bir bölüm sona erip diğeri başlarken bitiyor. Kechiche filmini Altın Palmiye’den sonra ‘Fransa gençliğine ve Tunus’ta devrim yapan gençlere’ adıyor. Adele’in istediğini yaşamasının, doğallığından ödün vermemesinin, acı çekerek hayatına devam etmesinin ‘küçük’ bir devrim olduğunu ima ederek. MS Milliyet SANAT Kasım 2013


SİNEMA

Bir nikah, yedi erkek! BAHAR ÇUHADAR bahar.cuhadar@radikal.com.tr

Oyun Atölyesi’nde beş yıl boyunca seyirciyi kırıp geçiren “Testosteron”, bu ay “Erkek Tarafı” adıyla sinema seyircisiyle buluşacak. Tek mekanda geçen bu komedi filminin karakterleriyle bir ön tanışma için buyurun...

BİR NİKAH kutlaması için hazırlanmış barda üstleri başları yara bere, kan revan içinde kalmış yedi erkeğin baş başa geçirdiği; kahkahası, argosu, cinsellik ve aşk öyküsü bol bir gece. İzleyiciye erkeklerin zaaflarını, zayıflıklarını, kadınlar karşısında -istedikleri kadar küfür kıyamet gidip, sürekli böbürlensinler- esasında ne kadar da zavallı halde olduklarını mizahi bir dille anlatan bir tiyatro metni bu. Bu ay ise sinema filmi olarak vizyonda olacak. Oyun haliyle “Testosteron”, beş yıl boyunca bir Oyun Atölyesi yapımı olarak Kemal Aydoğan yönetmenliğinde seyirciyi -hakikatten de- kırıp geçirmişti. Polonyalı yazar Andrzej Saramonowicz’in kaleme aldığı metin şimdi Kemal Aydoğan, İlksen Başarır, Mert Fırat’ın senaristliğinde ve İlksen Başarır’ın yönetmenliğinde komedi filmi “Erkek Tarafı” olarak beyazperdede izlenecek. Filmin oyuncu kadrosu, tek bir isim değişikliği dışında “Testosteron” oyununun kadrosuyla aynı. Oyunda erkeklerden birini İnan Ulaş Torun canlandırırken, filmde yerini Cihan Ercan alıyor. Kamera karşısına geçen ekibin kalanı, sahnedeki isimlerle aynı: Mert Fırat, Onur Ünsal, Metin Coşkun, Emre Karayel, Tuna Kırlı ve Timur Acar. “Testosteron” orijinal tekstte olduğu gibi Polonya’da geçiyordu, perdedeki ise yerelleşmiş bir versiyon olacak. Bu yedi erkek arasındaki ilişkilerin ufak bir detayını bile açık etmek, metnin tüm yapısını, dolayısıyla filmin sürprizlerini saçmak anlamına geleceği için, karakterleri, her birinin sırrını saklı tutarak tanıtacağım. Kişisel şerhimi de düşerek: Oyun -ki neredeyse birebir uyarlandığı için film de- her ne kadar bir ‘erkeklik eleştirisi’ olmaya niyetlense de bu tip işlerin sık düştüğü bir tuzağa takılıp, yapmak istediğinin tam aksine cinsiyetçi bir dille akıyor. Gülmek garanti ama kadın bakış açısıyla yaklaştığınızda en azından yazara azıcık sinirlenmeniz de olası... Film 22 Kasım’da vizyonda. Karakterlerle önceden tanışmak için buradan buyurun: Milliyet SANAT Kasım 2013

Esas oğlan KORCAN / ONUR ÜNSAL Hikayenin esas oğlanı. En azından bu olaylı buluşmaya sebebiyet veren kişi. Âşık olduğu meşhur pop yıldızıyla şık bir yaz düğününde evlenecekken, ‘Evet’ faslında gelin, ‘kalbinin başkasına ait olduğunu’ söyleyerek düğünü terk edince ortada kalakalıyor. Bu işin sorumlusu olduğunu düşündüğü bir diğer erkeğe kafa göz dalsa da aslında diğer tüm karakterlerden daha ince ruhlu, aşka inanan, eh biraz da saf bir adam. Mesleğine epey düşkün ve zeki bir ornitolog, üniversitede biyoloji bölümünde öğretim üyesi.

Aile babası ALİŞ / TİMUR ACAR İlk varlık göstermesi, düğündeki arbedede hırpalanan kardeşi Korcan’a sahip çıkmasıyla olacak. Gerçi aynı kardeş ona ara ara “İktidarsız, kılıbık” diye saydıracak. Ki, haksız da sayılmaz. Evli ve çocuklu aile babası Aliş, karısının sözünden çıkmamaya gayret gösteren, dışarıdan çaktırmasa da karısından korkan bir adam. Öte yandan annesine de epey düşkün, babası Adem’in zamanında kendisi ve annesini ihmal etmesi konusunda hayli yaralı. Babasına öfkesini göstermekten çekinmiyor, ailesine karşı babası gibi umursamaz olmaktan itinayla sakınıyor.

38


ADEM / METİN COŞKUN

TANKUT / MERT FIRAT

Ekibin en yaşlısı Ekibin en yaşlısı, 54’ünde. Hikaye açılırken tüm karakterlerin ona “Baba” diye hitap etmesine bakmayın, aslında sadece Korcan ile Aliş’in babası. Oğlunun mutluluğu için masraftan kaçınmayan, varlıklı bir adam. “Erkek adamın erkek oğlu olur” hayattaki temel felsefesi adeta. Lakin iki oğluyla da çocuklukları boyunca zerre ilgilenmemiş. Ömrünü “Nerede akşam, orada sabah” rahatlığında geçirmiş, sayısız kadınla birlikte olmuş, o şehir senin bu şehir benim gezmiş bir adam. Yine de oğullarının kılına zarar gelmesine tahammülü yok. O oğulların zayıf karakter özellikleri göstermelerineyse hiç tahammülü yok!

Magazin gazetecisi

VOLKAN / TUNA KIRLI

‘Kadın tavlama’ uzmanı Mekânın garsonu. Başlarda yara bere içindeki bu tuhaf konuklara yardımcı olmak ve içki servisi yapmak dışında sessizliğini korusa da sonra meziyetlerini sergilemeye başlıyor. Kadınları ‘tavlama’ üzerine bir sene boyunca ders verebilecek kadar birikimli! Gayet gamsız, kendine güveni yüksek, kadınlara kolaylıkla yaklaşan ve bu özellikleriyle de sıkça övünen bir adam.

Düğünde görev icabı bulunan bir magazin gazetecisi. Gelin, ülkenin en ünlü pop şarkıcılarından biri. Haliyle o da haber amaçlı takip etmek üzere gidiyor düğüne. Ama hiç beklemediği bir suçlamayla karşılaşıp damadın yakını diğer erkekler tarafından sağlam bir dayak yiyor. Bir buçuk yıldır evli ve bir kızı var. Ailesi söz konusu olunca gayet yumuşak ve sevecen lakin filmdeki diğer erkekler gibi onun da kadın-erkek ilişkileri üzerine son derece keskin yargıları var. (Kadınların erkeklerle aslında toplumsal statü ve güç elde etmek için birlikte oldukları; erkeklerinse tamamen içgüdülerini takip ettikleri gibi...)

Öğretim üyesi SEÇKİN / CİHAN ERCAN Damat Korcan’ın en yakın arkadaşı. Ve onun gibi işine âşık bir öğretim üyesi. Mikrobiyolog. Kadınlar konusunda pek tecrübeli değil. Diğerlerinin anlatıp durduğu aşk ve seks öykülerinin yanında, Seçkin’in hayatı silik kalıyor. Lakin içlerinde zekasını -Korcan’la birlikte- en iyi kullanan erkek o. Kadın-erkek davranışlarını da sürekli maymunlar, kuşlar, primatlar vs. üzerinden bilimsel örneklerle açıklamaya çabalıyor. Diğerleri başta onu pek kaale almasa da...

Hızlı çapkın KANBER / EMRE KARAYEL Ekibin hızlı çapkını. Profesyonel müzisyen. Kaçak gelinin arkasında, orkestrada çalıyor. Düğüne de ‘kız tarafı’ olarak gelmiş. Bir türlü ‘yırtamamış’ bir müzisyen esasında ama anlatacak tonla öyküsü var. Sadece müzik kariyeri değil, güzel kadınlarla yaşadığı ateşli ilişkiler ve seks öyküleri de anlatmakla bitmiyor. Korcan’ın neden terk edildiğini, gelinin asıl derdinin ne olduğunu da o çözecek.

39

Milliyet SANAT Kasım 2013


SİNEMANIN HAZİNELERİ ATİLLA DORSAY

aldorsay@yahoo.com

Amerikalı bir doktor, tatil için gittiği Latin Amerika ülkesinde kaçırılır ve ülkenin diktatörü ondan kendisini ameliyat etmesini ister. Bu konuyu işleyen “Crisis”, ünlü yönetmen Richard Brooks’un ilk filmi...

“Kurtar beni doktor!”

Cary Grant ve Paula Raymond, filmdeki Amerikalı çifti canlandırıyorlar.

“Crisis / Bunalım” Yönetmen ve senarist: Richard Brooks Görüntü: Ray June Müzik: Miklos Rosza Oyuncular: Cary Grant, Paula Raymond, Jose Ferrer, Signe Hasso, Ramon Novarro, Gilbert Roland, Leon Ames, Antonio Moreno, Soledad Jimenez, MGM, 1950.

Milliyet SANAT Kasım 2013

AMERİKAN sinemasının entelektüel ve liberal kanadında saygın bir yeri olan yazaryönetmen Richard Brooks’un ilk yönetmenliği. 1942’den başlayarak ilginç senaryolar yazan Brooks (1912- 1992) bu filmle adım attığı kariyerinde 35 yıl boyunca “Deadline - USA / Gazeteciler Savaşı”, “The Last Time I Saw Paris / Son Hatıralar”, “Blackboard Jungle / Karatahta Ormanı”, “Something of Value / İnsan Avcıları”, “Karamazof Kardeşler”, “Cat on a Hot Tin Roof / Kızgın Damdaki Kedi”, “Elmer Gantry”, “Lord Jim”, “In Cold Blood / Soğukkanlılıkla” gibi filmler yaptı. Hemen hepsi güncel konulara cesaretle el atan veya önemli edebi yapıtları uyarlayan düzeyli filmler. Belki

40

bir büyük üslup ustası değil, ama hep çağının nabzını tutmuş aydın bir yönetmen.

HASTA DİKTATÖR Böyle olacağı zaten başından belli olmuştu. Gazetecilikten gelen Brooks, ilk filminde o dönemde güçlenen Latin Amerika diktatörlüklerine ve orada yaşanan insan dramlarına eğiliyordu. O kıtadaki bir güneş ve tatil ülkesine gelen Amerikalı bir çift, tam dönecekleri sırada bir albay tarafından başkanın sarayına gitme daveti alır. Ama aldırmazlar. Ancak askerler onları trenden indirip zorla saraya götürür. Orada sorun anlaşılır. Ülkeyi demir bir


F il m i n a s e d in ir s in ıl iz

? Bu filmi www.wa rne <http:/ rbros.fr/tresors /www.wa rnerbros. fr/tresor s> adr esinden bulabilir siniz. pençeyle yöneten diktatör başkan hastadır. Beyninde bir tümör vardır ve hemen ameliyat edilmesi gerekmektedir. Ama ülkede bunu yapacak doktor yok gibidir ve de muhalefetin gitgide güçlendiği, sokak gösterilerinin ayyuka çıktığı, sürekli ‘muerta’ (ölüm) pankartlarının açıldığı ülkede, güvenecek adam bulmak imkansız gibidir. Doktor Eugene Ferguson bu öneri karşısında şaşkına döner. Aslında o, siyasetle ilgilenmeyen, bir an önce işine ve ülkesine dönmek isteyen, bu yoksul ülkeye ve halkına üstten bakan, Amerikalı olmanın gururuyla dopdolu biridir. Bunun her kapıyı açacağını, her şeyi çözümleyeceğini düşünen... Ayrıca halkın böylesine nefret ettiği birini iyileştirmesi ne kadar doğrudur? Bu konuda baskılara uğrar, muhalif kesimden tehditler alır. Ancak doktor-hasta ilişkisi de kutsal değil midir? Doktorun her koşulda önüne gelen hastayı iyileştirmeye çabalaması Hipokrat Yemini denen şeyin özü değil midir?

DENGELİ BİR SENARYO Brooks ilk filminin senaryosunu ustalıkla kurmuş ve dengeleri çok iyi gözetmiştir. Aynı yıl Cyrano de Bergerac uyarlamasıyla en iyi oyuncu Oscar’ını alan büyük karakter oyuncusu Jose Ferrer’in, İspanyol aksanından öfke ve neşe patlamalarının çelişkisine ustalıkla canlandırdığı, söylenene göre Arjantin diktatörü Peron’dan esinlenen başkan Raoul Farrago karakteri elbette ilginçtir. Farrago “Tarih silahla yazılır. İktidar silahlar demektir,” der. Aslında ülkesini seven, ona kendi anlayışınca hizmet etmek isteyen biridir. Ama bir kez diktatörlüğün yoluna sapmıştır, çıkması zordur. “Save me doctor / Kurtar beni doktor” diye yalvarışında içburucu bir yan vardır. Doktorsa bu-

Cary Grant (solda) filmde Güney Amerika ülkesinde kalmak zorunda kalan bir doktor rolünde.

nu şöyle yanıtlar: “Bu tüm çağları kat edip gelen bir çığlık: Kurtar beni doktor!”. Doktor Ferguson tipik mağrur ve kendine güvenen Amerikalıdır. Kendisini başkana götürmek isteyenlere “Baskıdan nefret ederim,” der. “Özgürlüğümü alamazsınız,” diye haykırır. İdealist, aydın, ilkeli, inatçı, demokrasiye yürekten inanmış biridir. Ne var ki gerçekçi değildir, koşulları kavraması hayli zaman alır. Karısı ise daha ilk başlarda “Burada olmaktansa 5. Cadde’de alış-veriş yapmayı tercih ederdim!” diyecek kadar saf bir küçük Amerikalıdır. Doktor rolüne hafif salon komedilerinin yıldızı Cary Grant’ın seçimi iyi fikirdir. Her ne kadar o Time Out’un deyişiyle “Neşter yerine bir dry martini kadehi tutmayı tercih eder gibi gözükse de” bu hali olayın dramatikliğini arttırır. Başkanın eşi rolünde, dönemin yeni bir Greta Garbo yaratmak için İsveç’ten ithal edilmiş (ama bunu başaramamış) güzel, ince ve yetenekli oyuncusu Signe Hasso vardır. Bu, kısa kariyerindeki en iyi rollerden biri sayılır. Özellikle sokakta öfkeli bir kalabalık tarafından çevrilip tartaklandığındaki cesur ve gururlu görünümü unutulamaz: Tam bir Eva Peron... Albay Dragon’da sessiz sinemanın büyük yıldızı Ramon Novarro, devrimcilerin lideri rolünde ise yine sessiz dönemden devralınmış, 60 yıllık bir kariyer yapan Gilbert Roland vardır. Yani doktoru başkanı ameliyat masasında öldürmesi için sıkıştıran adam!... Ayrıca sadece ülkedeki petrol yatırımlarını koruma peşindeki Amerikalı (Leon Ames) da ilginç bir karakterdir. Hemen hiçbirinin kötülük açısından başkan Farrago’dan geri kalan yeri yoktur. Hatta tersi bile düşünülebilir!.. Sadece oğlunun başına gelenle-

41

Doktor rolüne hafif salon komedilerinin yıldızı Cary Grant’ın seçimi iyi fikirdir. Her ne kadar o Time Out’un deyişiyle “Neşter yerine bir dry martini kadehi tutmayı tercih eder gibi gözükse de” bu hali olayın dramatikliğini arttırır. ri sessiz bir kederle izlemeyi seçen anne Farrago (Somedad Jimenez) istisna sayılabilir.

MGM’DE YENİ DÖNEM Filmi o yıllarda MGM’nin proje bölümünün başına getirilen Dore Schary’nin varlığına bağlayanlar çoktur. Çünkü film açık biçimde, önceki yıllarda tam bir rüya makinası gibi çalışan şirketin çağdaş dünyaya göz attığı, siyasal temelli bir öykü anlattığı ve gerçekçiliği ön plana aldığı bir proje olmuştur. Leonard Martin açıkça yazar: “Bu düzeyli politik gerilim, Dore Schary’nın şirkete getirdiği yumuşak aydınlanma eylemiyle tam uyum halinde”. Daha ilk filminde ‘çaylak’ Brooks’un yönetimi de gayet iyidir. Yönetmen, MGM’nin siyah-beyaz, küçük bütçeli, birçok bölümü stüdyo dekorlarında çektiği filminde, herhalde Dore Schary’yi de arkasına alarak, zengin ve ikna edici bir görselliğe ulaşır. Sokak sahneleri kadar meyhane, bir Latin Amerika gösterisi / konseri vb. sahneleri de başarılmıştır. Ameliyat bölümüyse tam ‘50’lere özgüdür: Sürekli ve fosur fosur sigara ya da puro içilir! Ünlü sinemacı Bertrand Tavernier şöyle der: “Filmi bir kez daha görmek güzel bir sürpriz. Böylece Brooks’un hikayesini anlatma ve toplumsal içeriğini belirtme çabası kadar, dramatik çatışmalara olan düşkünlüğü de beliriyor ve filme, son dönem politik olaylarının da doğruladığı bir çifte anlam yüklüyor. Hatırladığımızdan daha iyi bir film”. Time Out Film Guide ise şöyle yazar: “Film aynı yıl çekilmiş İngiliz gerilimi ‘State Secret’le benzerlikler taşısa da Brooks bu ilk filminde gerilimi sürdürmede büyük ustalık gösteriyor”. MS

Milliyet SANAT Kasım 2013


DVD SELİN GÜREL

gurel.selin@gmail.com

B AĞIMS IZ S UL ARDA

B U F İL ME DİKKAT!

“Sinister / Lanet” “Lanet”in 2012’nin en iyi korku filmlerinden biri olmasının sebebi, orijinal bir denemenin tezahürü olması değil, Scott Derrickson’ın ayrı ayrı filmlerde görmeye alıştığımız birçok korku öğesini başarıyla aynı çatı altında toplama becerisi. Karşımızdaki alttür kırması, gerçekten ufuk açıcı. Yönetmen, sıradanlaşan finali saymazsak hayran olunası bir korku yelpazesi yaratıyor gözümüzün önünde. Vizyonda kaçırdıysanız, mutlaka edinin.

“My Son, My Son, What Have Ye Done / Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen?” (2009)

Yönetmen: Werner Herzog Oyuncular: Michael Shannon, Willem Dafoe, Chloe Sevigny Öykü: Gerçek bir öyküye dayanan film, annesini öldüren dengesiz bir adamın bu cinayeti işlemeden önce hangi aşamalardan geçtiğini geriye dönüşlerle anlatıyor. Çarpıcı yönü: Bir dönem Michael Shannon’ın üzerine yapışan ‘tuhaf, tekinsiz adam’ rollerinin sorumlularından biri olan “Benim Güzel Oğlum, Ne Yaptın Sen?” Werner Herzog dehası ile asap bozucu David Lynch geriliminin bir buluşması.

2

“Jîn” (2013)

Yönetmen: Reha Erdem Oyuncular: Deniz Hasgüler, Onur Ünsal Öykü: Yeni bir hayata başlamak üzere örgütten kaçan Jîn, doğanın koynunda bir başına yaşadığı günlerde olmak istediği kişiye adım adım yaklaşır. Ancak ne zaman ki insanların arasına karışmak zorunda kalır, o zaman gençliğinin ve güzelliğinin cezasını çekmeye başlar. Çarpıcı yönü: Reha Erdem’in bilmediği sularda yüzdüğünü düşündüren “Jîn” birçok meseleyi aynı anda anlatmaya çalıştığı için tökezliyor. Kürt meselesine yönelttiği romantik ve masalsı bakış açısı ise birçok açıdan sorunlu. Ancak Erdem’in kamerası ne yaptığını öyle iyi biliyor ki, hayran olmamak elde değil. Milliyet SANAT Kasım 2013

42

Bırakın içeriğini, hiç isminde ‘intihar’ kelimesi olan bir animasyona rastladınız mı? Bu filmde her ikisi de var. Karamsarlıkları yüzünden tek kurtuluşu ölümde gören insanların yaşadığı yakın bir gelecekte, nasıl öleceğine karar veremeyenler için yaratıcı intihar malzemeleri satan bir dükkanın sahiplerinin hikayesini anlatıyor film. Yönetmen Patrice Leconte, Jean Teule’nin aynı adlı romanını uyarlamış.

10

Ayın en gözde 1

“Le magasin des suicides / İntihar Dükkanı”

DVD’si

3

“Trance / Trans” (2013)

Yönetmen: Danny Boyle Oyuncular: James McAvoy, Rosario Dawson, Vincent Cassel Öykü: İşinde başarılı bir müzayede görevlisi olan Simon, bir soygun sırasında başına aldığı darbeyle sarsılır. Kendine geldikten sonra soygunda parmağı olduğunu anlarız. Çarpıcı yönü: Danny Boyle’un, alışılmadık bir şekilde kadın ana karakterli öyküsünü anlatırken biraz fazla heyecanlandığı bir gerçek. Filmin merkezine oturan hipnozun, onun hayalgücüne göre eğilip bükülmesi de cabası. Ama temposu, gizemi ve sürprizleriyle “Trans”ı izleyenlerin koltuklarından nefes nefese kalkacakları kesin.

4

“World War Z / Dünya Savaşı Z” (2013)

Yönetmen: Marc Forster Oyuncular: Brad Pitt, Mireille Enos, Daniella Kertesz Öykü: Dünyanın dört bir köşesine yayılan zombi salgınıyla neye uğradığını şaşıran insanoğlu panik içindedir. Hastalığın kökenini araştırmak için ailesini geride bırakıp uzun bir yolculuğa çıkan Gerry Lane, beklenmedik gelişmeler sonucunda yapayalnız kalır. Çarpıcı yönü: Bağımsız döneminde hatırı sayılır işlere imza atan Marc Forster, bir zombi kıyameti filmi olan “Dünya Savaşı Z”de geleneksel felaket filmi kodlarına sarılıyor. Film gişedeki başarısını, anaakım sinemaya dönen Brad Pitt’e borçlu.


X YENİ BO

SETLER The Hangover Trilogy / Felekten Bir Gece Üçlemesi

KO L E K Sİ Y O N ER L ER İ Çİ N “Man Of Steel” S-Shield Tin Case (3D, Blu-Ray) Superman arması şeklinde bir “Man of Steel” setine ne dersiniz? Özel Seçenekler bölümünde, karakterlere, Kripton gezegenine ve süper kahramanın aksiyon dolu dünyasına dair yapım belgeselleri bulacaksınız. Filmin hem üç boyutlu hem de iki boyutlu versiyonu ve saatlerce izleyebileceğiniz ekstraları da pakete dahil.

5

8

“Won’t Back Down / Boyun Eğmeyeceğim” (2012)

Yönetmen: Daniel Barnz Oyuncular: Viola Davis, Maggie Gyllenhaal, Holly Hunter Öykü: Devlet okullarında ilgisizlik yüzünden almaları gereken eğitimi alamayan çocukları için, sistemi dönüştürmeyi görev edinen iki anne, bürokrasiyi dize getirmeye kararlıdır. Çarpıcı yönü: “Boyun Eğmeyeceğim” gücünü öyküsünden alıyor. Filmi bir sosyal sorumluluk projesi olarak görmemek için, Viola Davis ve Maggie Gyllenhaal’un performanslarına odaklanın.

“The Possession / Şeytan Tohumu” (2012)

Yönetmen: Ole Bornedal Oyuncular: Natasha Calis, Jeffrey Dean Morgan, Kyra Sedgwick Öykü: Satın aldığı antika kutuyu açmayı başaran genç bir kız, kutunun içindeki kötü ruhun etkisi altına girer. Çarpıcı yönü: “Nightwatch / Gece Bekçisi”nin yönetmeni olarak tanıdığımız Danimarkalı Ole Bornedal, bu kez Sam Raimi’nin yapımcılığında çıkıyor yola. Bir musallat filmi olarak “Şeytan Tohumu” orta düzeyde seyrediyor.

“The East / Gizli Oyun” (2013)

Yönetmen: Zal Batmanglij Oyuncular: Brit Marling, Alexander Skarsgard, Ellen Page Öykü: Özel bir istihbarat firmasında çalışan eski FBI ajanı Sarah, büyük şirketleri hedef alan bir yeraltı çetesini araştırmakla görevlendirilir. Çarpıcı yönü: Bağımsız sinemanın genç yeteneklerinden Brit Marling’in arkadaşı Zal Batmanglij ile ortak projesi “Gizli Oyun”un yapımcı koltuğunda Ridley ve rahmetli Tony Scott oturuyor.

7

Bir Gece 3)

“The Deep / Derin Sular” (2012)

Yönetmen: Baltasar Kormakur Oyuncular: Olafur Darri Olafsson, Stefan Hallur Stefansson Öykü: “Derin Sular”, İzlanda’nın güney sahilinde teknesi battıktan sonra, dondurucu suyun içinde hayatta kalmaya çalışan balıkçının hikayesini anlatıyor. Çarpıcı yönü: Baltasar Kormakur, “Derin Sular”da anlattığı (gerçek) hayatta kalma öyküsüyle, bu yıl Yabancı Dilde En İyi Film dalındaki Oscar aday adayları arasında ilk dokuza girmişti.

6

(“Felekten Bir Gece”, “Felekten Bir Gece Daha”, “Felekten

9

“Broken City / Bitik Şehir” (2013)

Yönetmen: Allen Hughes Oyuncular: Mark Wahlberg, Russell Crowe, Catherine Zeta-Jones Öykü: New York Valisi Nicholas Hostetler, seçimlerden hemen önce eski polis Billy Taggart’a, karısını araştırma görevini verir. Çarpıcı yönü: Hughes Kardeşler’den Allen Hughes’un ilk kez tek başına kamera arkasına geçtiği “Bitik Şehir”, senaryo zaaflarını Wahlberg-Crowe ikilisinin performanslarıyla yamıyor.

10

“Epic / Doğal Kahramanlar” (2013)

Yönetmen: Chris Wedge Seslendirenler: Amanda Seyfried, Josh Hutcherson, Beyonce Knowles Öykü: Ormanda varlığını sürdüren gözle görülemeyecek kadar küçük bir medeniyetin izini süren babasını bir türlü anlayamayan genç Mary Katherine, bir süre sonra sihrin etkisiyle küçülür. Çarpıcı yönü: ‘Kendini tanımadığı bir medeniyetin bir parçası olarak bulan yabancı’yı merkezine oturtan “Doğal Kahramanlar” bu açıdan “Avatar”ın kadın kahramanlı, küçük animasyon kardeşi olarak kabul edilebilir.

43

Milliyet SANAT Kasım 2013


MÜZİK

Sanat mı Gaga’dan, Lady mi sanattan? Beş yıldır pop müziğin en dikkat çekici ismi olma unvanını koruyan Lady Gaga, üçüncü stüdyo albümü “Artpop” ile kendini bir sanatçıdan ziyade sanat eseri olarak ortaya koyuyor.

YAŞI HAKKINDA şaibeler var: Kendisi 27 diyor ama şu an 32 yaşında olan Paris Hilton’dan ‘sınıf arkadaşım’ şeklinde bahsettiği bir röportajı mevcut. New York’un prestijli Katolik kız koleji Convent of the Sacred Heart’ta geçirdiği dönemle ilgili ortamın marjinali olduğunu, bir türlü diğerlerine adapte olamadığını söylüyor ama arkadaşları onun kabul edilebilir oranda popüler olduğunu, öğrenci gösteri ve müzikallerinin aranan ismi olduğunu söylüyor. Çok hasta olduğu ge-

SELAY SARI Lady Gaga’nın “Applause” klibini izlemek için blipleyin.

selay.sari@milliyet.com.tr

Milliyet SANAT Kasım 2013

44


şılanan, çiğ etten bir elbise, lin aslında birbirinden ne kadar uzak olabirekçesiyle iptal ettiği kapaşapka, çanta ve ayakkabılar- leceğine örnek olan, çoğu zaman ‘drag lı gişe konserinden bir gün dan oluşan kıyafeti ile ilgili queen’ şeklinde boy gösterdiği klipleri ile de, sonra Oprah’da boy gösteen yerinde yorumu, bir vegan genelgeçer seksilik algısına meydan okuyor. rebiliyor. Bir ara bırakın Aşırı karakteristik olmamakla beraber olan talk show sunucusu Elcinsel kimliğini, homoseklen DeGeneres yapmıştı. temiz bir mezzosoprano tonuna sahip sesi, süelliğini, biseksüelliğini ya Lady Gaga’nın etten kıyafe- bir ihtimalle fütürizm hissini daha net yanda aseksüelliğini, cinsiyeti “Artpop” tiyle katıldığı bir ‘Ellen’ prog- sıtabilmesi için ağır autotune altında bırabile kafalarda soru işareti Lady Gaga ramı sonrasında DeGeneres kılıyor ki Lady Gaga projesinin aksayan tauyandırıyordu. Stefani JoInterscope / Universal şunları yazdı: “Lady Gaga’yı rafı olarak bu durum gösterilebilir. Noranne Angelina GermanotMüzik seviyorum ama aynı zaman- malde nota yanlışlarına karşı kullanılan bir ta ya da sahne ismiyle Lady 11,88 Dolar da bir hayvansever olarak, o teknoloji olan autotune, bu şekilde zaman Gaga, etrafında biraz sakar kıyafeti giyerken kendisiyle zaman Gaga’nın vokal yeteneklerini de zan bir şekilde yarattığı ağır gizem bulutuyla, dünya dışılıkla insancıllığı, aynı yerde oturmak ve konuşmak beni son altında bırakabiliyor. Canlı performanslafütürizmle nostaljiyi, kadınla erkeği bir be- derece rahatsız etti. Ancak sonra kendime rından edinilen izlenim ise, aslında bir endende buluşturuyor. Ve tüm bunları elek- sordum: O kıyafeti giymekle deri kıyafetler tonasyon problemi yaşamadığını ortaya tronik pop gibi beklenmedik bir mecrada giymek arasında ne fark var?” Gaga’nın güç- koyuyor. Temennimiz, Lady Gaga’nın ‘gelü taraflarından biri bu: Toplumun olağan lecekten gelen ses’in düz metalik bir tona gerçekleştiriyor. kabul ettiği durumlara adeta bir büyüteç tu- sahip olması gerektiği algısına da diğer geHA ET GİYMİŞ HA DERİ tup, onların aslında ne kadar kabul edilemez nelgeçer kabullere yaptığı gibi karşı koyaLady Gaga için birçok sıfat kullanabili- olduğunu vurguluyor. Çıplaklıkla seksape- bilmesi yönünde. riz ancak mütevazı ve uysal bunlara dahil değil. O, tabulara ve hassasiyetlere farklı yerlerden saldırmasıyla öne çıkan bir isim. Gaga toplumun olağan kabul ettiği durumlara adeta 2010 MTV Video Müzik Ödülleri’ne giydibir büyüteç tutup, onların aslında ne kadar kabul ği, iğrenme ve bu kadar cesur bir harekete karşı bir miktar hayranlık tepkileriyle kar- edilemez olduğunu vurguluyor.

Yeni bir Andy Warhol olabilir mi? Lady Gaga, çağdaş sanata gösterdiği ilgiyle sık sık gündeme geliyor. Albümüne seçtiği “Artpop” ismi vesilesiyle eleştirmenlere “Andy Warhol’luğa mı soyunuyor?” dedirten Lady Gaga, üniversite yıllarında da tezini çağdaş sanatçılar Damien Hirst ve Spencer Tunick üzerine yazmıştı.

FİSUN YALÇINKAYA fisun.yalcinkaya@milliyet.com.tr

Lady Gaga, “Pop-Art” albümüyle pop art akımının kurucusu Andy Warhol’a bir selam gönderiyor.

ÇAĞDAŞ SANAT, belli bir akım ya da üslubun takipçisi olmaksızın güncel meseleleri sanatına konu edenler tarafından, binbir çeşit medya kullanılarak üretilen eserlerin tümüne verilen bir başlık. Bu binbir çeşit medya arasında çağdaş sanatçı tarafından hazırlanan fotoğraf, film, oyun metni, müzik parçası, hatta kayda alınmış konuşmalar ve sesler bile yer alıyor. Medyanın çeşitlili-

45

ği öyle bir hale geldi ki artık çağdaş sanatçı dediğimiz kimsenin elinden her iş geliyor. Daha sık kullanılan tabirle söylersek, çağdaş sanatçı sık sık ‘farklı disiplinleri bir araya getiriyor.’ Sanat disiplinleri arasındaki duvarların yıkılması pek çok sinemacı, tiyatrocu, edebiyatçı ve elbette müzisyeni de çağdaş sanata yakınlaştırıyor. Güncel meselelere kayıtMilliyet SANAT Kasım 2013


MÜZİK

YARGILAMAYAN ‘COOL’ ABLA Aslında şarkıcının kendisini en net ortaya koyduğu alan, şu ana kadar ne yazık ki Türkiye’de izleme şansı bulamadığımız sahne şovu. Madonna’nın aşırı derecede kurgulanmış, Alman disipliniyle örülmüş dans performanslarına, Britney Spears ve Janet Jackson’ın seksapeli öne çıkartan formül bazlı gösterilerine ya da son derece karizmatik duruşuna rağmen sahnede olmaktan nefret ettiğini hissettiren ve her an bayılacakmış görüntüsü çizen Rihanna’ya kıyasla, Lady Gaga canlı videolarında bile hem atmosferi yaratan hem de yarattığı atmosferden büyük oranda etkilenen bir müzisyen görünümü çiziyor. Gaga’nın 2009 tarihinde çıkardığı “The Fame Monster” çalışmasının tamamında çizdiği ‘canavar’ imajından hareketle ‘küçük canavarlar’ adını verdiği hayranlarıyla ilişkisi, aynı ligde bulunduğu diğer şarkıcıların hayranlarıyla olan ilişkilerinden çok farklı. Lady Gaga bu ilişkiyi 2011 yılında Vogue dergisine verdiği bir röportajda şu şekilde açıklıyor: “Her gece o sahnede resmen açık kalp ameliyatına giriyorum, müziğim ve hayranlarım için kanımı

akıtıyorum. Bazen insanlar bana ‘Bu kadar çok çalışman gerçekten çok etkileyici,’ diyorlar. Zaten çok çalışmamız lazım! Sonuçta sahnede kalçamı sağa sola sallayıp playback yapmakla yetinmeyeceğim, bu işi yapma sebebim bu değil. Hollywood makyajı ve tuvaleti giyip elmas küpe takan insanlarla aramda manevi bir bağ kuramıyorum. Ben farklı bir türe mensubum. Sizin gerçekten bağlılık hissedebileceğiniz, sizi anlayan ve kendisi de aynı yollardan geçtiği için sizi yargılamayacak ‘cool’ ablanız olmak istiyorum.” Lady Gaga’yı bu kadar ilginç ve etkili kılan esas ‘başarı’sını, avangardı ana akıma taşımak olarak değerlendirebiliriz. ‘Başarı’ olup olmadığı aslında meçhul zira ana akıma taşınmak aslında avangardın ruhuna aykırı olarak görülebilecek bir durum. Ancak tüm bu şaşaa, tantana ve müzikalite açısından ortalamanın biraz üstünde olan şarkıların altında belki de bir felsefenin olma ihtimali, diğer şarkıcılara nazaran çok daha sofistike ve üzerinde düşünülmüş bir proje olarak var olması, avangardı normalleştirerek vermiş olabileceği zararı mazur gösteriyor.

“Alkışlarla yaşıyorum” “Artpop” albümü, Lady daş sanat Gaga’nın şu ana kadar çağ i kis iliş nla onu n ini ve kendis e ild şek un yoğ en e rin üze ümden odaklandığı çalışma. Alb use”da pla “Ap n ola li tek çıkan ilk um, yor olu geçen “Bir ben Koons p” tpo “Ar i, les cüm ” bir Koons ben Jeff n, aya arl tas nı ağı kap albüm anın Koons’a bir gönderme olm e liyl şek ş nu yanı sıra, oku ına gelen Almancada ‘sanat’ anlam atıyor. ms anı de ‘kunst’ kelimesini ’ nat ‘sa ben r “Bi Yani şarkı ” şeklinde oluyorum, bir ‘sanat’ ben use”un pla “Ap de yorumlanabilir. lesini cüm ,” rum ıyo yaş “Alkış için ernet int içeren nakaratıysa, Türk am ilh bir ka baş kullanıcılarına lü eseri verdi. Zeki Müren’in ün hatırlatan u “Alkışlarla Yaşıyorum” na ağı kap in bu sözler, teklin nin mi res ’in Müren oldu. montajlanmasına sebep ’, eşi gün Böylece ‘sanat dıran Amerika’nın tabulara sal oldu. uş uşm ‘sanat leydisi’ ile bul

sız kalamayan bir müzisyen olarak Lady Gaga da kendini ifade etmek için müzikle yetinmiyor. Çağdaş sanatı fildişi kulesinden dışarı çıkarıp tepe tepe kullanıyor.

ABRAMOVİÇ’LE İŞBİRLİĞİ Durumun son örneği elbette “Art-Pop” albümü. Lady Gaga albümün ismiyle pop art akımının kurucusu olan Andy Warhol’a bir selam gönderiyor. Daha dikkat çekici olan çağdaş sanat işbirliği ise yaşayan en önemli çağdaş sanatçılardan ABD’li Jeff Koons’un, albüm kapağını tasarlamış olması. Lady Gaga’nın çağdaş sanata ilgisi, üniversite yıllarına uzanıyor. Gaga, New York Üniversitesi’nde, öğrenciyken 80 sayfalık tezini İngiliz çağdaş sanatçı Damien Hirst ve New York’lu fotoğrafçı Spencer Tunick’in çalışmaları üzerine yazmıştı. 2009’da Los Angeles’taki çağdaş sanat müzesi MOCA’da tasarımını Hirst’ün yaptığı bir piyanoyu çaldığı özel bir performans gerçekleştirdi. Geçtiğimiz haziran ayında ise Hirst ve tasarım markası The Row’un birlikte tasarladıkları sırt çantasını erkek arkadaşı için 55 bin dolara satın alarak gündeme geldi. Milliyet SANAT Kasım 2013

Lady Gaga’nın Abramoviç’le gerçekleştirdiği projede çekilmiş fotoğraflarından biri.

Ancak Lady Gaga’nın belki en önemli çağdaş sanat işbirliği, Abramoviç’le gerçekleştirdiği proje. Abramoviç, New York’ta kurmayı planladığı Marina Abramoviç Enstitüsü için düzenlediği “Kickstarter” bağış kampanyası kapsamında Lady Gaga’yla işbirliği yaptı. Lady Gaga, Abramoviç’in Albany’deki inziva mekanında üç gün boyunca ‘Abramoviç Yöntemi’ni tecrübe etti. Yani inzivaya çekilip belli kurallara uyarak bir dizi egzersiz yaparak bedenini ve zihnini disipline etmeyi denedi. Fakat Abramoviç, Lady Gaga için kurallarını esnetti. Lady Gaga Abramoviç gibi laboratuvar önlüğü giymek yerine çıplak olmayı tercih etti. Böylece her anı kaydedilen bu çağdaş sanat deneyimi günlerce basına malzeme oldu. Çağdaş sanatçıların en katılarından Ab-

46

ramoviç’in Lady Gaga’yla yaptığı işbirliği Gaga’nın çağdaş sanat dünyasında kabulünü kolaylaştırdı diyebiliriz. Sosyolog Sarah Thornton sanat dünyasının Lady Gaga’yı sevdiği görüşünde: “Sanat dünyasına ilham veriyor. Lady Gaga oldukça karmaşık bir kültürel fenomen. Farklı kültürleri buluşturmakta usta ve kendine benzer tüm kültürel etmenleri etrafında topluyor.” Turner ödüllü sanatçı Jeremy Deller, Lady Gaga için: “Lady Gaga sınırları yıkıyor ama bir Andy Warhol değil. Warhol bir dahiydi. Lady Gaga, bir pop starın yapması gerekeni yapıyor ve 20. YY.’da ve günümüzde yaşananlara ilgi gösteriyor,” diyor. Neticede Gaga, Warhol olur mu bilinmez ama sanat izleyicilerine sınırların kalktığını bir kez daha gösterdiği, reddedilemez bir gerçek. MS



MÜZİK

Gerçek Eminem ayağa kalksın lütfen! Slim Shady alter-egosu ile bir dönem tozu dumana katan Eminem, kasım ayında “Marshall Mathers LP II” ile geri dönmeye hazırlanıyor. Uzun süredir esmerken, saçlarını yine sarıya boyatıp Slim Shady görüntüsüne bürünen Eminem’deki bu değişiklik sözlerine de yansımış mı, hep birlikte göreceğiz.

ASLI ONAT aslionat29@gmail.com

“İNSAN HİÇ Mİ yaşlanmaz?” sorusunu sorduranlardan biri de Eminem olsa gerek. ‘90’lardaki olağanüstü çıkışıyla rap camiasının zirvesine yükselen, en önemlisi bu işin piri olan Afrikalı Amerikalıların da saygısını kazanan Eminem, bir ara esmerken yine sarıya boyattığı saçlarıyla ‘90’lardan günümüze gelmemiş gibi görünüyor. Yüzünde doğru dürüst kırışıklık bile yok. Eminem, nam-ı diğer Marshall Mathers, 2000’lere bir kala, 1999’da hayatımıza girdi. “The Slim Shady” adlı rap albümü ve bu albüme ismini veren parça, listeleri bir anda altüst etti. Kısacık sarı saçları ve bembeyaz teniyle alışılagelmiş rapçi prototipinden tamamen farklı bir görüntü çizen Eminem, mizahi, zaman zaman ucu dokunan insanları rahatsız edecek kadar sivri şarkı sözleriyle bir anda tüm dünyanın tanıdığı bir isim oluverdi. Kliplerinde Michael Jackson ve Madonna’yla dalga geçen Eminem, bu nedenle pek çok kişinin nefretini kazandı. Öte yandan kısa sarı saç ve beyaz bol tişört, hızla moda oldu. Eminem 2011’den beri albüm yapmıyordu ama 2000 tarihli “Marshall Mathers LP”nin uzantısı gibi görülebilecek olan “Marshall Mathers LP II”yu kasım ayında yayınlayacağı duyuruldu. Alter-egosu gibi sunduğu sarışın Slim Shady zamanlarında kadınlara ve eşcinsellere düşman bir çizgi izleyen Eminem, son yıllarda biraz daha durulmuş görünüyor. Hatta birkaç yıl önce New York Times’a verdiği bir söyleşide eşcinsellerin evlilik hakkını savunarak şaka yollu şöyle diyordu: “Herkesin birlikte mutsuz olmaya hakkı Milliyet SANAT Kasım 2013

“Marshall Mathers LP II” Eminem Universal Müzik Fiyatı: 16 Dolar

var.” “Marshall Mathers LP II”nun çıkışına yakın yine sarışın Slim Shady görüntüsüne bürünen Eminem’in bu değişikliği yalnızca görüntüde mi yoksa eski günlere dönüş mü yapıyor, albüm yayınlanınca hep birlikte göreceğiz. Albümden yayınlanan ilk single olan “Berzerk”te Kardashianlarla dalga geçiyor olması, huylunun huyundan vazgeçmediğini gösteriyor gerçi.

BEYAZLAR DA YAPABİLİR “The Marshall Mathers LP II”nun prodüksiyonunda pek çok ünlü rock grubunun yapımcısı olarak tanıdığımız Rick Rubin’in yanı sıra Eminem’in can dostu Dr Dre ve DJ Premier’in katkıları göze çarpıyor. Rihanna ile bir düetin de yer aldığı albümün parça listesi ise şöyle: “Bad Guy”, “Parking Lot” (skit), “Rhyme or Reason”, “So Much Better”, “Survival”, “Legacy”, “Asshole” ( feat. Skylar Grey), “Berzerk”, “Rap God”, “Brainless”, “Stronger Than I Was”, “Monster” (feat. Rihanna), “So Far...”, “Love Game” (feat. Kendrick Lamar), “Headlights” (feat. Nate Ruess), “Evil Twin”. Eminem’in sekizinci stüdyo albümü “The Marshall Mathers LP II”nun kapak fotoğrafında ise Eminem’in Detroit’te çocukluğunu geçirdiği ve

48

yakın zamanda satışa çıkarılan ev yer alıyor. Eminem bildiğiniz gibi; yine cool tavırlar içerisinde. ABD’de yayınlanan Saturday Night Football programına konuk olan müzisyene yeni albümün onu en çok heyecanlandıran detayı sorulduğunda “Hiçbir şey,” yanıtını verebiliyor ve ekliyor: “Beni tek heyecanlandıran, albümü tamamlamış olmam. Bu çalışmam, ‘Marshall Mathers LP’ günlerine geri dönme niteliğinde; tek söyleyebileceğim bu.” Eminem, 2009 yılında yayımlanan otobiyografisi “The Way I Am”de fakirlikle mücadelesinden, haplarla ilişkisinden, geçirdiği depresyondan, geçmişteki kavgalarından ve şöhrete ulaşırken geçtiği yollardan söz etti. Ayrıca bir beyaz olarak rap yollarına baş koymaya karar vermesinin temelinde, bir Beastie Boys konserine gitmesinin yattığını anlattı: “Sahnedeyken çok doğaldılar, dünyanın her yerindeki çocukların kendilerini özdeşleştirebileceği adamlardı. Yapmacık değildiler ve kendileri gibi davranıyorlardı. Bu konseri izleyince ben de kasmayıp kendim gibi olmaya karar verdim. Ben de her rapçinin hayal ettiği şeyi yapmak istiyordum; mikrofonun başına geçmek ve milyonlarca insana ulaşmak.” Yaptı da. Rolling Stone dergisinin deyişiyle tarihe, gelmiş geçmiş en büyük rapçi olarak geçmeyi başardı.

PLAYBACK İDDİASI Geçmişte eşiyle iki kez bir araya gelip boşanan ve bazı sözlerinde ona olan nefretini dile getiren Eminem, öte yandan kızlarına büyük bir sevgiyle bağlı bir baba portresi çiziyor. Tarkan’la aynı gün (17 Ekim 1972) doğmuş olma gibi bir özelliği de var kendisinin. Eminem’in facebook’taki takipçi sayısı ise neredeyse Türkiye’nin nüfusu kadar. 24-25 Ağustos tarihlerinde İngiltere’de


Eminem’in “Berzerk” videosu için blipleyin.

Eminem, İngiltere’de düzenlenen Reading ve Leeds festivallerinde şarkılarını canlı söylemeyip playback yaptığı iddia edilerek, bazı hayranları tarafından topa tutuldu.

“Bağımlılığım ne zaman ciddi bir soruna dönüşmeye başladı, bilmiyorum. Eroin kullanmıyordum ama Vicodin, Valium ve Xanax bağımlısı olmuştum. Günde 60 Valium ve 30 Vicodin hapı alıyordum. 2007’de aşırı dozda Methadon aldım. Az kalsın ölüyordum. Sonradan bana, aldığım dozun dört torba eroine eşdeğer olduğunu söylediler.”

kullananlarla satanları mercek altına alıyor ve Eminem’in yanı sıra aralarında 50 Cent, Woody Harrelson ve Susan Sarandon gibi ünlülerin de bulunduğu isimlerle yapılmış söyleşileri içeriyor. Eminem’e ayrılan bölümde müzisyen, uyuşturucu bağımlısı olduğu dönemi açıkyüreklilikle anlatırken, aşırı dozdan ölmesine ramak kaldığını belirtiyor: “Bağımlılığım ne zaman ciddi bir soruna dönüşmeye başladı, bilmiyorum. Tek anımsadığım, uyuşturucu kullanmaktan gitgide daha fazla keyif aldığımdı. Eroin kullanmıyordum ama Vicodin, Valium ve Xanax bağımlısı olmuştum. Bu alışkanlığımın zirve yaptığı dönemde, günde 60 Valium ve 30 Vicodin hapı alıyordum. 2007’de aşırı dozda Methadon aldım. Az kalsın ölüyordum; karaciğerim, böbreklerim teker teker işlevlerini yitirmeye başladı. Doktorlar,

yaşayacağımı düşünmüyorlardı. Sonradan bana, aldığım dozun dört torba eroine eşdeğer olduğunu söylediler. Hastaneye yetiştirilmeseydim, iki saat içinde ölecektim.” Eminem’i nadir de olsa oyuncu olarak izleme fırsatı da bulduk. 2001 yapımı “The Wash” filminde küçük bir rolde görünen Eminem, ilk başrolünü Kasım 2002’de vizyona giren, yarı-otobiyografik “8 Mil”de kaptı. Filmin kendi hayatını değil, Detroit’te büyümeyi konu aldığını ısrarla belirtse de pek çok kişi, tüm filmin onun özyaşam öyküsü olduğunu düşündü. “8 Mil”in soundtrack’i için kaydettiği birçok şarkıdan biri olan “Lose Yourself”, 2003 yılında En İyi Orijinal Şarkı dalında Akademi Ödülü kazandı. Seslendirme de yapan Eminem, video oyunu “50 Cent: Bulletproof”ta argo konuşan rüşvetçi bir polisi seslendirdi. MS

düzenlenen Reading ve Leeds festivallerinde sahne alan Eminem, şarkılarını canlı söylemeyip playback yaptığı iddia edilerek, bazı hayranları tarafından twitter’da topa tutuldu. Öyle ki festivallerin organizatörü Melvin Benn bir açıklama yaparak iddiaları yalanlamak zorunda kaldı: “Dalga mı geçiyorsunuz? Hayatımda böyle saçmalık duymadım. Ben Eminem’in performansları sırasında hep sahnedeydim ve playback yapmadığını kesinlikle söyleyebilirim.”

OYUNCU OLARAK EMİNEM Eminem’in geçmişteki uyuşturucu alışkanlığı, bu yıl ABD’de gösterime giren “How To Make Money Selling Drugs” (Uyuşturucu Satarak Nasıl Para Kazanılır) adlı belgeselde gündeme geldi. Matthew Cooke’un yönettiği belgesel, uyuşturucu

49

Milliyet SANAT Kasım 2013


MÜZİK

Bir popüler müzik abidesi

Paul McCartney’in “New” videosu için blipleyin.

EGEMEN LİMONCUOĞLU egelimon@yahoo.com

Milliyet SANAT Kasım 2013

Radyoda “Love Me Do”yu işittiği günün aşağı yukarı 50 yıl sonrasında yine heyecanlı ‘eski-beatle’ Paul McCartney. 71 yaşında ve yaşıyla inatlaşırcasına aktif, yoğun bir temponun içinde. Gıcır gıcır şarkılar ve taze sesler ihtiva eden albümü “New”, bu temponun en son ürünü. 50


LONDRA’DAN Liverpool’a doğru giden bir otomobilin camı sonuna kadar açılır. Yirmili yaşlarına henüz ayak bastığını belli eden, saçları kulaklarını kapatacak uzunlukta bir gencin yüzü belirir. Hafifçe dışarı sarkarak “Bu benim!” der: “Başaracağımı biliyordum!” Bu heyecanı camdan dışarı taşan âna sebep olan şey, genç adamın radyoda işittiği şarkıdır. Son birkaç yılda yediğini içtiğini ayırmadığı dostu John’un da yardımıyla son halini verdiği bestesi “Love Me Do”, o sırada radyoda çalmaktadır. Bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını idrak etmesi için daha ikna edici bir işaret olamayacağını düşünür muhtemelen.

McCartney ile John Lennon yıllarca hep birbirleriyle kıyaslandılar.

SADECE 8 YIL SONRA 10 Nisan 1970. Günlerden Cuma. İngiliz Daily Mirror’ın o günkü nüshasını bayilerde gören The Beatles hayranları, sadece onlar da değil, gazetedeki röportajdan haberdar tüm Britanya ahalisi şaşkındır. Zira “Paul The Beatles’tan ayrılıyor”dur. Haberler doğrudur. İngiliz basınının tiraj numaralarından biri değildir Paul’ün ayrılığı. Ama zaten son resmî konserini üç buçuk yıl önce vermiştir grup. Zaten Yoko Ono piyasaya çıkar. Çıkar çıkmasına ama gücü, hayatına dahil olduğundan beri John Len- yokuş aşağı süratla inmekte olan The Beatnon’a bir haller olmuştur. Zaten “İsa’dan bi- les’ın parçalanmasını durdurmaya yetecek le daha popüleriz,” dediğinden beri çektiği gibi değildir. Nihayetinde, 1971’i gör(e)mez tepkinin haddi hesabı yoktur. Zaten grubun The Beatles. Paul’ün açtığı dava akabinde beşinci elemanı olarak görülmeyi en çok grup dağılır, ‘Fab Four’ (hayranlarının gruba hak eden insan, menajerleri Brian Epstein yakıştırdığı ‘harika dörtlü’ manasındaki ruzamansız ölümüyle tadını kaçırmıştır pek muz) çağı kapanır. Popüler müzik tarihinin çok şeyin. En başta da Epstein’ın yerini alan en önemli şarkı yazarı ikilisi/takımı yollarıAllan Klein’la yıldızı bir türlü barışmamıştır nı bir daha kesişmemek üzere ayırır. Paul’ün. ’69 sonunda Lennon’ın gruptan ‘boşanmak’ istediğini çıtlatması suratının İYİ Kİ DURMUYOR iyice düşmesine sebep olmuş, karısı LinRadyoda “Love Me Do”yu işittiği günün da’yla beraber İskoçya’daki çiftlik evine çe- aşağı yukarı 50 yıl sonrasında yine heyekilmiştir. Bir solo albümü dolduracak sayı- canlı Sör unvanlı ‘eski-beatle’ Paul McCartda şarkıyı hazır eder ve Daily Mirror’daki ney. 71 yaşına gelmiş, saçına ak düşürmeyi ayrılık habercisi röportajın kabullenmemiş, torun toryayımlanmasından tam bir ba sahibi bir popüler müzik hafta sonra da ilk solo abidesi, rock’n’roll çağının uzunçaları “McCartney” hayattaki şarkı yazarlarıİngiltere plakçılarının vitnın en başarılısı. Tek bir rinlerinde boy gösterir. yeni konser vermesine, tek Gruptan birinin solo bir yeni albüm kaydetmeçalışmalar yapması yeni bir sine gerek yok belki de. Zaolay değildir aslında, ilk ten halihazırda baştan itiBeatles dışı 45’liği John baren dinlemeye başlasaLennon kaydetmiştir. Hem nız sizi aylarca meşgul edehalihazırda hâlâ piyasaya cek koskoca bir müzikal “New” çıkması beklenen bir alkülliyata sahip; The BeatPaul McCartney büm, yani “Let It Be” varles şarkıları, solo albümleHear Music dır. O da, McCartney solo ri, işbirlikleri, ‘70’lerdeki 15 Dolar albümünden bir ay sonra grubu Wings’le kaydettik-

51

leri, klasik müziğe el attığı çalışmaları, elektronik müzik kulvarında rumuz arkasına sığınarak yaptığı işleri... Sadece seçkin etkinliklerde görünmesi, iki üç yılda bir çıkacağı stadyumları kapsayan ama bir solukta sona erecek turneler, klasik The Beatles albümlerini baştan sona çalacağı konserler vermesi yetecek de artacak bile McCartney adını daima zihinlerde tutmaya. Lennon-McCartney şarkı yazım takımının hayattaki üyesi ise son yıllarda yaşıyla inatlaşırcasına aktif. Geçen yıl keşke “The Beatles olarak bu şarkıları kaydedebilseydik,” dediği, ‘geçmiş zaman olur ki’ muhteviyatlı albümü “Kisses on the Bottom”ı yayınlamıştı. “Bye Bye Blackbird” gibi pop/caz standartları arasına “My Valentine” gibi kendi bestelerini sıkıştırmıştı. “Kisses on the Bottom”dan sadece altı ay önceyse bestelediği “Ocean’s Kingdom” balesinin New York’taki sahnelenişiyle meşguldü. Performans eleştirilse de sahneden işitilen notalar gayet iyi karşılanmıştı. The Beatles yadigarının geçen ayın ortasında yayınlanan gıcır gıcır şarkılar ve taze sesler ihtiva eden albümü “New”, bu yoğun temponun en son ürünü.

BAŞVURU KAYNAĞI Onu Miley Cyrus’un ‘edepsiz’ dansları hakkında fikir beyan ederken görebilir, Thom Yorke ile çalışmayı ne kadar istediğiMilliyet SANAT Kasım 2013


MÜZİK Paul McCartney’i en başta nostaljik hamlelerle günü kurtarma peşinde olmadığı için bile takdir etmek mümkün. Yeni şeyleri deneme arzusuna özenmek, onu var eden efsaneye sırtını dönmeyişine sevinmek de...

ni ama aramaya çekindiğini, Jay Z ve Kanye West’in tıpkı Bob Dylan gibi birer şair olduklarını anlatırken işitebilirsiniz. Rus yetkililere yazdığı Pussy Riot’ın çarptırıldığı cezayı eleştiren bir mektubunu okurken de bulabilirsiniz kendinizi. Müzik dünyasında o an olan bitene dair fikrini sorduğunuzda mutlaka size verecek iyi bi cevabı var McCartney’in. Çünkü olan biteni gerçekten yakından takip ediyor. Kibirsizce, ama ağırlığının farkında, kendine özgü nüktedanlığıyla yorumunu yapıveriyor. Bu açıdan bakıldığında “New”u birlikte kaydetmek üzere Paul Epworth, Mark Ronson, Giles Martin ve Ethan Johns’ta karar kılması hiç şaşırtıcı değil. Paul Epworth’ü Adele’in “21” albümünün arkasındaki prodüktör, Mark Ronson’u Amy Winehouse’un yeteneğini ışıl ışıl parlatan müzik adamı olarak tanıyoruz. Babadan prodüktör Giles Martin ve Ethan Johns, Epworth ve Ronson kadar ‘hit’ ve ‘hip’ isimler değil. Giles, The Beatles’ın prodüktörü olarak adı saygıda kusur etmeden anılan GeMilliyet SANAT Kasım 2013

orge Martin’in oğlu. The Beatles şarkılarına hakim, The Beatles’ın ses dünyasını doğuştan (1969 doğumlu Giles) tanıyor. Ethan Johns da rock’n’roll tarihinin en mühim prodüktörlerinden Glyn Johns’un oğlu. Hem babası sayesinde klasik rock’ı, The Who’yu, The Eagles’ı gayet iyi biliyor hem de Ryan Adams ve Kings Of Leon albümlerinde sergilediği prodüksiyon maharetleriyle tanınıyor. McCartney’in esas niyeti bu dört isimden her biriyle kayıtlar yapmak, ardından da işlerin en tıkır işlediğini düşündürenle yeni albümünü kaydetmekmiş. Fakat gelin görün ki dördüyle de çalışmaktan fazlasıyla keyif almış, dördünün de katkısını esirgemediği bir işe dönüştürmüş “New”u.

ALBÜMÜN GENÇLİK İKSİRİ Albümün yegane özelliği, dört prodüktörünün hiçbirinin The Beatles’ı canlı izlemeye yaşı yetecek kadar nüfus kağıdını eskitememiş olması değil elbette. “New”un esas numarası bu kombinasyondan ihtiyaç duyulan her an bunun bir Paul McCartney albümü olduğunu hissettirebilmesi. Üstüne üstlük bu dört prodüktörden temin ettiği bir gençlik iksiri de söz konusu. Paul McCartney canlı bir albüm kaydetmiş. Rahat dinlenen, ama ayrıntıları da daha meraklı kulaklara hitap eden şarkılarla gelmiş. Adını albüme de veren şarkı “New” mesela. Tam bir McCartney baskın The Beatles şarkısı. Albümün karşılama komitesi olarak görev yapan açılış şarkısı “Save Us”ı Paul Epworth’la kaydetmişler. McCartney bestelerinin naifliğini nefis süslemiş Epworth. Arkasından gelen “Alligator”da kendisini özgür kılacak anahtarı arıyor McCartney, araştırmayı belli ki bizim adımıza yapıyor. “On My Way To Work”te akustik gitar eşliğinde gençliğine dönüyor, geleceğe dair hayaller kuruyor. Giles Martin’in gözetiminde slide gitarlı, gayet Amerikan tınlayan bir şarkıya ses veriyor. “Queenie Eye” da bir çocuk tekerlemesinden Elton John’un Robin Williams’la birlikte cover’lamak isteyeceği pop şarkısına uzanan yolu döşüyor Epworth’la birlikte. “Early Days”, ”On My Way To Work” kulvarından, geçmişten ve akustikten güç alıyor. Bu defa yardımcı pilotluk görevi Ethan Johns’ta. “Appreciate” albümün en modern tınlayan şarkılarından. Peşinden gelen “Everybody Out There” de George Harrison’ın 80’lerdeki bestelerini anımsıyor, “Hosanna” ile İngiliz folk rock’ının tadını alıyorsunuz. Roy Harper ve John Paul Jones’un da varlığıyla kaydedilse nasıl olurdu diye düşünüyorsunuz. “I Can Bet”le funk sularında rock kı-

52

yılarından fazla uzaklaşmadan seyrediyor, “Looking At Her”de elektronik ritimlerin devreye girişine şahit oluyorsunuz. Son şarkı “Road”unsa gözü epey yükseklerde. Unutmadan, albümün sonunda bir de ‘gizli’ şarkı var. “Scared” adını kendine fazlasıyla yakıştırarak taşıyan şarkı Paul McCartney’in üçüncü eşi Nancy Shevell’e ithafen yazılmış bir iç dökme seansı.

BİR LENNON DEĞİL AMA John Lennon yaramaz, Paul McCartney şirin, George Harrison ruhani, Ringo Starr’sa... Ringo Starr’dı. The Beatles’ın en ‘aileyle tanıştırmakta sakınca olmayan’ üyesi McCartney olmuştu hep. Şıktı, güleryüzlüydü, İngiliz basınının adice dalga geçmeye kalktığı bir Yoko Ono’su yoktu. Ama yine de Lennon mitinin önüne geçmesi pek mümkün olmadı. Gayet iyi bir solo kariyere sahip olsa da, türlü türlü nişanlar, ödüller ve takdirlerle geçirilen uzun bir The Beatles-sonrası kariyere sahip olsa da, Lennon ‘70’lerde her adımıyla olay olurken Paul, üzerinde uyuşturucuyla yakalandığında bile evin arada bir yoldan çıkmasına göz yumulan pek sevgili oğlu muamelesi görmüştü. Uzun yıllar Lennon-McCartney şarkı yazım takımında kimin, hangi şarkının tam olarak neresini bestelediği, kimin katkısının daha fazla olduğu üzerine detaylı irdelemeler yapıldı. Onları kıyaslamak hep ilgi çekici geldi. Tüm bunların üstüne Lennon’ın hayata veda edişi bir hayranının kurşunuyla da olunca, McCartney’in öne geçme şansı neredeyse hiç kalmadı. Farkında olmadan bu satırlar aracılığıyla biz de onları yarıştırmaya kalktık. Halbuki bu satırların esas niyeti McCartney’in hiçbir zaman bir Lennon olamayacağı, ama bunun da hiçbir şekilde kötü manaya gelmediği olacaktı. Ki bu niyetle hareket edip paragrafı şu noktalayıcı son cümlelere bağlayacaktı... Paul McCartney’i en başta nostaljik hamlelerle günü kurtarma peşinde olmadığı için bile takdir etmek mümkün. Yeni şeyleri deneme arzusuna özenmek, onu var eden efsaneye sırtını dönmeyişine sevinmek de. The Beatles gibi bir grup tekrar gelmeyecek. Mümkün değil. Ne o keşfedilmeye bekleyen bakir pop ve rock’n’roll toprakları, ne de teknik imkanların ‘şaka gibi’ olduğu stüdyoların yaratıcılığı kamçılayan sınırları var artık. Başka şartlar, başka kurallar mevzubahis. The Beatles adının ve müziğinin sadece nostalji arzusuyla, ya da sadece devasa bir ilham kaynağı olarak geçmesine izin vermediği için Paul McCartney’e bir de bu bakımdan saygı duymalı. Ve en iyisi içten bir teşekkürü esirgememeli. MS


M.I.A. hip hop, elektronik ve world music gibi farklı damarlardan besleniyor.

Aykırı, provokatif, aktivist Sadece hiphop aleminin değil günümüz popüler müziğinin de en ayrıksı kişiliklerinden biri olan Sri Lanka asıllı İngiliz şarkıcı, söz yazarı ve besteci M.I.A. uzun süredir beklenen dördüncü stüdyo albümü “Matangi” ile müzikseverlerin karşısında. ALİŞAN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com

SRI LANKA’NIN Tamil etnik grubuna dahil bir aileden gelen M.I.A. 17 Temmuz 1977’de Londra’da doğmuş. Gerçek adı ise Mathangi ‘Maya’ Arulpragasam. Babası Arul Pragasam mühendis, yazar ve aktivist, annesi Kala ise terzi. Kali adında bir ablası ve Sugu adlı bir erkek kardeşi olan M.I.A. henüz altı aylık bir bebekken ailesiyle birlikte Sri Lanka’ya gitmiş. Babasının Tamil gerillalarının bir kolu olan EROS (Eelam Revolutionary Organisation of Students) birliğinin kurucu üyeleri arasında yer alması nedeniyle hayli çetin geçen iç savaş yıllarından sonra, ‘80’lerin sonunda kardeşleri ve annesiyle birlikte sığınmacı olarak tekrar Londra’ya dönen M.I.A.’nın ilk göz ağrısı, sanıldığının aksine müzik değil görsel sanatlar. Londra’da Saint Martin’s Güzel Sanatlar Akademisi’nde gördüğü si-

53

Milliyet SANAT Kasım 2013


MÜZİK

nemacılık, video ve tasarım eğitimini dereceyle tamamlayan M.I.A. ‘90’lı yılların sonlarında bu alanda ilk ses getiren işlerine imza atmış. Bu erken dönem işleri arasında Elastica’nın “The Menace” albümünün kapağı, “Mad Dog” şarkısının klibi ve grubun ABD turnesinin DVD’si sayılabilir. O yıllarda tanışıp arkadaş olduğu Justine Frischmann ve The Peaches grubu üyelerinin teşvikiyle müzik yapmaya başlayan M.I.A., görsel sanatlara olan ilgisini hiçbir zaman yitirmemiş, kah kendi şarkılarının ve albümlerinin kah başka müzisyen dostlarının çeşitli görsel işlerine imza atmaktan geri durmamış. Müzisyen olarak hip hop, elektronik dans müziği, indie ve world music gibi farklı damarlardan beslenen M.I.A.’nın çıkışı 2004 yılında yayınlanan “Sunshowers” ve “Galang” 45’likleriyle gerçekleşmiş. Özellikle “Galang” parçasının ABD ve İngiltere dans müziği listelerinde kendine yer bulması M.IA.’yı müziğe daha ciddi bir şekilde eğilmeye itmiş, 2005 yılında yayınladığı, babasının siyasi mücadelesinde kullandığı takma adını verdiği ilk albümü “Arular” İngiltere’de yılın en başarılı elektronik dans müziği albümlerinden biri olarak övgüyle karşılanmış. Farklı ve sınıflandırılamayan müzik stiliyle hemen dikkat çeken M.I.A., ABD’de olmasa da, dünya çapında büyük bir başarı elde etmiş. Bu süre içinde Trinidad, Liberya, Jamaika, Avustralya, Japonya, İngiltere ve ABD’yi kap-

Milliyet SANAT Kasım 2013

M.I.A. 2009 yılında Danny Boyle’un bol ödüllü “Slumdog Millionaire” filminde yer alan “O Saya” ve “Paper Planes” parçalarıyla Oscar heykelciğinin kıyısından dönmüş olsa da 2012 yılında Madonna’nın son albümü MDNA’da yer alan “Give Me All Your Luvin” parçasına Madonna ve Nicki Minaj ile imza attı.

nes” parçalarıyla Oscar heykelciğinin kıyısından dönmüş olsa da 2012 yılında Madonna’nın son albümü “MDNA”da yer alan “Give Me All Your Luvin” parçasına Madonna ve Nicki Minaj ile imza atmış. Aynı albümde bir başka şarkı “B-Day Song”da da Madonna ile düet yapmış. Bir yandan da aynı yıl ABD gösteri dünyasının en önemli anlarından Amerikan Futbol Ligi final müsabakası Super Bowl’un devre arasında Madonna ile sahne aldığında parçanın akışı sırasında şarkı sözü ‘shit’i telaffuz etmek yerine kameraları ters köşeye yatırıp orta parmağıyla çektiği hareket manşetlerden düşmemiş. Hatta Amerikan Futbol Ligi organizasyonu bu küstah hareketi nedeniyle M.I.A.’ya tazminat davası açmışsa da, M.I.A. ve avukatları sezon boyunca gerek oyuncuların gerekse teknik adamların çok daha terbiyesiz hareketler sergilemekten kaçınmadıkları sasayan bir tura çıkan M.I.A. vunmasıyla tazminat davailk albümüyle yakaladığı basından paçayı kurtarmışşarının rüzgarıyla 2007 yılar. lında bu defa annesinin adıTabii bunlar aslında nı verdiği ikinci albümü M.I.A.’nın son derece usta“Kala”yı yayınlamış. lıkla kotardığı popüler kül2007 tarihli “Kala” albütüre yönelik, bir takım olmünden çıkan “Boyz” şarkımazsa olmaz hareketler. sıyla Kanada ve İngiltere dans Oysa M.I.A.’yı aynı kulvarlistelerinde ses getiren M.I.A. da yer aldığı öbür sanatçı“Matangi” hemen ardından “Jimmy” adlardan farklı kılan, sıkı bir lı ikinci kırkbeşliğiyle rüzgarı M.I.A. politik aktivist ve cömert iyice arkasına almış, nihayet Interscope Records bir yardımsever oluşu. Ön2008’de yayınladığı “Paper 10 Dolar celikle sahne adı M.I.A. kıPlanes” parçasıyla ABD listelerinde 4. sıraya oturarak, şeytanın bacağını saltmasının Missing In Action (Çatışma kırmış. Jimmy’nin M.I.A.’nın ABD’de listeye Esnasında Kaybolmuş) adlı bir mücadele ve ilk 10’a giren ilk şarkısı olduğu notunu dü- teriminden geldiğini söylemeli. Bu tercihte M.I.A.’nın kendisiyle yaşıt kuzeninin şelim. M.I.A.’nın 2010 yılında yayınladığı Sri Lanka’daki iç savaş döneminde bir çaüçüncü albümü “Maya” şimdilik ABD ve İn- tışma esnasında kayıplara karışmasının giltere listelerinde en iyi iş yapan albümü da payı olduğunu bizzat sanatçının kendiolarak ön plana çıkıyor. Bilboard 200 liste- si söylüyor. M.I.A.’nın politik aktivizmi, sinde dokuzuncu sıraya kadar yükselen al- yolunun son yılların en çarpıcı istihbarat büm dans ve elektronik müzik listelerinde olaylarından biri olan WikiLeaks ile kezirveye çıkarken Finlandiya, Norveç, Yuna- sişmesine de vesile olmuş. M.I.A’nın bu nistan ve Kanada’da ilk on sıradan listelere konuda tavrı son derece net “Sri Lanka’da giriş yapmış. Albümün sevilen parçalarından yıllardır sürmekte olan iç savaş hakkında “XXXO” ise Belçika, İspanya ve İngiltere lis- yansız ve doğru haberlere yer veren ilk ve telerinde ilk kırkta kendine yer bulmuş. tek oluşum olduğu için WikiLeaks’in yanında durmamam imkansız, yaptıkları MADONNA İLE DÜET işin sadece benim memleketim değil tüm M.I.A.’nın müzisyen olarak başarıları dünya için paha biçilmez önemde olduğusadece solo çalışmalarıyla sınırlı değil. nu düşünüyorum açıkçası,” diyerek desteKahramanımız 2009 yılında Danny Boy- ğini açıkça ortaya koyan sanatçı, her ne le’un bol ödüllü “Slumdog Millionaire” kadar 2010 yılında WikiLeaks’in elde etfilminde yer alan “O Saya” ve “Paper Pla- tiği dosyaları New York Times gibi kon-

54


M.I.A’nın “Bad Girls” videosu için blipleyin.

M.I.A., Madonna’nın son albümü “MDNA”de yer alan “B-Dg Song”da Madonna ile düet yapmıştı.

vansiyonel mecralarla paylaşmasına başlangıç noktalarından ve bağımsız duruşlarından taviz verdikleri düşüncesiyle itiraz etmiş olsa da 2012 yılının Ağustos ayında ABD’nin çeşitli kumpasları neticesinde tecavüz ve cinsel taciz iddialarıyla derdest edilmek üzereyken Ekvator Cumhuriyeti tarafından sığınma talebi kabul edilen Wikileaks’in önde gelen siması Julian Assange’ın Ekvator’un Londra Büyükelçiliğinde yaptığı basın toplantısında boy göstermekten de çekinmemişti.

YARDIMSEVER BİRİ Popüler müzik aleminin en provokatif figürlerinden biri oluşu bir yana M.I.A. yardımseverliğiyle de anılmayı hak ediyor. 2006 yılında Liberya’da kurduğu “Youth Action International” derneğiyle Afrikalı gençlerin karşı karşıya olduğu sefalet ve şiddet döngüsünü kırmayı hedefleyen ve bugüne kadar birçok okul inşa edilmesine ön ayak olan M.I.A. , “Unstoppable Foundation” aracılığıyla da çocuk askerlerin rehabilite edilmesine destek vermiş. Çeşitli kanserle mücadele vakıfları yararına verdiği be-

dava konserler bir yana 2008 MTV Fim Ödülleri Partisi’nde yoksul çocuklar adına okul yapımına katkıda bulunmak için 100 bin dolar ve 2011’de Roskilde Festivali sonrası Sri Lankalı iç savaş mağdurları için 250 bin dolar bağışlar da cabası. 2001 yılında Londra’nın ünlü Fabric Kulübünde tanıştığı, dönemin önde gelen elektronik müzik prodüktörü ve DJ’lerinden Diplo ile beş yıl süren fırtınalı bir aşk yaşayan M.I.A. bu ilişkinin ardından 2006 - 2008 yılları arasında ikamet ettiği Brooklyn’de tanıştığı çevreci rock müzisyeni Benjamin Zachary Bronfman ile birlikte olmaya başlamış. Çiftin 2009 yılında M.I.A.’nın da sahne aldığı Grammy Ödül töreninden hemen üç gün sonra bir oğulları dünyaya gelmiş.

GECİKEN ALBÜM Aykırı çıkışlarıyla, siyasi duruşu ve yardımseverliğiyle ama en önemlisi sıradışı yeteneğiyle hemen herkesin gönlünde taht kurmuş olan M.I.A.’nın ödül listesi de hayli kabarık. Aldığı bir düzine önemli ödülün yanı sıra Oscar, Grammy,

55

Brit, Mercury ve Alternatif Turner ödüllerinin hepsine birden aday gösterilen tarihteki ilk sanatçı olma özelliğini taşıyor. Bunca başarı ve sansasyonun ardından M.I.A.’nın dördüncü albümü “Matangi” ile çıtayı daha da yükselteceğini öngörmek müneccimlik olmasa gerek. Çıkışı birkaç defa ertelenen albümün ilk single çalışması “Bad Girls”ün 31 Ocak 2012’de piyasaya sürüldüğü düşünülürse albümdeki gecikmenin plak şirketiyle sanatçı arasında ciddi anlaşmazlıklardan kaynaklandığı söylenebilir. Rivayetler şirketin albümü fazlasıyla ‘pozitif’ bulduğu yönünde. “Bad Girls”ün aldığı olumlu tepkilerden sonra 3 Mart 2013’te Paris’te düzenlenen Kenzo Moda Gösterisi’nde albümden sekiz dakikalık bir kolajı davetlilerle paylaşan M.I.A., albümün piyasaya çıkışının bir daha ertelenmesi halinde, büyük şirketlerden vazgeçip bizzat kendisinin bu işe soyunacağını söyleyerek resti çekmiş durumda. Bir aksilik olmazsa sizler bu yazıyı okurken albüm raflardaki yerini almış, M.I.A. da yeni zirvelere doğru yelken açmış olacak. MS Milliyet SANAT Kasım 2013


MÜZİK

Belki de hepimiz Hülya Avşar’ız Hülya Avşar epeydir şarkıcı olarak yeterince ses getiren bir albüme imza atmamıştı. Denilebilir ki 2000 yılında yayınlanan “Sevdim”den bu yana şöyle dişe dokunur bir Hülya Avşar şarkısı çarpmadı kulağımıza. Yeni albümü “Aşk Büyükse”nin de Avşar’ı eski şaşaalı şarkıcılık günlerine döndürmesi biraz zor görünüyor.

YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com

SENE 1982. Orta halli bir ailenin şöhret olmaya hevesli genç ve güzel kızı, bir kast ajansına yazılıp, birkaç reklam çekiminde fotomodellik yaptıktan sonra, ‘arkadaşlarının ısrarıyla’ o dönemde Ilıcak Ailesi’nin sahibi olduğu Bulvar gazetesinin güzellik yarışmasına katılır. Masal bu ya, yarışma gecesinin sonunda başına takılan ‘Türkiye güzeli’ tacı, daha önce evlenip boşanmış olduğu ortaya çıkınca, daha iki gün geçmeden geri alınıverir. Gelin görün ki asıl hikaye tam da bu noktada başlar. ‘Taçsız Kraliçe’ Hülya Avşar, kendini bir anda Yeşilçam setlerinde bulur. Bir film, iki film derken, kısa bir süre içerisinde ‘80’li yılların Yeşilçam’ında filmleri en çok gişe yapan aktris olur. En çok onun kartpostalları satılmaktadır artık, gazetelerde en çok onun haberleri çıkmakta, dergilere en çok o kapak olmaktadır. Haliyle gazinocular da bu yeni şöhrete ilgisiz kalmazlar. İlk kez 1983 yılında İzmir Fuarı’nda sahneye çıkar. O günlerin popüler komedyenleri Uğur Böcekleri’nin bir parodisinde iki laf söyleyip boy göstermekten ibarettir sahnede yaptığı. Yine de İzmirliler kayıtsız kalmaz bu peri masalının kahramanına. Zaten o cesaretle zaman kaybetmeden şarkıcılığa soyunmaktan da geri kalmayacaktır güzeller güzeli Avşar kızı.

İNKAR EDİLMEZ YETENEK Yeşilçam tipi melodramlarla başlayan, Milliyet SANAT Kasım 2013

arabesk şarkıcılı filmlerle devam eden oyunculuk macerası, Süreyya Duru, İrfan Tözüm, Nisan Akman gibi ‘sanat kaygılı’ filmler çeken yönetmenlerin ellerinde şekillenir. Hem gişesi vardır hem de kimsenin inkar edemediği bir oyunculuk yeteneği. Bu bakımdan Yeşilçam geleneğinin kendisinden önceki kuşaklarından çok da farklı değildir önlenemeyen yükselişi. Bir yarışmayla keşfedilen doğal yetenektir (tıpkı Belgin Doruk, Tarık Akan, Necla Nazır, Selda Alkor ve daha niceleri gibi.) Hatta sahneye çıkıp şarkı söylemesi bile o geleneğin kuralları içerisinde şaşırtıcı gelmez kimseye. ‘90’lı yıllarda hayatımıza giren Televole kültürüne Sibel Can’la birlikte en çok o malzeme verir.

ŞARKICILIKTA GERİ KALDI Yeşilçam’ın ruhuna Fatiha okuduğumuz o günlerde, kötü televizyon dizilerinde adeta zoraki oynuyormuş hissi verirken, yaşadığı yasak aşkla, poposunu sallayarak şarkı söylediği kliple gündem sarsar. Nebahat Çehre’sinden Hülya Koçyiğit’ine, Filiz Akın’ından Ahu Tuğba’sına her Yeşilçam aktrisinin denediği ve bir süre sonra vazgeçtiği şarkıcılık işini alabildiğine iddialı sürdürmeye devam eder. Sonra tenis oynamaya başlar, Türkiye’nin en güzel kadını olduğunu sık sık yineler, rakiplerine zehir zemberek göndermeler yapar, derken dergi çıkarır, tiyatro sahnesinde tek kişilik oyuna çıkar, o da yetmez televizyonda önce şov, sonra ‘talk’ şov programları yapar, yetenek yarışmalarında otorite (jüri üyesi) olur. Bir nesil haddini bilmemeyi, durması gereken yerde durmamayı, susması gereken yerde susmamayı, şöhrete doymazlığı, bilgi-

56

“Aşk Büyükse” Hülya Avşar Seyhan Müzik 15.99 TL

ye aymazlığı ve yeteneği şöhrete feda etmeyi ondan öğrenmiş olabilir. Kendi kulvarında bir rol modeli olduğunu, peşi sıra, sade vatandaşından az/çok meşhuruna nicelerinin geldiğini inkar edemeyiz. Nitekim kaç zamandır hepimiz en az onun kadar görünür, tanınır, bilinir, hakkında konuşulur olmak istemiyor muyuz? Facebook’lar, Twitter’lar, Instagram’lar hep bunun için değil mi? Kim bilir belki de artık hepimiz Hülya Avşar’ız. Hülya Avşar epeydir şarkıcı olarak yeterince ses getiren bir albüme imza atmamıştı. Denilebilir ki 2000 yılında yayınlanan “Sevdim” den bu yana şöyle dişe dokunur bir Hülya Avşar şarkısı çarpmadı kulağımıza. Oysa “Aradın mı?”lar, “Bu Gece Uzun Olacak”lar, “Yar Senin Derdin Ne?”ler, “Yürü Ya Kulum”lar filan hiç de fena değildi vakti zamanında. Sesinin sınırları içerisinde seçilmiş doğru şarkılarla, özellikle de müzik yönetmeni Taşkın Sabah’ın teknik katkısıyla, eli yüzü albümler yapabilmiş bir şarkıcı Hülya Avşar vardı o dönemde. Sonra ne olduysa oldu ve Avşar yarışta fena halde geride kaldı. Hülya Avşar’ın yeni albümü “Aşk Büyükse”, geçtiğimiz günlerde Seyhan Müzik etiketiyle yayınlandı. Albümde dokuz şarkı ve bir de ‘remix’ var. Şarkılardan sadece bir tanesi tanıdık. O da daha önce Ezginin Günlüğü’nden dinlediğimiz “Bana Bir Koca Lazım”. Şayet bu cümlenin aslında bir deyim olduğunu göz ardı eder ve mecazi manasını değil de kelime anlamını ciddiye alırsanız, gayet sansasyonel ve kışkırtıcı bir kadın hikayesi olarak Hülya Avşar’a yakıştırmakta hiç de zorlanmıyorsunuz şarkıyı dinlerken. Belki bir Gönül Yazar sendromu (manasını açıklamama gerek var mı?) için henüz yaşı


Bir nesil haddini bilmemeyi, durması gereken yerde durmamayı, susması gereken yerde susmamayı, şöhrete doymazlığı, bilgiye aymazlığı ve yeteneği şöhrete feda etmeyi Hülya Avşar’dan öğrenmiş olabilir. “Ben Büyük Aşklar Yaşadım” şarkısının tanıtımı için blipleyin.

şar’ın sesine, hem de yıllardır alışageldiğimiz tarzına yakışan şarkılar olmuş. Albümün açılışında yer alan “Yüreğimin Elleri” de bu ikisinin ardından gelebilir.

“HİSLİ KALP VUKU BULUR”

Hülya Avşar ilk kez 1983 yılında İzmir Fuarı’nda sahneye çıktı.

genç ama yine de bu şarkı Avşar için doğru seçim olmuş. Albümde aynı şarkının Altay Ekren imzalı bir de ‘remix’ versiyonu var ki ‘dubstep’le koca aramak için ideal. Albümdeki diğer şarkıların söz ve müziklerinde Cansu Kurtçu, Fettah Can, Tan

Taşçı, Seçkin Sunguç, Gökhan Tepe, Şebnem Sungur, Ezgi Özbay ve Müfit Bayraşa imzaları var. Düzenlemeler ise Tarık Ceren tarafından yapılmış. Bu şarkılar arasında en çok “A Benim Akılsızım” ve “Bari Geçerken Uğra” öne çıkıyor. Bu iki şarkı da hem Av-

57

Gerisi vasat sularda yüzen, ortalama pop şarkıları. Avşar ve türevlerinin albüm yapma formülü popüler bestecilerden şarkılar toplamak üzerine kurulu. Yıllardır böyle bu. Zaten albümlerin tanıtımı da genellikle bunun üzerinden yapılıyor: “Şundan üç şarkı, bundan bir şarkı aldım, hepsinden çok memnun kaldım,” gibi. Çünkü genellikle popüler besteciler yüksek meblağlarla şarkı satıyor ve Avşar ve türevleri bu konuda kesenin ağzını kolay açıyor. Ama ne çare, her şarkı her seste doğru tınlamıyor; nitekim bu albümde de her şarkıyı severek dinleyebilmek zor. Bir de yazmadan geçemeyeceğim ki bir şarkının bir cümlesine fena halde takıldım. “Hisli kalp vuku bulur,” diyor “Aşk İçin Doğulur” adlı şarkısında Hülya Avşar. Hadi şarkıyı yazan Tan Taşçı, bilmiyordu diyelim; tevellüdü müsait olan Hülya Avşar da mı bilmiyordu bu sözün doğrusunun “hissi kablel vuku” olduğunu? Hadi o da bilmiyordu; kimse sormadı mı “hisli kalp vuku bulur” ne demek diye? Zeynel Abidin Ağgül tarafından çekilmiş kapak fotoğraflarında yüzündeki güneş lekelerini temizletme ihtiyacı duymamış, doğal ve az makyajlı, orta yaşın güzelliğinde bir Hülya Avşar portresi var (kabul edelim, hâlâ güzel.) Şarkıcılık kariyerinin büyük kısmını assolist rüküşlüğünde geçirmek zorunda kalmış, sonrasında ise nedense pespaye denebilecek kadar özensizleşmiş biri için gayet sade ama şık bir imaj bu. Yine de zarfa değil mazrufa bakacak olursak şayet, bu albümün Avşar’ı eski şaşaalı şarkıcılık günlerine döndürmesi biraz zor görünüyor. MS Milliyet SANAT Kasım 2013


MÜZİK

Bir solo enstrüman olarak trompet 27 Kasım’da Kremerata Baltica ile İş Sanat’ta sahne alacak trompet solisti Gabor Boldoczki, klasik müzik kariyerine geç başlamasına rağmen kısa sürede zirveye çıktı.

SELAY SARI selay.sari@milliyet.com.tr

KLASİK MÜZİK virtüözlerinin kariyerleri genelde tek basamaklı yaşlardan itibaren şekillenmeye başlar. Macar müzisyen Gabor Boldoczki bu duruma istisna, hem de trompet gibi, solistlerin elinde sık görmediğimiz bir çalgıyla. Klasik müzikle erken yaşlarda tanışmakla beraber, trompetçiliği kariyer olarak seçmeye ancak kendini uluslararası arenada kanıtladığı anda, Uluslararası Trompet Yarışması’nda üçüncü olduğu 20. yaş gününde karar veren Boldoczki, enstrümanın en öne çıkan isimlerinden biri haline geldi. 37 yaşındaki sanatçı, Vivaldi uyarlamalarından oluşan yeni albümü “Tromba Veneziana”nın turnesi kapsamında 12 Kasım’da Antalya Uluslarararası Piyano Festivali’nde piyanist Gergely Boganyi, 27 Kasım’da ise İstanbul İş Sanat Kültür Merkezi’nde, keman virtüözü Gidon Kremer’in kurduğu, Baltık ülkelerinden gelen genç müzisyenlerden oluşan oda orkestrası Kremerata Baltica ile olmak üzere iki konser verecek. İstanbul’daki konserinde Vivaldi, Donizetti ve Wolf gibi farklı dönemlerden bestecilerin eserlerini çalacak olan Boldoczki, Milliyet Sanat’a konuştu.

Boldoczki’nin Fazıl Say’ın trompet konçetrosunu seslendirdiği videoyu izlemek için tıklayın.

Boldoczki, kariyerlerin küçük yaşta başladığı klasik müzik dünyasında bir istisna. Milliyet SANAT Kasım 2013

58

● Trompet bir klasik müzik solisti için ilginç bir enstrüman seçimi. Trom-


“Fazıl Say trompet konçertosunu benim ricamla yazdı” ● Fazıl Say’ın Trompet

Konçertosu’nun dünya prömiyerinde solist olarak yer aldınız. Bu işbirliği nasıl gerçekleşti? Bir piyanist ve besteci olarak Fazıl Say’la ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? 2010 yılında Almanya’daki Mecklenburg-Vorpommern Müzik Festivali’nde misafir sanatçı olarak yer alırken, Fazıl Say’dan bir trompet konçertosu yazmasını rica ettim ve işbirliğimiz bu şekilde başladı. O mükemmel bir müzisyen, iyi bir arkadaş ve müziğini, özellikle de benim ricamla yazdığı konçertoyu çok seviyorum. Bence çağdaş bestecileri trompet için yeni besteler yapmaya teşvik etmek çok önemli çünkü repertuvarı geliştirmenin en mantıklı yolu bu. ● İstanbul İş Sanat Kültür Merkezi’ndeki performansınızda Kremerata Baltica ile birlikte sahne alacaksınız. Albüm turnem kapsamında İstanbul’da Kremerata Baltica ile sahne almak benim için büyük bir zevk. Gerçekten çok başarılı bir orkestra ve orkestranın kurucusu, keman virtüözü Gidon Kremer ile iyi bir dostluğum var. Ayrıca 12 Kasım tarihinde, 14. Antalya Uluslararası Piyano Festivali kapsamında piyanist dostum Gergely Boganyi ile birlikte sahne alacağım. Türkiye’de daha önce birkaç kez çaldım ve geri dönmek için sabırsızlanıyorum - hem ülkeyi hem de insanlarını çok seviyorum.

pette sizi çeken neydi? Kendiniz mi karar verdiniz yoksa öğretmenleriniz mi sizi bu enstrüman için uygun gördü? Klasik müzikle bir üflemeli çalgı öğretmeni olan babam sayesinde tanıştım. Sekiz yaşında piyano çalmaya başladım, bir sene sonra da babam elime bir trompet tutuşturdu. Enstrümana bir anda yakınlık hissettim ve beni müzikle bağlantı kurmaya teşvik eden babamla sürekli alıştırma yaptım. An-

“Vivaldi sadece bir trompet konçertosu yazmıştı, ben de onun başka enstrümanlar için yazdığı eserleri trompete uyarladım - orijinalinde keman, flüt, obua, lavta ve viyolonsel için yazılmış olan besteler böylece trompet konçertolarına dönüştü.” cak profesyonel bir trompetçi olma kararını, Cenevre’de düzenlenen Uluslararası Trompet Yarışması’nda üçüncü olduğum 20. yaşgünüme kadar almadım. ● Yıllar geçtikçe yorumunuzda farklılaşmalar görüyor musunuz? Klasik müzik hayatımın her zaman önemli ve değerli bir parçası oldu ancak bazı eserleri bizzat kendi yorumlayışımda, yıllar içinde değişen taraflara rastladım. Bunu bir kitabı tekrar tekrar okumaya benzetebilirim - karakterler ve yazarla algınız her okumada biraz daha genişler. Bazen bir kitabı ya da müzik parçasını gerçekten, tamamiyle anlamak belirli bir yaş ve olgunluğa ulaşıncaya kadar mümkün olmaz ve ancak o zaman hem bunların gerçek değerini anlarsınız, hem de kendinizi o eserle daha çok geliştirebilirsiniz. Benim müzikle ve kendi yorumlarımla ilişkim de bu şekilde devamlı evrim halinde. ● Profesyonel bir trompetçi olmaya karar vermenizden sadece bir yıl sonra, 21 yaşınızda, bir trompetçi için en prestijli ödüllerden Maurice Andre Trompet Yarışması birinciliğini kazandınız. Tarzınızın Andre’ye benzediği görüşüne katılıyor musunuz? Maurice Andre gerçekten mükemmel bir trompet sanatçısı; yanı sıra da çok iyi ve sıcak bir insandı. Andre’ye biz trompet sanatçılarının en çok borçlu olduğu nokta, kendisinin klasik müzik dünyasına trompetin sahnede solo bir enstrüman olarak varolabileceğini göstermiş olması. Umarım ben de onun gibi kendi bireysel tınımı ve repertuvarımı yaratabilirim. ● Peki trompet çalmak dışında sizi ne yaparken görebiliriz? Bir trompetçinin performansını iyileştirmek için özellikle yapması gereken bir spor ya da benzeri bir aktivite var mı? Eğer trompet çalmıyor ve ders vermiyorsam, yoga ve modern dansla uğraşıyorum. Modern dans benim işime oldukça yakın bir aktivite - sözler ve aletler olmadan, sadece bedenimi hareket ettirerek bir hikaye anlatabiliyorum, duyguları ve felsefi düşünceleri ifade edebiliyorum. ● Trompet için genelde konser salonlarında çalınan standart repertuvar dışında çalmayı sevdiğiniz eserler var mı? Ya da repertuvarda olması gerektiğini düşündüğünüz, bir kenarda bırakılmayı

59

haketmeyen parçalar? Standart trompet repertuvarı harika olmakla beraber ben yine de çalabileceğim yeni eserlerin peşindeyim. Özellikle raflara yeni çıkacak “Tromba Veneziana” isimli albümüm, Vivaldi eserlerinin trompet uyarlamalarından oluşuyor. Turnemle aynı zamanda, kasım ayında Sony Classical’dan çıkacak olan albümde, Vivaldi dönemi müzik tarzını yansıtmakta son derece başarılı olan dönem orkestrası Cappella Gabetta ile birlikte çalıştım. Vivaldi sadece bir trompet konçertosu yazmıştı, ben de bestecinin başka enstrümanlar için yazdığı eserleri trompete uyarladım - orijinalinde keman, flüt, obua, lavta ve viyolonsel için yazılmış olan konçertolar böylece trompet konçertolarına dönüştü. Uyarladığım eserler arasında “Andromeda Liberata” operasından “Sovvente il sole” ve “Il Giustino” operasından “Vedro con mio diletto” aryaları da bulunuyor. Obuanın melankolik sesini ve virtüözlük isteyen keman partisyonlarını trompette yeniden yaratmak zor ama bir yandan çok zevkli. Aryalar ise bana enstrümanımda ‘şarkı söyleme’ imkanı sunuyor. ● Bize Macaristan’daki klasik müzik ortamı hakkında ne söyleyebilirsiniz? Macaristan’ın zengin bir müzik mirası var ki bu miras, bir eğitmen olaraktan yer almaktan gurur duyduğum, Budapeşte’deki Liszt Akademisi’nde sürdürülüyor. Akademi’nin Art Deco tarzında tasarlanmış mükemmel konser salonu daha yeni 50 milyon euroluk bir yenilenmeden geçti ve şu an yeni bir kültür sanat merkezi olarak kullanıma açılmak üzere. Umarım bu oradaki müzisyenlere, Macar klasik müziğinin 20. YY.’daki devleri Zoltan Kodaly, Bela Bartok ve György Ligeti’nin ayak izlerini takip etme imkanı tanıyacak. ● Klasik müziği gençler için, ya da her yaştan insan için daha ulaşılabilir kılmak adına ne yapılması gerekiyor? Turnedeyken, farklı okulları ziyaret edip gençlerle tanışmayı ve onların müzik eğitimini desteklemeyi tercih ediyorum. Genelde öğrencilere çalar ve bir müzisyen olarak hayatımdan bahsederim. Bence bu yaklaşım öğrencilere müzisyen olmanın nasıl bir şey olduğuna dair daha net bir izlenim veriyor ve ellerine bir enstrüman almak ya da sadece klasik müzikle daha fazla ilgilenmek için bile bir motivasyon sağlıyor. MS Milliyet SANAT Kasım 2013


MÜZİK

Türkiye’nin en klas salonunda senfoni Ülkemizin deneyimli topluluklarından İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, hem İzmir ve yöresinin müzik ihtiyacını doyuruyor hem de değişik mekan ve stillerde düzenlediği programlarla klasik müziğe yeni dinleyiciler kazandırıyor.

UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

İZMİR’DE YAŞAYIP senfonik müzik meraklısıysanız şanslısınız. Türkiyeli dinleyicilerin yokluğunu yürekte hissettikleri bir şey vardır. Konser salonu olarak projelendirilmiş ve iyi akustikli yapılar ülkemizde pek bulunmaz. Bizler, tiyatrodan bozma binalarda, kupkuru akustiklerde ya da belediyelerin işi çok iyi bilene sormadan yaptırdığı güya görkemli ama aslında düğün salonu mimarili yerlerde New York Filarmoni dinlemeye alışkınızdır. Ne var ki öngörülü ve vizyoner kimi belediye başkanları da yok değil. Yapımı İzmir’in rahmetli, çok sevilen Belediye Başkanı Ahmet Piriştina döneminde başlatılan Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi, büyük konser salonu, sergi salonları ve küçük salonuyla 2008’den beri hizmet veriyor. Dış ve iç tasarımındaki malzeme ve ışık kullanımı, mekanlar arasındaki geçişlilik ve ayrım dereceleri, İngiliz ARUP firmasına yaptırılan akustiğiyle çok doğru bir mimari ve doğru dürüst bir salon işte! Tevfik Tozkoparan ve Emre Ulaş imzalı mimarisi, konser salonu şıklığını mermer dış yüzeyle iç renk armonisi ile çözerken, çevre alanda soyut ancak basit geometrik biçimler kullanıyor. Seyirci giriş çıkışlarını ve araç trafiğini çok güzel bir şekilde düzenlediği büyük bir ön bahçeyle çözüyor. Binanın semtle bütünleşmediği eleştirisine ise hiç katılmıyorum. Zira bu semtte, birçok diğer Türkiye kentinde olduğu gibi bir semt mimarisi maalesef hiç bulunmuyor, ki söz konusu yapı, duruşundaki görkem ve heybet dozajı ile, çevresini çok bastıran ya da fazlaca ışıltılı bir görünümde de değil. Kentin deMilliyet SANAT Kasım 2013

ğerli topluluğu İzmir Devlet Senfoni Orkestrası da yıllarca Ege Üniversitesi AKM salonu, İsmet İnönü Sanat Merkezi gibi mekanlardan sonra, nihayet böyle güzel bir yere kavuştu.

İzDSO’NUN EĞİTİM MİSYONU İzmir Devlet Senfoni Orkestrası, İzmir sanat ortamının direklerinden. ‘70’lerde Hikmet Şimşek tarafından kurulduktan sonra, zaman içinde büyük bir topluluğa dönüşüyor. ‘80’lerde senfonik repertuvarın mihenk taşlarını dinleyicilere tanıttığı o tıklım tıklım dolu AKM konserlerini hatırlayanlar olacaktır. İosif Conta’nın Genel Sanat Yönetmenliği’ni yaptığı ve orkestrayı çalıştırdığı bu dönemdeki coşku az bulunur şey değildi. İzDSO, özellikle son yıllarda bambaşka mekanlarda konser vermeye özen gösteriyor. Onu bazen Gündoğdu Meydanı’nda bir özel gün kutlamasında görüyorsunuz bazen Işıkkent Eğitim Kampüsü’nde, bazen de Torbalı’da. Bu sezon başında da hafif klasik müziklerden örülü bir programla Bodrum Antik Tiyatro’da ve yine binlere hitap eden, pop-senfonik bir programda Halkapınar Kapalı Spor Salonundalar. Ülkemizde bir vakit klasik batı müziğinin ne denli emek verilesi, uzun uzun kazılası bir uğraş olduğunu anlayan ciddi bir dinleyici kitlesi vardı. İstanbul’daki okurlar, AKM’nin kapatılması öncesi İDSO’nun abonelik sistemini bilirler. Salonun yarısını aboneler sezon başında kapatırlardı. İzmir’de de benzer bir düzenli kitle vardı. Bu kitleyi gözünüzün önüne getirecek olursanız yaşlandığını düşünmek yanlış olmaz. Dünyada da bu böyle. İşte İzDSO tam da yeni seyirciler kazanmanın, genç tutkulular yaratmanın önemine inanan bir topluluk. Yakın geçmişe kadar düzenledikleri, ilk ve

60

orta öğretimdeki gençlere senfonik müziği tanıtmaya yönelik projeleri ne kadar anlamlıydı. Prokofiev’in “Peter ile Kurt” adlı müzikli masalını her perşembe öğleden sonra sunan konserden bahsediyorum. Zannederim, bu proje tüm Türkiye senfoni orkestraları için bir örnektir. Benzerinin yapılmadığını söylemiyorum ama giderek daha da tek boyutlu zevklere evrilen Türkiye toplumuna kaliteli müzik tanıtmanın bir zararı olduğunu da düşünmüyorum. İzDSO bunlara ek olarak, rehabilitasyon merkezi ve hastanelerde ilginç mini projeler de yapmış. Bir küçük not daha: İzDSO’nun konser broşürlerinde, bölüm aralarında alkışın yanlışlığını anlatan kısa bilgileri de çok yararlı buluyorum.

FUNDA ARAR İzDSO İLE Sadece İzDSO’nun değil, hiçbir devlet senfoni orkestrasının programında eskiden gördüğüm parlaklıkta şef ve solistleri görmediğimi itiraf etmeliyim. Çok iyiler hiç gelmiyor demiyorum. Ama bir dönem her hafta bir başka beş yıldızlı star izlerdik. Bu olgu da konserlerin bir başka motoruydu.


“İzDSO kasım ayında Gülsin Onay (solda), Funda Arar (üstte) ve Deniz Kozhukhin (altta) ile bir araya geliyor.

Sadece İzDSO’nun değil, hiçbir devlet senfoni orkestrasının programında eskiden gördüğüm parlaklıkta şef ve solistleri görmediğimi itiraf etmeliyim. Çok iyiler hiç gelmiyor demiyorum. Ama bir dönem her hafta bir başka beş yıldızlı star izlerdik. Bu olgu da konserlerin bir başka motoruydu. Umuyorum bu konuyla ilgili Kültür Bakanlığı bütçeleri tekrar genişler ve bizler de tüm devlet senfoni orkestralarında Avrupa’nın dinlediği en iyi icracıları yeniden dinleme fırsatı buluruz. Starlar, bir alanın en ışıklı, en ilgi çeken, merak uyandıran kişilikleridir. İyi bir topluluk olma hedefinin yanı sıra, bu işi en iyi yapanları dinleyiciyle tanıştırmanın önemine inanıyorum. Dünya starları konusu bir yana, İzDSO’da kasım ayında bir sürü güzel konser var. 10 Kasım’daki Halkapınar salonunda örneğin, pop sanatçısı Funda Arar ile bir araya geliyor. Çok yaratıcı ve doğru bir etkinlik bu. Batıda da senfoni orkestraları zaman zaman güçlü seslere eşlik eder. Popçular için de senfonik icraya kabul edilmek

anlamlıdır; bir tür değer ispatıdır. Klavye, davul, bas ve elektrik gitar, saksofon tınılarıyla senfonik dokunun birleşiminde çok ilginç bir konser olacağa benzer bu etkinlik. 15 Kasım’daki konserde Gülsin Onay, Saint-Saens’in “2. Piyano Konçertosu”nu seslendiriyor. Hemen sonraki hafta, çok prestijli piyano yarışmalarının başında gelen Kraliçe Elisabeth’in 2010 birincisi Denis Kozhukhin, Schumann konçertoyu seslendirecek. 29 Kasım’da 20. YY.’a adanmış bir programın içinde Esra Pehlivanlı, Penderecki’nin “Viyola Konçertosu”nda solistlik yapıyor. Aralık ayının ilk konserinde ise ülkemize defalarca gelen, çellonun virtüözü Alexander Rudin, Dvorak’ın nefis konçertosunu çalacak. Orkestral bölümlerde de

61

çok ilginç şeyler var. Örneğin, Marek Pijarowski yönetiminde Lutoslawski’nin “Orkestra Konçertosu” kaçırılmaz bir modern müzik deneyimi. Ve yine Rudin’li konserde, Richard Strauss’un “Salome” operasından, esrarengiz tatlarla dolu “Yedi Tül Dansı” ve “Rosenkavalier” süiti var. Günümüzde özel senfoni orkestraları bir atak yaptı. Ancak unutulmamalı ki tüm birikimleri Devlet Senfoni Orkestraları’ndan, buradaki gelenekselleşmiş sistem ve kültürden besleniyor. DSO’ları ayakta tutup, onları daha da canlı kılmak için yapılacak her türlü proje bu nedenle çok anlamlıdır. Lütfen, ‘bu işi artık özel orkestralar’ üstlensin demeyiniz; ülkemizin böyle bir lüksü ve gücü bulunmamaktadır. MS Milliyet SANAT Kasım 2013


MÜZiKAL GÜNCE NAİM DİLMENER

naimdilmener@gmail.com

Yırtık Uçurtma’dan yeni bir nefes... Kürtçe müzikte yeni kanallar... Seyyal Taner ile felekten bir gece çalmak... Madonna’nın dünya turnesi DVD’de... Hulusi Tunca ile ‘70’lerin popu... Alpay’ın “Yekte” albümü...

Popüler müzik arabeskin kollarında 1 EKİM SALI Popüler müzik giderek kendini daha fazla atar oldu arabeskin kollarına; pop ya da rock fark etmez, her kategoride durum aynı. Herkes birden, daha fazla ağlar/inler oldu. Bir kısım (popçu değil ama) rockçı ise geçer akçe arabeske değil de popa yaslanmayı tercih etmekte. Yapacak bir şey yok; piyasa ille de değişmek gerektiği konusunda diretiyor ve önüne katamadıklarını oyun dışına atıyorsa, mecburen uyum sağlanacak. Rock’ta (özellikle Serdar Öztop ile çalıştıkları zamanlarda) ‘yeni bir nefes’ almaya/vermeye gayret etmiş Yırtık Uçurtma, son on yılımızın (hepimiz için) baş aşağı gitmesi nedeniyle, istediklerinin/niyet ettiklerinin binde birini bile gerçekleştirememiş ve kırgın/mahzun bir halde bekler olmuştu... Grup, çıkışı popa yaslanmakta bulmuş görünüyor; üçüncü albümleri “Yeni Nefes”te görünen bu. Ama dozunda; işin aslını/astarını bozacak miktarda değil bu yaslanma, gayet kararında. Sahnede çokça cover şarkı söyleyen grubun son albümlerine aldığı (Edip Akbayram’ın sesinden dillere dolanan) “Hava Nasıl Oralarda” ve (zamanında Alpay’ın da mükemmel bir kılık biçtiği anonim türkü) “Yekte” dahil albümün her şarkısı, rock’ı hâlâ çok ciddiye alan bir grubun yapabileceği kadar iyi ve temiz.

2 EKİM ÇARŞAMBA İlk albümü “Evinperwer”i birkaç yıl önce çıkaran Jan Arslan’ın ikinci albümü “Xewrevin” de en az ilk albümü kadar iyi. Biraz farklı ama. İlk albüm (hem sound hem de vokal açısından) daha sert bir albümdü. Bu ise

Milliyet SANAT Kasım 2013

Seyyal Taner (üstte sağda), 6 Ekim’de Sofa Hotel’de sahneye çıktı.

daha sakin. Kürtçe müzikte yeni kanallar açma peşinde olan Ayhan Evci’nin önderliğinde hazırlanmış albümün her ama her şarkısı mükemmel. Bir tek bu albüm, hatta bu albümden bir tek şarkı bile, Kürtçenin büyülü dünyasına sızmaya ve dilin prangalarından kurtulmuş olmasına sevinmeye yeter.

4 EKİM CUMA Lawje’nin “Seliqe” (Kürtçe anlamı aynı mıdır bilmiyorum, Arapçada ‘haşlanmış buğday’ demektir) albümü Kürtçe müziğin ‘geleneksel’ kanadında yer alıyor. Başta

62

Derya Türkan olmak üzere çok sayıda müzisyenin katkıda bulunduğu albüm, tamamıyla Hakkari yöresinin türkü (‘kilam’) ve şarkılarından (‘stran’) oluşuyor. Ve türkü/şarkılar da grup tarafından, bizzat dengbej ve stranbej’ler ile görüşülerek derlenmiş, kayıt altına alınmış. Bu nedenle ciddi bir tarih çalışması da bu albüm; oluruna bırakılsa, büyük ihtimalle kaybolacak 13 türkü/şarkı kayıt altına alınmış Lawje sayesinde.

6 EKİM PAZAR Nişantaşı’ndaki Sofa Hotel’in üst katın-


daki Frankie’de, benzeri mekanlara göre daha farklı geceler/konserler düzenlemekte. Seyyal Taner vardı sahnede bugün; enerjisinden, güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bir Seyyal Taner. Nükhet Duru da seyircilerin arasındaydı, yeni başlayan Veliaht programında birlikte yer aldığı Ceren Gündoğdu ile gelmişti. Selçuk Ural, Olcayto Ahmet Tuğsuz ve Serhat Hacıpaşalıoğlu da diğer rastladığım tanıdıklardı. Eski/yeni çoğu şarkısını söyledi Taner; sahneye arkadaşlarını da davet etti. Felekten bir gece çalmak denir ya, öyleydi gerçekten, çaldık.

8 EKİM SALI Madonna’nın İstanbul’u da kapsayan) dünya turnesi (CD ve DVD’lerden oluşan) muhtelif paketler halinde yayınlandı. “MDNA World Tour” adlı bu paketlerin yalnızca CD ya da DVD’den oluşan nüshaları olduğu gibi, CD ve DVD’yi aynı pakete sıkıştıran çeşidi de mevcut. Popun altın günlerinden günümüze takılmadan/düşmeden/baş eğmeden gelebilmiş nadir yıldızlardan olan Madonna’nın, bu gücünü nereden/nasıl aldığını gösterebilen sağlam bir kaynak bu albüm(ler). Sahne ve vokal performansı her daim dorukta olan Madonna, geçen yılki dünya turu ile, rakiplerine ders vermiş dense, yeridir.

Şivan Perwer külliyatına devam 15 EKİM SALI Sony’e bağlı Pelrecords, Şivan Perwer külliyatını yayınlamaya devam ediyor. “The Collection” başlığı altında 3 albüm daha çıktı; “Gele Min Rabe” (ki Perwer’in bugüne kadar seslendirdiği tek Türkçe şarkı olan “Bağımsızlık ve Özgürlük” de bu albümde), “Agiri” ve “Bilbilo/Ferze”. Şarkılarıyla etrafına milyonları toplamış bu büyük ismin şarkıları, yıllarca el altından, kötü şartlarda kaydedilmiş kaset ya da disklerden dinlenebilmişti. Çok sonra, nispi özgürlük rüzgarlarıyla bu şarkılar derli toplu disklerin üzerinde de yayınlandı ama ilk defa Pelrecords, bir sıra/düzen dahilinde bu albümleri tek tek çıkarıyor. Pelrecords, “The Collection” başlığına bir başka büyük Kürt müzisyeni de dahil etti. Ciwan Haco’nun (doğum yeri Suriye’de 1980 öncesi çıkardığı deneme mahiyetindeki albümleri saymazsak) ilk iki albümünü (“Diyarbekir” ve Gula Sor”), sırasıyla diğer albümleri de takip edecekmiş.

17 EKİM PERŞEMBE

İçine beş (bazen de üç) albüm sığdırılmış ve neredeyse tek albüm fiyatına satılan “Original Album Series”in faydaları saymakla bitmez. Bir yandan sanatçının geçmişini (en azından bir bölümünü) tek ve ince bir kutuda temize çekiyor. Ama daha mühim olanı yeniden dinleme fırsatını veriyor oluşu. Kimini LP, kimini kaset, kimini de CD olarak 9 EKİM ÇARŞAMBA aldığımız albümlerin hepsini arka arkaya Bugün tarihi bir gündü benim için. Caz dinleme işi nereden bakılsa zor. Her bir alve popüler müziğimizin en mühim isimlebümü ayrı bir raftan çekip çıkartrinden Hayati Kafe ile buluştuk Açık Radmak gerekiyor. Tek bir kutuda yo’da. Yakın dostum Robert Schild ile olunca iş çok kolay; zevkle/kebirlikte geldi ve başta Ömer (Madra) ağayifle yapılıyor. k.d. lang’in pabey olmak üzere, radyodaki herkes çok keti gelir gelmez dinlemeye heyecanlandı. başladım. Bir yandan çok az 1962 yılında, İsmet Sıral Orkestrası ile dinlediğim “Angel With A birlikte bir ay kadar çalışmak üzere geçiLariat, “Shadowland” ci olarak İsveç’e giden ve gelen teklifve “Absolute Torch ler üzerine orada kalmaya karar veAnd Twang”, bir ren Kafe, o gün/bu gündür oralaryandan da yüzlerda. Çok ünlendi ve kendisine çok ce kere dinledisağlam bir kariyer inşa etti. Albümğim “Ingenue” ler yaptı, Avrupa’nın en önemli or(ki gelmiş geçkestralarıyla konserler verdi. Hâlâ miş en iyi alda faal. ‘70’i geçmiş olmasına rağbümlerdenmen hala da gencecik bir delikandir) ve devalı gibi; fiziken de, ruhen de. Benim mı sayılabileAlpay’ın albümü için bir hazine sayılacak çok sayıcek “All You İngiltere’de LP da kayıt getirdi birlikte; radyoda Can Eat”... olarak yayınlandı. yapacağımız programda kullanaKendimi güncağız. Kayıtların hem miktarınlerce k.d. lang’in dan hem de çeşitliliğinden anlaellerine bırakabilidım ki, Hayati Kafe İsveç’te her rim: “Wash, wash gününü dolu dolu geçirmiş. me clean, mend my

63

wounded seams cleanse my tarnished dreams”.

21 EKİM PAZARTESİ Müzik alanında en iyi kaynaklardan biri olan Hey’de uzun yıllar çalışmış, daha sonra da başına geçmiş Hulusi Tunca, orada geçirdiği yılların bir bölümünü (derginin arşivini de kullanarak) bir kitap haline getirdi. “Hulusi Tunca ile Yetmişler” adlı kitap, titiz bir arşivci olarak da bilinen Tunca’nın dönemle ilgili toparladığı yüzlerce bilgi ve belgeden oluşuyor. Tamamı da ancak meraklısının elinde bulunan ve binlerce dergi sayfasına dağılmış bilgi ve belgeler. Genel olarak pop tarihi ya da özel olarak 70’li yıllarımız ile ilgili daha derin bir araştırmaya girişecekler için (en az Hey’in kendisi kadar) ideal bir kaynak.

22 EKİM SALI İngiltere’nin bağımsız müzik firmalarından System Records, Alpay’ın bir albümünü (“Yekte”) LP olarak yayınladı. Yıllar önce Erkin Koray ile başlayan yabancı merakı Moğollar, Üç Hürel, Cem Karaca, Barış Manço, Fikret Kızılok ile sürmüş ve Selda (Bağcan) ile tavan yapmıştı. “Yekte”de Alpay’ın, her biri Anadolu popta bir tepe noktasını işaret eden şarkıları mevcut. “Cankaragözlüm”, “Dağların Gözyaşları” ve diğer şarkılar, Anadolu pop dendiğinde Alpay anılmıyor olmakla beraber (ki tuhaf; “Kara Tren” ile, aslında Anadolu popu başlatan isimdir), bu türe kuş kondurduğunun birer vesikası. MS

Milliyet SANAT Kasım 2013


ALBÜM alisancapan@hotmail.com

yerli

ALİŞAN ÇAPAN

“Mest of Gündoğarken” / Grup Gündoğarken (Avrupa Müzik)

Fazıl Say

“İlk Şarkılar” / Fazıl Say (Ada Müzik) ★★★ Türkiye’nin son dönemde klasik müzik alanında yetiştirdiği en önemli isimlerden Fazıl Say’ı uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Say önceki çalışmalarından farklı olarak bu defa şarkılardan oluşan bir albümle müzikseverlerin karşısına çıkıyor. Orhan Veli, Can Yücel, Cemal Süreya, Nâzım Hikmet, Metin Altıok gibi şairlerin şiirlerini besteleyen Fazıl Say’a, Pir Sultan Abdal ve Ömer Hayyam’ın şiirlerine de yer verdiği albümde vokallerde Serenad Bağcan eşlik etmiş. Bu albümün Say’ın en popüler çalışmalarından biri olacağı ön görüsünde bulunmak mümkün. 18.90 TL.

klasik

“Kerevet” / Kolektif İstanbul (Lin Records) ★★★ İlk iki albümleri Balkanatolia (2005) ve Krivoto (2008) ile müzikseverlerin beğenisini kazanan Kolektif İstanbul, Rock, Balkan ve Anadolu müziğinden derledikleri repertuvarlarını, funk ve caz altyapılarıyla harmanlayarak; geleneksel melodi ve enstrüman stillerini birleştirmeleriyle tanınıyor. Yeni albümleri “Kerevet”te ilk defa söz ve müzikleri kendilerine ait şarkılara yer veren grubun yeni çalışmasında “An Dro Nevez”, “Bana Hayat Zor Geliyor”, “Kerevet”, “Kurdelem”, “Kimse Bilmez” gibi şarkılar ön plana çıkıyor. 17.90 TL.

“My First Decade” / Nicola Benedetti (Decca) ★★★★ Benedetti, 16 yaşından beri listelerin zirvesinde.

Milliyet SANAT Kasım 2013

★★★★ Son dönemde arka arkaya yayınlanan bir dönemin klasikleşmiş popüler müzik seçkilerine bu ay Grup Gündoğarken’den “Mest of Gündoğarken” albümü eklendi. İlk defa 1998’de yayınlanmış albümün çekirdek kadrosu Nikiforos Metaxas, Çağlayan Yıldız, Oğuz Büyükberber, Can Kozlu, Hasan Esen ve Vasiliki Papageorgiu gibi sıkı müzisyenlerden oluşuyor. Şeşen Ailesi’nin “Gibi Gibiyim”, “Hayallerimi Bırak”, “Yol Aldım Sevdalardan”, “Ankara’dan Abim Geldi” ve “Sen Benim Şarkılarımsın” gibi çok sevilen parçalarına kulak kabartmak, yazdan kalma güneşli sonbahar günlerinde bünyeye iyi geliyor. 15.90 TL.

64

Henüz 26 yaşındaki genç kemancı Nicola Benedetti sahnelere adım attığı 16 yaşından beri klasik müzik listelerinin zirvesinden inmeyen bir yıldız. Her geçen gün ününe ün katan süper bir yetenek olarak tanımlanan İtalyan kökenli İskoçya vatandaşı Benedetti’nin ilk on yılını özetleyen yeni CD’sinde Vivaldi’den Vaughan Williams’a, Çaykovski’den Arvo Paürt’a, Brahms’tan Chopin’e birçok farklı ustanın yapıtlarını olağanüstü bir yetkinlikle seslendirdiğine tanık oluyoruz. 29.90 TL.


yabancı

caz

“A Paris” / Riff Cohen (EMI) ★★★★ Tel Aviv’de yaşayan besteci, söz yazarı ve şarkıcı Riff Cohen, son dönemin dikkat çekici yıldız adaylarından. 28 yaşındaki Cohen,tarzını Sudan, Fransız, Amerikan ve Fas müziklerinin kombinasyonu olarak tanımlıyor. Albümüyle aynı ismi taşıyan ilk single çalışması “A Paris” için çekilen video klibiyle kısa sürede bir milyonun üzerinde izlenme rakamına ulaşan Cohen önümüzdeki günlerde kendisinden sıkça söz ettireceğe benzer.İsrail, Fransız, Cezayir üçgeninden çıkmış bu enerjik ve yetenekli müzisyeni yakından tanımak isteyenler 4 Aralık günü vereceği İstanbul konserine şimdiden yerlerini ayırtabilirler. 29. TL.

“10 Anos Around The World” / Chambao (SONY) ★★★★ Flamenco Chill türünün öncüsü ve en önemli temsilcisi Chambao, 10. yılını 2 CD’lik bir çalışma ile kutluyor. “10 Anos Around The World” adlı albümdeki ilk CD’de grubun “Chambao”, “Ulere”, “Lo Mejor Pa Ti”, “Duende Del Sur” gibi bilinen şarkılarının Talvin Singh, Gilles Peterson ve Howie B gibi önemli DJ ve prodüktörlerce hazırlanmış remiksleri yer alıyor. İkinci CD’de ise Cesaria Evora, Enrique & Estrella Morente, Jarabe De Palo, Rosario gibi çok değerli müzisyenlerle kaydedilmiş hitler yer alıyor. 36.90 TL. / 48.50 TL.

“A Tale of Two Cellos” / Julian Lloyd Webber & Jiaxin Lloyd Webber (Naxos) ★★★★ Günümüzün önde gelen viyolonsel virtüözlerinden Julian Lloyd Webber ile karısı ve meslektaşı Jiaxin’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan “A Tale of Two Cellos” albümü düzenleme formülünün başarıyla hayata geçirildiği projelerden. Monteverdi’den Arvo Part’a uzanan bir yelpazede, birçoğu orijinal olarak çift ses için bestelenmiş yapıtları günümüzün en yetkin viyolonsel ikilisinin yorumuyla dinlemek doyurucu bir deneyim. 29.90 TL.

Miles Davis

“The Original Mono Recordings” / Miles Davis (Sony Music Classical) ★★★★★ Geçtiğimiz günlerde yayınlanan toplama set “The Original Mono Recordings” Miles Davis’in Colombia şirketi için yaptığı ilk dönem albümlerinin kayıtlarını içeriyor. “Round About Midnight” (1957), “Miles Ahead” (1957), “Milestones” (1958), “Porgy And Bess” (1959), “Kind Of Blue” (1959), “Sketches Of Spain” (1960) “Someday My Prince Will Come” (1961) albümleri Davis’in modal caza geçmeden önce hard bop türünün kitabını yazdığı çalışmalar. Caz tarihine damgasını vurmuş bu kayıtların ilk defa kaydedildikleri gibi ‘mono’ olarak CD’ye aktarıldığı notunu ekleyelim. 44.90 TL.

“As Plantas Que Curam” / Boogarins (Fat Possum) ★★★★ Psikodelik müzik caz müziğine ne kadar yakındır tartışılır ama günümüzde caz müziğinin sınırlarının hayli silikleştiği göz önünde bulundurulursa şair şarkıcı Fernando Almeida ile marifetli müzisyen Benke Ferraz’dan mürekkep Brezilya çıkışlı Boogarins’in ilk albümü “As Plantas Que Curam”ı caz etiketi altında değerlendirmek çok da yanlış olmasa gerek. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Brezilya müziğinde yaşanan rönesansın izini süren ikilinin Almeida’nın nefis melodik vokalleri ile Ferraz’ın su gibi akan gitar riffleriyle yol alan albümü yılın en iyi çalışmaları arasında. 25.90 TL.

65

Milliyet SANAT Kasım 2013


SAHNE SANATLARI

Mutlu aşk yoktur İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin yeni eseri “Genç Werther’in Acıları” izleyiciyi 18. YY.’ın rustik Alman yaşamına, artık unutulmaya yüz tutmuş, karşılıksız aşk romantizminin naifliğine geri götürüyor.

ZEYNEP AKSOY tuba.p.a@gmail.com

İSTANBUL DEVLET Opera ve Balesi 2013-2014 sezonunu, dünya prömiyerini 2011’de yapan, Goethe’nin ölümsüz eseri “Genç Werther’in Acıları” romanından Fransız koreograf Yannick Boquin’in baleye uyarladığı eserle açtı. Önce 18. YY. Almanya’sına geri ışınlanıp bir hatırlayalım: Kimdi Werther? Genç, tutkulu, hassas, romantik, hayalperest, melankolik, aşık bir erkek... Dünya edebiyatının en büyük ustalarından Goethe’nin 24 yaşında yazdığı ve onu medyanın, kitle iletişiminin olmadığı 18. YY. sonu kadar erken bir dönemde bile çok kısa sürede meşhur eden romanı “Genç Werther’in Acıları”ndaki Werther bütün romantik genç sanatçı özelliklerini içinde barındıran, Goethe’nin biraz da kendine dayandırarak yarattığı bir karakter. Büyük çoğunluğu Werther’in bir süredir kalmakta olduğu Wahlheim adlı hayal ürünü kasabadan en yakın arkadaşı Weimar’daki Wilhelm’e yazdığı mektuplardan oluşan roman, Alman edebiyatında romantizmin gelişini işaret eden, 1770’lerle 1780’ler arasında popüler olmuş, “Fırtına ve Güdü” diye çevirebileceğimiz ama edebiyat tarihinde ‘Buhran Evresi’ diye geçen ‘Sturm und Drang’ akımının tipik bir örneği. Aydınlanmanın ve neoklasizmin rasyonalitesine bir karşı duruş olan akım, öznelliği, yoğun duyguları, aşk gibi kişisel ve romantik ruh hallerini ön plana çıkarır. Werther, hayatının bir bölümünü Wahlheim isimli (Garbenheim kasabasını temel aldığı iddia edilen) kırsal bölgede köylülerin sade yaşamını zevk ve ilgiyle izleyerek geçirmektedir. Anneleri erken ölMilliyet SANAT Kasım 2013

düğü için kardeşlerine bakmak zorunda olan güzel Charlotte’ye gönlünü kaptırır. Fakat Charlotte kendinden 11 yaş büyük Albert’le nişanlıdır. Werther ikisiyle de bir dostluk geliştirir fakat olay bir aşk üçgenine döner; acı çeken, aşkına tam karşılık bulamayan Werther’dir. Bir ara, uzaklaşmak için Weimar’a geri döner ve orada bir aristokrat toplantısında kendini utandırır. Bundan sonra köye geri geldiğinde acıları sadece büyür çünkü Charlotte’yle Albert evlenmiştir. Werther acılarının ancak bu aşk üçgeninden bir kişinin eksilmesiyle son bulacağına karar verir, fakat kimseyi öldürebilecek bir yapıya sahip değildir.

HASTALIKLI BİR ŞEY Goethe, otobiyografik öğeler içeren ve çok gençken yazdığı bu romanı ilerleyen yaşlarında neredeyse reddetmiş, romantizmi ‘hastalıklı olan her şey’ diye yorumlamış, ama yine de gençliğinde kendisini üne kavuşturan karakterine tam olarak sırtını dönememiş, hatta Werther’in hayaletinin onu hiç terk etmediğini söylemişti. Werther’in Napolyon Bonaparte’ın en sevdiği karakterlerden olduğunu, romanın bir kopyasını hiç yanından eksik etmediğini ve Werther’in bir nevi 18. YY. ‘pop-ikon’una dönüştüğünü, Avrupa’da birtakım genç erkeklerin onun gibi giyinerek dolaşmaya başladıklarını, hatta bir ‘kopya-intiharlar’ akımına bile sebep olduğunu da belirtmeden geçmemek lazım. Bu kadar romantizmin derinliklerinden çıkmış bir karakterin, klasik sahne sanatlarının en romantiği diye adlandırabileceğimiz baleye konu olması şaşırtıcı değil, hatta çok da iyi bir seçim. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin “Genç Werther’in Acıları” prodüksiyonu, Fransız koreograf Yannick Baquin’in klasik koreografisi ve piyanodan canlı olarak çalınan Chopin müzikleri seç-

66

mesiyle romanın geçtiği dönem ve atmosfere sadık kalmış bir çalışma. Orkestra yerine İzmir Devlet Opera ve Balesi sanatçısı Bakü asıllı piyanist Yelena Şekalyova’nın piyanoda canlı seslendirdiği Chopinler esere samimi ve sıcak bir tad katmış. Pastel renklerin hakim olduğu, Weimar kısmında klasik, kasabada ise rustik çizgiler taşıyan sahne tasarımı ve kostümler (İsmail Dede) 18. YY. dünyası estetiğini birebir yansıtıyor. Köy sahnelerinde bol grup dansı kullanılmasına izin veren bir eser “Genç Werther’in Acıları” ve tabii, aşk üçgeni sayesinde ikili ve üçlü danslar da bol bol kullanılabiliyor. Bu bakımdan baleye gerçekten çok uygun bir eser. Genç Werther Melih Mertel ve Charlotte Deniz Zirek, İDOB’un başarılı genç solistleri ve bu eserde birbirlerine çok yakıştıkları gibi teknikleri ve yorumlarının sadeliği, çizgilerinin temizliği ile de büyülüyorlar. Diğer bütün solistler ve koro sanatçıları da çok iyi, temiz bir iş çıkarıyor. İşin doğrusu, her klasik bale prodüksiyonu izlediğimde, bale sanatçılarımızın yetenekleri ve teknik donanımlarının gücünden çok etkileniyor ve yıllardır AKM gibi büyük ve donanımlı bir sahneye geri kavuşamamış olmalarından dolayı üzüntü duyuyorum. Bale çok adanmışlık, büyük disiplin, yetenek ve çalışma isteyen, çok zor, çok özel bir sanat ve bunu bu kadar özveriyle, bu kadar iyi icra eden İDOB sanatçılarının çok daha iyi şeylere layık olduklarını düşünmeden edemiyorum.

KLASİK BİR KOREOGRAFİ Esere geri dönecek olursak, koreograf Yannick Boquin, Werther’in 18. YY. dünyasına çok sadık kalıp çok klasik bir koreografik yaklaşımı benimsemiş. Bu seçilen eserle uyumlu olmakla birlikte, özellikle toplu danslarda sürpriz ya da yenilik, farklılık beklentisini karşılamıyor, biraz fazla tahmin edilebilir sekanslar söz konusu, belki döne-


me sadık kalmayı elden bırakmadan, daha cesur ve yaratıcı birtakım sekanslar da eklenebilirmiş. İkili-üçlü danslarda ise daha yaratıcı bir koreografiyle karşı karşıyayız, bu da eserin odak noktasında olan aşk üçgeninin altını çizmesi açısından doğru bir yaklaşım olmuş. “Genç Werther’in Acıları” bizi 18. YY.’ın rustik Alman yaşamına, artık unutulmaya yüz tutmuş, karşılıksız aşk romantizminin naifliğine geri götürüyor. Chopin’in kırılgan müziklerini aksettiren canlı piyano, bazen bir salonda değil de bir bale sınıfında olduğumuz hissini yaratarak samimiyet duygusunu artırıyor. Edebiyat klasikleri arasında en başlarda yer alan bir eserin öyküsünü bale tüm ifade biçimi, dansın sembolizasyonu ve müziğe uyumundan ibaret olan bir sanat türü tarafından doğru ve aslına sadık bir biçimde, eserin sayfalarından taşan duygu yoğunluğunu başarıyla aksettirerek yansıtması “Genç Werther’in Acıları”nın en güçlü yönü. Özenle ve yola çıktığı romana sadık kalarak hazırlanmış, yeni ve özgün olmakla birlikte tam bir klasik bale örneği olan “Genç Werther’in Acıları” özellikle klasik bale severler tarafından kasım ayında kaçırılmaması gereken eserlerden. MS

Edebiyat klasiği bir eserin öyküsünü bale gibi, ifade biçimi, dansın sembolizasyonu ve müziğe uyumundan ibaret olan bir sanat türü tarafından doğru ve aslına sadık bir biçimde, eserin duygu yoğunluğunu başarıyla aksettirerek yansıtması “Genç Werther’in Acıları”nın en güçlü yönü.

Kadıköy Süreyya Operası (0216) 346 15 31 “Genç Werther’in Acıları”nın prömiyerinden hazırlanan video için blipleyin.

Bu karşılıksız aşk öyküsünde Genç Werther’i Melih Mertel, Charlotte’u da Deniz Zirek canlandırıyor.

67

Milliyet SANAT Kasım 2013


SAHNE SANATLARI

Gökyüzünden inen ateş SEÇKİN SELVİ seckinselvi@canyayinlari.com

“Aktör Kean” Yazan: Raymund FitzSimons, Çeviren: Sevgi Sanlı, Yöneten: Tolga Yeter, Müzik Direktörü: Alican Kargın, Kostüm: Canan Göknil, Özgün Beste: Selim Can Yalçın, Oynayan: Eraslan Sağlam.

GÜNÜMÜZÜN ekonomik koşullarında, ondan da beteri ülkemizin bugünkü sosyalsiyasal koşullarında yeni bir tiyatro açmanın tek açıklaması sevgili Haldun Taner’in ‘İki kalas, bir heves’ deyişi olabilir. O hevese bir de gençlik coşkusu, sahne tutkusu eklenince tiyatro da açılıyor, tiyatro atölyesi de. Bunun son örneği Eraslan Sağlam’ın önce oyunculuk eğitimi veren Atölye Tatavla’yı, ardından da Tiyatro Tatavla’yı kurması. Adını atölye çalışmalarının yer aldığı Kurtuluş semtinin gerçek ismi olan Tatavla’dan alan tiyatro, ilk oyununu bu sezon başında sergilemeye başladı. Raymund FitzSimons’ın yazdığı, Sevgi Sanlı’nın dilimize kazandırdığı “Aktör Kean”, Tiyatro Tatavla’nın henüz kendi salonu olmadığı için salı günleri Şişli’deki Tiyatro Karnaval salonuna, perşembe günleri de Kadıköy’deki Emek Sahnesi’ne konuk oluyor.

YÜKSELİŞ VE DÜŞÜŞ 1787 yılında doğan Edmund Kean, ilginç kişiliği ve yaşamı nedeniyle yıllar içinde çe-

Tiyatro Tatavla, iddialı bir oyunla seyircilere ‘Merhaba’ diyor: İngiliz sahnesinin hükümdarı olmayı hedefleyen ve süreç içinde bu amacına ulaşan ünlü Shakespeare yorumcusu Kean’in yaşamını aktaran “Aktör Kean” ile...

şitli yazarların ilgisini çeken bir sanatçı. Örneğin Kean’in ölümünden sonra Alexandre Dumas, “Aktör Kean” adlı oyunu, Dumas’nın yapıtından esinlenen Jean Paul Sartre da 1953’te “Kean” oyununu yazıyor. Kean’in biyografisini “Edmund Kean-Gökyüzünden İnen Ateş” adıyla yazan Raymund FitzSimons, daha sonra bu biyografiyi “Aktör Kean” adıyla sahneye uyarlıyor. Tiyatro Tatavla’nın sahnelediği tek kişilik oyun, işte bu en yeni çalışma. Oyun, İngiliz sahnesinin hükümdarı olmayı hedefleyen ve süreç içinde bu amacına ulaşan ünlü Shakespeare yorumcusu Kean’in yaşamını aktarıyor. Ama bu süreç sanıldığı kadar kolay geçmiyor. Yıllarca taşra tiyatrolarında Arlecchino rolüne çıkan ve onun rengarenk yamalı kostümü neredeyse gövdesinin ikinci derisi haline gelen Edmund Kean’in geçmişi de karışık. Evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya gelip farklı yerlerde büyüdükten sonra küçük yaşta sahneye çıkıyor ve usta bir oyuncu oluyor. Sonradan Norfolk Dükünün oğlu olduğunu, İngiltere’nin en saygın öğretim kurumlarından biri olan Eton Okulunda okuduğunu uyduruyor ve mitoman yapısı yü-

Bir oyuncu meslek yaşamı boyunca III.Richard’ı, Coriolanus’u, Hamlet’i, Shylock’u, Macbeth’i, Atinalı Timon’u başarıyla canlandırabilir kuşkusuz. Ama bütün bu karakterleri 1 saat 40 dakikalık bir sürede peş peşe oynamak pek kolay olmasa gerek. Milliyet SANAT Kasım 2013

68

Kean rolünde oyuncu Eraslan Sağlam yer alıyor.


zünden bu yalanlara kendi de inanıyor. Ne var ki, kenar köşe tiyatrolarında meteliğe kurşun attığı ve gerçek yeteneğini gösterme fırsatı bulamadığı yıllar boyunca azminden, hırsından, emellerinden hiç vazgeçmiyor. Üstelik oyunculuk konusunda, çağdaş oyunculuk anlayışının habercisi diyebileceğimiz bir görüşü de var. O dönem oyuncularının aşırı ağdalı oyunculuğunu kıyasıya eleştiriyor, doğal bir oyunculuğu savunuyor. Büyük çabalar sonunda Londra’da ilk kez 1814’te Drury Lane Tiyatrosu’nda sahneye çıkıyor ve o doğal, coşkulu, enerjik oyunculuğuyla “Venedik Taciri”ndeki Shylock’ta, ardından da “Othello”da olağanüstü bir başarı kazanıyor. Bunu Shakespeare’in diğer yapıtlarındaki ve başka yazarların oyunlarındaki başarısı ve o başarının getirdiği ün izliyor. Gelgelelim bugün çeşitli örneklerini gördüğümüz üzere yükselip de ayakları iyice yerden kesilenler gibi, o da üne kavuşunca ipin ucunu kaçırıyor, burnu büyüyor, küstahlaşıyor, özel yaşamı skandallarla doluyor, alkolik oluyor ve bütün ayakları yerden kesilenlerde olduğu gibi tepetaklak bir düşüş başlıyor.

BİR OYUNCULUK SINAVI Aktör Kean, bu rolü üstlenecek kişi için gerçekten bir oyunculuk sınavı niteliğini taşıyan bir oyun. Yazar FitzSimons, Kean’in yaşamını ve tiyatrodaki önemini oynadığı çeşitli Shakespeare oyunlarındaki rollerinden bölümleri kurgulayarak sahneye aktarmış. Bir oyuncu meslek yaşamı boyunca III.Richard’ı, Coriolanus’u, Hamlet’i, Shylock’u, Macbeth’i, Atinalı Timon’u başarıyla canlandırabilir kuşkusuz. Ama bütün bu karakterleri 1 saat 40 dakikalık bir sürede peş peşe oynamak söylendiği ya da yazıldığı kadar kolay olmasa gerek. Yaşadıkları farklı ülkeler, çeşitli çağlar ve değişik ortamlardan kaynaklanan birbirinden çok farklı yapıdaki bu altı kişi Pirandello’nun dediği gibi yazarını değil de oyuncusunu arıyor; bu arayışı da Eraslan Sağlam’ın nüanslı oyunculuğunda noktalıyor. İsmail Oğuz’un ışık düzeni, küçük dekor ve aksesuar parçalarından inandırıcı bir ortam yaratan Sibel Saka’nın dekoru, çeşitli bestelerin oyuna başarıyla eklenmesini sağlayan Alican Kargın’ın müzik tasarımı da Eraslan Sağlam’ın başarısını destekliyor. Bu özenli çalışmanın her sahnesinde, her saniyesinde, her santimetrekaresinde büyük emeği olan yönetmen Tolga Yeter’i de kutluyorum. Tiyatro Tatavla / (0212) 233 52 30

Çapulcu musun vay vay? Talimhane Tiyatrosu’nun gözünden Taksim ve Gezi günlerinin yorumu, “Taksim Meydanı Müzikali”nde. “Taksim Meydanı Müzikali” Metin ve Şarkı Sözleri: Mehmet Ergen, Müzik: Can Erdoğan Sus/ Çiğdem Erken/ Nazan Öncel/ Yiğit Özatalay, Yöneten: Mehmet Ergen, Piyanist: Ayca Daştan, Koreograf: Nebi Birgi, Dekor: Timuçin Çakaloz, Oyuncular: Mert Aydın/ Orhan Aydın/ Nebi Birgi/ Kubilay Çamlıdağ/ Ezgi Erol/ Baran Güler/ Begüm Günceler/ Defne Kasapoğlu/ Bahadır Özkoca/ Mert Şişmanlar.

GEZİ PARKI hareketi ve Olympos’tan gelen ilahi buyruk üzerine polisin müdahalesinden sonra aldığı biçimiyle Gezi Olayları, günlük yaşamımızda, düşüncelerimizde, kıvılcımlanan umutlarımızda farklılık yaratırken, sanatta da izini sürdü. Önce olayların en civcivli zamanında dört yazar ve dört oyuncunun başarıyla sahneye taşıdıkları “Gezerken” oyununu izledik. Şimdi de Talimhane Tiyatrosu, Mehmet Ergen’in yazıp yönettiği “Taksim Meydanı Müzikali” ile bugün yaşananları yarınlara belgeliyor. Mehmet Ergen, kendi yazdığı şarkı sözlerine ek olarak Nâzım Hikmet, Yiğit Özatalay, Muzaffer Sarısözen, Veli Kanık, Boğaziçi Caz Korosu, Çarşı, direnişçi tweetleri, Ekip’in sözlerini ve müziğini de katarak oluşturduğu müzikalde Taksim ve Taksim’e açılan yollardaki insanları, Gezi Parkı’ndaki olayları sahneye taşıyor. Bu insanların arasında takkeli cüppelisinden, hayat kadınına, sendikacısından (mesleği olmayıp da parası olanların kendilerine yakıştırdığı sıfatla) serbest meslek sahibine, avantacı polisten yaftacı polise, sosyete güzelinden genç eylemciye kadar her kumaştan çe-

69

Müzikalde, Gezi Parkı’nda yaşanan olaylar yer alıyor.

şitli kişiler yer alıyor. Ergen, bu kişilere rol sözleri yazmamış, o günlerin gerçek diyaloglarını, gerçek monologlarını örüp güzel bir doku yaratmış. Boş bir mekânda, oyuncuların aynı zamanda canlı müzik yaptıkları bir düzende şarkılarla, türkülerle, koreografiyle olgun bir kara mizah yaklaşımıyla gelişiyor oyun. Sahnede temsil edilenlere de, edilmeyenlere de yerinde eleştiriler var. Oyunda rol alan on sanatçı yaklaşık kırk farklı karakteri canlandırıyor. Eski kabare oyunlarını anımsatan bir düzende olayları sözle, şarkıyla yansıtırken bir yandan da dans ediyorlar. Değişik karakterler, birkaç dakikalık oyunlarla canlandırılıyor. Çoğunluğu genç olan oyuncular, farklı rollere rahatlıkla ve başarıyla uyum sağlıyor. Başta Mehmet Ergen olmak üzere, dekorundan müziğine emeği geçen herkes ve bütün oyuncular, Ahmed Arif’in dediği gibi ‘puşt zulasında’ yaşadığımız şu günlerde sanatçının namuslu ve bilinçli yaklaşımını kanıtlıyor. MS Blackout Sahnesi / (0212) 233 12 05 Milliyet SANAT Kasım 2013


SAHNE SANATLARI FOTOĞRAF: HÜSEYİN ÖZDEMİR

Kuzeye dair hakiki bir masal

Yiğit Sertdemir, İlyas Odman ve Candan Seda Balaban (soldan sağa) “Çinka” için bir araya geldi.

BAHAR ÇUHADAR bahar.cuhadar@radikal.com.tr

GÜRÜL GÜRÜL akan bir doğa, o doğanın mükemmelliğine ve hırçınlığına inatçı bir kuvvetle uyum sağlayan bölge insanı, buradan doğan bir icat becerisi, nevi şahsına münhasır bir mizah ve gündelik hayatın içinde varlığını sürdüren bir mitoloji. Cinler, periler, cadılar, şifacılar... Bir orta dünya masalından fırlamış gibi, modern hayatın çok yukarısında bir atmosferde süren yaşamlar. Fantastik bir evrenden ya da bir kurgudan değil bildiğimiz - belki de aksine o kadar da iyi bilmediğimiz - Karadeniz’den bahsediyoruz. Çinka’yı mesela, duyan var mıdır? Belki ancak ‘öz hakiki’ Doğu Karadenizliler bilecektir. Altıdan Sonra Tiyatro ve Almanya’dan Theater an der Ruhr’un ortak yapımı “Çinka” ile bu ay oyuna da adını veren bu ‘Laz orman perisi’nin ve Karadeniz coğrafyasının derinliklerine bir görsel&işitsel yolculuğa çıkacağız. Milliyet SANAT Kasım 2013

Karadeniz doğası ve bölge insanı; mitlerle örülü bir atmosferde, doğum-yaşam-ölüm hattında ve bir müzik tiyatrosu formunda sahneye taşınıyor. Altıdan Sonra Tiyatro ve Theater an der Ruhr ortak yapımı “Çinka” ay sonunda hazır.

ÖZE İNEN BİR GÖZ Altıdan Sonra Tiyatro’nun Alman ekiple evvelki buluşmalarının devamında gelişen bir fikir, “Çinka”. Bu ay itibariyle Galata’daki D22 Sahnesi’nde seyirciyi karşılayacak bir müzik tiyatrosu. Yiğit Sertdemir, Candan Seda Balaban, İlyas Odman ve Artvin, Arhavili müzisyen, müzik ve kültür araştırmacısı Birol Topaloğlu eliyle doğan bir iş. İsminin önüne sadece ‘müzisyen’i eklemenin epey eksik kalacağı bir isim olan Birol Topaloğlu, uzun yıllardır Karadeniz bölgesinin ses ve müziklerini kaydediyor. Yok olmaya yüz tutmuş yerel dil, deyişler, müziklerden oluşan geniş bir arşivi var. Ekip Topaloğlu ile tanışıklıklarını; odağına Karadeniz doğasını ve kültürünü alan, sese, müziğe ve harekete dayanan bir sözsüz oyun formunda sahneye yansıtıyor. Fitili ilk yakan isim ise Theater an der Ruhr’un dramaturgu Rolf Hemke. Oyunun yönetmenliğini üstlenen Yiğit Sertdemir, Hemke’nin dünya müziğine ve farklı bölgelerin tiyatrosuna dair bilgi ve birikiminin, bu projenin de doğuşuna ön ayak olduğunu anlatıyor. Öyle ki Hemke’nin Sertdemir’e “Birol Topaloğlu diye bir müzisyen var, bilir misin?” diye sormasıyla başlıyor her şey.

70

Ekibin, önceden tanışıyor oldukları Topaloğlu ile ilk sohbetleri Laz müziği, kültürü ve mitolojisi üzerine... Sonrasında da Karadeniz’e daha önce yaptıklarından farklı bir göz ve hisle bakmak üzere hep birlikte Arhavi’ye doğru yola çıkıyorlar. Oyunun omurgasını oluşturacak veriler de bu bir haftalık Karadeniz konaklamasında ortaya çıkıyor. Sertdemir, Balaban ve Odman burada Topaloğlu’nun rehberliğinde, bölgenin doğasına, seslerine, anlatılarına, mitlerine ve müziğine turistik/folklorik olmayan ama öze inebilecek bir gözle yaklaşarak koyuluyor işe. Laz mitolojisi üzerine yaptıkları okumalar, bölgede tanık oldukları ve dinledikleri öyküler, dokunarak, koklayarak, dinleyerek, izleyerek öğrendikleri Karadeniz doğası “Çinka”nın özünü oluşturuyor. Müzik tiyatrosu olarak tanımladıkları oyunda Karadeniz’e dair ‘hakiki bir masal’ anlatacaklar bize. Sahnede İlyas Odman ve Candan Seda Balaban ile kayıtları ve canlı performansıyla Birol Topaloğlu olacak. İlyas Odman, yapmak istediklerinin en temelde Karadeniz’e yaptıkları yolculuğun sonunda kendilerini etkileyen tarafıyla bölgeyi anlatmak olduğundan bahsediyor. Ki bu; bölgeye ve insanına dair alışılageldik ka-


ba karikatür anlatımınının zıttı bir tavır. Şöyle anlatıyor Odman: “Karadeniz’in tarihini, kültürel dokusunu anlatmak değil derdimiz. Biz neyi kurgulamak istiyoruz, dediğimizde ‘oradaki doğaya dair hareket eden bir kartpostal olarak bu işi nasıl kurgulayabiliriz’i düşündük. Bunun peşine düşmek daha keyifli geldi.”

HER AİLEDE BİR ŞİFACI Ekibi etkileyen onca şeyin içinde en öne çıkanlardan biri, bölge insanının ‘icat ve inat kuvveti.’ Odman devam ediyor: “Sürekli icat yapmak zorundalar, bunlar da doğa tarafından sürekli yok ediliyor. İnatla onları bir daha kurmak zorundalar. Kafalardaki genel Laz karakteriyle ilgili de çok şey söylüyor bu esasında. Müteahhit olmaları mesela... O karakter özelliğinin nedenini görüyorsun. Biz de bunu bir daha üretirken onu alıp direkt sahneye yansıtmayı değil, bu icat kuvvetiyle, Karadeniz malzemesiyle sahnede nasıl var olabiliriz diye düşündük. Onların doğayı dönüştürmesi gibi biz de sahnedeki malzemeyi dönüştürerek o icat ve inadı nasıl tekrar bulabiliriz... Birol Bey de bu eylemlerin ve doğanın sesi nasıl aktarılabilir üzerinden bir yapı kurdu.” Karadeniz’deki yaşam biçimini, burada kulaklarında çınlayan sonsuz çeşitlilikteki sesleri, ölüm ve doğumun iç içeliğini, bölgede süregiden doğa talanını beden-ses-müzik kullanımıyla aktarmak; temel niyet. Yolculuk boyunca dinledikleri öyküler de bölgenin içine nüfuz etmelerini sağlayan ana kılavuzlardan. Yönetmen Yiğit Sertdemir örneklerle anlatıyor: “Doğayla inanılmaz bir uyum ve mücadele içerisindeler. Doğayla ilgili sıkıntılarını, nasıl çözdüklerine dair inanılmaz hikayeler dinledik. Çoğu ‘Ben dok-

Odman, yapmak istediklerinin temelde Karadeniz’e yaptıkları yolculuğun sonunda kendilerini etkileyen tarafıyla bölgeyi anlatmak olduğundan bahsediyor. Ki bu; bölgeye ve insanına dair alışılageldik kaba karikatür anlatımınının zıddı bir tavır. tora ilk defa hamileyken gittim,’ diyor. Çünkü her ailede bir şifacı var. Kızılağacın en tepesindeki yaprağı alıp onunla neler yaptıklarına dair saatlerce örnekler dinledik. Alabalık yavrularını zeytinyağına koyuyorlar, eriyor. Üç-dört ay sonra tamamen yok oluyor ve bir ağrıyı, romatizmayı dindiren merheme dönüşüyor...” Peki Çinka tam olarak neyin nesi? Ekibin Karadenizlilerden, bizim de onlardan dinlediğimiz Çinka, ağaç formunda bir tür yaratık olarak tanımlanıyor. Bölge insanının hayatında varlığını sürdüren, inanılan ama üzerine o kadar da çok konuşmak istemedikleri Çinka; malı mülkü, değirmenleri koruduğuna inanılan bir korku figürü. Daha çok su kenarlarında yaşıyor. Oburi ve Cozu da diğer mitsel figürler. Uzaktan kulağa masalsı bir tını veren bu figürler; ormanla, nehirle, toprakla iç içe yaşayan Doğu Karadeniz insanının koruyucuları. Onları yabanilerden, yabancılardan, zarardan ziyandan uzak tutan ‘yaratıklar’.

HİÇ SUSMAYAN SU SESİ Candan Seda Balaban, “Biraz ayrı bir yaşam şekli evlerin birbirinden uzak olması nedeniyle ve herkes kendi korku figürünü, kendi hayal gücüne göre üretmiş. Mesela Çinka’nın nasıl gözüktüğüyle ilgili detay yok ama nerelerde olduğu, neler yaptığıyla ilgili benzer şeyler var. Su kenarlarında, değirmenlerde yaşadığı gibi...” diye anlatıyor, Çinka’yı.

Bu orman cini, oyuna adını verdiği gibi sahne üzerinde de varlık gösterecek. Oyunun aktarıcıları İlyas Odman ve Candan Seda Balaban bedenleri ve seslerinin yanı sıra bölgeye özgü doğal objelerle (sepet, çan, dal...) bize bir Karadeniz öyküsü anlatacaklar. Doğanın ölümü, dilin karşı karşıya olduğu yok olma tehlikesi de sahnede yaratılacak atmosferin içinde çıkacak seyircinin karşısına. Balaban ekliyor: “Bu işin müzikli tiyatro olması da bana çok önemli geliyor. Karadeniz’de sesler çok ön planda. Sadece bu seslerin yok olması bile bir şeylerin ölmesi anlamına geliyor. Bu oyunun içindeki ses tasarımı da anlatılanlarla birlikte bizim için önemli.” Yiğit Sertdemir ise “Niyetimiz kartpostal diye tarif ettiğimiz, sahnede formlar, gölgeler üzerine bir masal anlatmak,” diyor: “Çinka hem mitolojiyi hem gerçeküstüyü barındırıyor ama bir yandan da nedenselliği çok gerçek. Duygusu korku; tedirgin edici bir havası var. Hayata dair olanı barındırıyor.” Oyunun sözsüz formunu ise şöyle özetliyor: “Bu ‘Dertsiz Oyun’dan beri devam ettirmek istediğimiz bir şey. Sözsüz olanla, eylemlerle, eldeki malzemeyle bir oyun kurmak, masalsılığı aktarımcının kendi bedeniyle, aksesuarıyla aktarması.” ‘Çinka’ ile tanışmak için 20 Kasım’ı bekliyoruz. Karadeniz’in olağanüstü öykülerine ve atmosferine İstanbul, Galata’da bir sahneden başımızı uzatmak üzere... MS

Birol Topaloğlu: “Oyunun Lazcaya da katkısı olacak” Oyunun müzikleri Birol Topaloğlu’na emanet.

● “Çinka”da arşivinizden ne tür kayıtlar yansıyacak sahneye? 20 yıldır doğduğum toprakların seslerini, ezgilerini kaydediyorum. İnsana, doğaya dair her sesi kaydetmeye çalıştım. Yaşlı kadınerkek sesleri, hayvanlar, dereler, deniz ve rüzgar... Maalesef hem geleneksel sesler, ezgiler hem doğa sesleri hızla kayboluyor. ● Sahnede hangi enstrümanları çalacaksınız? Tulum, kemençe ve Gürcistan’daki Megrel-Lazların kullandığı çonguriyi çalacağım. Üflemeliler de

71

düşünüyorum. ● “Çinka”dan sizin beklentiniz ne, bir Karadenizli olarak? Yaşadığım coğrafyanın kültürünü en iyi yansıtabilecek projelerden biri. Günümüzde Karadeniz’e dair yapılan birçok iş turistik, yüzeysel kalıyor. Ciddi proje çok az üretililiyor. Bu durum, projedeki tek Karadenizli Laz olarak bana ayrıca sorumluluk getiriyor. Lazca yok olma tehdidi altında. “Çinka” hareket, ses, görsel ağırlıklı ama konuşma dili Lazca. Oyunun Lazca’ya katkısı olacağı için ayrıca heyecanlanıyorum.

Milliyet SANAT Kasım 2013



Yeni dönem, eski ustalar Necati Cumalı’nın ilk kez 1961’de Kent Oyuncuları tarafından oynanan “Nalınlar”ı, yeni ve taze bir yorumla Ankara Devlet Tiyatrosu’nda.

Volkan Benli oyunda, köy kadınlarını koro gibi kullanıyor.

ATİLA SAV milsanat@milliyet.com.tr

ANKARA DEVLET TİYATROSU dokuz sahnede birden perdelerini ekim başında açtı. Dokuz sahneden yalnız birinde çeviri oyun var: “Hayvan Çiftliği”. Bütün sahnelerde Türk yazarlarının oyunları oynanıyor. Altındağ Tiyatrosu yarım yüzyıl önce yazılmış olduğu halde tazeliğini yitirmeyen bir oyunla açtı perdesini (perde de yok ya, sözün gelişi.) Ozan, roman, öykü ve oyun yazarı Necati Cumalı’nın “Nalınlar”ı ilk kez 1961-62 döneminde Kent Oyuncuları’nın yorumuyla sahneye çıkmıştı. O zaman Çine ağzıyla oynanmıştı. Yıldız Kenter’in Döndü Bacı’sını unutamadım. Elli yıl sonra “Nalınlar”ı genç kuşağın yorumcuları işliyor. Mutluluk veren bir çalışma. Cumalı oyununu değerlendirirken şöyle diyor: “Halkımızın yaşayışında özgün tiyatro öğeleri var. Kurgusu, olayları, kişileri onlardan seçtim.” Cumalı, Urla’da ve İzmir’de avukatlık yaptığı süreden edindiği deneyimlerle bütünleştirmiş bu öğeleri. Kız kaçırma ve sevdiğine kaçma davalarında görmüş ki, toplum kız evladı bir mal, bir meta gibi görüyor. Satılabilir. Bir de sosyal yaptırımı var: Töre. Neden sevgililer birbirine kaçma zorunda bırakılsın? ‘Başlık parası’ hala yaşıyor. Hâlâ onların miras hakkı gaspedilebiliyor.” Cumalı, halkımızın eleştirdiği bu anlayışı kanlı bir dram gibi değil de iyimser ve gülümsetici bir ‘biçim’de işlemiş. Bunu da şöyle açıklıyor: “Yabancı ustaların kullandığı yöntemlere baktım. Fellini, Ingmar Bergman, Satyajit Ray kendi ülkelerinden getir-

dikleri renkleri başarıyla sunuyor. Ben de onlar gibi yaptım. Halkımızın yaşayışında özgün tiyatro öğeleri var. Elden geldiğince yalın gidiş gelişler, gündelik konuşmalar ve davranışlarla işledim oyunu. Müzikle, pantomimle zenginleştirmek de yorumcunun işi. ‘Yalın, duru ve lirik bir oyun’ yazmaya çalıştığını söylüyor özetle.

KOMEDİ GÜNCELE GETİRİLMİŞ Altındağ Tiyatrosu’nda Volkan Benli oyunu sahneye koymuş. Cumalı ile Altındağ seyircisini buluşturan bir uygulama. Kız kaçırmanın yorumu için ‘nalınlar’a bakılırmış. Yan yana mı, birbirinden uzak mı? Yan yana ise kız kendi gönlünce kaçmış demek. On sekizini geçmiş kıza kim karışabilir? Yazar kişilendirmede de ekonomik davranmış. Yedi oyun kişisi yeter. Yazarın anlatımı da ekonomik. Kısa tümceciklerle anlatıyor derdini, oyun kişileri. Volkan Benli, köy kadınlarını da koro gibi kullanıyor. Renkli giysileri, şarkıları ile eğlenceli bir koro. Köylü araçları da -tabanca hariç- bir görüntü ve ses öğesi oluyor. Havanlar, bulgur dövme tokmakları, tırpanlar, ses ve hareket bütünlüğünü yerelleştiriyor, canlandırıyor. Cumalı’nın önermediği - zamanında olmadığı için - ses aygıtları da verimli ve yararlı oluyor. İlk oynanışında yönetmen Mahir Canova, Ulvi Cemal Erkin’in “Köçekçe”sini destek müziği olarak seçmişti. Bu kez Nedim Yıldız’ın müziğiyle oyun bir ‘Anadolu müzikali’ oluyor. Sevimli, tanıdık ve oyunun akışına uygun bir müzik. (0312) 316 5902 M. Volkan Benli “Nalınlar”ı yorumlar-

73

LAR” “NALIN tmen: alı Yöne m u C ti a c e dim Yazan: N üzik: Ne Benli M n a ekor: lk D o M. V eniz Alp ograf: D re an o d n K a ız C si: Yıld ktem Giy y ta A Güven Ö n ti ık: Çe Günay Iş osu. ğ Tiyatr a d ın Alt

Kız kaçırmanın yorumu için ‘nalınlar’a bakılırmış. Yan yana mı, birbirinden uzak mı? Yan yana ise kız kendi gönlünce kaçmış demek. On sekizini geçmiş kıza kim karışabilir? ken bugünkü toplumsal oluşumlara da koşutluk sağlamış. Komediyi güncele getirmiş. Oynanışın başarısı, sanatçıların ‘tipleme’deki başarısı ile orantılı. Özellikle Aysun Işımer (Döndü), Çağdaş Serter (Seher), Rengin Samurçay (Esma) ile kadınlar korosunun uyuşumu çok hoş. Ersin Ayhan (Muhtar), Ötüken Hürmüzlü(Osman Yavaş), Hüseyin Baylan (Ömer) ile Serkan Ekşioğlu (Ali) da kadroyu tamamlıyor. Altındağ seyircisi ile bir hafta sonu matinesinde “Nalınlar”ı seyretmek ayrı bir zevk. Seyirci de alkışları ve kahkahaları ile oyuna katılıyor. Sahne-salon ilişkisini ve iletişimini renklendirip seslendiriyor. MS Altındağ Tiyatrosu / (0312) 316 59 02 Milliyet SANAT Kasım 2012


SAHNE SANATLARI

Operamız telif kıskacında Türk operası, temel sanatsal sorunları aşıp günümüzde özel önem kazanan uluslararası telif sorununa takılmış görünüyor. Ünlü bestecilerin eser haklarını ellerinde tutan şirketler, üçüncü dünya ülkesi olarak gördükleri Türkiye’de sahnelenen eserlerin her temsili için fahiş fiyatlar istiyor.

KEMAL KÜÇÜK kemalkucuk@ttmail.com

DENİZİ GEÇİP derede boğulmak buna denir! Avrupalı’nın 350 yılda geliştirdiği opera sanatını, 60 yılda uluslararası festivallerde temsil yapacak kadar ‘iyi öğrenen’ Türk operası, temel sanatsal sorunları aşıp günümüzde özel önem kazanan uluslararası telif sorununa takılmış görünüyor. Bu, özellikle 20. YY’da üretilmiş eserlerin sahnelenmesini iyice kısıtlıyor; zaten yaklaşık 40 eser içinde dönüp duran repertuvarın gelişmesini de engelliyor. Çare: Para... Ama konu bu kadar basit değil! Ünlü bestecilerin eser haklarını ellerinde tutan şirketler, üçüncü dünya ülkesi olarak gördükleri Türkiye’de sahnelenen eserlerin her temsili için fahiş fiyatlar istiyor. Onların bu çifte standart anlayışını kabul etmek, peşinen kazıklanmak demek! Devlet Opera ve Balesi ile bu şirketler arasında yapılan görüşmeler, ne yazık ki bu çifte standardı henüz ortadan kaldıramamış görünüyor. DOB yıllık programa aldığı bazı eserleri sahnelemekten bu nedenle vazgeçti, gişe yapan bazı eserlerin temsil sayısını azalttı. Nino Rota’nın “Hasır Şapka” adlı komik operası, ünlü bestecinin anıldığı 2011 yılında programa alınmasına karşın telif ücreti nedeniyle İstanbul Devlet Operası’nda aynı yıl oynanamadı. Eseri ancak bu yıl izleyebileceğiz. Verdi yılı nedeniyle programa alınan “Il Corsaro” operası ise yüksek telif ücreti talebi nedeniyle programdan çıkarıldı. Milliyet SANAT Kasım 2013

LİBRETTO ENGELİ İzmir Devlet Operası’nda sahnelenen Puccini’nin “Turandot” operası ise seyircinin büyük ilgisine karşın sadece libretto telifi yüzünden ancak 5 temsil oynanabildi. En büyük sorun ise “Carmen” operasında yaşandı. Bizet’nin ünlü eseri “Carmen”, zaman aşımı nedeniyle besteci telif hakkı olmamasına karşın, orkestra düzenlemesi, yaşayan önemli bestecilerden Shedrin tarafından yeniden yapılmış olduğu için büyük bir mali sorun yarattı. Skorsky firması eserin sahnelenmesinden sonra, 9 kez sahnelenen eserin her temsili için 3 bin 600 Euro talep etti ve DOB’u mahkemeye verdi. Mahkeme, bilirkişinin belirlediği ücretin de üzerinde, Skorsky’nin talebinin üç katına kadar, yani 10 bin Euro’nun üzerinde bir ücretin ödenmesine karar verdi. Bu toplamda 100 bin Euro’yu geçen bir rakam! Ancak Yargıtay mahkemenin bu kararını ücretin yüksek belirlenmesi gerekçesiyle bozdu, yeniden ödenecek ücret belirlenecek. Geçmişte sahnelenen eserlerin telif ücretleri için DOB Genel Müdürü Rengim Gökmen hakkında Skorsky firmasının açtığı ceza davası da devam ediyor. DOB’un en büyük sorunu, yabancı firmaların ve özellikle Skorsky’nin, geçmişe yönelik istediği yüksek ve çelişkili telif ücretleri. Haçaturyan’ın “Spartaküs” balesi ve bir başka bale eserinde kullanılan Şostakoviç’in “Piyano Konçertosu” için, temsil başına yine 3 bin 600 Euro isteyen Skorsky’nin, aynı eserin Bilkent Senfoni Orkestrası konserinde seslendirilmesi karşılığında 760 Euro istediği biliniyor. Bunun

74

nedeni sorulduğunda, “Siz prodüksiyon yapıyorsunuz, sahne eseri olarak kullandınız,” yanıtı veriliyor. DOB Genel Müdürü Rengim Gökmen, “Ben Portekiz’de Şostakoviç’in Piyano Koçertosu’nun seslendirildiği konseri yönettim. Orkestra yetkililerine, bunun telifi için ne kadar ödediklerini sordum. Hiç para ödemediklerini söylediler. Yani Avrupa’da çalınınca çoğunlukla görmezden gelip. Türkiye’de rayicin bile üstünde rakamlar istiyorlar. Ben telif ücretini çok önemsiyorum ve ilk defa telif komisyonunu kurdum. Yerli bestecilerimize dahi, gişe performansına göre değil, eserin niteliğine göre besteciyi koruyacak ve yaşatacak rakamları verebilmek için telif ödüyoruz. Ama Türkiye’nin bu konuda adı çıkmış diye, tutturabildiğine yüksek ücretleri yabancı firmalara ödemek, doğru değil. Pazarlığa açık firmalar bize çifte standart uyguluyor. Bunu kabul etmek yerine şimdilik eser seçiminde daha dikkatli oluyoruz,” diyor.


İzmir Devlet Operası’nda sahnelenen Puccini’nin “Turandot” operası seyircinin büyük ilgisine karşın sadece libretto telifi yüzünden ancak 5 temsil oynanabildi.

Telif için 1 milyon lira önerdi ise, bu öneri bakanlıktan 550 bin lira olarak onaylanıp gelebiliyor! Yani, sanatsal bir iş için, dünyada gelişen trendleri sanat kurumunun iyi izlemesi yetmiyor, bunu Maliye Bakanlığı yetkililerine de anlatabilmek gerekiyor.

Peki telif ücreti konusunda geçmişte yapılan dikkatsizliklere karşın DOB artık yeterli bütçeyi ayırıyor mu? Rakamlara bakarsak evet... Devlet Opera ve Balesi’nin 2013 bütçesi, yaklaşık 200 milyon lira. Telif bütçesi ise, kurumun ‘yıllık yatırım bütçesi’ içinde yer alıyor. Bu yıl bu iş için 500 bin lira ayrılmış.

REPERTUVAR NASIL GELİŞİR? DOB kendisine verilen yıllık bütçesini, kendi içinde planladıktan sonra onay için Maliye Bakanlığı’na yolluyor. Örneğin telif için 1 milyon lira önerdi ise, bu öneri bakanlıktan 550 bin lira olarak onaylanıp gelebiliyor! Yani, sanatsal bir iş için, dünyada gelişen trendleri, sanat kurumunun iyi izlemesi yetmiyor, bunu Maliye Bakanlığı yetkililerine de anlatabilmek gerekiyor. Yani, son yıllarda özellikle Avrupa Birliği’nin

75

standartlarına uyum adına, birçok alanda yapılan uyum çalışmalarında, sanatçının korunması için hayati olan telif konusuna da büyük önem vermek ve dikkatli olmak gerekiyor. Ama bu, eser haklarını elinde bulunduran firmaların da iyi niyetli yaklaşımına bağlı. Düşünün ki yaşayan en önemli bestecilerden Rodion Şedrin eserlerinin haklarını Skorsky’den alarak Schott Music’e vermiş. 1990’dan önce yazdığı eserlerinin hakları halen Skorsky’de olduğu için, DOB’un “Carmen” davasında bile kendi eseri için bir indirim yapılmasına sıcak bakmasına karşın bir şey yapamıyor. Böyle bir ortamda, operamızın repertuvarının gelişmesi ve çağdaş eserlere de yer verilebilmesi, iyi ilişkiler kurulacak yabancı müzik şirketlerinin iyi niyeti, opera yöneticilerinin dikkati ve opera bütçesini belirleyen bürokratların sanatsal bilincine bağlı. MS Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR

“Otoportre” adlı eserinde renklerin soyutluğu, geometrik unsurlar kendini belli ediyor.

Sergideki diğer eserleri görmek için blipleyin.

Resmi yaşayan sabırlı bir derviş Sanat yaşamının 75. yılındaki Naile Akıncı’nın, Kızıltoprak Sanat Galerisi’ndeki sergisinde sanatçının, 1998 - 2013 yılları arasındaki eserleri yer alıyor. Milliyet SANAT Kasım 2013

76


“Otoportre” Naile Akıncı’nın hocası Zeki Kocamemi’nin ifadesiyle “Resim yapmak icat etmek demektir. Taklit etmek değil.” Akıncı’nın resimlerinde hocasının etkisi belki en rahat figürlerinde gözlemlenir. Resim imgesine dönüştürdüğü modeli titizce işleyerek, kendince zaruri olan mükemmelliği arar. Bu süreçte resmin kendisi resim yapma sürecini yönlendiriyor. Çerçevesinden çıkıp, özgürleşmek üzere hareket eder. Renklerin soyutluğu, geometrik unsurlar “Otoportre”de kendini iyiden iyiye belli ediyor. Sanatçı tıpkı peyzajlarında olduğu gibi burada da izleyende farklı duyguları uyandırmayı hedefliyor. İçinde bulunduğumuz yıla tarihlenen bu otoportresiyle Akıncı, her defasında kendini estetik açıdan diri tutup, kendi kendini aşmaya çalıştığını bir kez daha kanıtlıyor bizlere.

EVRİM ŞENER evrimsener@gmail.com

BİR ÖMRE ne kadar şey sığdırabiliriz? Mesela dünyanın tüm güzel koylarında uyanıp, okumak istediğimiz her kitabı okumaya, her ne işle meşgulsek o alanda hatırı sayılır bir ün sahibi olmaya, bir aile kurmaya, bir keçi kadar kıvrak olup yalçın tepeleri tırmanıp eşsiz günbatımlarının/doğumlarının tadını çıkarmaya ve şu an buraya yazılabilecek daha birçok şeyi yapmaya bir ömür yeter mi? Saydıklarımın her birinin gerçekleşmesi bizi karşı konulmaz bir zafer duygusuyla baş başa bırakmaz mı? Naile Akıncı ile tanışmam bana bir ömre neleri sığdırabileceğimiz sorusunu düşündürtürken, bir de yanıt verdi. Akıncı koca bir ömre sayısız hayat sığdırıp, hepsinin de hakkını verip, zafer duygusunu sayısız kez tatmış. Tam da bu özelliğiyle ama en çok yılmaz, sabırlı ve çalışkan kimliğiyle pek çok sanatçı adayına, hayata atılan herkese örnek oluşturacak nitelikte bir sanatçı. Kendi deyişiyle resim ona ‘kendini aşma olanağı’nı vermiş. Aynı zamanda da dinmez bir yaşama arzusu. Akıncı’nın 1998 - 2013 yılları arasındaki on beş yıllık süreçte ürettiği yapıtları görmek için 2-30 Kasım arasında Kızıltoprak Sanat Galerisi’ni ziyaret edebilirsiniz. Dilerseniz Naile Akıncı’nın yaşadığı dünyaya ve kendine bakışını sergideki bazı resimlerin izleğinde değerlendirelim.

Akıncı’nın resimleri izleyene ayrılığı, hüznü ve yalnızlığı taşıyor.

“Bebek Sırtları” Naile Akıncı’nın resimlerinde başrol İstanbul’un. Bebek semti de bu sahnede en önemli öznelerden biri. Onun resimlerini belli bir bakış açısının dışavurumu olarak değerlendirirsek, bundan en çok nasibini alan yerlerden biri Bebek. Akıncı, sürekli gözlemlediği doğanın ya da temanın kendisinde oluşturduğu imgeyi devamlı geliştirir. Bu sayede geleneksel manzara resmini yapı bozuma uğratır. Resminde doğa her tür tonlarıyla salınsa

77

da, sanatçı ona sadık kalmak zorunda hissetmez kendini. Kıpkırmızı bir nehir masmavi bir tepe karşılayabilir izleyiciyi. Bebek’i resmederken de aynı tavrı sürdürür. Doğayı değil, onun özünü ortaya çıkarma peşindedir. Aynı yerin çeşitlemelerini gerçekleştirerek, kendini yinelemenin karşısında durur. Bunun neticesinde diğer semt çeşitlemeleri gibi Bebek resimleri de sanat tarihinde benzerine az rastlanır bir örnek teşkil eder.

Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR

“Küçükkuyu” Akıncı resimlerinde nostaljik bir arayış içinde değil. Ancak resimleri izleyene ayrılığı, hüznü ve yalnızlığı taşıyor. Belki yoğun olarak kullandığı kırmızı ve sarı renklerden... Belki Küçükkuyu resminde neredeyse olmayan gökyüzünün yarattığı klostrofobik atmosfer nedeniyle... Çizgisel yapının sağlamlığına eşlik eden kompozisyon şeması hemen her resminde olduğu gibi burada da göze çarpmakta, gerçek görüntünün içinde saklı duran şematik yapının kavranmasına dikkati çekmekte. Ancak sanatçı manzaraya kendine has teknik dokunuşlarda bulunarak, etrafından soyutlayarak onu sanki hayal ürünü bir hale büründürmek ister. Onu içinde bulunduğu zamansal ve mekansal düzlemden söküp alarak zihinlere bambaşka bir nesneymişçesine mıhlar. Bir ânı geniş bir zamana yayar ve onu dondurur. Zamanı kendi döngüsüne hapseder, geçmişi ve geleceğiyle tek bir ânın içine yoğuşturur.

Akıncı, resimlerinde doğayı değil, onun özünü ortaya çıkarma peşindedir.

Naile Akıncı yılmaz, sabırlı ve çalışkan kimliğiyle pek çok sanatçı adayına, hayata atılan herkese örnek oluşturacak nitelikte bir sanatçı. Kendi deyişiyle resim ona ‘kendini aşma olanağı’nı vermiş. Aynı zamanda da dinmez bir yaşama arzusu.

“Eyüp”

Sanatçı en çok Eyüp ve Haliç’i görselleştiren peyzajlarıyla bilinir. Milliyet SANAT Kasım 2013

78

Eyüp çeşitlemeleri, sanatçının yaşamında önemli bir yer tutar. Sanatçı en çok Eyüp ve Haliç’i görselleştiren peyzajlarıyla bilinir. 60 yıldır resmettiği Eyüp’ü belgesel nitelikte olmayan dokunuşlarla, kendi kurgusuna bağlı değişikliklerle tuvale kaydeder. Öyleyken bile bölgenin siluetini kayıt altına almakta, görselleştirmektedir. Ancak bunu yaparken tekrara düşmez, resme tarihsel ve dinsel hislerle yaklaşmaz. Sanatçı duyarlılığını ön plana taşıyıp tuvale aktardığına kendi imgeleminden bambaşka bir ruh katar. Dolayısıyla bir semt, bir bölge onun resminde bambaşka bir hayat sahnesine dönüşür, adeta cisimleşir. Akıncı için konu, daima bir hareket noktası olarak kaldı. Bu hareket noktalarından belki en önemlisi de Eyüp semti. MS Kızıltoprak Sanat Galerisi / Bitiş Tarihi: 30 Kasım/ (0216) 418 38 06



PLASTİK SANATLAR

Seksi bir fuarın var mı? AYŞEGÜL SÖNMEZ sanatatak@gmail.com

Çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul, 7-10 Kasım tarihlerinde sanatseverleri İstanbul Lütfi Kırdar Uluslararası Kongre ve Sergi Sarayı ile İstanbul Kongre Merkezi’nde buluşturuyor. Fuar, bu sene 650 sanatçı, 3 bin eser, 22 ülkeden 95 çağdaş sanat galerisi ağırlıyor. Marlborough Gallery’den Manolo Valdes’in “Retrato con traje blanco” adlı eseri (solda). C.A.M Galeri’den Bruno Walpoth’un, “Tania II”i (altta).

20. YY.’IN yaşayan en önemli sanat eleştirmenlerinden, efsanevi İtalyan isim Achille Bonita Oliva, geçtiğimiz yıl sanatatak.com’a verdiği söyleşisinde önemli bir tespitte bulunuyordu. Ünlü eleştirmen kısa ismiyle ABO, fuarların bienallerden daha seksi, daha canlı olduğunu iddia ediyor, Milliyet SANAT Kasım 2013

şöyle diyordu: “ İsviçre’de Basel’de iki büyük fuar var. Orada estetik ve ekonomik değerleri doğrulama şansı doğuyor. Genç bir kitle var. Özgünleşmiş bir kitle var ki bunlar da koleksiyoncular... Herkesle küresel bir randevumuz oluyor. Fuarlar, bienallerden daha seksi, daha canlı. Karşı-

80


Alan İstanbul’dan Murat Pulat’ın “Do C Note” eseri.

Fuarlar artık bienaller gibi... Daha doğrusu keşfe açık, taze olabiliyorlar. Sıcak bir pazarı andırırken bir yandan sizi bir müzedeymişcesine rahat ettirmenin peşine düşmüş hızlı ve dinamik yapılar... Üstelik bienal sanatçısı deyişinin de geçmiş yüzyıla ait olduğunu hatırlatmakta fayda var. laşabileceğimiz daha fazla sürpriz var...” Sanatın seksi olup olmaması gerektiği başlı başına tartışılması gereken bir konu... Hele sanatın çağdaş olanını pazarlarken galericilerin en çok kullandığı sıfatın seksi olduğunu düşünürsek... Sanatın seksi olma gerekliliğini değil de tam tersini iddia etmemiz makul olacaktır.

BİENAL SANATÇISI Lakin Oliva’ya fuarların seksi değil de canlı oldukları konusunda hak vermemek imkansız. Fuarlar artık bienaller gibi... Daha doğrusu keşfe açık ve taze olabiliyorlar. Sıcak bir pazarı andırırken bir yandan sizi bir müzedeymişcesine rahat ettirmenin peşine düşmüş hızlı ve dinamik yapılar.

Üstelik bienal sanatçısı deyişinin de geçmiş yüzyıla ait olduğunu hatırlatmakta fayda var. Artık bienal sanatçısı, fuar sanatçısı, müzayede sanatçısı diye bir ayrım yapmaya imkan yok. Sanatçılar her birinde kusursuzca yüzmenin yollarını bulmak zorunda kaldı. Sanat dünyası havuzlarını öyle yarattı çünkü. Onları bunların içine balıklama atlamak zorunda bıraktı. İstanbul da bir fuar kenti olmak yolunda adımlar atıyor. Bu adımları kimi zaman düşünerek kimi zaman koşarak atıyor üstelik.

YÜZLERCE ESER Contemporary İstanbul, sekizinci kez yürüyeceği bu yolda bu sene 650 sanatçı, 3

81

Aksiyon ustası fuarda Viyana Aksiyonizmi’nin kurucularından Hermann Nitsch (1938), 66. Boya Aksiyonu’nu (Malakt; Painting Performance), 8. Contemporary İstanbul’da 500 m2’lik bir alanda fuar boyunca sergileyecek. Nitsch, öğrencilik yıllarında geliştirdiği Orgien Mysterien Theater projesinden bu yana, beş duyuya birden hitap eden sanat eserleri “sahneliyor”. Nitsch bugüne dek ilkini 1962 yılında Viyana’da, sonuncusunu ise geçtiğimiz Haziran ayında Leipzig’te meydana getirdiği 138 Aksiyon ve yine ilkini 1960 yılında Viyana’da, sonuncusunu ise ağustos ayında Prinzendorf’ta sahnelediği 65 Boya Aksiyonu gerçekleştirdi.

Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR

‘Yeni Ufuklar’da konuğumuz Rusya Belki de Cİ’nin en güçlü tarafı her yıl odaklandığı ‘Yeni Ufuklar’ bölümü... Bu ‘Yeni Ufuklar’ sayesinde İstanbul’a yeni merkezler, çağdaş sanatta yeni ilgi alanları açabilme imkanı yaratıyor. Bu yıl komşu olarak Rusya seçildi. ‘Yeni Ufuklar’ bölümü, Rusya’dan galerilere, sanatçılara, küratörlere, sanat eleştirmenlerine ve koleksiyonerlere ayrıldı. Contemporary İstanbul’a Rusya’dan katılım gösterecek yedi galerinin yanı sıra, sanatçılar, küratörler, yayınlar, sanat eleştirmenleri ve koleksiyonerler gelecek. ‘Yeni Ufuklar’ kapsamında 8. Contemporary İstanbul’a katılacak galeriler ise; Marina Gisich, Anna Nova Gallery, Blue Square Gallery, Galerie Iragui, Pop/off/art, Art.re.Flex Gallery, Al Gallery olacak.

GEP’den Ansel Kiefer’in “Ararat”ı.

Hangi sanatı fişe takalım? Contemporary İstanbul’un sekizinci yılında en büyük yeniliği ‘Plug-in İstanbul Yeni Medya Fuarı’. Video, yeni medya ve genel anlamda dijital sanatın bütün tarzlarına adanmış ‘Plugin İstanbul’; ses ve ışık enstalasyonları, etkileşimli ve jeneratif sanat işleri, iç mekan mapping projeleri ve robotik tasarımları bin m2’lik bir alanda buluşturuyor. Fuar yetkilileri son 10 yılda sanat dünyasının yükselen yıldızı olan dijital sanat, demokratik yapısı ve hayal gücüne daha hızlı ve kolay hitap edebilme yeteneği ile kendine sağlam bir yer edindiğine karar vermiş. Sanat, tasarım ve teknolojiyi birbirine yaklaştırmayı amaçlayan ‘Plugin İstanbul’, galerileri, tasarım, mimari stüdyolarını, bu alanlarda çalışan yazılım ve teknoloji firmalarını projenin içine çekmeyi arzulamış. Dijital sanat örneklerini bir araya getirmenin yanında izleyicilerin bütün duyularına hitap eden ve onları şaşırtan bir proje yaratmayı amaçlıyorlar.

Milliyet SANAT Kasım 2013

Galerie Edition’dan Andreas Lutherer’in “Marcel” adlı çalışması.

bin eser, 21 ülkeden 92 çağdaş sanat galerisi ile beraber 70 binden fazla ziyaretçiyi ağırlamayı hedefliyor. Ana sponsorluğunu Akbank Private Banking, ortak sponsorluğunu Zorlu Center ve Yıldız Holding, özel proje sponsorluğunu ise uluslararası petrol ve doğalgaz şirketi OMV’nin üstlendiği 8. Contemporary

82

İstanbul’da sergilenen eserlerin yüzde ellisi Balkanlar, Kuzey Afrika, Doğu Akdeniz bölgelerinden yüzde 50’si ise Avrupa ve Amerika kıtasından seçki halinde sanatseverlere sunulacak. Fuar bundan üç yıl öncesine kadar uluslararası olmamakla, yabancı galerilere yer vermemekle eleştiriliyordu. Son üç yıldır bu


Viyana kapılarında Contemporary İstanbul’un yeni proje sponsoru OMV’nin sponsorluğunda gerçekleşen özel proje “Diyalog: Viyana’dan Sanat” çerçevesinde Avusturyalı çağdaş sanatçıların eserleri sergilenecek. Katılacak sanatçıların seçimi, çeşitli sanat alanlarında uzman on farklı küratör tarafından yapıldı. Küratörlerin her biri, seçimlerini bir tanınmış sanatçı ile bir gelecek vaat eden genç sanatçı adayı yönünde kullandı. Bu sergi, sergilenecek eserler ve izleyici arasında bir diyalog kurmakla kalmayıp, çağdaş Avusturya sanatına, taze bir bakış açısıyla bakmamızı sağlamak için iyi bir fırsat olabilir. Jakob Lena Knebl, Brigitte Kowanz, Hans Scheirl, Constantin Luser, Gabriele Edlbauer, Rudolf Polanzsky, Rita Nowak, “Diyalog: Viyana’dan Sanat” kapsamında eserleri görülebilecek sanatçıların arasında yer alıyor. Pg Art Gallery’den Kemal Tufan’ın “Bulut Kafes I” başlıklı eseri.

özelliğini yıkma çabasında olduğu gözleniyor. Özellikle bu yıl bienal sırasında gerçekleşen Art International İstanbul fuarındaki iyi yabancı galeri katılımından sonra gözler Cİ’deki (Contemporary İstanbul) yabancı sayısı kadar yabancı galerilerin niteliğine de çevrilmişken. Bu yıl Cİ’ye Marlborough Gallery, New York; Galerie Lelong, Paris; Andipa Gallery, London; Opera Gallery, Cenova; Galeria Filomena Soares, Lizbon; Galeria Javier Lopez, Madrid; Senda Gallery, İspanya; Michael Schultz, Almanya; Klaus Steinmetz, Kosta Rika katılıyorlar.

İSTANBUL SANAT HAFTASI Fuarlara, yabancı ve yerli galerici kelle hesabı yapmadan bakmayı bir alışkanlık haline getirmek gerekiyor. Önemli olan yabancı galerinin sayısı yerine sergiledikleri işlerinin niteliği çünkü. Öte yandan bildik ve çok ünlü galerilerin yanı sıra genç sanatçılar keşfetmenin uygun olduğu galerilerin de fuarda yer alması gerekliliği... Cİ’nin bu anlamda işi güç. Hem yerli ga-

lericiler tarafından sevilmek hem de yabancı galerileri kendine çekmek güç çünkü... Seçim yapması, buna göre karar vermesi ve politika geliştirmesi gerekiyor. Fakat fuarların bir şehre kazandırdığı pek çok şey var. Bunlardan sanırım en önemlisi Oliva’nın da altını çizdiği hareket... Fuar süresi, İstanbul sanat haftası ilan ediliyor. Bu tüm şehirde bir hafta sürecek olan sanat haftası, sanat müzeleri, kurumlar ve galerileri içeren katılımcılarıyla sergi açılışları, rehberli geziler, sanatçı konuşmaları ve panellerden oluşan bir program sunuyor. Projenin ikinci yılında, İstanbul’da yerleşik galeriler, İKSV, İstanbul Modern, Sabancı Müzesi, Pera Müzesi, Proje 4L Elgiz Müzesi, SALT ve daha birçok sanat kurumu, sanat inisiyatifleri ve Avrupa ülkelerinin kültür merkezlerinin etkinlikleri ortak bir yapı demek... Yani fuarda başlayan hareketin bir şekilde bütün şehre, sanat dünyasına sızması... Çatlaklar yaratması... Bu çatlakların güçlü yanıtlara, güçlü başka yapılara evrilmesi demek. Cİ’de bunu yaratacak mı hep birlikte izleyip göreceğiz. MS

83

Konumuz: Yeni Medya Cİ Dialogues, her yıl olduğu gibi bu yıl da konu olarak kendine ‘Yeni Medya, yeni teknolojiler ve sanat’ı seçmiş. ‘Sanatın geleceği, geleceğin sanatı’ üzerine bir tartışma platformu oluşturmayı hedeflemiş. Dünyadan yeni medya koleksiyonerleri, sanatçıları, küratörleri ve konusunda uzman kişilerin katılacağı program fuar süresince, Contemporary İstanbul fuar alanında, Lütfi Kırdar Kongre Merkezi’nde gerçekleştirilecek. Medya Fuarı Unpainted Direktörü Annette Doms, Loop Art Fair komitesi üyeleri ve Yeni Medya koleksiyonerleri Isabel & JeanConrad L’emaitre fuar konuşmacıları arasında.

Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR

New York’ta gerçeküstü bir sanatçı

Magritte New York’taki MoMA’da devam eden “Magritte: The Mystery of the Ordinary, 1926-1938” sergisi, sürrealist ressam Rene Magritte’in 80’den fazla eserini bir araya getiriyor. Ressamın tanınmış resimlerine yer veren sergi, Magritte’i yakından tanımak için kaçırılmayacak bir fırsat.

Magritte’in 1927’de resmettiği “The Menaced Assassin” adlı eseri.

HUO RF huohuorf@gmail.com

Magritte 1928’de “The Lovers” adlı birkaç eser yaptı. Bu eser onlardan biri. Eserde aşkın gözü kör etmesi ve âşıkların birbirlerine teslim oluşları anlatılıyor. Milliyet SANAT Kasım 2013

84


ADINI HERKESİN BİLDİĞİ, çoğu kişinin görmek veya yaşamak istediği New York... Üzerinde her milletten, farklı coğrafyalardan insan yaşıyor. Şehir sakinleri ve yerel yönetimi estetiğe ve doğaya özel bir önem gösteriyor. Mesela bir yapının onarımı için bina dışına kurulan iskele, bina dışında bulunan ağacın konumuna göre şekilleniyor. Yaşadığım şehir İstanbul’da karşılaştığım ağaç kesimlerinden sonra gözüme batan ilk durum bu oldu. Şehirdeki bu estetiğin arkasında müzelerin dolaylı yoldan etkisi olduğunu düşü-

nüyorum. New York müzelerin rağbet gördüğü bir şehir. Müzelerin ücretsiz olduğu günler kapılarda kuyruk görmek olağan bir durum. New York’un ev sahipliği yaptığı müzelerde sanat tarihinde yer alan akımları belirleyen sanatçıları ve çalışmaları yer alıyor. 24 Eylül Salı günü Magritte’in yapılan en geniş kapsamlı sergilerinden biri olan “Magritte: The Mystery of the Ordinary, 1926-1938” (“Magritte: Sıradanın Gizemi, 1926-1938”) için gözde müzelerden Museum Of Modern Art kısa adıyla MoMA’daydım. Aynı dönemde

85

müzede “American Modern Hopper to O’Keeffe” gibi önemli bir süreli sergi daha yer alıyordu. Müzenin bir uygulamasına göre açılan yeni süreli sergileri belirli bir zamana kadar sadece müze üyeleri ve müze üyelerinin yakınları gezebiliyordu. Bu uygulama eleştirilebilir, örneğin müzeye üye olmasaydım veya üye olan bir tanıdığım olmasaydı şehirde bulunduğum tarihlerde sergiyi görememiş ve kaçırmış olacaktım. Neyse ki üye bir arkadaşımın ayrıcalığından yararlanarak sergiyi gezme fırsatı yakaladım. Müzenin planı izlenim Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR Sanatçının “Bu Bir Pipo Değildir” adıyla bilinen “The Treachery of Images” eseri de sergide yer alıyor. “Bir resme verilecek en iyi ad şiirsel olandır,” diyen Magritte, bu eseri için, “İsmine bu bir pipodur desem yalan olurdu,” demişti.

Meşhur tasarım mağazası

Magritte’in en ünlü eserlerinden “The False Mirror” tablosu 1928 tarihli. Tabloda Magritte, “Gözler ruhun aynasıdır,” deyişine gönderme yapıyor.

açısından düşünüldüğünde rahat ve kolay bir haritaya sahipti. Sergi müzenin en üst katında yer alıyordu. Sergi mekânına girmeden hemen önce sanatçının atölye ve resim yapım aşamalarının olduğu, sanatçı hakkında bilgilerin yer aldığı yazılı, aynı zamanda görselli bir duvar bulunuyordu. Sergi sanatçının profesyonel sanat hayatının en önemli döneminde ürettiklerini, yani 1926-1938 yılları arasındaki yapıtlarını içeriyordu. Sergide sanatçıya ait toplam 80 adet resim, kolaj, fotoğraf, nesne, desen ve dergi bulunuyordu. Eserler, MoMA’nın kendi koleksiyonu dahil olmak Milliyet SANAT Kasım 2013

üzere dünyanın birçok köşesinden getirilmişti.

BELÇİKA’DAN PARİS’E Belçika doğumlu Magritte, profesyonel sanat hayatına da burada başladı. Ardından 1938’de gerçeküstücülük akımının doğduğu yere, Paris’e gitti. Bir çoğumuz bu simgelerle dolu, içerisinde derin anlamların gizlendiği akımı Salvador Dali ile hatırlarız ki akımın en önemli avangart sanatçılarındandır. Magritte ise daha çok yapıtları, daha minimal olan tarzı ve tavrı ile belirginleşiyor. Gerçeküstücülük tarih

86

Sergiyi tamamladıktan sonra, sergi alanının karşısında yer alan müze mağazasının bir bölümünü gezebilirsiniz.. MoMA içerisinde müzeye bağlı , müze girişinde büyük bir mağaza bulunuyor. Müzenin birde ayrı tasarım mağazası var (tasarım mağazası müzenin hemen karşında ). Sergi katında yer alan satış reyonunda Rene Magritte eserlerinin görsellerinden tasarlanmış farklı ürünler bulunuyor. Tabak, bardak, mıknatıs, kartpostal, not defteri ve çanta gibi ürünler... Tavsiyem sergi MoMA’nın hazırladığı kitaptan edinmeniz. Detayları momastore.com adresinden öğrenebilirsiniz. Kitabın fiyatı 50 dolar, bir de özel ciltli seçeneği yer alıyor...

ve coğrafya olarak Birinci ve İkinci dünya Savaşı arasında Avrupa’da doğuyor. Gerçeküstü, gerçek dışı değil, gerçeğin insanda yaratmış olduğu izdüşümü anlamında kullanılıyor. Akım, şair Andre Breton’un 1924’te yazdığı “Sürrealizm Manifestosu” ile tanınıyor. MoMA’daki sergi “The Encounter” isimli eser ile başlıyor. Magritte resimlerinde birbirinin benzeri olan görüntüleri yan yana veya arkalı önlü görmek sık karşılaşılan bir durum. “The Encounter” resminde de aynı tavrı perdelerle arkalı önlü yansıttığını görüyoruz. Ön tarafta satrançtaki piyon taşını ve aynı za-


1936 tarihli “Perspicacity” isimli eser, aslında Rene Magritte’in bir otoportresi. Sanatçı eserde ressamın sanat eseri üretirken izlediği yolu anlatıyor. Bunun için de, kendisini, yumurtaya bakan ancak onu değil, içinden çıkan kuşu resmeden bir ressam olarak gösteriyor.

Sergideki diğer eserleri görmek için blipleyin.

Sergi sanatçının profesyonel sanat hayatının en önemli döneminde ürettiği yapıtlarını içeriyor. Eserler, MoMA’nın kendi koleksiyonu dahil olmak üzere dünyanın birçok köşesinden getirilmiş. manda kadın vücudunu andıran geometrik bir form görüyoruz. Hemen arkasında ise bu formların aynılarının eklenen yeni bir lekeyle öndeki kopyalarını izlediğini seyrediyoruz. Sanatçının bu yansıtmaları ikilem gibi algılanabilir. İdeal ve plastik bir form var ortada. Bu formlar ise aynı plastiğe sahip olmalarına rağmen farklı yükler veya anlamlar taşıyor. Gerçeküstü akım içinde semboller arasında kaybolmanız mümkün, size yardım eden bir rehberiniz olsa dahi sanatçı ve gösterdikleri arasında kendi hissiyatınız beliriyor birden. Üzeri yer yer bir ahşaba dönüşen kadının yer aldığı “Decouverte Discovery “, “The Lovers”ı izleyerek ünlü eserleri bir bir geçiyoruz. Ardından “Bu Bir Pipo Değildir” adı ile tanınan tablo “The Treachery of Images”in önünde buluyorum kendimi. Rene Magritte’in usta bir yağlıboya tekniği var. Sanatçının kullandığı figürler gerçekçi ama aynı zamanda bir deformasyona sahip. İzleyicide, bu eserlerle temas etmek veya çalışmanın dibine kadar sokulup gözlem yaparak fırça akışı arasında kaybolmak isteği uyanıyor. Magritte güçlü bir şiirsellik var. “Celes-

tial Perfections” isimli çalışmasında dört adet birbirinden farklı boyutlarda tual görüyoruz, bu bir gökyüzü ve bulut manzarası. Bu bulutları ve gökyüzünü birbirinden ayıran ise; çerçeveler. Bu bulutlar ve sanatçının boyası karşısında zaman geçirmemek elde değil. Resim de kullanılan tonlar hem teknik hem de verdiği duygu açısından muazzam. ”The Human Condition” isimli bir diğer Magritte eseri de bu bağlamda aynı hassasiyeti içeriyor diye düşünüyorum. Karşımızda bir odanın manzarası var, bu manzara içerisinde manzarayı tamamlayan bir tablo olduğunu fark ediyoruz. Sanatçının şövalesi ve tuvalinin kenarı, manzara ve yapıtı birbirinden ayıran tek unsur. Serginin sonlarına doğru Magritte’in mesajları, tekniği, bedenleri, bulutları ve kadrajları akıldan çıkmayacak şekilde izleyicide iz bırakıyor. Kişisel fikrim şu ki, gezdiğimiz her sergi, gördüğümüz her gerçek sanat nesnesi dünyayı veya bizi net bir şekilde değiştirmeyebilir. Fakat bu eserler, içimizdeki estetik ve beğeniyi daha iyi noktalara taşıyan etmenlerdir. MS MoMA/Bitiş tarihi: 12 Ocak 2014/ www.moma.org

87

Şehrin kaçış alanı MoMA MoMA’nın kuruluş tarihi 7 Kasım 1929. Müze, şehir merkezinde bir lokasyona sahip, bölge olarak Manhattan da yer alıyor. İş kuleleri ve dev yapılar arasında kendi geniş sanat alanını yaratmış. Şehir ve yaşayanlar açısından çok önemli ve iyi bir kaçış alanı. MoMA özel bir müze. Özellikle yaptığı süreli sergiler ve kalıcı koleksiyonu ile dikkat çekiyor. Müze koleksiyonunda yer alan Jackson Pollock, Van Gogh, Andy Warhol ve özellikle Monet eserleri için yapılan özel oda önü neredeyse hiç boş kalmıyor. Bahçede yer alan havuzu, ağaçları ve heykelleri ise seyre doyum olmuyor. Heykellerin çevrelediği, bahçe ortasında yer alan havuzu izleyiciler dilek havuzu olarak kullanıyor.

Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR

73 yaşındaki Vari “Basbayağı klasik bir sanatçıyım ve bunu elde etmek çok zamanımı aldı,” diyor.

“Geometri biçime kudret sağlıyor” Son çalışmalarının da aralarında olduğu 27 heykel ve 32 resmi Türkiye’de ilk kez sergilenen Sophia Vari’nin sergisi Pera Müzesi’nde

FOTOĞRAFLAR: HÜSEYİN ÖZDEMİR

EVRİM ALTUĞ evrimaltug@gmail.com

“RESİM BİR YANILSAMADIR, göz aldatmacasıdır: Ben dokunmak istedim, hacim istedim. Eserin etrafında çepeçevre dönebilmeyi, mekânda ona biçim vermeyi, yarattığım şeyin gerçekten var olduğunu hissetmeyi istedim.” Bu sözlerin sahibi, dünyaca tanınmış sanatçı Fernando Botero’nun meslektaşı ve hayat arkadaşı Sophia Vari, bronz, heykel ve gümüş gibi malzemelerden yaptığı 27 heykeli ve farklı tekniklerdeki 32 resmi ile, 19 Ocak’a değin Pera Müzesi’nde ziyaretçilerini bekliyor. Bu, Vari’nin Türkiye’deki ilk kişisel sergisi olmasıyla da değerlenen bir etkinlik. Suna, İnan ve İpek Kıraç’ın öncülüğü, Özalp Birol’un idaresindeki Pera Müzesi, sergideki heykelleri üç boyutlu olarak tecrübe etmemizi sağlayacak etkileşimli bir internet sergisi deneyimi için de kolları sıvamış bulunuyor. Diğer yandan, tıpkı bu müzenin duruşu gibi, Avrupa’nın klasik zarafetini hem kişiliğinde, hem duruşunda ve hem de heykellerinde görebileceğimiz, eserlerindeki çalışkanlık ve merak duygusuyla adeta ‘İsviçre çakısı’ gibi sağlam ve çok yönlü biri, Sophia Vari. Kıdemli sanat eleştirmeni Marcel Paquet’e bakılırsa, Vari’nin “... belirli bir Milliyet SANAT Kasım 2013

zaman dilimi ya da belli bir mekâna sığdırılması güç bir şekilde kendilerini zamansız olarak belirleyen eserlerinin haptik (‘haptô’ eyleminden: dokunuyorum) bir bakışla dokunma isteği yarattığı” ifade ediliyor. Bu minvalde sergide özellikle sanatçının “Görünmeze Giden Yol” adlı 2013 tarihli epoksi işi ile, yine bu yıl ürettiği “Ele Verilen Biçim” adlı çalışmasını, ya da “Sessizlik” veya “Doğum” gibi daha önceki yıllara ait işlerini es geçmemenizi, mümkünse güvenliği atlatarak dokunmanızı (!) öneriyoruz. Hal böyle dokunaklı iken, Vari’yle Pera Müzesi’nin iki katına yayılan, Marisa Oporesa ve Maria Topal küratörlüğünde iki senede hazırlanan sergisi üzerine konuştuğumuzda ise, yapıtlarının sırrının, taşıdıkları çalışkanlık izleri ve değişim ruhunda gizli olduğunu keşfediyoruz. ● Yapıtlarınızla karşı karşıya kalınca insanda çocukça bir merak duygusu uyanıyor ve bu düğümlerle, bu sorularla nasıl başa çıkacağımızı bilemiyoruz. Bilmiyorum, bu yorum sizin için önem taşıyor mu? Merak duygusu ihtiva eden her şeyden hoşlanan biriyim. Bu yüzden bir sanatçı olarak daha fazlasını öğrenebilmek için ben de meraktan yararlanıyorum. Bu bir ilgi alanı. ● Yapıtlarınıza hakim olan geometrik formların anlamı, içerdikleri evrensel

88

2000 tarihli “Tersine” isimli heykel Vari’nin tanınmış çalışmalarından.


ni Soyut sanat be r özgür bırakıyo

ikinci katındaki t ikili renkli soyu söz edebilir heykellerinizden misiniz? ssam olarak Kariyerime bir re heykele a nr so a başladım. Dah heykelden if at ür fig de geçtiysem sa t yu nata uzaklaştım ve so su bundaki en ru oğ yöneldim. D , soyut sanatın önemli gerekçem adına daha n beni kompozisyo . 20 yıl du ol ı as özgür bırakm tan sonra, ık pt ya el yk he a boyunc m. Kolajlar dı an in e rengi özlediğim lerimde renkten yapmaya ve resim aya başladım. yeniden faydalanm ele geçtiğimde yk he Yine, buradan etmeyi tercih ise ona rengi ilave Akropol’deki ettim. Bilirsiniz, iyle renkliydi. kt va heykeller de ngi seçmekteki Benim burada re e rengin kattığı im niyetim ise, işler duygusu ile hareket ve ritim oldu. Bu bir ti ek ef lik belirgin , tavır gibi gelse de r bakıma barok bi ğı ttı ra ya k rengin iki renk kullanara lik duygusunu da sin ke ve ri et geom mamalıyız. ut un buna katmayı da siyahın da Burada beyazın bariz bir netlik heykelin işlevine lunuyor. Eğer bu ri katan vazifele zerken bir tanesi yaptığım işleri ge yer eder de, geri bile belleğinizde , burada bir ka ki da dönüp “Bir meraklanacak mesele var,” diye e düşeni yapmış olursanız, üzerim sayılırım. ● Serginin

ölçütlerden mi ileri geliyor? Bana kalırsa geometri, biçimleri temizleyerek onlara kudret sağlıyor. Ama bu geometrinin duyarsız bir unsur olduğu anlamını da taşımıyor. Hatta bu konuda tanınmış bir İtalyan eleştirmen, yapıtlarımın ‘insancıl geometri’ içerdiğini söylemişti. Bunda bir hakikat payı görüyorum. Bana kalırsa sanatta geometrinin vazgeçilmez bir yeri var. ● Çalışmalarınız, bir araya gelince de tıpkı binalar veya insanlar gibi belli durumlara yönelik, neredeyse mimari bir sunum içerisine girebiliyor. Benim kompozisyonlara dair tutkuya yakın bir ilgim var. Diğer bir ilgim de klasik müzikal notalar. Bir müziğe nota katmanız gibi, ilk ikisi nasıl üçüncüyü inşa ederse, nasıl bir melodi ortaya çıkarırsa, ben de öyle, topyekûn klasik bir pratiğin içine giriyorum.

Sanatçının 2012 tarihli “Caucasia” adlı eseri.

“Eğer yaptığım işleri gezerken, geri dönüp, ‘Bir dakika, burada bir mesele var,’ diye meraklanacak olursanız, üzerime düşeni yapmış sayılırım.” Elbette güncel üretim içindeyim ama, sanatın kendi içinde bir süreklilik arz ettiğini ve devamlı herhangi bir şeye bağlı kalmanın zorunlu olmadığını düşünüyorum. Kişinin, sanatta tıpkı büyük bir ırmak gibi yaptığını sürdürmesinden yanayım. Bu uğurda ortaya konan tekniğe ise, ister resim, isterse heykel veya başka bir tür olsun, saygım sonsuzdur. Sürekli tüketilmeye müsait olduğumuz şu zamanlarda, ancak tekniğin imkanlarını kullanarak kalıcılığı sağlayabiliriz zira. ● Peki ürettiğiniz biçimler ne düzeyde kendi içlerine kapanık olabilirler? İçe kapanıklık durumları hem var, ama hem de yok diyebilirim. Gençken sanata bakarsınız ve bir fırsatınız olduğunu düşünürsünüz. Bu bende de böyle oldu. Birçok ülkeyi ve bunlardaki sanatı, elimdeki fırsatı değerlendirmek suretiyle görme imkanım oldu. Bilinç dışı bir tutumla, İtalya’dan Fransa ve Meksika’ya pek çok kültürü özümsedim. Ama bu özümseme esnasında, bilerek bilmeyerek zaten kendi tarzımın da tohumlarını atmış durumdaydım. Tarzım ortaya çıktıkça, daha aktarımcı, belirgin, güçlü ve kendini daha iyi ifade eder bir duruma eriştiysem bile, bu hiçbir zaman yine değişmeyece-

89

ğim anlamına gelmedi. Yeni şeylere, değişime ne kadar açık olduysam, kendimdeki evrime de o kadar izin verdim. Evrimin, her zaman yapageldiğimiz şeyi daha iyiye, güçlüye götürmeye çalışmak olduğunu düşünürüm. ● Mükemmel olmadığınızı biliyor olmak, size esin kaynağıydı. Tarzınızın bilincine hangi dönemde vardınız? Kesinlikle. Tıpkı bu güzel Pera Müzesi’nde yapıtlarımı mükemmel bir düzenlemeyle gördüğüm andaki gibi. Şu anda burada tüm yapıtlarımı gördüğüm zaman bile, yarın döneceğim stüdyomda ne yapacağımı merak ediyorum. Örneğin bana kendi tarzımı oluşturduğumu ne zaman fark ettiğimi sordunuz. Bu anlamda ben ne bir yerleştirme ne de happening sanatçısıyım. Ben basbayağı klasik bir sanatçıyım ve bunu elde etmek çok uzun zamanımı aldı. Bu meyanda inandığım değerlerden biri de süreklilik oldu, sürekliliğin ilerlemeyi oluşturduğunu düşündüm. Sanatımda armoni, kompozisyon ve teknikte kalite yapıta her daim güzellik katan unsurlar oldu. Hep elimden gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. MS Pera Müzesi/ Bitiş tarihi: 19 Ocak 2014/ (0212) 334 99 00 Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR

Mühendisliği sanatla buluşturdu “Duvarı Gıdıklayan Makine”adlı eser.

Ali Miharbi, “Ruhun Mekanik İşleyişi Üzerine” başlıklı ilk kişisel sergisini açtı. Elektrik ve bilgisayar mühendisi olan sanatçı, sergide birbirinden ilginç mekanik eserlere yer veriyor.

Ali Miharbi, elektronik ve bilgisayar mühendisliğinin yanında sanat ve resim de okudu.

Sanatçının 2011 tarihli “Nabız” adlı eseri. ELİF EKİNCİ eelifekinci@gmail.com

PİLOT GALERİ, şu sıralar genç çağdaş sanatçı Ali Miharbi’nin “Ruhun Mekanik İşleyişi Üzerine” isimli ilk kişisel sergisine ev sahipliği yapıyor. Ali Miharbi ismini daha önce birkaç karma sergide görmüş olabilirsiniz. Örneğin, 2007 tarihli işi “Delegasyon” ile zihninizde yer etmiş olabilir. Hatırlamayanlar için “Eigenvekil”, ekrana bakarken, bilgisayarın işlediği istatistiksel veriler sayesinde, TBMM milletvekillerinin fotoğraflarından hesaplanan özelliklerin, kendi görüntünüz üzerinde bir ‘yansımasını’ gördüğünüz; politik temsile odaklanan bir işti. Ya da 2011 tarihli “Seance”ını hatırlıyor olabilirsiniz Miharbi’nin. Hani duvara monte edilen, üzerinde birtakım kelimelerin yer aldığı pistonlar ve o kelimelerin İstanbul’dan atılan herhangi bir tweet’te geçtiği anda pistoMilliyet SANAT Kasım 2013

90


nun duvara/ yere/ borulara -nereye bağlıysa oraya- vurarak çeşitli sesler çıkardığı iş. Henüz tanımayanlar için kısaca tanıtarak başlayalım. Ali Miharbi 1976, İstanbul doğumlu. “Genç çağdaş sanatçı diyebiliriz o zaman,” diyoruz. “Bazen 40’a kadar uzatıyorlar genç sanatçılığı, olabilir, hayır demem,” diyor gülerek. Sorduğum ilk sorulardan biri soyisminin ne anlama geldiği. Soyadı kanunu çıktığında büyük dedesi orijinal bir soyadı ararken daha büyük dedelerden birinin (İbrahim’in) ismini ters çevirmiş ve Miharbi’yi soyismi olarak belirlemiş. Takma isim ya da Farsça zanneden çok oluyormuş.

MÜHENDİSLİK VE SANAT Ali Miharbi, liseden mezun olduktan sonra, mühendislik eğitimi almak için ABD’ye gitmiş. “Alman Lisesi mezunu olduğum için İngilizcem kötüydü ama orada bir şekilde elektronik ve bilgisayar mühendisliğinin yanında sanat ve resim de okudum. Bu burada yapamayacağım bir şeydi,” diyor. Tabii bu durum Miharbi’de epey bir kafa karışıklığına yol açmış. İki farklı disiplinin arasında yitip gitmemiş ama Miharbi. Kavramsal sanata olan ilgisini ve teknolojik bilgisini birleştirip yeni bir yol açmış kendine: Yeni medya sanatı. “2000’de mezun olduğumda yeni medya ABD’de bir sanat pratiği olarak yeni yeni konuşulmaya başlanmıştı,” diyor Ali Miharbi. O yeni gelişen ortam içinde bir sene geçirdikten sonra İstanbul’a dönmüş ve aile şirketinde mühendislik yapmış bir süre. “Ne güzel anlatıyordunuz, nereden çıktı şimdi İstanbul’a dönüp mühendislik yapmak?” diyorum. Şöyle cevap veriyor Miharbi: “İstanbul’u çok gençken terk etmiştim ve buradan kaçma/ uzaklaşma fikri doğru gelmiyordu. Bilmediğim, tanımadığım bir yerden kaçmak man-

“Delegations” adlı eser.

“Teknolojiye eleştirel yaklaşan işler yapıyor Ali Miharbi. ‘Teknoloji dilinin hayata nasıl nüfuz ettiğini görüyordum, bu noktaları yakaladıkça o yol bana daha da kısaldı,’ diyor.” tıksızdı. Bir de özlem vardı tabii. Döndüm.” Daha sonra kısa bir askerlik arası... Ankara’da tankçı olarak tamamlamış askerliğini Ali Miharbi. Tankın çok karmaşık bir şey olduğunu düşündükleri için bilgisayar mühendisiyim deyince tankçı yapmışlar onu. Öyle diyor gülerek... Miharbi’nin kafa karışıklığı, askerlik dönüşü de tam gaz devam etmiş. Öyle anlaşılıyor anlattıklarından. “Nasıl aştınız peki bu dönemi?” diye soruyorum; hemen ardından da “Ya da aştınız mı?” diye ekliyorum. “Aslında yaptığım işler buna bağlanabilir,” diyor: “Yıllarca mühendislik okumuş biri neden mühendislik yapmaz, bunu arıyorum aslında. Beni buraya iten gücü sorguluyorum.” Teknolojiye eleştirel yaklaşan işler yapıyor Ali Miharbi. Bunun, işin çok içinde olduğu için, kendiliğinden gelen bir şey olduğunu söylüyor: “Teknoloji dilinin hayata nasıl nüfuz ettiğini görüyordum, bu noktaları yakaladıkça o yol bana daha da kısaldı.”

GÜNCELDEN EVRENSELE Daha önce güncel/ politik olaylara değinse de daha soyut, daha evrensel konulara da atlayabilen bir tarzı var Ali Miharbi’nin. Pilot’taki sergisi için de böyle söyleyebiliriz. İlgi çekici bir iş de duvarlarla ilgili. “Dünyadaki sınırlardan şehirlerin içine kadar, çağa çok ters gibi gözüken bir duvar yapma merakı var. ABD-Meksika sınırında, Ortadoğu’da hatta Belfast’ta mezhepleri ayıran duvarlar var. Hâlâ, daha çoğu yapılıyor,” diyor Miharbi. Bu noktadan hareketle, dünyadan bazı duvarların örneklerini küçültüp birleştirip iki metre boyunda bir labirent yapmış. Sergideki işlerden bir başkası, kendi satın alınışının hareketleriyle vücuda gelen bir heykel. Şöyle anlatıyor bu işi Miharbi: “Bir online 3D baskı sitesinden mouse’la satın alma menüsüne ilerliyorum. O sırada mouse hareketlerimi kaydediyor. Yazdığım program onu üç boyutlu bir harekete çeviriyor. Sonucunda ortaya çıkan şeyi siteye yükleyip satın alıyorum.” Bir başka iş ise, internet sansürüne gönderme içeriyor. “Devletin internete televizyon mantığıyla bakması ve bunun internetin yapısına tamamen aykırı bir durum olması bana çok ironik geliyor,” diyor Ali Miharbi bu işi anlatırken. Metine dayalı işleri de var Ali Miharbi’nin. Son altı ayın Anadolu Ajansı haberlerindeki metinleri toplayıp, birbiriyle yan

91

yana gelme olasılığı bulunan kelimelerden oluşturduğu beyaz üzerine siyah metin baskı mesela. Okurken iki üç kelimenin uyumlu bir şekilde bir araya getirildiğini görüp sanki mantıklı bir metin okuyacakmışsınız hissi verse de gittikçe absürd/ sürreal bir hal alıyor. Anadolu Ajansı’nın bilinçakışı gibi... Yani bu sergide makineler var. Görünürde insan yok. Ama aslında tamamen insan üzerine. Dijital sanat, genel anlamda üretilişinde bilgisayarın aktif rol aldığı sanat olarak tanımlanıyor. Ancak onun da fraksiyonları var; örneğin politik eylemle, aktivizmle karışık tasarım yapanlar var, galeri ortamında tamamen estetiğe yönelenler var, çağdaş sanatla daha yakın ilişkili olanlar var. Bunların bir kısmı kendi sanat tarihini yaratmış durumda. Kimi internetle birlikte artık bambaşka bir tarih başladı diyor, kimi artık kategorize etmek çok manasız diyor. Peki Ali Miharbi hangi noktada duruyor? “Ben teknoloji dili ile ilgilenen güncel sanat diye tanımlıyorum yaptığım işi, “Benim yaptıklarımı ayıran şu” diyor: “Ben teknolojiyi kullanmıyorum, onun diliyle oynuyor, onu genişletiyor, başka yerlere sürüklüyorum.” “Türkiye dijital sanatın neresinde, nasıl bir rekabet ortamı var?” diye soruyoruz Miharbi’ye. Şöyle cevaplıyor: “Dijital sanata ilgi son yıllarda git gide artıyor. Henüz bir rekabet ortamı yok bu alanda. Herkesin başka bir yaklaşımı, başka dertleri var.” Peki dijital sanatın artıları eksileri neler? “Zorluğundan başlayayım,” diye giriyor söze Miharbi: “İnteraktif işler çok eğlenceli oluyor. Bazen izleyici teknolojiden etkileniyor ve bu esas işi arka plana atıyor. Teknoloji fuarı izlemeye gelmiş hissi yaratma riski var. Biraz da o yüzden karmaşık işlerden uzak duruyorum.” Miharbi bu sergide de bu tip karmaşık işlerden uzak durmuş. Merak ettiğimiz bir başka nokta ise dijital sanatın koleksiyonerlerin ilgisini çekip çekmediği. Sanatçı: “Yazılım koleksiyonu yapan çok az kişi var çünkü koleksiyonerler bozulabilecek bir alet almakta daha temkinli davranıyor,” diyor. Ali Miharbi’nin işlerini kelimelere dökmek oldukça zor aslında. Ben de burada becerebildim mi emin değilim. İyisi mi siz Pilot Galeri’ye uğrayıp Miharbi’nin işlerini kendi gözlerinizle görün. MS Pilot Galeri/ Bitiş Tarihi: 28 Aralık/ (0212) 245 55 05 Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR

Sanatçının “Gölbaşından” adlı tablosu.

Eşref Üren’in eserlerindeki doğa sevgisi, yaşama sevincini körüklüyor.

İMREN ERŞEN milsanat@milliyet.com.tr

TÜRK RESMİNİN renk ve ışık ustasıydı Eşref Üren. Sadece ve sadece resim yapmak için yaşamış bir sanatçıydı. Alçakgönüllü, gösterişten uzak yaşamına karşın, dirençli, disiplinli ve çalışkan bir kişiliği vardı. Onun tablolarını görenler, yaşama sevincini körükleyen bir doğa sevgisi hisseder. Eşref Üren, “Sabahları ilk işim gökyüzüne bakmaktır,” derdi. Tablolarında da gökyüzünü ve sabahları yansıtırdı. “Tarla” tablosuna bakalım örneğin. Bir peyzaj resmi bu; resmin yüzeyi ilk bakışta enlemesine ikiye bölünmüş görünüyor. Gökyüzü ve yeryüzünü ufuk çizgisi ayırıyor. Sonuçta, tüm resim yüzeyi farklı büyüklükte üç kısma ayrılarak basit bir kompozisyon oluşturulmuş. Boyanın tonu ve sürülüşündeki tat, resmin her yerini aydınlatmış. Tarlaların yeşil rengi, Milliyet SANAT Kasım 2013

Saraylarda büyümüş bir ressamın öyküsü 1984’te vefat eden ressam Eşref Üren’in 65 yıllık sanat yaşamına sığdırdığı eserleri, kapsamlı bir retrospektif sergiyle ağırlanıyor. Sergide sanatçının farklı dönemlerinden 100’den fazla eserine yer veriliyor. hem en önde figürlerin etrafında, hem açık mor tarla içinde, hem de gökyüzünde bulutlar arasında gezinip duruyor. Figürler ise doğa içinde küçücük görünüyor, tablonun bütünü ışık içinde ve sanki üç renkle boyanmış bir Anadolu yazmasına benziyor.

143 ESER YER ALIYOR Kibele Sanat Galerisi, 30 Kasım’a dek Üren’in 143 eserini ağırlıyor. 1984’te kaybettiğimiz sanatçının 65 yıllık sanat yaşamına sığdırdığı eserleri, kapsamlı bir retrospektif sergiyle galeride yer alıyor. Sergide yer alan “Tarla”, aslında Üren’in sanatının önemli örneklerinden biri. Sergide özellikle sanatçının müzelerde sergilenmeyen, koleksiyonlarda bulunan eserlerine yer veriliyor. Eserler sergileniş tarihlerine göre kro-

92

nolojik bir sırayla izleyiciyi karşılıyor. En eski eser, 1935 tarihli sanatçının eşi Melahat Üren’in portresi. Daha sonra sanatçının 1938-1939 yılları arasında Paris’te yaptığı eserler geliyor. Sonrasında ise 1984 yılına dek yaptığı peyzaj ve çiçek resimleri sergileniyor. Desenler hariç sergideki eserlerin hepsi yağlı boya tablolar. Sergi genel olarak Eşref Üren’in portre, peyzaj ve natürmort çalışmalarından oluşuyor. Peyzajlarında bozkır, baharlar, kar peyzajları, parklar, bulvarlar bulunuyor. Açık havanın yeryüzü ile gökyüzünün Üren’e yaşattığı tüm güzellikler eserlerinde yer alıyor. Natürmortlarında kır çiçeklerinin her çeşidi var. Portreler ise son dönemine kadar çeşitli tarihleri içeriyor. Son dönem resimlerinde pek çok otoportre görüyoruz.


Eşref Üren, “Sabahları ilk işim gökyüzüne bakmaktır,” derdi. Tablolarında da gökyüzünü ve sabahları yansıtırdı.

Üren’in sıkça gittiği parkı resmettiği 1954 tarihli “Kurtuluş’tan”resmi (üstte). “Kurtuluş Parkı” adlı resim (altta).

Sanatç ının “T arla” a gökyüz dlı tablo ünü ve su, bir sab ahı yan sıtıyor.

liğe başladı. Bu yıllarda Milliyet gazetesi’nde çeşitli deneme ve eleştirileri yayımlandı. Yıllarca kolejlerde ve liselerde öğretmenlik yaptı. 1962’de bir süreliğine eşiyle tekrar Paris’e giden Üren, eşi Melahat Üren’i 1969’da kaybetti. Yaşamının son yıllarını Ankara’da ve bol bol resmettiği Kurtuluş Parkı’nda geçiren Üren’in yaşamı tamamen resme adanmıştı.

GÜÇLÜ BİR DİRENCİ VARDI OKULA ALINMADI Eşref Üren 87 yıllık yaşamının tam 65 yılını sanata adadı. Osmanlı Sarayı’na yakın bir aileden geliyordu Eşref Üren. Babası, Sultan II. Abdülhamit’in süt kardeşi İsmet Bey’in oğlu, Galatasaray Muhafızı Fehim Paşa, annesi ise Çerkez asıllı Gevheristan Hanımefendi... 1897 doğumlu Üren’in çocukluğu, saray ve konaklarda geçse de sonraki yıllarında bu kadar şanslı olmadı. Babası, Abdülhamit’le olan dostluğu dolayısıyla 1908’de Bursa’da öldürülen Üren’in annesi yeniden evlendi ve iki çocuğu daha oldu. Bu esnada Bursa ve İstanbul’da eğitimini sürdüren Üren ise, 1910’lu yılların so-

nunda İbrahim Çallı’yla tanıştı ve resme başladı. Kesintili, gelgitlerle dolu ve karmakarışık bir okul hayatı yaşadı. 1921’de Sanayi-i Nefise Mektebi’ne (bugünkü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi) yaşı büyük olduğundan misafir öğrenci olarak kabul edildi. Ancak maddi imkansızlıklar sebebiyle buradaki eğitimine iki yıl ara verdi. Daha sonra 1925’te resmen Sanayi-i Nefise Mektebi’ne kaydoldu. 1928’de bir resminin satılmasından kazandığı parayla, Paris’e gitti ve burada Andre Lhote ile çalıştı. Ancak maddi sıkıntılar yüzünden Paris macerası sadece bir yıl süren Üren, 1930 yılında Erzurum’da Öğretmen Okulu’nda öğretmen-

93

“Resim sanatının bir neferiyim,” diyen Eşref Üren’in doğa karşısında resim yaparken, peşin yargılardan uzak, içinden geldiği gibi, durmadan çalışarak kalıcılığın sırrına eriştiğini söylemeliyim. Üren “Ben de Cenap Şahabettin gibi, ölümden değil elemden korkarım. İz bırakamamaktan... Bu kubbede hoş bir seda bırakamamaktan,” diyordu. Ölümünün üzerinden neredeyse otuz yıl geçti, Üren’in sanatçı kişiliğinin yanı sıra eserlerini, yazılarını ve düşüncelerini unutturmamak, bunları yeni yorum ve eleştirilere açmak görevimiz olmalı. MS Kibele Sanat Galerisi- İş Kuleleri/Bitiş tarihi: 30 Kasım (0212) 316 15 80 Milliyet SANAT Kasım 2013


ZAMANSIZ PERTAVSIZ ÖMER FARUK ŞERİFOĞLU

ofserifoglu@gmail.com

Kökeni Orta Asya’ya uzanan kalemişi sanatı göçerlerle Anadolu’ya taşınmış, Selçuklu’dan Osmanlı’ya oradan da günümüze kadar gelmiş, özel bir süsleme sanatı...

Dünden bugüne kalemişi sanatı KALEMİŞİ SANATI, kökeni Orta Asya’ya uzanan ve 8-9. YY.’da Türk-Uygur sanatı olarak başlayıp göçlerle Anadolu topraklarına taşınan bir sanat dalıdır. Yüzyıllar boyunca Türk klasik sanatlarının ana dallarından biri olarak, sivil, dini, askeri, mimari yapıların iç ve dış mekan süslemelerinde uygulanmıştır. En eski örnekler olarak, Kara Hoça ve Bezeklik duvar fresklerindeki süslemeler tespit edilmiştir. Türklerin İslam dinini kabulü sonrasında, stilize motif ve kompozisyonları sebe-

Milliyet SANAT Kasım 2013

biyle, İslam estetiği ile birebir örtüşen kalemişi sanatı, desen ve uygulamaları gelişerek yayılmıştır. Kalemişi ya da kalemkâri; Orta Asya’dan Anadolu topraklarına uzanan tarihsel süreçte, Büyük Selçuklu, Selçuklu, Beylikler Dönemi, Erken Osmanlı, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Dönem, Eklektik Dönem (Barok, Rokoko, Ampir sentezi), Cumhuriyet sonrası ve günümüze kadar kesintisiz bir tecrübeyle uygulanagelmiştir. Yaşanmışlıkların kayda geçtiği ve büyük ölçüde aktarılabildiği bu kesintisiz süreç, onu

94

Kalemişi, yapıların tavan, kubbe, kubbe geçişleri, tonoz, duvar, kemer ve pencere işleri gibi birçok mimari elemanın süslenmesinde kullanılır.

sanat tarihimizin motif arşivine dönüştürmüş ve sadece bu özelliği bile kalemişi sanatını üzerinde durulmaya değer kılmıştır.

OSMANLI MİMARİSİ Dini ve sivil mimarideki uygulamalarıyla Osmanlı mimarisinin ayrılmaz bir parçası olan kalemişi, yapıların tavan, kubbe, kubbe geçişleri, tonoz, duvar, kemer ve pencere işleri gibi birçok mimari elemanın süslenmesinde kullanılmıştır. Çoğunlukla iç mekanların süslemesinde kullanılan kale-


mişinin, dış cephede kullanıldığı az sayıda örnek de mevcuttur. Selçuki, Klasik, Barok, Rokoko, Ampir gibi üslup ve dönemleri olan kalemişi sanatının zirvesi, 16. YY.’da Osmanlı Klasik tarzı olmuştur. Saray Nakkaşhanesi geleneği ile dönem bütünlüğü de gösteren bu yüzyılda, klasik sanatların her alanında bir Rönesans yaşanmıştır. Kalemişi sanatında da ortaya konan muhteşem eserlerle, bu devir bir zirve olarak görülmüş ve sonrasında hep bu dönemin işleri tekrarlanmaya çalışılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya açılması ile klasik sanatlarımızın hemen hepsinde hâkim olan eklektik tarz, en çok kalemişini etkilemiştir. Eklektik tarz, Anadolu coğrafyasından İstanbul camilerine ve Boğaziçi yalılarına kadar her mekan ve ortama girmiştir. Klasik dönem kalemişlerinde kullanılan rûmî, palmet vb. motifler yerini 19. YY.’dan itibaren akantus yaprakları, kıvrık dal ve yapraklar, C ve S kıvrımları gibi motiflere bırakır. Klasik dönem süslemesinde motiflere tonlama yapılmazken kenarlara kontur geçilir ve süslemeye üç boyut etkisi eklenir. Klasik dönemdeki sadeliğin yerini daha kalabalık ve gösterişli bir görünüm alır. Günümüzde yarı geçirgen kağıtlara (eskiz kâğıdı) kurşun kalem yardımı ile çizilen kurallı ve gelenekli desenlerin, yarı geçirgen kağıt üzerinde iğnelenerek delinmesi ve uygulanacağı yüzeye, tercihen söğüt ağaçlarından elde edilen kömür tozundan yapılan tamponla silkelenip (silkilip) yüzeye aktarılması ve çeşitli renklerin muhtelif fırçalar yardımı ile boyanıp, yine ince fırçalarla kontürlenmesi (tahrirlenmesi) sonucunda elde edilen süsleme tarzıdır. Zenginliğin ve gücün bir simgesi olan altın ve altın varak uygulamaları, kalemişi sanatının önemli bir unsurudur.

tiren kişi de kalemkâr veya nakkaş olarak tanımlanır. Günümüzde, anıtsal mimarinin ayrılmaz bir unsuru olarak görülen kalemişi sanatını uygulama ve restorasyon bağlamında icra eden çok sayıda isim vardır. Ancak bunlar arasında iki isim var ki, özellikle belirtmek gerekiyor. Semih İrteş ve Kaya Üçer, kalemişi sanatını hem baba mesleği olarak sürdürmekte hem de başarılı uygulama ve restorasyon çalışmalarıyla yetinmeyerek, özgün eserler ortaya koymaktalar. Kaya Üçer, babası Hamit Üçer’den devraldığı sanata akademik bir boyut da eklemiştir. Çocukluk yıllarından itibaren babasından mesleği öğrenmiş, bir taraftan da Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Geleneksel Türk Sanatları Tezhip-Hat bölümünü bitirmiş, ardından “Klasik, Barok, Rokoko ve Ampir Kalemişi Üslupları” konulu yüksek lisans tezi ve “18.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya açılması ile klasik sanatlarımızın hemen hepsinde hâkim olan Eklektik tarz, en çok kalemişini etkilemiştir.

İÇ MEKANLARIN SÜSÜ Mekanların tavan, duvar, kubbe gibi görünür yüzeylerinde çalışılan kalemişi süslemeleri sıva, ahşap, taş, bez, deri, metal gibi pek çok değişik zemine uygulanır. Hatta ahşap üstüne kabartma olarak uygulandığında ‘Edirnekari’, sıva üstüne kabartma olarak uygulandığında ‘malakari’ adını alır. Genellikle yapıların iç mekanlarını süslemek için kullanılmış olan kalemişi, kısaca ‘kuru sıva, alçı ya da bez zemin üzerine belli bir şablonla oluşturulan desenlerin, yağ ya da su bazlı boyalarla uygulanması’ olarak devam etmektedir. Bu uygulamayı gerçekleş-

Kalemişi, ahşap üstüne uygulandığında ‘Edirnekari’, sıva üstüne uygulandığında ‘malakari’ adını alır.

95

YY.’da Mekansal Açıdan Stuk Sıvanın Yeri” konulu doktora tezleriyle akademik kariyerini tamamlamıştır. Halen kalemişi uygulama ve restorasyon işlerini başarıyla sürdürmekle birlikte, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Geleneksel Türk Sanatı Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapmakta, ayrıca yeni ve özgün yorumlamalarıyla sergiler açmaktadır.

1938’DEN BU YANA Kalemişi sanatının günümüzdeki bir başka ustası olan Semih İrteş de baba mesleğini kardeşleriyle beraber sürdürmektedir. Bir aile sanatı olan kalemkârlık, Baba Sabri İrteş’in 1938 yılında Topkapı Sarayı Kubbealtı’ndaki çalışmaları ile başlamıştır. Sabri Usta 1995’e kadar yurtiçinde çeşitli mekânlarda yeni uygulamalar ve restorasyonlar yapmıştır. 1960’lardan itibaren babalarının Süleymaniye Camii ve Topkapı Sarayı restorasyonlarında çırak olarak çalışmaya başlayan üç kardeşin büyüğü olan M. Semih İrteş, önce mimarlık okur, 1976’da Süheyl Ünver Hoca ile tanışır ve onun Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Tıp Tarihi Kürsüsü’ndeki derslerine devam eder. 1977-1980 yılları arasında Topkapı Sarayı Müzesi Nakışhanesi’nde Türk Süsleme Sanatları dersi alır. 1982’den itibaren de “Temel Eğitim ve Tezhip” konusunda ders verir. Kendisini hâlâ ‘çırak’ olarak tanımlayan İrteş bu tavrını şöyle açıklıyor: “Çünkü sanat o kadar geniş bir yelpaze ki... Özellikle, bizim icra etmiş olduğumuz sanat... Her geçen gün yeni şeyler görüyoruz. Bizim sanatımız, hemen ortaya çıkan bir şey değil. Büyük bir zaman dilimi içerisinde, santim santim oluşuyor. Çok büyük sabır isteyen bir olay. Tabii o geçen zaman, size birtakım şeyleri unutturuyor. Esasında bütün sanatların temelinde, felsefesinde, huzur mutlaka vardır. Biz, sanatlarımızı icra ederken, müthiş bir rehabilitasyon içindeyiz. Dış dünyadan sıyrılmış gibi; eğer kendimizi tamamen sanata bırakabiliyorsak, o zaman her şeyi unutabiliyoruz.” 2008’de Üsküdar Valide-i Atik Külliyesi Tekke Binası’nda Nakkaş Tezyini Sanatlar Merkezi’ni kurmuş ve çalışmalarını burada sürdürmektedir. Büyüleyici atmosferiyle, Osmanlı nakkaşhane geleneğinin küçük bir modeli olan bu merkezde profesyonel uygulamaların yanı sıra mimari tezyinatın her alanında proje ve tasarım da yapılmaktadır. MS

Milliyet SANAT Kasım 2013


PLASTİK SANATLAR

1994’te Paris’te Galerie Nationale du Jeu de Paume’de çekilmiş bu kare Catherine David’i elinde bir civcivle gösteriyor.

Sanatın yakın tarihine yolculuğa var mısınız? SALT Galata’da açılan “Biri, Hiçbiri, Binlercesi” başlıklı fotoğraf sergisi, fotoğraf sanatçısı Elio Montanari’nin 1982-2005 yılları arasında, tüm dünyada önemli çağdaş sanat etkinlikleri sırasında çektiği fotoğraflardan oluşuyor. M. KEMAL İZ olumsal@gmail.com

SANAT YAPITININ ardındaki yaratım süreci, izleyiciye çoğu zaman kapalıdır. Bu kapalılık, seçimden çok zorunluluk gibi görünür. İzleyici, istisnalar dışında, yapıtın üretim sürecinin ancak son ürününü görür ve yapıtın yaratım sürecine tanıklık edemez. Elio Montanari ise 30 yılı aşkın süredir, sanat yapıtlarının ve tarihe geçmiş sanat etkinliklerinin üretim süreçleriyle birlikte, sanatçıların deneyimlerine de tanıklık etme ayrıcalığını yaşamış bir fotoğraf sanatçısı. Çektiği fotoğraflarla izleyicinin olağan koşullarda tanıklık edemeyeceği anlara tanıklık edebilmesini sağlıyor. Montanari’nin, 1982-2005 yıllarından 200’den fazla fotoğMilliyet SANAT Kasım 2013

rafı bir araya getiren “Biri, Hiçbiri, Binlercesi”, sanat yapıtının perde arkasını ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor. Bu çerçevede, James Lee Byars’ın poetik yapıtlarının, Castello di Rivoli’de yapılmış ilk serginin, Documenta 9’da gösterilen “OTTOshaft”ın ve içlerinde Jasper Johns, Rebecca Horn, Maurizio Cattelan gibi isimlerin yer aldığı onlarca sanatçının fotoğraflarının ardındaki öyküler, bu kapsamlı serginin vadettiklerinin küçük bir bölümü. Bir izleyicinin ‘orada olamayacağı anlar’ı yakalaması bakımından Elio Montanari’nin fotoğrafları, fotoğrafın belgesel niteliğini şiirsel bir üslupla taçlandırıyor. Başta eksi birinci kat olmak üzere, SALT Galata’nın dört katına ve katlar arası merdivenlerin yanlarındaki duvarlara yayılmış olan sergi, fotoğrafların bir çırpıda tüketilmesine izin vermeyerek, onlardaki ay-

96

Sergideki diğer fotoğrafları görmek için blipleyin.

Hüseyin B. Alptekin, 9. İstanbul Bienali sırasında Platform Garanti Güncel Sanat Merkezi’nde eserini yerleştiriyor.


rıntıların öne çıkmasına fırsat tanıyor. Ziyaretçiler, bir yandan SALT Galata’nın katları arasında ilerlerken, diğer yandan önemli sanat yapıtlarının ve tarihe geçmiş sanatsal etkinliklerin hazırlanış seyrine tanık oluyor.

İSİMLER ARASINDA YOK YOK “Biri, Hiçbiri, Binlercesi”nin ana sergi mekânını, SALT Galata’nın eksi birinci katı oluşturuyor. Başlı başına bir öyküler evreni inşa eden bu kat, sonraki katlarda nelerle karşılaşabileceğinize ilişkin ipuçlarıyla dolu. Bu bölümün bir yarısı ABD’li sanatçı James Lee Byars’a, diğer yarısıysa ünlü sanatçı ve küratörlerin fotoğraflarına ayrılmış durumda. Kimler yok ki? Vişne rengi gömleğiyle Harald Szeemann, avucunda bir civcivle Catherine David, tüm fiyakasıyla Leo Castelli ve elinde bir tabak yemekle objektife yakalan Joseph Kosuth bu isimlerden yalnızca birkaçı. Mekânın ortasına yerleştirilmiş vitrinli masalardaysa, bu katta yer alan diğer fotoğraflarla ilişkilendirilebilecek ayrıntılara yer verilmiş. Bu vitrinlerden, girişe göre sağda yer alanında bulunan “Palyaço olarak Andy Warhol” adlı fotoğrafa ve “Ulay & Abramoviç” serisine göz atmadan geçmeyin. Diğer vitrinse, bu katın genel düzenlemesine paralel olarak, James Lee Byars’a ayrılmış durumda. Kusursuzluğun peşinde bir sanatçı olan Byars için küre, sanatçının görsel dilinin en önemli öğelerinden biri. Renk olarak kırmızı ve siyah, malzeme olarak da mermer, kadife ve altın Byars’ın poetik görselliğin diğer öne çıkan unsurları. Montanari’nin fotoğraflarıysa, tüm bu öğelerin, sanatçının yapıtlarında ne tür görünümler kazandığını tüm şiirselliğiyle ortaya koyması açısından harikulade belgeler niteliğinde: Siyahlar içindeki Byars portresi, sanatçının altın elbisesi, her kareye bir yerlerinden dâhil olmuş o kutsal küre.

PARİS’TEN VENEDİK’E Serginin ana mekânı olan eksi birinci kattaki ziyaretinizin ardından asansörle üçüncü kata çıkabilir ve ziyaretinizi aşağıya doğru inerek tamamlayabilirsiniz. Bu rotayı izlediğinizde, Arte Povera hareketinin önemli adlarından biri olan Pier Paolo Calzolari’nin Paris, Torino ve Venedik’teki hazırlık süreçlerini belgeleyen karelerle karşılaşıyorsunuz. Eksi birinci katta elinde bir civcivle gördüğümüz Catherine David, o sırada, Galerie Nationale du Jeu de Paume’daki Calzolari sergisinin (1994) küratörlüğünü de üstleniyor. Calzolari’nin, 1994

yılındaki bir diğer sergisi de Torino’daki Castello di Rivoli’de gerçekleşiyor. Su, tüy, tuz ve tempera gibi ilginç malzeme seçimleriyle hazırlandığı ve yer alacağı mekâna göre biçimlendirdiği yerleştirmelerin oluşturduğu serginin hazırlık sürecine Elio Montanari de fotoğraflarıyla tanıklık ediyor. Üçüncü katı ikinci kata bağlayan merdivenler boyunca ilerlediğinizde, 44. Venedik Bienali (1990) kapsamındaki “Casino Fantasma” sergisinin Braco Dimitrijevic, Alanna Heiss, Vito Acconci ve Dennis Oppenheim’lı anlarına tanık oluyorsunuz.

İSTANBUL BİENALLERİ’NDEN Elio Montanari’nin İstanbul bienallerine ilişkin 18 fotoğraftan oluşan izlenimleriyse ikinci katta yer alıyor. Ömer Uluç’un, 6. İstanbul Bienali (1999) küratörü Paolo Colombo’yla sohbeti; Kemal Önsoy’un, 7. İstanbul Bienali (2001) kapsamında Aya İrini Müzesi’nde yer alan görkemli yapıtı “Gel Gözlerimden Ağla”nın yerleştirilme çabaları; Kolombiyalı sanatçı Doris Salcedo’nun, 8. İstanbul Bienali’ne (2003) damga vuran, Karaköy’deki 1600 sandalyelik muhteşem yerleştirmesi, bu izlenimler arasında. Bu seriye ilişkin altı çizilmesi gereken diğer bir nokta da bienaller kapsamında görev üstlenen sanat emekçilerinin de unutulmamış olması. İkinci katta yer alan diğer bir seriyse, Matthew Barney’in, Documenta 9 (1992) kapsamında, Kassel’deki bir yeraltı otoparkında sergilediği “OTTOshaft” adlı videosunun çekim sürecini konu ediniyor. “OTTOshaft”, başlığını Jim Otto adlı bir ABD’li futbolcudan alan “Jim Otto Suite” adlı üçlemenin ikinci parçası. Bu videonun, yalnızca Matthew Barney ile çekim ekibinin bulunduğu hazırlık aşamasına Elio Montanari’nin de davet edilmiş olması, bu ilginç çekim sürecinin kayıt altına alınmasına olanak tanımış. SALT Galata’nın ikinci katını birinci kata bağlayan merdivenlerde, Marina Abramoviç’in 41. ve 47. Venedik Bienalleri’ndeki fotoğraflarına, Cai Guo-Qiang’in 48. Venedik Bienali (1999) için sipariş edilmiş kapsamlı yerleştirmesinin hazırlık sürecine ait fotoğraflar eşlik ediyor. Çinli sanatçının, ekibiyle birlikte, 60 ton kil kullanarak yaptığı 108 gerçek boyutlu heykelden oluşan yerleştirmenin oluşturulma süreci de görülmesi gereken kareler arasında. SALT Galata’nın birinci katına geldiğinizde sizi, Jannis Kounellis’in “Metropolis” serüveni, Kabakov çiftinin “Kızıl Pavyon” eserinin hazırlığı bekliyor. Tarihi 1800’lerin

97

Montanari’nin İstanbul bienallerine ilişkin 18 fotoğrafı sergide yer alıyor. Ömer Uluç’un, 6. İstanbul Bienali küratörü Paolo Colombo’yla sohbeti; Kemal Önsoy’un, 7. İstanbul Bienali’nde Aya İrini Müzesi’nde yer alan görkemli yapıtı “Gel Gözlerimden Ağla”nın yerleştirilme çabaları, bunlar arasında. sonlarına dek uzanan, Berlin’deki MartinGropius-Bau Müzesi, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının üzerinden çok geçmeden, aralarında Jannis Kounellis’in de bulunduğu 72 sanatçının katıldığı büyük bir sergiye ev sahipliği yapmıştı. 1991 tarihli “Metropolis”, İngiliz sanat tarihçisi Norman Rosenthal ve Alman sanat eleştirmeni Christos Joachimides’in ortak girişiminin bir sonucuydu. Kounellis sergiye, “Albatros” adındaki eski ve büyük bir teknenin parçalarıyla katılmış; Montanari de bu parçaların taşınma ve yerleştirilme sürecine tanıklık etmişti. 45. Venedik Bienal’inde (1993) Emilia ve Ilya Kabakov çifti, Giardini’de Rusya’ya ayrılmış olan pavyonu bir kulübeye dönüştürmüştü. Çiftin bu yerleştirmeye verdikleri ad ise “Kızıl Pavyon”du. Yerleştirmeyi kızıl yıldızlar ve bayraklarla süsleyen Kabakov çifti, Sovyetlerin devlet amblemini eklemeyi de ihmal etmemişti. “Kızıl Pavyon”un belki de en dikkat çekici öğesi üzerine yerleştirilmiş olan üç adet hoparlördü. Bu hoparlörlerden ise Stalin’e ait olduğu tahmin edilen bir konuşma duyuluyordu. Bu yazıda izlenilen rotaya göre, serginin son kareleri, SALT Galata’nın birinci katını zemin kata bağlayan merdivenlerin yanlarındaki duvarlarda yer alıyor. Bu kareler arasında, Torino’daki çağdaş sanat müzesi Castello di Rivoli’nin ilk sergisi olan “Uvertür”ün içlerinde Lothar Baumgarten, Joseph Beuys, Marisa Merz ve George Baselitz’in bulunduğu dev kadrosunun Montanari’nin objektifine takılan anları görmeden ziyaretinizi tamamlamayın. Çoğunluğu siyah beyaz fotoğraflardan oluşan sergi, sanatın yakın tarihine düşsel bir gezi gibi. MS SALT Galata/ Bitiş tarihi: 26 Aralık / 0 212 334 22 00 Milliyet SANAT Kasım 2013


MİMARİ

Sanat ve mimarlık

Prag’taki yapı cephelerinde Art Nouveau denemelerinden bir örnek.

wer

“The Bo

i’nin el Rosett te Gabri su. n a lo D b ta m Ressa ğlı boya a y lı d a ” Meadow

İREM MARO KIRIŞ irem.kiris@bahcesehir.edu.tr

SANAT, insanın dünyaya, yaşama, doğaya, varlıklara, olgulara dair algılarını farklı yollar izleyerek çeşitli diller kullanarak yansıttığı, yeniden ürettiği, böylelikle başkalarıyla iletişim kurduğu çok kapsamlı bir alan. Sanatçının yapıtıyla yarattığı etki alanı, izleyicisiyle nerede nasıl karşılaştığına bağlı olarak değişiyor. Kimi zaman kent içinde karşılaştığımız biçimleriyle resim, seramik, heykel sanatları, onların mimariyle birlikteliği; kamusal alanda ve bina yüzeylerinde sanat, galerilerde, müzelerde izlediğimizden çok daha çarpıcı oluyor. Kentlerimizde sınırlı sayıda olsa da, korunan örneklerini gördükçe mutlu olduğumuz, kente, mekanlara başka başka değerler katan sanat ürünleri var. Manifaturacılar Çarşısı’nda karşılaştığımız Kuzgun Acar, Füreya Koral, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Yavuz Görey, Ali Teoman, Sadi Diren, Nedim Günsür gibi sanatçıların işleri, 4. Levent konutMilliyet SANAT Kasım 2013

98

Resim ve mimarlığı, resim ve mekanı konu ettiğimizde, anılmadan geçilemeyecek sanatçılar, mimarlar, yapıtlar, imgeler beliriyor, üst üste yan yana düşüyorlar bilgi dağarcığımızdan zihinlerimize. Arts and Crafts üretimi büfe.


larının cepheleri için Nurullah Berk tarafından tasarlanmış olan seramik panolar ilk akla gelenler arasında. Dünya mimarlığı düşünüldüğünde, resim sanatının ve mimarinin sentezlendiği akımlardan da, resim ya da doku ve desenin yapı yüzeylerinde dekoratif bir sanat olarak kullanıldığı durumlardan da söz etmek olası. Yerleşik düzene geçmeden önce doğal mağaralarda barınan ilk çağ insanlarının mağara duvarlarına çizerek betimledikleri günlük yaşam sahneleri, insan, hayvan figürleri belki de mimarlık resim ilişkisinin en eski örnekleri sayılabilir.

EL EMEĞİ GÖZ NURU Resim sanatının mimarlıkla birlikteliğinin, 19. YY.’dan 20.YY.’a geçiş sürecinde Avrupa kentlerinde yeni akımlar, modernizme giden yolda aşamalar yarattığını görüyoruz. Endüstriyel gelişmelerin en erken İngiltere’de ortaya çıkan Arts & Crafts hareketinin resim sanatıyla iç içe yaşandığı doğası yadsınamaz. Sanat ve tasarım alanlarında endüstrileşmeyle kaybedildiğine inanılan estetik, Ortaçağ’ın zanaat geleneğine geri dönüşte aranır. Şeytani addedilen teknolojiye başkaldırılır. Arts & Crafts, Gotik sanat ve etiğin yeniden değerlenmesi, dekoratif işlerde, mobilya ve mimarlıkta makinenin reddi, el işçiliğiyle üretim gibi unsurlar içerirken, aynı zamanda iç mekan ve mobilya yüzeylerinde, kaplamalarda tabiat, mitoloji temalı resimlere, doğulu motiflere, belirli romantik renk ve desenlere yer verilir. John Ruskin ve William Morris’in kuramsal alt yapısını kurduğu, üretim olanaklarını hazırladığı akımın mimarideki ilk ve en önemli uygulamasını, Philip Webb’in mimar olarak tasarımına katıldığı ‘el emeği göz nuru’ Red House oluşturur. William Morris’in içinde bulunduğu sanat çevresinde, oldukça yakınında duran bir ressam arkadaşı vardır: Dante Gabriel Rosetti. Akım özelliklerini taşıyan mobilyaların yüzeylerinden duvar kağıtlarına, halılardan çini karolara varıncaya kadar kullanılan tüm renk ve desenlerde Rosetti’nin ve başka Prerafaelit ressamların etkisi görülür. Avrupa’nın pek çok büyük kentinde ve geç-Osmanlı İstanbul’unda eşzamanlı olarak ortaya çıkan Art Nouveau akımı, mimarlıktan önce illüstrasyon, grafik, kaligrafi, dekoratif ve plastik sanatlar, mobilya ve hatta mücevher tasarımına kadar tüm tasarım alanlarında etkin olur. Stilin, yapının ve yapı elemanlarının biçimlenmesinde, planlarda etkili olduğu özgün örneklerine rastlansa da, çoğu durumda fasad dekorasyonu niteliğindeki uygulama-

Morris, Marshall, Faulkner Co. tarafından üretilen “Sussex Chair”.

Kentlerimizde sınırlı sayıda olsa da, korunan örneklerini gördükçe mutlu olduğumuz, kente, mekânlara başka başka değerler katan sanat ürünleri var. Manifaturacılar Çarşısı’nda karşılaştığımız Kuzgun Acar, Bedri Rahmi Eyüboğlu işleri, 4. Levent konutlarının cepheleri için Nurullah Berk tarafından tasarlanmış olan seramik panolar ilk akla gelenler arasında.

larının ortak özelliği, organik, çiçeksi, bitkisel ve geometrik motifler, endüstriyel malzemeler, çağdaş teknolojiler ve yeni bir estetik anlayışı buluşturmasıdır. İki, üç boyutlu resimsi ve heykelsi doku ve figürler kimi zaman yapı cephelerini bütünüyle kaplar, kimi zaman da cephede belirli bölgeler-

99

de yoğunlaşan düzenler oluştururlar. Bazı yapıların yüzeylerinde insan ve hayvan figürlerinin, doğanın belirli temalar çevresinde betimlenmiş kompozisyonları görülür. Örneğin Prag’taki çoğu örnekte, Mucha resimlerinden etkilenme olsa gerek, yapı cephelerinin Art Nouveau bezemeleri, pastel renkler ve yaldız kullanılan bir tür resim mozaik karakterindedir. Yine aynı zaman aralığında, 1900’lerin başında, bu kez Hollanda’da ressam Piet Mondrian’ın mimarlığa etkisi ekseninde gelişen bir akım, genç sanatçıların oluşturduğu bir birlik ortaya çıkıyor. Mondrian’ın soyut resimleri De Stijl akımının mimarları için özellikle anlamlı oluyor. Ressamın Neo-Empresyonist erken işlerden yola çıkarak, Fransız Kübizmi’nden etkilenip soyut sanatta karar kılan çizgisi, siyah, beyaz, kırmızı, mavi, sarının, yani ana renklerin kullanıldığı düzlemler, dörtgen ve çizgilerde ifade buluyor. Doğa ve evren asimetrik ızgara düzenlerine, net bir geometriye indirgeniyor. Theo Van Doesburg ve Gerrit Rietvelt aracılığıyla iki boyuttan üç boyuta taşınıyor, mimariye tercüme ediliyor. Schröder Evi, De Stijl akımının bir simgesi, farklı düzlemleri ve yapı elemanları ana renklerle tanımlanan ve ayrı ayrı okunan bir yapı, olağan dışı bir konut binası olarak tarihe kaydediliyor.

BAŞLICA ÖRNEKLER Resim ve mimarlığı, resim ve mekanı konu ettiğimizde, anılmadan geçilemeyecek sanatçılar, mimarlar, yapıtlar, imgeler beliriyor, üst üste yan yana düşüyorlar bilgi dağarcığımızdan zihinlerimize... Antik Roma’yı hayal ürünü ve gerçek mekanlarıyla resmeden, yeniden yaşatmayı tutkuyla arzu eden mimar ressam Giovanni Battista Piranesi; resim sanatıyla yakından ilgili olan başka mimarlar, örneğin Charles Rennie Mackintosh, Le Corbusier; önemini sanat, zanaat ve mimari tasarım alanlarında eğitimin bir arada, birbirlerini besleyerek verilmesi ilkesine dayandıran Bauhaus; Archigram’ın resim ve grafik yoluyla ifade ettiği projeleri; olağan dışı, aykırı form, mekan ve yüzeyler yaratmasıyla ünlü Frank Gehry’nin mimarisiyle Barok resim arasında kurduğu yakınlık: mimar bazı yapılarının örtülerinde Barok ressamların kumaş kıvrımlarından esinlendiğini, bu dokuyu resmederken sergiledikleri ustalıktan etkilendiğini belirtiyor ve birçok başkaları... Sanatlar ve mimarlık arasındaki ilişki, bu etkileşim sürüp gidecek bir serüven anlaşılan. MS Milliyet SANAT Kasım 2013


SANAT MAGAZİNİ ADALET CİNGÖZ

adaletcingoz@gmail.com

Adalet Cingöz, kısa bir aradan sonra, okurlarıyla yeniden, Milliyet Sanat sayfalarında buluşuyor. Cingöz bu sayımızdan itibaren bu köşede sanat kulislerini anlatacak, sanat dünyasının arka planını yazmaya devam edecek.

Sevgili okurlarım, sizi özlemedim diyemem! SEVGİLİ OKURLARIM hasretinizle pranga falan eskitmedim. Lakin sizleri hiç özlemedim desem de yalan olur. Sizden uzak kaldığım süre zarfında bir torunum daha oldu. İlk torunum konuşmaya başladı. Hâlâ likör yapıyorum. İçiyorum ve bir türlü perhize başlayamıyorum. Geçtiğimiz ayı ise yoğun yaşadım doğrusu.

Koleksiyoner Oktay Duran ve Pi Artworks’ün sahibi Yeşim Turanlı.

Çarşı ekibinden Emrah Serbes ziyareti Duran’ın satın aldığı Nejat Satı’nı n “Structure 25 ” adlı eseri.

Frieze’de neden Galerist yok? En sonunda soluğu Londra’da aldım. Karanlık ama büyük medeniyet Londra’da. Pi Artworks’ün Londra şubesini açılışında gördüm. Umarım Londra’da yaşamakla hava atan nice koleksiyoner sevgili Yeşim’i destekler ve bu galeri yaşar. Serginin açılışında her biri boy gösterdi. Ayrıca koleksiyoner Oktay Duran ve sevgili eşi Nil Duran da galeriyi desteklemek adına Nejat Satı’nın “Structure 25” ve “Structure 29” eserlerini satın aldılar. Ne güzel bir dayanışma örneği. Canı gönülden tebrik bu çifte. Frieze Masters beni soluksuz bıraktı. Yok yoktu. Büyük ustalar mı Milliyet SANAT Kasım 2013

ararsınız, Matisse? Picasso? Terracotta bir 14. YY. İsa ve Meryem mi? Ya da 14. YY. Çin’den bir Buda heykeli mi? Hepsi yan yana sırt sırta. Nil Yalter mesela bir Valencia’lı galeriyle solo showla üstelik yine bu Mastersların içinde. Niye Galerist yok? Bu da başka muamma. Kadın sanatçılarda büyük bir patlama yaşanıyor. Teslim edilmeyen haklar birer birer teslim ediliyor. Herkesin zamanı geliyor. Aceleye gerek yok. Bunu bir de genç dostlarıma anlatabilsem... Bir saatte bir şişe likör içmeyip bir küçük kadehle idare etmeyi öğretemediğim gibi...

100

Ot dergisinin Karaköy’deki mekanının açılışından bahsetmeliyim. O gece çok eğlendik çünkü. Emrah Serbes, Murat Menteş, bütün afilli filintalarla tanıştım. Ne eski dostum Cemal Süreya ne Aziz Nesin. Eskilere benzemiyor bu yeni çocuklar. Biraz belki Can’a. Can Yücel’e... Kalabalık sokakta bir ara toz dumana karıştı. Bir kafayı kaldırdım, tam ‘Yine polis mi geldi, perişan olacağız,’ derken, tozu dumana katanlar Emrah Serbes için oraya gelen Çarşı ekibi çıkmaz mı? Maçtan çıkıp ‘yazar abi’lerine ‘Merhaba’ demek istemişler. Yüreğimi ağzıma getirdiler. Yine de sevgili dostlarım Metin Üstündağ ve Hatice Meryem’i gördüğüme çok sevindim. Çıkışta Salt’ın lokantasında yemek yedik. Manzara güzel de, menüde fazla bir şey yok. Ne makarna beni uçurdu ne pizza. Niye uçmak istedim hiç sormayın, hatırlamıyorum.


Ünlülerle enginar kızartması Bir Türkiyeli yönetmenin bir kara film çektiğini duydum. Alper Çağlar, Türk kara filmine yeni bir soluk getirecekmiş. Türk kara filmi deyince ne anlıyoruz? “Vavien” dedi geçen gün kahve ve elbette yanında likör içmeye gelen genç sanatatak.com yazarı arkadaşım Nazlı Bilgiç. Fakat ben eski kuşak olduğum için pek anlayamadım kara filmden kast edilenin ne olduğunu... Bana göre Metin Erksan’ın “Sensiz Yaşayamam” filmi, film noir’dır bal gibi hem de. Bu arada neyin film noir olduğunu tartışmalıyız. Alper Çağlar, yeni filminde İstanbul’un karanlık gecelerinden esinlenerek, suçun

ve adaletsizliğin kol gezdiği bir kent distopyası yaratacakmış. Amaçları, her yeni bölümde aynı evrenin farklı öğelerini bir mitoloji oluşturarak anlatmakmış. Kendisine başarılar diliyorum, ben Ferzan Özpetek’ten enginar kızartması öğrenirim ama noir filmin ne olduğu zor gibi... Roma Türk filmleri haftası için Ferzan Özpetek’in davetlisi olarak bir trattoriada enginar kızartması yedim. Öyle enginar nasıl kızarır, aklım almadı. Yemekte sevgili Cem Yılmaz, Ahu Yağtu, Uğur Yücel, Fatoş Güney, Mehmet Y.Yılmaz... Herkesler vardı.

Cem Yılmaz ve eşi Ahu Yağtu.

Roma Türk filmleri haftası için Ferzan Özpetek’in davetlisi olarak bir trattoriada enginar kızartması yedim. Öyle enginar nasıl kızarır, aklım almadı. Yemekte sevgili Cem Yılmaz, Ahu Yağtu, Uğur Yücel, Fatoş Güney, Mehmet Y.Yılmaz... Herkesler vardı.

Itrî’nin CD muamması nasıl çözülecek? Sahi Murat Bardakçı’nın yazısından sonra kıyamet kopar dedim. Büyük sessizlik söz konusu. Fırtına öncesine mi alemettir bu sessizlik? Bildiğiniz gibi Bardakçı, Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî müzik topluluklarından birinin nasıl stüdyoya girip Itrî’nin bestelerini önce enstrümantal şekilde icra ettiğini, sonra bu kaydın üzerine bazen koro, bazen de solo icralar yaptığını ve aslında birbirinin aynı olan bu kayıtların farklı

çalışmalarmış gibi birileri tarafından üç ayrı devlet kuruluşuna nasıl pazarladığını yazdı. Skandal! İlk albümü Merkez Bankası çıkarmış, ikincisini Kültür Bakanlığı yayınlamış ama Bakanlığın CD’leri piyasaya her nedense dağıtılmamış. Aynı kayıtlar üçüncü defa THY ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne verilmiş, yani aynı albüm üç defa çıkartılmıştı. CD muamması nasıl çözüldü? Bileniniz varsa anlatsın.

101

Murat Belge, Siena’ya oradan da Roma’ya gitmiş.

Murat Belge’nin Siena tatili Sokakta yürürken de Murat Belge’ye rastlamaz mıyım? Roma Türk Filmleri Haftası’ndan haberi yoktu. Siena’ya gezmeye gitmiş. Oradan dönüşte Roma’ya uğramış. Her zamanki gibi çok yakışıklıydı. Milliyet SANAT Kasım 2013


EDEBİYAT

Her şey

“Daha”da Hakan Günday’ın romanı “Daha”dan bir bölüm okuduğu videoyu izlemek için blipleyin.

FOTOĞRAFLAR: HÜSEYİN ÖZDEMİR

Hakan Günday kitabı yazarken bireyle toplum arasında olabilecek tüm ilişki biçimlerini tasarlamaya başladığını söylüyor.

SİBEL ORAL sibelo@gmail.com

Milliyet SANAT Kasım 2013

Hakan Günday son romanı “Daha”da Afganistan’a uzanıyor ve kaçak göçmen taşımacılığı yapan babasıyla yaşayan Gazâ’nın hikayesini anlatıyor.

102


GAZÂ BİR İNSAN. İnsan kaçakçısı Ahad’ın oğlu. Ahad bir katil. Hayatta kalmak için katil olmuş ama biliyoruz ki ‘daha’sı var. Hem Gazâ’nın da insan kaçakçısı olmasının, insan kullanma kılavuzu yazmasının, saatlerce altında kaldığı onca cesedin altında yapıp etmelerinin de ‘daha’sı var. Hakan Günday tek kelimeyle, ‘daha’yla kocaman bir dünya kurmuş. İnsan dünyası. Kaçan, göçen, öldüren, sindiren, yaşatan, delirten, yöneten, karşı çıkan, şiddetle beslenen, nefretle büyüyen, savaşan, savaştıran insanların dünyası. İnsan kaçakçısı babası Ahad’la Kandalı adlı ücra bir kasabada başlayan Gazâ’nın hayatına tanık oluyoruz “Daha”da. Tabii ki dahası var. ‘Az daha’ iyi edebiyat mesela. Sadık Hakan Günday okurları ‘az’la ne demek istediğimi anlayacaktır. Günday’dan haklı bir sabırsızlıkla yeni roman bekleyen okurlarının iştahlarını ipuçları vererek kaçırmayalım; “Daha”yı Günday’dan dinleyerek kabartalım... ● Nasıl gelişti “Daha” ile olan süreciniz, hangi sorularla başladınız düşünmeye? “Az”dan sonra okumaya ve izlemeye yeniden döndüm. Çünkü yazmaktan başka zihnini dinlendirmenin tek yolu hemen okumaya ve izlemeye başlamak. Öyle bir süre geçti ve sonrasında yavaş yavaş aklımda bir soru belirmeye başladı. Aslında sorudan ziyade bir başlıktı. Bireyin, tek bir kişinin kalabalıkla, yani çokla olan ilişkisi... Bu kadar küçük bir başlıktan yavaş yavaş büyütmek mümkün olabildi. Bireyin çokla olan ilişkisi, dönüştü, bireyin kalabalıkla olan ilişkisine. Sonra bireyin toplumla olan ilişkisine, sonra kalabalıkla birey ilişkisinin ne üzerine ve nasıl kurulu olduğuna geldi. İlişki kaygı üzerine mi, nezaket kuralları

her şeyi kısıtlamam gerekiüzerine mi yoksa çekiçler üzerine mi kurulur? Dolayısıyla yordu inceleyip sorgulayabilişin içine otorite, güç gibi kavmem için. Dolayısıyla da öyle ramlar girdi. Bireyle toplum bir suç dünyasını tercih ettim. arasında olabilecek tüm ilişki Aynı zamanda kaçak göç ve biçimlerini tasarlamaya başlainsanların dünyanın bir taradım. Buna hizmet edecek bir fından diğer tarafına gitmesihikaye kurmak gerekiyordu. ne sebep olan olayları da düHikayede de elimden geldiğinşündüğümde yine kendi doğ“Daha” ce bütün bunları sorgulamak dukları bölgedeki kalabalıklar Hakan Günday için karakterleri bire karşı çok olduğunu gördüm. O kalabaDoğan Kitap ya da çoğunluğa karşı bir olalıkların yarattığı şartlardan Fiyatı: 27 TL rak koymaya çalıştım ve bir dolayı bu insanlar bir yerden ROMAN kelime düşündüm... kalkıp başka bir yere gidiyor● Siz genellikle bir kelilar çünkü. Kalabalıklar tarameyle yola çıkıyorsunuz ve sonra o keli- fından kafalarına vurula vurula dayatılan me kitabın adı oluyor. “Daha”da da aynı şeyler var. Çoğu insan hiçbir şeye sahip oldurum mu söz konusu? madıkları için kaçıyor, gidiyor. Hatta kendiKesinlikle. Daha kelimesi bana çokluğu lerine de sahip olamadıkları için gidiyorlar. çağrıştırıyor. Çok olmayı, çoğul olmayı ya da Bu konuyu da işlemek adına insan kaçakçıo şey her ne ise... Çünkü bana bireyle toplu- lığı üzerinden kurdum hikayeyi. mun ilişkisi sağlıklı gelmiyordu, hep aksa● Harmin’le Dordor. İki kardeş. Gayan bir yanı vardı. Onun için de her ne ola- zâ’nın dostları ve o suç dünyasında ‘iyi’ caksa ‘daha’ çoğul olacak diye düşünüyor- diyebileceğimiz karakterler. Onlar öldum. Daha kelimesi içi çok dolu, uğruna ro- dükten sonra Gazâ da masumiyet ya da man yazılabilecek bir kelime bence. İşte o ona yakın bir duyguyu kaybetti gibi geldi kelimeyle başladı her şey ve daha çözüldü, bana. bölündü, bu roman çıktı. Aslında yazarken hiç böyle düşünme● Gazâ ve babası Ahad’ın hikayesini miştim ama dediğiniz doğru. Gazâ’nın o düninsan kaçakçılığı dünyasıyla bir düşün- yada sırtını yaslayabileceği, güvenilir insan menizin nedenini merak ediyorum. Me- sayısı çok az olduğu için o şartlar içinde en sela hırsız, kadın satıcısı ya da katil de güvenilir insanlardı. O suç dünyasında o çoolabilirlerdi. cuğun iki yanında durabilecek iki büyük süO kalabalığı yaratmak istedim. O kala- tun. En azından birtakım davranışları, asgabalıkla bireyin ilişkisinde gücün işleyiş biçi- ri de olsa doğruyla yanlışı ayırt etme yetisini mini çözmek istedim. İnsanların ellerine fır- onlara bakarak geliştiriyordu Gazâ. Ne zasat geçince kalabalıkların üzerinde nasıl ta- manki onlar gidiyor, Gazâ kutup yıldızını hakküm kurabileceklerini, nasıl hükmede- kaybetmiş oluyor. Referans noktası kalmıbileceklerini görmek istedim. Ve aynı şekil- yor, düşüncelerini paylaşamıyor, davranışlade kalabalığın da ilk fırsatı yakaladığında bi- rını sorgulayamıyor ve okyanusta kaybolureyi nasıl boğabileceğine örnekler vermek yor. Dümen boş. Çünkü Harmin ve Dordor gerekiyordu. Tüm bunları kurabileceğim gemici ve Gazâ’nın gemisinin dümenini tukapalı bir dizge lazımdı. Zamanı, mekanı, tuyordu. Onlar ölünce dümen boş kalıyor ve

“Ahad ve Gazâ dört kollu ve bacaklı bir yaratık” ● Baba oğul çatışması romanda hem çok örtük hem de değil. Ölümü sonrası ne üzüntü ne de sevincini hissetmiyoruz okurken. Evi bir mağara gibi düşünelim. Mağaranın çıkışında babası Ahad duruyor. Kendisi fiziki olarak olmasa bile gölgesi kalıyor. Dolayısıyla mağaradan çıkılamıyor. Ama mağaranın güvenliği ile devamlılığını sağlayan da baba. Ve bu çocuk dış dünyayla ilişkisinin ne kadar

kopuk ve sakatlanmış olduğunu düşünürseniz aslında sadece babasını biliyor. Aslında ikisi de birbirine tutkalla yapışmış durumda. Belki de o tutkal yok ama toplumla aralarındaki boşluk onları birbirine itmiş. Çünkü babası da çok yalnız bir adam. Aralarında bir sevgi, bir bağlılık ya da merhametten ziyade bedeninin devamı olarak kabul etme var. Birbirlerinin bedenlerinin devamı gibiler. Elini, kolunu, bacağını sever misin? Her

103

sabah uyanıp, kolunuza bakıp “İyi ki varsın,” der misiniz? Biraz bunun gibi bir ilişki. Ahad ve Gazâ, baba oğul olarak dört kollu, dört bacaklı bir yaratık aslında. Dolayısıyla arada sevgi, merhamet yok. Arada dört kollu bir yaratık olmanın zorluğu var. Herkesin iki kolu, iki bacağıyla yaşadığı hayatta onlar birbirleriyle beraber olmak zorunda. Baba ölünce de bir kağıt gibi yırtılıyorlar. Kağıdı ikiye yırtarsın, biter.

Milliyet SANAT Kasım 2013


EDEBİYAT

Kahramanlık klasik anlamda kahramanlık değil ● Gazâ toplum, düzen, sistem ve hatta belki de biz okurlar tarafından kahraman ilan edilmek istememiş olabilir diye düşündüm. Belki de tırnak içinde bizim kahramanımız olmak istemedi, çünkü dünya, hayat zaten çok kötü ve onun başarılı, topluma faydalı bir birey olmasını hak etmedi. Doğru, haklısınız. Ama şu var, şimdi siz söyleyince düşünüyorum, onun kurmayı planladığı hayatta yıllar önce kaçak göçmenlerle olan ilişkisinde sahip olduğu gaddarlık gelecekteki hayatında da var aslında. O başarının bedelini acımasızlık, gaddarlık ve asla kendinden başka kimseyi düşünmemek olarak görüyor. Onun bedeli o ve o bedeli ödemeye de hazır. O kahramanlık aslında tam da klasik bir kahramanlık değil. İnsanlara nesne gibi bakabilen bir projesi var. Ama evet sizin söylediğiniz de doğru, bir kahramanlık fikrinden kaçmaya çalışması da var. Daha doğrusu öğretilmiş başlıklar, kurallar ve kalıplar her neyse o yoldan kahramanlığa ulaşmanın bir manası olmadığını düşünüyor belli bir süre sonra.

Milliyet SANAT Kasım 2013

“Bırak roman karakterini, bir insanı iyi ya da kötü diye tanımlamak mümkün değil. Bir insana iyi ya da kötü demek haksızlık olur. Ve hatta yetersiz kalır.” gemi savrulmaya başlıyor. ● Daha kelimesini tersten okuyunca Ahad oluyor , Gazâ’nın babasının ismi. Daha, Gazâ’nın hayatı aslında, içinden çıkamadığı durum. Onun hayatının özeti daha. Her şey daha kelimesinde. Babasının adı da, ah çığlığı da orada gizli. ● İslam dininde bir anlamı var Gazâ’nın bildiğim kadarıyla... Evet, din için yapılan savaş anlamında. Benim hep ilgimi çekmiştir insanlara verilen isimler. Büyük umutlarla verilir ya hep. “Piç”te mesela kendilerinden çok şey beklendiği için Barbaros, Cenk, Hakan’dır isimler. Burada Gazâ’nın durumu isminde olduğu gibi dini bir savaşla alakalı değil, daha çok her şeyle savaşmakla alakalı. Çünkü Gazâ her şeyle savaşmak zorunda kalan bir çocuk. ● En çok da kendisiyle sanırım. Evet, dolayısıyla da onun savaş cephesi, kazılmış siperleri 360 derece. Her yer savaş ve Gazâ o savaştan sağ çıkmaya çalışıyor. Kendi isminden sağ çıkmaya çalışan bir çocuk. ● Gazâ çözülmesi zor bir karakter. Arada kalmışlığı var gibi. İyi mi, iyi olmaya çalıştı mı, yoksa gerçekten kötü mü insan çözemiyor. Bana sorarsanız bırak roman karakterini, bir insanı iyi ya da kötü diye tanımlamak mümkün değil. Bir insana iyi ya da kötü demek haksızlık olur. Ve hatta yetersiz kalır. Yıllar önce Om Yayınevi’nden çıkan “Amerikan Sapığı”nın arkasında yazıyordu, Nevzat Çelik’in sorusuydu; Kötülük yapılan bir şey midir, olunan bir şey midir? Sen en doğru kararı verdiğini düşündüğün an bile öylesine zincirleme reaksiyonlara sebep olabilirsin ki mutlaka birine zarar verebilirsin. Belki de hata insanlardan net olarak iyi ya da kötü olmalarını beklemek. İnsan bir anlar toplamı ve o anlar içinde davranışlar toplamı. Kendi içinde de sürekli bir değişimdönüşüm sürecinde. Dolayısıyla ona atfedilecek hiçbir sıfat kalıcı değil. İnsanın her saniye yeniden doğup, büyüyüp, geliştiği bir varlık olduğu düşünülürse zaten iyi insan ya da kötü insanın hiçbir anlamı kalmıyor. Aslında sizin de dediğiniz gibi hikaye bunun anlaşılamamasıyla ilgili. Net tanımlar yapılamayacağına dair, net tanımlar yapılsa bile mutlaka bir şeylerin eksik kalacağına dair, insanın tek bir kelimeyle tanınamayacağına dair bir şey bu. ● Buradan yine daha kelimesine geliyoruz sanırım.

104

Evet, çünkü dahası var; bitmiyor. Son nefesine kadar bitmeyecek, son nefesine kadar belki sebep olduğun şeylerin sonuçları olacak, hep dahası olacak. Gazâ bir savaş gibi. Cinayet de var, insan hayatını kurtarmak da var. Zafer de var mağlubiyet de. Merhamet de var acımasızlık da var. ● Gazâ kendisini tedavi etmeye çok çabalasa da başaramamasının nedeni ne olabilir sizce? O da çok iyi okullarda okuyup, o cehennemden çıkıp da başarılı, takdir edilen bir birey olabilirdi pekâlâ. İnsanın yanında daima taşıdığı yükler var; geçmişin yükü. O yükler ne kadar dik dursanız da omuzlarınıza çöker. Geçmişin bir yığını daima peşinizdedir. Gazâ geleceğine dair hangi kapılar açılırsa açılsın, kendisi geçse işte omuzlarındaki geçmişin yükü geçemiyor. Geçmişinden zarar görmek diye de bir şey var ve Gazâ da epey yıpranmış bir çocuk. O yıpranmanın er geç bir sonucu olacaktı. Ve o sonucun ne zaman ortaya çıkacağı belli değil. Başka bir karakter olsa belki son gününde, son nefesinde ortaya çıkabilirdi. Ama Gazâ tam da geçmişinden kurtulmaya çalıştığı anda geçmişine yakalandı. ● Romanda beni en çok düşündüren Gazâ’nın topluma karışabilmek için bulduğu yol; linç... Linç aslında yine bireyle toplum arasındaki ilişki türlerinden biri. Hatta ansiklopedi diliyle söylersem, bir iletişim biçimi. Korkunç şiddetli bir iletişim biçimi. Her defasında şiddet olması da gerekmiyor, psikolojik linç diye de bir şey var. Linç kalabalığı içinde eriyip birbirine karışmanın, kimin nereden geldiğinin belli olmadığı o kalabalığın içinde yok olup gitmenin arayışına girmiş olan bir çocuk var karşımızda. Çocuğun normal bir şekilde iletişim kurması mümkün değil. Ancak insanların kendileri haricinde bir bireye zarar vermek dışında hiçbir şeyi önemsemediği o anda toplumun içine dahil olabiliyor. Çünkü o anda ‘Kim olursan ol gel,’ diyor kalabalık. O kalabalığa katılmak Gazâ için mümkün. Çünkü diğer kalabalıkta sorular var, mantık var, beklentiler var, kurallar var. Linç kalabalığında hiçbiri yok bunların. Sağlam bir beden, inip kalkabilen kollar bacaklar haricinde beklenti yok. Yeter ki o öfkeye katıl. Başka bir yolu yok çünkü Gazâ’nın toplumla ilişkiye girmesi için. Normal bir şekilde ilişkiye girmesi her şeye yeniden başlaması gerekecek. MS


Zamanına, mekânına hakim bir yazar “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi” Ahmet Ümit Everest Yayınları 20 TL FOTOĞRAF: ERCAN ARSLAN

Ahmet Ümit, yazacağı konu, dönem, kişiler hakkında uzun uzun araştırmalar yapar, bazen araştırma süresi, kitabı fiilen yazma süresinden fazla zaman alır. Tarihi polisiyelerini inceden inceye araştırır. Mekanlarına da hakimdir.

“Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nin ilk bölümünü Ahmet Ümit’ten dinlemek için blipleyin.

Ahmet Ümit, 15 yıl boyunca devrimcilik yaptı. SEVİN OKYAY sevino@gmail.com

AHMET ÜMİT, konusuna, mekanlarına hakim bir yazardır. Başta Başkomiser Nevzat olmak üzere, akılda kalan sağlam karakterler yaratmıştır. Onları da tanır, geldikleri yerleri de. Tarihiyle, politikasıyla, şehirleri, devirleri anlatır. Yazarlığa tesadüfen başladığını söylü-

yor. Demek ki mutlu bir tesadüfmüş. 1960’ta Gaziantep’te doğan yazar, 1978’de İstanbul’a geldi. Ülkenin o sıralardaki hayhuyu içinde, Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi’nde eğitim gördü, doktor ağabeyinin yanında kaldı. Eşi Vildan’la tanıştı, sıkıyönetim döneminde onu istetti, evlendi. Şimdi bir kızı, bir torunu var.

YAZAR OLARAK DAHA ETKİLİ Siyasi bir kimliğe sahipti. “Sovyet politikasına çok inanıyorduk, o nedenle TKP’ye

105

(Türkiye Komünist Partisi) girmiştim,” diyor. 12 Eylül öncesinde aktif bir hareketin saflarında yer aldı. 15 yıl boyunca profesyonel devrimcilik yaptı. TKP’nin öğrenci gençlik sorumlusuydu. Üyelerden biri afiş asarken tutuklanınca, örgüte bir rapor yazdı ve bu rapor, onun ilk hikâyesi oldu. Prag’da 40 ayrı dilde yayımlanan Barış ve Sosyalizm Sorunları dergisinde basıldı. Rapor yerine yazdığı hikayede (”Bu Son Sınav Değildir”) bir öğrencinin işkencede direnmesini anlatmıştı. Milliyet SANAT Kasım 2013


EDEBİYAT

Sonra da, gene görevli olarak Moskova’ya gitti ve hayalindeki, idealindeki ülkenin burası olmadığını anladı. Örgütten ona edebiyat okutmalarını istedi. Dönmesini söylediler, döndü. Bir süre bir gazetede çalıştıktan sonra, yazar olarak daha etkili olacağına karar verdi. İnsanların daha iyi olmasını sağlamayı amaçladı. Lafın kısası, mücadele, macera, sürekli gerilim sonucu kendini polisiye yazarken buldu. Doğrusu hiçbir şikayetimiz yok. Şahsen beni çok etkileyen ve yüreğiyle vicdanının çizdiği yolda giden hiçbir idealistin düşmanca yaklaşmayacağına inandığım “Kar Kokusu” bu sayede doğdu. Yazmaya devam etti. Polisiyeyi küçümsemeye gerek olmadığını anlamıştı. Tam tersine, polisiye aslında sistemi eleştirmeye de yarıyordu. Klasiklerden yola çıktı ama, klasik anlamda polisiye yazmamayı tercih etti. Başka zamanlara, adını bilsek de bize malum olmayan mekânlara geçti. “Patasana”da Hititler’in ikinci başkenti ‘Kargamış’ı yazdı. Ona göre, “Patasana”, “Kavim”, “Beyoğlu Rapsodisi”, “Bab-ı Esrar”, “İstanbul Hatırası” bir zincirin farklı halkaları. Okurunu da tarih fonuna yerleştirilmiş polisiyelere alıştırdı. Gerek eski haliyle, gerek yeni haliyle İstanbul’a, ille de Beyoğlu’na sık sık dönsek de... Sadece yazarlıkla geçinmeye, başka iş yapmamaya 2004 yılında karar verdi. Evlendikten sonra ticaretle uğraşmıştı. Parti bitince de Ali Taygun ile şirket kurdu, reklamcılık yaptılar. “Patasana” yedi baskı yapınca, işi bırakma kararı aldı. Bundan sonra yazacaktı. Dizi, film teklifleri de başlamıştı. 2004’ten itibaren sadece yazarlık yapmak suretiyle geçinen birkaç kişiden biri oldu. Polisiye yazma kararı ne kadar önemli bir kararsa, yazarlıktan başka iş yapmama kararı da o kadar önemlidir. Erol Üyepazarcı, yalnızca polisiye roman yazan yazarların öncülüğünü, Ahmet Ümit ile Osman Aysu’nun yaptığını söylüyor. Ona göre Ahmet Ümit’in, edebi lezzetleri olan bir kurgusu var. “Polisiye roman yazmanın ikinci sınıf bir edebiyatçılık olmadığını Türk roman severlere kabul ettirdi. Kurgusu da iyidir.” Polisiye edebiyatın ayakları üstünde durmasına kendisi de çok katkıda bulunan Erol Üyepazarcı, böylece polisiye romanın da üvey evlatlıktan kurtulduğunu belirtmiş. Büyük ustaları vardır. Shakespeare ve Dostoyevski gibi. Polisiyede, “Beyoğlu Rapsodisi” ile hatırını sorduğu Agatha Christie gibi. Ama asıl hocalarının, kendi dilini kullanan yazarlar olduğunu düşünür. Sait FaMilliyet SANAT Kasım 2013

ik, Orhan Kemal, Bilge Karasu, Nâzım Hikmet, Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi. Ustalarından biri de Orhan Kemal’dir. Yazarın 100. doğum gününde, onun kitaplarının, ilk okuduğu kitaplar olduğunu söylemişti. “’Bereketli Topraklar Üzerinde’, ‘Murtaza’ gibi pek çok kitabı beni derinden etkilemiştir. Etkilerini benim yazım tarzımda da görebiliriz. Ben de Orhan Kemal gibi cümlelerle, kısa diyaloglarla karakterleri anlatmaya çalışırım. Onun karakterleri de benim karakterlerim de sokaktan gelir. ‘Ustam’ diyebileceğim büyük yazarlardan biridir,” şeklinde konuştu.

ARAŞTIRMAYI SEVER Bir başka özelliği de, yazacağı konu, dönem, kişiler hakkında uzun uzun araştırmalar yapmasıdır. Ahmet Ümit, araştırmayı sever, bazen araştırma süresi, kitabı fiilen yazma süresinden fazla zaman alır. Tarihi polisiyelerini inceden inceye araştırır. Mekânlarına da hakimdir. “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nde Baş-

komiser Nevzat’ın, hatırlı konukları geldiği için Evgenia’yı akşam yemeğine götüremediği mekandır, Feraye. O da, gönüllerini almak için çalışkan elemanları Ali ile Zeynep’i akşam yemeğine götürür. Bu sefer Erdinç karşılar onları. Derken, hep gülen yüzü ve kendine güveniyle Nevzat’ın sinirini bozan ‘sırnaşık’ yazar da, bir arkadaşıyla çıkagelir. Çocuklar da onu tanıyordur, hatta Zeynep adının dilinin ucunda olduğunu söyler. Yazarın yanında bir arkadaşı vardır. Nevzat, onun varlığından belirgin şekilde rahatsızlık duyar. Ahmet Ümit böylece kendini bir karakter olarak (her ne kadar adı geçmiyorsa da) bir kitabına ilk kez dahil eder. Başkomiser Nevzat’tan da kötü olmayan bir karaktere hiç reva görmediği bir muamele görür. Beyoğlu “Beyoğlu Rapsodisi”nde kitapta, en önemli karakterlerden biriydi. Son kitabında Tarlabaşı da öyle. Farklı bir biçime bürünmüş olsa da, yaşayan bir mekan. Karakterleri için o kadar önemli ki, altlarından mekanlarını çeksen dımdızlak havada kalır-

Rengini yitiren şehir Ahmet Ümit, Everest Yayınları’ndan çıkan yeni romanı “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nde Tarlabaşı’nın arka sokaklarında bulunan bir erkek cesedinin izini sürüyor. AHMET ÜMİT, bir semtin kayıplarından yola çıkarak gittikçe fakirleşen, renklerini de kaybeden bir şehri anlatmış. “Beyoğlu Rapsodisi”nde İstiklal Caddesi’nde üslenmiştik. “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nde ise daha derinlere iniyoruz. Mekanımız, eski günlerini mumla arayan Tarlabaşı. Yazarının peşinen tavsiye ettiği son kitabını gerçek bir heyecanla bekliyordum. “Beyoğlu Rapsodisi”nin İstiklal Caddesi’ndeki mekanlarını onunla gezmiştik. Aklım Tarlabaşı’ndaydı. Celil Oker’in müstafi pilotu Remzi Ünal’ı, son kitabı “Ateş Etme İstanbul”un başında, oralarda, Ünal’ın adını bile söylemekten hicap duyacağı bir otelde bulmuştuk. Ahmet Ümit ise, “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nde neşteri daha derinden vuruyor. Son kitabı, kendi deyişiyle, ‘kaybetmiş insanlar gettosu’ Tarlabaşı’nı anlatıyor. Tarlabaşı’nın insanlarını da... Çünkü burada artık sahiden kaybolmuş insanlar

106


Ahmet Ümit, doğduğu şehir Gaziantep’i ne kadar seviyorsa, kendini ona ne kadar borçlu hissediyorsa, İstanbul’u ve özellikle Beyoğlu’nu da o kadar sever. Zaten çalıştığı, kitaplarını yazdığı yazıhanesi de Beyoğlu’ndadır.

lar. Birbirlerini öylesine tamamlıyorlar. Ahmet Ümit, doğduğu şehir Gaziantep’i ne kadar seviyorsa, kendini ona ne kadar borçlu hissediyorsa, İstanbul’u ve özellikle Beyoğlu’nu da o kadar sever. Zaten çalıştığı, kitaplarını yazdığı yazıhanesi de Beyoğlu’ndadır. “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nin irili ufaklı karakterlerine ilham kaynağı olacak insanları da, Taksim kapalı olduğu için taksiyle Sakızağacı Caddesi’nden geçip o yazıhaneye giderken görmüştür. Ahmet Ümit, yazmayı seviyor, “... bir şey anlatmak ya da bir soru sormak istiyorum. Polisiye işte o soruyu sormama yardımcı oluyor ve de o zaman okur tarafından zevkle okunuyor.” Kendi yaşamadığı şeyleri yazmayı da seviyor, şu sıkıcı hayatta bir oyalanma olsun, onu sıkıntıdan kurtarsın diye. Edebiyatın ağır işçilik olduğunun da farkında... Kendisi de, bir kuyumcu gibi sözcükleri ait olduğu yerlere yerleştirmeye çalışıyor. Kurgu ise onun için biraz da araç. Ama kurgusu da, gerilimi de sağlam bir yazardır. Karakterleri de üzerlerinde kafa yorulmuş ka-

rakterlerdir. Karakter deyince, ‘ağır ağabey’ Başkomiser Nevzat’ı vurgulamak gerek. Yazarının deyişiyle, o artık Türkiye’nin dedektifi. Hikayelerinden film çekildi, dizi film yapıldı. Benim en sevdiğim, görsel olarak Nevzat’ın en iyi karşılığı olduğuna inandığım İsmail Gülgeç’in çizgi roman tipidir. Rahmetli Gülgeç, Ümit’e gelmiş, çizgi roman yapmak istediğini söylemiş. İki çizgi roman yaptılar: “Çiçekçinin Ölümü” ile “Tapınak Fahişeleri”. Yazar bir yerde, Başkomiser Nevzat’ın, Atıf Yılmaz’ın “Ah Güzel İstanbul”undaki Haşmet İbriktaroğlu karakteri, Yavuz Turgul’un Muhsin Bey karakteri ve öldürülen Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’un bileşkesi olduğunu söylemiş.

Bir yerde de “Adalete inanan, çok iyi bir adamdı,” diye tanımladığı Yurdakul ile Morgan Freeman’ın dedektifinin kendisini çok etkilediği “Seven/Yedi” filminden söz ediyor: “Artık suçla baş edemeyeceğini bilen ama elinden de başka bir iş gelmeyen polis!” Ki, sevdiğimiz polisler de genellikle böyle tiplerdir: Harry Bosch, Matthew Scudder, Martin Beck, Guido Brunetti, Kostas Haritos. Hatta, üstadımız Maigret’nin kendisi... Ahmet Ümit, hayat yorgunu, acıyı damıtmış, işini yapabildiği en iyi şekliyle yapmak isteyen namuslu başkomiseriyle bir kez daha karşımızda... Bakalım, diyoruz, bunun hemen ardından zaten hazırlığını yaptım dediği İttihat ve Terakki romanı da gelecekmiş. Teyakkuzdayız, amirim. MS

var. Ümit daha önce, “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nin Selim İleri’nin zorlamasıyla nasıl ortaya çıktığını yazmıştı. Konuştukları akşamın sabahında, taksiyle Sakızağacı Caddesi’nden yazıhanesine giderken, bu kitapta karşımıza çıkacak insanları görmüş: Ağır abiler, rengarenk saçlı travestiler, uzaklardaki evlerini bırakıp gelmiş, buraya sığınmış çaresiz yoksullar, futboldan medet uman siyahi gençler, sokak çocukları, semtteki kentsel dönüşüme karşı çıkan göstericiler, kendini satan ya da satılan kadınlar, uyuşturucu satıcıları, konsomatrisler, şarkıcılar... Hepsi birden, yazarın, “Bu toprakları terk etmek zorunda bırakılan insanların aziz hatırasına” ithaf ettiği “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nde... Eski bir Ahmet Ümit okuruyum. Bana bu kitabı hepsinden çok seveceğimi söylemişti, oysa böyle iddiaları yoktur hiç. Kitabın onun gözünde ayrı bir yeri olduğunu düşünmüş. Haklıymış, çok da sevdim. Aşklarıyla, adilikleriyle, acımasızlığıyla, ekonomisi ve politikasıyla Tarlabaşı’nın ve giderek İstanbul’un değişimini anlatıyor “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”. Tarlabaşı’nda bir yılbaşı gecesi işlenen cinayetle başlıyor, o cinayetin araştırmasıyla birlikte gitgide derinlere iniyor. Ahmet Ümit son kitabıyla, polisiye dalında sevdiğim

başka iki usta yazar, Celil Oker (“Ateş Etme İstanbul”) ve Henning Mankell (“Huzursuz Adam”) gibi, usta bir yazarın yıllarla nasıl daha da demlendiğini, daha bile fazla tecrübe kazandığını kanıtlıyor. Okuruna bir oyun oynayan “Beyoğlu Rapsodisi”nden farklı olarak, “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nde Başkomiser Nevzat ile ekibi var: İki genç komiser, Ali ile Zeynep. Nevzat ekibiyle çalışmayı seven bir polis olduğu için biz de onların varlığına alıştık. Zaten zamanla daha bir öne çıktılar, karakterleri gelişti. Polislerin gözünde yılbaşı gecesinin en büyük kabusu o gece de gerçekleşiyor. Telsiz, yeni yılın ilk cinayetini, tam da onlar umutlanmaya başlamışken bildiriyor: Tarlabaşı’nda bir erkek cesedi bulunmuş. Ceset, semtin iki ağır abisi Barbut İhsan ile Kara Nizam’dan ikincisinin yanında çalışan Engin’e aittir. Yarar bir adam değildir, Engin. Yakışıklıdır, zamparadır, acımasızdır. Dersini, Avrupa’da uyuşturucu kaçakcılığı yapmış amcası Durdu’dan almıştır. Ancak Engin’in evinde de bir başka kiralık katil bekler. Üstelik, Nizam’la İhsan’ı ikisinin de sevdikleri güzel kız Çilem büsbütün kanlı-bıçaklı eder. Şüphe çekecek çok insan vardır, yoksulluk insana her şeyi yaptırır çünkü. Esrarengiz karakterlerden biri de, kurduğu Ferhat Çerağ Kültür

Merkezi’ne ihtiyacı olan herkesin, travestilerin, sokak çocuklarının sığındığı Nazlı’dır. Engin’in sevgililerinden sosyetik Jale’ye gelince, o daha çok kentsel dönüşümle ilgilidir sanki. Ahmet Ümit’in bu meseleye ilgi duyduğundan ise hiç şüphe yok. Kentsel dönüşümden gelecek maddi çıkarlar, Tarlabaşı’ndaki yenilenmenin rantı, herkesin aklını başından almış. Vaktiyle Ermeniler’e, daha çok da Rumlar’a ait olan evler yok pahasına kapatılıyor. Nevzat, bu evlerde eskiden kimlerin oturduğunu Ali’ye şöyle anlatıyor: “Aslında çok zengin bir semt değil. Beyoğlu’ndaki mağazalarda çalışan insanlar burada yaşıyormuş, hani şu orta direk dedikleri kesim. Mağazaların sahipleri ise İstiklal Caddesi’nin etrafında.” Kitapta Başkomiser Nevzat’ın kimselere benzemeyen sevgilisi Evgenia da var, tabii. 50 küsur yıl önceki vandal saldırısının ardından İstanbul’u mecburen terk eden, çok sevdiği akrabaları ziyaretine gelmiş. Şimdi o nezih, çok renkli Tarlabaşı, ‘şehrin en hüzünlü semti’. İnsanların bakışlarına damıtılmış bir hüzün yerleşmiş. Ama “Beyoğlu’nun En Güzel Abisi”nin bize bir sürprizi de var: Başkomiser Nevzat’ın hiç hoşlanmadığı yazar karakteri, Ahmet Ümit’in ta kendisi. Eh, yazarlar karakterlerine tahammül edemez bazen.

107

Milliyet SANAT Kasım 2013


EDEBİYAT

“Kendi adımı verdim kahramanıma” Şebnem İşigüzel kendi aile tarihinden yola çıkarak yazdığı yeni romanı “Venüs”te kadının aile içindeki, toplumdaki, dünyadaki yerini sorguluyor.

GÜLDEN ÖKTEM goktem@milliyet.com.tr

“HİÇBİRİMİZ aile tarihimizden kaçamayız. Elbette onu geride bırakabiliriz. Ama o her koşulda orada durur.” Yeni kitabı “Venüs”ün 13. sayfasında böyle diyor Şebnem İşigüzel. Bir aile tarihi, aynı zamanda kocaman bir Osmanlı ve Türkiye tarihi anlattığı kitabı “Venüs”ün hikayesi, 16. YY.’da başlıyor ve 1940’lara kadar sürüyor. Roman, başkahramanın bir akıl hastanesinde doktorunun tavsiyesi üzerine kaleme aldığı not defterinden oluşuyor. Bu defterde adını hiç bilmediğimiz baş kahraman bizi ailenin baskın iki kadınıyla tanıştırıyor: Halası Şekina ve Orta Afrika’daki ailesinin yanından beş yaşındayken çalınmış ve önce Mısır’a oradan da İstanbul’a saraya gelmiş köle Nergis. Anlatıcının hikayesinin ailesinin kadınlarının öyküleriyle bütünleştiği “Venüs”ü Şebnem İşigüzel anlattı... ● “Venüs”, hem tarihi bir roman hem bir kadın hikayesi ve hem de bir aile öyküsü. Ama aslında bir taraftan da psikolojik öğeleri ağır basan bir kitap...

Milliyet SANAT Kasım 2013

Şebnem İşigüzel’in Milliyet Sanat okurlarına mesajını izlemek için blipleyin. Şebnem İşigüzel, “Venüs”teki hikayeyi 16. YY.’da başlatıyor ve 1940’lara geliyor.

Zaman çok hızlı. Artık sanal alemin de etkisiyle hayat, ışık hızında ilerliyor. Eskiden bize bir şey söylenirdi ve biz de bunu 40 gün düşünürdük. Bugün ise unutuyoruz. Ben çok takıntılı bir insandım. Buna rağmen ben bile unutuyorum. Artık hiçbir şeyi umursamamaya, kimi zaman dikkat etmemeye, görmemeye başlıyorum. Eskiden kelimeler, ifadeler aklımda kalırdı. Şimdi onların hepsini gömdüm. Bunu zamanın hızıyla birleştiriyorum ama masamın başında o zaman yavaşlıyor. Psikanalizle o yüzden örtüştürdüm kitabı. Her yazdığınıza içinizden bir şeyler katıyorsunuz elbette. Ama sadece içinizden çıkmıyor onlar. Ailenizin, toplumun, çevrenizin, koskoca bir ülkenin, insanlığın parçalarını kusuyorsunuz orada. Masamın başına gidince, bana neler oluyor bilmiyorum ama kafamdaki tüm soruları, unuttuklarımı, hatırladıklarımı çö-

108

zebiliyorum. ● Bir aile hikayesi anlatıyorsunuz romanda ve kitabın kendi ailenizden izler taşıdığını gizlemiyorsunuz. Kendi ailenizden yola çıkarak bir aile hikayesi kurma fikrini nasıl çıktı ortaya? Ailemizin taşıdığı, yaşadığı düşmanlıkları, huzursuzlukları ve kederi; kanımıza işleyen hastalık gibi, genetiğimiz, kalıtımsal hastalıklarımız gibi taşıyoruz. Tüm bunlar nakşoluyor ruhumuza. Benim ailemin de ilginç hikayeleri vardı. Arnavutluk’tan buraya Arnavut olarak gelmeleri mesela... Onlardan aldığım güçle yazıyorum tüm bunları, çünkü aynı kanı taşıyorum onlarla. Aile tarihimizdeki hikayeler bana hep masal gibi anlatıldı ve beni çok etkiledi. Ama romanın bütünü benim aile tarihimden oluşmuyor. Bana ilham veren birkaç aile tarihimden olay, iz yer alıyor elbette.


FOTOĞRAFLAR: ECE YILMAZ ● Peki bu izleri yazdıran şey neydi?

Onlar çünkü yazmıyorlardı, sadece anlatıyorlardı. Yazarlık bana geçti. Arnavut kadınları çok güçlü, çok akıllı ama talihsiz kadınlar. Muhtemelen onlarda da yazarlık gücü vardı; insanın içine bakmayı biliyorlardı. O duyguları ödünç alarak yazdım. Çok temel, ilham veren şeyler var tabii. ● Mesela kitabınızı ithaf ettiğiniz, dedenizin anneannesi Belkıse... Romanda baş karakterin annesi, İstanbul’a geldiğinde zengindir. Para onundur ve hatta adam onunla evlenmek için dolap çevirmiştir. O sırada şaşkınlıkla öğrendim ki aslında ninem Belkıse de zenginmiş. Bu bana hiç söylenmemiş bir şeydi. Çok hissi bir şey aslında. Aile dizimi terapisi diye bir şey var. Ben de bir yere kadar doğru buluyorum bu terapiyi. Bir kere izleme olanağım oldu ama katılıp bir aile dizimi terapisi yaptırmadım kendime. Ama işte oradaki gibi di-

Aile tarihimden ince inzildi kafamda. İlhamı da izledice esmiş bana... Birincisi ğim bir seanstan aldım belki de. şöyle bir gerçek var: Baba“Bunları yazsam ne güzel olurmın amcası yani, dedemin du,” dediğim şeylerdi sanki. abisi Boğaz’da doğmamış ● Ailenizdeki kadınların ama ninemizin sancıları birkaç karakteri birden esinletam orada tutmuş. İşte bu diğini söylüyorsunuz. Bir akıl olay bana, zihnimde o dohastanesine kapatılan baş kağumu yaptırdı. Ninemler rakteri de yine büyük nineniz de kitaptaki aile gibi, ÜsküBelkıse’den esinlenerek mi “Venüs” dar’da bir çiftlik almış. Ama kaleme aldınız? Şebnem İşigüzel Avrupa yakasında Pera PaEvet. Ama büyük ninemizin İletişim Yayınları las’ta kalıyorlarmış. Çiftliği hikayesi çok başka. Sadece bana Fiyatı: 17 TL aldıktan sonra Arnavutilham veren şeyi şu oldu: O AlzROMAN luk’tan getirdikleri toprağı heimer’dı büyük ihtimalle ve o serpmişler. Sandalla Avruzamanlar bu sebepten akıl hastanesine yatırılmıştı. Muhtemelen, ailecek ko- pa’dan Asya’ya geçerken suyu gelmiş büyük ca bir servet kaybettikleri için büyük bir çö- ninenin. “Hatta su mu alıyor sandal,” diye küntü içindeydi. Bütün statüsünü ve parası- de düşünmüşler. İkincisi de çok yüzmeye ginı kaybetmişti. Onun durumu, benim baş ka- derdim Boğaz’a. Bir taraftan akıntıdan korrakterimden başka. Ama tabii akıl hastane- kardım da. ● Kitapta “Kokain” başlıklı bir bölüm sine bırakılan bir büyükanne durumu beni hep etkiledi. Benim kuşağıma kadar, o nine- var. Ama kitaptaki hülyalı sahnelerle miz için üzülme durumu vardı ailede. De- karşılaştıkça, “Acaba böyle mi hissedilimek böyle telafi etmek mümkünmüş: Yaza- yor kokain alındığında,” diye düşünmerak... Roman kahramanım ise bambaşka; da- den edemiyor insan. Siz yazarken ne hisha farklı bir aile durumunun içinde, sadece settiniz? Kokain aslında 1800’lü yıllarda ilaç gibi cinnet geçirdiği için akıl hastanesine yatırılıyor. “Kadınları delirten erkeklerdir,” ya da kullanıyor. Hatta Freud, sonradan eşi ola“Beni solduran evliliğim,” diyor. Evlilikle, er- cak nişanlısına yazdığı mektuplarda kokain keklerle, sorunlarla ve kadın olma durumuy- tavsiye ediyor. Bunu bir buluş olarak düşünüyor. Ama sonra yasaklanıyor. Yazarken la bir yüzleşme var “Venüs”te. psikanaliz ilgimi çok çekti. Kokain, Freud’la ● Aile hikayesi anlatırken bir taraftan da bir aile atlası çıkarmak gerekti mi birlikte girdi romana. Ben yazarken aslında şöyle hissettim: Bir madde bağımlılığım olkitap için? Geçmişteki romanlarım için dehşetli şe- saydı, onu alınca hissettiklerim muhtememalarım vardı. Mesela “Çöplük” romanım len yazarken ortaya çıkan duygular gibi şeyiçin yaptığım bir tomar şema hâlâ bir yer- ler olurdu. Çok merak ettim kokain nasıl bir lerde duruyor. Küçük notçuklardan oluşan şeydir ama, denemedim. Müptelası olmakkağıtlar... “Resmi Geçit” için de yapmıştım. tan korktum belki de... ● Kitapta kokain alan da baş karakteAma bu kitapta gerek duymadım, not bile almadım. Sanki bir rüya görüyordum ve o rin halası Şekina. Nasıl bir kadın bu Şegördüklerimi yazdım. Garip bir hisle yazı- kina? Şekina’yı herkes bir şekilde devam ettiryordum. Ha, tek bir notum vardı: Sadece Şekina’ya ninemizin adını verecektim. Son- di hayal dünyasında. Onun Londra günleri, ra sanki ninemizin bir itirazı yükseldi içim- onun yolculuğu, tüm Avrupa’yı kat ederek İstanbul’a geri dönmesi. Şekina daha fazla de ve Şekina koydum. yazılmayı hak ediyordu. ● Doğu ve Batı arasında geçen bir ● Peki istemez miydiniz onu daha olayla başlıyor kitap. Baş kahraman Marmara Denizi’nde, Avrupa’yla As- uzun anlatmayı? Elim gitmedi değil... Ama o kadar kök ya’nın tam ortasında dünyaya geliyor. Benim çok hikayem var İstanbul Boğa- salıyordu ki roman... Şekina evet çok şahane zı’nda. İnce ince ve yıllardır... Gerçekten ni- bir kadın. Biraz Sezer Duru ilham verdi o nelerim tohumlarını bırakmış bana. Bunu karakter için bana. Sezer Duru’nun arslan anlıyorum. Nakış gibi işlenmiş aslında zih- yelesi gibi saçları, kükrer gibi konuşması, nime. O yüzden o kadar heyecanla ve bir kendine güveni, çok pervasız ve tatlı küsoturuşta yazdım. Güzel bir yemeği iştahla tahlığı... Çok özel bir karakter olduğunu düşünüyorum Sezer Duru’nun. Birlikte yemek gibi. Frankfurt yolculuğu yapmıştık. O yolculuk ● Denizin ortasında geçen sahneler Şekina’nın tohumlarını attı sanki. Şekina nasıl doğdu?

109

Milliyet SANAT Kasım 2013


EDEBİYAT

“Kitapta Cumhuriyet’i getiren karakter Atatürk. ‘Paşa’nın şeriatı’ diye bahsedilen şey de Cumhuriyet. Şekina’nın sevgilisi Atatürk! Atatürk’ü bu yönüyle anlatmak istedim. Zaaflarını, yaşadığı aşkları, sevgililerini ve özlemlerini...” evet, bir özgürlük simgesi. ● Bir de Şekina’nın yazdığı “Kızlar Manifestosu” var kitapta. Nasıl doğdu bu manifesto? Vallahi romanı sırf o bölüm için yazmak isterdim. O kadar istedim ki o bölümü yazmayı. Osmanlı’da yaşayan özgür bir kadın Şekina. Özgürlük duygusuyla yazıyor. Bunu çok değerli tutuyor ve tabii maddi bir gücü de var. O dönemde, tıpkı şimdiki gibi toplumsal baskı yerlerde süründürüyor kadını. Şekina bunu görmemizi sağlıyor. Namus cinayetleri, öldürülen kadınlar, diri diri gömülen kadınlar... Tüm bunlar bağıra bağıra yazdırdı bana bu manifestoyu. ● Romandaki isimlerin de her birinin anlamı var. Bu anlamlar da karakterlerin özelliklerini anlatıyor... Evet. Şekina’nın adı cinsellikle bağlantılı bir isim Yahudilikte. ● Nergis’in de adı aslında narcissus’tan geliyor değil mi? Tabii. O dönemde, 16. YY. sarayında hadımlara verilen isimler hep çiçek adları oluyor. Aslında Nergis’in kendine sevdalanmasıyla ilintili olarak koydum bu adı. Narsisizm ve nergis çiçeğinden doğdu Nergis. ● Ve biraz da efsanevi bir karakter değil mi? Gerek 350 yaşında olmasıyla, gerek anlattıklarıyla... Evet efsanevi bir karakter. Aslında bilemiyoruz tabii, kitap boyunca, duyduklarını mı anlatıyor? Hakikaten bu kadar uzun yaşadı mı? Virginia Woolf’un “Orlando”suna tatlı göndermeler var tabii Nergis karakterinde. ● Tarihi bir roman yazmak gibi bir fikir var mıydı? Yoksa bu da yazı masasının başına oturunca mı gelişti? Tarihi bir roman yazmak istiyordum hep. 16. YY.’ı... Ve en çok da sarayı yazmak istiyordum. Yeniçeriler, kristal gemi, Haliç’in donması... 16. YY. eğlendirdi beni. “Venüs”ün hikayesi 16. YY.’da başlıyor ve 1940’lara kadar sürüyor. ● Cumhuriyet’in ilanı da var tabii. ‘Cumhuriyeti getiren paşa’ karakteri de Atatürk olmalı. Evet. ‘Paşa’nın şeriatı’ diye bahsedilen şey de Cumhuriyet. Şekina’nın sevgilisi Atatürk! Atatürk’ü bu yönüyle anlatmak istedim. Zaaflarını, yaşadığı aşkları, sevgililerini ve özlemlerini... Aslında Şekina, paşanın göz rengini çok farklı tarif ediyor kitapta. Bir Milliyet SANAT Kasım 2013

başka bölümde Bandırma Vapuru’nda aşk dolu bir gece geçiriyor o paşayla. Ama, göz rengi değişik olsa da o paşa Atatürk. ● Bir de baş kahramanın ismini hiç bilmiyoruz. Gecenin parlayan su damlalarını düşünüp koyuyor babası. Anlamını bilsek de adını bilmiyoruz hiç. Aslında kendi adımı veriyorum kahramanıma. Kendi içime dönebiliyorum psikanalitik düşünerek belki de. Herhalde bütün ailenin kadınlarını yazıp, benim yazdığımı ifade etmek için böyle yaptım. “Kötü zehirli mailer gibi zehirleyebilir tuhaf isimler insanları” diye bir cümle var kitapta. Bir yandan Venüs de karakterin göbek adı. Diğer yandan da kendi adımı vermek istedim ona. Nedense kendi adım garip bulunurdu çocukken. Anlamı hep çok düşündürürdü beni. Adımla garip bir bağım var. Sevmem Şebnem’i. Harflerini ve tınısını sevmem. Ama değiştirmeyi ya da kendime bir yazar adı düşünmeyi aklımdan geçirmedim. Bir göbek bağım var adımla, kesemiyorum o bağı. Ona adımı vermemin nedeni, belki de ona akıttığım derin hislerim var. ● Kitabın adı karakterin göbek adı. Nasıl çıktı “Venüs”? Venüs, güneş battıktan sonra görülen ilk yıldız ve sabah güneş doğmadan görülen son yıldız olduğu için Akşam Yıldızı ve Sabah Yıldızı olmak üzere iki farklı yıldız olarak tarif ediliyor kitapta. Ama kimileri kitabın ismini sevmiyor. Özellikle erkek okurlardan eleştiri alıyorum. Bir arkadaşım şöyle dedi: “‘Venüs’ isimli kitabı bir başkası yazsaydı okumazdım, sen yazdığın için okuyorum.” Şaşırdım aslında. Ama çok da içime sindi bu isim aynı zamanda. ● Henüz erken ama yeni romanızın konusu billi mi? Yine bir kadın hikayesi anlatacağım. Ama şimdiki zamanda geçecek. MS

İşigüzel yeni romanında da kadın hikayesi anlatacak.

110

“Bir gün kocama ağladım ve yazmayacağım dedim!” ● Yazarken hiç duraksadığınız, tekrar oturup geçmişi düşünmek istediğiniz zamanlar oldu mu? Benim de bazen durduğum, kilitlendiğim zamanlar geliyor tabii. Ama yazmak benim işim. Ben bu marifetle bu dünyaya gelmişim. Kimi zaman hiç yazamayacağımı düşündüğüm zamanlar oluyor. Bu romanım öyleydi. Her gün oturup başlıyordum ve ertesi gün tüm yazdıklarımdan vazgeçiyordum. Duvara çarptığım zamanlar oldu ama yazmaya başladığım anda kimse beni tutamadı. Yazarken de boşluğa düştüğüm zamanlar oluyor. Kitabın bir yerinde kahramanım cinnet geçiriyor. Onun o gece düştüğü kuyuya aslında ben de düştüm ve kalkamadım. O cinneti beklemiyordum mesela. ● Daha önce karakterin cinnet geçireceğini düşünmemiş miydiniz? O anda mı geldi aklınıza? Hiç tahayyül edemiyordum. O anda, masa başında yazarken oldu. Kuyunun dibinde buldum ben de kendimi, onun gibi. Kalkamadım. 8 ayımı aldı bu durum. Bir gün hakikaten kocama ağladım ve dedim ki, “Yazmayacağım.” Kuyudan çıkabileceğimi sanmıyordum. O kahraman kadar umutsuz ve çaresizdim. Belki de o romanı sevdiren ve insanları romana yaklaştıran şey odur: Benim kendimi hep orada, olayların içinde görmem. İçimden gelen hislerle yazmam. ● Sonra çıkabildiniz ama kuyudan... Çıkmayı başardım, evet. Benim de hayal kırıklıklarım var. O kadar çok ki. Ama her defasında yerden baltamı alıp koşuyorum.


Beş şehir için ‘oyun’ vakti Festivalde David Peace bir söyleşi gerçekleştirecek.

Teması ‘Şehir ve Oyun’ olarak belirlenen İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, 5 Kasım’a dek devam ediyor. Bu yıl beşincisi düzenlenen uluslararası edebiyat festivali, İstanbul, Erzurum, Konya, Bursa ve Ankara olmak üzere beş şehirde okurlarla buluşuyor. MELİKE AYÇA GÜZEL

İTEF’te çeşit çeşit etkinlik var

melikeaycaguzel@yahoo.com

OYUN, edebiyatın vazgeçilmezlerindendir. Antik Yunan edebiyatından Latin edebiyatına, Latin edebiyatından Doğu edebiyatına, neredeyse tüm yazınların edebi kurgularının içinde oyun vardır. Edebiyatın da oyunun ta kendisi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Belki de bu nedenle İTEF-Tanpınar Edebiyat Festivali, 2013 yılı temasını ‘Şehir ve Oyun’ olarak belirledi ve oyunu, şehirle birleştirdi. İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, her yıl olduğu gibi bu yıl da edebiyat dünyasını buluşturuyor. Kalem Telif Hakları Ajansı’nın fikir önderliğinde, Kalem Kültür Derneği’nin organize ettiği İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali; Türk edebiyatını dünya yayıncılığına etkili biçimde tanıtma fikrinden hareketle, bir İstanbul yazarı olarak Ahmet Hamdi Tanpınar’dan alınan ilhamla 2009 yılında hayata geçirildi. Beş yıl içinde; şehirle insan, şehirle korku gibi konuları gündeme getiren İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali, bu yılın ‘Şehir ve Oyun’ temasıyla, 15 ülkeden 60’tan fazla yazarı buluşturuyor. İstanbul, Erzurum, Konya, Bursa ve Ankara’da okurları edebiyat şölenine davet ediyor.

OKULLARDA DA ETKİNLİK VAR İTEF-İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nden etkinlik koordinasyonunu üstlenen Fatma Cihan Akkartal, “Her yıl festival kapsamında çeşitli projelerimizi gerçekleştiriyoruz. Bu yılki ‘çılgın’ projemiz yazar Alberto Manguel ile Tanpınar’ın izinde beş şehire gideceğimiz edebiyat turu,” diyor ve ekliyor: “Manguel, Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabını okudu ve kendisine yaptığımız teklifi kabul etti. Manguel, modern edebiyatımızın kurucusu Tanpınar’a saygı duruşu niteliğinde bir kitap da kaleme alacak; İstanbul, Bur-

Etkinlikler arasında “Don Quijote de la Mancha” filminin gösterimi de var.

“Her yıl festival kapsamında çeşitli projelerimizi gerçekleştiriyoruz. Bu yılki ‘çılgın’ projemiz yazar Alberto Manguel ile Tanpınar’ın izinde Beş Şehir’e gideceğimiz edebiyat turu.” sa, Konya, Erzurum ve Ankara ile ilgili izlenimlerini kitaplaştıracak. Kitap, 2014’ün sonlarında Manguel’in yayıncısı Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanacak.” Akkartal ayrıca öğrencilerle yazarları da buluşturacaklarını belirtiyor: “İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün ‘Yazarlar Okullarda’ projesine, bu yıl ‘Festival Yazarları ile Yabancı Yazarlar

111

● 1 Kasım saat 18.00’de Cezayir Restoran Konferans Salonu’nda Eshkol Nevo, Jan Van Mersbergen, Nermin Yıldırım, ‘Haritasız Topraklar’ başlıklı söyleşiye katılacak. ● 1 Kasım saat 18.00’de Ercüment Cengiz, Teresa Prauer, Viktor Horvath, Yusuf Çopur, kargArt’ta ‘Aile Öyküleri’ başlıklı bir söyleşi yapacak. ● 1 Kasım saat 18.30’da Bibi Dumon Tak, Melike Günyüz, Sandra Hili Vassallo, Sophie Smiley, İnsan Kitabevi’nde ‘Çocuk Edebiyatında Oyun’ üzerine konuşacak. ● 2 Kasım saat 18.00’de Eva Petric, Jose Oliver, Ömer Erdem, ’Şiir’ üzerine konuşacak. ● 2 Kasım saat 18.00’de Hakan Yaman, Nermin Yıldırım, Suzanne Joinson, Cezayir Restoran Konferans Salonu’nda ‘Kaderin Oyunu’ başlıklı birkonuşma gerçekleştirecek. ● 2 Kasım saat 19.15’te Nermin Bezmen, Viktor Horvath, Cezayir Restoran Konferans Salonu’nda ‘Tarihi Kurguda İmparatorluklar’ üzerine konuşacak. ● 3 Kasım saat 12.00’de İstanbul Cervantes Enstitüsü’nde “Don Quijote de la Mancha” filminin gösterimi yapılacak. ● 3 Kasım’da saat 19.45’te Cezayir Restoran Konferans Salonu’nda David Peace bir söyleşi gerçekleştirecek.

Okullarda’ konseptiyle dahil olacağız. İTEF’in yabancı yazarları, 9 ilçedeki devlet okulu öğrencileriyle buluşacak. Çatalca, Beylikdüzü gibi kültüre erişimi kısıtlı olabilecek ilçelerdeki öğrenciler, Maltalı, Norveçli, Hollandalı, vs. yazarlarla buluşacak. MS Milliyet SANAT Kasım 2013


EDEBİYAT

Geçmiş ve gelecek arasında kitap fuarı

SELİN SAYAR selinsayar01@gmail.com

HERKESİN farklı bir İstanbul’u vardır. Kimi Göksu’dan Kanlıca’ya Boğaziçi sevdalısı, kimi Altın Boynuz Haliç’e vurgun... Kimi bu efsunlu şehrin ışıltılı sokaklarında hayatının en büyük aşkını yaşadı, kimiyse yalnızca İstanbul’a aşıktı. Güzelliği seyahatnamelere, efsanelere, romanlara konu olan bu şehir, onca şairi kendine nasıl meftun ettiyse, şiir İstanbul’a, İstanbul şiire çok yakıştı. Bir kere tutuldun mu İstanbul sevdasına, vay haline... Bu şehir, Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan Nâzım Hikmet’e, Ziya Osman Saba’dan Behçet Necatigil’e, Cemal Milliyet SANAT Kasım 2013

23. İstanbul Sanat Fuarı-ARTIST 2013 ile eş zamanlı gerçekleşecek olan 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 2-10 Kasım tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde ziyaretçilerini bekliyor olacak. Süreya’dan Sezai Karakoç’a, Orhan Veli’ye ne dizeler yazdırdı. En büyük sevdalısı ise Yahya Kemal’di. O, her bir dizesinde İstanbul’a duyduğu aşkı, sokaklarını, semtlerini, Maltepe’yi, Üsküdar’ı, Moda’yı, Çamlıca’yı anlattı. Şiire, edebiyata böylesine yakışan bir kent, yıllardır namına yaraşır bir organizasyona da ev sahipliği yapıyor; Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, bu yıl 32. kez, 2-10 Kasım tarihleri arasında kapılarını kitapseverlere açıyor. TÜYAP Fuarcılık Yapım A.Ş tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile TÜYAP Fuar ve Kongre Merke-

112

zi’nde düzenlenecek olan 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı, 650 yayınevi ve sivil toplum kuruluşu, 300 etkinlik ve imza günleriyle İstanbullulara kitap dolu bir hafta yaşatacak. Her yıl farklı bir konu üzerine yoğunlaşan ve geçen yılki teması “Çocukluğum Yurdumdur - Çocuk ve Gençlik Edebiyatı” olarak belirlenen fuar, Onur Yazarı olarak gençlik edebiyatının usta kalemlerinden Gülten Dayıoğlu’nu ağırlamıştı. Bu senenin teması ise “Tarih: Geçmişteki Gelecek” olarak belirlendi ve Kitap Fuarları Danışma Kurulu’nun aldığı kararla, 32. İs-


tanbul Kitap Fuarı’nın Onur Yazarı, tarihçi akademisyen Prof. Dr. Taner Timur seçildi.

ONUR KONUĞU ÇİN Fuar süresince Timur’un da katılımıyla düzenlenecek olan çeşitli panel ve söyleşiler tarih meraklılarının ilgisini çekeceğe benziyor, bizden söylemesi. Bu yılın bir başka sürprizi de Onur Konuğu, Çin Halk Cumhuriyeti. Peki “Onur Konuğu” ne anlama geliyor? Şöyle ki, 2-5 Kasım tarihleri arasında Çin Halk Cumhuriyeti, önde gelen edebiyatçıları ve 100’ü aşkın yayıneviyle Uluslararası Salon’da yerini alacak, söyleşiler, paneller, kaligrafi çalışmaları ve sergiler düzenlenecek. Ayrıca bu yıl Uluslararası Salon kapsamında 40 ülkeden 200 yayınevi, telif ajansları ve yayıncı birlikleri, yine 2-5 Kasım tarihleri arasında 12 no’lu holde olacaklar. Geçtiğimiz yıllardan farklı olarak, bu yıl ilk kez fuar alanında 2 yeni salon kapılarını açıyor: dijital yayıncılık, e-kitap ve yeni uygulamaları katılımcılarla buluşturacak olan ‘Dijital Salon’ ve öğrencilere yönelik tüm kaynak kitapların bir arada yer aldığı ‘Eğitim ve Kaynaklarla Sınavlara Hazırlık Salonu’. Anlayacağınız İstanbul Kitap Fuarı, ziyaretçilerini bu yıl da değişen ve gelişen yüzüyle ağırlamaya hazırlanıyor. Fuar süresince çok sayıda panel, söyleşi ve imza günü gerçekleşeceğinden bahsetmiştik. O halde “Ne paneli, kimlerin imza günleri olacak?” sorularına da kısaca bir açıklık getirelim. Fuarın ilk günü, Arzu Öztürkmen’in yöneteceği “Tarihi İstanbul’da Yaşamak” adlı panelde Oya Baydar, Işık Aydemir ve Murat Belge konuşmacı olarak bulunacak, Canan Tan ise “10. Yılında Diyarbakır’dan Çin’e Piraye’nin yolculuğu” söyleşisinde sevenlerinin sorularını cevaplayacak. Bu yıl kimler yok ki İstanbul Kitap Fuarı’nda... Ataol Behramoğlu, Atilla Dorsay, bu yılın onur yazarı

(Soldan sağa) Müge İplikçi, Gülten Dayıoğlu, Ayşe Kulin ve Ahmet Ümit fuar kapsamındaki imza günlerinde okurlarla buluşacak.

Bu yıl kimler yok ki İstanbul Kitap Fuarı’nda: Ataol Behramoğlu, Atilla Dorsay, bu yılın onur yazarı Taner Timur, Orhan Bursalı, Murathan Mungan, İlber Ortaylı, Enver Aysever, Müge İplikçi, Necmiye Alpay, Behiç Ak, Görkem Yeltan, Cemil Kavukçu... Taner Timur, Orhan Bursalı, Murathan Mungan, İlber Ortaylı, Enver Aysever, Müge İplikçi, Necmiye Alpay, Behiç Ak, Görkem Yeltan, geçtiğimiz yıl Erdal Öz Edebiyat Ödülü’nü alan yazar Cemil Kavukçu, Üstün Dökmen, kısa sürede geniş bir hayran kitlesine sahip olan OT Dergisi yazarları/çizerleri, Gülten Dayıoğlu, Adnan Binyazar, Yekta Kopan, Mümtaz’er Türköne’nin de aralarında bulunduğu Türkiye’nin önemli kalemleri 2-10 Kasım tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi’nde okurlarını bekliyor olacaklar.

İMZA GÜNLERİNİ KAÇIRMAYIN Söyleşi ve panellerin yanı sıra Ayşe

Kulin, Cemil Kavukçu, Füsun Önal, Gülten Dayıoğlu, Hıfzı Topuz, İhsan Eliaçık, Muzaffer İzgü, Orhan Tüleylioğlu gibi önemli isimlerin de imza günleri düzenlenecek. Elbette isimler bunlarla sınırlı değil, daha geniş bilgi için TÜYAP’ın internet sitesine göz atmanızı öneriyoruz. Giriş çıkış saatlerinde ise küçük bir değişiklik yapıldı; kitap fuarı hafta içi 10.00 19.00 saatleri arasında, hafta sonu ise geçen yılki gibi 10.00 - 20.00 saatlerinde ziyarete açık olacak. Ulaşım sorununun da yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla, geçen yıl ziyaretçi sayısındaki gözle görülür artışın, bu yıl da devam etmesi bekleniyor. MS

Çinli çağdaş sanatçılar TÜYAP’ta TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş tarafından 2-10 Kasım tarihleri arasında 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’yla eş zamanlı olarak gerçekleştirilecek olan ARTIST 2013 / 23. İstanbul Sanat Fuarı, yaklaşık 12 bin 500 metrekarelik bir alanda sanatseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. Bu sene 100 galeri, 1000 sanatçının

katılacağı fuara, 32. İstanbul Kitap Fuarı’nın Onur Konuğu Çin Halk Cumhuriyeti de büyük bir sergi getirecek. Konsepti “Geleneğin Canlanışı” olarak belirlenen sergi, Bing XU, Ye LIU ve Lei XU gibi bilinen isimlerin de olduğu 16 sanatçıyı buluşturacak ve ağırlıklı olarak kağıt üzerine mürekkep ve mineral boya, yağlı boya, baskı,

yerleştirme, heykel ve seramik teknikleriyle gerçekleştirilen işlerden oluşacak. İki farklı salonda açılacak olan Artist 2013, her sene olduğu gibi bu yıl da bağımsız gruplar ve sanat inisiyatiflerini ağırlayacak. Ayrıca 7. Salon ‘Etkinlik Alanı’nda sanatçı, akademisyen ve uzmanların konuk edileceği söyleşi ve paneller düzenlenecek.

113

Ahmet Aydın’ın “Atmaca” adlı eseri.

Milliyet SANAT Kasım 2013


NOKTALI VİRGÜL YEKTA KOPAN

yekta.kopan@gmail.com

twitter.com/yektakopan

Keskin bir soru sormuştum Noktalı Virgül’de: “Sanat hukuku hakkında ne biliyoruz?” Pınar Sönmez, uzun bir mektupla, konuyu daha da derinleştirdi. Mektubun bir bölümünü paylaşmak hem aydınlatıcı hem de soruları çoğaltıcı olacak.

“Sanatçı ‘korunmalı’ denilerek korunamaz”

;

Daha önce keskin bir soru sormuştum Noktalı Virgül’de: “Sanat Hukuku hakkında ne biliyoruz?” Sorunun ortaya çıkışında edebiyatçı ve Sanat hukuku alanında çalışan Pınar Sönmez’in cümlelerinin payı vardı. Pınar Sönmez, uzun bir mektupla, konuyu daha da derinleştirdi. Mektubun bir bölümünü paylaşmak hem aydınlatıcı hem de soruları çoğaltıcı olacak. Söz, konunun uzmanında: “Sanat hukukuna bakış ile hukuka genel bakış farklı yönlere düşmüyor. Hukukta hakkaniyete, hak aramaya, hakkını vermeye nasıl bakıyorsanız sanat hukuku’nda da böyle. Ama genel hukuk kurallarından ve ticaret hukukundan çok farklı, teknik, özel kurallarla... Öncelikle sanat sektörü açısından kavrayış ve yasalar açısından politika gerekiyor.

BİR TİCARET METASI DEĞİL “KAVRAYIŞ: Konu sanatsa sıradan bir ticaret metasından ve anlayışından söz edilemez. Hâlâ, onların deyişiyle parasını verdiği anda, şarkının, kitabın, video klibin, resmin vd. tüm sanat eserlerinin kayıtsız şartsız, tüm haklarıyla birlikte kendisine ‘ait’ olduğunu sananlar var; bu algı değişmeli. Çünkü sanatçının ve mirasçılarının mali ve manevi hakları, yasa gereği devam etmekte. Aralarında yapılan sözleşme ile mali hakların bir bölümü, o da sıralamak suretiyle yazıldığı takdirde geçerli olmak üzere, devredilebilir. İsmin belirtilmesi, eserde değişik-

Milliyet SANAT Kasım 2013

lik yapılmasını men etmek gibi manevi hakların devri ise yasal olarak mümkün değil. Yasa, eser sahibini korumakta ve boşluk halinde eser sahibi lehine yoruma gidilmesi gerekmekte. POLİTİKA: Anayasanın 64. maddesinde yer alan ‘Devlet, sanat faaliyetlerini ve sanatçıyı korur,’ ifadesi ise yeterli değil, eser sahiplerinin fikri mülkiyet hakkının korun-

114

duğu açıkça yer almalı. Sanatçı sadece ‘korunmalı’ denilerek korunamaz. Neyi koruyacaksınız? Eser sahibinin ve mirasçılarının fikri mülkiyet haklarını. Nedir bu haklar? Mali ve manevi haklar. Samimiyetle çalışılıp, tüm mevzuatın birbirine uyumu sağlanmalı. Sıkı bir örnek: 1952’de Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu hazırlanırken bile yasa-


;

Kısa filmler yeterince konuşulmadı Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal Film Festivallerinin ardından çok yazıldı, çok konuşuldu. Ancak Kısa Film kategorilerinin yarışmacıları, ürünleri bu konuşmalarda yine kendilerine yeterince yer bulamadılar. Oysa, teknik açıdan oldukça güçlü, kendi dillerini geliştirme konusunda kararlı, içerik üstüne kafa yoran kısa filmciler, gümbür gümbür geliyorlar. Noktalı Virgül’de daha önce dillendirdiğim bir

Görünen o ki, sanat alanındaki zenginleşme, üretim artışı, henüz işin hukuki boyutundaki karşılığını yeterince bulamıyor. Öncelikle bir bilgilenme ve bilinçlenme sürecinden geçmek zorundayız. Demek ki yeri geldikçe, bu dosyayı açmaya devam... da yer alan ve ‘Eser sahibine eserin değerinde sonradan (ikinci, üçüncü, vd. satışlar ile) meydana gelen artışlardan pay talep etme hakkı veren pay ve takip hakkı’nın uygulaması ile ilgili 45. maddede ‘Bakanlar Kurulunca çıkarılacak bir kararname ile belirlenecek usul ve esaslar çerçevesinde’ deniyordu. Peki, plastik sanatlarla ilgili pek çok kişinin ‘en önemli sorun’ olarak belirttiği bu hususa ilişkin kararname ne zaman mı çıkarıldı? 2010’da... İşte, olmaması gereken! Uygulamayı sorarsanız, hak kullanılmayı bekliyor, aranmayı bekliyor, emsal bekliyor. Asıl hedef, yasal yollara başvurmaya gerek kalmaksızın ressama, heykeltıraşa kanuni payın ayrılarak teslimini bekliyor.

hayali tekrar etmenin zamanı: “Filmlerin öncesinde, hatta o filmin yönetmeninin özel seçimiyle, bir kısa filmin gösterimi yapılsa. Hem sektörün yeni isimleriyle hem de yeni bir sinema anlayışıyla tanışmış olurduk. Üstelik sevdiğimiz yönetmenin hangi kısa filmciye destek olduğunu, kimin adına zar attığını bilmek de heyecanlandırırdı bizi.” Bütün seanslarda olmasa da, galalarda ya da özel gösterimlerde hayata geçirilebilir bir hayal. Belki... Bir gün...

“Köşe Bucak” programı başlıyor

;

İnsanın kendi köşesinde, içinde adının geçtiği bir işten söz etmesi hoş gelmez bana. Ama bu işte öyle bir isim var ki, anmazsam olmaz; Sevin Okyay. Bu yıl, Sevin Okyay ile NTV Radyo’da, her cuma günü öğlen saatinde, “Köşe Bucak” adında bir kültür sanat programı sunacağız. “Mış gibi” yapmadan kültür sanat konuşacağız. Sevin Okyay ile program yapmak, dünyanın en güzel okulunda öğrenci olmak gibi. Dilerim hiç mezun olmam bu okuldan...

HAKKINIZI ARAMALISINIZ ESER SAHİBİ, SANATÇI, İRADE: Zincirin güçlü halkası hakların aranması. Genel hukuk kurallarına göre hakkınızı nasıl aramalıysanız, sanat hukuku kapsamındaki haklarınızı da aramalısınız. Peki hak aranıyor mu? Haklar bilinmiyor ki... Meslek birlikleri, gruplar, platformlar yolu ile bilinçlenmenin adım adım sağlanması ve hakların kullanılması gerek. Sanat eseri, sıradan bir ticaret unsuru olamaz, değildir dedik. Nitekim Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun en önemli maddelerinden biri, mali hakların ihlali halinde verilen zararda rayiç değerin üç katı tazminat istenebilmesine ilişkindir. Yakın zamanda, bir sanatçı arkadaşımızın mali haklarının ihlali nedeniyle açtığımız tazminat davasında, daha davanın başında, karşı taraftaki müzik şirketi yetkilileri haksız olduklarını anlayarak eser sahibinin hakkını teslim etmek istediklerini bildirdiler, sonuçta uzlaştık. Uzlaşma, ancak dava açtıktan sonra mümkün oldu. Eser sahiplerinin üzerinde durması gereken iki husus var: Birincisi, aynı önleyici hekimlikte olduğu gibi bir sözleşmeyi imzalamadan önce mutlaka bir hukuk danışmanına, avukata başvurmak ve böylelikle iradesine uygun olarak imza attığından ve yasal haklarının korunduğundan emin olmak, ikincisi de hakkı ihlal edilirse ve şartları gerçekleşmişse yasal yollara başvurmak. Çünkü sanat hukukundaki mücadele sadece o kişinin mücadelesi değil. Gerek kulaktan

115

kulağa dolaşarak sektörde örnek oluşturuyor ve tarafları doğru harekete motive ediyor, gerek davanın sonuna dek gidildiği takdirde Yargıtay’dan gelecek emsal kararla aynı sorunu yaşayanlara fayda sağlanıyor. Anlattıklarım sinema, plastik sanatlar, müzik ve diğer tüm sanat alanları için geçerli. Sonuçta sanat hukuku incelikli, detaylı, hassas bir konu. Devlet politikası, sektörün duruşu ve sanatçının iradesi sağlam, belirleyici olmalı. Ve bunların hepsi sanat, hukuk, hak, hakkaniyet ve itibar meselesi...” İşte Pınar Sönmez’in mektubu. Görünen o ki, sanat alanındaki zenginleşme, üretim artışı, henüz işin hukuki boyutundaki karşılığını yeterince bulamıyor. Öncelikle bir bilgilenme ve bilinçlenme sürecinden geçmek zorundayız. Demek ki yeri geldikçe, bu dosyayı açmaya devam... MS

Milliyet SANAT Kasım 2013


DAMAK HATIRLAR ECE AKSOY

eceaksoy@gmail.com

Bir gün kahvede otururken, yan masaya kulak misafiri olmuş, evi satmak isteyen adamı dinlemiş, kısa zamanda görüp almıştı. İkisi de memnundu.

Rüzgarın resmi KAYINLARIN, ak kavakların gövdelerine sarılmış sarmaşıklar, daha aşağılarda çalılar, yaban gülleri, böğürtlenler, erguvanlar, yaban mersinleri, gürül gürül akan nehrin iki yanında, sarının bütün tonları, her renk yeşil, turuncu, kırmızı yaprakları ile sakin durup, birbirinin yerine özenmeden, birbirine adanmadan, sadece sarılarak suyu seyrederlerken şiddetli fırtına tarumar etti sükuneti. Çalılar devrildi, meyveleri suyun akıntısına kapıldı, dallar kırıldı, ağır olanlar inceciklerin üstüne yattı. Çok zaman karşılaştıkları bu tehlikeye önlem alamadıklarından, üzülüp, her biri kendi dilinde, kendi renginde çığlıklar attılar. Kayınlar öfkeli, sarmaşıklar şiir okur gibi, çalılar incecik bağırıyordu. Ağaçlarını seçmiş kuşlar yere inip tırnaklarını toprağa gömdüler. Rüzgar, nehrin epeyce ilerisindeki taş evin duvarlarına çarpıyor, içeri girememenin hırsıyla daha çok bağırıyordu. Yaşlı ama ihtiyarlamamış Ömer Bey, aynı yollarda yürümekten, aynı kelimeleri duymaktan, sıvalı beyaz boyalı duvarlardan iyice sıkılınca gelip yerleşmişti orman evine.

MUTFAKTA PANAYIR Rastlantı çizmişti istediği yolu. Bir gün kahvede otururken, yan masaya kulak misafiri olmuş, bu evi satmak isteyen adamı dinlemiş, kısa zamanda görüp almıştı. İkisi de memnundu. Satanın ne yapacağını bilmiyordu ama, evi bütün eşyalarıyla bırakıp sevinerek uzaklaşmasından, var saydığı güzel bir yaşama doğru koştuğunu anladı. Evi dıştan görüp çok beğenerek almıştı. İçeri girince ürkmüş, midesi bulanmış, sinirle kendini dışarı atmıştı. Küçük

Milliyet SANAT Kasım 2013

arabasını hızla sürerek, bir buçuk saatlik mesafedeki şehirden kamyonet kiralayıp dönmüş; önce duvarlarda asılı, doldurulmuş hayvan başlarını, beyaz, sarı, gri, az tüylü, çok tüylü hayvan postlarını (kimbilir hangi açlıkları, hangi toklukları, hangi dostlukları, düşmanlıkları, hangi aşkları sarmıştı o postlar) attırdı kamyonete. Tüfeği de atınca postların üstüne, kamyonet şoförü nakliye parası almayacağını söylemişti. Duvarları boyadı. Oturacağı, yazacağı, çizeceği, yatacağı eşyaları getirdi sadece. Mutfak hariç. Her eşya, her malzeme tam olmalıydı mutfağında. Bayılıyordu orada geçirdiği zamana, yemek yapmaya. Evi satan, belki de hiç uğramamıştı buraya... Duvarları sıvanmamıştı. Tam istediği gibi. Gri tonlarında, üst üste konmuş irili ufaklı taşlar, dağlarından koparıldıktan beri yalnız birbirlerine bakıp durmuşlardı. Oysa şimdi; liste yapmasına rağmen, yazmayı unuttuğu alet, malzeme, tencere tava için, günde iki kere indiği oldu şehire. Baharatlar, salçalar, kuru sebzeler, reçeller, makarnalar, yağlar, pirinçler, taze sebzeler, meyveler... Panayır yerine dönmüştü mutfak. Renk renk. Hemen kokuları emdi taşlar. Parladılar. Bugün artık yemek yapmalıydı.

DÜNYA YEŞİL DOMATES GÜNÜ Önce (her zaman cebinde taşıdığı) tebeşirle her taşa aklında olan yemeklerin malzemelerini yazdı. Çok boş taş kalmıştı. Sevindi. Nasıl olsa yeni orman yemekleri uydurur, doldururdu onları. Güneşi artık göremediklerinden, yemyeşil, sert domatesleri, yarım santim kalınlığında dilimledi. Çok az tuz serpti. Bir tepsiye sıraladı. Bir adet irice yeşil domatesi

116

rendeledi. Yarım çay kaşığı şeker ve tuz ekledi. Pul biber, karabiber, kekik, nane kattı. Karıştırıp, yarım çay fincanı ince bulgurla karıştırdı. Bulguru tamamen kapladı domates rendesi. Üstünü örtüp tezgaha bıraktı. Orta boy iki adet soğanı piyaz doğradı. Sekiz adet biberi (etli kırmızı sonbahar biberi) yarım santim inceliğinde kesip soğanlarla karıştırdı, tuz serpti, az zeytinyağlı tencereye koyup ocağın altını yaktı. Arada karıştırarak yumuşattı. Soğanla biberler ocaktayken dört adet iri, tabii ki yeşil domatesi kuşbaşı (irice bir kuşun başı, karga olabilir) doğradı. Tencereye bıraktı. Domatesler de hafif yumuşayınca küçük ellerinin bir avucunu arpa şehriyeyle doldurup domateslerin üzerine saldı. “DÜNYA YEŞİL DOMATES GÜNÜ”nü sesli söyleyip sevgili arkadaşı Onno’yu andı. Buruk gülümsedi. Fırtına sonrası sessizlikte yemeği bitince, ekşi tatlardan sonra tatlı isteyecekti canı. Sıvasız taş duvarlara tebeşirle yazdığı notları okudu tek tek. Yemek adları, çorba çeşitleri, salatalar, bir iki de tatlı. Hepsini okudu... Fındık kurabiyesine takıldı aklı. Yemek yapmayı o kadar seviyordu ki, tariflerde sadece içinde ne olduğu yazılıydı duvarın iri taşlarında. Miktarları bir gün bile şaşmazdı. İkiyüz elli gram kadar fındığı iri dövdü. Biraz pudra şekeri ve bir yumurtayla karıştırdı. Yağlı kağıt serdiği fırın tepsisine döktü. 160 derecede pişmeye bıraktı. Yıllar önce kendisinin yaptığı tahta iskemleye oturdu. Tezgaha göz gezdirdi. Tenceredeki yemek pişmişti, salatası hazır, tatlı fırında, bir yeşil domateslerin kızarması kalmıştı. Sokak kapısını açtı. Veranda kırılan dallar ve rengarenk yapraklarla dolmuştu. Bahçedeki ağaçların yal-


yaz porselen kayık tabaklara koydu. Fırını kapattı. Fındık kurabiyesi pespembeydi. Eli yanarak dilimledi. Soğumasını beklemediğinden biraz eğri büğrü doğrandılar. İki tane kurabiye bıraktı minicik tabağa. Verandaya taşıdı. Her şey tamam mı diye bakıp eksik görmeyince iskemleye oturdu. Rakısının üçte birini boş bardağa koyup, dudak payı bırakana kadar su doldurdu. Bir daha masaya baktı, aceleyle kalkıp içeri gitti. Resim yaptığı bloknotu, kara kalemini getirip sağ yanına, yemek yerken rahatsız olmayacak uzaklığa koydu.

CEZANNE İLE SEYAHAT

Paul Cezanne, “Les grandes baigneuses” (1906), Philadelphia Sanat Müzesi.

nız ince dalları kırılmış, dimdik durduklarını görünce sevindi. Alüminyum ayaklı, portatif, tablası yeşil, bordo, kırmızı, mor, küçük dağ meyveleri ile süslü masayı, kuru dalları yana itip pastel renkli yaprakların üzerine açtı. Kapakları mavi kuşlarla boyalı dolaptan iki rakı bardağı aldı. Birinde bir duble rakı, diğeri boş, masaya bıraktı. Tabak, çatal bıçak, kağıt peçete, bir dilim siyah ekmek (ekmeğini de haftada bir gün kendisi yapardı) koydu. Başını arkaya atıp masanın üstüne baktı. Avuçlarını sevinçle aşağı yukarı birbirine sürterek banyoya girdi. Tazyikli suyun altında bir süre kaldı. Kurulanıp giyindiğinde kendini kokladı. Burnunu omuz başlarına, göğsüne uzatarak kokluyordu. Dolabın üzerindeki limon kolonyasını avucuna döktü, şişeyi bırakıp iki avucuna paylaştırdı. Ellerini kazağının içine sokup sırtında, göğsünde gezdirdi, avucunu kokladı. Taş duvarlı evin en sevdiği yerine, mutfağa geçti. Orta boy tavaya zeytinyağı döktü. Bir tabak un, iki çırpılmış yumurta, bir tabakta dövüp incelttiği galeta tezgahta yan

Beyaz elbiseli, incecik, uzun parmaklı, saçını arkada toplamış kadının odasında, o ciddiyetle piyano çalarken, tığ işi yapan kadının yanındaki koltuğa oturdu. Ne dinlediğini bilemiyoruz ama, arada başıyla tempo tutarken ve resmin koyu kahve ile bordosuna yeşil yeşil bakarken mutluydu.

yana duruyorlardı. Yağ kızınca, biraz sulanmış domates dilimlerini una, yumurtaya, galetaya batırıp kızarttı. Dilimler tavadayken mis gibi koku doldu mutfağa. Ağzı sulandı. Çıtır yeşil domatesleri tabağa sıraladı. Yemeklerini çok büyük olmayan be-

117

Çıtır yeşil domatesten bir lokma ağzına atıp rakısından yudumladı. Akşam yemeklerinde, kara kalemle insan figürleri çizer, sonra o çizgilerin ifadeleri ile konuşur, kendi kendine gülerdi. Bir nevi oyundu onun için desenler çizmek. Bazen de seyahat isterdi canı. O zaman kitaplıktan bir ressamın kitabını çeker, bazen yelkenlilerde ıslanır, sapsarı tarlalarda yürür, yorulunca uzanıverirdi dere kenarında piknik yapan, şemsiyeli şapkalı, dantel dantel eteklikli hatunların yanına. Üçüncü tek rakısının suyunu ayakta kattı, kütüphaneden Cezanne’ı aldı. Beyaz elbiseli, incecik, uzun parmaklı, saçını arkada toplamış kadının odasında, o ciddiyetle piyano çalarken, tığ işi yapan kadının yanındaki koltuğa oturdu. Ne dinlediğini bilemiyoruz ama, arada başıyla tempo tutarken ve resmin koyu kahve ile bordosuna yeşil yeşil bakarken mutluydu. Sayfaları çevirdi, yürüdü, ağaçların gölgesinde, derede yıkanan üç kadında durdu. Birden kendini röntgenci gibi hissedip hızla uzaklaştı, Auvers sokaklarında, kırmızı, mavi, bordo çatılı tek katlı evlerden birinin kapısını çalmak istedi. Vazgeçti, karşılaşacağı dilden korktu. Yemeği ve rakısı bitmeden yine fırtına başladı. İki üç saat arayla bu şiddete akıl erdiremedi. Sofrayı topladı, masayı kapatıp eve girdi. Kapılar pencereler sallanıyor, gacır gucur, vınnn gibi sesler çıkarıyorlardı. Az ilerisinde, nehir kenarındaki ılgınları, ak kavakları, kestaneleri düşündü. Onların etekleri dibindeki yaban gülleri, böğürtlenler, mersinler iyice kırılmış olmalıydılar. Savrulma sesleri pencerelerden içeri giriyordu. Mutfaktaki masasına oturdu. Taş duvarlara baktı. Uzun uzun baktı. Cebinden tebeşiri çıkardı. En engebeli, eğri büğrü taşa rüzgarın resmini çizdi. MS

Milliyet SANAT Kasım 2013


İAŞE HÜLYA EKŞİGİL

heksigil@yahoo.com

Kahve Dünyası, günümüzde popüler olan ne kadar kahve varsa, hepsini sunuyor tabii, ama yola çıkış nedenleri, ‘sebeb-i hayatları’ Türk kahvesi. Soğuk Türk kahvesinden salepli kahveye kadar çeşnilendirerek de satıyorlar.

Kahve Dünyası, ‘coffee’ dünyasına karşı! EN AZ beş-altı yıl önceydi, soğuk, sevimsiz bir havada Eminönü’nde pastacılık malzemeleri satan Fermo’ya gitmiş, ama her zamanki gibi yiyecek içecek alışverişi yaparken kendimden geçtiğim için elimi kolumu bir hayli doldurmuştum. O halde gezinirken, küçücük bir dükkan gördüm. Üzerinde ‘Kahve Dünyası’ yazıyordu. En son bir emlakçının kapısında ‘Anahtar Dünyası’nı gördüğümden beri, bu tanımlamayı iyice abartılı bulsam da, o anda böyle şeylere takılacak durumda değildim. İki-üç masasından birine oturup bir kahve söyledim. Bırakın lokumu, yanında bir bardak su beklentim bile yoktu. Eminönü’nün kıyı köşe bir yerinde, otopark manzaralı bu ‘ne idüğü belirsiz’ kahvede, çaresizlikten soluklanıyordum işte. Her türlü eksiğine gediğine ve önüme gelecek muhtemelen ‘ayarı tutturulamamış’ az şekerli kahveye de razıydım! Ama işte hoş bir sürpriz oldu. Kahvenin köpüğü bol, şekeri tam kıvamındaydı. Yanında suyu ve lokumuyla servis edildiği gibi, masaya ayrıca minik bir kasede çikolatayla kaplı kahve çekirdekleri geldi. Ve bu mükemmel servis için son derece de uygun bir fiyat ödedim. Pek memnun kaldım! Bu küçük kahveciyi kafamda bir kenara not ettim. Ama tabii sonra araya hayat girdi, unuttum gitti. Bir zaman sonra, “Kabataş’ta Kahve Dünyası diye kocaman bir yer açıldı,” dedi bir arkadaşım. Ardından bir başka şubesini Ulus’ta gördüm. Arkası çorap söküğü gibi geldi. Kahve Dünyası hayatımıza

Milliyet SANAT Kasım 2013

çıkmamak üzere girdi. Her köşe başını bir yabancı kahve markasının tuttuğu büyük şehirlerde, kahvenin yüzyıllarca baş tacı edildiği bu toprakların hakkını korudu, kolladı Kahve Dünyası. ‘Coffee shop’larla yetiniyor olmamızın ayıbını paylaşmak istemeyen Altınkılıç Ailesi kahve kültürümüzü erkek dünyalarına ait

118

kılınmış -artık sadece çay içilen!- kahvehanelerden çağdaş kahvecilere taşıdı.

EMİNÖNÜ TESADÜFİ DEĞİL İlk şubenin Eminönü’nde açılması aslında tesadüf sayılmaz. Kahve Dünyası’nın başında Alev Altınkılıç var ama, Birol Altınkılıç babasının Mısır Çarşısı’ndaki dükkanı


Temiz Baharat’ta geçen yıllardan başlayarak bu semtin aşinası. Kahve ve kakao ithalatıyla girdiği bu alanda, bugün Altınmarka şirketini üretimde kakaoda dünya altıncısı, çikolatada ise dünya ikincisi haline getiren de o. Alev ve Birol Altınkılıç’ın evlilikleri boyunca iş hayatları da beraberliklerinin çok önemli bir parçası olmuş. Sessiz adımlarla oluşturdukları dev şirketleri, Türk ekonomisine kazandıran çift, iş yaşamlarındaki her gelişmeyi, daima çocuklarıyla da paylaşmış. Bugün kızları Dilara da eğitimini tamamlayıp işin içine girmiş durumda. Sırada oğulları var. Evde iş konuşulmayan hiçbir akşamın olmadığı bu düzenden herkes mutlu. Herkes işiyle ilgili ilk günkü gibi heyecanlı. Alev Altınkılıç ilk başlarda bazılarına ‘kocasının desteğiyle kendini oyalıyor’ gibi göründüğü bu alanda ne kadar başarılı olduğunu her geçen gün bir kez daha kanıtlıyor. 117 şubenin yanı sıra çok sayıda ‘corner’ ile de servis veren Kahve Dünyası İngiltere ile yurtdışına da açıldı. Artık Londra’da da var Urfa’da da. Muasır medeniyet seviyesi denen o mertebenin en tepesinde oturan kentlerden biriyle, ülkemizin yokluklarla da akla gelen bir noktasında aynı lezzetlerin tadılıyor olması, insanda neredeyse İbrahim Tatlıses ile Oxford’un bile birbirine eskisinden daha yakın olduğu duygusunu uyandırıyor! Kahve Dünyası’ndaki ürün çeşidi ve lezzetlerin tamamı Alev Altınkılıç onaylı. O her şeyi kendi zevkine göre biçimlendirdiği bu kurumda, evine gelen bir konuk gibi ağırladığı müşterilere, gerçekten evine gelmiş olsalar ne sunacaksa, onları satmak istiyor. Bütün hayatı Kahve Dünyası ama, Kahve Dünyası da zaten onun hayatındaki lezzetlerin bir toplamı. Markasının adıyla satılan çikolatalı kek, Paris’te bir pastanede tadıp çok beğendiği ve yanında getirerek ustalarına yaptırdığı bir lezzet. Çikolatalı lokumunun fıstığı herkesinkinden fazla olsun diye, hazır lokum kullanmak yerine üretim yaptırıyor. En başarılı poğaça örneklerinden olan patlıcanlı ve patatesli börekitaslar, Büyükada’daki Yahudi komşularının tarifi. Onlarca çeşit çikolatanın hepsi onayından geçse de, onun da gözdeleri var! Şahsi favorileri ise ‘kestaneli çikolata’ ve ‘fıstıklı Roche’. Ambalajdan logoya kadar tüm tasarımların Bek tarafından gerçekleştirildiği Kahve Dünyası’nda ayrıca Yeşim Bakırküre’nin tasarladığı fincan ve bardaklar da satılıyor. Her şubesinde aynı sade dekorasyon anlayışını benimseyen markaya ait mekanlarda benim gözüm aslında biraz daha az ürünle

karşılaşmayı tercih ediyor. Ama bunun yanında da biraz daha farklı dokunuşlar, kapıdan girene ‘kahvenin dünyasında’ olduğunu hissettirecek detaylar arıyor.

İNGİLİZLERE TÜRK KAHVESİ Kahve Dünyası günümüzde popüler olan ne kadar kahve varsa, hepsini sunuyor tabii, ama yola çıkış nedenleri, ‘sebebi hayatları’ Türk kahvesi. Soğuk Türk kahvesinden salepli kahveye kadar çeşnilendirerek de sattıkları bu ürünü Londra’daki mağaza açıldığında ilk iki hafta ücretsiz ikram ederek hatırı sayılır bir müşteri kazandılar. Kahve olarak en çok Amerikano’yu tercih eden İngilizleri, Türk kahvesi ısmarlar hale getirmeyi başardılar. Londra şubesinin açılışı yüzden fazla şubeyle haşır neşir olmasına rağmen farklı etkilemiş Altınkılıç’ı. Şehrin en itibarlı ve işlek yerlerinden birinde yer alan mağaza için, “Londra’da o logoyu görünce, ‘vay be!’ dedim içimden. İlk defa açılan bir Kahve Dünyası için heyecan ve mutluluğun dışında büyük bir gurur da duydum,” diyor. Alev Altınkılıç karşılıklı oturup konuşurken ne tuttuğunu koparan cevval bir iş kadını, ne de ağzından çıkanın emir sayıldığı bir patroniçe gibi görünüyor. Bu kurumun arkasında a’dan z’ye onun olduğunu ve işin çapını bilmeseniz, açtığı mütavazı mahalle kahvesinin küçük başarılarıyla mutlu olan biri zannedebilirsiniz. Oysa o sadece ortalık afilli yabancı kahvelerden geçilmezken Türk kahvesine sahip çıkmakla kalmadı, yaygınlaştırdığı ve bir başarı öyküsüne dönüştürdüğü markasıyla kültürel zenginliklerimize yapılan yatırımın bir karşılığı olabileceğini de gösterdi. Butik işi gösterişli bir kahveci/çikolatacı yerine, fiyat-kalite dengesinin doğru kurulduğu, yaygınlaştırılması mümkün bir çeşit sunarak ürünlerinden çok daha fazla sayıda insanın yararlanabileceği bir zincir yarattı. Altınkılıç’ın gelecekle ilgili planlarını duyunca anlıyorsunuz ki yolu uzun, ama bir o kadar da açık. Daha Kahve Dünyası ile tanıştıracağı çok ülke, Türk kahvesini tattırmak istediği çok millet var. Tabii sadece yurt dışında değil, Güneydoğu’dan başlayarak Türkiye’nin birçok bölgesi ve kentinde de. Kahveyi ve kahve içme adabını, onu çevreleyen kültürü daha çok insan öğrensin diye yeni Kahve Dünyalarının kapısını açacak. Adının hakkını vererek... O kapılardan girenleri gerçekten ‘kahvenin dünyasıyla’ tanıştırarak. MS

119

Kahve Dünyası günümüzde popüler olan ne kadar kahve varsa, hepsini sunuyor.

Her köşe başını bir yabancı kahve markasının tuttuğu büyük şehirlerde, kahvenin yüzyıllarca baş tacı edildiği bu toprakların hakkını korudu, kolladı Kahve Dünyası.

Kahve Dünyası’nda onlarca çeşit çikolata satılıyor.

Milliyet SANAT Kasım 2013


EDEBİYAT

‘Sait Faik’in son üç günü’ yazılabilir mi? Edebiyat dünyamız gerçekten gittikçe çeşitlenen, zenginleşen, gelişen bir dünya mı? Yoksa kendimizi mi kandırıyoruz? Yok değil kandırmıyorsak neden biyografi ve otobiyografide hâlâ cılız ve zayıfız? SERPİL GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com

BİR GÜN, bir gazeteci, 60 yaşını aşan Fellini’ye, “Yaşınız ilerliyor. Eskisi kadar heyecanlı, istekli misiniz yoksa yaratıcılığınızı kaybediyor gibi mi hissediyorsunuz?” minvalinde bir soru yöneltir. Fellini, “Yoo! Ne münasebet,” der: “Dün ne kadar heyecanlıysam bugün de o kadar heyecanlıyım, dün ne hissediyorsam bugün de onları hissediyorum.” Ama ciddi ama şaka... Arkasından da hayattaki en büyük hatasının çalışmalarını planlayacak birine sahip olmaması olduğunu ekler. “ ‘Sen ne yapmak istiyorsun, ‘Üç Silahşörler’i mi? ‘Define Adası’nı mı? Chandler’i mi? Bütün Edgar Allan Poe’yu mu? Ne duruyorsun, hadi git çek!’ diyecek birini bulsaydım eğer, artı aylık bir ücret, çünkü zengin olma hevesinde değilim, her şey farklı olurdu.” Aylık bir ücret. Çalışmasını örgütleyecek biri. Ve bütün bir Edgar Allan Poe külliyatını filme çeken bir Fellini! Düşünmesi bile baş döndürücü, yürek hoplatıcı. Özellikle de ustanın “Satyricon” ya da “Casanova” yorumlarını göz önüne alırsak. Fakat işte Frenklerin dediği gibi ‘C’est la vie’, hayat bu, her dileğiniz kabul olmuyor. Tıpkı Fellini’nin dileğinin de kabul olmadığı gibi. Bırakın külliyatı, Fellini tek bir Edgar Allan Poe hikayesini bile sinemaya uyarlayamadı. Tamam, Fellini bu isteğini dile getirdiğinde yıl 1987’ydi. Elbette, o günden bu güne köprünün altından çok sular aktı. Dünya değişti, sinema değişti, edebiyat deMilliyet SANAT Kasım 2013

ğişti. Peki, biz değiştik mi?

BEYBABACIĞIM: MEHMET AKİF Sinema ya da tiyatroyu es geçip kitaplara ve edebiyat dünyamıza bakalım. Biyografi, otobiyografi ve yeniden okumalar cephesine mesela. Ne görüyoruz orada? Atıyorum, “Sait Faik’in Son Üç Günü” gibi bir polisiye? Ya da, “Pek Sevgili Beybabacığım: Mehmet Akif” gibi biyografik bir kurmaca yazıldı mı? Hayır. Peki, neden hâlâ doğru dürüst, dört başı mamur biyografiler, otobiyografiler, Tanpınar’ı, Peyami Safa’yı, Nazım’ı ya da Necip Fazıl’ı merkeze alan kurmacalar ya da “Huzur”un, “Makber”in (evet, bildiniz, Hamid’in şiirinin) veya “Bir Adam Yaratmak”ın yeniden okumaları yapılmıyor? Mehmet Rauf’un ya da Abdülhak Hamid’in çalkantılı, buhranlı özel hayatları neden yazarların ilgisini çekmiyor? Hüseyin Rahmi’nin münzeviliği? Fikret Adil’in anlattığı bohem yıllar? Ya da, Yahya Kemal’le Nazım Hikmet’in annesi Cemile Hanım’ın aşkları? Veyahut, koca bir külliyatıyla bekleyen Cemil Meriç? Evet, edebiyatın okur bakımından belki de en cazip türlerinden biri olan, kurmaca olsun olmasın biyografiye neden bu denli mesafeliyiz? Evet, yazarımızın elini tutan ne? İnanç sistemimiz mi? Tabular mı? Genlerimize işlemiş, rehavet ve ataletimiz mi? Yüzeyselliğimiz mi? Kendini ifade etmedeki sınırlılığımız mı? Yoksa mahremiyete olan sonsuz saygısı mı durduruyor edebiyat dünyamızı? Yazı toplumu olamadan bilişim toplumuna atlamış olmamız mı? Her kuşak kendi miladını yarattığı için mi geçmişimizle bağımız kopuk yoksa? Ya da, kuşaklar boyunca günlük tutmadan yetişme-

120

Sait Faik, kafasında meşhur şapkası ve arkasındaki köpekle.

Mehmet Rauf’un ya da Abdülhak Hamid’in çalkantılı, buhranlı özel hayatları neden yazarların ilgisini çekmiyor? Hüseyin Rahmi’nin münzeviliği? nin hiç mi dahli yok bunda? Veyahut bir elin parmakları kadar az sayıda yazarımızın evini müzeye dönüştürmüş olmamızın?

ENGEL OTO-SANSÜR MÜ? Evet, neden gençken Nazi’ydim itirafını yapan bir Günther Grass’ımız yok? Yok mudur bizde yanlışa yunluşa kayan yazar çizer? Neden anılarımızı bütün safiyeti ve çıplaklığıyla ortaya dökmeyiz? Neden mektuplar sansürlenir? Neden günlükler sansürlenir? Yahut da oto sansürlenir? Cesur ve içten olmadığımız, olamadığımız için olabilir mi? Tepkiden çekinilir. Protestolardan çekinilir. Bir anda üzerinin çizilmesinden çekilinir. Kalp kırmaktan çekinilir. Hesaplaşmaktan çekinilir. Şundan bundan çekinilir. Tabii, bir de, tonla yazar evi, kurumu, fonu var da, bunlar yazılmıyor değil. Öyle ya da böyle sonuçta galiba, hepimizin inandığı ya da inanmak istediğinin aksine, edebiyat dünyamız gittikçe çeşitlenmiyor, zenginleşmiyor, gelişmiyor. Belki de kendimizi kandırıyoruz. Birkaç istisnayı saymazsak edebiyatta tık yok! Yalnız, şu da var: okur dediğiniz tür böyle de nankördür. İster de ister. Belki de bütün bu söylediklerimizi bu bağlamda okumalı. Kim bilir? MS


AJANDA

MÜZİKAL

Yaratıcı fikirler

ÇAĞDAŞ SANAT Çocuklar Anish Kapoor ile tanışacak.

Heykel öğrenme zamanı Sakıp Sabancı Müzesi, “Anish Kapoor İstanbul’da” sergisi kapsamında çocukları, yaşayan en önemli çağdaş sanatçılardan Anish Kapoor ile tanıştırıyor. 1, 2 ve 3 Kasım tarihlerinde gerçekleşecek SSM Çocuk Atölyeleri’nde çocuklar, Kapoor’un sanat felsefesini öğrenecekleri deneysel eğitimlere katılacak, eğlenceli oyunlarla soyut figür ve hafif algısı yaratan obje kavramlarını öğrenecek ve sanatçının kullandığı pigment, balmumu, mermer gibi malzemeleri yakından tanıyacak. Çocuklar, eser ve izleyici arasındaki eğlenceli, şaşırtıcı ve düşündürücü diyalogları hayal edecekleri sergi turlarına katılacak. (0212) 277 22 00

MÜZİKAL

Dostluğun önemi Arkadaşlığın, dayanışmanın ve dürüstlüğün önemini vurgulayan “Hayvanat Bahçesi Müzikali” 30 Kasım’da İzmir’de çocuklarla buluşuyor. Ayı Win, balsız kaldığını fark ediyor. Bu yüzden de sonunda arkadaşları Tiggy, Tavşan, Pigley, Arı ve Kedi ile raydan çıkan bir yolculuğa başlıyor. http://www.biletix.com

● İstanbul Modern, The Museum of Modern Art MoMa/ MoMa PS1 işbirliğiyle yürüttüğü YAP İstanbul Modern: Yeni Mimarlık Programı’na paralel olarak çocuklar ve aileleri için “Aile Yapıları” adlı bir eğitim etkinliği hazırladı. Bu programla birlikte, 6-12 yaş grubundaki çocuklar, aileleriyle birlikte İstanbul Modern’in dış alanı için dinlenme ve eğlenme amaçlı, çeşitli etkinliklere ev sahipliği yapabilecek, doğaya uyumlu mekanlar tasarlayacak. 2 Kasım’da gerçekleşecek atölyede çocukların hayal dünyalarından çıkan fantastik, yaratıcı fikirler ailelerinin yardımlarıyla hazırlanan maketlerde gölgeliklere ve oturma alanlarına dönüşecek. (0212) 334 73 00

Çocuklar, etkinlikte mekan tasarlayacak.

allı pullu yiyeceklerin faydalı gibi ● Müzikli çocuk oyunu “Korkuluk ve sunulmasının kurbanı olmalarına dikkat Karga” 2-3 Kasım tarihlerinde çekiliyor. Oyunun asıl amacı ve dileği; Caddebostan Kültür Merkezi’nde dans, müzik, neşe, umut, merak, biraz seyircisiyle buluşmaya hazırlanıyor. Bir öğreti, bolca sevgi katarak, sadece sahne dostluk oyunu olan “Korkuluk ve üzerini paylaşanların değil; Karga”da tarlasında ekinlerini seyirci olanların da beklemekte olan katılımını hedefleyerek, sevimli Korkuluk, “Mutluluk Çiçeği”ni peynirini tilkiye demete dönüştürmek. kaptırmış mutsuz http://www.biletix.com karga ile karşılaşır. , Karga o kadar su o tr ● Pera Müzesi, 2 Kasım ocuk Tiya ısı” mutsuzdur ki şarkı Ankara Ç - 12 Ocak 2014 tarihleri avalc K n ü y ö söylediğine bin “Fareli K ikinci gösterisini arasında Yunan asıllı in pişman adeta hayata müzikalin ar günü ODTÜ sanatçı Sophia Vari’nin z a küsmüştür. 3 Kasım P aş Salonu’nda 90 “Heykeller ve rd u Korkuluk ona hayatı Kemal K suyla çocuklar ve Resimler” sergisi dro bir şarkı tadında kişilik ka racak. kapsamında 4 - 14 yaş u şt lu u b yaşaması gerektiği aileleriyle .biletix.com grubundaki çocuklar w w w öğüdünü verir: “Hayatı http:// için hafta sonu şarkı tadında atölyeleri düzenliyor. yaşamak!” “Şekilden Şekile” adlı programda, http://www.biletix.com çocuklar “Sophia Vari: Heykeller ve Resimler” sergisini gezme ve izleme ● Müzikli çocuk oyunu “Mutluluk fırsatı bulacaklar ve aynı zamanda Çiçeği” 9 Kasım’da Caddebostan Kültür atölyede çeşitli malzeme ve tekniklerle Merkezi’nde sahneleniyor. Oyunun farklı projeler gerçekleştirebilecek. içinde, çocukların zararlı beslenmesinin (0212) 334 99 00 (4) sadece kendi hatalı seçimleri değil, onlara

ın Kavalcın peşinde

121

Milliyet SANAT Kasım 2013

AYIN İÇİNDEN

çocuklar için


AYIN İÇİNDEN

kasım REHBERİ

1KASIM CUMA SERGİ ● “İzmir Ekim Geçidi” başlıklı sergi İzmir Devlet Resim Heykel Müzesi’nde. (0232) 482 03 93 KONSER ● Feridun Düzağaç konseri saat 22.00’de Jolly Joker Ankara’da. (0216) 556 98 00 ● Musica Nuda saat 20.00’de CRR’de. (0212) 231 5497 TİYATRO ● “Nehir” saat 20.30’da İzmir AKM Yunus Emre Salonu’nda. (0232) 489 04 59 2 KASIM CUMARTESİ SERGİ ● “Öncü Kadınlarımız” Kozyatağı Kültür Merkezi’nde. (0216) 658 00 14 KONSER ● Sezen Aksu, Fahir Atakoğlu & Ara Dinkjian 20.00’de Zorlu Center Milliyet SANAT Kasım 2013

Mersin Devlet Opera ve Balesi’nde sahnelenen “Zorba”, Yunan yazar Nikos Kazancakis'in romanından esinlenilerek baleye uyarlandı.

Performans Sanatları Merkezi’nde. (0850) 222 67 76 TİYATRO ● “‘80’lerde Lubunya Olmak” adlı oyun saat 20.00’de İkincikat’ta. (0544) 527 25 69 3 KASIM PAZAR SERGİ ● İsmail Yıldırım’ın sergisi 8 Kasım’a kadar Düş Yolcusu Sanat Durağı’nda. (0216) 386 99 03 KONSER ● Duman konseri saat 18.00’de Bostancı Gösteri Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Aşk’a 103 Adım” adlı oyun saat 15.30’da Profilo Kültür Merkezi Küçük Salon’da. (0216) 556 98 00 4 KASIM PAZARTESİ SERGİ ● Gencay Kasapçı’nın sergisi 18 Kasım’a

122

kadar Küçükçekmece Belediyesi CKSM’de. (0212) 598 55 23 TİYATRO ● “Tanıyor Olabileceğin Kişiler” adlı oyun saat 20.30’da Old City Comedy’de. (0212) 244 26 67 5 KASIM SALI SERGİ ● “Cumhuriyet 90 Yaşında” başlıklı sergi 7 Kasım’a kadar Ressamlar Derneği Sanat Evi’nde. (0212) 230 77 42 TİYATRO ● Womb Tomb (Rahim- Mezar) adlı oyun saat 20.30’da Garajİstanbul’da. (0212) 244 44 99 6 KASIM ÇARŞAMBA SERGİ ● Hasan Karegarı’nın sergisi 11 Kasım’a kadar Galeri M’de. (0312) 235 50 06 TİYATRO ● “Kutlama” adlı oyun saat 20.30’da Gri


Karikatür Yarışması Sergisi” 15 Kasım’a kadar CKM’de. (0216) 467 36 00 12 KASIM SALI

Gregory Porter, Cemal Reşit Rey’de sahne alacak. Sahne’de. (0212) 232 34 12 KONSER ● I Vitrosi delle Muse ve Francesca Lombardi saat 20.00’de CRR’de. (0212) 231 5497 7 KASIM PERŞEMBE SERGİ ● Aslı Vural’ın sergisi 16 Kasım’a kadar Türker Art’ta. (0212) 296 53 25 TİYATRO ● “Ölüm Diyalogları” adlı oyun saat 20.30’da Maya Cüneyt Türel Sahnesi’nde. 0 530 952 86 96 8 KASIM CUMA SERGİ ●Şefkat İşlegen’in sergisi 15 Kasım’a kadar Vakıfbank Ankara Genel Müdürlük Fuayesi’nde. (0312) 455 75 75 KONSER ● Birsen Tezer konseri saat 21.00’de The Big Bus Ankara’da. (0216) 556 9800 TİYATRO ● “Yakındoğu’da İhanet” adlı oyun saat 20.00’de İkincikat’ta. (0544) 527 25 69 ● “Adolf” adlı oyun saat 20.30’da BO Sahne’de. (0212) 251 37 42 9 KASIM CUMARTESİ SERGİ ● “Periferi” başlıklı sergi 13 Kasım’a kadar Mersin Ticaret ve Sanayi Odası Sanat Galerisi’nde. (0324) 238 95 00 TİYATRO ● “Şekersiz” adlı oyun saat 20.00’de İkincikat’ta. (0544) 527 25 69 10 KASIM PAZAR SERGİ ● Karin Kneffel’in sergisi 23 Kasım’a kadar Dirimart’ta. (0212) 291 34 34 11 KASIM PAZARTESİ SERGİ ● “XXX. Aydın Doğan Uluslararası

SERGİ ● “Hristos ve Poli Kolliali Koleksiyonu’ndan Yunan ve Kıbrıslı Naif Ressamların Eserleri” başlıklı 17 Kasım’a kadar Sismanoglio Magaro ‘da. (0212) 244 86 40 KONSER ● “Take 6” 20.00’de Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde. (0850) 222 67 76 ● Nikolaj Hess saat 20.00’de Akbank Sanat’ta. (0216) 556 9800 TİYATRO ● “Kabare” adlı oyun saat 20.00’de Hayal Perdesi’nde. (0212) 528 22 22 13 KASIM ÇARŞAMBA SERGİ ● Nevzat Can’ın sergisi 13 Kasım’a kadar Stillife Art’ta. (0312) 441 01 45 MÜZİKAL ● Jersey Boys 20.00’de Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde. (0850) 222 67 76 TİYATRO ● “Kısalar” adlı oyun saat 20.30’da Gri Sahne’de. (0212) 232 34 12 ● “Iska” adlı oyun saat 20.30’da Krek’te. (0212) 311 78 24 14 KASIM PERŞEMBE SERGİ ● Yusuf Katipoğlu’nun sergisi 14 Kasım’a kadar Fırça Sanatevi’nde. (0312) 438 60 08

● Aslı Çavuşoğlu’nun sergisi 12 Ocak’a kadar Arter’de. (0212) 222 78 61 BALE ● “Zorba” saat 20.00’de Mersin Kültür Merkezi’nde. (0324) 237 91 30 15 KASIM CUMA SERGİ ● Tuğrul Cankurt’un sergisi 16 Kasım’a kadar Bodrum Nurol Sanat Galerisi’nde. (0252) 317 00 02 TİYATRO ● “Gizli Özne” adlı oyun saat 20.30’da Beşiktaş Belediyesi Akatlar Kültür Merkezi’nde. (0212) 351 93 84 16 KASIM CUMARTESİ SERGİ ● Firdevsi, Hüseyin ve Behzat Feyzullah’ın sergisi 20 Kasım’a kadar Galeri Soyut’ta. (0312) 438 86 70 KONSER ● Candan Erçetin konseri saat 21.00’de Bostancı Gösteri Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 ● Mor ve Ötesi konseri saat 22.00’de Jolly Joker Ankara’da. (0216) 556 9800 TİYATRO ● “Müziksiz Evin Konukları” adlı oyun saat 20.30’da Profilo Kültür Merkezi’nde. (0212) 216 40 70 17 KASIM PAZAR SERGİ ● Kürşad Yılmaz’ın sergisi 19 Kasım’a kadar Kürsart Sanat Galerisi’nde. (0312) 475 44 99 TİYATRO ● “Ayrılık” saat 20.00’de Zorlu Center

İtalyan ikili Musica Nuda’nın vokalinde Petra Magoni (solda), basında ise Ferrucio Spinetti (sağda) yer alıyor. 123

Milliyet SANAT Kasım 2013


AYIN İÇİNDEN

KONSER Performans Sanatları Merkezi Drama Sahnesi’nde. (0850) 222 67 76 18 KASIM PAZARTESİ SERGİ ● Abbas Ketizmen’in sergisi 20 Kasım’a kadr Erge Sanat Galerisi’nde. (0312) 223 33 39 19 KASIM SALI SERGİ ● Seyhun Topuz’un sergisi 27 Aralık’a kadar Proje 4 L/Elgiz Müzesi’nde. (0212) 290 25 25 KONSER ● Luciana Souza konseri saat 20.00’de Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi Drama Sahnesi’nde. (0850) 222 67 76 TİYATRO ● “Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” adlı oyun saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 20 KASIM ÇARŞAMBA SERGİ ● Şevket Sönmez’in sergisi 20 Kasım’a kadar Merkür’de. (0212) 231 69 87 21 KASIM PERŞEMBE SERGİ ●Deniz Sağdıç ve Nilgün Kılınçarslan’ın sergisi 23 Kasım’a kadar İş Sanat İzmir Galerisi’nde. (0232) 482 09 39 KONSER ● John Grant konseri saat 21.30’da Babylon’da. (0216) 556 9800 22 KASIM CUMA SERGİ ● Burçin Başar ve Engin Konuklu’nun sergisi 23 Kasım’a X-İst’te. (0212) 291 77 84 23 KASIM CUMARTESİ SERGİ ● İbrahim Örs’ün sergisi 24 Kasım’a

kadar Art 350’de. (0216) 369 80 50 24 KASIM PAZAR SERGİ ● Gülay Yüksel, Serap Gümüşoğlu ve Sema Tahincioğlu’nun sergisi 4 Aralık’a kadar Elab Labaratuvar’da. (0212) 296 31 50 TİYATRO ● “Uğrak Yeri” adlı oyun saat 20.00’de Ankara CerModern’de. (0312) 310 00 00 25 KASIM PAZARTESİ SERGİ ● “Sanatuar” başlıklı sergi 21 Aralık’a kadar Swissotel Büyük Efes’te. (0232) 414 51 76 26 KASIM SALI SERGİ ● Michel Setboun ve Sylvie Dauvillier’nin sergisi 31 Aralık’a kadar FKM’de. (0212) 393 81 11 TİYATRO ● “Garaj” adlı oyun saat 20.30’da Craft Tiyatro’da. (0212) 249 49 66 27 KASIM ÇARŞAMBA SERGİ ● Gülay Yüksel, Serap Gümüşoğlu ve Sema Tahincioğlu’nun sergisi 4 Aralık’a kadar Elab Medical Corner’da. (0212) 296 31 50 TİYATRO ● “Faust” adlı oyun saat 20.30’da Yunus Emre Kültür Merkezi’nde. (444) 9 647 28 KASIM PERŞEMBE SERGİ ● Hüseyin Rüstemoğlu ve Güneş Hüseyinkulu’nun sergisi 25 Ocak’a kadar Metropoldoctors’da. (0212) 278 16 44 KONSER ● Gregory Porter saat 20.00’de CRR’de. (0212) 231 5497

Hristos ve Poli Kolliali koleksiyonunda yer alan eserlerden... Milliyet SANAT Kasım 2013

124

Katherine Davis festivalde sahnede olacak isimlerden.

24. yılında Blues Festival Bu yıl 24. kez düzenlenecek olan, Türkiye’nin ilk ve tek blues festivali 1 - 26 Kasım tarihleri arasında 17 farklı şehirde gerçekleştirilecek. Açılışını, 1 Kasım Cuma akşamı Denizli Anemon Otel’de yapacak olan Blues Festival 24, Anadolu’yu gezerek Edirne’de sona erecek. Blues Festival 24’ün ünlü konukları arasında kariyerinde pek çok ödül bulunan gitarist, vokal ve söz yazarı Jimmy Burns ile gitarist David Antonio Herrero’nun başını çektiği Jimmy Burns Band, ünlü vokalist Katherine Davis ve müzisyenliğinin yanı sıra blues araştırmacılığıyla da ünlü gitar virtüözü Joe Louis Walker var.

TİYATRO ● “İyi İnsanlar” adlı oyun saat 20.00’de Hayal Perdesi’nde. (0212)528 22 22 29 KASIM CUMA SERGİ ● Japon mürekkep resmi sergisi 29 Kasım’a kadar Tolga Eti Sanatevi’nde. (0216) 369 26 79 30 KASIM CUMARTESİ SERGİ ● Mehmet Güler’in sergisi 30 Kasım’a kadar Peker Sanat’ta. (0312) 439 30 03 KONSER ● Blue 20.00’de Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde. (0850) 222 67 76


DEV KAMPANYA! Türkiye’nin en köklü sanat ve kültür dergisi Milliyet Sanat’tan, abonelerine 15 filmlik DVD seti! muel L. Jackson’ın Sa ve is rr a H Ed ni ner” Başrolleri i “Temizlikçi / Clea lm fi ç su rı la ık şt a payl olas Wicker Man”in Nic he “T lm fi lt kü ı ım vrimi 1973 yap olduğu yeniden çe e d ün ol şr a b ’in ge Ca Bruce Willis’in yanı sıra ünlü hiphop müzisyeni Mos Def’in de oyuncu kadrosunda bulunduğu polisiye türündeki “16 Blok / 16 Blocks” John Cusack ve Morgan Freeman’ın başrolleri paylaştıkları “The Contract”

i, rgis e d − − nat −Sa lerine en− t e e d ti liy Mil abon tarihin VD−se − D a m .− el− sine lik−öz diyor deli e e− film ler −be 15− hediy bone renci 2−TL Č −a L,−ö −7 mli ÚllÚk T 1−y e−90− −indiri ec 20 sad üzde− −y için

Seri katilleri konu alan, John Travolta, Salma Ha yek ve Jared Leto’nun rol al dıkları 1940’larda geçe n “Yalnız Kalpler / Lonely Hearts” ABONE OLMAK Ç N (0212) 337 94 59 ve (0212) 337 96 28 no’lu telefonlar araman z ya da abone formunu doldurman z yeterli. www.milliyet.com.tr’yi ABONE FORMU IÇIN TIKLAYINIZ Kampanya stoklarla s n rl d r


D Ü N YA D A N S A N A T

PARİS

MADRİD

“Asteriks Sergisi”, isyankar Galyalı’ya saygı duruşunda bulunuyor.

SERGİ Çizgi roman dünyasının efsanevi yıldızlarından Albert Uderzo ile Rene Goscinny ürünü isyankar kahraman Asteriks, Fransa Ulusal Kütüphanesi’nde düzenlenen devasa “Asteriks Sergisi” sayesinde sevenleriyle buluşuyor. Bugüne kadar yayımlanan 32 macerası 107 farklı dile çevrilen, küresel ölçekte 350 milyon satan “Asteriks” çizgi romanı, şüphesiz popüler kültürün gelmiş geçmiş en büyük başarı hikayelerinden biri. Sergi 19 Ocak 2014’e dek sürecek. www.bnf.fr

SERGİ Küratörlüğünü filozof ve sanat eleştirmeni Jose Jimenez üstlenilen “Gerçeküstücülük ve Rüyalar” başlıklı sergi, gerçeküstücülük akımı ile rüyalar arasındaki yaşamsal öneme odaklanıyor. Thyssen-Bornemisza Müzesi’ndeki sergide Andre Breton, Salvador Dali, Paul Delvaux, Yves Tanguy, Rene Magritte, Andre Masson, Max Ernst, Dora Maar gibi her biri kült haline gelmiş sanatçıların eserlerini görmek mümkün. www.museothyssen.org

Sergi, gerçeküstücülüğün kült isimlerine yer veriyor.

LONDRA TİYATRO Günümüz tiyatrosunun en yaratıcı topluluklarından Theatre de Complicite, eleştirmenlerden büyük övgü alan Mozart’ın “Sihirli Flüt” operası yorumunu 7 Kasım- 7 Aralık arasında İngiltere’nin başkenti Londra’da sahneleyecek. Complicite’nin 30. yılı şerefine İngiliz Ulusal Operası bünyesinde sahnelenecek olan operanın

”Sihirli Flüt”, farklı bir yorumla Londra’da sahnelenecek.

yönetmenliğini topluluğun sanat yönetmeni Simon McBurney üstleniyor. www.complicite.org

LYON SERGİ Lyon Çağdaş Sanat Müzesi tarafından başlatılan Lyon Sanat Bienali 1984 yılından beri düzenleniyor. Bu yıl 12. defa sanatseverlerle buluşan bienalin küratörlüğünü Thierry Raspail ile Gunnar B. Kvaran üstlenmişler. 5 Ocak 2014’e dek sürecek bienal “Bu Arada Ansızın - Sonrasında” başlığı altında eserleri buluşturuyor. Bienalin en ilginç projelerinden biriyse, Yoko Ono’nun ziyaretçilerin katkılarıyla oluşan interaktif video yerleştirmesi. www.biennaledelyon.com

TOKYO KONSER The Beatles’ın günümüzdeki yegane aktif üyesi Paul McCartney, geçtiğimiz günlerde yayınlanan “New” adlı yeni albümünün dünya turnesi kapsamında, Japonya’nın başkenti Tokyo’da sahne alıyor. Türkiyeli hayranları yaşayan efsane acep memleketimize gelir mi diye bekleyedursunlar, bütçesi müsait olanlar kendisini Tokyo’da dinleme ayrıcalığını tadabilir. Konserler 18-19-21 Kasım’da Tokyo Dome’da gerçekleşecek. www.eventful.com

BERLİN

LOS ANGELES

KONSER 1987 tarihli hitleri “La Bamba” ile ünlenen Los Lobos müzik topluluğu, 40. yıllarını kendi evleri Los Angeles’ta verecekleri bir konserle kutlamaya hazırlanıyor. Rock and roll, TexMex ve bluess türlerinin yanı sıra Cumbia ve Nortenos gibi geleneksel Meksika motiflerinden de yararlanan Grammy ödüllü Los Lobos günümüzde Chicano Rock türünün en önemli temsilcileri arasında kabul ediliyor. Konser 14 Kasım’da gerçekleşecek. www.eventful.com

Los Lobos, 40. yılını Los Angeles’ta verece i bir konserle kutlayacak.

Milliyet SANAT Kasım 2013

Bienal 5 Ocak’a kadar ziyarete açık.

126

TİYATRO Almanya’nın en ünlü tiyatro topluluğu olan Berliner Ensemble daha çok kurucusu Thomas Bernhard Berthold Brecht’in yapıtlarını sahnelemesiyle ünlü; ancak klasik ve çağdaş tiyatronun önemli yapıtlarını sergileme konusunda da iddialı. Topluluk, 13-26 Kasım arasında Avusturyalı kült yazar Thomas Bernhard’ın “Beton” adlı yapıtını sahneleyecek. www.berliner-ensemble.de


“Venedik Taciri”nin başrolündeki Silvio Orlando, eleştirmenlerden tam not aldı.

TİYATRO İtalya’nın önde gelen tiyatro topluluklarından Milano merkezli Piccolo Teatro’nun bu sezon iddialı yapımlarından biri de William Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı yapıtı. Shakespeare’in en önemli karakterlerinden biri olarak kabul edilen tefeci Shylock ile de özdeşleşmiş olan bu komedinin Piccolo yorumunu Valerio Binasco yönetmiş. Daha çok sinema oyunculuğuyla tanınan Silvio Orlando’nun başroldeki sıkı performansı tiyatro eleştirmenlerinden tam not almış. Oyun, 5-24 Kasım arasında sahnelenecek. www.piccoloteatro.org

RIO DE JANEIRO KONSER “Lady D’Arbanville”, “Wild World”, “The First Cut Is the Deepest” gibi hit şarkılarıyla ‘60’lı ve ‘70’li yılların popüler müziğine damga vurmuş olan Cat Stevens ülkemizde İslam dinini benimseyip Yusuf İslam adını aldığı ‘80’li ve ‘90’lı yıllar boyunca kamuoyunun yoğun ilgisine mazhar olmuştu. Yıllar sonra tekrar Cat Stevens olarak arz-ı endam eden sanatçı nihayet Yusuf adında karar kılmış, 2006 yılında 28 yıl aradan sonra sahnelere dönmüştü. Sanatçı, 20 Kasım’da Rio de Janeiro’da hayranlarıyla buluşacak. www.eventful.com

Cat Stevens, Yusuf İslam ya da Yusuf.

PROUST ANKETİ

MİLANO

Defne Halman Proust Anketi’nin konuğu bu ay vizyona giren “Hayatboyu” filminde rol alan oyuncu Defne Halman.

● Sevdiğiniz karakteristik özelliğiniz nedir? İnsancıl, sevecen, duyarlı, coşkulu, çocuksu, mücadeleci, isyankar. ● Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Benim de kendimde barındırmaya çalıştığım değerler. Dürüst, güvenilir, vicdanlı, anlayışlı, merhametli olmak. ● Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Kolay güvenmek, çabuk inanmak, hassas ve kırılgan olmak. ● Mutlu olmak için ne yaparsınız? Mutlu olmak için özel bir şey yapmaya gerek yok. ● Sizi en çok ne mutsuz eder? Zorbalık, zulüm, baskı, ayrımcılık, haksızlık, canlılara yapılan eziyet ve doğa katliamı. ● Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? Çok sevdiğim iki şehirde yaşadım hep; New York ve İstanbul. ● Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Sam Shepard, Somerset Maugham, Federico Garcia Lorca, Henry James, Turgut Uyar, Virginia Woolf, Nazım Hikmet, Cemal Süreya. ● Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? “Bülbülü Öldürmek”ten Atticus Finch. “Gazap Üzümleri”nden Tom Joad. Don Kişot. ● Gerçek hayatta sevdiğiniz “kahramanlar” kimler? Jeanne d’Arc, Emma Goldman, Martin Luther King Jr., Mahatma Gandhi. ● İsminiz ne olsun isterdiniz? İsmimi çok seviyorum. ● En nefret ettiğiniz şeyler neler?

127

Şiddet, ihanet, kibir, kabalık, riyakârlık, bencillik, yalancılık, açgözlülük, iftira. ● Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? Elbette: dünyayı herkese daha güzel, daha eşit, daha yaşanılır yapmak için. ● Nasıl ölmek isterdiniz? Kalıcı eserler, güzel izler bırakmış olarak... ● Sevdiğiniz bir söz var mı? #diren ● Sevdiğiniz müzisyenler kimler? Jimi Hendrix, Stevie Ray Vaughan, Jeff Beck, Keith Richards, Slash, B.B. King. ● Sizin için en değerli şey nedir? Kızım, ailem, arkadaşlarım, mesleğim, kedilerim, özgürlüğüm. ● Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Londra, Paris, Berlin. ● En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? Son zamanlarda: ‘Her Yer Taksim Her Yer Direniş’ ‘Faşizme Karşı Omuz Omuza’ ‘Emek Bizim İstanbul Bizim’ ‘Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiç Birimiz’ ’Bu Daha Başlangıç Mücadeleye Devam’. ● En büyük pişmanlığınız nedir? Bir enstrumanı çok iyi çalmayı isterdim. ● Şu anki ruh haliniz nedir? Mülayim. ● Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Kızım, oyunculuk, sanat. ● En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Ulanbatur, Haifa ve Londra’da “Hayatboyu” filmini temsil etmek ve değişik coğrafyalardaki insanlarla tanışmak beni çok mutlu etti.

Milliyet SANAT Kasım 2013


BULMACA İLKER MUMCUOĞLU

mumcuogluilker@gmail.com

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10 11 12 13 14 15

1 2 3 4 5

SOLDAN SAĞA

6

1. John Steinbeck’in senaryosunu bizzat yazdığı, genç Marlon Brando’nun Emiliano Zapata’yı oynadığı, Elia Kazan’ın filmi “... Ahmed” (Atabetü’l Hakayık adlı yapıtıyla tanınan, XII. YY. şairi). 2. Rezerve baskılı süsleme - Atıf Yılmaz’ın bir filmi Lütesyumun simgesi. 3. Sulhi Dölek’in bir öykü kitabı - Yazıklar olsun ünlemi - Nazım Hikmet’in bir oyunu. 4. “Baki o ... dilden, eyvah / Beyrut’ta bir mezar aldı” (A. H. Tarhan) - İkinci Abdülhamid’in, Selanik’e sürgüne gönderildiği köşkün adı. 5. Türkiye’yi simgeleyen harfler - “... Gardner” (Çıplak Ayaklı Kontes) - “Ak Liman” adlı romanıyla da tanınan Azeri yazar “Red ...” (çizgi roman). 6. “B. B. ...” (Amerikalı blues gitarcısı ve şarkıcısı) - “Kutadgu ...” (Yusuf Has Hacib’in yapıtı) - Aziz Nesin’in bir oyunu. 7. Bertolucci’nin bir filmi - Yılmaz Güney’in bir filmi - Martin Mystere’in en yakın dostu olan neanderthal adamı - Yeşim Ustaoğlu’nun bir filmi. 8. Sartre’da, başkasıyla kişi arasındaki bağıntı biçimi - Pink Floyd’un, “The Wall” albümündeki bir şarkı. 9. Arapçada ben - Yaraşırlık, uygunluk - Ekmek. 10. Uzun tiyatro konuşması - “Fecr-i ...” (edebiyat akımı) - Yerine koyma. 11. Arpa, buğday ve benzerlerinin kalburdan geçirilmiş bölümü “... Ordusu” (Bekir Yıldız’ın bir çocuk kitabı). 12. Tuna Irmağı’nın bir kolu - Su - Büyük bir heyecan duygusu yaratmaya yönelik edebiyat türü. 13. Ebüzziya Tevfik’in bir piyesi - “... Kurt” (Tarkan’ın hayvanı). 14. Raj Kapoor’un ünlü filmi - “... Pacino” (aktör) - Evet ünlemi. 15. “Andonis ...” (“Tehlike Kolu”, “Umut Aranıyor” ve “Pasaport” adlı kitapları da Türkçede yayımlanan Yunanlı yazar) - Kameranın sürekli olarak bir kez çalıştırılmasıyla elde edilen film parçası, plan.

7

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. “E. emine” takma adıyla kitaplar yazan,

Milliyet SANAT Kasım 2013

8 9 10 11 12 13 14 15

GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ “Bizans Sohbetleri”, “Kurabiye Saati”, “Kırık Zarlar” ve “Turuncu Kayık” adlı 4 romanı olan gazeteci, yazar - Bir işte önde gelen kimse. 2. Sezai Karakoç, Cemal Süreya ve Ece Ayhan’ın temsilcisi oldukları şiir akımı - Türk müziğinde bir makam adı. 3. Balzac’ın zambağının bulunduğu yer “Bir ...” (Y. K. Karaosmanoğlu’nun bir öykü kitabı). 4. Eski Türklerde hekimlere verilen ad - Hile, entrika - Otlar. 5. “... Tyler” (aktris) - “Ne sert kış, ne gümrah ve gölgeli yaz / Ne ılık ... ve keskin ayaz” (Ahmet Kutsi Tecer). 6. Zülfü Livaneli’nin bir albümü - İrade kaybı - Susamış. 7. İlhan Berk’in bir şiir kitabı - Alışkanlık, huy - Elma, armut kurusu. 8. “... Pacino” (aktör) “Dil hayret-i gamla ... kaldı / Galib gibi bimecal kaldı” - Ordu şairi olarak IV. Murat’ın Bağdat seferine katılan, devlete başkaldıran Haydaroğlu’nun idami üzerine bir destan yazan halk şairi. 9. James Cameron’ın bir filmi - Bir bağlaç - Yetersiz. 10. Raşomon’u da yazan müntehir Japon yazarı - “Oğuz ...” (“Tutunamayanlar”). 11. İridyumun simgesi - Süreç - “... Sınıfın La-

128

1

2

3

4

5

6

7

8

9 10 11 12 13 14 15

1

V

E

C

D

İ

Ç

I

R

A

C

I

O

2

A

L

L

E

N

R

İ

S

A

L

E

3

N

E

V

E

D

A

T

M

I

B

E

O

4

Y

A

K

5

A

L

A

M

6

D

I

Ş

A

L

7

A

Z

Ş

U

8

Y

E

9

I

M

E R

N

G

10

O

M

11 A

N

12 R

I

A İ

D

K

A

M

A

N

İ

Y

A

N

E

N

T

A

R

A

Z

K

I

N

F

İ

N

R

A

C

A

T

İ

L

E

Z

E

T

T

İ

K

14 D

E

L

İ

L

15 A M

E

R

İ

K

A

T

İ

A

Y

İ

F

D

L

D

M

A

U

A

L

M

L O

A

B

13 A

Ğ

S S

M

A

E

M

O

R

S

B

A

N

U

A

L

S

İ

N

E

K

K

E

İ

T

E

N

E

K

I

N

A

R

L

A

K

A

N

A

N

A

A

L

I

İ

B

U

M

A

E

D

E

N

H

A

T

A

neti” (Sam Shepard’ın bir oyunu). 12. İnleme - Eski Rus kralı- Şiirde dörtlük. 13. Tiber Dery’nin bir romanı - Çözümlemeli. 14. Bir bağlaç - “... sıkılmak” (bunalmak) “... Hayal” (Şehbenderzade Filibeli Ahmet Hamdi’nin yapıtı). 15. “Balık İzlerinin Sesi”, “İki Yeşil Susamuru”, “Kumral Ada”, “Mavi Tuna” ve “İstanbullular” adlı romanları da olan yazar - “Stanislaw ...” (Solaris ve Yenilmez’i de yaratan yazar). MS




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.