Milliyet Sanat Nisan 2013 No:649

Page 1

3/26/13

5:02 PM

Page 1

128 sayfa

K.K.T.C Fiyatı: 9 TL

649-milsanat-KAPAK

8 TL NİSAN 2013

Hasan Ali Toptaş’tan “Heba” olan bir ömür Yeni portreleriyle

NEŞ’E ERDOK

DVD hediyeni z yarım ası rlık öyküsüyl THE RO e LLIN STONES G belgeseli

Zuhal Olcay ‘kafasına göre’ söylüyor Ahmet Mekin’in selamı var

İnadına Deep, alayına Purple! SAYI: 2013 / 4/ 126301 / 649 / 8 TL ISSN 1300-4425

TASARIMIN KUBRICK’İ

Philippe Starck Çocuklara operayı sevdiren “Külkedisi”

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ Zeliha Berksoy sahneyle barıştı

Çehov, karakterlerini ayırır mı?


649-milsanat-ONKAPAKIC

3/25/13

4:16 PM

Page 2


649-milsanat-01

3/26/13

5:10 PM

Page 1

AYD A B İ R FİLİZ AYGÜNDÜZ

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Nisan 2013 Sayı 649 / 126301

Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. Genel Yayın Yönetmeni

DERYA SAZAK Yayın Yönetmeni

FİLİZ AYGÜNDÜZ Tüzel Kişi Temsilcisi

İSMAİL ERALP Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi

ALİ NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik

ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat

YASEMİN BAY Sinema

NİL KURAL Yazı işleri

GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen

AYLA DÜNDAR Sayfa Sekreteri

ATİLLA ŞEN Reklam Grup Başkanı SAVAŞ YILMAZER Reklam Grup Başkan Yardımcısı

AYGÜL ERÖZÜ Reklam Direktörü

CENGİZ EKEN Reklam Müdürü

DORUK DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü

GÜVEN ÖNEMLİ Sıra 854 / 8 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 9 TL Yurt içi abonelik bedeli 82 TL ISSN 1300-4425

YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Uniprint Basım Sanayi ve Ticaret A.Ş. Hadımköy-İstanbul Caddesi, Ömerli yolu No: 159 Arnavutköy-İstanbul Tel: (0212) 798 28 40 Milliyet’in ayda bir yayımlanan ücretli kültür sanat dergisidir. Milliyet gazetesi ve eklerinde yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş’ye aittir. İzin alınmadan kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez Yayın türü: Yerel süreli www.milliyetsanat.com /

Aşk, zeka ve mizah: Philippe Starck DÜNYANIN hayranlıkla izlediği bir tasarımcıyı, Philippe Starck’ı taşıdık bu ay kapağımıza. Kariyerinde 40 yılı devirmiş çok özel biri Starck. Kendisine ‘sanatçı’ diyemiyorum zira bunu kabul etmiyor. Aslına bakarsanız ‘tasarımcı’ denmesini de istemiyor. “Peki kimdir Philippe Starck?” diye soruyorlar bir söyleşide. “O normal bir vatandaştır. İyi işler ve dürüstlük karşısında mutlu olan bir insandır,” cevabını veriyor.İsminin önüne ne yazıldığıyla ilgilenmiyor özetle. Onun derdi başka. “Parçası olduğum kültürel dünyanın standartlarını yükseltmeye çalışıyorum,” diyor: “Diğer taraftan, kimseye tenezzül etmiyorum. Kendim ne yapabiliyorsam, nasıl yapabiliyorsam ve ne zaman yapabiliyorsam onu yapıyorum. Tasarım dünyasının kralı olmak gibi bir hırsım yok; sadece etrafımdakilere yardımcı olmaya çalışıyorum.” Biz ona ‘tasarımın Kubrick’i’ demeyi tercih ettik. Çünkü tüm çalışmalarının kökeninde Stanley Kubrick’in “2001: A Space Odyssey”inin yattığını söylüyor: “Bu filmde benim sevdiğim her şey yer alır: Şiir, sürrealizm, gelecek, gizem ve vizyon... Bu zihniyetle, bu bakış açısıyla pek çok şey yaptım ben. Her zaman Kubrick’in vizyonuna yakın olmuşumdur.” Limon sıkacağından, sandalyeye, kafeden otele; tasarımlarına göz attığınızda ne demek istediğini anlayacaksınız. Onunla ilgili hazırladığımız dosyada kendisini daha yakından tanıyacaksınız. Geçen ay İstanbul’da açılan ve imzasını taşıyan Mamma Shelter’a yolunuz düşerse dehasına daha yakından şahit olacaksınız.

Yine bir söyleşide muhabir soruyor: “Mösyö Starck, uzay gemisinden diş fırçasına kadar pek çok şey tasarladınız. İnsanoğlunun neye ihtiyacı var?” Soru da iyi; yöneltildiği kişi de heyecan verici. Sıkı durun! Verdiği yanıt ne kadar farklı biriyle karşı karşıya olduğumuzun altını çiziyor. “Âşık olma yeteneği,” diye cevap veriyor soruya. “Aşk insanoğlunun icat ettiği en müthiş şeylerden. Daha sonra da zekaya ihtiyaç vardır. Mizah, bu da çok önemli bir şeydir”. İşte bu üçünü; aşk, zeka ve mizahı görüyoruz yaptığı her tasarımda. Belki de bu üçlüyü yorumlamasındaki maharette gizli onun sıradışılığı. Öyle trend takip eden biri değil Starck. Sinemaya gitmiyor, televizyon izlemiyor, dergi okumuyor; bırakın dergileri kendisi hakkında yazılan üç kitap var, onları bile okumamış. İnsanların hakkında ne düşündüğüyle ilgilenmiyor. Hiçliğin ortasında yaşadığını söylüyor. ‘Hep’ doyuruculuğunda işler yapmasının sırrı da budur belki. Bir de hayalgücü var tabii. Kendini ‘profesyonel bir hayalperest’ olarak tanımlaması boşuna değil. Dediğim gibi gerçekten çok çok özel bir imza onunki. Biz elimizden geldiğince anlatmaya çalıştık Starck’ı... Bununla da yetinmedik, Starck gibi bir bahanemiz varken, tasarım konusuna da girdik. Tasarımla ilgili son gelişmeleri içeren bir dosya hazırladık. Velhasıl, geçen yıl İKSV’nin etkinlikleri arasında yerini alan ‘tasarım’ dünyasının kapısını biraz daha araladık. Mahir kalemlerle, iyi yazı farkıyla. Bildiğiniz gibi. Güzel, baharın hakkını veren bir nisan diliyoruz. Yanınızda Milliyet Sanat’ınızla... MS

@Milliyet_Sanat

1

Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

6:46 PM

Page 2

K.K.T.C Fiyatı: 9 TL

İÇİNDEKİLER

649-milsanat-02-03

nisan

8 TL NİSAN 2013

Hasan Ali Toptaş’tan “Heba” olan bir ömür

DVD hediyeniz yarım asır lık öyküsüyle THE RO LLING STONES belgeseli

Yeni portreleriyle

NEŞ’E ERDOK

Zuhal Olcay ‘kafasına göre’ söylüyor Ahmet Mekin’in selamı var

İSTANBUL FİLM FESTİVALİ

İnadına Deep, alayına Purple!

Zeliha Berksoy sahneyle barıştı

TASARIMIN KUBRICK’İ

Philippe Starck

Çehov, karakterlerini ayırır mı?

40

Çocuklara operayı sevdiren “Külkedisi”

Sinema salonları

Kapak Fotoğrafı: Rainer Hosch

festivalle doluyor KAPAK 6

Tasarıma dair her şey! ● Tasarımda yeni trendler ● Milano Tasarım Haftası’nda Türk

mermeri ● Tasarım mı sanat mı? ● Dünya tasarımına yön veren adam: Philippe Strack

20 Philippe Starck’ın tasarımı Louis Ghost Chair

PLASTİK SANATLAR

68 Zuhal Olcay’ın albümlü, dizili, tiyatrolu dönüşü

43 Ahmet Mekin ve yeni projeleri

24 Türk resminin usta ismi Neş’e Erdok yeni sergisini anlattı 28 Abbas Akhavan’ın sunduğu zengin dil 30 Burcu Yağcıoğlu’ndan Borges’li sergi 34 Geleneksel ile modern aynı çatı altında 36 Gelenekli sanatlar nasıl kurtulur?

MİMARİ

38 Berlin’den üç müze

SİNEMA 40

74

Baharı sinemayla kutlayalım

Deep Purple’ın 8 yıl aradan

sonraki albümü Zeliha Berksoy yeniden sahnede!

96 Milliyet SANAT Nisan 2013

● 32. İstanbul Film Festivali’nin iddialı bölümü: Akbank Galaları ● Festivalin onur ödülü sahibi Ahmet Mekin ile bir araya geldik ● Film festivalinde yarışma heyecanı ● Costa Gavras’a bu festivalden yaşam boyu başarı ödülü sunulacak ● Film Festivali’nin uzun listesinden sizin için seçtik 56 Sezonun sürpizi “Zerre”yi yönetmeni Erdem Tepegöz ve oyuncusu Jale Arıkan anlattılar 58 Beyazperdedeki “Büyük Umutlar”

2

60 Atilla Dorsay’dan umarsız bir başarı öyküsü: “Bel Ami” 69 Ayın söyleşisi: Asu Maro yeni dizisinde bir şarkıcıyı canlandıran, yeni albümü sürprizlerle gelen Zuhal Olcay ile konuştu.

MÜZİK

74 Deep Purple’dan 45. yıl hediyesi: “Now What?!” 76 Trilok Gurtu’dan zamansız bir albüm 80 Justin Timberlake her zamanki gibi 84 “Seksenler” dizisi oyuncuları ‘80’lerin şarkılarını seslendirdi 88 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si

SAHNE SANATLARI

92 Bu opera çocuklar için 94 İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nden mutluluk kaynağı operet: “Şen Dul” 96 Zeliha Berksoy, sahneye küskünlüğünü bozan Nâzım oyununu anlattı 100 “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”ın kulisine sızdık 102 Sevda Şener’in kaleminden, Murathan Mungan’ın yeni oyunu “Mutfak”

EDEBİYAT

104 Büyülü dilin ustası Hasan Ali Toptaş ile yeni romanı “Heba” üzerine 106 Haldun Dormen’in anıları 110 Ömer Türkeş, edebiyatın barış dili yaratılmasına katkısını yazdı 112 Ece Aksoy’dan damağın unutmadığı ‘öyküler’


649-milsanat-02-03

3/25/13

6:46 PM

Page 3


3/26/13

5:11 PM

Page 2

AFİŞTEKİLER

649-milsanat-04-05

Cumhuriyet döneminin önemli ressamlarından Naile Akıncı.

75 yılıyla Naile Akıncı

Camerata Lausanne İstanbul’da olacak.

Pierre Amoyal sürprizi Günümüzün en parlak keman virtüözlerinden biri olarak gösterilen Pierre Amoyal’ın kurduğu yaylı sazlar topluluğu Camerata Lausanne, 4 Nisan’da Cemal Reşit Rey’de izleyici karşısına çıkacak. Dünyaca ünlü konser salonlarında performanslar gerçekleştiren, aynı zamanda Lozan Operası ile işbirliği içinde olan topluluk konserinde Akutagawa, Tchaikovski, Mozart ve Bloch’un eserlerini seslendirecek. Konserin biletlerine Biletix’ten ulaşılabilir.

Snoop Dogg geliyor Dünyaca ünlü rap arkısıcı Snoop Dogg stanbul’a geliyor. Pozitif Live tarafından gerçekle tirilecek Vodafone Calling stanbul Festivali 1 Mayıs - 30 A ustos tarihleri arasında gerçekle tirilecek. 120 güne yayılan en uzun soluklu festival olma özelli ini ta ıyan etkinlikte Snoop Dogg dı ında, Rihanna, Iron Maiden, Tiesto, Placebo ve Prodigy’nin aralarında oldu u sanatçılar sahne alacak. Vodafone ana sponsorlu u ve Garanti Bankası resmi sponsorlu unda yapılacak festivale katılacak isimlerin konser tarihleri nisan ve mayıs aylarında açıklanacak.

Milliyet SANAT Nisan 2013

Akıncı’nın sergisinden.

İş Sanat Kibele Galerisi, cumhuriyet dönemi ressamlarımızdan Naile Akıncı’nın 75 yıllık sanat hayatını kapsayan eserlerini bir araya getiriyor. Sergi, Naile Akıncı’nın sanat yaşamına başladığı 1949’dan günümüze kadar uzanan sanatsal sürecinin değişik evrelerini içeriyor. Özellikle peyzaj ressamlığında kendine özgü bir üslup yaratmayı başarmış bir isim olan Naile Akıncı’nin sergisi 11 Nisan - 25 Mayıs tarihleri arasında izlenebilecek.

Dan Brown’ın yeni kitabı mayısta Türkçede Dan Brown’un merakla beklenen kitabı “Inferno” Amerika ile aynı anda Türkiye’de yayımlanacak. Altın Kitaplar etiketiyle 14 Mayıs’ta “Cehennem” adıyla okurla buluşacak olan kitapta Brown, edebiyatın ölümsüz eserlerinden olan Dante’nin “Cehennem” adlı eserinden esinlenmiş.

İzmir’in onur konuğu

Ahmet Cemal

Snopp Dogg İstanbul’da ilk kez konser verecek.

4

TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. tarafından Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile düzenlenen İzmir Kitap Fuarı, 20- 28 Nisan tarihleri arasında Uluslararası İzmir Fuar Alanı’nda okurlarla buluşacak. Bu yıl 18. kez gerçekleşecek olan fuarın onur konuğu ise çevirmen ve yazar Ahmet Cemal. Yaklaşık 350 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenecek olan fuarda dokuz gün süresince söyleşi, panel, şiir dinletileri ve çocuk başlığı altında yaklaşık 100 etkinlik izlenebilecek.


649-milsanat-04-05

3/26/13

5:12 PM

Page 3


KAPAK

649-milsanat-06-09

3/25/13

2:19 PM

Page 2

Starck’tan Milano’ya asarım dünyasının dahi isimlerinden Philippe Starck, Demirören İstiklal’in yan sokağından girilen Mama Shelter İstanbul’u tasarladı. Otelin açılışı nedeniyle geçtiğimiz ay İstanbul’a geldi. Dünya tasarımına yön veren Starck’ın gelişi bize de ilham verdi. Son dönemde tasarım alanının öne çıkışı, sanatla tasarımın kurduğu yakın ilişkiyi üstüne üstlük nisan ayında düzenlenen Milano Tasarım Haftası’nı da göz önüne aldığımızda kapsamlı bir ‘tasarım’ dosyası hazırlamanın tam zamanıydı. Tasarımı her yönüyle ele aldığımız dosyada bu alanın son yıllardaki en önemli trendlerini, Milano Tasarım Haftası kapsamında izleyicile buluşacak olan Türkiye sergisini, ‘tasarım mı sanat mı?’ sorusuna cevapları bir araya getirdik. Öte yandan Philippe Starck’ı da yakalama fırsatı bulduk. Hem Starck ile eğlenceli bir röportaj gerçekleştirdik hem de bu usta ismin tasarım anlayışına yakından baktık...

T

Karmaşık bir dünyada tasarımın yeni hali Günümüz dünyasında tasarım sadece ayrıcalıklı kesimin sahip olabileceği pahalı bir hizmet ya da yaratıcı bir uzmanlık alanı olmanın çok ötesinde. Artık tasarımın hayatımızın her alanında varlık göstermesi, pozitif değerlere odaklanması gerekiyor.

Red Pod isimli ödülü alan Podisimli sandalyenin gövdesi su şişelerinde kullanılan malzemenin geri dönüşümüyle elde edilen bir çeşit keçeden oluşuyor.

Milliyet SANAT Nisan 2013

İçecek ambalajı Y Batte kullanıcıyla kurduğu bağ sayesinde ürün deneyimini oyuna dönüştürüyor.

BURCU YANÇATAROL YAĞIZ burcu.yancatarol@khas.edu.tr

6


649-milsanat-06-09

3/25/13

2:19 PM

Page 3

Design Stories’in koleksiyonunda yer alan lamba tasarımı: Drawstring Lamp.

STRATEJİK ÖĞE

JOHN THACKARA, 2005 senesinde yayımlanan “Balonun İçinde: Karmaşık bir Dünyada Tasarlamak” (“In the Bubble: Designing in a Complex World”) isimli kitabında, bugün karşı karşıya olduğumuz birçok sıkıntılı durumun, geçmişten bu yana aldığımız tasarım kararlarının birer sonucu olduğunu dile getirir. Özellikle son on yıldır zihnimize kazınan küresel ısınma, karbon ayak izi, karbon salımı, doğal kaynakların tükenmesi, geri dönüşüm, enerji tasarrufu, sosyal sorumluluk, sürdürülebilirlik gibi sözcükler, bireysel, toplumsal gelecek hayallerimizin aydınlık ve karanlık arasında salınmasına neden oluyor. Endüstri çağının iyi veya kötü mirası üzerinde yükselen bilgi toplumunun bireyleri olarak bir yandan aldığımız kararların yarattığı öngörülemeyen sonuçların etkilerini anlamaya çalışıyoruz; diğer yandan bilimsel ve teknolojik yeniliklerin yarattığı heyecanı, sunduğu olanakları kucaklıyoruz. Doğal afetler, ekolojik denge-

sizlik, ekonomik istikrarsızlık, sosyal eşitsizlik ve kültür krizlerinin gölgesinde, hayatımızın her alanında hissettiğimiz değişimin bizleri maddi ve manevi olarak umduğumuz kadar hafifletmediğini görüyoruz: Bundan sonra attığımız her adımın, yaptığımız her türlü üretim ve tüketimin hassasiyetle tasarlanması gerekiyor. Bu nedenledir ki son on yıldır tasarım ve inovasyon kelimelerini daha çok duyuyoruz. Tasarımın sadece ayrıcalıklı bir kesimin sahip olabileceği pahalı bir ‘hizmet’, modanın geçiciliğiyle birlikte izleri silinen bir ‘hoşluk’ veya ‘şıklık’, salt yeni biçimler ve işlevler üretmekle yükümlü olan yaratıcı bir ‘uzmanlık alanı’, bir ‘pazarlama stratejisi’ ya da yalnızca ekonomik bir ‘artı değer’ olmanın çok ötesinde bir rol üstlendiğinin farkına varıyoruz. Tasarımın yenilik takıntılı bir eylem olmaktan öte bir düşünce biçimi olarak hayatımızın her alanında varlık göstermesi, ‘büyük resme’ kattığı pozitif değerlere odaklanması gerekiyor.

7

Bu yargının gerekçelerini anlamak için sadece etrafımıza bakmamız yeterli: Altı ayda bir daha iyi ve daha yeni modelleri piyasaya sürüldükçe gözden çıkardığımız elektronik cihazların nerede, kimler tarafından üretildiği; bu ürünlerin üretim ve tasarım süreçlerinde ne miktarda malzeme ve enerji harcandığı; kullanıcının elinden çıktıktan sonra ürünün nerede sonlanacağı, en az vaat edilen yenilik ve işlevsellik kadar önemli birer tasarım sorunu olarak karşımızda duruyor. Aynı gerekçeleri başka bir bağlamda değerlendirmek için kentlerin yaşadığı değişime bakabiliriz. Her gün gazete ve televizyonlarda izlediğimiz, aydınlık kentler yaratmak iddiasındaki kentsel dönüşüm projelerinin önerdiği biçimsel ve mekansal dönüşüm, kentlerin sosyal ve kültürel sisteminde ne profilde bir dönüşüm yaratıyor? Sosyal sınıflar arasındaki ayrımları belirginleştiren, yüksek duvarlarla çevrelediğimiz lüks ve tabii ki her detayıyla tasarlanmış gözüken yaşam alanları, biz kentlileri gerçekten özgür mü kılıyor? Bu sorular aslında ‘60’larda filizlenip son 20 yıldır akademik tasarım çevrelerinde somutlaşan öz-eleştirel tavrın birer yansıması. Buna göre yıllardır etrafımızda biriken ürün, mekan, görsel malzeme yığınının üzerine eklenecek her yeni biçim, işlev veya hizmet artık daha büyük sistemlerin birer parçası olarak tasarlanmalı; ürünün hayat döngüsünde yer alan her türlü paydaş (malzeme tedarikçisi, üretici, tasarımcı, pazarlamacı, dağıtıcı, kullanıcı, yedek parçacı, tamirci, teknik servis, yasa yapıcı, yerel yönetim, sivil toplum vb.) sorumluluk üstlenebilmeli. Bu nedenle birçok eğitim kurumu ‘tasarımcı’yı, bir yenilik tanrısı olarak değil, çevresel ve toplumsal sorunları görünür kılan ve toplumda tasarım yoluyla farklı ölçeklerde davranış değişlikleri yaratan stratejik bir öğe olarak tanımlıyor. O halde bu fikirsel dönüşüm, kullandığımız ürün ve ulaşım araçlarının, yaşadığımız ve sosyalleştiğimiz mekanların, giydiğimiz kıyafetlerin, kullandığımız yazılımların ziyaret ettiğimiz internet sitelerinin, ihtiyaç duyduğumuz hizmetlerin, kısacası gündelik hayatımızı şekillendiren her türlü öğenin tasarımında pratik olarak nasıl yer bulacak? Milliyet SANAT Nisan 2013


KAPAK

649-milsanat-06-09

3/25/13

2:19 PM

Page 4

Endüstri çağının üretim geleneklerinin devamı olsun ya da olmasın, kitlelerin ihtiyaç duyduğu maddesel her şey, su şişeleri, çöp torbaları, cep telefonları, otomobiller, ev eşyaları, apartmanlar uzun bir süre daha var olmaya ve tasarlanmaya devam edecekler. Peki nasıl?

Birden fazla ürünün farklı işlevlerini tek bir üründe toplayan hibrit ürünler gündelik hayatın her alanında giderek artan bir varlık gösteriyor. Söz gelimi iPhone, tek bir ürün gövdesinde birçok işlevi karşılıyor.

SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İÇİN Güncel tasarımcıların kaygıları ışığında sürdürülebilirliği bir eğilim olarak değil, bir tasarlama prensibi olarak benimsemeleri artık kaçınılmaz. Bu tavrın deneysel adımları olarak değerlendirebileceğimiz, mevcut ürünleri ve atıkları farklı yöntemlerle geri dönüştürmeye odaklanan tasarım yaklaşımları, birçok yeni nesil firma ve tasarımcı tarafından benimseniyor. 2012 yılında ürün tasarımı alanında Red Dot ödülü alan Pod isimli sandalyenin gövdesi, su şişelerinde kullanılan PET malzemenin geri dönüşümüyle elde edilen bir çeşit keçeden oluşuyor. Öte yandan İsveçli tasarım grubu Design Stories’in Merry-Go-Round isimli tasarım koleksiyonunda yer alan Drawstring Lamp, kumaşların atıklarını aydınlatma tasarımına uyguluyor. Kullanıcıyı atık malzemenin yeniden değerlendirilme potansiyelini görmeye, kusursuz ve parlak malzemelerin yanında geri dönüştürülmüş atıkların da ürün dünyasında var olabileceğini anlamaya iten bu yaklaşım üretim teknolojilerinin yardımıyla kendi ürün dilini oluşturacak gibi gözüküyor. Bu süreçte atık malzemenin yerel kaynaklardan sağlanması, küçük ölçekli yerel üreticiler tarafından üretilmesi, mümkün olduğunca az bağlantı elemanı kullanarak tasarlanması, daha az malzeme kullanılarak paketlenmesi gibi konular da birer tasarım sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Atık malzemenin tekrar değerlendirilmesine paralel olarak, doğal malzemelerin, enerji kaynaklarının güncel ürün ve iç mekan tasarımında giderek daha fazla kullanıldığını görüyoruz. Doğal malzemelerin geleneksel kullanımlarının dışında, alışık olmadığımız ürün alanlarında minimal bir yaklaşımla kullanılması 2012’de Red Dot ödülü alan birçok tasarımda ön plana çıkıyor. Örneğin ürün tasarımı alanında ödül alan Cherry isimli klavye, alışılagelmiş malzemelerin aksine, ahşap bir gövdeden oluşuyor. Elektronik ürünlerin parlak ve pürüzsüz estetiğiyle karşıtlık oluşturan Cherry, sürdürülebilir orman alanlarından sağlanan ahşap malzemenin verdiği sıcaklık hissi ile elektronik ürünlerin yaygın metalik soğukluğunu kırmaya, kullanıcı ve ürün arasında organik bir bağ kurmaya çalışıyor. Sürdürülebilirlik alanında örneklerini Milliyet SANAT Nisan 2013

Dell Studio Hybrid isimli masaüstü bilgisayar, bambu kaplamayla mekanın bir parçasına dönüşüyor.

daha sık göreceğimiz bir başka yaklaşım, ürün ve iç mekan tasarımında enerji kazanımına, dönüştürmeye yönelik olacak gibi gözüküyor. Doğal enerjinin ürün tasarımı yoluyla dönüştürülerek yeniden işlevlendirilmesi alanında güneş enerjisini aydınlatmaya dönüştüren kamusal alan ürünleri, örneğin sokak lambaları ve bahçe aydınlatmaları uzun zamandır hayatımızda. Bu eğilimin iç mekanlardaki örneklerini, LED teknolojisini güneş enerjisi depolama teknolojileriyle birleştiren minimalist aydınlatma ürünlerinde görmeye başlayacağız. Birden fazla ürünün farklı işlevlerini tek bir üründe toplayan hibrit ürünler gündelik hayatın her alanında giderek artan bir varlık gösteriyor. Bu ürünlerin bazıları, örneğin hem yazıcı hem de tarayıcı olarak kullandığımız elektronik aletler ya da hem fotoğraf makinesi hem de MP3 oynatıcı olarak kullandığımız iPhone, tek bir ürün gövdesinde birçok ürünün işlevini karşılıyor. Hibrit ürünlerin farklı işlevleri tek bir üründe birleştirerek malzeme ve kaynak kullanımını azalttığı düşüncesi, bugün tüketici elektroniğine olan bağımlılığımız düşünüldüğünde güncelliğini yitirmiş gibi gözüküyor. Buna karşın giderek karmaşıklaşan yazılımlar ve kötü tasarlanmış arayüzler nedeniyle hibrit ürünlerin hayatı kolaylaştırmaktan çok zorlaştırdığını, yüksek-teknoloji estetiğinin kullanıcıyla duygusal bağlar kurmaya fırsat vermediğini söyleyebiliriz. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda hibrit tasarımı; endüstriyel tasarım, etkileşim tasarımı ve marka tasarımı gibi uzmanlık alanlarını daha yoğun bir şekilde bir araya getirecek. Bu süreçte teknolojinin gittikçe kişisel-

8

leşeceğini, tüketici elektroniğinin kullanıcıyı yabancılaştırmayan biçimsel bir dil kazanacağını söyleyebiliriz. Dell Studio Hybrid isimli masaüstü bilgisayar, farklı işletim sistemlerini bir araya getirmesi nedeniyle hibrit olarak değerlendirilirken, minimalist teknoloji estetiğini bambu kaplaması nedeniyle yumuşatması, elektronik ürünü bir ev eşyasına, mekanın bir parçasına dö-nüştürmesi açısından bu alanda bir örnek teşkil ediyor. Yeni hibritlik aslında teknolojiyi insancıllaşma ve daha az malzemeyle daha çok şey başarabilme konusunda ayrı bir uzmanlık alanı haline gelecek gibi gözüküyor.

DAYANIKLI TASARIM Tasarım ve yenilik arasındaki doğal bağ, tasarımcılar tarafından kimi zaman gündelik yaşamın ihtiyaçlarını okuyamayan, derinliksiz ve tamamen biçimsel bir tavırla yorumlanabiliyor. Biçimsel trendlerin modanın yorulmak bilmez geçiciliğiyle kurduğu kaçınılmaz ilişki, kullandığımız ürünlerle kişisel bağlar kuramadan onları gözden çıkarmamıza neden oluyor. Bu nedenle güncel tasarımcılar ürün ve kullanıcı arasında sürdürülebilir bağlar kurmak için daha çok çaba sarf ediyor. Kullanıcı ve ürün arasında kişisel ilişkiler kurgulayan, uzun-soluklu ürün deneyimleri tasarlamaya yöneliyorlar. İsviçreli tasarımcı Yves Behar’ın birkaç sene önce tasarladığı Y Bottle isimli içecek ambalajı, içecek tüketildikten sonra lego mantığıyla üreyen bir oyuncağa dönüşmesi açısından bu konuda güzel bir örnek. Çöpte son bulan binlerce şişenin aksine Y Bottle, kullanıcıyla kurduğu yeni bağ sayesinde ürün deneyimini oyuna dönüştürüyor. M


649-milsanat-06-09

3/25/13

2:19 PM

Page 5


SAHNE SANATLARI

649-milsanat-100-101

3/26/13

4:56 PM

Page 2

“Gözlerini açmazsan bu oyun bitmeyecek” Haldun Taner’in her döneme uyarlanabilen oyunu “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” İstanbul Şehir Tiyatroları’nda yeniden sahneleniyor. 1994’te oyunun yönetmenliğini yapan Savaş Dinçel’in anısına hem de... Bu kez yönetmen o dönem Dinçel’in yardımcılığını üstlenmiş olan Can Doğan. ECE BAKTIAYA ecebaktiaya@gmail.com

HİCİV USTASI Haldun Taner’in “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” oyununu bilmeyen yoktur herhalde. İlk yazıldığında 31 Mart olayı ile başlayıp 1960 ihtilaliyle son buluyor oyun. İlk kez de 1964’te sahneleniyor. Ancak daha sonra Taner, 12 Mart muhtırasını da içine alan bir ek yazıyor. Yönetmen Can Doğan, yazarın oyunu getirdiği en son şekliyle, metnin aslına tamamen sadık bir yorumla sahneye taşıyor “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”ı. 70 yıllık süreçte yaşananları bol ironili, güldürürken düşündüren bir dille anlatıyor Taner. Siyasi ve toplumsal olayları, yaşanmışlıkları iki zıt karakterin; Efruz ile Vicdani’nin üzerinden anlatıyor yazar. Vicdani, ne kadar dürüst, masum, utangaç ve dobraysa; Efruz bir o kadar rahat, yalancı, girişken... Herkes kullanmaya çalışır Vicdani’yi... Ama nasıl olursa sonunda hep Efruz kullanır onları. Vicdani ne kadar fakirse; Efruz bir o kadar zengin, varlık içinde. Efruz her istediğini alır hayattan; Vicdani ise hep yerinde sayar, dönem değişir, yıllar geçer ama maaşı hep 350 lira kalır... Farklılıklarına rağmen birbirinden ayrılamayan, iki kişinin dostluğu ve çelişkileri anlatılır oyunda. Vicdani’yi Uğur Dilbaz, Efruz’u ise Can Ertuğrul canlandırıyor. Başrolde iki oyuncu olsa da hayli kalabalık ve keyifle çalışan bir ekibi var oyunun. 20 kişilik oyuncu kadrosunun yanında, 12 kişilik de bir orkestra bulunuyor. Oyundaki şarkı sözlerinin büyük bir kısmı Savaş Dinçel’in düzenlemesiyle Haldun Taner’e ait. Provalarda, biz izleyiciler kadar oyuncularının da ne kadar eğlendiği kolayca fark Milliyet SANAT Nisan 2013

ediliyor doğrusu. Sahnede, oyuncularla canla başla çalışan yönetmen yardımcısı bir yerden tanıdık geliyor. Çok geçmeden anlıyorum ki; Kemal Başar’ın sahneye koyduğu “Hamlet”in başrol oyuncusu Arda Aydın. Yeri gelmişken Aydın’ın “Hamlet’te gözleri sahneye kilitleyen bir performansı olduğunu da söyleyelim. Ve dönelim oyuna...

YORUM FARKI Can Doğan, Savaş Dinçel’den biraz daha farklı bir yorumla sahneye taşıyor oyunu. Farklılığı ise şöyle anlatıyor: “20 yıl öncenin teknolojik imkanları, tiyatronun altyapısı başkaydı, bugün çok başka. Savaş Ağabey teknolojiyi çok seven biri değildi. Bense oyunlarımda kullanmayı seviyorum. Arşivleri de tarayarak oyuna bir belgesel özelliği de ekledik. Sahnede bir barkovizyon olacak. Anlatılan neyse izleyici de onu görecek.” Doğan, Haldun Taner’in metin üzerinde anlattıklarını bu yolla realize ettiklerini anlatıyor. 1909’da başlayan süreç içinde Refet Paşa, Goltz Paşa, Alman Goben zırhlısının Yavuz’a dönüşümü, Cumhuriyet’in ilanı, Atatürk’ün ölümü, 2. Dünya Savaşı, 1960 ihtilali, 1971 darbesi, İsmet İnönü, Süleyman Demirel, Adnan Menderes gibi hangi olay, hangi siyasi figür varsa barkovizyonda görmek mümkün. “Görüntü bulduysak kullandık, bulamadıysak kendimiz canlandırdık” diyor Doğan ve ekliyor: “1909’dan 1970’li yıllara kadar hem Türkiye’nin gerçek hikayesini hem de Vicdani’nin matrak hikayesini görecekler.” Haldun Taner’in büyüklüğü biraz da yazdıklarının her döneme hitap edebiliyor olmasından geliyor. Ülke koşullarını da düşününce güncelleme veya oyuna ek yapmak gereksiz oluyor. Yönetmen Can Doğan da önce ikilemde kalsa da hiç dokunmamaya karar vermiş oyuna. Yanında çalıştığı ustası Savaş Dinçel’in final sahnesine ekle 12

100

Oyunun yönetmeni Can Doğan.

“Bu oyunun içinde de Balyoz davası var, sıkıyönetim var. Söylenen laflar o kadar bugünü de anlatıyor ki... Tarih bilgisi olmayan biri oturup izlese, bugünün anlatıldığını düşünebilir.”


649-milsanat-100-101

3/26/13

4:56 PM

Page 3

“Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”da ortaoyunundan meddaha, Türk tiyatrosunun tüm motiflerini görmek mümkün.

Eylül göndermesi yaptığından bahsediyor. İkilemde bırakan biraz da Dinçel’in bu yorumu oluyor: “Sonradan hiçbir şey yapmamaya karar verdim. Bizim tarihimiz 10’ar yıl arayla hep aynı şeyi tekrar ediyor. 1960’ı da, 1970’i de oynasak hep benzer yaşanmışlıklar olduğunu gördük. Bu oyunun içinde de Balyoz davası var, sıkıyönetim var. Söylenen laflar o kadar bugünü de anlatıyor ki... Tarih bilgisi olmayan biri oturup izlese, tarihlerden de söz etmesek, bugünün anlatıldığını düşünebilir. Ki ben de öyle düşünüyorum; bugünü anlatıyoruz.”

TARİHİN TEKERRÜRÜ Oyunun ahlaki ve siyasi boyutu olduğunu söylüyor Doğan: “İkisi bir potada eriyor. Ahlakın gücünü kaybedişi siyasi alanda kendini gösteriyor. Ahlaki yapı çökmeye başladıkça siyasette başka filizler, yeni figürler çıkmaya başlıyor. O da bozulunca yenileri. Bu oyun bu değişimi grafik olarak çok iyi anlatıyor. Osmanlı’dan bu yana 10 yılda bir yaşadığımız bir şey bu. Tarihin tekerrürü.” “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”da ortaoyunundan meddaha, Türk tiyatrosunun tüm motiflerini görmek mümkün. 20-25 sahneden oluşan episodik bir oyun. İlk kez 19 yıl önce Savaş Dinçel’in rejisinde yardımcı yönetmen olarak görev ya-

pan Can Doğan, yaklaşık 5 ay oyunun üzerinde çalıştığından söz ediyor. Bir kez daha tarih araştırması yapmış. Eşi video-kurgular için malzeme toplamış. “Oyunda bir kısmını kullanamasam da o belgesellerde çok enteresan şeyler izledim,” diyor Doğan. Söz konusu Savaş Dinçel anısına sahnelenecek bir oyun olunca, dekorun Barış Dinçel imzası taşıyıp taşımadığını soruyorum. Barış Dinçel’e teklif götürdüğünü söyleyen Doğan sözlerine şöyle devam ediyor: “Barış ‘Ben bunu yapmayayım, her bir karesinde babamı görüyorum,’ dedi. Çok da haklıymış. Savaş Dinçel’in bir mizansenini aynen uygulayacağız oyunda. Onun anısına... Bugün dekoru geldi, ben de çok etkilendim. Çok zor gerçekten.” Oyun süresi uzun olsa da (yaklaşık 3 saat), şarkılarla, kısa, izleyiciyi sıkmayan bölümleriyle akıp gidiyor. Siyasi ve toplumsal yaşanmışlıkları, çarpıklıkları, arayışı, çöküşü; kısaca bizi bizim gözümüzden anlatan bir oyun “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım”. Hem olup bitene karşı üç maymunu oynamaya alışmış bize, hem etrafımızda oynanan oyuna tutulan bir ayna... Galiba oyunu en iyi özetleyen sözler yine oyunun içinde gizli: “Gözlerini kapatsan gözler sanki başka bir şey görecek. Gözlerini açmazsan eğer bu oyun hiç bitmeyecek.” MS (0212) 455 39 00

101

Uğur Dilbaz ve İrem Erkaya oyunda rol alan isimlerden... Milliyet SANAT Nisan 2013


KAPAK

649-milsanat-10-11

3/25/13

2:20 PM

Page 2

Türk mermeri tasarımın ‘Kabe’sinde Arik Levi’nin eseri.

Dünyadaki tasarım anlayışına yön veren, trendleri belirleyen Milano Tasarım Haftası’nda Türkiye “Işıkla Yıkanmak” adlı bir sergiyle yer alıyor. Sergide 6 önemli tasarımcının Türk mermerini kullanarak ürettiği çalışmaları bulunuyor.

ÖZLEM ÜNSAL ozlemunsalart@gmail.com

THE SALONE Internazionale del Mobile di Milano olarak da bilinen ama bizlerin Milano Tasarım Haftası olarak adlandırdığı dünyanın en eski, ünlü mobilya ve tasarım fuarı bu yıl kapılarını 8 - 14 Nisan tarihleri arasında açıyor. Tüm yeni tasarım ve ar-ge çalışmaların karşımıza çıktığı yer olan Milano Tasarım Haftası, dünyadaki tasarım anlayışına yön veren, trendleri belirleyen bir konuma sahip. Fuarın ana salonunu her yıl bir küratör planlıyor. Ana salonun yanı sıra şehrin hemen hemen her yerinde Milano Tasarım Haftası’na özgü tasarıma dair sergi, etkinlik ve ürün tanıtımları yapılıyor. Bu tasarım fuarından karşınıza cep telefonu aksesuvarından, saate, bardaktan, takıya kadar geniş bir ürün yelpazesiyle karşılaşmak mümkün... Bu tasarımlarla karşılaştığınızda kimi zaman onu bir sonraki yüzyılda kullanabileceğiniz hissine kapılabilir, 19. YY. başına tarihlenebilecek bir komidinin nasıl füturistik bir nesneye dönüştüğüne kafa yorabilir veya elinizde yumuşacık bir his bırakan polipüretan bir bardaktan nasıl su içeceğinizi düşünmek zorunda kalabilirsiniz...

BOL SIFIRLI RAKAMLAR Tasarım dünyasının şaşırtıcılığı bir yana burada aslında karşımıza müthiş bir endüsMilliyet SANAT Nisan 2013

tri çıkıyor, ürün yelpazesi, malzeme, işçilik, dünyada tasarımın tüketim biçimi ve tasarım obje kullanan profil düşünüldüğünde akla bol sıfırlı rakamlar geliyor... Milano’ya tasarım haftasını takip etmek amacıyla gelen ziyaretçi sayısı ve ziyaretçilerin bir hafta boyunca yaptıkları harcamalar şehir için oldukça önemli bir gelir kaynağı teşkil ediyor. Bunların yanı sıra Milano’nun adının tasarımla özdeşleşmesinin şehre hatta İtalya’ya sağladığı imaj ve algının pozitif etkisi paha biçilemez. Diğer ülkelerin de kendilerince bir tasarım haftaları olsa da, burada boy göstermenin farklı bir anlamı olduğunun herkes farkında... Bu sebeple en iyi tasarımlar, en yeni malzemeler, en dikkat çekici formlar her ülkenin en iyi tasarımcılarının elinden çıkarak Milano Tasarım Haftası’nda yerini alıyor. Peki Türkiye ne yapıyor? Tüm dünyanın takip ettiği tasarımın ‘Kabe’si olarak tanımlanan Milano Tasarım Haftası’nda Türkiye bu yıl “Işıkla Yıkanmak” projesiyle yer alıyor. İstanbul Maden İhracatçıları Birliği (İMİB) sahipliğinde organize edilen ve Türk tasarım firması Demirden Design’ın küratörlüğünü üstlendiği Türkiye’yle ilgili sergi bu. Geçtiğimiz yıllarda da olduğu gibi yine Zona Tortona Superstudio Piu Art Garden’da 900 metrekarelik alanda tasarım severlerle buluşuyor. Sergide farklı disiplinlerden gelen 6 tasarımcı ve mimarın, 4 bin yıllık bir geleneğin parçası ‘Türk mermer’ini konu edindiği çalışmalar, Türkiye topraklarında yer alan kül-

10

Mermere dönüşmek ARİK LEVY Projeye dahil olmam teklif edildiğinde aklıma gelen ilk düşünce bu taşın gücü oldu. Mermeri kucaklamak ve ona dönüşmek istedim. Sergide yer alan enstalasyonum insanları içinden geçmeye ve oradayken dönüşüm halindeki bir kanyonun içindeymiş gibi hissetmeye davet ediyor. Bir ruh halinden diğerine, bir duygudan başka bir duyguya, sıvıdan katıya ve tekrar başa döndükleri bir dönüşüm yolculuğu... Yatay düzlemler taşların geçmişlerini, oluşmaları, şekil almaları için geçen zamanı sembolize ederken, aynı zamanda bizim kendi gelişimimizi, insani ve spritüel gelişimimizle yan yana olan teknolojik ilerlemeyi de sembolize ediyor. Bu geçit; fiziksel, zihinsel ve duygusal anlamda bir deneyim.

türü, tarihi ve mitleri çağdaş tasarımlarla buluşturuyor. Sergide mermeri, mimari açıdan Massimiliano-Doriana Fuksas (İtalya), Melkan Gürsel - Murat Tabanlıoğlu (Türkiye), Alişan Çırakoğlu (Türkiye), endüstriyel tasarım odaklı Mathieu Lehanneur (Fransa), moda tasarımcısı yorumuyla Dice Kayek (Türkiye) ve sanatçı-tasarımcı Arik Levy (Fransa) ele alıyor. Ülkemizde çıkan mermerin kalitesini ve fonksiyonlarını sanatsal bir dille izleyiciye aktaran sergide tasarımcılar, mermerin kullanış biçimlerini kendilerine özgü bir dille yorumluyor. Demirden Design’ın Tasarım Direktörü Demir Obuz serginin konseptini Milliyet Sanat okurları için açıklarken; Alişan Çırakoğlu, Dice Kayek ve Arik Levy ise sergi için hazırladıkları tasarımları anlattılar...


649-milsanat-10-11

3/25/13

2:20 PM

Page 3

Işığın hareketi ALİŞAN ÇIRAKOĞLU “Sergi, bütününe baktığımızda mermerin farklı kullanım potansiyellerini farklı yorumlarla ortaya koymayı hedefliyor. Bunu da yıkanmak, arınmak ve ışık gibi aslında gündelik yaşantımızın parçası olan olgular üzerinden yapıyor. Mermerin ışık geçirgenliği, yansıtıcılığı ve bu anlamda sahip olduğu derinlik tasarımımın çıkış noktasını belirliyor. Mermeri mekanın duvarlarına dik şekilde ve düzenli aralıklarla saplayarak ışığın hareket edebileceği derin bir kabuk oluşturuyorum. Bu kabuk hem dışarıdaki gün ışığını içeri alıyor hem de yapay ışıkların renklendirdiği hacmi tanımlıyor. Mermer levhaların farklı boyutları ışığın hareketini mekana dalgalı bir formla yansıtıyor. Ziyaretçilere ışığın ve mermerin birlikte yarattığı bir mekan deneyimi sunmayı amaçlıyorum.”

Çırakoğlu “Mermeri mekanın duvarlarına dik şekilde ve düzenli aralıklarla saplayarak ışığın hareket edebileceği derin bir kabuk oluşturuyorum,” diyor.

Kutsal üçlü DEMİR OBUZ

Türk hamamının modern yorumu DİCE KAYEK Biz bir beden-ruh arınma mekanı olan Türk hamamının modern bir yorumunu gerçekleştirdik. Mermer, zarif görünümü ve dayanıklı yapısı ile Türk banyo kültürü için asırlarca vazgeçilmez bir eleman oldu. “Nebula” diye adlandırdığımız tasarımımız, mermerin yapısal ve görsel özelliklerinin ötesine geçerek, kişinin, derin düşünceleriyle baş başa kalıp iç huzurunu aramasını sağlıyor. Mekanı çevreleyen mermer plakalar

kendi etrafında yavaşça dönerken içeride kalan buhar aralıklardan dışarı çıkmaya çalışıyor. Dışarıdan bakan, bu dairesel mekanın nefes aldığını düşünebilir. Gün doğumundan gün batımına, plakaların dönme hareketi ile birlikte kırılan ve yansıyan ışık huzmeleri, ziyaretçiye sıra dışı bir mekansal deneyim yaşatıyor. Belirli aralıklarla mekanı kaplayan buhar bulutu, ziyaretçinin çevresiyle olan bağlantısını flulaştırırken kişinin düşüncelerine rehberlik ediyor.

“Nebula” diye adlandırılan tasarım kişinin iç huzurunu aramasını sağlıyor.

11

Mermer yüzyıllar boyunca sanatçılar tarafından en sevilen malzemelerden biri oldu. Milano Tasarım Haftası kapsamında Türkiye’nin düzenlediği bu sergiler dizisi, mermere duyulan ilgiyi yeniden canlandırmayı hedefliyor. Bu yolda, günümüz tasarımının merkezinde olan malzemenin hikaye anlatıcı gücü de vurgulanıyor. Tarih boyunca, mermer ve ışık hep o suyla birleşerek, mimaride ve özellikle banyo kültüründe temizlik, saflık ve arınma gibi kavramları ifade etmek için ideal bir kombinasyon, kutsal bir üçlü oluşturdu. Sergide bu kavramları tekrar bir araya getirdik. Nihai hedefimiz, Türk mermerinin görsel ve dokunsal özelliklerini bütünüyle gösterirken, aynı zamanda onun köklü ve gizemli tarihinden gelen ruhani özelliklerini de vurgulayan bir mekanlar serisine ulaşmaktı ve bunu da başardığımıza inanıyoruz. MS

Milliyet SANAT Nisan 2013


SAHNE SANATLARI

649-milsanat-102-103

3/25/13

5:29 PM

Page 2

Hem muzaffer hem yenik kadınlar Murathan Mungan’ın yeni oyunu “Mutfak”, bir semt lokantasının mutfağında geçiyor. Bir yanda ev yemekleri yapan mütevazı lokantanın açılış hazırlıklarını ve işletilmesini içeren mutfak serüveni sürerken, zaman, kadınların yaşam öykülerinin dile getirilmesiyle geçmişe uzanıyor.

“Mutfak” oyunu Murathan Mungan’ın iyimser bakışının, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda pekiştiğini gösteriyor.

SEVDA ŞENER sevda.sener1928@gmail.com

MURATHAN MUNGAN, “Mutfak” adlı yeni oyununda ülkemizin ‘herkesin birilerine benzetebileceği biraz tanıdık, biraz yabancı’ kadınlarına yağmurun buğulandırdığı hüzünlü bir pencereden bakıyor. Oyun, dört kadının, varlıklarını ve emeklerini birleştirerek, yakın çevredeki işyerlerine de hizmet verecek olan bir semt lokantası açma girişimiyle başlar. Eylemin merkezi olan mutfakta farklı yörelerin sebze yemekleri pişirilecektir. Semt lokantası işletmesinin açılma hazırlığı, açılışı, işleyişi, her biri kendi içinde bütün olan yirmi bir sahne boyunca mantıklı bir devinimle gelişir ve açık uçla sonlanır. Yüzeydeki devinim, alışveriş, sebze ayıklama, yemek hazırlama, pişirme, müşteriye sunma, çevre işyerlerine gönderme gibi günlük çalışmalarla sağlanmıştır. Ağırlık, mutfakta çalışan kadınların yaşam öykülerinin hem geriye, hem ileriye doğru açılımı ile gelişen iç aksiyondadır. Her kadının, büyük kısmı geçmişte yaşanmış, son kritik bölümü ise şimdiki zamanda yaşanacak olan öyküsü kendi içinde Milliyet SANAT Nisan 2013

102


649-milsanat-102-103

3/25/13

5:29 PM

Page 3

özel bir durumu, tepkiyi, seçimi ve sonucunu kapsamaktadır. Tepkiler ve seçimler kadınların birbirinden farklı kişiliklerine ışık tutar. Her öykünün ardında dikkatimizi kadın sorunsalına çeken toplum gerçeği yatmaktadır.

BİR İŞ AİLESİ RESMİ Murathan Mungan oyun kişilerini karakter ayrıntılarla donatmıştır. Bu oyun kişilerini canlandıracak olan oyuncuların her birine kendine özgü bir kişilik yaratma imkanı veren, yönetmenin, farklı renkleri koruyarak genelinde renk ve biçim uyumu gözeteceği bir iş ailesi resmi vardır karşımızda. Bu resimde, sevdiği adamın tecavüzüne uğramış olan kadının yaşadığı düş kırıklığını aldırışsız, alaycı bir tavır altında taşıyan zeki kadını, çocuk yaşta babasının evi terk etmesinden sonra baba desteğinin hasretini cinsel ilişkilerle kapatmaya çalışan hoppa kadını, sevdiği adam uğruna kendisini terk etmiş olan evladının acısını, ödünsüz bir çalışma disiplini arkasına gizleyen ağırbaşlı kadını, ardında yarım kalmış bir dağa çıkma serüveni bırakmış olan ve korkularını mutfak ailesine karşı taşıdığı sorumluluk anlayışıyla aşan sevecen Kürt kızını, sürgünde doğduğu evi özlemiş olan Rum kadını, öldürülme korkusu içinde yaşamını sürdürmeye çalışan onurlu transseksüeli ve benzer öyküleri yaşamış öteki kadınları tanırız. Kadınların birbirlerine tutunarak yarattıkları iş ortamı dinamiktir, keyiflidir. Yenilebilecek bitki türleri, otlar, sebzeler, renklerine, biçimlerine, kokularına, farklı yörelerin bilmediğimiz yemek türlerine, onların pişiriliş tarzına ilişkin, bu konuların uzmanlarına kaynak oluşturacak kadar zengin bilgi verilmiştir. Yazarın bu renkli bilgiyle oyun kişilerinin kişilik farkları ve incelikleri arasında koşutluk kurmak istediği düşünülebilir. Oyunun başlangıcındaki neşeli, iyimser atmosfere karşın, niteliğin değil sürümün geçerli olduğu bir ortamda, özlenilen başarıya, farklı lezzetler sunan bir mutfak işletmesiyle ulaşılamayacağı kısa sürede belli olur. Bu işletme serüveninde kanıtlanan gerçek, kadınların zorluklara direnme gücüne sahip olmaları ve son seçimlerini yaparken insani değerlerini koruyabilmeleridir. Dramatik olansa, insanca yaşamak için çabalayan bu insanların dayanıklı oldukları ölçüde dayanıksız, dirençli oldukları ölçüde kırılgan olmalarıdır. Onlar hem insanlıklarını kanıtladıkları için muzaffer, hem koşullarını değiştiremedikleri için yenik düşmüş olanlardır.

Yazar oyun zamanını, mekanını, seyir ve oyun yerlerini belirler, kurgular ve tanımlarken bu öğelerin oyunun asal ve yan temalarıyla uyum içinde olmasına, bu temalara ışık tutmasına özen gösterir. Örneğin mutfak, evin kadına biçilmiş sınırlı bölümü, şimdiyse aklı ve emeği ile yazgısına başkaldırdığı özgürlük alanı olarak simgesel anlam taşır. Mutfağın açıldığı arka bahçe, bahçenin yanında, sokağa açılan dar geçit, mutfağın bu geçide açılan mandallı yarım kapısı, apartmanların yerinde bahçeli evlerin bulunduğu eski günleri hatırlatır. Mekan tasarımında, tıpkı kadınların yaşam

lan çift kanatlı yarım kapısı ve kapının ardı da görülebilmektedir. Yazar, kendi özel açıklaması ile, ‘tiyatroya özgü dilin metni daha görünebilir kılması’ için ‘bir dil ve yapı plastiğini bulma’ çabası içindedir. Bu oyundaki düzenlemeyi, ‘seyirciyi hem var, hem yok sayan, hayat ile oyun arasında tutturmaya çalıştığı döngüye işaret eden’ bir düzenleme olarak özetlemiştir. Bu noktada akla sahnede oyun olarak gördüklerimizin bizi gerçeğe ne ölçüde yaklaştırdığı sorusu geliyor. Maeterlinck’in, odanın içini dışardan bakanların gözünden gösteren tek perdelik “Evin İçi” adlı oyunu-

Yazar oyun zamanını, mekanını belirler, kurgular ve tanımlarken bu öğelerin oyunun asal ve yan temalarıyla uyum içinde olmasına özen gösterir. Örneğin mutfak, evin kadına biçilmiş sınırlı bölümü, şimdiyse aklı ve emeği ile yazgısına başkaldırdığı özgürlük alanı olarak simgesel anlam taşır. öykülerinde olduğu gibi, şimdiki zamanla geçmiş zaman arasında sarmal bir bağlantı gözetilmiştir.

ACILI ANILARIN AĞIRLIĞI Ev yemekleri yapan mütevazı lokantanın açılış hazırlıklarını ve işletilmesini içeren mutfak serüveni şimdiki zamanda geçer. Zaman, kadınların yaşam öykülerinin dile getirilmesiyle geçmişe uzanır. Geçmiş zaman acılı anıların ağırlığını taşır. Sokakta çöp toplayıp biriktiren kimsesiz kadının ölümü ile anıların çöpe dönüşmesi arasında bağlantı kurulur. Daha sonra, doğduğu evi ziyarete gelen Yunanlı kadının anıları ile geçmişe yeniden anlam kazandırılacak, eskinin usul usul, sindire sindire yaşanmış incelikli yaşam biçimi özlemle hatırlanacaktır. Tıpkı bir yandan eleştirirken, bir yandan tadını çıkarmaya çalıştığımız şimdiki zaman gibi. Yazarın zeitgeist dediğimiz zamanın ruhu üzerinde kafa yorduğu bellidir. Murathan Mungan, “Mezapotamya Üçlemesi”, “Kağıt Taş Kumaş” adlı oyunlarında olduğu gibi, bu oyununda da görüntü dilinin işlevsel olmasını sağlayacak bir düzenleme önermiş, seyir yeri ile oyun yeri ve ikisi arasındaki ilişki hakkında etraflı bilgi vermiştir. Yaptığı ön açıklamaya göre, seyircinin oyunu mutfağın açıldığı bahçeden seyrettiği farz edilir. Bu hayali pencereden mutfağın içi de, bahçenin yandaki dar sokağa açılan kapısı da, mutfağın lokantaya açı-

103

nu hatırlıyorum. Yakında seyrettiğim, Tom Stoppard’ın senaryosunu yazdığı “Anna Karenina” filminde, sahnedeki oyunla hayat gerçeği arasındaki gidiş gelişleri düşünüyorum. Ustalığına hayran bırakırken insanı gerçeğin baskısından uzaklaştıran sanat yanı baskın bir kurgu hüneri midir söz konusu olan, yoksa yaşanan gerçeklere ilişkin bilgi yüküne sanat boyutu kazandıran bir hayat görüşü mü? Murathan Mungan’ın sahne tasarımını yorumlamaya çalışırken şöyle düşündüm: Yapay bir özdeşleşme çabasına girişmeyen, fakat duygu paylaşımını yadsımayan bir oyun bilincidir söz konusu olan. Hem içtenlikli, hem zarifçe mesafeli, insancıl duyguları güçlendirirken düşünme gücünü zaafa uğratmayan bir yaklaşım. İnsana Çehov oyunlarının sonunda oyun kişilerinin hem onurlu, hem umarsız umut arayışları karşısında duyduğumuz hüznü çağrıştıran. Onların dertlerine çare bulamayacağımızı, fakat onları unutmayacağımızı hatırlatan. Murathan Mungan’ın bundan önceki oyunlarının ana temasını, insanoğlunun kimliğini taşıdığı yapıdan tümüyle bağımsızlaşamadığı, özgürleşme süreci içinde yeni bağlar ürettiği, kendine yeni sınırlar koyduğu biçiminde yorumlamış, fakat sanatın insanı ve kendini yenilemesi konusunda iyimser olduğunu belirtmiştim. “Mutfak” oyunu yazarın bu iyimser bakışının, özellikle kadınlar söz konusu olduğunda, pekiştiğini gösteriyor. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


SAHNE SANATLARI

649-milsanat-104-105

3/25/13

5:31 PM

Page 2

“Cesaret çağdışı bir meziyettir” Yeni kurulan tiyatro topluluğu Vardiya Oyuncuları, Civan Canova’nın yazıp yönettiği “Kızıl Ötesi Aydınlık”ta geçmiş ile bugünü buluşturuyor. SEÇKİN SELVİ seckinselvi@canyayinlari.com

VARDİYA OYUNCULARI, henüz bir yaşını doldurmamış yeni bir topluluk. Kurucuları Altan Gördüm ve Vahide Gördüm’ün adını gemide tutulan nöbet anlamındaki vardiyadan aldıkları ve “Tam da tiyatro karşıtı bir fırtına patlak vermişken sanat için nöbetteyiz,” yaklaşımıyla hayata geçirdikleri topluluğun ilk oyunu “Kızıl Ötesi Aydınlık”. Civan Canova’nın yazıp yönettiği oyun, yeni topluluğun ilk çalışmasına uygun bir özellik de taşıyor; yaklaşık yirmi yıl önce yazılmış olmasına karşın, profesyonel anlamda ilk kez seyirciyle buluşuyor. Oyun faili meçhul cinayetlerin, yargısız infazların, sırtlarındaki polis üniformasıyla ya da hasbelkader oturdukları koltuklarla kişilik kazanmaya çalışanların çeşitli komplekslerini insanlara kustukları bir dönemde geçiyor. O dönem derken lafın gelişi, yoksa bitmiş ve ‘o’ durumuna gelmiş bir dönem söz konusu değil, daha da acımasızca, daha da küstahça, daha da sistematik olarak sürdürülüyor. “Kızıl Ötesi Aydınlık” İnsanların gündelik Yazan ve Yöneten: Civan yaşamları içinde kahpece Canova, Süpervizör: Vahide vuruldukları ya da saçlaGördüm, Dekor-kostüm rından sürüklenerek, bir tasarım: Başak Özdoğan, kişinin üzerine onlarca kiIşık tasarım: Yüksel Aymaz, şi çullanarak götürüldükOynayanlar: Altan Gördüm/ leri ve bütün bunların Nezih Cihan Aksoy. medyanın gözünde önemsiz haberler olarak nitelendiği süreçlerde, yapılanlara tanık olanlar o yor. Hem de ne kapanma. Kapıları, pencereleri tahtalarla çakmaya varana kadar. dehşeti yaşıyor. İşte o sindirme, o dehşet salma siyasetiİKİ SEVGİLİNİN ANISINA nin uygulandığı dönemde, alt katta oturan Civan Canova oyunu gerçek bir olayiki gencin öldürülüvermesi üzerine, sindirmeyi, dehşeti somut olarak yaşayan bir genç dan yola çıkarak yazdığını anlatırken, “Onkendini korumak dürtüsüyle evine kapanı- ları hiç tanımamıştım, hiç görmemiştim. Milliyet SANAT Nisan 2013

104

Altan Gördüm’ün kurucularından olduğu tiyatronun oyunu, profesyonel anlamda ilk kez seyirciyle buluşuyor.

Resimleri vardı gazetelerde. Cansız bedenlerinin fotoğrafları bir şamar gibi çarpmıştı suratıma apansız, bir sabah, çok eskiden bir sabah,” diyor ve ekliyor: “Bu oyunu, o iki sevgilinin anısına, o genç iki insanın anısına sunmak istiyorum. Benim de bu mahallenin bir ferdi olduğumu göz ardı


649-milsanat-104-105

3/25/13

5:31 PM

Page 3

Nezih Cihan Aksoy (solda) ve Altan Gördüm “Kızıl Ötesi Aydınlık”ta birlikte.

edip kabul ederlerse tabii...” Canova kendisini oyunu yazmaya yönelten olaya bu biçimde değindikten sonra oyunu yazarken hangi pencereden baktığını şöyle anlatıyor: “Kızıl Ötesi Aydınlık oyunumu doksanlı yılların ortalarında kaleme alırken yirmi küsur yıl sonrasını, yani geleceği hayal etmiş, o günlerin gerçeklerinden yola çıkarak ileride yaşanacak olan günlere, yani bugüne bakmaya çalışmıştım. Haz duyarak, ama biraz da içim burkularak yazmıştım oyunu. Çünkü acı bir gazete haberinden etkilenmiş ve sıcağı sıcağına, o duygularla oturmuştum yazı masasının başına. Derken aradan uzun bir zaman geçti. O günlerde hayalini kurduğum günleri yaşamaya başladık. Başka bir deyişle ‘yarın’, ‘bugün’e dönüştü. Oyunu geleceği hayal ederek yazmışken, ‘gelecek’ ‘bugün’ olunca, oyunu sahnelerken de bugünden geçmişe bakmak zorunda kalıyoruz. Benim o günlerde hayalini kurduğum geleceğin, içinde yaşadığımız günlerle örtüşüp örtüşmediğini ise... bilemiyorum açıkçası. Umarım kehanetlerimde yanılmışımdır... Ve umarım oyundaki o naif, umarsız gencin düşlediği aydınlığa ulaşmışızdır.

OYUN İÇİNDE OYUNLAR Oyunda iki kişi var. Biri çevresinde olup bitenlerden ürkmüş, sinmiş olan, ama şiir yazmaktan vazgeçmeyecek kadar da duygusallığını koruyan naif bir genç. Diğeri ise o gencin yıllar sonraki izdüşümü. “Cesaret çağdışı bir meziyettir,” diyecek kadar görmüş geçirmiş, acıyı da, zulmü de öğrenmiş orta yaşlı bir adam. Oyun biraz otobiyografik özellikler de içerdiği için, gencin şiir tutkusu, orta yaşlı adamda tiyatro birikimine dönüşüyor. O bağlamda da, genç adama her şeyin başka bir biçimde de yorumlanabileceğini öğütlerken, çok hoş, çok ironik “Othello”

ve “Hamlet” yorumları yapıyor. Ayrıca çeşitli şive kullanımları da başlı başına bir oyunculuk gösterisine zemin oluşturuyor. Doğrudan güneş ışığını sevmeyen, ama karanlıkta bırakılırsa da ölen maranta bitkisinin oyunda yer alması da incelikli bir simge oluyor. Yönetmen Civan Canova, dozu biraz kaçırılırsa kasvetli olabilecek oyunu, fazla harekete yüklemeden, ama dediğim gibi çeşitli tiyatro yapıtlarıyla ilgili yorumlar ve şive çeşitlemeleri getirerek oyun içinde oyunlarla renklendiriyor. Bu yaklaşım, bir tür yabancılaşmayla izleyicinin algısına ufuk açıyor. “Kızıl Ötesi Aydınlık”, 1939 Harp Okulu olaylarında suçlananların, 1950 tutuklamalarında hapse atılanların, 1968 kuşağının ve sonrasındaki süreçte yaşayanların, öldürülen gazetecilerin, Mamak’ta, Maltepe’de, Sağmalcılar’da, Diyarbakır’da, Silivri’dekilerin karşılaştığı sindirme siyasetinin bir projeksiyonu oluyor. Çalıştığı bütün oyunlarda sahnenin her santimetrekaresini en verimli ve işlevsel biçimde tasarlamayı başaran Başak Özdoğan’ın bu oyunda da ayrıntıları bütünleştiren dekoru, oyunun atmosferini ilk bakışta sunuyor izleyiciye. Yüksel Aymaz’ın ışık tasarımı da o atmosferin gerçekleşmesine katkıda bulunuyor. Genci oynayan Nezih Cihan Aksoy, insanları Grigor Samsa’laştırmaya yatkın toplumun bir mağduru olarak, bir yandan örtülerin altına gizlenip yaşadığı dehşeti aktarıyor; öte yandan da iç seslerle şiirselliğini, belki dile getirilmemiş, hatta bilinç düzeyine bile çıkarılmamış bir sevdanın duygusallığını yansıtıyor. O gerilimi de, o naifliği de başarıyla canlandırıyor. Orta yaşlı adamda Altan Gördüm, oyunda anlatılanlara kendi deneyimleriy-

105

Yönetmen Civan Canova, dozu biraz kaçırılırsa kasvetli olabilecek oyunu, fazla harekete yüklemeden, ama çeşitli tiyatro yapıtlarıyla ilgili yorumlar ve şive çeşitlemeleri getirerek oyun içinde oyunlarla renklendiriyor. le de tanık olduğu için çok inandırıcı bir karakteri ustalıkla çiziyor. Altan Gördüm, hem genç adamla, hem kendisiyle, hem geçmişle, hem bugünle yüzleşmeyi başarıyla gerçekleştiriyor. Canova, “Benim o günlerde hayalini kurduğum geleceğin, içinde yaşadığımız günlerle örtüşüp örtüşmediğini ise... bilemiyorum açıkçası,” derken bir bakıma hâlâ iyimserliğini ve naifliğini koruyor. Oysa biliyoruz. Altmışlı yıllarda hayalini kurduğumuz geleceğin, içinde yaşadığımız günlerle hiç mi hiç örtüşmediğini hepimiz biliyoruz. O naif düşlerimizdeki aydınlığa ulaşmadığımızı hepimiz biliyoruz. İşte o yüzden oyunun önemi bugün katlanarak artıyor ve işte o yüzden izlenmeli ve alkışlanmalı Vardiya Oyuncuları’nın çabası. Oyun her cumartesi 16.00 ve 20.30’da, her pazar 16.00’da izlenebilir. MS (Levent Kültür Merkezi0530 264 72 74) Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

5:36 PM

Page 2

Sessizliğin evinden taşan büyülü sözcükler

FOTOĞRAF: ÜMİT BEKTAŞ

EDEBİYAT

649-milsanat-106-107

Büyülü bir dil ve hikayeler sunan Hasan Ali Toptaş bu kez okur karşısına “Heba” ile çıkıyor. Günümüz Türk edebiyatının en önemli isimlerinden biri olan Toptaş’ın yeni romanında Ziya ve yıllardır onun peşini bırakmayan küçük bir kuşun ruhuyla tanışıyoruz. SİBEL ORAL sibelo@gmail.com

ADI ZİYA. Kırk yılı aşkın bir süredir, çocukken neden öldürdüğünü bir türlü izah edemediği küçük bir kuşun ruhuyla yaşıyor. Ziya, çocukluğunun köyünden sınırda askerliğe, oradan yıllar sonra teröründen ve kaosundan kaçtığı şehre, sonunda da başka bir köye gidiyor. Bu gitmeler ve kaçmalar kuşun ruhundan değil elbette; ruhumuzu, insanlığımızı heba eden şeyden; belki de yine insanlıktan... Yıllar sonra arkadaşı Kenan’a “... o kuşun ruhu benim peşimi hiç bırakmadı. Ben de nereye baksam, kirpiklerimin ucunda asılı kalmış gibi hep onu gördüm yıllarca; bazen bir gölge halinde, bazen bir karaltı halinde, Milliyet SANAT Nisan 2013

bazen de bir yaprak, bir çorap yahut el büyüklüğündeki herhangi bir şey halinde gördüm” diye anlatıyor. Toptaş’ın yeni romanı “Heba”nın kahramanı Ziya... Türkçenin sınırlarını zorlayan ama bu sırada da edebiyatın hakkını veren bir yazardır Toptaş. Yazarın sadık okuru yıllarca sabrı arkadaş edinir ve sonunda da yine ‘büyülü’ bir dil ve hikayeyle karşı karşıya geleceklerini bilir. İşte şimdi tüm bu zenginlik ve büyüyle yeniden tanışacaksınız “Heba”da. Okura Toptaş’ın romanlarını anlatmak zordur ve hatta Toptaş’ın o sessizlik evine girip neyi, nasıl yazdığını sormak da... Kendi içinde yaşar ve yazar çünkü Toptaş. Peki “Heba” nasıl bir romandır? “Heba”da iyilikle kötülük var, vicdan, kaybolmuşluk ve bana sorarsanız biraz da dokunulmaza -mesela askerlik- can yakan dokunmalar var. Muhteşem bir kurgusu, heyecan veren zaman geç-

106

“Heba olan bir ömür” ● Heba olan nedir peki? Heba olan orada bir ömür, Ziya’nın, Kenan’ın ve daha başkalarının ömrü. Heba olan orada insanlar... Heba adını koymamın başka bir nedeni de tasavvuftaki anlamı. Biliyorsunuz, âlemdeki bütün suretlerin açıldığı, şekillerin oluştuğu madde anlamına geliyor tasavvufta heba. Sadece içinde bulundurduğu suretler bakımından vardır ve bu yönüyle adı olan âmâya ve cismi bulunmayan Anka’ya benzetilir.

işleri ve anlatımı var. Ve işte sessizliğin evinden yazan Hasan Ali Toptaş’la söyleşimiz... ● Yeni romanınız “Heba” ve dolayısıyla Ziya ile o küçük kuş artık okurlarınızın tahayyül gücünde can bulacak. Şu ara kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Heyecanlıyım kuşkusuz. Ben romanlarımın hepsini, acaba bu romanı yazabilecek miyim korkusuyla yazdım. “Heba”da da öyle oldu. Bu korku hep olsun da istiyorum aslında, sürüp gitsin istiyorum. Korkusuzca


649-milsanat-106-107

3/25/13

5:36 PM

Page 3

“Kuş belki hem hakikaten küçük bir kuş, belki bir yanıyla Ziya’nın vicdanı yahut vicdan sızısı. Giderek büyüyüp güvercin iriliğine ulaştığını göz önüne alırsak belki bir yanıyla da bu coğrafyanın üzerinde dolanıp duran bir barış güvercini...”

yazmak daha korkunç bir şey çünkü bana göre. Şimdi, romanın okurda nasıl bir karşılık bulacağını merak ediyorum tabii, bunun heyecanını duyuyorum. Fakat hiç karşılık bulmasa bile bu beni hayal kırıklığına uğratmaz. Çünkü ben inandığım Ziya’nın adı birkaç yıl cümlelerle, inandığım romanı boyunca Ziya değildi aslınyazdım. Onu yazıp bitirmiş olda. Romandaki olayların tamanın sevincini aşacak başka rihini bazı ipuçlarından yola bir sevinç yok. çıkarak kolayca bulabiliriz. ● Peki, okurun heyecanı O tarihte sıkça kullanılan bir size ne katar? ad vermiştim Ziya’ya. KasaSöyleşilere ve imza günleribada öğretmenlik yapan bine pek sık katılmadığım için rinin, oğluna verebileceği okurun tepkisini dolaylı olarak birkaç addan biriydi bu. Faalıyorum. Nadiren yüz yüze de kat roman ilerledikçe, metaldığım oluyor. Mutlu oluyonin iç mantığı o adı reddedip rum elbette, yazma hevesim taZiya adını doğurdu. İlle de zeleniyor. Yine de bir sessizliZiya olmalıydı, başka çaresi ğin evinde oturuyorum ben, hiç “Heba” yoktu. Ziya şehrin karmaşatepki almasam da koşup öteki Hasan Ali Toptaş sından bunalmış, ‘şehir deodada okumak için bu odada İletişim Yayınları nen uzun ömürlü felaket’in yazmaya devam ederim. içinde başına olmadık işler ● Sizin kendi yazdıklarıgelmiş, naif biri. Merhametli ve deyim yenızla ilgili soruları yanıtlamakta güçlük rindeyse altın kalpli. Öte yandan, bunların çektiğinizi biliyorum. “Ben ne yaptığımı da pek farkında olan biri değil. bilmiyorum” diyorsunuz. Bu hali biraz ● Her ne kadar şehrin sıkıntısı daha anlatmanızı istesem... az da olsa şehir ve köy yaşantısı “HeEvet, ben ne yaptığımı bilmiyorum diyo- ba”da bir arada... rum sık sık. Bazen bunu yanlış anlayanlar da “Nasıl bazı yerlerin karanlığı eşyanın oluyor ama herkesin her şeyi bildiği bir dün- çokluğundan, bazı yerlerin karanlığı sesleryada bilmiyorum demek hoşuma gidiyor. den, bazı yerlerin karanlığı da boşluktan, geFakat benim söylediğim ‘bilmiyorum’ keli- nişlikten yahut darlıktan oluşuyorsa meymesi bilmiyorum diye mi okunmalı, bilmi- hanenin karanlığı da ışıklardan oluşuyordu” yorum. Birkaç hafta önce Erkan Oğur’un bir diye başlayan bir cümle var romanda. Busöyleşi videosuna rastladım. O söyleşinin bir nun gibi, şehrin insana ettiğiyle köyün insayerinde “Ben müziği bilmiyorum” dediğini na ettiği arasında pek fark yok aslında. Kagörünce, hah, dedim, işte benim gibi söyle- ranlıkları aynı karanlık. Başka bir deyişle yen biri daha var. Tabii, Oğur’un oradaki ‘bil- nerede insan varsa orada kötülük de var. Bu miyorum’unu o güne kadarki yaptıklarının durum yan yana dursun istedim. içinden bakarak okumamamız gerekir. Ne ● Ziya 42 yıl önce öldürdüğü kuşun anlama geldiğini ancak o vakit anlarız. Ya- gölgesi, hayaleti ya da ruhuyla yaşadı lınkat bir bilmiyorum değildir çünkü. hep. Ziya, kuşu Kenan’a anlatırken ● Ama ben yine de en azından “He“Dünyanın dışında duran, fakat oradan ba”yı yazmaya hangi duygular eşliğinde dünyayı tamamlayan bir şeydi sanki o oturduğunuzu merak ediyorum... kuş” dedi. Büyüklüğü ve derinliğini açıkBaşlangıçta sadece bir minnet duygu- lanamaz bir güç gibi, romanın en büyük sundan başlayacağımı yahut bir minnet kahramanı gibi sanki o kuş... duygusuna varacağımı biliyordum. Ben Bir anlamda öyle. Kuş belki hem hakimetni metnin içinde metinle birlikte kuran katen küçük bir kuş, belki bir yanıyla Zibiri olduğum için, “Heba”da ne varsa yazar- ya’nın vicdanı yahut vicdan sızısı. Giderek ken gelişti. Sonuçta da, beni harekete geçi- büyüyüp güvercin iriliğine ulaştığını göz ren minnet duygusu yan öğe haline dönüştü. önüne alırsak belki bir yanıyla da bu coğBu beni mutlu eden bir şey. Hesaplandığı rafyanın üzerinde dolanıp duran bir barış haliyle yazılan metinlerden hayır gelmeye- güvercini... Elbette, ‘dünyanın dışında duceğini düşünürüm çünkü, bir şeyler hesabın ran, fakat oradan dünyayı tamamlayan bir dışına taşsın isterim. şey’ tanımıyla bakarsak, belki bir yandan ● Peki Ziya’nın hikayesi nasıl gelişti da kudreti sınırsız bir güç. Ya da belki tazihninizde? biatın seyrine vurulmuş bir kesinti, denge-

107

yi altüst eden bir müdahalenin adı. Romanı okuyan onu bunlardan ya da daha farklı çağrışımlardan, mesela kuşun başka şeylerdeki yankılanışından yola çıkarak nereye koyar bilemem. Aynı zamanda kuşun başka bir işlevi de var tabii; bir görme halinin anlık bir şey olmadığını görüyoruz onda. Romanda, kuşu görmek kırk yılı aşkın bir sürede tamamlanıyor. ● Sınırdaki kaçakçılığa bakış, askerlerin yaşadıkları sefalet, korkuları... Orada bir dokunulmaz ve kutsallık içeren göreve dokunuyorsunuz, yanılıyor muyum? Evet, o ‘kutsallık’a bilhassa dokunmak istedim. İlk hesabımda, askerlik bölümünü 30 sayfa civarında yazmayı düşünüyordum. Yazarken başka bir şey oldu ve ben metinle yan yana yürürken geride kalıp onun arkasından koşmaya başladım. Sonuçta yüz küsur sayfalık bir bölüm çıktı ortaya. Yazarken dünyayı unuttuğum için, çekinmeden yazıp yazmadığımın o kadar da farkında değilim. ● Ne ifade ediyor o bölüm sizin için? O bölüm hakkında şunu kesin bir ifadeyle söyleyebilirim; canımı fazlaca yakan, zaman zaman gözlerimi yaşartan bir bölümdü. Bunu dilime geliverdiği için söyledim. Elbette yazarken güldüğümün yahut ağladığımın metne bir katkısı yoktur ve okur bunu zerre kadar dikkate almamalı. ● Ziya acaba bu romanı okuyana ne söylüyor? Bir roman karşısında en perişan okur o romanın yazarıdır biliyorsunuz. Çünkü yapmak istediklerini yaptım sanıyordur ama yapamamıştır. Buna mukabil, bazı şeyleri de bilmeden yapmıştır ve bunun farkında değildir. Dolayısıyla, Ziya’nın da romanın da okura ne söyleyeceğini ben de merak ediyorum. ● Diğer kitaplarınız arasında duygu olarak “Heba”yı nereye koyar, nasıl tanımlarsınız? “Bin Hüzünlü Haz”dan sonra kendimce, derinliği yüzeye saklamak gibi bir meselenin peşine düştüm. Bunun tam olarak ne olduğunu ve nasıl yapılacağını da bilmiyordum aslında. Galiba bu romanda onu bir ölçüde başardım. Diğer romanlarımdan farklılığı, ister istemez onlardan edindiğim deneyimle inşa edilmiş olması. Bir başka farklılık da, bu romanda sanıyorum kelimelerin bereketi daha başka ve yazar biraz pervasız. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

4:58 PM

Page 2

EDEBİYAT

649-milsanat-108-109

Alkışlarla yazılan bir ömür Haldun Dormen’in “Sürç-i Lisan Ettikse”, “Antrakt” ve “İkinci Perde” adlı anı kitaplarını bir araya getiren “Anılar”; yalnızca Dormen’in Türk tiyatrosunun köşe taşlarını oluşturan uzun ve renkli kariyerini değil, toplumun her kesiminden çok sayıda ünlüyle paylaştığı anılarını da aktarıyor. ELİF TANRIYAR elif_tanriyar@yahoo.com

Dormen’in 2000’de yazıp yönettiği “Amphitryan 2000” müzikalinde oynadığı Plautus rolü.

BUGÜN Türk tiyatrosunun duayeni denilince ilk akla gelen isimlerden biri Haldun Dormen. Tüm ömrünü tiyatroya adamış Dormen, yalnızca sanatçı yönüyle değil, son derece renkli kişiliğiyle de tanınan bir isim... Dormen’in geçmişte kaleme aldığı üç ayrı döneme ait anılarını bir araya getiren “Anılar”, Yapı Kredi Yayınları tarafından bu ay içinde yayımlanıyor. Dormen’in anılarını okumak ise yalnızca Türk tiyatro tarihine değil geçtiğimiz yüzyılın büyük bir bölümünün kültürel ve toplumsal tarihine tanıklık etmek adına kaçırılmayacak değerde bir fırsat sunuyor. Üstelik bu son derece kıymetli anıların satır aralarından taşan Dormen’in heyecanlı, renkli ve enerjik ruhunun sizi ele geçirmesine engel olamıyor, başına gelen sayısız olayı hep aynı enerjik ve olumlu tutumuyla halletmeyi başaran bu özel ismin ilham verici başarı öykülerinden etkilenmeden edemiyorsunuz. İstanbul’un önemli işadamlarından birinin oğlu olarak hayata gözlerini açan Dormen’in tiyatro tutkusu, babasının dahi saygı duymasına neden oldu ve Dormen’in Yale’in tiyatro bölümünde okuyan üçüncü Türk olmasını sağladı. Amerika’daki tiyatro eğitiminin ardından ülkesine dönen ve ilk olarak Milliyet SANAT Nisan 2013

Muhsin Ertuğrul’un Küçük Sahne’sinde oyunculuğa başlayan genç Dormen’in tiyatro kariyeri onu ülkenin ilk özel tiyatrolarından birinin yenilikçi ve son derece genç kurucularından biri yapmakla kalmadı, rüyası olan çeşitli müzikalleri de sahnelemesine olanak verdi . Sonrasında filmciliğe el attı, televizyonda da çalışmaları oldu, yakın dönemde yayınlanan “Dadı” dizisindeki Uşak Pertev karakteriyle bir kez daha gönüllere taht kurdu. Bu arada son derece önemli olan Afife Tiyatro Ödülü’nü başlattı, çok sayıda kuruma sanat danışmanlığı yaparak tiyatro ve gösteri sanatının farklı yerlere ulaşmasını sağladı, konservatuvarda nice başarılı öğrenci yetiştirdi. Dormen’in acı-tatlı anılarını okurken, onun asla hiçbir zorluktan yılmayan inatçı ancak bir o kadar da iyimser ve enerjik kişiliğe sahip olduğunu görüyorsunuz. Dormen’in anılarından dikkat çekici birkaç anekdotu paylaşıyoruz sizinle...

CEP TİYATROSU “Benim derslerimin yanı sıra İngilizce, tiyatro tarihi, oyun analizi, mitoloji, pandomim ve dans kursları eklendi Cep Tiyatrosu’nun ufak çaptaki konservatuarına. Yeni hocalarımız Tunç Yalman, Erol Keskin, Yıl-

108

dız Alpar ve Betül Mardin’di. Haldun Taner de vakit buldukça geliyordu konuk öğretmen olarak. O yıl altmış öğrencimiz vardı ve gerçekten çok ilginç bir topluluktu bu. Derslere öğrenci olarak katılanlar arasında Yılmaz Güney, Sibel Göksel, Tuncer Necmioğlu, Tuncel Kurtiz gibi sonradan ünlü olacak sanatçılar da vardı.”

SONKU’NUN SON BAŞARISI Cahide Sonku, alkolle geçen uzun yılların ardından Dormen’den kendisine tiyatrosunda bir rol vermesini ister. ‘Taşra Kızı’ binbir güçlüğün ardından sahnelenir ve Sonku’ya belki de son başarısını tattırır. Dormen, Sonku ile tanışmasını şöyle anlatıyor: “‘Hoş geldiniz Haldun Bey. Sandığımdan da gençmişsiniz.’ Bana Cahide Sonku’nun sesiyle seslenen bu kadın Cahide Sonku olamazdı. Yıllarca Türk sanat dünyasının en güzel kadını olan, tiyatromuzun en büyük yıldızı, sinemanın en çok para kazandıran oyuncusu bu muydu? (...) ‘Ben sizinle oynamak istiyorum. Sahneye dönüş yapmamın zamanı geldi artık.’ Bir kraliçe edasıyla konuşuyordu. Sarayında, kendisine canını feda etmeye hazır bir şövalyesine emir veriyor gibiydi. Benden bir şey rica etmiyordu. Tiyat-


649-milsanat-108-109

3/26/13

4:58 PM

Page 3

Dormen’in ilk filmi “Bozuk Düzen”de Bedia Muvahhit, Belgin Doruk ve Ekrem Bora.

Doruk ve Bora’ya dair “Bence yüzün üstünde film çevirmiş olmasına rağmen, Belgin’in (Doruk) aktrisliği hiçbir filmde tam yönleriyle kullanılamadı. Bu ilk birlikte çalışmamız (“Bozuk Düzen” filmi) benim kadar onu da mutlu etmişti. (...) Bu filmden sonra yakın dostum olan Ekrem ise tam sinema tipiydi. İçgüdüsüyle nasıl oynaması gerektiğini biliyordu bir rolü. Kendini eğitmek için hiçbir çaba göstermek niyetinde değildi. Bir kez bana, ‘Biliyor musun Haldun? Ben hayatımda hiç kitap okumadım,’ demişti. Üstelik bunu gururla söylemişti. Ben de hayatında tek bir kitap okumamış bir adamın nasıl olur da bu kadar iyi bir oyunu olduğuna şaşıp şaşıp kalmıştım.” romda sahneye çıkacağını söylüyordu bana. Üstelik de yakışıyordu bu ona... Çevrenin farkında bile değildi. Bahçenin bakımsızlığı, hasır koltuğun pejmürdeliği, üstünün başının uyumsuzluğu, hatta eşarbın arasından tüm çirkinliği ile çıkan üç renkli saçı bile vız geliyordu ona. Bir süre sonra ben de hepsini unuttum. O kadar etkili bir kişiliği vardı ki, insanı büyüsü altına alıveriyordu. Küçük Sahne’de oynamak istiyor ve benim kendisine uygun bir rol bulmamı bekliyordu.”

Haldun Dormen ve Betûl Mardin’in düğününden...

Eşi Betûl Mardin’le tanışması...

“LÜKÜS HAYAT”TAKİ NÂZIM “Zihni Göktay’ın Rıza’yı oynaması (‘Lüküs Hayat’) bana yazar olarak da yardımcı olmasına neden oldu. Cemal Reşit Rey’in ‘Biraderimin tek kelimesine bile dokundurmam’ çığlıklarına karşın, biz Zihni’yle teksti neredeyse baştan yazmıştık. (...) Muhsin Ertuğrul bir gün bir sohbet esnasında bana, şarkı sözlerinin çoğunu Nâzım Hikmet’e yazdırdığını, bunu Ekrem Reşit’e bir emrivakiyle kabul ettirdiğini söylemişti. Büyük şairimiz, adı kullanılmazsa bu işi kabul edeceğini bildirip işe koyulmuştu. ‘Lüküs Hayat’la bu kadar haşır neşir olmama rağmen, bunca yıldır, hangi şarkı Nâzım Hikmet’in hangi şarkı Ekrem Reşit’in hâlâ bilmem.”

ALİ POYRAZOĞLU KRİZİ “‘7’den 77’ye’ müzikalinin provaları harika gidiyordu. Açılışa birkaç gün kala Ali

“Cinayet Var”da Sadri Alışık ile...

Poyrazoğlu’nun avukatı telefon ederek oyunu oynayamayacağımızı, haklarının Ali’de olduğunu bildirince, tiyatromuzun yöneticileri Mehmet ve Çetin, hemen ONK’a telefon etmiş ama hepimizi şaşırtan bir yanıt almışlardı. ‘Oyunun haklarını Ali Bey almışsa yapacak bir şeyimiz yok maalesef.’ Dehşet içindeydik. Dedikoduculardan, Ali Poyrazoğlu’nun Nilgün’ün onu bırakıp bize katılmasına kızdığını ve bu yüzden de açılıştan önce elindeki kozu kullandığını duyuyorduk. (...) Birkaç günü gerçek kâbuslar içinde geçirdikten sonra, Hürriyet gazetesinin halkla ilişkiler elemanı Nilüfer Sarısaç oradan oraya koşarak aramızı buldu ve bizim Ali’den oyunun haklarını satın alabilmemizi sağladı.” MS

109

“Latife Öniş’in (müzisyen Arif Mardin’in karısı) Boğaz’daki evine bir akşam yemeğine davet edilmiştim. Bir aralık merdivenlere oturmuş, birkaç hanımla ‘Hamlet’ rezaletini tartışıyorduk. Birden salondan, elinde içki kadehiyle ilginç bir genç kadın çıktı. ‘Haldun Dormen’i görünce hepiniz entelektüel kesildiniz. Shakespeare’den başka söz edecek şey bulamadınız mı?’ diye yarı esprili, yarı ciddi etrafımdaki hanımları bozuverdi. Betûl Mardin olacak bu, diye düşündüm. Kolej yıllarında resmini görmüştüm. Yanıma geldi ve elini uzattı: ‘Adım Betûl Usta,’ dedi. (...) Çok ilginç bulmuştum Betûl’ü... Derya gibi bir bilgisi vardı. Her şeyi konuşabiliyordu insan onunla.”

Milliyet SANAT Nisan 2013


EDEBİYAT

649-milsanat-110-111

3/25/13

6:38 PM

Page 2

Gözyaşlarımızın rengi aynıdır* Barış sözcüğünün telaffuz edildiği bir süreçte zor olan savaşla geçen yıllarla, düşmanlıklarla yüzleşmek. Unutarak değil hatırlayarak barışmak. Edebiyattan beklediğimiz de kalıcı bir barışa katkıda bulunması.

A. ÖMER TÜRKEŞ aomert@gmail.com

İNSANLIĞIN ilerlemesinden savaşın ve şiddetin sonlanmasını anlayanlar, 20. YY.’ın büyük teknolojik gelişmelerinin insanlık adına bir ilerlemeye karşılık gelmediğini söyleyeceklerdir. Gerçekten de iki büyük dünya savaşına sahne olan 20. YY.’ın sonunda yıkımlardan ders alınmamış, teknoloji en çok savaş araçlarının mükemmelleştirilmesine hizmet etmiştir. Teknolojik gelişmeler; savaşı bir istisna hali olmaktan çıkaran, savaşla barış arasındaki sınırları yok eden bu gelişme, bugün küreselleşmenin bir karakteristiği. Öyle ki, artık sadece devletler arasında ve belirli cephelerde, belirli bir süre için cereyan eden geleneksel savaşlardan değil, tüm mekanlara ve zamanlara yayılmış küresel ‘iç savaştan’ söz ediyoruz. Ve Türkiye Cumhuriyeti bu savaştan payını fazlasıyla alıyor. Barış sözcüğünün telaffuz edildiği bir süreçte daha iyimser bir başlangıç yapmak isterdim. Ancak ömrünün son otuz yılını, bütün bir gençlik çağını ‘düşük yoğunluklu savaş’ atmosferinde geçirenlerin temkinli olmaları boşuna değil. Hele ki devletin ‘kart kurt’tan çıkıp ‘Kürt’ kelimesine ulaşması yıllar almış, bu yıllara 28 isyan ve on binlerce ölü sığmış, temek hak ve özgürlükler ayaklar altına alınmış, adalet müessesesi bir baskı aygıtına dönüşmüşse... Bu yazıyı yazarken TV kanallarından Diyarbakır’daki Nevruz törenlerini seyrediyorum. Meydanda Abdullah Öcalan posterleri, kürsüden okunan Abdullah Öcalan mesajı bütün ulusal kanallarda canlı yayınlanıyor. Nereden nereye geldik? Kürt, Kürt dili, Milliyet SANAT Nisan 2013

Böll, “Melek Sustu”da 2. Dünya Savaşı’nın dehşetini anlatır.

‘sayın’ sözcüklerini telaffuz etmenin, Kürtçe arkı söylemenin, sarıyeşil-kırmız renkleri yanyana getirmenin bölücülük sayıldığı, böyle davalardan yıllarca hapiste kalındığı yılları sanki hiç yaşamamış gibi davranabilir miyiz? Yaşananları unutabilir ya da bastırabilir miyiz? Siyasetçilerin kağıt üzerinde attıkları imzalarla yaratılan böyle bir atmosfer inandırıcı mı? İnandırıcı gelmese bile barış sürecini desteklemek zorundayız ama süreci oldu bittiye getirmenin işin kolayına kaçmak olduğunu unutmadan. Asıl iş, barışın tesisini garanti altına almak, onu tamama erdirmek. Zor olan savaşla geçen yıllarla, düşmanlıklarla yüzleşmek. Unutarak değil hatırlayarak barışmak. Edebiyattan beklediğimiz de bu tarz kalıcı bir barışa katkıda bulunmasıdır.

110

EDEBİYAT, BELLEK, YÜZLEŞME Türkiye Cumhuriyeti -pek çok üçüncü dünya ülkesi gibi- kolektif amneziye sarılmış ve unutmayı bir tür resmî din haline getirmiş bir ülke... Acılar, kayıpla, travmalar öylesine çok ve yoğun ki unutmak anlaşılabilir bir tepki. “Barış sözcüğü telaffuz edilmeye başlamışken acıları hatırlatmaya ne gerek var?” diye sorabilirsiniz. Sözcük telaffuz ediliyor ama için henüz doldurulmadı. Daniel Alarcon’un ülkesi Peru’da yaşananlardan yola çıkarak kaleme aldığı “Kayıp Kentin Radyosu” romanında ortaya koyduğu gibi, kayıplar bulunmadan, acılar dinmeden -nasıl başladığı bile unutulmuş bir savaşın- mağdurları barışmıyor. Unutmayı ve bastırmayı resmi din haline getirmiş ülkelerde yeni savaşlar kapıda hazır bekliyor. Nitekim “Savaş,” diyecektir Alarcon’un roman kahramanı: “Sonuç olarak, bir şekilde başladı. Kaçınılmazdı. Bizimki gibi bir ülkenin yaşam tarzı budur.”


649-milsanat-110-111

3/25/13

6:38 PM

Page 3

Daniel Alarcon’un ülkesi Peru’da yaşananlardan yola çıkarak kaleme aldığı “Kayıp Kentin Radyosu” romanında ortaya koyduğu gibi, kayıplar bulunmadan, acılar dinmeden -nasıl başladığı bile unutulmuş bir savaşın- mağdurları barışmıyor.

Javier Marias kitabında 20. YY.’ın tarihiyle hesaplaşır.

Edebiyatın itiraz etmesi gereken işte bu yaşam tarzı, bu tarzın doğallaştırılması olmalı. Bu yaşam tarzını değiştirmek için hikayelere ihtiyaç duyarız. Hikayesiz kalan, bellekleri bastırılan toplumlarda barışın anlamı karşı tarafın imhası ya da en hafif ifadesiyle boyun eğdirilmesidir. Kendinizi barış içinde yaşıyoruz sanarsınız, ancak sürekli bir savaş halindesinizdir. İnsanlar toplamının toplum niteliği kazanması için hikayelere ihtiyacı olduğunun farkındalığıyla, hikayeler anlatarak topluma ayna tutmalı edebiyat. Resmi tarihten farklı olarak, yaşananları bireysel dramlara çevirecek, soyut olmaktan çıkaracak, sayılarla ölçülemeyecek duyguları gün yüzüne çıkaracak ve empati duygusunu geliştirecek yegane insani faaliyet sanat ve edebiyattır. Hikaye etmekten kastım savaş sahnelerinin ya da çıplak şiddetin tasviri değil. Savaşın bireylerin gündelik yaşamlarında yarattığı değişimleri, boşluğa düşmüşlüğü, geleceksizliği, yitirmişlik duygusunu hissetirmeli edebiyat. Hiç değilse “Ne yazık,” dedirtmeli: “Keşke öyle olmasaydı, keşke otuz yıl savaşla heba edilmeseydi, keşke bunca hayat kararmasaydı...” Ve sorular sordurmalı bize... Alman yazar Heinrich Böll “Melek Sustu” romanında II. Dünya Savaşı’nın dehşetini böyle yansıtmıştı. “Bu kitapta savaşı anlatmadım,” der Heinrich Böll: “Karaborsa ve kokuşmuşluk cenneti olan savaş sonrası dönemi de. Ben yalnızca o günlerin insanlarını, çektikleri açlığı, acıları anlatmak istedim; bir de bir aşk hikayesini. Savaştan yurduna dönerken bu dünyada ‘yurt’ diye bir şey olmadığını bilen bir kuşağın suskunluğuna uygun düşen temiz, ama güç bir aşkın hikayesi bu...” İkisi büyük ve genel, yüzlercesi bölgesel olmak üzere savaşsız geçen tek bir yıl yaşanmayan 20. YY.’da aydın, yazar ve sanat-

çılar sürgünlüğü, hapisliği, hain damgasını, türlü eziyeti göğüslemek pahasına savaşa hayır demişlerdi. Savaşın önüne geçemeseler de barış umudunu filizlendirdiler; savaş sonrasında, savaşa karşı bir bellek, barış için yeni bir kültür yaratmak adına, cephe, cephe gerisi, toplama kampları, yıkılan kentler, sevdiklerini kaybeden yüzbinlerce insan, yani yaşanan dram en ince ayrıntısına kadar sanat ve edebiyata taşındı.

YENİ BİR KÜLTÜR Türk edebiyatında karşılığını bulmayan bu savaş karşıtı enternasyonelin savaşçı zihniyeti geriletip geriletmediği tartışılabilir. Sanat ve edebiyatın barışa katkıda bulunma, travmalarla baş ettirme potansiyeli kitleleri harekete geçirecek örgütlenmelerle buluşmadığı takdirde bir çağrı olmaktan öteye gitmez. Üstelik sinema ve kitap endüstrisinin devasa üretimi karşısında edebiyatın daha güzel bir dünyaya hizmet etme potansiyeli çok atıl kalıyor. Sadece bize özgü bir durum değil. Holywood’un dev prodüksiyonlarına, milyonlarca dolar yatırılımış aksiyon filmlerine, bilim kurgu örneklerine, animasyonlara, onlardan uyarlanan bilgisayar oyunlarına baktığımız zaman hep aynı savaşı, hep aynı kaçınılmaz kaderi, daha iyi bir dünya için savaşın kaçınılmazlığını izliyoruz. Söz konusu endüstri travmayla baş etmek için farklı bir yol izliyor; sanat ve edebiyata gerçeklerin üzerini örtmek, karartmak hatta yepyeni ve fakat tamamiyle fantastik bir gerçeklik yaratmak rolü biçiliyor... Bütün bir yüzyıl yalanlarla geçti. Peş peşe yalanlar, her yerde, günde birçok yalan, şaşkına benzer bir şey, yıkıp boğan bir şey. Bir yalanı çürütmeye çalışırken karşına çıkan on yeni yalan. Yüksek edebiyatın baş etmesi mümkün olmayan bu yalan dünyası...

111

Javier Marias’ın 20. YY.’ın şiddet dolu tarihiyle hesaplaştığı “Yarınki Yüzüm” romanında altını çizdiği gibi: “Yalanı iş edinmiş çok sayıda insan müthiş bir güçtür, etkisiz hale getirilmesi imkânsızdır. İşin kötüsü, hiçbir şey asla kesin olarak yalanlanamaz. Aradan kaç yıl geçerse geçsin, eski aldatmacayı sürdürmeye hazır insanlar vardır her zaman; herhangi bir aldatmacayı, en gerçeğe aykırı, en çılgınca olanları bile. Hiçbiri tam olarak noktalanmaz “ Hepimiz içerde, hemen yanı başımızda ya da dünyanın uzak bir köşesinde süren savaşlarla büyüdük. İstemesek bile bilincimizin bir katında belki de savaşı meşrulaştıran düşünceler taşıyor, televizyon kanallarından canlı savaş görüntülerini rahatlıkla izliyor, şiddetin estetize edilmiş hallerinden haz alabiliyoruz. Sporda, siyasette, evlilikte, kadın erkek ilişkilerinde militarizmin dilini kullanmayı kimseler yadırgamıyor. Travmatik surecin süregenleştiği, olağan hale geldiği, yani normalin yerini aldığı bir toplumda travma anlatıları çoğalmıyor. Aydın, yazar ve sanatçıların savaşa karşı verdikleri ürünlerin karşısına yine romanlar, filmler ve televizyon programları ile dikilen kültür endüstrisi, savaşı her çeşit macera hikayesiyle ‘estetize’ ederken, savaş kültürüyle geleneksel kültür arasındaki benzerlikten faydalanıyor. Peki endüstrisinin ürettiği tüm bu savaş romanları/filmleri arasında hiç mi iyisi yok?... “Yok,” demişti Sartre ve bir soruyla karşılık vermişti: “Açık amacı insanların ezilmesine hizmet etmek olan iyi bir tek roman, Yahudilere, zencilere, sömürge halklarına karşı yazılmış bir tek iyi roman adı verin bana...” Barış sürecinin uzun vadede gerçek bir barış ortamı yaratması için mücadele edilmesi gereken bugün hâlâ hüküm süren ‘kültür’ün kendisidir. Bu konuda sanat ve edebiyatın rolü önemlidir ve edebiyat dünyası rolünü hiç vakit geçirmeden üstlenmelidir. MS * Diyarbakırspor - Bursaspor maçı sonrasında yaşanan olayların ardından Diyarbakırspor taraftarının tribünde açtığı pankarttan... Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-112-113

3/25/13

5:43 PM

Page 2

DAMAK UNUTMAZ ECE AKSOY

eceaksoy@gmail.com

Bahçede, babaannesine sıkı sıkı sarıldı Nevruz, yumuşamış yanaklarından dudaklarını zor ayırdı. 11 yaşına gelmişti, abisinin yanına, ona yemek yapmaya gidiyordu şehire...

Terzi Nevruz “ABİMİ İSTİYOM. Abim nerde?” “Şehire gitti. Ekmek kazanmaya.” Ekmek kazanmak! Ne demek? Çok küçüktü daha; sokaktaki çeşmenin yanındaki fırın yakılınca herkes pişiriyordu ekmeğini. Hiç abi görmemişti ekmek yapan... Nineler, anneler, teyzeler... Abisini istiyordu. Yıpranmış mutfak bezinden yaptığı, kömürle göz, kaş, ağız, burun çizdiği, kolsuz, ayaksız bebeği bırakmıyordu elinden. Oyuncak yapıyordu ona abisi. Bahçede, babaannesine sıkı sıkı sarılmış vedalaşırken bunlar geçti aklından, bir de babaannenin yemek yaparken söylediği türkü - “Kahve olsam dolaplarda kavrulsam”-... Minicikti o zaman ama duydukça sessiz ağlardı, neden kavrulmak istiyordu? Daha sıkı sarıldı, yumuşamış yanaklarından dudaklarını zor ayırdı. 11 yaşına gelmişti, abisinin yanına, ona yemek yapmaya gidiyordu şehire... Oğlunu görmeye giden komşuları Tekbal Teyze’ye emanet edilmiş, otobüs biletlerini yan yana almışlardı. Zor taşıyabildiği, içi tarhana, erişte, kuru elma, kuru üzüm, fıstık dolu çantayı yerden aldı, arkasına bakmadan, gözyaşlarını sol elinin tersiyle silerek, Tekbal Teyze’nin yanında evden uzaklaştı. Babaannenin son anda aklına gelmişti, iki elini ağız kenarlarına koyup sesine bütün gücüyle ses katarak bağırdı: “Nevruzzzz, muskanı boynundan hiç çıkarma!” Milliyet SANAT Nisan 2013

Uzaktan dönüp baktı küçük kız. Duyduğunu anlatmak için boynundaki muskanın ipini öne çekerek gösterdi.

“ZENGİN MİSİN SEN ABİ?” Otobüste cam kenarına oturttu onu Tekbal teyzesi: “Bakın sen... Ben ilk gidişimde gördüm yol kenarlarını. Acıkınca söyle, uykun gelirse uyu...” “Tamam” dedi Nevruz, arkaya dayandı, ayakları yere değmiyordu şimdi. Otobüs mola verdikçe iniyorlar, Tekbal’in yolluk hazırladığı torbadan biraz atıştırıyor, çay içiyorlardı. Uyuya uyana, yiye içe sabah gün aydınlanmadan gelmişlerdi o büyük şehire... Abisini tanıdı hemen. Koşarak boynuna sarıldı, kucağına atlamak istedi. Abisi yavaşça yere bıraktı onu. “Ne çok büyüdün,” dedi, saçlarını okşadı. Nevruz ilk defa böyle bir ev görüyordu. Kapıdan girince küçük bir sofa, banyo, mutfak, iki oda kapıları. Hepsini açıyor, bakıyor, seviniyor, abisinin kucağına atlamak istiyor, otobüs garajındaki yere bırakışı aklına geliyor, uzak duruyordu. Okulda öğretmeninin çizdiği evler gibiydi burası. Banyodaki musluğu açınca duştan fışkıran suyla ıslandı, kapattı. Güldü, güldü... “Nevruz gel, bu oda senin.” Şaşkınlıkla baktı küçük odaya, duvar dibine kurulmuş çekyata, camından görü-

112

nen yüksek binalara... “Benim mi? Yalnız benim mi?” Çekyatın ortasına oturdu. “Zengin misin sen abi?” “Zenginim ya... Çalışıyom gece gündüz. Patron seviyo beni. Çok bahşiş alıyom. Yakında garson da olurum.” “Ben de çalışcam...” “Çalışcan tabii... Onun için geldin buraya... Ben yemek yapıyom, çamaşırımı da yıkıyom yıllardır.” Ne yapardı o? Nerede çalışırdı? Para alırsa babaannesine gönderecekti. Geçen bağ bozumundan borcu vardı ninenin iki işçiye... “Nerde çalışcam?” “Uzak yere bırakmam. Benim çalıştığım lokantanın karşısında terzi var. Camına yapıştırmış, çırak aranıyor diye. Yarın bakarız. Hadi, yorgunsundur. Git odana uyu şimdi.” “Uyucam abi.” Odaya girince, yüzünü cama dayadı. Hayretle etrafa bakındı, çalışacaktı o... Hem de terzide... Elbiseleri ile yatağa uzandı. Hemen uyudu. Uykuya dalmadan, Fırat’ın büyük bir girintiye bıraktığı durgun suda nazlı, beyaz, sakin serilmiş nilüferleri düşündü. Babaannesi, bazen suyun kenarına götürürdü onu. Çam ağcının altında oturup, suya bakarak yerlerdi ketelerini.


649-milsanat-112-113

3/25/13

5:43 PM

Page 3

KETEDEN DE LEZZETLİ Rüyasında nilüferlerin üzerinde oturuyordu Nevruz. Babaannesi, çam ağacının altında. Yağmur, onları ıslatmadan yağıyordu. Her yer su ve çamur olmuştu. Nevruz kupkuruydu nilüferlerin üstünde. Kupkuruydu babaanne çam ağacının altında. Şiddetli çıkan şimşek, sönmeden kaldı gökyüzünde, güneş gibi. Gözleri kamaştı. Başını başka tarafa çevirirken, çekyattan düştü. Uyandı. Bir yeri acımamıştı. Sofaya çıktığında, abisi elinde simit kapıdan girdi. “Bunu ye. Ben geç kaldım. Öğlen gelicem. Hem terziye sorayım, senin kadar küçüğünü alır mı yanına.” Ayak parmakları üzerinde durmaya çalışarak, “Küçük değilim. Alsın. Ben çalışcam.” “Sakın, ben gelinceye kadar dışarı çıkma. Bekle.” Simidi yedi. Keteden de lezzetliydi, bol susamlı halka. Evin her tarafını dolaştı. Akşam mutfağa bıraktığı babaanesinin yiyecek çantasını açtı. Kuru meyveler, fıstık, erişte, tarhana, bulgur, kavurma, ekmek bile koymuştu nine. Ufak bir küpte de buharda toprağın altına gömdükleri çörek otlu çökelek peyniri. Sebze kuruları, az az, taşıyabileceği kadar... Hepsini mutfak tezgahına sıraladı. Kırmızı, yeşil ekoseli muşamba çantanın dibine katlanmış sarımsı kağıt parçaları. Açtı, üst üste 4 kağıda yazılmış yemek tarifleri... Şaşırdı. Oracıkta okudu. Sevindi. Tariflere göre yapabilirdi bu yemekleri. Tek tek anlatıyordu tencereye ne konulacağını. Hürüşk “Nevruzum benim, yaparsın sen bu yemekleri... Zor gelmez, seversen. Hürüşk, abin de çok seviyordu, sen hep onu yemek isterdin. Tencereye dört tane patates koy. Bi soğanı dörde böl, bırak patateslerin yanına. Yeşil biber doğra, iki tane, az tuz serp, kimyon da az olsun. Patateslerin üstünü çok geçmeyecek ki pişince su artmasın. Bırak pişsin. Yumuşayınca, susuz kalınca indir. Ez ezebildiğin kadar. Tavaya tereyağ koy, kızdır, pul biberi kızgın yağa koy, ocaktan çek. Dök patateslerin üstüne. Sıcakken yiyin.” Kürk köftesi “Bunu da yaparsın küçücük ellerinle, yaparsın sen. Bir bardak burdan götürdüğün bulgurla yarım bardak irmiği karıştır. Tuz, kimyon, karabiber, pul biberlerden küçük çay kaşığı ile ekle. Az tuz koy. Soğan doğrama, büyüyünce doğrarsın. Haş-

layacağın suya atarsın iki tane. Geçer onlara tadı. Bulgurla irmiği karıştır, bir bardak ılık su ekle. Yoğur yoruluncaya kadar. Macun gibi olsun. Fındıktan büyük parçalar kopar, avucunda yuvarla, minik parmağını ortasına bastır. Sonra soğanlı ve tuzlu kaynar suda pişir. Tat pişerken, anlarsın olup olmadığını. Sonra üstüne domates sos dök. Hani patlıcan kızarttığımızda yaptığımız gibi. Doğra domatesi biraz sarımsak koy, bi kaşık zeytinyağda pişir. Bu kadar.” ‘Püşürük’ü okuyacakken abisi geldi. “Tamam, terzi bekliyor. “Yaşasın. Babaannem tarifler yazmış bana.” “Yapamazsın ki.”

“Tencereye dört tane patates koy. Bir soğanı dörde böl, bırak patateslerin yanına. Yeşil biber doğra, iki tane; az tuz serp, kimyon da az olsun. Patateslerin üstünü çok geçmeyecek ki pişince su artmasın. Bırak pişsin.” “Neden yapamam?” “Küçüksün de ondan.” “İstersin küçük dersin, istersin büyük dersin. Kucağından indirmedin mi büyüdüm diye...” Duymamış gibi yaptı abi. “Hadi giy pabuçlarını...”

BABAANNE İÇİN UZUN ETEK Terziden içeri girdiklerinde, ondan büyük iki kız kumaşları katlıyordu... Orta boylu cılız, beyaz saçlı terzi, kolluğuna toplu iğne saplarken, gözlüğünün üstünden baktı Nevruz’a... Nevruz, dik durmaya dikkat ederek, başı sol tarafına hafif eğik, yere bakarken arada göz kapaklarını kaldırıyor, ürkerek bakıyordu terziye... “Çok küçükmüş...” “Akıllıdır, çabuk öğrenir,” dedi abisi. Terzi bir adım attı, hafif eğilerek: “Terzi olmak istiyor musun?” Başıyla, çenesini göğüsüne indirerek

113

iki kere evet dedi. “Konuşmadan olmaz,” dedi terzi “Konuşarak... İstiyor musun?” “İstiyom,” dedi Nevruz, gözleri kumaşları düzelten kızlarda. Babaannesine uzun etek dikecekti öğrenince. “Git sen,” dedi terzi abisine “akşam yedide gel al.” Abisinin arkasından baktı. Terziye baktı. Kızlara baktı... Tedirgindi. Kalbi küt küt çarpıyordu. Yanakları evdeki sobaya yapışmış gibi yanıyordu. Terden ıslanan avuçlarını pantolonuna sildi göstermeden. Ne yapacaktı şimdi? Terzilik bilmiyordu ki... Bir dakika köyündeki Fırat’ın birikintisinde olmak, nilüferlere bakmak, babaannesinin koynuna girmek istedi. Yapayalnızdı burda... Çok da düşünmeden, korktuğunu duydu. Ödü kopuyordu. Terliyordu, çakılıp kalmıştı yerine. “Eskiler, eski kızlar, alın bakalım yeni arkadaşınızı yanınıza,” dedi terzi. Masasına serili beyaz kuru sabunla işaretlenmiş füme pantolona döndü. Kıkırdadı kızlar... Birisi Nevruz’un yanına geldi. “Gel,” dedi, küçük adımlarıyla yaklaştı, onların renk renk kumaşları katladıkları masaya. Kızlar kendini tutamıyor, Nevruz’un gözlerine bakmadan, muskaya takılmış, ağızlarından ses çıkmaması için dudaklarını kapatıp katlana katlana gülüyorlardı. “Bu ne?” dedi birisi boynundaki muskayı tutarak. Babaannesinin, onu koruması için boynuna taktığı, yola çıkarken de arkasından avaz avaz “Muskanı hiç çıkarma” diye bağırdığı, çok dokunulmaz muskasıyla alay ediyorlardı işte. Öyle bir baktı ki onlara, gözlerinden fışkıran muskanın kılıçları kesip attı gülmelerini uzağa... “Ne öğretiyorsunuz bakalım?” dedi terzi onlara dönerek: “Hemen yüklenmeyin, makaraları, masırları sıralasın renklerine göre kutularına.” Nevruz eğildi. Yere düşmüş toplu iğneleri toplamaya başladı. “Aferin” dedi terzi: “Aferin, sen terzi olacaksın.” Kızların gülmeleri kanatlanıp uçmuştu, başka yenilere kıdem satanlara doğru. İkisi de, yüzleri asık, üst üste koydukları kumaşları bir daha elden geçirdiler. Abisiyle eve dönerken üç-beş yaş büyümüştü Nevruz. Muskasını avucuna aldı. “Çıkarmam, babaanne çıkarmam,” dedi yüksek sesle. “Ne diyon sen? Çalışcan mı terzide?” “Çalışcam abi, çalışcam, çalışcam.” MS Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-114-115

3/26/13

4:59 PM

Page 2

NOKTALI VİRGÜL YEKTA KOPAN

yekta.kopan@gmail.com

twitter.com/yektakopan

Para yetiştirmekte zorlanacağımız konser mevsimi yaklaştı. Bursa Kitap Fuarı, yayıncı ve yazarların aklını karıştırdı. Ankara Film Festivali’nin ise kendini gözden geçirmesi bekleniyor...

Konserler ve cüzdanlar

Depeche Mode Andy Fletcher, Dave Gahan ve Martin Gore’dan oluşuyor.

;

Konser mevsimi gelip çattı. Acaba cüzdanlar da memnun mu bu durumdan? Şu ana kadar İstanbul için açıklanan konserlerin listesine baktıktan sonra, en popüler olan on konseri ele alarak kaba bir hesap yapalım. Bir konser meraklısı, bu konserlerin hepsine en iyi yerden bilet almaya kalksa 4 bin 500-5 bin TL civarında bir para verecek. El yakar! Diyeceksiniz ki, ne işi var en önlerde, gitsin en ucuz yerlerden alsın. Bu durumda bile öde-

yeceği para 700-800 TL’yi buluyor. Gelin bir de konser zevkini karı-koca yaşamak isteyenleri ya da öğrencileri düşünün. Üstelik henüz açıklanmamış ve ağız sulandırıcı konserler var. Yani sonbahar bitene kadar harcanacak parayı iki katına çıkaracak bir liste bekliyor bizi. Hem organizatörleri hem sponsorları düşündüren +24 uygulamasının etkileri her geçen yıl daha net görülecek. Bu uygulama ergen dinleyiciye yönelik promosyon müziği yapan isimlerin önünü açarken, müzisyenle hemhal olmak isteyen dinleyicinin özgür buluşma alanını kısıtlayacak gibi görünüyor. Alkol yasağıyla gençleri tehlikeden kurtaranlar, resmi-sivil bütün sağlık örgütlerinin savaş açtığı yiyeceklerin ve içeceklerin sponsorluğuna sığınacaklar. El insaf! Müzik paylaşımının henüz tamamen yasallaşmamış dijital ortamdaki varlığı nedeniyle ana gelir kaynağı konser olan müzisyenlerin işi zor, hele piyasaya teslim olmak istemiyorlarsa. Kısacası yeni mekanlarla buluşacağımız, ulaşım sorununu aşmaya çalışacağımız, para yetiştirmekte zorlanacağımız bir konser mevsimine merhaba diyoruz.

Bozkırda çiçek yetiştirmeye çalışanlar

;

24. Ankara Uluslararası Film Festivali elbette Mahmut Tali Öngören, Aziz Nesin ve ‘bozkırda çiçek yetiştirmeye’ çalışan herkesin anısına saygıyla yaşatılmalı. Ancak tıpkı ülkenin diğer festivalleri gibi onun da kendini gözden geçirmesi gerekiyor. Festivali düzenleyen Dünya Kitle İletişimi Araştırma Vakfı’nın yeni başkanı İrfan Demirkol, bu konuda güvenilir bir isim. Festivalin gri takım elbisesiyle gölgede yürümeyi tercih eden ruh halini terk etmesi için elinden geleni yapacaktır. Aslında festivallerden söz edince açıyı biraz geniş tutmalı ve işin en sıkıcı yanına bakmalı. Siyasiler ve

Milliyet SANAT Nisan 2013

sponsorlar festivalleri oy toplama, propaganda ve reklam yapma arenaları olarak görmekten vazgeçmedikçe bu festivallerin maddi katkıları dışında bir faydadan söz etmek zor. Adana Altın Koza ve Antalya Altın Portakal, festival tarihleri konusunda bile bir güç savaşı içindeydi. Neyse ki yetkililer İstanbul’da Sinema Güç Birliği Merkezi’nde bir araya geldi ve tarih çakışmasını aza indiren bir karar aldı. Altın Koza 16-21 Eylül, Altın Portakal 4-11 Ekim tarihleri arasında yapılacak. Şimdiden dileyelim ki, günün birinde bu uzlaşma festivallerin belediye gösterilerine dönüşmemesi konusunda da yapılsın.

114

;

Yayıncılık dünyasının dinamikleri farklılaştıkça, rakamlar üstünden yapılan gevezelik arttıkça, transfer olan ya da transfer teklifleriyle coşan, rahatça yazması için yayınevi tarafından seyahate gönderilen, kitabının piyasaya çıkışıyla reklam sürecine agresif bir şekilde dahil olan, imza günlerinde kırdığı rekorlardan bahseden basın bültenleri yollatan yazarlar yoğunlukla gündeme geldikçe, okuyacağı kitapla sakin ve kişisel bir ilişki kurmak isteyen okurun da kafası karışıyor haliyle.

Esnaf anlayışı

;

11. Bursa Kitap Fuarı, çoğu yayıncı ve yazarın aklının karışmasına neden oldu. Fuar başarılı mı oldu, başarısız mı? Bana sorarsanız Bursa Kitap Fuarı son yıllarda ziyaretçi sayısı, kitap satışı, okurun genel ilgisi ve benzeri konularda iyi bir sınav vermiyor. Okurlarla konuştuğumda alım gücünden trafiğe, stantlardaki çeşit azlığından park yeri sorunlarına çok sayıda neden söylediler. Kimi yayınevlerinin “Satış olmasa da hareket var,” iyimserliğine, kimileri “Önümüzdeki yıl katılıp katılmamayı düşüneceğiz,” keskinliğinde karşılık verdiler. Üstelik bu huzursuzluk sadece merkez yayınevlerinde değil, muhafazakar ve dini içeriğe ağırlık veren yayınevlerinde de vardı. TÜYAP ulaşabildiği, okurla yayıncıyı buluşturabildiği her yerde kitap fuarı düzenlemeye özen gösteriyor, Bursa’da bir ilgisizlik varsa bunu çözmek için tecrübesini devreye sokacaktır. Aksi takdirde, kitapçısı bile olmayan illere ulaşmaya çalışan yayınevleri, okuruyla muhabbete oturmak isteyen yazarlar yeni fuarlara koşmak isterken Bursa’dan vazgeçmek zorunda kalabilir. MS


Page 3

8 TL

NEW WORLD ATLAS

K.K.T.C Fiyatı:

20 DVD

BELGESEL SET

7 TL KAS IM

YAŞIN DA

LER GEÇİDİ

SAYI : 2012

Diana Krall

Sting

OND

Hayko Cepkin’deni aşk tarif MİNYATÜR

Holland a edebiya KINDA flört zama tıyla HAK HER ŞEY nı “Şeytan Keira Milliyet ”ın yönetmeni Dam Sanat’a ko y n tledüşe ighikdan Knmüz nuştu piya rtajsası Berkun Oyaanlatmadı ile özel röpo BORDO yeni oyununu MAVİ SA ın NAT BAL ıl Say’ NAC FazKAN İSLİMYELİ l’uİ NIR nbu Ke İNA İsta ’DEN nn DİR y KA ÖZGÜRLÜĞE olmamak Garrett DAVET olmak ya da saygı duruşu ’tan

YÖNETMEN

1 / 644

128 sayfa

/ 11/ 12630

olucci Bernardo Bert eke Michael Han son Peter Jack Emin Alper / 7 TL ISSN

1

SAYI: 2012

Performans sanatının ’sı Madonna

Contemp ora İstanbul’ury sürprizle n ri

ŞEHİR ŞE HİR OPER DENEYİMA İ

8 TL OCAK 2013

İran’dak i dev Ba koleksiy tı onu

Damien Hirst’ün İstanbul çıkarması

Roxy Music ve şark “Ro ılarımeo na e caz yoru Jul muiet”

ur yorum

ces Os manlı

SANAT KENT İ ÇANAKKAL E

/ 12/ 126301

dönemi polis

/ 1/ 126301

25

/ 646 / 8 TL

ISSN 1300-44

SAYI: 2013

/ 645 / 7 TL

iyeleri N MAALOUF’TA EVE DÖNÜŞ HOLLY ROMANI WO

NEZAKET EKİCİ

Şahan Gök

fenomenini

OD’UN YE

Nİ ‘UMUT

Je nifer Lawren nce

ISSN 13

SİNEMANIN bu yönetmen GELECEĞİ lere emanet Özgü Namal Selen Uçer ile ’in kulis halle ri

bakar

anlamak

IŞIĞI’ GENÇ OSMA N, LABEQUE’LE SELMA GÜRB R, ÜZ, AYŞENİL ŞAMLIOĞLU , CİVAN CANO VA, ŞAHİKA TEKAN D

Milliyet Sana

t’a konuştula

r

12 aylık dergi aboneliği 82 TL.

M SALL BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK

BBC VAH YA AM BELGESEL SET

Mü organik ziğin gıdası

JAMES B

K 2012 7 TL ARALI

Kabare kızı

2012

Enis Batur’da n den seviyesin iz de denemele r

Kürt An söyleyecetigone’nin kleri var KRALİÇE’ KARİZM NİN 50 YILLIK ATİK AJ ANI

128 sayfa

İsteyene 12 aylık dergi aboneliği artı hediyesiyle birlikte 94 TL.

A

K.K.T .C

YAŞ IND

ad

Fiyat ı: 8

128 sayfa

Kadının

JULIETTEı BINOCH E

9 TL

5:00 PM

K.K.T.C Fiyatı:

3/26/13

TL

649-milsanat-114-115

ABONELİK FORMU ADI:

SOYADI:

Telefon:

e-posta: @ TESLİMAT ADRESİ Posta Kodu

Faturayı teslim adresiyle aynı İlçe

İl

İlçe

İl

FATURA ADRESİ Posta Kodu Vergi Dairesi ve Numarası veya T.C. No 1 yıllık abone olmak istiyorum Kart üzerindeki isim

Kart No:

Son Kullanma Tarihi

Güvenlik No:

Faturayı adıma kesiniz.

Visa

Master

Faturayı firma adına kesiniz.

NEW WORLD ATLAS 20 DVD BELGESEL SET

BBC VAH YA AM BELGESEL SET

ABONELİK İÇİN: Tel: (0212) 337 94 59 ve (0212) 337 96 28 SORULARINIZ İÇİN: ayilmaz@milliyet.com.tr

M SALL BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK

Faks: (0212) 337 97 69

KAMPANYA KAPSAMINDA TERC H ETT N Z ÜRÜNÜNÜZ:


EDEBİYAT

649-milsanat-116-117

3/25/13

5:46 PM

Page 2

Okuma terapisi Agatha Christie’nin 1934 yılında kaleme aldığı “Parker Pyne İz Üzerinde”, ‘kalp uzmanı’ Parker Pyne’ın izini sürdüğü 12 hikayeden oluşuyor

BUKET ÖKTÜLMÜŞ buketok@hotmail.com

ÇOCUKLUĞUNDA okuma güçlüğü çeken pek çok ünlü var. Ünlü olmanın koşullarından biri disleksik olmaktır dedirtecek kadar çok hem de. Einsten’dan Da Vinci’ye, Edison’dan Van Gogh’a kadar, artık akla kim gelirse... Agatha Christie de bu ünlülerden biri. Polisiye romanın taçsız kraliçesinin çocukken okuma ve yazma güçlüğü çektiğine kim inanır? Hiç kimse, demeden önce bir durmak lazım. Okula bile gitmemiş oysa. Belki de gidememiş. Okuma-yazmayı öğrenmesi konusunda en büyük destekçisi ve yardımcısı annesi imiş. Aslında annesi, aynı zamanda, ilk ve ortaokul öğretmeni de sayılır onun.

YILDIZI PARLAYAN AGATHA Sonunda öğrenmiş; okumayı da yazmayı da... Ne öğrenme ama: Uzun yıllar ailenin parlayan yıldızı Agatha’nın ablası iken durum yavaş yavaş Agatha lehine değişmeye başlamış. Hele annesinin yüreklendirmesi ile ilk hikâyesini yazan ve bu işten büyük haz alan Agatha’nın yazıya iyiden iyiye asılmasından sonra terazinin kefesi hızla yer değiştirmeye başlamış. Hayatta her şeyin bir amacı vardır. Kötü diye nitelediklerimizin bile. Bu kötülerin içinde en kötülerden biri de hastalıktır. Onların bile bir amacı var. İnanılır gibi görünmüyor, biliyorum ama böyle. Bunu anlayabilen ve yaşadığı her ne ise amacını bulup çıkarabilen ise onun armağanını almaya hak kazanıyor. Disleksinin armağanı, belki de dünyaya farklı gözlerle bakılmasını sağlamasıdır. Agatha Christie’nin kendisine verilen bu armağan paketini dikkatle açtığı ve içindekileri aldığı, şükranla kabul ettiği belli. Çünkü bakış açısının getirdiği tüm Milliyet SANAT Nisan 2013

renkliliği, çeşitliliği ve zenginliğini roman kahramanlarında açığa çıkarmayı başarmış. Onun dedektifleri dikkatli, gözlem yeteneğine sahip ve farkındalığı yüksek kişiler. Olayları ve kişileri değişik açılardan görebilen, ince ayrıntıları idrak edebilen sezgili kişiler. Onun çözümleri, ‘sağ gösterip sol vurmak’ sözünü doğrularcasına, işaret ettiğini değil de beklenmedik olanı vurgular nitelikte çoğu kez. Bu durum Agatha Christie’nin “Parker Pyne İz Üzerinde” adlı kitabında da böyle. Bu kez dedektiflik biraz farklı bir zeminde ilerliyor. Bu kitapta cinayet arka planda, neredeyse yok denecek kadar az ama zekâ, dikkat gücü, gözlem keskinliği, ayrıntı ustalığı, mantık oyunları yerli yerinde. Christie’nin 1934 yılında kaleme aldığı “Parker Pyne İz Üzerinde”, ‘kalp uzmanı’ Parker Pyne’ın izini sürdüğü 12 hikayeden oluşuyor. Parker Pyne, insanlara mutluluk vaat eden; üstelik bir de bunu ilan eden bir insan sarrafı. Mutsuz kişileri mutlu kılma yöntemleri biraz tartışılabilir ama sonuçları net; vaat ettiği mutluluk gibi, kesin garantili. Kitap altılı hikâyeler içeren birbirine bağlı iki bölüme sahip. İlk altı hikayede okur Parker Pyne ve ekibini iş üstünde ta-

Parker Pyne, insanlara mutluluk vaat eden; üstelik bir de bunu ilan eden bir insan sarrafı. Mutsuz kişileri mutlu kılma yöntemleri biraz tartışılabilir ama sonuçları net; vaat ettiği mutluluk gibi, kesin garantili. 116

“Parker Pyne İz Üzerinde” Agatha Christie Çeviren: Çiğdem Öztekin Altın Kitaplar Fiyatı: 14 TL

nıyor; çözüme ulaştırdığı mutsuzluk vakalarıyla tanışıyor. İkinci altılı da ekip yok, Parker Pyne var sadece. Bu da doğal çünkü adamımız tatile çıkmış; dünyayı dolaşıyor. Ve çıktığı bu yolculuk sırasında karşılaştığı olayların içinde buluyoruz kendimizi.

MAKUS TALİH Dolaşıyor da, seyahatine odaklanması o kadar kolay değil. Her taraf mutsuz ve sorunlu insanlarla dolu. Parker Pyne de, istemese dahi, kendini onlara yardım ederken buluyor. Her seferinde ama. Tatilinin keyfini çıkarmak için adını değiştiriyor ama makus talihini değiştiremiyor. Bu kez de adını kullanan sahtekâr bir hırsızın peşine düşmek zorunda kalıyor. Günümüz polisiyesi, özellikle ABD menşeli dizi filmler, tümüyle laboratuvar merkezli gelişir ve suç delillerinin teknik analizine indirgenirken İngiliz ekolü denebilecek böylesi bir tarzın varlığı insanı rahatlatıyor. Bu tarz, tümüyle insan odaklı oluşuyla öne çıkıyor ve dikkat, gözlem gücü, ayrıntılara önem verilmesi ile özen gösterilmesi temeline dayanıyor. Kişilik tahlilleri, mantık çözümlemeleri, akıl yürütmeler; kısacası tüm nöron şebekesi ve gri hücreleri ile insan beyni mesai yapıyor burada. Agatha Christie belki büyürken okuma güçlüğü çekti ama romanları okura hiç güçlük yaşatmıyor. Su gibi akıp giden, rahat, keyifle okunan eserler bunlar. Eğer okuma ile dikenli bir ilişkiniz varsa Agatha Christe romanlarından oluşan bir stok sizin tüm dikenlerinizden arınmanıza yetecektir. Dilerseniz buna Agatha Christie okuma terapisi adını verebilirsiniz. MS


649-milsanat-116-117

3/25/13

5:46 PM

Page 3

Pessoa’nın natamam öyküleri Pessoa’nın dedektif öyküleri “Vargas Olayı”, “Çalınmış Parşömen” ve “Dr. Reis Gomez’in Kaybolması”, ilk kez Türkçede “Bulmaca Meraklısı Quaresma” adıyla okurun karşısına çıkıyor. SERPİL GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com

BORGES hem hınzır hem yetkin önsözlerle özel kıldığı “Babil Kitaplığı” seçkisinde öykü yazarı olmadığını söylediğini matematikçi Hinton’a da yer verir. Verir çünkü Borges’e göre Hinton’un spekülatif bir evrene sığınan bir uslamlamacı ve sorgulayıcı olarak edebiyat tarihinde sağlam bir yeri vardır. İyi de nasıl? Borges, bunu Hinton’un spekülatif bir evrene içgüdüsel olarak sığınan bir uslamlayıcı ve sorgulayıcı olmasıyla açıklar. Ama bununla yetinmez. Dördüncü boyutu sezinleyen Hinton’un matematikle iç içe geçmiş bir evrenin alegorisini yapan “Bilimsel Öyküleri”nin H. G. Wells’in, evet, “Aya Yolculuk”un, “Zaman Makinesi”nin, “Arzın Merkezi’ne Yolculuk”un o muhteşem yazarının karanlık tasavvurlarından çok daha önce ortaya çıktığını da ekler sözlerine. Son noktayı da “İçinde yaşadığımız yüzyılı istila etmiş olan ve görünüşe bakılacak olursa sonu gelmeyen bilimkurgu yapıtlarını tartışmasız biçimde önceler,” diyerek koyar. Doğrusu, bu noktada Fernando Pessoa’yla Charles Howard Hinton hiç çakışmıyor. Çünkü, Pessoa, Hinton gibi ne bir türü önceliyor, ne de bir kimseyi. Ama buna karşın gene de Hinton’la Pessoa’nın ortak bir noktaları var. O da Pessoa’nın da tıpkı Hinton gibi bir uslamlayıcı ve sorgulayıcı olması. Düşünür olması. Hatta, hayatının bir döneminde, okültle ilgilenmesi.

19 YILDA YAZILDI Sonuçta, uzun sözün kısası: Hinton, nasıl varsayımsal geometri dünyasından yola çıkarak “Dördüncü Boyut Nedir?”, “Pers

Fernando Pessoa

Kitapta Quaresma’nın, olay yerini incelemeye gerek bile duymayan, akıl yürütmesiyle her türlü karanlığı ve gizemi çözen dedektifimizin kimi zaman kısa boylu tıknaz, birkaç sayfa sonra tam tersine, uzun, ince biri olarak tasvir edildiğini görüyorsunuz. Kralı”, “Düz Bir Dünya” öykülerini kurgularsa, Pessoa da (ya da Pessoa’nın bulmaca meraklısı Quaresma’sı diyelim) “Vargas Olayı”, “Çalınmış Parşömen” ve “Dr. Reis Gomez’in Kaybolması”nda akıl ve mantık dünyasından yola çıkarak çözülmeyecek gibi görünen gizlerin pekala nasıl çözülebileceğini gösterir bize.

117

“Bulmaca Meraklısı Querasma” Pessoa Çeviren: Işık Ergüden Kırmızı Kedi Yayınları

Yalnız bu ‘gösterme’ bir yerde eksik, natamam bir gösterme. Neden derseniz çünkü öyküler Pessoa’nın “sandığı’ndan çıkma. Yanisi: Hinton bile isteye öykülerini yayımlamışken, Pessoa’nın 1915’te yazmaya koyulduğu ve de 10 yıl boyunca titizlikle üstünde durduğu öyküleri tıpkı sayısız günlüğü, sayısız şiiri gibi ölümünden çok sonra ortaya çıkmıştır. Bu arada, natamam öyküleri okumak nasıl bir şey mi? Şahane bir şey. Her şeyden önce, insan Pessoa’yı birinci elden okuyor gibi oluyor. Çünkü, Quaresma’nın, bulmaca meraklısı dedektifimizin, kanıt aramakla ilgilenmeyen ya da olay yerini incelemeye gerek bile duymayan, salt akıl ve mantık yürütmesiyle her türlü karanlığı ve gizemi çözen dedektifimizin kimi zaman kısa boylu tıknaz, birkaç sayfa sonra tam tersine, uzun, ince biri olarak tasvir edildiğini görüyorsunuz. Öte yandan bu ve bunun gibi örnekler, yazarların nasıl yazdıklarını merak eden okur için kaçmaz fırsat.

AMA MUTLUDUR... Evet, özetlersek, Abilio Fernandes Quaresma, yaşını başını almış, bekar, mesleğini icra etmeyen bir doktordur. Fanqueiros Sokağı’ndaki bir evin üçüncü katında, çatılara bakan penceresinden Lizbon ışığı giren, dağınık, küçük bir odada yaşar, alkol ve tütün meraklısıdır, beceriksizdir, vs. vs. Yaşamına gelince, son derece monotondur. Ama mutludur. Çünkü, bilirsiniz, ne der Pessoa: “Yaşam özünde monotondur. Dolayısıyla mutluluk, makul bir ölçüde, yaşamın mutluluğuna uyum sağlamaktır. Monotonlaşmak, yaşama benzemektir; kısaca, tam anlamıyla yaşamaktır bu. Tam anlamıyla yaşamak ise, mutlu yaşamaktır...” MS Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-118-119

3/25/13

6:01 PM

Page 2

İAŞE HÜLYA EKŞİGİL

heksigil@yahoo.com

Yemek yarışmaları nedense pek sevimsiz bulduğum organizasyonlar. Lakin iki yarışma var ki beni de çok heyecanlandırdı: Genç şeflere saygın bir yer edinmek için bulunmaz bir fırsat sunan Bocuse d’Or ve Şarap Dostları Derneği’nin Türkiye’nin En İyi Genç Şarapları Yarışması...

İki farklı yarışma... YARIŞMALAR, hele de yemek yarışmaları nedense pek sevimsiz bulduğum organizasyonlar. Özellikle yabancı yemek kanalları bu tür programlarla dolu ve yemek, yarışma deyince de akla ilk onlar geliyor. Yemek kadar keyif, mutluluk ve paylaşma ile özdeşleştirdiğim bir şeyi, bir takım hırs küpü insanların stres içinde üretmesini izlemek hiç hoşuma gitmiyor. Acımasız bir rekabet içindeki gencecik insanların onca ter döktükten sonra boynu bükük elenmelerine tanık olmaktan ne zevk alındığını asla anlayabilmiş değilim.

Fakat her şeyin bir ilki var! Ben de ilk kez sonucunu heyecanla beklediğim bir yemek yarışmasının izleyicisi oldum. Ama bu bambaşka bir atmosfer ve bambaşka bir hedefi olan, uluslararası önemi tescilli bir yarışmada Türk şeflerin varlığı ile hepimizin milli duygularını da harekete geçiren bir yarışma oldu. Gerçekten de Bocuse d’Or’da yarışmak, mutfağımız açısından çok önemli bir gelişme. Yaşayan efsane şef Paul Bocuse adına iki yılda bir düzenlenen bu yarışmada Türkiye ilk kez yer Four Seasons Oteli’nden Gürcan Gülmez, Bocuse d’Or’da Torkise elemelerinin birincisi oldu.

Bocuse d’Or’un ödül heykelciği Oscar’ınkini aratmıyor.

alıyor. Bu, Türk mutfağının görmezden gelinemeyecek bir değer olduğunun nişanesi sayılacağı gibi, genç şeflere bu alanda saygın bir yer edinmek için de bulunmaz bir fırsat sağlıyor.

SIFIRDAN YEMEK ÜRETMEK Otel, Catering ve Gıda Fuarı SIRHA’nın bünyesinde gerçekleştirilen organizasyonda Türkiye elemelerine ünlü bir şef, Mehmet Gürs başkanlık etti. Aydın Demir, Mehmet Gök gibi gastronomi dünyamızın önemli isimlerinin yabancı şeflerle birlikte yer aldı-

Bocuse d’Or’a katılmak için yapılan elemelere Mehmet Gürs başkanlık etti.

Milliyet SANAT Nisan 2013

Gülmez’in birinci olan kuzu yemeği.

118


649-milsanat-118-119

3/25/13

6:02 PM

Page 3

ğı jüri, dört ayrı ekibin hazırladığı ikişer sunuma not verdi. Yerli sermaye ile market zincirleri açan birçok büyük kuruluşumuzun Türk mutfağı adına nedense aklından bile geçirmediği atılım ve yatırımları gözünü kırpmadan yapan Metro grubu, bütün aşamaların tedarikçisi olmayı üstlendi. Hem bütün bir balıktan ve kemiğiyle birlikte büyük bir et parçasından malzeme çıkartarak sıfırdan birer yemek üretmek, hem zamana karşı yarışmak, hem yemeklere Türk mutfağından unsurlar katmak, hem de göz alıcı bir sunum yapmak gerekiyordu. Ve Sultanahmet Four Seasons Oteli’nden Gürcan Gülmez ile ekibi, bu zorlu işin en iyi üstesinden gelen takım olarak ipi göğüsledi. Ama bu sadece bir başlangıç! Asıl iş bundan sonra... Stokholm’de gerçekleştirilecek Avrupa elemelerine katılacak ekip Mehmet Gürs’ün yönetiminde ve Türk Mutfağı Derneği’nin (TMD) desteğiyle bir yıl boyunca bu iş için oluşturulacak özel bir mutfakta hazırlanacak yarışmaya. Orada da başarılı olurlarsa, gastronomik olimpiyatlar olarak kabul edilen Bocuse d’Or finaline katılmak için bir yıl daha hazırlanıp 2015’deki uluslararası yarışma için Lyon’a gidecekler. Kısacası yol uzun ve çetin ama başarırlarsa, ucunda şimdiye kadar yemek yarışması diye bildiğimiz organizsayonlarla kıyaslanmayacak kazanımlar var. Ödüllerden biri olan Paul Bocuse heykelini kucaklayamadan geri dönseler dahi, Türk mutfağını bu kadar önemli bir gastronomik ortamda, üst düzeyde temsil edebilmiş olmaları bile hanemize yazılan çok büyük bir artı olacak. Ve açılan o yoldan geçmek için kendini geliştirecek genç şeflerin her biriyle, Türk mutfağı hayalini kurduğumuz uluslararası konumuna bir adım daha yaklaşacak. Bu ay, yapılmasından heyecan duyduğum bir başka yarışmada ise kişiler değil ürünler yarışıyordu. Şarap Dostları Derneği’nin (ŞDD) bu yılki Türkiye’nin En İyi Genç Şarapları Yarışması’nda Tuğrul Şavkay’ın adı da layıkıyla anıldı. 10 yıl önce kaybettiğimiz Tuğrul Şavkay için şimdiye dek çok daha fazla etkinlik düzenlenmesi, adına daha çok ödül veriliyor olması gerekirdi. Ne yazık ki öncüsü olduğu gastronomi yazarlığının ne kurumları ne de aktörleri yeteri kadar vefalı ve kararlı çıkmadı. Arada bir şerefine kaldırılan bir kadehe bile elini gönülsüzce uzatanları, Tuğrul’u hatırlamaktan çok unutmayı tercih edenleri, ondan kalan boşluğun kendileriyle dolacağını uman şişik egoları saymıyorum bile. Ama benim gibi onu içten

bir sevgi ile anan, yerinin doldurulamayacağına inananlar dahi yeterince aktif davranmadı. İşte tam da bu nedenle, Şarap Dostları Derneği’nin Mustafa Seçkin’in başkanlığı döneminde gerçekleştirdiği bu yarışma, hep birlikte sınıfta kaldığımız Tuğrul’a vefa konusunda yüreklerimize su serpiyor.

EN İYİ GENÇ ŞARAPLAR Yarışmada ‘master’ denen ve bu alanda uluslararası arenada büyük bir üne sahip kişilerden oluşan jüri kör tadımla en iyi genç şarapları seçerken, dernek üyeleri ve üreticileri de aynı yöntemle, üzümüne göre değerlendirdiler şarapları. Tuğrul Şavkay adına düzenlenen bu yarışmada derece alan tüm şarapları yayınlamaya yerim elvermiyor ama şarapçılığımızda, özellikle de butik işi, küçük bağlarda yapılan şarapçılıkta büyük bir gelişme var. (Tam ödül listesini http://tadimnotlari.blogspot.com/ adresinde bulabilirsiniz.) Pamukkale, Sevilen, Vinkara gibi daha eski kuruluşların yeni ve heyecan verici şaraplarla gündeme geldiği yarışmada ayrıca Barbare, Suvla gibi yıldızı parlayan yeni bağlar da vardı. ŞDD üyesi Ertan Anlı tadımın yöneticisi idi. Anlı’ya ‘izlenmesi gereken bağları’ sorduğumda, yarışmada öne çıkan yeni markaların dışında çok küçük ve özel bir bağ olan Chateau Nuzun’un şaraplarını da gözden kaçırmamak gerektiğini söyledi. Şarap konusunda birçok kitaba da imza atmış

Vinkara, Pamukkale ve Barbare yarışmadan birden fazla ödülle ayrılan markalar oldu.

119

Tuğrul Şavkay

Şarap Dostları Derneği 1989’da Tuğrul Şavkay önderliğinde şarabı anlamak, öğrenmek ve tatmak düşüncesiyle kurulmuştu. O günlerde tadılabilen şarap çeşitleri ve kalitesi ile bugünküler arasında çok büyük bir aşama kaydedildi. olan önolog Anlı bu alandaki gelişmeleri heyecan verici buluyor. Ona göre, devletin sürekli yükselttiği vergilerle önüne set üstüne set çektiği bu sektörde her geçen gün yeni bir markanın ortaya çıkmasını ancak entelektüel çevrelerde bir prestij beklentisiyle açıklamak mümkün. Şarap bu toprakların geçmişinden bugününe uzanan bir kültürü ileriye taşımaya niyetlenen, bol sıfırlı karlardan çok manevi tatmin duyacakları bir işe yatırım yapmak isteyen sabırlı insanların işi. Şarap Dostları Derneği 1989 yılında Tuğrul Şavkay önderliğinde küçük bir grup tarafından şarabı anlamak, öğrenmek ve tatmak düşüncesiyle kurulmuştu. O günlerde tadılabilen şarap çeşitleri ve kalitesi ile bugünküler arasında çok büyük bir aşama kaydedildi. İster istemez ‘keşke Tuğrul da görebilseydi, tadabilseydi’ diye düşünüyor, cennette hurilerin elinden en güzel şarapları tattığını hayal ederek teselli buluyorum. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

5:58 PM

Page 2

çocuklar için AJANDA FESTİVAL

AYIN İÇİNDEN

649-milsanat-120-125

Çocukların film festivali ● Garanti Bankası ve TÜRSAK Vakfı’nın işbirliğiyle düzenlenen Garanti Mini Bank Çocuk Filmleri Festivali 10. yılında, 15, 16 ve 17 Nisan’da Adana, 25, 26 ve 27 Nisan tarihlerinde ise Mersin’de çocuklarla buluşacak. Bu sene temasını ‘çevre’ olarak seçen festival, çocukların çevre bilincini artırmaya ve farkındalık yaratmaya yönelik animasyon ve kurmaca filmlerden oluşacak bir seçki sunacak.

ATÖLYE ● İstanbul Modern, “Fantastik Makineler” adlı yeni sergisine paralel olarak, 18 Nisan - 16 Haziran tarihleri arasında “Sanat Mühendisleri” adlı bir eğitim programı tasarladı. Sergi sanatçılarından Arman, Dubuffet ve Takis’in eserlerinden yola çıkan program, çocukları bir yap-boz oyunu oynamaya, hazır nesnelerle sanat yapmaya davet ediyor. www.istanbulmodern.org

MÜZE ● Rahmi M. Koç Müzesi, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda rengarenk bir etkinliğe ev sahipliği yapacak. Klasik Otomobil Kulübü’nün desteğiyle düzenlenecek olan ve çocuklara klasik otomobili sevdirmeyi amaçlayan bu etkinlikte, çocuklar ‘Vosvos’u hayallerindeki gibi boyama fırsatı yakalayacak. Çocukların boyayacakları Vosvos, 23 Nisan tarihinden itibaren bir hafta boyunca Rahmi M. Koç Müzesi’nde sergilenecek. www.rmk-museum.org.tr

TİYATRO ● Merve Dizdar ve Pamela Spence’in rol aldıkları “Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler” müzikali 14 Nisan’da; opera ve müzikallerden seçilen masallaştırılmış şarkılar ve aryaların teatral bir anlatımla sunulduğu “Çocuklar İçin Öylesine Bir Dinleti” 28 Nisan’da İş Sanat’ta izlenebilir. www.issanat.com.tr ● Bosch Çevre Çocuk Tiyatrosu’nun geçtiğimiz aylarda başladığı Karadeniz

MÜZİKAL ● Türkiye’nin ilk ulusal çocuk senfoni orkestrası Doğuş Çocuk Senfoni Orkestrası 23 Nisan etkinlikleri kapsamında “Notalar Müzikali” projesiyle İstanbul, Bursa ve Edirne’de sahne alacak. Dr. Erdal Atabek’in hazırladığı “Notalar Müzikali”, farklılıkların bir araya gelmesiyle oluşan bütünün anlam ve önemini notalar aracılığıyla vurguluyor. Müzikal, 21 Nisan’da Bursa Merinos Kültür Merkezi’nde, 22 Nisan’da Edirne Trakya Üniversitesi’nde, 23 Nisan’da is İstanbul Tim Maslak Show Center’da izlenebilecek. www.dcso.com.tr Turnesi kapsamında yeni durağı Sinop olacak. Topluluk 6, 7, 20 ve 21 Nisan’da Sinop’ta çocuklara “La Fonten Orman Mahkemesinde” adlı oyunlarını sunacak. Çocuk edebiyatının usta isimlerinden biri olan Yalvaç Ural’ın yazdığı “La Fonten Orman Mahkemesi”nde çocuklara çevre bilincini, hayvan ve doğa sevgisini aşılamayı hedefliyor. Oyun, ücretsiz olarak izlenebilir.

Önder kardeşlerden “Hayvanlar Karnavalı”

KONSER Ferhan ve Ferzan Önder

Milliyet SANAT Nisan 2013

120

● Türkiye’nin en önemli oda müziği topluluklarından Borusan Quartet, piyanist Ferhan& Ferzan Önder ve BİFO Solistleri, 21 Nisan saat 16.00’da, 22 Nisan’da ise 20.00’de Camille Saint-Saens’ın “Hayvanlar Karnavalı” adlı yapıtını çocuklar için seslendirecek. Memet Ali Alabora’nın anlatıcı olarak sahnede olacağı konser Süreyya Operası’nda sahnelenecek. 22 Nisan’daki konserde “Hayvanlar Karnavalı”nın

yanı sıra genç besteci Zeynep Gedizlioğlu’nun Ferhan&Ferzan Önder için yazdığı eserin dünya prömiyeri yapılacak. Konserin bir diğer sürprizi ise, Aleksey Igudesman’ın Borusan Quartet ve Ferhan & Ferzan Önder ikilisine adadığı “Yaylı Çalgılar Dörtlüsü” ve “Dört El Piyano için Edirne’den Kars”a adlı yapıtının ilk kez dinleyiciyle buluşacak olması. www.borusansanat.com


649-milsanat-120-125

3/25/13

5:58 PM

Page 3

nisan

REHBERİ

1 NİSAN PAZARTESİ SERGİ ● Melis Boyacı’nun sergisi 3 Nisan’a kadar Niş Art’ta. (0212) 232 25 82) ● Fatih Alkan’ın sergisi 4 Mayıs’a kadar X-İst’te. (0212) 291 77 84 KONSER ● Yeni Türkü saat 21.00’de BKM’de. (0216) 556 98 00 ● Eskişehir Senfoni Orkestrası 20.00’de ODTÜ KKM’de. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Kimsenin Ölmediği Bir Günün Ertesiydi” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 ● ”Ben, Pierre Riviere” 20.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 2 NİSAN SALI SERGİ ● Güzhan Müstecaplıoğlu’nun sergisi 6 Nisan’a kadar Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi’nde. (0212) 249 26 10 ● Çiğdem Öner’in sergisi 9 Mayıs’a kadar Ütopya Sanat’ta. (0216) 414 11 87 KONSER ● ”Antique” saat 20.00’de Operet Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 ● Doughter saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”Kızılötesi Aydınlık” saat 20.00’de

Gazi Sansoy’un “Biz Kimiz?” isimli solo sergisinde yer alan çalışması.

CKM’de. (0216) 556 98 00 3 NİSAN ÇARŞAMBA SERGİ ● Gazi Sansoy’un sergisi 12 Mayıs’a kadar Galedi İlayda’da. (0212) 227 92 92 ● ”Zeyno ve Muhsin Bilge Koleksiyonu” 2 Mayıs’a kadar Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde. (0212) 230 19 76 KONSER ● Skeç saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● Taksim Trio saat 21.00’de Jolly Joker İstanbul’da. (0212) 249 07 49 TİYATRO ● ”Öpüşenler” saat 20.00’de Hayal Perdesi’nde. (0216) 556 98 00 BALE ● ”Otello” saat 20.00’de Fulya Sanat’ta.

(0212) 252 11 11 4 NİSAN PERŞEMBE SERGİ ● Nadire Özbek’in sergisi 5 Nisan’a kadar Karsart Sanat Galerisi’nde. (0312) 475 44 99 KONSER ● Nez Retro Turca 21.00’de Jolly Joker İstanbul’da. (0212) 249 07 49 ● Babazula 21.30’da Babylon’da. (0212) 334 01 87 TİYATRO ● ”Kabin” saat 20.00’de Craft Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 ● ”Yokuş Aşağı Emanetler” 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 BALE ● ”Çalıkuşu” saat 20.00’de Mersin Kültür Merkezi’nde. (0324) 238 37 52 5 NİSAN CUMA SERGİ ● ”Yükselen Türk Sanatçılar” başlıklı karma sergi 16 Nisan’a kadar Artnext İstanbul’da. (0212) 999 39 90 KONSER ● Gogo Penguin saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● Murcof, Philippe Petit, Mark Cunningham 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73

Semra Taşdemir’in işi.

121

Milliyet SANAT Nisan 2013


AYIN İÇİNDEN

649-milsanat-120-125

3/25/13

5:58 PM

Page 4

TİYATRO ● ”Uğrak Yeri” saat 20.00’de Craft Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 6 NİSAN CUMARTESİ SERGİ ● Alpaslan Uçar’ın sergisi 12 Nisan’a kadar İzzet Baysal Üniversitesi KM’de. (0374) 253 45 19 KONSER ● Vladislav Delay saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”Asi Kuş” 20.00’de KKM Gazanfer Özcan Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 OPERA ● ”Kötülüğün Döngüsü” saat 16.00’de Kadıköy Süreyya Operası’nda. (0212) 252 11 11 7 NİSAN PAZAR SERGİ ● Müfit Karzek’in sergisi 13 Nisan’a kadar Galeri Sanat Yapım’da. (0312) 222 19 06 KONSER ● Swans saat 20.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”Leyla’nın Evi” saat 20.00’de Şinasi Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Ah Smyrnam Güzel İzmir’im” saat 18.30’da Eren Uluergüven Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 8 NİSAN PAZARTESİ SERGİ ● Aydan Aksoy’un serigisi 12 Nisan’a kadar Kuğulu Sanat Galerisi’nde. (0312) 466 05 40 KONSER ● Mehmet Erdem saat 21.00’de BKM’de. (0216) 556 98 00 ● ”Dertsiz Oyun” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 TİYATRO ● ”Peri Devden Korkuyor” saat 20.00’de Hayal Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Karanlık Korkusu” saat 21.00’de Stüdyo Oyuncuları Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 9 NİSAN SALI SERGİ ● Yeşim Sedef Gürkan’ın sergisi 19 Nisan’a kadar The Green Park Hotel’de. (0216) 573 30 30 ● Naci Kalmukoğlu’nun sergisi 28 Nisan’a kadar Arkas Sanat Merkezi’nde. (0232) 464 66 00 Milliyet SANAT Nisan 2013

KONSER ● Volkan Arslan 21.00’de Jolly Joker İstanbul’da. (0212) 249 07 49 ● Sarah Blasko bugün ve yarın 21.30’da Babylon’da. (0212) 334 01 87 TİYATRO ● ”Adalet, Sizsiniz” saat 20.00’de Bursa Teyyare KM’de. (0216) 556 98 00 ● ”Evaristo” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 10 NİSAN ÇARŞAMBA SERGİ ● ”Burning Ink” başlıklı sergi 12 Nisan’a kadar Milk Gallery’de. (0212) 251 57 97 KONSER ● Laetitia Sadier Trio saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”İntihar Mı Cinayet Mi?” saat 20.00’de KHÜ Cibali Kampüsü’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Sanat” saat 20.00’de Kenter Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 11 NİSAN PERŞEMBE SERGİ ● Ayşe Sibel Kedik’in sergisi 13 Nisan’a kadar Aysel Gözübüyük Sanat Evi’nde. (0312) 241 06 95 ● ”Çöl ve Deniz Arasında” başlıklı sergi 21 Nisan’a kadar Pera Müzesi’nde. (0212) 334 99 00 KONSER ● Balmorheao21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● Tibet Ağırtan 21.00’de Jolly Joker İstanbul’da. (0212) 249 07 49 ● Chinese Man 21.30’da Babylon’da. (0212) 334 01 87 TİYATRO ● ”Aşk Bir Rüyadır” saat 20.30’da Barış Manço Kültür Merkezi’nde. (0216) 218 16 46 12 NİSAN CUMA SERGİ ● Ömer Serkan Bakır’ın serigisi 19 Nisan’a kadar Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde. (0212) 251 90 14 KONSER ● Bora Çeliker saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● ”Odylle in the Dark” 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73 ● Levent Yüksel 22.00’de Jolly Joker İstanbul’da. (0212) 249 07 49 TİYATRO ● ”Aşk’a 103 Adım” saat 20.00’de KKM

122

Gazanfer Özcan Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 13 NİSAN CUMARTESİ SERGİ ● ”Ölüm ve Erkek” başlıklı sergi 14 Nisan’a kadar Mine Sanat Galerisi’nde. (0212) 232 38 19 KONSER ● Sıla 20.00’de Jolly Joker Ankara’da. (0216) 556 98 00 ● Engelsiz Orkestra saat 20.00’de Atakent Kültür Merkezi’nde. (0216) 328 23 37 OPERA ● ”Saraydan Kız Kaçırma” 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 14 NİSAN PAZAR SERGİ ● Metin Ünsal’ın sergisi 20 Nisan’a kadar Galeri Işık Teşvikiye’de. (0212) 233 12 03 ● ”Duvar Resminden Korkuyorlar” 21 Nisan’a kadar SALT Beyoğlu’nda. (0212) 292 76 05 TİYATRO ● ”Kuçu Kuçu” saat 20.00’de Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Deliriyum” bugün, 21 ve 28 Nisan’da saat 17.00’de Barış Manço Kültür Merkezi’nde. (0216) 218 16 46 15 NİSAN PAZARTESİ SERGİ ● Mustafa Özel’in sergisi 20 Nisan’a kadar Beyoğlu Akademililer Sanat Merkezi’nde. (0212) 245 02 29 KONSER ● Brandford Marsalis & Joey Calderazzo Duo saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”Haz Makamı” saat 20.30’da

“Çalıkuşu”nu, Mersin Devlet Opera ve Balesi sahneliyor.


649-milsanat-120-125

3/25/13

5:58 PM

Page 5

FESTİVAL

ODTÜ Sanat Günleri geliyor Ankara için artık gelenekselleşen sanat etkinlerinin başında gelen ODTÜ Sanat Festivali, bu yıl ODTÜ Sanat adıyla 14. kez düzenleniyor. 21 Nisan’a kadar sürecek ODTÜ Sanat 14’te, bu sene 36 sanatçının 70’ten fazla yapıtı sergileniyor. ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi’nde yapılan ODTÜ Sanat 14, sergilerden konserlere, tiyatro oyunlarından film gösterimlerine, atölye çalışmalarından söyleşilere kadar zengin bir içerik sunuyor. Festivade İdil Biret’ten Ayhan Sicimoğlu’na, “Bir Delinin Hatıra Defteri” oyunundan Hasan Pekmezci’nin atölye çalışmasına kadar pek çok etkinlik gerçekleştiriliyor. (0216) 556 98 00

● Pink Floydlar ve 2 Prenses 21.30’da Babylon’da. (0212) 334 01 87 TİYATRO ● ”Gerçek Hayattan Alınmıştır” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 18 NİSAN PERŞEMBE SERGİ ● Ayşe Ece Deryaoğlu’nun sergisi 20 Nisan’a kadar Galeri Artist’te. (0212) 227 68 52 KONSER ● ”Minimalist Müziğin Yaratıcısı Reich” başlıklı konser 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73 ● Jehan Barbur 21.30’da Babylon’da. (0212) 334 01 87 19 NİSAN CUMA SERGİ ● Berkay Buğdanoğlu’nun sergisi 28

Nisan’a kadar Mixer’de. (0212) 243 54 43 KONSER ● Mustafa Avkıran & Serhoş Komünite saat 22.00’de garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 ● Theodore, Paul & Gabriel 22.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● Erdem Helvacıoğlu retrospektif konseri 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73 TİYATRO ● ”Kerem Gibi” saat 20.00’de Ken Sineması Kültür Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 20 NİSAN CUMARTESİ SERGİ ● Selim Birsel’in sergisi 20 Nisan’a kadar Egeran Galeri’de. (0212) 251 12 51

Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 16 NİSAN SALI SERGİ ● Alev Ermiş Mavitan’ın sergisi 20 Nisan’a kadar Galeri Selvin’de. (0212) 263 74 81 ● Turan Aksoy’un sergisi 19 Nisan’a kadar Pi Artworks’te. (0212) 293 71 03 KONSER ● Aydilge 21.00’de Jolly Joker İstanbul’da. (0212) 249 07 49 TİYATRO ● ”Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi” saat 20.00’de CKM’de. (0216) 556 98 00 17 NİSAN ÇARŞAMBA SERGİ ● Baran Kamiloğlu’nun sergisi 18 Nisan’a kadar Mustafa Ayaz Sanat Galerisi’nde. (0312) 285 89 98 KONSER ● Brasstronaut 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12

123

Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

5:58 PM

Page 6

AYIN İÇİNDEN

649-milsanat-120-125

MÜZAYEDE

Sami Yetik’in ‘Natürmort’u Antik A.Ş.’nin müzayedesinde Türkiye’nin önemli müzayede evlerinden biri olan Antik A.Ş. Müzayede Evi 277. müzayedesinde klasik Türk resminin önemli sanatçılarına yer verecek. 14 Nisan’da İstanbul Swissotel’de gerçekleşecek müzayedede Sami Yetik, İbrahim Çallı, Şevket Dağ, Hikmet Onat, Hasan Rıza, Sami Boyar, Naci Kalmukoğlu, Müfide Kadri, İbrahim Safi imzalı tablolar ile değerli Osmanlı eserleri satışa sunulacak.

KONSER ● MFÖ 22.00’de Jolly Joker İstanbul’da. (0212) 249 07 49 21 NİSAN PAZAR SERGİ ● İrem Tok’un sergisi 27 Nisan’a kadar Pilot Galeri’de. (0212) 245 55 05 TİYATRO ● ”Saadet Pavyonu” saat 18.00’de Maya Cüneyt Türel Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Üç Faz” saat 15.00’te Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 22 NİSAN PAZARTESİ SERGİ ● ”Dinamo 1” başlılı sergi 3 Haziran’a kadar Swissotel Büyük Efes’te. (0232) 414 00 00 ● Uluslararası Küratör Yarışması sergisi 27 Nisan’a kadar Akbank Sanat’ta. (0212) 252 35 00 TİYATRO ● ”Karşılaşmalar” saat 20.30’da garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 ● ”Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi” saat 20.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 23 NİSAN SALI SERGİ ● Zeren Göktan’ın sergisi 27 Nisan’a kadar CDA Projects’te. (0212) 251 12 14 KONSER ● İrem Demirci 21.00’de Jolly Joker İstanbul’da. (0212) 249 07 49 24 NİSAN ÇARŞAMBA SERGİ ● ”Olduğumuz Gibi” başlıklı sergi 27 Nisan’a kadar Galeri Zilberman’da. (0212) 251 12 24 Milliyet SANAT Nisan 2012

KONSER ● ”Trompetin Çağdaş Sesleri” 20.00’de Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73 ● The Gaslamp Killer 21.30’da Babylon’da. (0212) 334 01 87 25 NİSAN PERŞEMBE SERGİ ● Ayten Mungan2ın sergisi 26 Nisan’a kadar Ege Üniversitesi AKM Sanat Galerisi’nde. (0232) 489 04 59 KONSER ● Fredrika Stahl 21.30’da Babylon’da. (0212) 334 01 87 TİYATRO ● ”Iska” saat 20.30’da Krek’te. (0216) 556 98 00 BALE ● ”Sevginin Bedeli” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 26 NİSAN CUMA SERGİ ● Carole Sionnet ve Pier Gajewski’nin sergisi 22 Mayıs’a kadar Fransız Kültür Merkezi Sanat Galerisi’nde. (0212) 393 81 11 KONSER ● Ecza Dolabı 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● John Talabot ve Pional 23.00’te Babylon’da. (0212) 334 01 87 TİYATRO ● ”Sivas ‘93” saat 20.00’de KKM Gazanfer Özcan Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Katilcilik” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0212) 243 50 51 27 NİSAN CUMARTESİ SERGİ ● Burcu Yağcıoğlu’nun sergisi 28 Nisan’a kadar C.A.M. Galeri’de. (0212) 245 79 75

124

Müzayedenin en dikkat çekici tablosu ilk kez satışa sunulan, Sami Yetik’in “Natürmort” adlı 1929 tarihli eseri. Müzayedede ayrıca hat sanatı eserlerine de yer verilecek. Türk hat sanatının usta hattatlarının çalışmaları müzayedede sunulacak. Turgay Artam tarafından yönetilecek olan müzayededeki eserler 13 Nisan tarihine kadar Antik Palace’da görülebilecek. (0212) 236 24 60

KONSER ● Kafası Karışık Kontrtenor saat 22.00’de garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 ● Kolektif İstanbış 22.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● Library Tapes 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73 28 NİSAN PAZAR SERGİ ● ”Doğaya Saygı” başlıklı karma sergi 29 Mayıs’a kadar Armaggan Art & Design Gallery’de. (0212) 522 44 33 29 NİSAN PAZARTESİ SERGİ ● Fatma Tülin’in sergisi 30 Nisan’a kadar Kare Art Gallery’de. (0212) 240 44 48 TİYATRO ● ”Kayıp” saat 20.30’da Craft Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 ● ”Olmamış mı?” saat 20.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 30 NİSAN SALI SERGİ ● Aslı Sungu’nun sergisi 25 Mayıs’a kadar Pi Artworks’te. (0212) 245 40 87 ● Murat İrtem’in sergisi 7 Mayıs’a kadar Olcay Art’ta. (0216) 411 17 13 ● Floex 21.30’da Babylon’da. (0212) 334 01 87 KONSER ● Caz Ağacı saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● ”Pragma” saat 20.30’da garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 ● ”Adolf” 20.30’da Bo Sahne’de. (0216) 556 98 00


649-milsanat-120-125

3/25/13

5:59 PM

Page 7


649-milsanat-12-13

3/25/13

2:21 PM

Page 2


649-milsanat-12-13

3/25/13

2:21 PM

Page 3


3/25/13

D Ü N YA D A N S A N A T

649-milsanat-126-127

6:03 PM

Page 2

Lana Del Rey

ROMA

William Guerrieri’nin fotoğrafı.

BERLIN KONSER 1986 New York doğumlu Elizabeth Woolridge Grant, sahne adıyla Lana Del Rey günümüz pop müziğinin parlayan simalarından. 2012 tarihli “Born to Die” albümüyle tüm dünyada listeleri kasıp kavuran Lana Del Rey, bugünlerde ilk zamanlardaki hızını kesmiş gibi gözükse de konserleri hâlâ ilgi uyandıran bir isim. Sanatçının konseri 15 Nisan’da Tempodrom, Berlin’de. www.concertboom.com

SERGİ Ünlü mimar Zaha Hadid imzalı Roma’daki Maxxi Müzesi dünyanın önde gelen on fotoğrafçısının 2003 - 2009 yılları arasında Milano - Bologna hızlı tren hattı boyunca çektikleri fotoğraflardan oluşan bir sergiye düzenliyor. John Gossage, Dominique Auerbacher, William Guerrieri, Walter Niedermayr, Guido Guidi ve Tim Davis gibi ustaların fotoğraflarının yer aldığı sergi 21 Nisan’a kadar açık olacak. ww.fondazionemaxxi.it

NEW YORK BİENAL Bu yıl “Son ve Ötesi” temasıyla gerçekleştirilen New York Bienali’ne Türkiye’den İzmirli heykeltıraş Uğur Çakı davet edildi. Çakı, dünyaca ünlü aktivist sanatçı Ai Wei Wie ile birlikte bienalin Onur Konuğu seçildi. Bienal 31 Ağustos’ta sona erecek. www.nybiennaleart.org

KALİFORNİYA

MADRİD

Laurent Garnier

KONSER Ünlü Coachella Müzik Festivali, bu yıl üst üste iki haftasonu olmak üzere her zamanki mekanı Kaliforniya’nın Indio kasabasında yapılacak. 12 - 14 ve 19 - 21 Nisan tarihlerinde düzenlenecek olan festival programı kelimenin tam anlamıyla bir yıldızlar geçidi: Stone Roses, Blur, Phoenix, Red Hot Chili Peppers,Nick Cave and the Bad Seeds, New Order, Lou Reed, Franz Ferdinand, Wu-Tang Clan ve daha birçok isim müzikseverlere tam bir ziyafet çekecek. www.coachella.com

LONDRA Dali sergisinde yer alan eserlerden.

SERGİ Dünyanın sayılı Salvador Dali koleksiyonlarından birine sahip olan Madrid’deki Reina Sofia Müzesi, Paris’in ünlü Centre Georges Pompidou Müzesi ile işbirliği içinde son yılların en büyük Dali sergisine ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Özellikle Dali’nin gerçeküstücü dönemine odaklanan sergi, sanatçının şiirsel önermelerine getirdiği plastik çözümleri mercek altına almayı amaçlıyor. Sergi 22 Nisan - 2 Eylül tarihleri arasında izlenebilecek. www.museoreinasofia.es Milliyet SANAT Nisan 2013

BARCELONA KONSER Fransızların efsanevi DJ’i Laurent Garnier 5 Nisan’da Nitsa Club’ta sahne alacak. Kariyerine ‘80’li yılların sonunda Manchester’ın ünlü Hacienda adlı kulübünde başlayan, daha sonraları kurduğu F Communications şirketiyle bugün artık klasikleşmiş olarak kabul edilen tekno yapımlarına imza atan, halen Paris’in ünlü Rex Club adlı mekanını işleten Laurent Garnier elektronik müzikseverlerce yaşayan bir efsane olarak kabul ediliyor. www.songkick.com

126

TİYATRO Rus yazar Maksim Gorki’nin yapıtı “Güneşin Çocukları” İngiliz Ulusal Tiyatrosu bünyesinde seyirciyle buluşuyor. “Güneşin Çocukları” 19. YY. sonu Rusya’sında veba günlerinde geçer. Vebayı çarlık rejiminin kokuşmuşluğunu anlatmak için bir metafor olarak kullanan yazar keskin bir mizah anlayışıyla dönemin ekonomik ve siyasi eşitsizliklerine dikkat çeker. 14 Mayıs’a kadar sahnelenen ve Howard Davies’in sahneye koyduğu oyunda Lucy Black, Steven Blake, Matthew Flynn’ın da aralarında bulunduğu isimler rol alıyor. www.nationaltheatre.org.uk


6:03 PM

Page 3

KOPENHAG

Sezin Akbaşoğulları FOTOĞRAF: MUHSİN AKGÜN

3/25/13

PROUST ANKETİ

649-milsanat-126-127

● Sevdiğiniz karakteristik

Sergide yer alan çalışmalardan.

SERGİ Geçtiğimiz yıl ölmeden önce görmeniz gereken 1000 mekan listesine dahil edilen Danimarka’nın nevi şahsına münhasır müzelerinden Louisiana Modern Sanat Müzesi, içinde bulunduğumuz bahar aylarında kapsamlı bir Pop - Art sergisine ev sahipliği yapıyor. 1955 - 1972 yılları arasında pop art sanatçıları ile tasarımcıların işbirliğine odaklanan sergide yaklaşık 180 yapıt yer alıyor. Sergi 9 Haziran’a kadar izlenebilir. www.louisiana.dk

PARİS

“Aşk ve Entrika” 21 Mart’ta izlenebilir.

TİYATRO Fransız ulusal tiyatrosu Comedie Française’in bu sezon sahnelediği en başarılı yapımlardan biri olarak öne çıkan Shakespeare’in oyunu “Troilos ile Kressida”, Truva Savaşı esnasında yaşanan olaylara odaklanıyor. Andre Markowicz tarafından Fransızcaya çevrilen oyunu Comedie Française’in deneyimli yönetmenlerinden Jean-Yves Ruf sahneye koymuş. Oyun 5 Mayıs’a kadar sahneleniyor. www.comedie-francaise.fr

özelliğiniz nedir? Çok tatlı bir insan oluşum. ● Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Bağımsızlık. ● Bir erkekte aradığınız en önemli özellik neler? Zeka ve medeniyet. ● Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Bünyemin kolaylıkla sinir/stres üretmesi. ● Mutlu olmak için ne yaparsınız? Çayır, çimen, deniz, orman.. ● Sizi en çok ne mutsuz eder? İnsanlar ve yapabildikleri. ● Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? Avrupa metropollerinden iklim şartları çok da çetin olmayan birinde yaşayabilirim. ● Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Orson Welles, Milan Kundera, Anton Çehov, Henrik Ibsen, Tenesee Williams, Shakespeare ve daha niceleri.. ● Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Peter Pan! ● Gerçek hayatta sevdiğiniz ‘kahramanlar’ kimler? Julian Assange ● İsminiz ne olsun isterdiniz? Bilmem nedendir ama, küçükken Ayşe olsun isterdim. ● En nefret ettiğiniz şeyler neler? Kabalık. ● Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? Görünmez olmak ve uçmak... Hayat

127

Proust Anketi’nin konuğu, bu ay vizyona girecek olan “Yabancı” filmininin başrol oyuncusu Sezin Akbaşoğulları. daha çekilir olurdu. ● Nasıl ölmek isterdiniz? Sakince. ● Sevdiğiniz bir söz var mı? “Sözler büyüdür.” ● Sizin için en değerli şey nedir? Sevdiklerim. ● Yaptığınız en büyük savurganlık? Hangi birini söylesem bilemedim... ● Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Kibar olmam gereken durumlarda. ● En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? S**tir et. ● En büyük pişmanlığınız nedir? Küçükken kardeşime ettiğim eziyetler... ● Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/kim olurdunuz? Eğer ölseydim bir daha buralara uğramazdım. Başka yerlerde hiç bilmediğimiz bambaşka formlarda takılırdım. ● Şu anki ruh haliniz nedir? Yorgun. ● Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Hep, en son aşkım en büyük aşkımdır. ● Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Sabredememek, bir türlü duramamak! ● En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Dün havaalanında. ● Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz bunlar neler olurdu? Üstüme biraz sakinlik üflensin isterdim.

Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-128

3/25/13

6:04 PM

Page 1

BULMACA İLKER MUMCUOĞLU

mumcuogluilker@gmail.com

1

SOLDAN SAĞA 1. “...’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” (Nazım Hikmet) - “... Yosma” (Sartre’ın bir oyunu). 2. “Can ...” (müntehir şair) - “... Gordimer” (Güney Afrikalı yazar) - Hastalığın bedene yerleşmesi. 3. Rusça evet - “... Mutfağı” (Vasıf Öngören’in bir oyunu) - Bir sergide malların sergilendiği yer. 4. Asıl adı Emile Chartier olan Fransız filozofu - Carol Reed’in bir filmi - Bir haber ajansı. 5. “Stanislaw ...” (Solaris’i de yazan bilimkurgu yazarı) Antrakt - İnatçı. 6. Tekil ikinci kişiyi gösteren samir - İlave - İngilizce numaranın kısa yazılışı - İtikat. 7. Orkestra şefi - “... Özer” (şair). 8. ... Murdoch (yazar) - İnce alay - Bir müzik sesini belirtmeye yarayan işaret. 9. Rengarenk - Nazım Hikmet’in soyadı. 10. İlaç - “...lı Timon” (Shakespeare’in br oyunu) - “Ve ... Kadını Yarattı” (Roger Vadim’in, Brigitte Bardot’lu filmi). 11. “Ölmeye ...” (Adalet Ağaoğlu’nun bir romanı) - Bin metrenin kısa yazılışı - Akıcı söz. 12. “... Berk” (şair) - “... Adamdır” (Brecht’in bir oyunu) - Arjantin’in plaka işareti. 13. Nikelin simgesi - Satılmış Nişanlı ve Dalibor adlı operaları da olan Bohemyalı besteci - Altının simgesi. 14. Henrik Ibsen’in bir oyunu - “... Gözlü Yar” (şarkı) - “... Bir Yalnızlıktır” (Sefa Kaplan’ın bir şiir kitabı). 15. Yılmaz Arslan’ın yönettiği bir film - “İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar / Düşsün suya yer yer ... eski zamanlar” (Behçet Kemal Çağlar) - Gorki’nin bir romanı.

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Verdi’nin bir operası - “... Dönüşü” (John Le Carre’nin br romanı). 2. Shakespeare’in bir oyunu - Ingeborg Bachmann’ın bir romanı. 3. Bir bağlaç - Vergilius’un tanınmış destansı şiiri - Toryumun simgesi - Müstahkem yer. 4. Ferment - Mr No’nun en iyi arkadaşı - Bartın’ın bir ilçesi. 5. Genişlik - Spielberg’in bir filmi - Tayin edilme. 6. Tuna ırmağının bir kolu - Bir tür sentetik boya. 7. Tanınmış bir çizgi roman - Albert Camus’nün yapıtlarında söz ettiği Cezayir kenti - Mazdek dininde ateş. 8. Erden Kıral’ın bir filmi - Bir ay adı - Orhan Hançerlioğlu’nun bir romanı. 9. Büyük tepsi

Milliyet SANAT Nisan 2013

2

3

4

5

6

7

8

9

10 11 12 13 14 15

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15

- “... Cabbar” (aktör) - Kırgızların ulusal destanı. 10. Tarla sınırı - Voltamperin simgesi - “... Hanım” (Necati Cumalı’nın filme de aktarılan yapıtı) - Bir bağlaç. 11. Müntehir bir Rus şair - Casablanca filminde, Ingrid Bergman’ın oynadığı karakter - Mağara. 12. “... Show” (Peter Weir’ın yönettiği bir film) - “Fena Halde ...” (Attila İlhan’ın bir romanı). 13. Karakter - Ünlü bir karikatürist - “... Üçlemesi” (Lars Von Trier’in bir film serisi). 14. “... Olin” (Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği adlı filmde de oynayan aktris) - “Kemal ...” (romancı) - Zihin. 15. Halı ya da kilim dokunan tezgah - “Erkan ...” (“Takva”da da oynayan aktör) - Fin hamamı. MS

GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1

2

3

4

5

6

7

1

J

A

R

R

İ

V

E

2

O

L

R

İ

C

M

A Z

3

J

A

4

O

N

K

P

İ

6

M

A

7

A

K

İ

8

D

U

L

9

O

5

10 11

K

E

S

T

D

O

L

İ

N

A

T H P

S

İ

S

O

T

A

M

E

F

T

K

L

A

Y

H

M

E

E

İ

N

R

E

N

Z

A

E

N

E

A

T

12

L

İ

13

A

R

A

14

T

E

N

T

15

A

N

A

R

K

M

9

10 11 12 13 14 15

A

L

İ

Ğ

A

Ç E

E

Ç

İ

R

O

A

D

N

E

N

E

E

K

L

İ

O

A

E

E

A A

8

A

E

L

K

U

Ş

A

M

A

A Z A

N

D

E

E

M

E

A

T

E

L

İ

F

T

E

L

E

S

İ

N

A

D

İ

R

L

İ

N

İ

K

A

N İ

A

M

M

R E

Ş

A

K

A

Ç

E

D

İ

K

T

İ

Y

A

T

A

N

M

A

KAÇIRMA 10 Nisan-10 Mayıs 2013

Asfalt Art Gallery Adres: Bahariye Cad. Canan Sok. Azeri Apt. No: 51 Kat: -1 Kadıköy / İstanbul

128

T O

D


KAPAK

649-milsanat-14-15

3/25/13

2:23 PM

Page 2

Ayrı dünyadalar ama birlikteler! NİHAN BORA nihanbr@gmail.com

Sanat ile tasarımın iç içe geçtiği bir dönemdeyiz. Sanat eseri ile tasarım ürünü arasında belirgin bir çizgi yok; ‘yaratıcılık’ konusu ise ikisine de ait. Benzeştikleri ve ayrıldıkları ufak ama güçlü detaylar var. Konuyu sanat ve tasarım dünyasından isimlere sorduk.

“Tasarım fonksiyoneldir sanat estetikle ilgilenir”

“Sanat ve tasarım aynı kökene bağlanıyor”

SİBEL NİKSARLI

“Tasarım bir işlevi içinde barındırır”

Tasarım üretilir, sanat yapılır. Tasarım fonksiyoneldir, sanat estetikle ilgilenir. Sanat gündelik hayatı ıskalar, tasarım hayata göz kırpar. Sanat eserinin tek bir kişiye ait olması belki heyecan verici ama her zaman değil. (Heykeltıraş)

HÜSAMETTİN KOÇAN

Arhan Kayar’a göre artık sanat ve tasarım farklı iki yaratıcı endüstri alanı.

ARHAN KAYAR Sanat ve tasarım, geleneksel terminolojide aynı kökene bağlanıyor; ancak günümüzde durumlar değişik bir hale geldi. Tasarım, endüstri ile kendisine paralel bir yol seçerek yaşamsal fonksiyon ihtiyacıyla ilgili alanı sahiplendi. Sanat ise bireysel zihinsel faaliyetler alanın da bağımsızlığını ilan etti. Üretim aşamasında ‘sanat ve tasarım’ zaman zaman aynı teknolojilerden hayat bulur, aynı yollardan geçerler ama artık sanat ve tasarım birbirlerinden farklı iki ‘yaratıcı endüstri’ alanıdır. Sanat içerisinde tasarımı; tasarım içerisinde sanatı barındırabilir ama birbirlerinden tamamıyla ayrı konulardır. (Dream Design Factory Kurucu Ortağı, İstanbul Design Week Koordinatörü) Milliyet SANAT Nisan 2013

İnsanoğlu her iki durumda da yaratıcılığını aktive ediyor. Sanatçıdan da, tasarımcıdan da mutlaka özgün bir adım atması bekleniyor. Benim için tasarım ürünleri yerleştirilmiştir, onlar özgün ve biriciktir. Bir sanat eserinden tekillik bekleriz bazen; bir resim, heykel tektir, tekildir. Çoğalmaya başlayınca özgün baskı aracıyla çoğalıyor, bir sürü kişi tarafından paylaşılmışlık oluyor. Bunu eksiklik olarak saymazsak, ki ben saymam, bu nedenle çoğaltılmış bir şeyin sanat eserliği ortadan kalkmaz. Tasarım ürününün de yaratıcılığı ortadan kalkmış olmuyor. İkisini birbirinden ayıran tek şey, tasarımın bir işlevi de içinde barındırıyor olması. Sanatın böyle bir endişesi yok. (Sanatçı)

“Temel amaç yeni bir iletişim yöntemi” REFİK ANADOL Sanatçı tasarım disiplininden yararlanarak bir iş ortaya çıkarıyorsa bu iş rahatlıkla sanat olarak algılanabildiği gibi tasarım niteliği de taşıyor olacaktır. Ve yine bir tasarımcı da sanatsal kaygılar taşıyan yaklaşımla pekala iş üretebilir. Her iki yaklaşımın temel amacı gündelik, alışageldiğimiz iletişim yönteminin ötesine geçip yeni bir iletişim yöntemi yaratmasında yatıyor. (Sanatçı)

“Sanat soru sorar” BURAK ARIKAN Sanat soru sorar. Tasarım çözüm sunar. Eleştirel tasarım ya da kullanım değeri olan sanat bu temel özelliklerini kaybetmiş sayılmaz. (Sanatçı)

14


649-milsanat-14-15

3/25/13

2:23 PM

Page 3

“Sınırlar, kategoriler vasatın işine yarar” DERİN SARIYER

“Sanatçı da tasarımcı da yaratıcı yeteneğe sahiptir” NEZAKET EKİCİ Bence sanatçı ve tasarımcı sürecin ilk etaplarında benzer şekilde çalışırlar. İkisi de yaratıcı yeteneğe sahiptirler. İkinci basamak ise farklı: Tasarımlarda olduğunun aksine, sanatçı fikrinin fonksiyonel ve halk için uygulanabilir olması amacıyla hareket etmez. Prensipte sanatçı, fikirlerini kendinin dışında yaratır, pragmatik amaçlar gütmeden düşüncelerini özgürce açığa çıkarır. Bir tasarımcı kar amaçlı satışa uygun, çok sayıda ürün üretmeye çalışır. Sanatçı da geçinmek zorundadır ama tek amacı satış değildir. ‘Küresel çağ’ olarak adlandırılan bu dönemde tasarım ve sanat gibi bireysel disiplinlerin birbirine daha da yaklaşması oldukça çarpıcı. Tasarımcı ürününü özgün bir biçimde sunarak, onun sanat eseri gibi görünmesini sağlayabilir. Diğer taraftan, sanatçı da çalışmasını kitleler tarafından satın alınabilecek, ‘gündelik hayat’ta pratik faydalar sağlayacak şekilde tasarlayabilir. (Sanatçı)

“Sanat ile tasarım arasındaki yakınlaşma yeni bir ilişki değil”

Sanatla ilgisi olmayan her şeyin sanata dönüştüğü konusundaki kaygılanmaları ve buna bağlı olarak ‘design-art’ gibi melez tavırları eleştirmeye yönelik sayıklamaları temel meseleyi görmeyi engelleyen oyalanmalar olarak nitelendirebilirim. Sınırlar, kategoriler ve sistemler vasatın işine yarar. Disiplinlerarası olumlu bir fluluğun üzerine açık yüreklilikle gidilmesi taraftarıyım. (Tasarımcı)

“Tasarım, sanatın somutlaşmış halidir”

“Yaratıcı insanın yaşamda kalma savaşı...” ÖZLEM YALIM ÖZKARAOĞLU Kriz sonrası değişen standartlar, azalan üretim, 180 derece dönüşen tüketim anlayışları, talepte bir yön değişikliği yarattı. Tasarımcı kendi iç disiplinlerine yöneldi, tasarımını yaparken yaşadığı deneyimi, süreçlerini vb. bir sunum objesi haline getirdi. Üründen çok, fikirlerin daha rahat sunulabileceği günümüzde, yaratıcı insanın bir yaşamda kalma savaşı olarak görüyorum bu sanatsal eğilimi. (Endüstriyel tasarımcı)

“Sanatı tasarımdan ayrı tutmuyorum” BERRİN ESER Sanat ve tasarımın birbirini bütünleyici kavramlar olduğunu düşünüyorum. Tasarım, kişinin kendini belirli bir obje üzerinden sanatsal açıyla ifade etmesidir. Tasarım, sanatın daha somutlaşmış halidir. Sanat yapıtı tek olduğunda tabii ki daha değerlidir. Ancak bazen çoğaltılan ürünler sanat yapıtının birçok kişi ile buluşmasını sağlar. (Moda Tasarımcısı)

LEVENT ÇALIKOĞLU Görsel sanatlar ve tasarım kültürü arasındaki yakınlaşma yeni bir ilişki değil. Modernizm sanat ile tasarımı çoktan birbirine bağladı ama çağdaş sanat artık bu yakınlığın belirgin sonuçlarını sunuyor. Bu yakınlıkta malzeme ve form arayışının etkileri de çok belirgin. Sanatın güncel, yeni malzemelere karşı merakı tasarım dünyasının merkezini oluşturuyor. Aynı malzemeyi kullanan pek çok tasarımcı ve sanatçı mevcut. (İstanbul Modern Şef Küratörü)

“Sanat kişiseldir, tasarım kullanıcıyı hedefler” ESEN DİRİBAŞ Sanat kişiselliği barındırırken tasarım kullanıcıyı hedefler. Sanatçı herhangi bir kaygı gütmeden eserlerinde fikirlerini özgürce ifade ederken, tasarımcı belli sınırlar içinde hedef kitlenin arzularına göre plan oluşturarak fikirlerini şekillendirir. (Tasarımcı)

15

Pirim, sanat ve tasarımın ayrımlarını söylemenin zor olduğunu belirtiyor.

SEÇKİN PİRİM Sanat ve tasarımın ayrımlarını günümüzde söylemek zor. Bu iki disiplin arasında en belirgin fark, tasarımın endüstriyel bir çoğaltım ve kullanım alanına girmesi. Olgu olarak ben sanatı tasarımdan ayrı tutmuyorum. Edisyonlu bir sanat eseri ile edisyonlu bir tasarım arasında uçurumlar olduğunu düşünmüyorum. Tabii bunu her tasarım için söylemem mümkün değil. Sanat eserinin bir söylemi vardır ve bu söylem bazı tasarımcıların işlerinde de görülebilir. Sanatı tasarımdan uzaklaştıran ise onun tek olma gibi bir büyüsünün olması. (Heykeltıraş) Milliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:12 PM

Page 2

KAPAK

649-milsanat-16-19

FOTOĞRAF: ERCAN ARSLAN

Philip Starck: “İnsanlarda her türlü sorunu çözecek akıl var. Yeter ki o sorunla ilgilensinler.”

Philippe Starck:

“Hiçbir şeyden ilham almam, ustam yoktur” 2000’li yıllardan itibaren Mama Shelter otellerini tasarlayan dünyaca ünlü tasarımcı Philippe Starck, İstanbul Mama Shelter’a da imzasını attı. Starck ile İstanbul’da bir araya geldik; hayattan yaratım sürecine, geniş bir yelpazede sohbet ettik.

İSTİKLAL CADDESİ, dünyaca ünlü bir tasarımcıyı ağırladı. Philippe Starck, Demirören İstiklal’in yan sokağından girilen Mama Shelter İstanbul’u tasarladı. Açılış için de İstanbul’a geldi. Okuldan kütüphaneye, saraydan gece kulübüne farklı tasarımlar yapmasıyla tanınan Starck’ın efsanevi oteller altında çok Milliyet SANAT Nisan 2013

sayıda imzası bulunuyor. Buenos Aires’deki Hotel Faeno ve Paris’teki Royal Monceau onlardan sadece ikisi... 1990’lı yıllardan itibaren Starck’ın daha çok otel tasarladığını söylersek yanlış yapmayız. Otel tasarlarken paradokslardan beslendiğini de... Yüzlerce euro verdiğiniz bir otelden ziyade 100 euroya kaldığınız

16

AYŞEGÜL SÖNMEZ sanatatak@gmail.com

bir oteli tasarlamaktan daha çok hoşlandığını da... Mesela Starck’ın tasarladığı ve geceliği 100 dolar olan Paramount Otel bu tür otellerden biriydi. 2000’li yıllarda Starck’ın Mama Shelter otelleri macerası başladı. Dünya çapında bir zincir olacak otelin ilkini şu kavramlarla tasarlayacaktı:


649-milsanat-16-19

3/26/13

5:13 PM

Page 3

“Dinç. Dürüst, mizahi, akıllı ve eğlenceli”. Starck, İstanbul’da bir Mama Shelter olmasıyla ilgili ise şöyle diyor: “İstanbul her şeyin ortasında. Herkesin bildiği gibi Asya’da da değil, Batı’da da değil. İstanbul İstanbul’dur! Mama Shelter’la İstanbul’un ruhları arasında bence güçlü bir ilişki var. Mama Shelter sosyal farklılıkları, kültürleri kesiştirme enerjisi olanların yeri. İstanbul da bütün bunların, milliyetlerin, her şeyin kesiştiği bir yer. Gelecek burada buluşuyor. Çünkü gelecek her zaman karışımlardan oluşur. Hayat da buluşmaların zenginliklerinden.” Öte yandan Paris’teki Mama Shelter’dan İstanbul şubesinin bir farkının olmadığını da ekliyor. Ünlü tasarımcı İstanbul şubesi için ne iklim ne de ekonomi açısından hiçbir şeyi değiştirmek zorunda kalmamış. “Parametreler aynı. İstanbul’a eklediğimiz küçük espriler var; hani arkadaşlar arasında olan türden” diyen Starck’la bir tiyatro sahnesi gibi düşünüp tasarladığı İstanbul Mama Shelter’ın restoranında buluştuk. ● En son ne zaman İstanbul’a geldiniz? Ne zaman geldiğimi ya da kaç defa geldiğimi hatırlamıyorum. ● İstanbul’u seviyor musunuz? Ben iyi enerjili insanların bulunduğu her yeri severim. ● 5 çocuğunuz var. Mesela onlardan, onların oyuncaklarından ilham alıyor musunuz? Ben kimseden, hiçbir şeyden ilham almam. Tanrım yoktur. Ustam yoktur. İlham aldığım kimse ya da nesneler yoktur. Zihinsel bir hastalığa sahibim. Otizme yakın bir hastalık. O yeterli benim çalışmam için. ● Zamanla aranız nasıldır? 21. YY.’la nasıl bir ilişki kurdunuz? Hayat, 4 milyar yıl önce başladı. Suda. Önce bakteriydik, amiptik. Sonra sırayla balık, kurbağa, maymun ve şimdi süper maymun olduk. Dünya, 4 milyar yıl içinde güneş içeriye doğru patladığında patlayacak. Bu hikayenin tam ortasında olduğumuz anlamına gelir. Bu çok eğlenceli. Bir filmin ortasında ya da bir kitabın ortasında olmaya benziyor. Biz bu fantastik işin, bu fantastik rüyanın, bu fantastik tarihin çok küçük bir parçasıyız. İnsan, 8 milyar yılda hayvan türleri içinde kendi aklını kullanarak gelişmeye çalışmış kendi hakikatini yaratmış tek tür. Bu şu demek, yüzyıl diye bir şey yok. Bu 8 milyar yıllık bir hikaye. ● Kendinizi evrenselliğe inanan biri olarak tanımlar mısınız? Ben evrenin ne olduğunu bilmiyorum.

“Ben sanatçı değilim. Sanatçılık, orta sınıfta yapılan bir sınıflandırmadır. Ben orta sınıfta değilim. Hiçbir sınıfta değilim. Çok fazla şey yapıyorum. En kesin şey, yaratıcıyım. Ben her zaman yaratırım.” ● O zaman şöyle sormalıyım: Çok uzun milyar yıllık bu hikayede uğraştığımız estetik değerler herhangi bir bölgesellik taşımaksızın sadece bu hikayenin geçtiği evrene mi aittir? Yani ortaktır? Bakın... Biz bir zincirin parçasıyız. Herkesin bu gezegende bir görevi var. İyi gelişmeyi sağlamak, hakikati yaratmak için. Herkesin, içinde yaşadığı topluma, bu gelişmiş hayvan türünün devamlılığını iyi koşullarda sağlamak için yapması gerekenler var. Ve bunu yapmak için dahi olmanıza gerek yok. Ne yapabiliyorsa onu yaparak... Bu bir seçim değil öte yandan! Bunu bilmek önemli: Çalışmak için buradayız. ● Ama bu gelişmiş hayvan türü olan insan, şu dönemde çok fazlasıyla farkında değil mi başına gelenlerin, başına geleceklerin? Küresel ısınmadan tutun, ne yiyeceğini ve yememesi gerektiğini bilmesine... Gelişmiş insan türü, fazla mı gelişti ne dersiniz? Her kuşak bence böyle düşünür. Bu normal. Geçmiş ve geleceği çok iyi bildiğini sanabilir. İkisini birleştirebileceğini bile düşünebilir. Oysa bu kuşağın önünde inanılmaz sayıda ekonomik, felsefi, etnik, dini, ekolojik konular var, meydan okuyarak çözmesi gereken. Dediğim gibi buraya çalışmak için geldik. Ve etrafımda çalışmayan, düşünmeyen, bu konulara ilişkin ne yapması gerektiğine dair bir vizyonu olmayan insanlar gördüğümde çok üzülüyorum. Yaşadığımız yerkürede o kadar çok sorun var ki... Özellikle gelecekten sorumlu insanlar yani politikacılar bu sorunlarla ilgili hiçbir şey yapmıyor. Oysa biz çok yaratıcıyız. ● Biz yaratıcıyız derken biz kimiz? Sanatçılar mı? Yaratıcı olan hepimiz. İnsanoğlu yaratıcı. Hem de inanılmaz yaratıcı. Sanatçılarla yaratıcıları karıştırmayalım. Bir sanatçı her zaman yaratıcı olmayabilir. Bu kafa karışıklığı yaratmasın sakın! İnsanlarda her türlü sorunu çözecek akıl var. Yeter ki o sorunla ilgilensinler. Ama maalesef sorunlarla geç il-

17

gileniyoruz. Gezegene verdiğimiz zarar da buradan kaynaklanıyor. Sorunun kendisinden değil onu çözmek için geç kaldığımızdan. ● Bu gezegenin kurtarılamayacağına ilişkin olumsuz düşünenler ve ortaya attıklara rakamsal değerler hiç de az sayıda ve iç açıcı değil. Siz ne diyorsunuz? Mümkün değil. Yaratıcı insanlar çözer. Çözebilir. Yeter ki soruna eğilebilsin. Her zaman eskiyle modern arasında bir savaş vardır. Bugün küresel ısınma denilen olguyu görmezden gelenler tehlikeli insanlar. Bu görmezden gelenlere inananlar da çok tehlikeli insanlar. Aslında insanlığa karşı suç işliyorlar. Ben böyle görüyorum. Onları katil olarak görüyorum. Sadece şu söyleşiyi yaparken bile gezegenimizde birileri susuzluktan birileri zehirli su içmek zorunda kalmaktan birileri çok fazla sudan ölüyor. Bunu görmezden gelmek suçtur. ● Trajik... Buna hayat denir. Hatta buna sekiz milyar yıl boyunca insan türünün fantastik hikayesi de denilebilir. Yeni yeni bazı şüphelerim var. ● Ne gibi? Bugüne kadar hep insanın dünyanın sonuna kadar yaşayacağına, bir şekilde hayatta kalacağına inandım. Ama artık şüphe duyuyorum. İnsan güneşin patladığı anı görmeyebilir. Dünyanın sonuna kadar yaşamayabilir. ● Bir çağrı yapıldı Amerika’da Mars’a gitmek isteyenlere... Ama giderseniz bir daha gelmeyeceksiniz. Bunu bilerek gitmeye karar vermeniz gerekiyor. Binlerce insan başvurmuş. David Bowie şarkısı gibi. Zaten son zamanlar böyle fütüristik mi bir bakıma? Hiç öyle düşünmüyorum. Bence fütüristik olan hiçbir şey yok. Her şey mutlak. Fütürizm söz konusu değil. Şu anda çok düşük bir yaratıcılığın olduğu bir dönemden geçiyoruz. ● Buraya gelirken bütün tasarımlarınızı düşündüm. Ve şuna kadar verdim trajik olandan yoksun olduklarını. Öte yandan zamanımızı çok iyi kavrıyorlar... Ne dersiniz? Size katılmıyorum. ● En azından kızmadınız... Benim bütün işim çok önceden... Tasarımla ilgili, mesela yemekle ilgili olan... Genel vizyonum 30-40 yıl önceden gelir. Projelerim net 20 yıl önceden gelir. Üründe ise 5 yıl önceden gelmeyen hiçbir ürünüm yoktur. O yüzden bugünle uyumlu olduğumu, zamanı kavradıklarını söyleyemezsiniz. Ben çok çok çok yavaş bir Milliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:13 PM

Page 4

KAPAK

649-milsanat-16-19

Şöyle açıklayayım. Kartvizitiniz var mı? Varsa orada gazeteci yazıyordur. Ya da tesisatçı ya da satıcı ya da sanatçı. Kartvizitinde sanatçı yazan sanatçıdır. Benimse kartvizim yok üzerinde sanatçı yazan... Sanatçılık, orta sınıfta yapılan bir sınıflandırmadır. Ben orta sınıfta değilim. Hiçbir sınıfta değilim. Çok fazla şey yapıyorum. En kesin şey, yaratıcıyım. Ben her zaman yaratırım. Çok farklı şeyler yaratırım. Sanatçılık ise tamamen bambaşka bir iştir. Ve bir iştir. Ben hiçbir zaman sanatçı olmaya karar vermedim. ● Bugün tasarımda bahsettiğiniz iki yıllık trendy olma ve sonra çöpe gitme durumu sanatta da yaşanıyor. Bu çok zalimce öte yandan... Medya sever. Konuşursunuz. Dinlerler. Ama iki yıl sonra bir şeyler daha söylemeniz gerekir. Ve söyleyecek bir şeyler bulamazsanız, kaybolursunuz. Bu mantıklı bence. Sadece orijinal fikirlerle çalışan, orijinal fikirler sunan insanlar ● Sizinle birlikte tasarım denen bu sahnede kalabilir. Bu da şey demokratikleşti. Bu da doğru bence. Çok ender bambaşka ve çok büyük bir adaletsizlikler yaşanıyor. katkınız tasarım disiplinine... Sistem çok iyi çalışıyor. ÜnEvet, ben icat ettim bu fikri ve lü olmak çok kolay. Özellikharekete geçtim, yaptım. Tasarımda le medyada... Andy Warhol, önemli olanın kaliteyi yükseltmek çok haklıydı, evet, herkes ama maliyeti düşürerek bunu herkese ünlü olabilir ama ünlü kalulaştırmak olduğunu gösterdim. maz. ● Peki görev başarıyla ● Orta sınıf değilim, tamamlandı mı? burjuva değilim dediniz Neredeyse... Yüzde seksen, ama yaptıklarınız mesela doksan oldu. Şu anda herkesin yüksek orta sınıf bir evde bulunakültüre, kaliteye sahip bir ürüne biliyor... ulaşması mümkün. Bundan 20 yıl Her yerde bulunabiliyor. önce bu imkansızdı. Hiç yolu yoktu. ● Evet, her yerde. Bana Bu, benim işimin parametrelerinin kalırsa en büyük katkınız politik olanı. da burada yatıyor. Yaptıklarınızın bu kadar akışkan olmasında... Yaptığım işi çok ciddiye alırım ve ciddi rum, bir anlam üretmelerini... Bir film yapmak istiyorum, bir mimariden çok... biriyimdir. Her zaman konunun merkeziBazı filmlerim açıkça trajediden bahse- ne gitmeye çalışırım. O kadar merkeze gider. Bunu söyleyebiliriz. İşlerimin para- derim ki bu bana evrensel bir katman yarametrelerini sayacak olursak, vizyondur, tır. Yaptığım doğal olarak evrensel olur. Evyaratıcılıktır, etiktir, mizahtır, şiirdir, po- rensel olunca da, zengini de orta sınıftan olanın da ona ihtiyacı olur. Bu benim işimin litikadır. Yeterince açık mı? siyasetini oluşturur. Sadece zenginlere iş ● Açık olmayan bir şey var: Bir tasarımcı bir sanatçı mıdır? Ondan eksiği ya yapmak çok çok çok kolay. Bunu zaten biliyoruz. Daha kesin konuşayım: 1 milyona da fazlası mıdır? mal olacak bir iş yapmak benim iki saatimi Bilmiyorum. alır. 1 avroya mal olacak ama ondan 1 mil● Peki size sanatçı dersem alınır mıyon tane çoğaltılacak işi yapmam 5 yılımı sınız? Evet, alınırım çünkü sanatçı değilim. alır. Sadece geliştirmesi... MS

Yüksek kalite düşük maliyet

Stark’ın pek çok otelde imzası bulunuyor.

adamımdır. Düşündüklerim çok ileriyi gösterir. Benim düşünme şeklim zamanla birlikte gerçekleşmez. Zamanla birlikte düşünenler de evet vardır. Ama ben onlardan biri değilim. Onlar trendy insanlardır. Ben kesinlikle trendy biri değilim. Hiçbir trend yaratmadım. Hiçbir trendin içinde yer almadım. O yüzden 40 yıldır sahnedeyim. Eğer trendy olursanız, maksimum yaşama süreniz iki yıldır. 40 yıl, iki seneden çok çok fazladır. Trajediyle ilgili söylediklerinize de katılamıyorum. Trajik olmadıklarını düşünmüyorum. Yaptıklarımın her zaman anlamlı olmasını istiyoMilliyet SANAT Nisan 2013

18


649-milsanat-16-19

3/26/13

5:13 PM

Page 5


KAPAK

649-milsanat-20-23

3/25/13

2:28 PM

Page 2

Philippe Starck vakası Philippe Starck, 40 küsur senelik tasarım kariyeri boyunca sadece dünyanın en ünlü ürün ve iç mekan tasarımcısı olmakla kalmadı, hayata, tasarıma duyduğu heyecanı her fırsatta dışa vuran bir ‘tasarım şahsiyeti’ haline geldi.

BURCU YANÇATAROL YAĞIZ burcu.yancatarol@khas.edu.tr

“TASARIMIN BİRKAÇ ÇEŞİDİ vardır. Bunlardan bir tanesi, üreticinin daha çok satış yapabilmesi için bir pazarlama aracı olan ‘menfaatçi tasarımdır’. Bir diğeri, geri kalan ‘şahane’ tasarımcılar için tasarlayan ‘şahane’ bir tasarımcının narsistik yaklaşımıdır. Bir de ben ve benim gibiler var.... Bu dünyada tasarımcı olarak varlıklarını hak etmeye ve bu gereksiz mesleği icra ederken en azından işini bambaşka bir şekilde yapmaya çalışanlar...” Philippe Starck, 2007 yılında TED Konuşmaları’nda yaptığı bu konuşmasına “Kendimi

Starck’ın ünlü sandalyesi Broom Chair (solda), 1987’de tasarladığı Walter Wayle Wall Clock (ortada) ve Juicy Saliff isimli meşhur narenciye sıkacağı (sağda). Milliyet SANAT Nisan 2013

20


649-milsanat-20-23

3/25/13

2:29 PM

Page 3

neredeyse bir koleksiişe yaramaz hissediyorum,” yon nesnesi haline diyerek başlar. Ağır Frangeldi, bir ürünün sız aksanlı İngilizcesi, başarısında saf yaesprili ve teatral tavrıyratıcılığın tek bala yaptığı işin çoğu zaşına yeterli olup man gereksiz olduğunu söyolmadığı üzerine tartışmalara konu lerken, onu tasarım dünyasının ‘pop-starı’, oldu. popüler tasarım kültürünün yaramaz çocuStarck, ressam bir annenin ve ğu olarak değerlendiren birçok kişinin kenuçak mühendisi bir babanın oğlu disi hakkındaki karışık duygularını destekolarak Paris’te doğup büyüdü. Yaler gibidir. ratmaya ve tasarlamaya dair ilk 65 yaşına merdiven dayayan derslerini babasından aldı. Her fırStarck, 40 küsur senelik tasatta bir çocuğun kaygısız hayalcilisarım kariyeri boyunca sağine sahip olduğunu dile getiren dece dünyanın en ünlü ürün Starck, 1960’ların ikinci yarısında ve iç mekan tasarımcısı olParis’teki Ecole Nissim de Camonmakla kalmadı, hayata ve tasarıdo isimli okulda bir süre eğitim aldı ma duyduğu heyecanı her fırsatta dıve yirmili yaşların başında profesyoşa vuran bir ‘tasarım şahsiyeti’ hanel tasarım hayatına atıldı. line geldi. Kullanıcıların ismen 1970’lerin ortasından bu gütanıdığı fakat nadiren yüzünü ne kadar kariyerinde önemgördüğü çoğu tasarımcının aksili bir yer tutacak olan mekan ne, görsel medyada tasarımlarıyStarck’ın 2005’te la beraber sıkça boy göstererek tatasarımına ilgisi, 1969’da hetasarladığı Guns sarım ile tasarımcı imajı arasında nüz öğrenciyken yaptığı şişme sıkı bağlar kurdu. Öyle ki artık Collection isimli ürün bir ev tasarımıyla başladı. serisinden. Starck ürünlerine sahip olmak 1976-78 yılları arasında La Starck’ın bir parçasına sahip olMain Bleue ve Les Bains-Domak, onun hayat ve tasarım görüşünden bir uches adlı gece kulüpleri için yaptığı iç mehatıra koparmak gibi. Buna paralel olarak kan tasarımları, Starck’ın mekan tasarımı tasarımcı imajı, kariyerinin hiçbir döne- portföyünün ilk işlerinden. Kariyerindeki minde olmadığı kadar çok görsel kültürün en kritik sıçrayışlardan biri, 1983-84 yıllaparçası haline geldi. Öyle ki Starck son ola- rında Fransa Cumhurbaşkanı François rak, İngiltere’nin BBC 2 televizyonunda ya- Mitterrand’ın Elysee Sarayı’ndaki özel daiyınlanan “Design for Life” isimli ‘reality- relerinin yeniden tasarımı projesini üstlenshow’da, 12 yarışmacıyı Paris’e davet ede- mesiyle gerçekleşti. 1985’te Parizyen kaferek, ekibiyle beraber İngiltere’nin yeni tasa- lerin ruhunu tekrar yorumlayarak tasarladırım yeteneğini ardı. “Merhaba ben Philippe ğı Cafe Costes (Paris) ve Cafe Manin (TokStarck. Ben zihninizi yaratıcılığa ve gelece- yo), Starck’ın uluslararası tasarım dünyasına ğe açan bir kapı, bir çeşit yeni şişe açacağı- hızlı bir giriş yapmasına, uluslararası müşteyım...” diyerek açtığı program Starck’ı, tasa- rilerin giderek artan konut, otel, gece kulürımlarıyla ulaşamadığı, ekonomik gücü bir bü ve restoran tasarımı talepleriyle karşılaşStarck tasarımına sahip olmaya yetmeyecek masına neden oldu. Bunun yanı sıra özellikbir kitleyle tanıştırdı. Belki de bu nedenle le 1980’lerin ikinci yarısından itibaren iç Paris’teki Musee Grevin adlı mum heykel mekan tasarımı ve mimarlığa paralel olarak müzesi, Fransızlığını her fırsatta dile geti- ürün tasarımı alanında da dikkat çekmeye ren Starck’ın mum heykelini 2010 yılında başladı. Alessi, Flos, Duravit, Hansgrohe, koleksiyonuna ekleyerek onu Fransa’nın di- Kartell, Driade, Vitra, Fossil, Mikli, Microğer ‘ünlü’leriyle beraber ölümsüzleştirdi. soft, Samsonite gibi firmalar için limon sıkacağı, kol saati, gözlük, kulaklık, aydınlatma, MERAKLI, ESPRİLİ banyo ürünleri, mobilya, tüketici elektroniSergilediği tutarlı üretkenliğiyle Starck, ği gibi gündelik ürünlerden rüzgar değirmecanlı, meraklı ve esprili hayat görüşünü yap- ni, yat ve tren iç mekanına uzanan ölçek ve tığı her tasarımda içkin kıldı. Temelde insa- çeşitlilikte tasarım yapma fırsatı buldu. “İnsana saygılı, sorumlu ve dürüst nesnın varoluş deneyimini, nesneler ve mekanlarla kurduğu ilişkiyi özel kılmaya çalışan neler bulmaya, biriktirmeye, düzeltmeye, ve tasarım yaklaşımı, tasarım tarihinin en iko- (gerektiği zaman) yaratmaya çalıştım.... Bu nik nesnelerinden bazılarını yarattı. Juicy nesneler belli bir ruhu yansıtıyordu: alterSaliff isimli meşhur narenciye sıkacağı kul- natif bir yön, yeni bir oluş biçimi” diyen lanım açısından sorunlu yönlerine rağmen Starck’ın tasarım anlayışının en önemli ör-

21

1985’te tasarladığı Cafe Costes ile Starck uluslararası tasarım dünyasına hızlı bir giriş yapmış oldu.

neklerinden biri kuşkusuz, 1990 yılında Alessi için tasarladığı Juicy Saliff isimli narenciye sıkacağı. Birçok endüstriyel tasarımcıya göre herhangi bir narenciye sıkacağından daha işlevsel olmayan, hatta çekirdekleri ve posayı ayıklamadığı için işlevini eksik yerine getiren bu ürün, piyasaya çıktığı günden bu yana neden her yıl ortalama 50 bin adet sattı, birçok müzenin tasarım koleksiyonuna girdi? İkonik biçimiyle Juicy Saliff, Starck’ın ham yaratıcılığının ve düşünce sürecinin izlerini taşıyor. Narenciye sıkma işlemini görsel dağarcığımızdan beklenmedik bir imge ile çarpıştırıyor; ürünün strüktürünü bir kalamarın anatomik yapısı üzerine temellendiriyor. Limon sıkma eylemine eğlenceli ve esprili bir bakış getiriyor. Bu nedenle kullanıcı ürünün işlevsel eksikliklerini göz ardı ediyor, onunla duygusal bir ilişki kuruyor. Starck’ın yine Alessi için 1987 yılında tasarladığı Walter Wayle Wall Clock isimli duvar saati de zaman ve kanat çırpma arasında Juicy Saliff’tekine benzer bir ilişki kuruyor.

HAYALET SANDALYE 2002’da plastik mobilya devi Kartell için tasarladığı Louis Ghost Chair isimli şeffaf gövdeli sandalye Starck’ın mevcut bir tasarımı yeniden yorumlama yaklaşımının örneklerinden. 2002’den bu yana 1,5 milyondan fazla satış yapan bu sandalyede Starck, XV. Louis dönemi sandalyesinin biçimini yeni bir malzemeyle -şeffaf polikarbonatlagüncelliyor, tarihsel bir biçimi bir yandan ikonlaştırırken bir yandan da, malzemenin şeffaflığı sayesinde, hayalete çeviriyor. Starck’ın 2005’te Flos için için tasarladığı Guns Collection isimli ürün serisi, ışık ve silahın işlevleri arasındaki sembolik bir çarpışmadan doğuyor. Yaşam ve ölüm, ışık ve karanlık ikiliklerinden yola çıkarak tasarladığı bu koleksiyon Starck’in belki de en yoğun sembolizm taşıyan işi. Starck’ın ürün tasarımı geçmişine baktığımızda 1980’li yıllarda ürettiği tasarımların malzeme ve strüktür anlamında deneysel, biçimsel anlamda ise geometrik ve minimalist bir yaklaşım sergilediğini görüyoruz. Özellikle 1980’lerin ikinci yarısında, fallik Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

2:29 PM

Page 4

KAPAK

649-milsanat-20-23

Starck’ın tasarlamaktan özellikle heyecan duyduğu The Mama Shelter, adından da anlaşılabileceği gibi ‘hostellerin’ genç enerjisini kalite ile birleştiriyor, otel odalarının uygun fiyatlara da kaliteli deneyimler sunabileceği fikri öne çıkıyor. Mama Shelter İstanbul (solda). Starck’ın Fluocaril için tasarladığı ikonik diş fırçası (sağda).

biçimlerin, organik çizgilerin hakimiyeti dikkat çekiyor. Flos için tasarladığı Ara isimli aydınlatma elemanı, Fluocaril için tasarladığı ikonik diş fırçası ve Vitra için tasarladığı WW Stool bu dönem örneklerinden. 1990’lar, Starck’ın tasarımcı kimliğinin oturduğu; organik, canlı fakat hesaplanmış biçimlerin hakim olduğu bir dönem. 1995’ten itibaren tüketici elektroniği tasarımına yoğunlaşarak, Telefunken, Saba, Nordmende gibi firmalarla işbirliği yaptı. Starck’ın kariyerinin olgunluk dönemi olarak değerlendirebileceğimiz 2000’li yıllardaki repertuvarı ağırlıklı olarak, Fossil, Mikli gibi aksesuar firmaları ile Flos, Emeco gibi firmalar için tasarlanmış minimal, rafine endüstriyel ürünlerden oluşuyor.

DEMOKRATİK TASARIM Son beş senedir malzeme geri dönüşümü ve enerji üretimi konularının, Starck’ın tasarım gündemine tekrar girdiğini görüyoruz. Starck’ın son 5 senedir paylaştığı tasarımlardan Broom Chair ve Zartan isimli iki ürün bu bağlamda ön plana çıkıyor. 2011’de Magis firması için Eugeni Quitllet ile birlikte tasarladığı Zartan isimli sandalye, ahşabın geri dönüştürülmesi sonucu elde edilen bir çeşit tozun, mum veya balık yağı gibi doğal malzemelerle karıştırılarak toksik olmayan, plastiğe alternatif bir malzemeden oluşuyor. Tasarımlarında geri dönüşümlü alüminyum kullanan Alman firması Emeco ile 2012’de yaptığı son işbirliği olan Broom Chair, yüzde 75’i atık polipropilen ve yüzde 15 tekrar değerlendirilmiş talaştan oluşan bir gövdeye sahip. Starck’ın 2008’de İtalyan jeneratör firması Pramac ile başlayan iki yıllık araştırma ve geliştirme süreci, Revolutionair isimli kişisel kullanıma yönelik çatıtipi bir rüzgar değirmeni tasarımı ile son buldu. 2 bin 500 ile 3 bin 500 euro arasında bir fiyatla satışa sunulacak olan Revolutionair, Starck’a göre enerji dönüşümünü bir ceza olmaktan çıkarıp, bir haz kaynağına dönüştürüyor. Starck’ın kariyeri boyunca ürün tasarıMilliyet SANAT Nisan 2013

mıyla eş zamanlı olarak yürüttüğü iç mekan tasarımı belki de onun daha büyük kullanıcı kitleleriyle bütünleştiği bir oyun alanı olarak değerlendirilebilir. 1970’lerin Paris’inde ‘gece kulübü tasarımcısı’ olarak ün yapan Starck, 1980’lerin sonunda artık dünyanın birçok yerinde eş zamanlı mekan tasarımı projeleri yürüten bir isimdi. Restoran, kafe, gece kulübü ve konut iç mekan tasarımının yanında otel tasarımına ayrı bir önem vererek ‘özel tasarım otel’ (designer hotel) kavramının oluşmasına bizzat katkıda bulundu. 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında girişimci Ian Schrager ile ortak olarak yürüttükleri birçok otel projesi, zincir otellerin misafir ağırlama mantığından tamamen ayrıldı; farklı bir deneyim arayan ziyaretçi grubu için özel bir hedef yarattı. New York’taki Royalton ve Paramount otelleri için yaptığı iç mekan tasarımları o dönemde ‘misafir ağırlama kodlarını yeniden tanımlamakla’ kalmadı, ziyaretçiyi merkeze alan bir mekan deneyimi yaklaşımı geliştirerek otel mekanının steril ve homojen havasını bozdu. Farklı işlevlere sahip mekanların farklı deneyimler yaratmasını sağlamak için Starck, mekanın estetik sürekliliğini kırmaktan çekinmedi. Starck’ın bu yaklaşımı, otel mekanının tasarımında yeni bir akım başlattı. Miami’deki The Delano, Los Angeles’taki The Mondrian ve Londra’daki The Sanderson otellerinin iç mekan tasarımları, Starck’ın mekanda kullanıcı deneyimi üzerine sürdürdüğü bir deneyin devamı gibi. Mekanda kullandığı, genellikle kendi tasarımı olan mobilya ve aydınlatma ürünleri, otel mobilyası kavramını yerle bir etti. 2000 yılında New York’ta kapılarını açan The Hudson Hotel ile beraber Starck’ın daha önce mobilya ve ürün çeşitliliği nedeniyle fazlasıyla parçaladığı mekanlar, akışkan bir mantıkla tekrar birleşti. Starck’ın önemli projelerinden biri olan Buenos Aires’teki Hotel Faena (2005), Wallpaper dergisi tarafından yılın en iyi oteli seçildi. Kırmızı, siyah ve beyazın hakim olduğu mekanlarda düzen ve simetri ön plana

22

çıktı, seçilen ürünlerin biçimleri sadeleşti. 2008’de ilk olarak Paris’ta açılan The Mama Shelter, Starck’ın tasarlamaktan özellikle heyecan duyduğu bir proje. Marsilya, Lyon ve son olarak da İstanbul’da açılan The Mama Shelter otelleri, Starck’ın ‘özel tasarım otel’ kavramını gözden geçirdiği yeni bir yaklaşımın örnekleri. The Mama Shelter, adından da anlaşılabileceği gibi ‘hostellerin’ genç enerjisini kalite ile birleştiriyor, otel odalarının uygun fiyatlara da kaliteli deneyimler sunabileceği fikri öne çıkıyor. Lüks tasarım otellerin aksine, mütevazı fakat akıllıca kurgulanmış özel oda ve ortak mekanlarda misafirperverlik düşüncesi ön planda. Mekanın daha genç ve renkli kurgusu, seçilen mobilya ve nesnelerin sade, kararlı çizgileri, ziyaretçiyi daha dingin bir deneyime davet ediyor. Starck’ın daha önceki tasarımlarında gördüğümüz masalsı, zaman zaman gerçeküstü mekanlar The Mama Shelter’da yerini ziyaretçinin evinde hissedeceği, kaygısız ve zorlamasız mekanlara bırakıyor. Starck’ın birkaç senedir sıkça sözünü ettiği demokratik tasarım ve sosyal değerler yaratmak gibi meselelerin, yeni ürün ve mekanlarında ne şekilde somutlaşacağı merak konusu olmaya devam ediyor. Kariyeri tam hız devam ederken Starck, demokrasi ve sürdürülebilirlik üzerine düşünecek zaman bulabilecek mi? Kendi sözcükleriyle; ‘yapmaktan suçluluk duyduğu’ tasarım mesleğini kendi gözünde aklayabilecek mi? MS


649-milsanat-20-23

3/25/13

2:29 PM

Page 5


PLASTİK SANATLAR

649-milsanat-24-27

3/25/13

2:30 PM

Page 2

“Ben güncel değilim” Türk resminin en önemli ustalarından biri olan Neş’e Erdok, yeni kişisel sergisinde yine yaşamı ve gözlemlerinden yola çıkıyor; portrelerini, otoportrelerini, yaptığı gece yolculuklarını ve çok sevdiği Gölköy’ü bizlere aktarıyor.

“Gölköy” adlı 2013 tarihli eseri (üstte). 1940 dogumlu Neş’e Erdok, 1981 yılında profesör oldu. ASLI AÇIKGÖZ asli.acik@hotmail.com

Milliyet SANAT Nisan 2013

BAZI YAPITLAR vardır; renkleri ve kurgusuyla sizi öyle derinden etkiler ki, artık yapıtı izleyen değil, hikayenin bir parçası olursunuz; o resimlerin ardındaki ruhu tanımak istersiniz. Neş’e Erdok yaşama dair acı, sevinç, kasvet, monotonluk ve coşku gibi çeşitli duyguları çarpıcı, dramatik renk ve kurgularla izleyiciye aktaran, izleyicide onu tanıma arzusu uyandıran bu nadir kişilerden biri. Bu kez yeni bir kişisel sergisiye imza

24

atıyor sanatçı. Sergide Erdok’un yaşamından ve gözlemlerinden yola çıkarak ürettiği portre, otoportre, iç mekan, Gölköy ve gece yolculukları temalı resimleri yer alıyor. Neş’e Erdok ile 27 yapıtının yer aldığı sergisi vesilesiyle buluştuk; sanattan yaşama uzanan bir zenginlikte konuştuk. ● Bir yapıtın size ait olduğunu anlamak için imzanızı görmeye gerek yok. Li-


649-milsanat-24-27

3/25/13

2:30 PM

Page 3

“Gece Yolculuğu (Ayın En Büyük Olduğu Gün), 2011.

se dönemlerinden bu yana üretimlerinize baktığımda, ‘70’li yıllarda kendinizi bulduğunuz duygusuna kapıldım. Böyle söyleyebilir miyiz? 1963 yılında akademiden mezun oldum. Zaten belli bir alt yapı oluşmuştu. Daha sonra İspanyol Dili ve Edebiyatı, Uygarlığı ve Sanat Tarihi üzerine çalışmalar yapmak için Madrid’e, ardından resim çalışmaları için Paris’e gittim. 1972’de Güzel Sanatlar Akademisi’nde görev aldım. Tabii, yurt dışına gitmeden önce eserlerin kötü baskılarını görmüştük. Gerek İspanya’da gerekse Fransa’da özgün eserler görme fırsatı yakaladım ve bunların büyük katkısı oldu. Döndükten sonra bilgilenme, kurgulama ve temalar daha güzel yerine oturdu. Bu yüzden, ‘70’li yıllardan itibaren diyebiliriz. ● Resimlerinizde kendi hayatınıza dair yaşanmışlıkları ve gözlemleri konu alıyorsunuz. Kendi yaşam yolculuğunuz vasıtasıyla hayatı arşivlemek ister gibisiniz. Doğru söylüyorsunuz. Her ressamın resminin bütünü, bir otoportresidir alsında. Hayatla sizin kimliğiniz çakışıyor ve bu da zaten gereklidir. Niye bir ressam bazı şeylere ilgi gösterir de bazılarına ilgi göstermez... ● Bazıları, resimleriniz için karamsar ifadesi kullanıyor. Oysa yaşamda tüm renkler var ve yapıtlarınıza bakan bir izleyici bunu açıkça görebilir. Ayrıca yaşamda karamsarlık da var ve olmalı... Bunu ben de hep söylemişimdir. Umut ışığıdır karamsarlık. ● Bir tür haykırma gibi değil mi? Şöyle bir şey var. Ben hayatım boyunca içe kapanık yaşadım. Ortalarda dolaşırken göremezsiniz beni. İnsanları sevmediğimden değil. Benim kendime ait bir alana ihtiyacım var. Yalnız kalıp düşünmek için. Belki bunun bir yansıması olabilir o kasvet. ● Gece yolculukları ile Gölköy resim-

“Atölyeden”, 2013.

lerinizi sergiliyorsunuz. Geceleri çok mu fazla yolculuk yaptınız? Ben yazları tatile genellikle Bodrum’a giderim. Gece otobüslerine binerim ve çok hoşuma gider. Hem günü kaybetmem hem uyuyamam ve sürekli çevremi gözlemlerim. Daha çok Gölköy’de kalırım. Son üç yıldır Bodrum’un içinde kalıyorum ve oradan Gölköy’e gidiyorum. Çok sevdiğim bir yer. ● Neşet Günal’ın hayatınızda önemli bir yeri var. 1963’te atölyesinden mezun oldunuz, 1972’de ise ilk kadın asistanı oldunuz... Neşet Günal’ın öğrencisi olmak benim için bir şanstı. Çok dürüst ve çalışkan bir insandı. Hepimizden önce gelirdi okula ve ondan geç gelemezdiniz. Çok disiplinliydi. Ayrıca güvenilir bir insandı. Hiçbir zaman onunla sükûtuhayale uğramadım. Resim açısından da çok öğretici oldu. 1967’de dev-

25

let bursuyla Fransa’ya gönderildiğimde, Neşet Günal Paris’e uğradı ve gelip beni, çalışabilir miyim çalışamaz mıyım, diye kontrol etti. Sanırım, asistanı olmama o zaman karar verdi. ● Neşet Bey resimlerini öğrencilerine göstermezmiş... Uzun yıllar onun resimlerini bilmedik. Etkilenmememiz için göstermezdi. Kişiliğini empoze etmek istemiyordu. Çok sonraları gördük. ● 1981’de, oldukça genç sayılacak bir yaşta profesör unvanı aldınız. Bugün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi’nin ilk ve tek atölye sahibi kadın ressam ve hocası olarak biliniyorsunuz. Sizce neden Mimar Sinan’da başka kadın profesör ressam atölyeleri yok? Sanat fakültesinde kadın profesör ressam olmak zor bir yolculuk mu? Erkek egemen bir orMilliyet SANAT Nisan 2013


PLASTİK SANATLAR

649-milsanat-24-27

3/25/13

2:30 PM

Page 4

tam var mı? Akademide böyle bir ayrım olduğunu sanmıyorum. Resim konusunda zamanınızı ayırmanız lazım. Genellikle kadınlar evlenip çoluk çocuk sahibi olunca zor olabiliyor. Tabii çocuğu olan bir sürü ressam var ve buna rağmen vakit ayırıyorlar. Şimdi kız öğrenciler de çoğaldı ve çok çalışkanlar. Şu anda bazı kadın ressam asistanlar var akademide. ● Siz bu yüzden mi evlenmemeyi seçtiniz? Resme vakit ayırabilmek için? Evet. Ben evden ayrılıp kendime bir bodrum katı tutarak başladım. Bu, ailemin istemediği bir şey olduğu halde bunu yaptım. İlk maaşımı alır almaz evden ayrıldım. Hiç eşyam yoktu. Bir somya, bir bavulum, bir de eski küçük bir buzdolabım vardı; çünkü resim yapmak istiyordum. Fedakarlık istiyor. Ben subay kızıydım. Annem orada bir hanıma şikayet etmiş beni. “Ayrıldı, kendi başına yaşıyor,” diye. Fakat o hanım da tesadüfen, biliyordu çilekeş gibi yaşamayı. Bana sordu, “Siz niye ayrı yaşıyorsunuz?” diye. “Yalnız olmaya ihtiyacım var,” dedim. O beni anladı. Tabii anneler her zaman anlayamıyor. Herkes böyle yapmalı, demek istemiyorum. Ressam olmak için herkes böyle bir fedakarlık yapmak zorunda değil. ● Madrid ve Paris size neler kattı? Paris’te ‘68 kuşağı çatışmalarının ortasında kalmışsınız... 8 aylık bir çalışmaydı Madrid, çok beğendim ve 4 ay da kendi paramla kaldım. Paris’te ‘68 kuşağı çatışmalarının ortasında buldum kendimi. İlk kez böyle bir şey yaşıyordum. Üniversite öğrencilerini sokakta seyrediyordum. Sonraki dönemde, Vietnam

Neş’e Erdok’un 2013 tarihli otoportresi “Baykuşlu Otoportre” (üstte).

“Ben hayatım boyunca içe kapanık yaşadım. Ortalarda dolaşırken göremezsiniz beni. İnsanları sevmediğimden değil. Benim kendime ait bir alana ihtiyacım var. Yalnız kalıp düşünmek için.” için mitingler yapıyorlardı. Çok etkilendim, ben de bazılarına katıldım. ‘68’de Jean Paul Sartre, işçi konuşmaları falan oluyordu. ● André Breton ile tanıştınız mı? Hayır, o dönemde Abidin Dino gibi bazı Türkler de orada olmalarına rağmen, hiç kimseyle tanışmadım. Çok içe kapanık ya-

şıyordum. Ama çok etkileyici bir yer Paris. ● Son on yıldır Türk sanat ortamında inanılmaz bir hareketlenme var. Ayrıca dünyanın çeşitli ülkelerinde Türk sanatçılar sergiler açıyorlar, Türk müze direktörleri ve küratörler görüyoruz. Bu gelişimi nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben etkilenmem böyle şeylerden. Mesela okuyorsunuz, bir resim şu kadara satılmış. Ben hiç müzayede görmedim. Resmimi yaparım sadece. Ben bir şövale ressamıyım, o gelişmeler beni ilgilendirmiyor. Şimdi güncel sanat var. Türkiye’ye döndüğümde avangart olmak modaydı, hatta bu konuda bir çeviri yapmıştım. Herkes çağdaş oldu, post modern oldu. Bence güncel olmak kaçınılması gereken bir şey. Hiç eleştirisini yapmadan dışarıda moda diye hemen tatbik ediyorlar. Çağdaş olmak için eleştirel bakmak lazım. Benim hiç alakam yok bunlarla. Tabii değişik ifadeler yapılır ve yapsınlar da. Ama ben güncel değilim. ● Müzayedelerden teliflerinizi alabiliyor musunuz? Türkiye’de çok zor. Telif hesaplaması iyi bir yasa değil. Yurtdışında satıştan belli bir yüzde ödeniyor. Burada hesaplama çok karmaşık. Ayrıca kafalarına göre fiyat belirliyorlar. Geçtiğimiz yıllarda beni şaşırtan bir şey oldu. İngiltere’de bir müzayedede bir eserim satılmış, haberim yok. Beni oradan arayıp hesap numaramı istediler ve satıştan belli bir yüzdeyi banka hesabıma yatırdılar. Çok şaşırmıştım, hiç tanımadığım yabancılardan gelen bu ödemeye. MS Evin Sanat Galerisi 4 Nisan - 4 Mayıs 2013 (0212) 265 81 58

“Resim yapmak için başkasıyla birlikte olmayı bile reddettim” ● Bulunduğunuz noktadan geri dönüp baktığınızda, nasıl değerlendirirsiniz bugüne kadar yaşadıklarınızı, yaptıklarınızı? Başta, ilkokul zamanı resim yapabildiğimi bilmiyordum. At arabası bile çizemiyordum. Meral adında bir arkadaşım vardı. Figürleri ben çizerdim, at arabasını o çizerdi. Ağabeyim Bedri Rahmi’yi tanırdı ve resim yapardı. Sonra onun boyalarını kullanmaya başladım. Erzincan’da o zamanlar küçük bir kitapçı vardı. Degas, Picasso, Modigliani, Matisse kitapları alırdım. Ağabeyimin büyük rolü var resim yapmamda. Orta okulda resim derslerimize akademiden mezun bir öğretmen geldi. Bir gün sınıfta bizi

Milliyet SANAT Nisan 2013

oturttu, “Çiz bakalım,” dedi ve ben de çizdim. Çizebildiğimi o zaman gördüm. O öğretmen, akademiye gitmemi ilk söyleyen kişidir. Babam subay olduğu için Erzincan’dan sonra Almanya’ya gittik. Bir yıl kadar kaldık ve orada da guajla çalıştım, desenler çizdim. Bir yıl sonunda bana “Sana ya ayakkabı alacağız ya da boya kutusu” diye sordular. Ben boya kutusunu seçtim. Mezun olduktan sonra akademiye gitmeyi çok istedim ama ailem karşıydı. Sonra bir yaz adaya götürdüler bizi. Et ve dondurma yedik orada, hepimiz hastalandık. Ağabeyim iyileşti ama ben ağır hasta oldum. Teşhis koyamadılar. Bir ay ölecek gibi ateşlendim. Sonra bir yedek subay, “Bu tifo olabilir,” dedi ve

26

ilaç verdi. Öyle gözümü açtım. Ama bir ay boyunca o kadar ağır bir hastalık geçirdim ki, o zaman yorulmayayım diye, “Sen akademiye git,” dediler. Kolay sandılar akademiyi. Hastalık sayesinde akademiye gidebildim. Bir de ağabeyim kendi yapamadığı için ailemi, “Bırakın istediğini yapsın,’ diye ikna ederek, bana destek oldu. Hayata biraz yukardan bakıyorum ben. Bir yerden sonra seçim yapıyorsunuz, çünkü sanat bilinçli bir şey aslında. Bilinçlendiğiniz zaman, tam asıldığınız zaman onu engelleyecek bir şey istemiyorsunuz. Benim için bir başkasıyla birlikte olmak bile reddedilebilir bir şeydi. O kadar istedim resim yapmayı.


649-milsanat-24-27

3/25/13

2:30 PM

Page 5


PLASTİK SANATLAR

649-milsanat-28-29

3/25/13

2:31 PM

Page 2

Gündelik hakikatin farklı yüzlerine dair Eserlerinde gündelik ve geleneksel detaylara getirdiği sıradışı yorumlarla güncel sanat dünyasının ilgi odağı olan İran asıllı Kanadalı sanatçı Abbas Akhavan, İstanbul’daki ilk kişisel sergisini açıyor. Yapıtlarının taşıdığı kültürel hafızanın hürmete layık olduğunu düşünen sanatçı, sergisinde zengin bir dil ve anlam çeşitliliği sunuyor.

EVRİM ALTUĞ evrimaltug@gmail.com

İRAN-IRAK SAVAŞI’NDAN sonra yurt dışına göçen İranlı bir aileden gelen, 1977 doğumlu, Kanadalı genç güncel sanatçı Abbas Akhavan’ın Türkiye’deki ilk kişisel sergisi, Abaseh Mirvali küratörlüğünde Galeri Mana’da olacak. Yüksek lisansını British Columbia Üniversitesi’nden alan Akhavan, yapıtlarında gerek mekansal, gerekse insan odaklı bir yaklaşım ile, ‘iç’ ve ‘dış’ dünya bilgisi ve mekan algımızı, bir bilgi ve kimlik kaynağı olarak sorunsal haline taşıyan bir isim. Akhavan ayrıca işlerinde mekanın taşıdığı potansiyel misafirperverlik ve tekinsizlik duygusunu da mesele ediniyor. Sanatçı, Oryantalizm tuzağına düşmeyen evrensel bir yalınlık ve derin soyutluk dengesi tutturmaya çalışarak, ‘az’ olandaki ‘çokluğu’ gözler önüne sermeye çalışıyor. Bir nevi ‘plastik hacker’ gibi çalışan ve malzemeyi doğasına olağandışı bir tavırla, yer yer ‘Arte Povera’yı çağrıştıran bir naiflik ile yabancılaştırarak bambaşka bir seviyeye taşıyan Akhavan’ın İstanbul sergisinin toMilliyet SANAT Nisan 2013

“Herd” Akhavan’ın 2010 tarihli eseri.

humları, Berlin Bienali sürecinde, geçen yılın mart ayında atılmış. Sanatçı, İstanbul sergisini mekana özgü bir yaklaşımla oluşturduğunu vurgularken, özellikle serginin üst katında yer alacak çalışmasının, süregi-

28

den bir araştırmanın meyvesi olduğunu çıtlatıyor.

ALTIN YALDIZLI DESENLER “Mekana özgü işler bir bakıma daha öz-


649-milsanat-28-29

3/25/13

2:31 PM

Page 3

“Mekana özgü işler bir bakıma daha özgür ve her yere taşınabiliyor olmaları da cabası,” diyen Abbas Akhavan, sergi alanının üç katında 30 civarında desenini “Herd” başlığı altında sergileyecek.

Yapıtları bugüne kadar Kanada, Danimarka, İsveç, Dubai ve Almanya’da izlenen Akhavan, halen yaşadığı Kanada ve Amerika için özel projeler üzerinde çalışıyor.

gür ve her yere taşınabiliyor olmaları da cabası,” diyen Akhavan, yine sergi alanının üç katında 30 civarında desenini “Herd” başlığı altında sergileyeceğini ekliyor. Akhavan’ın bu müdahale katkılı serisi, altın yaldızla yapılan desenlerle desteklenmiş ve değerlendirilmiş siyah beyaz fotokopi kır görüntüleri ile bunlarda görülen koyun ve çoban imgelerinin sonsuz tekrarından oluşuyor. Malzeme temelli veya bağımlı bir sanat üretim anlayışı olmadığını belirten Akhavan’ın sergisinde ilgi çekici bir parça da, toprağın köşelerden muhafazası ile heykelleştiği bir yemek masası. Vatan, doğa ana ya da bereket kaynağı gibi birçok okumaya açık olan bu iş için konuşan Akhavan, bu eserin oluşumunda hazırladığı tezden esinlendiğini ve besinin sanatçı için nasıl bir uygarlık veya travma mefhumu olabildiği sorusunu gündeme taşıdığını aktarıyor. “Bedeni, belli ritüeller çeperinde nasıl uygarlaştırıyoruz?” gibi bir sorunun kendisini tetiklediğini anlatan sanatçı, ortaya koyduğu yapıttaki heykelsi niteliklere eğilirken de, toprağın ve masanın rengi ile muhtevasının yakınlıklarını “Biçimsel olarak bir aradalar artık,” diyerek vurguluyor. Masanın yersiz yurtsuz bir karakteri olduğunu söyleyen sanatçı, bu yapıtta aranmaması gereken tek nitelik varsa, onun da nostalji duygusu olduğunu ifade ediyor. Yapıtlarının ne zaman sergilenmeye hazır olduğu sorusunu yanıtlarken, zamanın etkisini gündeme getiren ve eserlerinin, en azından taşıdığı kültürel hafızaya hürmet edilmesi gerektiğini öne süren Akhavan, yapıtın izleyici nezdindeki geçerlilik durumuna dair verdiği kararlarda zamanın tayin ediciliğinin önemini vurguluyor.

HAYEDEH’İN KLİBİ Sanatçının Galeri Mana’da yer alacak yapıtlarından biri de büyük bir fotoğraf. “Greener Pastures” adlı bu yapıtta görülen şey ise ayna etkisiyle, yine bir fotoğraf. Bu iç fotoğraftaki piknik sahnesi İranlı ses sanatçısı Hayedeh’in Ravi isimli klibinden alınmış bir kareyi temsil ediyor ve bu klip YouTube’da da izlenebiliyor. Bu fotoğrafta görülen şişeler de, sanatçı her seferinde bu çalışmayı sergilediğinde, açılıştan açılışa biriktirildiğinden, artıyor. Sanatçının İstanbul sergisinde ayrıca, ilk kez sergilenecek olan bir başka yapıt da yer alıyor. Sanatçı bir temizlemeciden, daha doğrusu çamaşırhaneden esinlendiği bu yapıtında yine, mekana kimi müdahalelerde bulunarak, izleyiciyi farklı sınıfsal farkındalıklar üzerine şaşırtmayı hedefliyor. Bu durumun sırf İstanbul’a değil, Vancouver veya Dubai’ye özgü bir şey olduğunu belirten ve nesneleri, durumları ‘yeniden gerçekleştirdiğini’ söyleyen Akhavan, sergide yer alan bir diğer çalışması olan su fıskiyesinden bahsederken ise suyun taşıdığı işitsel ve görsel potansiyelle bir video kadar çekim gücü olduğunu vurguluyor. “Sanat benim için kafamdakileri gerçekleştirebilmemi sağlayan bir iletişim aygıtı,” diyen Akhavan, sanatın bugün geldiği noktada kendi değerler sistemini oluşturduğuna dikkat çekiyor. Yapıtları bugüne kadar Kanada, Danimarka, İsveç, Dubai ve Almanya’da izlenen Akhavan, halen yaşadığı Kanada ve Amerika için özel projeler üzerinde çalışıyor. MS Galeri Mana 3 Nisan - 11 Mayıs 2013 (0212) 243 66 66

29

“Dirit Table” (üstte) vatan, doğa ana gibi birçok okumaya açık. “Greener Pastures” (altta) isimli çalışma.

Milliyet SANAT Nisan 2013


PLASTİK SANATLAR

649-milsanat-30-31

3/25/13

2:32 PM

Page 2

“Her canavarın bir hikayesi vardır” Burcu Yağcıoğlu’nun içinde Borges’i, Pina Bausch’u hatta Jung’u gizlediği yeni sergisi “Fuzuli Canavarlar”, izleyiciye neyin gerçek olduğunu neyin olmadığını sorgulatıyor. EVRİM ŞENER evrimsener@gmail.com

GENÇ SANATÇI Burcu Yağcıoğlu, “Fuzuli Canavar” adlı sergisinde, kurgusu izleyici tarafından kurulacak bir hikaye ile başbaşa bırakıyor bizleri. Zaten canavarlar da çoğunlukla bir kolaj fikrinden ortaya çıkmaz mı? İnsan ve hayvandan özellikler almış hibrit varlıklardır. Sergideki işlerle bu hibrit yapı vurgulanırken, canavarlar üzerinden gerçeklik algımız sorgulanıyor. Kurgu ile gerçeklik arasındaki alan açığa çıkarılmak isteniyor. Neyin gerçek olup olmadığını tekrar düşünmemize yol açacak bir deneyim alanı oluşturmak istiyor sanatçı bizlere. Bir yanda da karşıtlıklar, absürd sayılabilecek bir dille objeye dönüşüyor. Sanatçı bunu yaparken dönüşüm, geçicilik, sessizlik, boşluk gibi kavramları da tartışmaya açıyor. Sergide Yağcıoğlu’nun üç video işi, 14 silikon koyun kafasından oluşan enstalasyonu, üç heykeli, üçü tuval beşi kağıt üzerine 8 resmi, üç light box çalışması sergilenecek. Burcu Yağcıoğlu ile “Fuzuli Canavar” sergisi vesilesiyle bir araya geldik... ● İlk resimlerinizi Japon baskılarından esinlenerek yapmışsınız. Bu esinin o dönem resimlerinize etkisi nasıldı ve o etkiler günümüze taşındı mı? Japon baskıları hem çok hikaye anlatır hem süslemeci bir yapıları vardır. O etki hâlâ benim işlerimde var aslında. Son dönem işlerimde tıpkı Japon baskılarında olduğu gibi hikaye anlatımcılığının ön plana çıkmaya başladığını söyleyebiliriz. ● Gerek serginizin gerekse bazı işleriniz isimleri de hikayelerden alıntı. Uzakdoğu felsefesinden de izler görülüyor sergide. Peki Uzakdoğu felsefesinin resimlerinize yansıması nasıl?

Milliyet SANAT Nisan 2013

Hikaye anlatımcılığı benim bu sergide öne çıkarmak istediğim bir biçim. Uzakdoğu felsefesi de benim çok ilgimi çeker. Zeynep Sayın imge ve iz arasındaki ilişkiyi çok iyi tarif eder. Temsili, Batı sanatının bir olgusu olarak betimler; izi de Doğu sanatının. Mesela kumsaldaki ayak izleri, bir ağacın kabuğundaki zamanın izlerini Doğu sanatının bir elemanı olarak kurgular. O anlamda benim çalışmalarımda da böyle bir yaratım süreci var. Temsile değil de iz bırakmaya daha yakın hissediyorum kendimi. Temsilden ziyade beni cezbeden bir düşünce. Başlı başına sanatsal bir malzeme olarak görüyorum iz bırakmayı. ● “Fuzuli Canavarlar” sergisi izleyiciye nasıl bir deneyim alanı açacak? Canavar fikri beraberinde bir kurguyu da getirir. Bağlamından kopuk bir canavar düşünülemez. Her canavarın bir hikayesi de vardır. İnsana neyin gerçek neyin gerçek olmadığını; neyin obje neyin subje olduğunu düşündürtür. Bu sergi de izleyiciye gerçeklik prensibi oluşturan karşıtlıkları tekrar düşündürme fırsatı sunuyor. O yüzden bu ismi seçtim. Canavar kavramı üzerine kurdum sergiyi. Ve tam işte bu noktada animizm ile iç içe bir durum söz konusu sergide. Animizm tüm bu dünyadaki varlıkların bir ruhu, bir canı olduğunu düşünen bir inanç sistemi. Elbette ben sergimi bir inanç sistemi olarak değil, daha ziyade hayal gücünü oluşturan bir pratik olarak ele alıyorum. Şu anki çağdaş kurguda her şey canlı olarak sunuluyor bizlere. Bu sergide katılaşmış karşıtlıkları, oturmuş taşları bir havaya kaldırıp tekrar düşünmemizi sağlamak ya da en azından buna kapı aralayan bir pratik oluşturmak istedim. ● Sergide sıkça tekrarlanan bir koyun imgesi var. Neden bu imgeyle bu denli sıkça karşılaşıyoruz? Koyun çok zengin bir imge. Hem dini hem mitolojik anlamda. Mesela klonlanmış ilk memeli Dolly, o da bir koyun. Koyun imgesi, Frankenstein sonrası genetik bilim te-

30

“Borges’in bu aralar yaptığım işle, pratiğimle çok fazla örtüştüğünü düşünüyorum. O da çok kolajcıdır. Hikayelerini okuduğunuzda neyin gerçek neyin gerçek olmadığını bilemezsiniz.” malı bilim kurgu kültürüne de gönderme yapıyor. Orayla da çok kuvvetli bir bağı var koyunun. Aynı zamanda modernist bireysellikle de çok ilgili. Bir insana koyun dediğinizde hakarettir ve sen birey olmamışsın demektir. Böylesine zengin, hem pozitif hem negatif olarak algılayabileceğimiz bir sürü anlam katmanını içinde barındıran bir imge. O yüzden ilgimi çekti. ● Düşsel varlıkların kişisel dünyanızda ve dünyamızda yeri ne sizce? İnsanlar neden bu denli fantastik ürünlere düşkün sizce? Düşsel varlık betimi, hem insan ilişkileri hem de sosyal düzenin içindeki tüm sanat üretimlerinde çok büyük yeri olan bir pratik. Hem içsel hem dışsal şekilde deneyimleyebildiğiniz bir şey. Bilinçaltıyla çok ilgili. Bazı


649-milsanat-30-31

3/25/13

2:32 PM

Page 3

Burcu Yağcıoğlu

“Carl G. Jung psikanalizin fantastik tarafında durur”

Sanatçının “Kekemelik, papağanlar, aynalar, dolap beygirleri” adlı 14 adet silikon koyun kafasından oluşan çalışması (solda). Sergide yer alan 2013 tarihli işi (üstte).

durumlarda kaçış gibi de olabilir. Bu tarz filmler günlük hayatta göremeyeceğiniz, görsel efektleri zengin bir dünya sunuyor size. Düşsel varlıkların üretiminin, eğlence sektörüyle dirsek dirseğe bir teması var. Sanırım başka bir şekilde deneyimleyemeyeceğimiz şeyleri deneyimlememize olanak tanıyor. ● Birçok işte kullandığınız malzeme de alışılmışın dışında. Malzeme seçimiyle spekülatif mi olmak istediniz? Kullandığım malzeme filmlerde yaratık/canavar tasarımları için kullanılan malzeme. Makyajlarda kullanılan değil de robot gibi bilgisayarda üretilenlerin uyarlanırken yapıldıkları malzeme. Bu bağlamda malzeme de öne çıkıyor diyebiliriz. Doğaya dair bir şeyden bahsederken; mesela boynuz, koyun kafasını oluştururken aynı zamanda

çok yapay malzemeler kullanıyorum. Karşıtlıklar arasındaki ilişkiyi burada da yani malzeme ve form arasındaki çelişkiyle de vurgulamak istedim. ● Sergide Borges’e birçok gönderme var; serginin isminden çalışmaların ismine kadar... Borges’in bu aralar yaptığım işle, pratiğimle çok fazla örtüştüğünü düşünüyorum. O da çok kolajcıdırHikayelerini okuduğunuzda neyin gerçek neyin gerçek olmadığını bilemezsiniz. Sanırım son yıllarda çok moda olan spekülatif realizme en yakın olan isim. Bu sergide onun yer almasının en büyük sebebi benim tam oralarda bir yerlerde dolanıyor olmam. MS C.A.M. Akaretler Galeri Bitiş tarihi: 28 Nisan (0212) 245 79 75

31

● Borges dışında yaratım sürecinize katkısı olan sanatçılar kimler oldu? Pina Bausch. Bu sergide özellikle üretim sürecimde çok etkisi oldu. Mesela Pina Bausch’un gösterileri parçalar halindedir, fragmanlar halinde. Tek anlamlı bir bütün oluşturmaz. Gerek metodoloji gerek absürtlük anlamında kendimi yakın hissediyorum ona. Bausch’un işlerinde hem çok üzücü bir şeyler vardır, hem çok da hafiftir, eğlencelidir. Sanırım o tarafına öykünüyorum. Dostoyevski’den bahsedebilirim ama Dostoyevski’nin direkt olarak nasıl bir etkisi var işlerimde onu söyleyemem. Ama Dostoyevski uzun zamandır benim hiç atlatamadığım tek yazar herhalde. Louise Bourgeois ile aramda estetik bir paralellik olduğunu düşünüyorum. Sergim bağlamında Carl Gustav Jung’a kendimi yakın buluyorum. Rüyalar ve bilinçaltı sergimde ön planda. Jung’un kollektif bilinçaltı teması beni bu sergi bağlamında çok ilgilendiriyor. Jung, “Benim deneyimim başkası için bir şey ifade edebilir çünkü bizim kolektif bir aynılığımız vardır” der. Bir de fantastik bir tarafında durur psikanalizin.

Milliyet SANAT Nisan 2013


PLASTİK SANATLAR

649-milsanat-32-33

3/25/13

2:34 PM

Page 2

Nuri İyem’in (sağda) resmettiği Anadolu kadını figürlerinden...

Nuri İyem Resim Ödülü için geri sayım başladı GÜLDEN ÖKTEM goktem@milliyet.com.tr

“İNSAN, resim yapmak ihtiyacını duyduğu zaman hep kendi kesesinden harcayamaz. Mutlaka dış dünyaya bakması gerek,” der Nuri İyem verdiği bir röportajda. İyem’in dış dünyadan kesesine doldurduğu, gözleri kocaman ve hüzün dolu olan Anadolulu kadın figürlerini anlattığı resimleriyle ilgili Attila İlhan da, “Nuri İyem’in gerçekçiliği, yurdunun gerçekçisi olmak anlamına geliyordu,” sözlerini kullanır; İyem’in ölümünden sonra kaleme aldığı köşesinde. İlhan’ın “Öbür tarafta, kimbilir ne resimler yapacak?” dediği Nuri İyem adına, Evin Sanat Galerisi tarafından 2006 yılından bu yana Türk sanatına gençleri kazandırmak amacıyla bir resim yarışması düzenleniyor. Bu yılki son başvuru tarihi 26 Mayıs.

HER YIL 500 RESİM Tuval veya duralit, sunta, kontraplak benzeri sıkıştırılmış ahşap malzemeler üzerine yağlıboya ya da karışık teknikle uygulanmış ve daha önce herhangi bir yarışmada ödül almamış, sergilenmemiş veya yayınlanmamış olan eserleri Cansen Ercan, Mehmet Güreli, Prof. Hakan Gürsoytrak, Prof. Kemal İskender, Ümit İyem, Prof. Dr. Erhan Karaesmen, Temür Köran, İrfan Önürmen ve Prof. Zeliha Akçaoğlu Tetik’ten oluşan seçici kurul değerlendirecek. Her yıl ortalama 500 civarında çalışmanın Seçici Kurul tarafından Milliyet SANAT Nisan 2013

Türkiye’de figüratif resmin dev isimlerinden Nuri İyem’in anısına Evin Sanat Galerisi’nin düzenlediği Nuri İyem Resim Ödülü’ne başvurular devam ediyor. değerlendirildiği yarışma ile ilgili olarak görüşlerini aldığımız Evin İyem, “Bu yarışma genç ve bilinirliğini artırmak isteyen orta kuşak ressamlar için her zaman bir fırsat, itici bir güç oldu,” diyor. Nuri İyem Resim Ödülü’nün artık tüm sanat çevreleri tarafından takip edilen önemli bir organizasyon olduğunu söyleyen Evin İyem, “Ödülün sahipleri dışında, şu ana kadar yarışma sergilerinde, sergilenmeye değer görülen sanatçıların da birçok galeri, koleksiyoner ve sanatseverlerle buluşma imkanı yakaladığını söylemek yanlış olmaz,” diye ekliyor.

HEM ÖDÜL HEM SERGİ Seçici Kurul tarafından ödüle değer görülen sanatçıya 10 bin liralık para ödülünün yanı sıra Nuri İyem Resim Ödülü’nü simgeleyen, Prof. Rahmi Aksungur’un özel tasarımı bronz heykel de verilecek. Ayrıca ödül alan sanatçı, Lebriz.com sanatçı katalogları bölümünde iki yıl süreyle online katalog hakkı kazanacak. Nuri İyem Resim Ödülü’nü kazanan eser ve Seçici Kurul tarafından sergilenmeye değer bulunan resimler, Evin Sanat Galerisi’nde 13 Haziran’da düzenlenecek ödül töreninin ardından, 13 - 27 Haziran tarihleri arasında sergilenecek; hazırlanacak kapsamlı katalogda bir araya getirilecek. Yarışma, Seçici Kurul Üyeleri ve Evin Sanat Galerisi’nin anlaşmalı sanatçıları

32

Ödül kazanan isimler Nuri İyem Resim Ödülü’nü kazanan ya da ödül çerçevesinde düzenlenen sergide çalışmaları yer alan sanatçıların arasında Soner Çakmak, Sinem Kaya, Huri Kiriş, Mustafa Albayrak, Zeynep Özdemir, Hayri Ağan, Ercan Sert, Barış Cihanoğlu, Kader Genç, Serpil Mavi Üstün, Halil Yavuz Ertürk, Gülin Hayat Topdemir, Evren Sungur, İlke Kutlay, Işıl Güleçyüz, Begüm Mütevellioğlu, Yiğit Altıparmakoğulları bulunuyor.

dışında 18 yaşını doldurmuş T.C. vatandaşı tüm sanatçılara açık. Yarışmaya katılmak isteyen ressamların Evin Sanat Galerisi ve www.evin-art.com adresinden temin edecekleri katılım formlarını, en az 10 adet eserinin fotoğrafını ve özgeçmişinin baskılı olarak yer aldığı bir dosyayı yapıtlarıyla birlikte 24 Mayıs’tan itibaren 26 Mayıs, saat 19.00’a kadar Evin Sanat Galerisi’ne elden veya posta yolu ile teslim etmesi gerekiyor. MS


649-milsanat-32-33

3/25/13

2:34 PM

Page 3


3/25/13

2:35 PM

Page 2

PLASTİK SANATLAR

649-milsanat-34-35

Sanatı her yönüyle kucaklıyor İstanbul yeni bir sanat fuarına daha kavuşuyor: All Arts İstanbul! Fakat bu kez farklı bir sanat fuarı karşımızdaki. All Arts İstanbul, hem güncel sanat üretimlerini hem de hat, ebru gibi gelenekli sanatları, antika örneklerini aynı çatı altında sunuyor.

Hikmet Barutçugil’in 2005 tarihli barut ebrusu ezerine yaptığı lale.

YASEMİN BAY yasemin.bay@milliyet.com.tr

BİR FUAR DÜŞÜNÜN... Hem çağdaş, modern eserlere hem de hattan tezhibe kadar Türk gelenekli sanatlarının önemli örneklerini, antikaları içinde barındıran... Hem Türkiye’den hem Ortadoğu’dan yapıtları aynı çatı altında buluşturan... Zor ya da hayal gibi mi geliyor? Oysa nisan ayında İstanbul işte tam da böyle bir sanat fuarına ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor: All Arts İstanbul.

YENİ BİR ANLAYIŞ İsmi gibi sanatın tüm dallarını izleyicisine sunacak olan All Arts, Contemporary İstanbul fuarına imza atan ekibin çalışmaları sonucunda gerçekleştiriliyor. Tıpkı Contemporary’de olduğu gibi All Arts’ın da Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli. 18 - 21 Nisan tarihleri arasında İstanbul Kongre Merkezi Fuar Alanı’nda yapılacak olan All Arts, geleneksel ile modern üretimin yan yana durmasını sağlayarak alanında bir ilke imza atacak. Sanatın her alanına eşit mesafede duran fuar, özellikle geniş kitlelere kendisini sunma, ifade etme fırsatı bulamayan gelenekli sanatlar alanının ustalarına, bu alanın üretimlerine kendilerini gösterme imkanı sunmasıyla önem taşıyor. Hatta fuar, gelenekli sanatlar alanında çalışmalar yapan 60 sanatçıya ücretsiz katıMilliyet SANAT Nisan 2013

“Kayıp Şehrin Çocukları” (üstte), Galeri Selvin. Celi Sülüs istif Kelam-ı Kibar, Seyit Ahmet Depeler (hat), İsmail Çökük (tezhip) (altta).

Uzman isimler danışma kurulunda Yoğun bir çalışmanın sonucunda gerçekleştirilen All Arts İstanbul için sanat dünyasının önemli isimlerinin içinde yer aldığı bir Danışma Kurulu oluşturuldu. Kurulda Prof. Dr. Nurhan Atasoy, Ahmet Benli, Tayfun Demirören, Prof. Uğur Derman, Haldun Dostoğlu, Dr. M. Sinan Genim, Prof. Dr. Gül İrepoğlu, Prof. Hüsamettin Koçan, Doç. Dr. Nazan Ölçer’in de aralarında bulunduğu sanatın farklı dallarından pek çok isim yer alıyor.

34


649-milsanat-34-35

3/25/13

2:35 PM

Page 3

Fausto Zonaro’nun tuval üzeri yağlıboya eseri: “Dömeke Savaşı”.

Zonaro’nun torunu geliyor lım desteği veriyor. Ali Güreli, All Arts’ın öncelikli amacının Türkiye’de ihmal edilmiş gelenekli sanatların yeni bir anlayışla ortaya çıkmasını sağlamak ve bu alanı uluslararası arenada tanıtacak bir zemin oluşturmak olduğunu söylüyor: “Gelenekli sanat icra eden usta ve öğrencileri teşvik etmeyi, mevcut galerilerin bu sanatları ve sanatçılarını sahiplenmesini sağlamayı istiyoruz. Ayrıca dağınık halde bulunan klasik ve modern sanat yapıtlarının, antika birikiminin yeniden değerlenmesini, anlamını bulmasını sağlayacak bir ortam yaratmayı amaçlıyoruz.”

80 USTA VE SANATÇI Çevre ülkelerden uzmanlar, kanaat önderleri, koleksiyonerler ve akademisyenleri de davet eden All Arts İstanbul, galeriler, kurumlar, müzayede evleri, sahaflar, ustalar, zanaatkarlar, antikacılar ve yayınlarla dört başı mamur bir fuar sunmaya hazırlanıyor açıkçası. Güreli “Bölge ülkelerden uzmanlar, kanaat önderleri, koleksiyonerler, akademisyenleri davet ederek İstanbul’un geniş bir bölgede izlenen ve yeni açılımlara olanak tanıyan bir platform haline gelmesi vizyonu ile hareket ediyoruz. Fuar, Türkiye’de sanata, sanat nesnesine yatırım yapan her kesimden insanı ve kurumu bir araya getirecek bir

zemin olmayı hedefliyor,” diyor. Üç bölümden oluşan fuarın birinci bölümü klasik Türk sanatlarına ayrılmış durumda. Yani bu bölümde yazma, hat, halı, seramik ve çini, bakır, keçe, cam, mücevher, tezhip, minyatür, sedef, katı’, ebru, dokuma, kalem işi başta olmak üzere 18 kategoriden 80 usta ve sanatçının eserleri görülebilecek. Bu bölümün sanatçıları, ustaları All Arts’ın seçici kurulu tarafından belirlendi; katılım için davet edildi, bunu da ekleyelim. İkinci bölüm antikaya ayrılmış durumda. Bu bölümde de antika resim, çini, efemera, kuyum, hali, nümizmatik örnekleri izleyiciyle buluşacak. Fuarın antika ve müzayede evleri arasında Tantekin Antika, Artam Antik A.Ş., Helen Antik, Pera Mezat ve Hakan Moğultay yer alıyorlar. Üçüncü bölüm ise modern ve çağdaş sanat örneklerinin sergileneceği bölüm. Bu alanda Galeri Baraz, Galeri Selvin, Galeri Artist, Eylül Sanat Galerisi, Art Lounge Gallery (Portekiz), Ave Art Gallery (Bulgaristan), Galeri Mücerred, Hikmet Mizanoğlu ve Galeri 77’nin sanatçılarının çalışmaları izlenebilecek. Bu üç bölümün yanı sıra fuarda 3 özel koleksiyondan seçilen üç ayrı küratöryel sergi de yer alıyor: Öner Kocabeyoğlu’nun modern Türk sanatına odaklı koleksiyonu Papko Collection, Remzi Gür’ün sultan

35

All Arts, II. Abdülhamit dönemi saray ressamı Fausto Zonaro’ya da özel bir yer alıyor. Sanatçının eserleri fuar alanında izleyiciyle buluşurken Zonaro’nun torunu Cesare Mario Trevigne de All Arts kapsamında İstanbul’a gelecek. Öte yandan All Arts, sanatçıların stüdyolarına ziyaretler, rehberli turlar, seminerler, konferanslar ve atölye çalışması gibi paralel etkinlikler de sunacak. Konferans başlıkları da çok merak uyandırıcı: “Oryantalist resmin Türk resmi üzerindeki etkisi”, “Antikada satın alma süreçleri”, “Geleneksel ve klasik sanat eserlerinde ekspertiz”...

fermanları koleksiyonundan seçki ve Yusuf İyilik’in klasik Türk hat sanatları koleksiyonundan seçki. Kuşkusuz All Arts, çağdaş ile gelenekseli buluşturan platformuyla sanatseverlere yeni bir kapı açacak. Bugüne kadar ihmal edilen, eski görkemli günlerini kaybetmiş olan gelenekli sanatları izleyiciyle yakınlaştıracak... MS www.allartsistanbul.com Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-36-37

3/25/13

2:36 PM

Page 2

ZAMANSIZ PERTAVSIZ ÖMER FARUK ŞERİFOĞLU

ofserifoglu@gmail.com

Dünyanın en büyük metropollerinden olan İstanbul’la bütünleşmiş sanatları ihmal etmek, özgün üretim biçimlerini yok saymak bu şehre yapılacak en büyük kötülüklerden biri. Önlem alınması gerekiyor.

Geleneksel sanatlar, gelecek ve İstanbul OSMANLI DEVRİNDEN günümüze dillerden düşmeyen bir kelam-ı kibar vardır: “Kur’an Mekke’de nazil oldu, Kahire’de okundu, İstanbul’da yazıldı.” Kur’an yazıcılığı, dolayısıyla hat sanatı açısından İstanbul’un önemini vurgulayan bu cümleden hareketle, kitap sanatları konusunda İstanbul’un müstesna bir yeri vardır. Yüzyıllarca imparatorluklara başkentlik yapan İstanbul, el sanatlarına ve zenaatlara da başkentlik yapmış; özellikle saray için üretimi yapılan alanlarda çok önemli mesafeler alınmıştır. Hat sanatından, altın işçiliğine geleneksel sanatların hemen her alanında İstanbul’a özgü bir tasarım ve üretim kalitesi oluşmuş, “İstanbul işi” veya “eser-i İstanbul” sözcükleriyle tanımlanan ve markalaşan bir kalite standardı oluşmuştur. Pek çoğunun geçmişi Uygurlara kadar uzansa da Osmanlı döneminde yaygınlaşan geleneksel sanatlarımız 17. YY.’dan itibaren gelen yabancı seyyahlar/sanatçılar aracılığıyla önemli ölçüde Batı’ya taşındı. Aralarında taşınamayan belki de sadece hat sanatı. O da alfabe olarak buraya ait olduğu için. Ebru sanatı klasik anlamda bugün Avrupa’da biliniyor ve çok ciddi bir şekilde üretimi de sürdürülüyor. Yakın zamanlara kadar Türk kâğıdı anlamına gelen ‘Turkish Paper’ şimdilerde ‘Marbling Paper’ olarak adlandırılıyor.

YOK OLUŞ SÜRECİ 20. YY.’a geldiğimizde İstanbul, hem başkent konumunu, hem de ulusal/uluslararası popüler kültür hegemonyasının baskısı altında, mimari ve çevre değerlerini kaybettiği gibi geleneksel sanatlar alanındaki potansiyelini de önemli ölçüde yitirdi. Konumunu demiyorum çünkü var olan potansiyel bir başka yöne akmadı ya da dönüşüm geçirmedi, yok oluş/erime sürecine girdi. Bunda yönetim değişikliği, üretim ve ham madde zincirlerinin kırılması da etken oldu. En temel unsur da toplumsal dönüşüm ve değişim olsa gerek; talep azaldı. Eskilerin dediği gibi “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” sözü gerçek oldu, müşterisi kalmayan birçok el sanatı kayboldu. İstanbul’da yüzlerce yıllık geçmişi olan Beykoz camcılığı, Eyüp oyuncakçılığı ve yazmacılık gibi sanatlar akademik veya amatör üretimlerin dışında yok oldu. Dünyanın en büyük metropollerinden olan İstanbul’u Milliyet SANAT Nisan 2013

36

Mehmet Özçay’ın karalama tarzı son eserlerinden, “Nur ve İman”.


649-milsanat-36-37

3/25/13

2:36 PM

Page 3

popüler kültüre teslim etmek, İstanbul’la bütünleşmiş sanatları ihmal etmek, özgün üretim biçimlerini yok saymak, bu şehre yapılacak en büyük kötülüklerden biri. Bunun gerek merkezi, gerekse yerel yönetimler tarafından fark edilerek önlemlerinin alınması gerekir. Bir kente ruhunu veren ustalardır, bu ustaların elden ele dolaşan eserleridir. Bu bir sanatçı olabileceği gibi bir mermer veya metal ustası da olabilir. İstanbul’un ustalarını merak edecek olursak, ilk çağlardan Bizans’a, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e binlerce isimle karşılaşırız, ancak bunların üretim stillerini devam ettirmediğimiz gibi ürettikleri eserlerden örnekleri de çok az saklayıpkoruyabilmiş durumdayız. 21. YY.’ın ilk çeyreğinde bir başka tehlikeyle daha karşı karşıyayız. Görece yeniden hatırladığımız, canlandığını iddia ettiğimiz sanatlar, zenaatlar tam da 21. YY.’a yakışır bir simülasyon burkacının içinde içeriksiz, niteliksiz bir görüntü nesnesine dönüştürülüyor. Bu akıl tutulmasından ve bilinçsizleşme girdabından kurtulmak için bütün kavramları yeniden konuşmamız gerekiyor, elimizin, gözümüzün yerinde olup-olmadığını, işlevini yerine getirip-getirmediğini yoklamak, kendimizden emin olmak için... Gelenek sözcüğünden başlayalım... Gelenek sözcüğü her telaffuzunda karşımıza, geçmişle bugün arasında bir kimlik/aidiyet meselesi olarak ortaya çıkıyor. Öncelikle gelenekten ne anladığımız konusunda anlaşalım. Ya da ne anladığımız / anlamadığımız konusunda tartışalım ve bir tanım üzerinde mutabık kalalım... Hilmi Yavuz bir söyleşisinde değinir gelenek kavramına ve nasıl bakmamız gerektiği konusunda dikkat çekici bir yaklaşımı vardır: “Bugünkü durumumuzla geçmişteki durumumuz arasında birtakım farklar var, bu farklara rağmen bazı benzerlikler de var. Zamanla içinde bir şeyler değişmekte ama değişmeyen bazı şeyler de kalmaktadır. Değişen şeylere isterseniz araz (ilinek ya da accident); değişmeyen şeylere ise öz (essence) diyelim. Şu halde mesela yirmi sene evvel yüzümde kırışıklıklar yoktu; bugün var. Saçlarım beyaz değildi; şimdi beyaz. Ama bende değişmeyen şeyler de var. İşte onlar benim gerçek kimliğimi oluşturuyor. Bu çerçeve içinde düşünürsek geleneği ‘değişenin içinden değişmeyeni çıkarmak, bulmak’ diye tanımlayabiliriz. Geçmişten bugüne kalanlar nelerdir, bunlar ne anlama gelir, bunları çıkarmak ve geriye kalan öz ne ise onu korumak söz konusu. Çünkü kimlik meselemizi başka türlü temellendirmek olanağına sahip

değiliz. Gelenek, bu anlamda, sürekli değişen içinde değişmeyeni; arazlar (ilinekler) içinde değişmeyeni, özü (essence) bulmak ve bugüne ulaştırabilmektir.” Geleneksel ya da Prof. M. Uğur Derman Hoca’nın tabiriyle ‘gelenekli sanatlar’ dendiğinde ne anlamamız gerekiyor: Özüne dair unsurları değiştirmeden, arızı unsurlarında muhtelif tasarruflarda bulunulabilen sanatlar mı? Aslında her türlü sanatsal üretimi bu kapsamda değerlendirebiliriz ki böyle bakacak olursak hangi sanatın geleneği yoktur...

HAFIZAYI KAYBEDERİZ En başta da dediğim gibi İstanbul’un dünyanın en büyük metropollerinden biri olduğu gerçeğini gözden kaçırmayarak, bu şehrin kültürel kimliğinde önemli bir yer tutan özgün yerel üretimlerin desteklenmesi gerekiyor. Bunun sistemli bir şekilde merkezi hükümet, yerel yönetim ve STK’lar tarafından sistematize edilmesi ve gereken yatırımların yapılması kaçınılmaz. Aksi halde sahip olduğumuz kültürel mirası gelecek nesillere bırakmakla yükümlü her İstanbullu, bunun sorumluluğu ve vebaliyle baş başa kalacak.

Kültürel mirasımızın yüzde 80’i kağıt üzerindeyken ülkemizde 8 adet kağıt restorasyon atölyesi değil, 8 kişilik bir restorasyon ekibi bile yok. İstanbul’un vakit kaybetmeksizin bir hat sanatı müzesine ve kağıt eserler hastanesine ihtiyacı var. İstanbul’un bu alandaki karakteristik rolünü tespit etmeyi; mevcut potansiyelini kayda geçirmeyi ve görünür/bilinir/işler kılmayı sağlar nitelikteki çalışmaları desteklemek, bu potansiyeli etkinleştirerek, şehrin kültürel ve sanatsal altyapısının bir parçası haline getirmek her türlü çabanın önündedir. Bireysel üretimleri sürdürmenin oldukça güçleştiği, endüstriyel üretimin hakim ol-

37

duğu günümüz dünyasında, ustalık kavramı ve ustalar ayrıca bir anlam kazandı. Önemli bir kısmı unutulmakta olan ya da hak ettiği ilgiyi görmeyen geleneksel sanatların sürekliliğine katkıda bulunmak, bu sanatları ‘öz’ünü bozmayan modern olanaklarla buluşturmak gerekiyor. Asıl konumuza, gelecek meselesine bakacak olursak, ‘gelenekli sanatlar’ ya da ‘klasik sanatlar’ dediğimiz, Osmanlı döneminde üretimlerinin zirvesine ulaşmış sanat dalları, hat, tezhip, ebru, cilt, minyatür, katı’, seramik, yazma, ahşap oymacılığı, taş işçiliği vs. listeyi uzatmak mümkün... Her şeye rağmen olumlu bakmaya çalışırsak, uzunca bir süre terk edilmiş, üretim zincirleri kırılmış olsa da son yirmi yıldır yükselen bir ivmeyle yeniden canlandıklarını söylemek mümkün. Kültür Bakanlığı ve İSMEK’lerin yaptıklarını küçümsemiyorum. İSMEK eğitim odaklı bir oluşum olarak amatör üretimleri destekledi ve bu sanatların bilinirliğini artırdı. Kültür Bakanlığı’nın ise Ankara merkezli bir yapılaşma ve uzun vadeli programlarla yürüttüğü süreçlerden çok önemli bir çıkarım mümkün olamadı. Yeni üretim süreçlerinin sahiciliğinden emin olmalıyız. Bunun en önemli yolu da elimizdeki mevcut potansiyeli görünür kılmak. Ülkemizdeki kültürel potansiyelin boyutları ve görünürlüğünü kıyasladığımızda utanmak gerekiyor. Mevcut eserlerin sağlıklı şartlarda korunduğu ve sergilendiği kaç müzemiz var? Kimse kusura bakmasın Topkapı Sarayı’ndan Türk ve İslam Eserleri Müzesi’ne, Yıldız’dan Süleymaniye Kütüphanesi’ne, insanlık tarihinin çok önemli sanatsal üretimleriyle dolu müzelerimiz, bürokrasinin sınırlı imkanlarına ve bir avuç fedakar insanın çabasına terk edilmiş durumda. Kitap sanatları dediğimiz sanat dallarının üretimleri büyük ölçüde kağıt eserler olduğu için çok daha itinayla korunmak durumunda. Kültürel mirasımızın yüzde 80’i kağıt üzerindeyken ülkemizde 8 adet kağıt restorasyon atölyesi değil, 8 kişilik bir restorasyon ekibimiz bile yok. İstanbul’un vakit kaybetmeksizin bir hat sanatı müzesine ve kağıt eserler hastanesine ihtiyacı var. Bir süre önce bir sohbette söylemiştim kendimi tutamayarak: Allah korusun, Süleymaniye Camii’ne bir şey olursa Mimar Sinan’ın en önemli eserlerinden biri, İstanbul’un sembol yapılarından birini kaybederiz. Ancak Süleymaniye Kütüphanesi’ne bir şey olursa bu toprakların bin yıllık hafızasını kaybederiz! Aklımızı başımıza toplayalım ve ikisine de sahip çıkalım... MS Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

2:38 PM

Page 2

MİMARİ

649-milsanat-38-39

Mies van der Roche tasarımı Neue Nationalgaleries, 20. YY. modernizminin güçlü bir temsilcisi.

3 zaman, 3 müze Bugünlerde birçok bölgesi inşa halinde olan Berlin’in 200’e yakın müzesinin arasından, farklı zamanlarını farklı anlatımlarla günümüze taşıyan üç önemli müzesine kısaca göz attık.

İREM MARO KIRIŞ irem.kiris@bahcesehir.edu.tr

II. DÜNYA SAVAŞI’NDA yaşadığı korkunç yıkımın ardından gelen uzun mu uzun iyileşme süreciyle, büyük ve sürekli değişimler, yenilenmeler konusunda en önde gelen kentlerden biri olsa gerek Berlin. Bugünlerde yine inşa halinde birçok bölgesi. Kentte gezerken geniş inşaat alanları, vinçler, tahta perdeler görüyor, yayalar için oluşturulmuş geçici yollardan yürüyorsunuz. Friedrichstrasse, Unter den Linden, Invalidenstrasse-Spree Nehri bölgelerinde bu durum bizzat deneyimlendi. Berlin’i Almanya’nın en büyük metropolü yapan yönlerinden biri de bu bir türlü bitip tükenmeyen aktivite, çeşitlilik, deneysellik ve yeniliklere açık, özgün yapısı... Otobüs terminalleri, depo yapıları sanat galerilerine, müzelere dönüşüyor. Kentliler ve gezginler en ücra köşelerdeki sergileri, müzeleri dahi gidip buluyor, gezip görüyorlar. Kentte çokça bulunan kültür yapıları sürekli çekim merkezleri. Bu yazı kapsamında üç farklı kent müzesinden söz ediMilliyet SANAT Nisan 2013

liyor. Bu yapıların her biri Berlin’in farklı dönemlerini, farklı yönlerini temsil ediyor. İkisi 20. YY. ortalarına, biri ‘90’lı yıllara tarihlenen üç yapı da zamanlarının star mimarları tarafından tasarlanmış.

MIES’İN YAPISI 20. YY. sanatı sergilerinin mekanı olarak kullanılan Potsdamer Platz yakınındaki Neue Nationalgalerie, Mies van der Rohe tasarımı. Yapının kendisi de 20. YY. modernizminin güçlü bir temsilcisi. Berlin’de 1938 yılına kadar mimarlık yapmış, sonra Amerika’ya göç etmiş olan mimara, 1961 yılında Berlin Senatosu tarafından, 75. yaşı onuruna verilmiş bir hediye aslında. Aynı zamanda bu yapı Mies’in savaş sonrası Almanyası mimarlığına tek katkısı. Tasarımı, Küba’da yapılması düşünülmüş ancak gerçekleştirilmemiş Bacardi yönetim binasına dayanıyor. Sekiz çelik kolonun taşıdığı düz çelik çatı ve cam yüzeylerle tanımlanıyor giriş mekanı. 5 bin metrekarelik sergi alanına, 800 m duvar

38

boyuna sahip çelik ve camdan oluşan bir dikdörtgen kutu. İç mekanın taşıyıcılardan ve bölücülerden arındırılmış olması, serbest, esnek, bütüncül mekan algısını güçlendiriyor; sanatın ve sanatçının temsili için alabildiğine sade bir koruma sunuyor. Sanat koleksiyonları çoğunlukla az gün ışığı alan, korunaklı, taş kaplı alt galeride, heykel sergileri ise bahçede ve üst galeride yer alıyor.

BAUHAUS ESTETİĞİ Neue Nationalgalerie gibi, BauhausArchiv Museum da Tiergarten bölgesinin kültür yapılarından. Almanya’da 19191933 arasında Weimar, Dessau ve son olarak da Berlin’de varlık gösteren, Bauhaus’un arşivlerini, atölyelerinden çıkan işleri sergileme mekanı olarak kullanılıyor. Aktif olduğu süreçte Bauhaus üyeleri arasında Paul Klee, Wassily Kandinsky, Oskar Schlemmer, Laszlo Moholy-Nagy gibi sanatçılar bulunuyordu. Bu sanatçıların atölyelerinden çıkarak dünya ülkeleri-


649-milsanat-38-39

3/25/13

2:38 PM

Page 3

Mies’in geç dönem yapısı Neue Nationalgalerie en saf modernist formu, Bauhaus-Archiv Museum Bauhaus estetiğini temsil ederken, Libeskind yapısı daha farklı bir örnek; başka bir mimarlık dili sergiliyor. Daniel Libeskind’in Yahudi Müzesi günümüz mimarlığını temsil ediyor.

Bauhaus - Archiv Museum’un tasarımı mimar Walter Gropius’a ait.

ne yayılan, alanlarında etkin 1250 öğrenci mezun etmiş, 20. YY.’ın en önemli sanat, zanaat ve tasarım okullarından biri ve bir ekol olmuştu. Müze yapısı, yalnız dünyanın en kapsamlı Bauhaus koleksiyonunu değil, herkesin ulaşımına açık bir araştırma merkezini de barındırıyor. Tasarımı orijinal olarak Bauhaus’un kurucusu ve ilk yöneticisi, teorisyen ve eğitimci mimar Walter Gropius’a ait. 1964’te Darmstadt için düşünülen, daha sonra 1976-79 yıllarında modifiye edilerek Berlin’de gerçekleştirilen bir tasarım. Klingelhöferstrasse No.14

adresine yaklaşırken yapı, hemen kendini belli ediyor, “Bu olmalı işte,” dedirtiyor. Silueti, formu, mimari özellikleriyle ilgi çekici bir Berlin yapısı görüntüye giriyor.

LIBESKIND’İN YAHUDİ MÜZESİ Bir başka Berlin müzesi, hem Almanya ve Avrupa’da yaşanan Yahudi kıyımını hem de günümüz mimarlığını temsil eden bir örnek, Daniel Libeskind’in Yahudi Müzesi. Yapı Kreuzberg’de yer alıyor. Berlin’de bu konudaki ilk girişim olan 1933’te kurulan Yahudi Müzesi, 1938’de Naziler tarafından kapatılmış. Tüm yaşananlardan çok sonra

39

1970’lerdeki girişimler, önce Berlin Müzesi’nde özel bir departman açılmasıyla sonuçlanmış sonra da proje yarışması sonucu yapımı 1992’de başlayan ve 2001’de açılan bu müze ile. Radikal formuyla kısa zamanda mimarlık literatürüne giren Jüdisches Museum, Berlin Müzesi’nin iki katlı Barok yapısı yakınındaki bir özel ek. Kütüphane, arşiv, kompüter merkezi, tarihi belge ve objelerin sergilendiği mekanlardan oluşuyor. Lineer bir formun kırılıp kıvrılmış durumunu yansıtıyor ve Davud Yıldızı’nın çizgilerini taşıyor. Kırılmalar dış mekanda farklı büyüklüklerde bahçeler ve avlular yaratıyor. Dış yüzeyleri okside çinko kaplı yapının pencereleri de rastlantısal hissi veren ilginç noktalarda oluşmuş yırtıklara, yara bere izlerine benziyor. İçerde ve dışarda mekansal boşluklar, sosyal, kültürel, fiziksel, bedensel yokluk ve boşlukları, kayıpları, görünmeyenleri anlatma kaygısıyla tasarlanmış. Mimarın, biraz tuhaf müzik ve edebiyat referansları da kullandığı, yapısını Schoenberg’in tamamlanmamış operasının son perdesi olarak düşündüğü, zikzak formu oluşturan farklı açılardaki çizgilerin sayısını, Walter Benjamin’in “Tek Yön”ündeki 60 bölümle ilişkilendirdiği biliniyor. 200’e yakın sayıda müze arasında, Berlin’in farklı zamanlarını farklı anlatımlarla günümüze taşıyan, rastlantısal olarak seçilmiş bu üç yapının mimari özelliklerine kısaca göz atarak şöyle genel bir kanıya varmak olası: Mies’in geç dönem yapısı Neue Nationalgalerie en saf modernist formu, Bauhaus-Archiv Museum Bauhaus estetiğini temsil ederken, Libeskind yapısı daha farklı bir örnek; başka bir mimarlık dili sergiliyor. Günümüz mimarlığında ‘80’lerden bu yana önemli bir arter oluşturan olağandışı formların egemenliğine, sembol ve referansların artan etkisine kuvvetle işaret ediyor. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:14 PM

Page 2

SİNEMA

649-milsanat-40-43

Festivalin açılış filmi Pedro Almodovar’ın yeni yapıtı “Aklımı Oynatacağım”. Bu filmle Almodovar’ın eski komedilerine döndüğü söyleniyor.

Bahar bir kez daha filmlerle geliyor İSTANBUL’DA bahar ve sinemayı bir arada kutlamamızı sağlayan İstanbul Film Festivali, gösterimlere 30 Mart’ta başlıyor ve 14 Nisan’a kadar sürüyor. 32. kez düzenlenecek festivalin gösterimleri bu yıl Beyoğlu’nda Atlas, Beyoğlu, Pera Müzesi, Nişantaşı’nda City’s, Ortaköy’de Feriye ve Kadıköy’de Rexx olmak üzere 6 sinemada yapılacak. 16 günde 20’den fazla bölümde 200’ü aşkın filmi izleyici karşısına çıkaracak festivalin programı her yıl olduğu gibi zengin. Programda ustalardan genç yeteneklere, insan haklarıyla ilgili filmlerden ‘hazmı zor’ yapımlara, güldüren ‘antidepresan’ olacak filmlerden kadın hikayelerine, her zevke hitap eden filmler mevcut. Milliyet Sanat olarak festival sırasında size yol gösterici olacak bir rehber hazırlamaya çalıştık.

Milliyet SANAT Nisan 2013

40


649-milsanat-40-43

3/26/13

5:14 PM

Page 3

Festivalde gala keyfine buyrun

“The Place Beyond the Pines”da Dereck Cianfrance başrolü ikinci kez Ryan Gosling’e veriyor (üstte). “Başka Bir Evde”de Kristin Scott Thomas ve Fabrice Luchini var.

32. İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin açılış filmi Akbank Galaları’ndan seçildi: İspanyol Pedro Almodovar ustamızın “Aklımı Oynatacağım” filmiyle dünyanın derdine ve keyfine dalacağız. “Aklımı Oynatacağım”, bölümde bulunan iddialı filmlerden yalnızca bir tanesi... ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR esin@sinema.com

“Yasak Aşk / Two Mothers” 40’lı yaşlardaki iki hoş kadının yani Naomi Watts ile Robin Wright’ın (eskiden bir de Penn soyadı ekliydi) birbirlerinin oğullarıyla yaşadıkları ilişkiyi anlatıyor.

“Yasak Aşk”ta Naomi Watts (solda) ve James Frecheville’i izleyeceğiz.

ADI ÜZERİNDE ‘GALA’, çoğu bir şekilde vizyona girecek. Gelgelelim ‘festival cinneti’ diyebileceğimiz, yani ortamdaki bulaşıcı hoş hezeyanlara hevesle kapılmamak mümkün değil. Bir de malum, Akbank Galaları bölümündeki filmlerin şanı kendilerinden çok önce geliyor; hem ‘auteur filmi’ etiketleri var hem de çoğu ödüllü ve eğlenceli. 13 film arasında diyelim ki Pedro Almodovar filmi için mesela, içimiz epeydir kıpıp kıpır. “Aklımı Oynatacağım / Los amantes pasajeros ” festivalin açılış filmi. İspanyol üstadın ilk dönemindeki “Pepi, Luci, Bom” (1980) misali pervasızca abartılı, ‘camp’ filmlerindeki coşkusuna döndüğü haberleri geldiğinden, iki haftalık ağır maratona başlamak için hoş bir seçim olabilir. Freni arızalanan uçak içinde geçen filmin orijinal adının İspanyolca’da ‘geçici âşıklar’ ve ‘âşık yolcular’ gibi iki anlamı varmış. Bu nedenle Almadovar İngilizce adını “I am So Excited” koymuş, Türkçesi de pek uymuş. Neticede ne bekliyoruz? Yolcular ve kabin görevlileri, bir yığın yüzleşme, histerik hayat muhasebesi, kara komedi arasında güzel insani tesbitler derken tabii ki makaraları koyvereceğiz. Arada Penelope Cruz, Antonio Banderas gibi starlar ufak rollerle kad-

41

raja girip çıkıyorlamış. Her zamanki gibi cinsel referanslar, alttan alta politik taşlamalar da eksik olmayacaktır elbette.

AZİZE TAN’IN FAVORİLERİ Festival direktörü Azize Tan’a bu bölümdeki favorilerini sorduk, hemen üç film söyledi. “Başka Bir Evde / Dans la Maison”u zekice yazılmış senaryosuyla son dönemin en iyi François Ozon filmi olarak niteliyor ki, isabet. Ozon bir oyundan uyarlamış, kendi deyişiyle daha ziyade esinlenmiş. Ortada yazar olamamış, lisede edebiyat öğretmenliği yapan orta yaşlı bir adam (Fabrice Luchini) ile sanat küratörü karısı (Kristin Scott Thomas) ve bıkkın hayatları var. Adam, ‘cep telefonu ve pizzadan başka’ haftasonu macerasına dair bir şey yazamayan öğrencilerinden iyice sıkılmışken aralarından birisi gününü aydınlatıyor, karısıyla olan durgun yaşamı hareketleniyor. Haftasonunda arkaşının evinde yaşadıklarını kompoziyon ödevi olarak anlatan öğrenciyi teşviken başlayan masum süreç bakalım nerelere ilerleyecek? Dikizcilik, başkasının mahremiyetine dair şehvet halleri derken filmde bahsi geçen ünlü yazar Gustave Flaubert’den alıntıyla, gerçeğin tadı yavan, Milliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:14 PM

Page 4

SİNEMA

649-milsanat-40-43

“Yolların Prensi”nde Emile Hirsch (üstte solda) ve Paul Rudd rol alıyor (üstte sağda). Nicole Kidman (altta) “Lanetli Kan”ın oyuncu kadrosunda.

dolayısıyla düşlediğimizi yaşamak arzusu baskın çıkıyor. Öğrenci rolündeki Ernst Umhauer’in ikircikte bırakan oyununu da övmeyi uuutmayalım. Azize Tan, “Yolların Prensi / Prince Avalanche”ı mizah anlayışı, oyuncuları ve yönetimiyle sevmiş. Film, aslında İzlanda yapımı “Either Way”in Amerikan uyarlaması. Fazla zaman geçmeden art arda izleyince kesin bir ‘dejavu’ oluyor, öylesine aynı hissiyattalar. Amerikan uyarlamasında, farklı karakterde iki erkeğin dostluk öyküsüne yaklaşımdaki kaza mizah, kuzey cenahınınki kadar sert değil. Ama hikaye, Amerikan kırsalının devasa hiçliğine de uymuş; “Yolların Prensi” iyi huylu hoş bir film olmuş. Berlin’de en iyi yönetmen ödülünü alan Amerikalı David Gordon Green’le görüştüğümüzde bu öykünün her ülke kültürüne uyarlayacak bir proje olduğunu söylemişti. Azize Tan, favorilerinden can dostu arkadaşların büyüme hikayesi olan “Saksı Olmanın Faydaları / The Perks of Being a Wallflower”ı ise öncelikle iyi bir uyarlama, başarılı oyuncuları ve dönemi güzel yansıtmasıyla bir kenara koyuyor.

‘BANA PARADAN HABER VER!’ Amerikan bağımsızı Gus Van Sant gayet iyi niyetli, çevreci mesajlı, star Matt Damon Milliyet SANAT Nisan 2013

destekli “Kayıp Umutlar / Promised Land”le Akbank Galaları’nda dikkat çekiyor. Filmde, dev bir doğalgaz şirketinin satış elemanları olarak köy köy dolaşan Matt Damon ve Francis McDormand’ın kurnaz ve ‘işime bakarım’ halleri gibi hoşluklar az değil. Van Sant’ın gayet düğüm olmuş sorunlar silsilesini, ekonomik ve çevresel yıkım mevzusunu polemiğe girmeden sakince anlatma niyeti anlaşılabilir. Damon ve McDormand’ın karakterlerinin çarkın küçük bir dişlisi oldukları idrakı da güzel. Gelgelelim ne entrikası ne de aşkın gücü köpürtmesi gibi ‘efendice’ niyetler filmi yavan bir seyirlik olmaktan kurtaramamış. Bu arada “Office” dizisiyle sevdiğimiz aktör John Krasinski de senaryoya katkıda bulunurken kendisine daha iyi replikler yazsaymış, iyi olurmuş. Dev şirketlerin çiftçisi, işçisi ve emekçisiyle dünyanın geride kalanını harcadığı teması “Kapital / Capital”in de mevzusu. Marka takımları içinde yöneticiler, özel uçaklar, şık ofisler, şampanya ve purolar misali ‘güç’ sahibi kalantorların bildik tüm imajlarını seferber etmiş Costa Gavras. 45 yıl önceki “Z”den bu yana ciddiyetle politik sinema yapan 80 yaşındaki Costa Gavras bu kez şaşırtacak azıcık. Son dönem filmlerindeki formsuzluğunu “Kapital” ile silkelemek, eğlenmek istemiş belli ki. Taşlamayla anlattığı sıradan bir şirket yöneticisinin yükselişi de paranın spekülatif oyunu gibi ‘koyverdim gidiyorum’ kabilinden ilerliyor. Fransa’nın en tanınmış komedi figürlerinden başroldeki Gad Elmaleh, fırsatçı yönetici rolünde önündeki klişelere rağmen filmi şahane taşıyor.

‘KORKUTUCU’ MESELELER Kan / Stoker” bir yanıyla son derece heyecanlandırıyor ama Güney Koreli Park Chan Wook’un Hollywood’da çektiği ilk film olması nedeniyle huzursuzluk da veriyor. İntikam Üçlemesi’yle baştacı ettiğimiz yönetmen filmin fragmanının sonuna evin genç kızı rolündeki Mia Wasilowska’nın ‘Biz aileyiz” sözünü koymuş, vardır elbet bir nedeni. Üç kişilik ailenin çekirdek üyeleri anne (dudaklarını gün geçtikçe şişirten Nicole Kidman) ve kızı. Kocanın cenazesinde ortaya çıkan ‘amca’nın varlığıyla mevzu bulanıyor. Bir yanda aile içi sırlar, diğer yanda cinselliğin keşfiyle tekinsizleşen yeniyetmelik hali olunca, tablo yeterince korkutucu. “Yasak Aşk / Two Mothers” ise 40’lı yaşlardaki iki hoş kadının yani Naomi Watts ile Robin Wright’ın (eskiden bir de Penn soyadı ekliydi) birbirlerinin oğullarıyla yaşadıkları ilişkiyi anlatıyor. Mevzu

42

geleneksel değil, yurtdışında çoktan tartışma yarattı bile. “Babadan Oğula/ The Place Beyond the Pines” babalar ve oğullar, kötüler ve iyiler arasında yaşanan bir suç bir filmi. Doğrusu “Blue Valentine”dan sonra romantizmden çark eden Derek Cianfrance şimdi ne yapmış izleyeceğiz ama “Babadan Oğula”nın yine melankolik tonda geliştiğini tahmin etmek zor değil. Filmin kadrosunda Ryan Gosling, Eva Mendes’in de aralarında olduğu şık isimler de mevcut.

YALNIZLIK ÖMÜR BOYU Vampir olmanın dayanılmaz yalnızlığını anlatacak “Bir Vampir Hikayesi / Byzantium”un yönetmeninin kıvamını en iyi tutturan sinemacılardan İrlandalı üstad Neil Jordan olması hoş. Film, terk edilmişlikleriyle yalnız bir vampir ailenin öyküsü. Jordan’ın önemli filmlerinden “Vampirle Görüşme”yle benzer temalar öne çıkıyor ama bu kez sadece vampir anne ve çocuğu ana karakter olarak seçiyor. Başlarının çaresine bakmak durumunda kalan ikilinin varoluş mücadelesi elbette ‘bu dünyanın’ sorunlarıyla doğrudan alakalı. Aile içi sorunların ve acılı konuların üzerinize üzerinize gelmeyecek şekilde aktığı romantik komedi “Sadece Aşk / Dan Skaldede Frisor” tam bir rahatlama vesilesi olabilir. Kocasının ihaneti ve kanser hastalığını keşfeden ortayaşlı kadının hem Pierce Brosnan’ı bulması hem de hayatında yeni ufuklara yelken açma gücünü naiflikle anlatıyor bu film. Susanne Bier “Seyircinin hoş bir nefes alması için film yaptım” demişti, memleketindeki gişede çok başarılı oldu nitekim.

İNSANLIK HALLERİ Hayat sorgulaması konusunda “Sadece Aşk”tan nispeten daha derin olan “Geceyarısından Önce/Before Midnight”, romantizmin hayata uygulabilir tarafını konuşarak sorguluyor. Richard Linklater’ın yönettiği serinin üçüncü filminde (gerisi de gelecekmiş) Ethan Hawke ve Julie Delpy’nin karakterleri bu kez birbirleriyle evli ve çocuklu bir aile olarak karşımızda. Gösterildiği yerlerdeki tartışmalara bakarsak, Akbank galalarındaki diğer bir film olan “Disconnect”le ilgili karışık sinyaller geliyor. İnternet aleminde yarenlik ve teselli arayan bir grup insanın yaşadığı öykülerin toplamıymış. Hoşlukları, boşlukları, gerilim ve tehlikeleriyle insanlık hallerine dair bir film olarak yeni ne söyleyecek merak konusu. Filmin kadrosundaki ünlü modacı Marc Jacob’ı sinemada izlemek ise keyifli olacak, orası kesin. MS


649-milsanat-40-43

3/26/13

5:14 PM

Page 5


SİNEMA

649-milsanat-44-45

3/26/13

5:15 PM

Page 2

“81 yaşına girdim hâlâ çalışıyorum” Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde Onur Ödülü alacak isimlerinden biri “Selvi Boylum Al Yazmalım”dan “Düğün”e, “Vurun Kahpeye”den “Kavanozdaki Adam”a akıllarda yer eden performanslarıyla Yeşilçam’ın en özel aktörlerinden Ahmet Mekin. NAZAN ÖZCAN nozcan@radikal.com.tr

AHMET MEKİN, etkileyici fiziği, derin ifadeli çakır gözleriyle, yaşattığı karakterleri ölümsüz kılmıştır,” diye başlıyor Türkan Şoray, “Selvi Boylum Al Yazmalım”da karşılıklı döktürdükleri rol arkadaşı Ahmet Mekin için yazdığı İstanbul Film Festivali kataloğundaki yazısına. Yalan mı? Hatırlayın, Cemşit’in o derin ve sessiz ama çığlıklarla dolu mavi bakışları hangimizin kalbine dokunmadı ki... Pek ortalarda görülmese de, ekrandan taze kalkan “Kayıp Şehir”deki kalender İsmail dede rolüyle iyi oyunculuğuyla içimizi ferahlattı. Ama merak etmeyin, Mekin yakında Bülent İnal’ın başrolünde olduğu ve yine Kadir İnanır’ın şahane oynadığı “Tatar Ramazan”ın dizi versiyonunda Ramazan’ın babası olarak arzı endam eyleyecek. Mekin’i “Tatar Ramazan”ın Aydın’daki setine giderken telefonda yakaladık. Bir de, Milliyet Sanat’ı yapanlarla birlikte okuyanlara da selamı var! ● İstanbul Film Festivali’nden onur ödülü alıyorsunuz, insan ne düşünüyor böyle bir durumda? Senelerdir sinemaya emek vermenin sonucu oldu ödül. ‘57’den beri sinemanın içindeyim. Başka da hiçbir iş yapmadım. Onur ödülü almak da çok güzel. Daha önceki yıllarda jüri üyeliği de yapmıştım İKSV etkinliklerinde. Çok kaliteli sanat etkinlikleri yapan bir kurum, onun için onların verdiği ödül benim için çok değerli. ● “Kayıp Şehir”de dedeyi oynuyordunuz, şimdi baba. Ama biz biliyoruz ki, siz jön olarak başladınız sinemaya. Yaşla beraber insan kendini aşıyor. Ben

Milliyet SANAT Nisan 2013

“Kim bizden daha iyi iş yapıyor ki, söyleyin” ● Yeşilçam’la ilgili eleştirilere en çok emek verenlerden biri olarak ne diyorsunuz? İstemeyerek girdim, zorla, ama işin içine girdikten sonra katiyen eleştirmiyorum, müthiş saygı duyuyorum ve bugünkü varlığımızı da ona borçluyuz. İkincisi, Türk sineması çok hafif değil, Türkiye’ye çok şey verdi. İyi Türkçe konuşmayı verdi, sosyal yaşamı verdi. Milli Eğitim Bakanlığı’ndan daha fazla iş yapmıştır sinema. O yüzden eleştirmesinler. Kim bizden daha iyi iş yapıyor ki,

‘75’lere kadar jön oynadım. Sürekli bir jönlük havası içindesiniz ve bu beni çok sıktı. Ve ben daha değişik, daha karakteri, çizgisi sağlam roller oynamak istedim. Bu, benim kendi tercihimdi ve çok memnumum tercihimden. ● Ama Türkiye’de jönlüğün getirdiği inanılmaz ekstralar da var. Siz şöhretten mi kaçıyorsunuz? Evet, bu benim tercihim. Önde olmak, şöhret olmak, pek hoşuma giden şeyler değil. Benim karakterim böyle. Bir de daima yaptığım işin iyi olmasını ve o işle anılmayı istedim. Jönlük havası beni hiç tatmin etmedi, o işten mutlu olmadım. ● Çekingen misiniz peki? Bizim kuşakta bazı şeyler vardı, boş şöhret olmayı sevmiyoruz. Havada bir jönlük, sabun köpüğü gibi... Bu heyecan vermiyor, yaptığımız işle tatmin olmak ve öyle anılmak istiyoruz. Tabii ki ben de utangacım biraz. ● O yüzden mi İstanbul’dan kaçıp Erdek’e yerleştiniz? Mümkün olduğunda kendimi kapatmayı seviyorum, kendi yaşamımı kurmak, kendi sevdiğim insanlarla olmak benim daha

44

söyleyin. Politika mı, ticaret mi, sanayi mi? ● Yeni kuşağı nasıl buluyorsunuz? Son derece saygılılar bana karşı. Seviyorlar da. Şaşırdığım şey, sette herkesin cep telefonlarıyla oynaması, birbirleriyle konuşmuyorlar bile. Biz sette prova yapardık, iş bitince de oturup sohbet ederdiniz. Burada provalarda bile herkesin elinde cep telefonu, napıyorlar, nasıl ediyorlar, bu kadar mı meraklılar dünyaya, ben şaşırıyorum, ama gençlerden memnunum, hepsi de iyiler.

çok hoşuma gidiyor. Ortada olmanın benim için bir anlamı yok. ● İstanbul’dan kendimi azınlıkta hissettiğim için gittim diyorsunuz. Neden azınlıkta hissettiniz? Çünkü biz eski İstanbulluyuz, 300 senelik Bakırköylüyüz. Hızlı göçün getirdiği bir yalnızlık oldu. Etrafınıza bakıyorsunuz, sizin gibi, eski İstanbullu, pek göremez oluyorsunuz ve yaşam olarak kayboluyorsunuz. Her şey değişiyor, çoğunluk hep dışarıdan gelenler oluyor, siz asıl kimliğinizi kaybetmeye başlıyorsunuz. İstanbullu olmanın getirdiği bir örf, adet, yaşam tarzı vardır, onlar kaybolmaya başladığı zaman, rahatsızlık hissediyorsunuz, onun için kaçış. ● Bakırköylülük önemli belli. Başka bir Bakırköylü Kenan Pars vasıtasıyla girmişsiniz sinemaya. Sinemayı hiç düşünmemiştim ama ailem o dönemlerde bir ekonomik kriz yaşıyordu. Bakırköy’ün sanatçısı, sporcusu, yazarı çizeri boldur. Kenan Pars da o işlerin içinde ve yönetmen Sırrı Gültekin bana ısrar ediyorlar, sinema yapayım diye. Ama ben istemiyordum, çünkü biz arkadaşlarla hafif züppe


649-milsanat-44-45

3/26/13

5:15 PM

Page 3

“Hoşlanmıyorum kendimi görmekten. Bir de kendimi çok eleştiririm ben. İzler ve eleştirirsem mutsuz ve rahatsız olurum durumdan. Tamam yaptım, çektim ve bitti.”

Ahmet Mekin’i “Tatar Ramazan”ın dizi versiyonunda Ramazan’ın babası olarak izleyeceğiz.

bir çevrede dalga geçiyoruz, eleştiriyoruz yerli filmleri. Kenan’ın bir dükkanı vardı, oraya gittim, oturuyoruz. Bana bir mektup verdi, yönetmen diyor ki, senin orada gördüğümüz çocuğun tipi çok müsait, lütfen onu ikna et ve 500 lira da avans veriyoruz. Müthiş bir para. Kenan da o parayı ve mektubu koydu önüme. Baktım cepte para da yok, 500 lira para orada duruyor, bir kere yaparım sonra da yapmam dedim. O filmle başladım. “Mahşere Kadar”la yani. Ayrıca kimse benim ne yapabileceğimi ne yapamayacağımı bilmiyor, nasıl bir cesarettir, 500 lira avans veriyorlar! Ha tamam, yakışıklıyız, genciz, sporcuyuz ama o kadar. ● Peki sizin hayaliniz neydi? Benim aklım hâlâ akademisyen olmakta, o zamanlardan beri. Şimdi söylemeyeceğim birtakım nedenlerden üniversiteye gidemeyince, askere gittim, sonra da giremedim tekrar. O kaldı bende hep ve hâlâ hafif bir burukluk çekerim. Ama artık geçti tabii, 57 sene olmuş sinema yapalı. ● Bazen 120 bazen 180 filminizden bahsediliyor, gerçek sayı kaç? Yaptığım filmleri izlemediğim için sayı-

yı da bilmiyorum ki! ● Neden rol aldığınız filmleri izlemiyorsunuz? Hoşlanmıyorum kendimi görmekten. Bir de kendimi çok eleştiririm ben. İzler ve eleştirirsem mutsuz ve rahatsız olurum durumdan. Tamam yaptım, çektim ve bitti. Ayrıca kötü eleştiri almıyorsam, tamam olmuş demektir. Ayrıca dönüşü de yok, düşünsenize seyrediyorsunuz ve kendinizi beğenmiyorsunuz, ama dönüşü yok! ● Ama “Düğün”ü, “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı, “Kuyucaklı Yusuf”u seyredip de eleştirmek mümkün mü? Tabii çok iyi oynadığım filmler var, onu biliyorum; sadece biliyorum. Ama çok ticari film yapıldı, benim diyelim 180 tane filmim var, bunların 150’si ticaridir. Çünkü o piyasa, başka bir şekilde yürümüyor. Müşterisi olmuyorsa, film batıyor. Sinema, sanat artı ticarettir, hatta ticaret daha önde. Yatırdığınız parayı almanız lazım ki, yeni film yapabilesiniz. ● Yapımcıların alanı mıydı yani Yeşilçam? Diyelim ki Kemal, Erman, Arzu film gibi

45

prodüktörler vardı, bunlar senede beş film yapacaklarsa, ikisini sanata dönük yaparlardı, üçü ticari olurdu. Bu ticari filmler de eğer iş yapıyorsa, diğer iki filmi kurtarırdı. Lütfi Akad’ın Orhan Gencebay’la ya da Cüneyt Arkın’la yaptığı avantür filmler de var mesala. Mecburen. Metin Erksan’ın “Sevmek Zamanı”nı çok eleştirdiler, çok soyut bir film dediler, o da umurumda değil, seyreden seyreder, etmeyen etmez dedi. O film para kazanmadı, ama Erksan arkasından başka bir film yaptı ve para kazandı. Ayrıca bir iddiam var ki doğru bu: Türk sinemasını başlatan iki kişi vardır: Lütfi Akad ve Erksan. Peşinden Atıf Yılmaz ve Halit Refiğ geldiler. Onlar da ticari film yaptı, mecburdular işi bu kurala göre yapmaya. Çünkü hep sanat filmi yapacağım derseniz, iş de bulamazsınız. ● Siz de öyle bir denge kurdunuz mu ? Ben biraz seçici oldum, biraz da olmadım. 81 yaşına girdim, geldim hâlâ çalışıyorum. Niçin? Ekonomik olarak. Yoksa çok büyük keyif aldığım için değil. ● 80 yaşıma geldim diyorsunuz ama Tunç Okan’ın yeni filmi “Umut Üzümlerinde” fiziksel efor sarf ediyorsunuz. Hâlâ 20 yaşında insanların yaptığı şeyleri yapıyorum. Sadece sinemada değil, her yerde. Dün otobüsten inerken, sırtımdaki kabanın cebini yırttım, aceleden! Müthiş aktifim, günde 15 kilometre yol yürüyorum, denize giriyorum, 80’lik halim yok yani. ● Siz aynı zamanda siyasetle de uğraştınız değil mi? ‘51’den beri CHP üyesiyim, ilk CHP ile başlamıştım, bir dönem İşçi Partisi’nde çalıştım, sonra gene CHP kanadına geçtim. İki dönem belediye meclis üyeliği yaptım, en son 1989-94 arasında Nurettin Sözen dönemindeydi ve o zaman politikadan iğrendim. Ama ben politikayı zaten lafta filan değil, eylemde olmakta severim. Çok gittim eylemlere, çok badireler atlattım. ● Sizi İngiltere’ye davet etmişler, sinema oyunculuğu için ama gitmemişsiniz. Neden? İstemediğim için değil, o zaman iki çocuğum vardı. Onların teklifi bir sene beni boğaz tokluğuna çalıştırmak, dil öğretmek filandı. Beni yetiştirecekler ve sonra pazarlayacaklar. Ama düşünün iki çocuk var, karım var, anne babam var, bütün bunların sorumluluğu da benimdi, bırakıp gidemezdim. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


SİNEMA

649-milsanat-46-47

3/25/13

2:42 PM

Page 2

Dikkat: Yarışma filmi İstanbul Film Festivali’nde müthiş bir keşif alanı sunan ulusal ve uluslararası yarışmanın filmlerine baktık. Bruno Dumont’dan Cafer Panahi’ye Derviş Zaim’den Aslı Özge’ye pek çok isim yeni filmleriyle yarışıyor. Derviş Zaim’in yönettiği “Devir”de amatör oyuncular rol alıyor. ŞENAY AYDEMİR sinesenay@gmail.com

İSTANBUL Film Festivali has sinemasever için bulunmaz bir derya hiç kuşku yok ki. Filmin her türlüsünü bulabileceğiniz, ‘garantili’ alanları, tedirgin edici dalgalı bölgeleri ve daha önce keşfetmediğimiz derinlikleriyle her yıl başka bir macera sunuyor bizlere. Bütün bu farklı hazların kesişim kümesini ise ulusal ve uluslararası yarışma bölümü oluşturuyor. Her türden, her derinlikten filmi bulabileceğimiz açık bir keşif alanı. Örnek mi gerekiyor. Buyurun geçen yılın uluslararası yarışmasının galibi “Yalnız Gezegen / The Loneliest Planet”e. Nuri Bilge Ceylan başkanlığındaki jüri Julie Loktev’in bu filmini çıkartıp koydu önümüze biz has sinemasever için yepyeni bir keşifti. İşte Seyfi Teoman. “Tatil Kitabı”nı ödüllendirerek yeni bir yönetmeni müjdeledi hepimize. İki yıl önce “Saç” ile festivalden en iyi film ve yönetmen ödülünü alan Tayfun Pirselimoğlu başkanlığındaki ulusal yarışma jürisinin işinin zor olduğunu şimdiden belirtelim. Bu bölümün en deneyimli ismi hiç kuşku yok ki Derviş Zaim. İlk kez Altın Koza’da görücüye çıkan ve kanımca yeteMilliyet SANAT Nisan 2013

rince anlaşılmayan “Devir” bu kez şansını İstanbul Film Festivali’nde deniyor. Yeni bir üçlemenin ilk ayağı olan “Devir”, yönetmenin insan ve doğa arasındaki ilişkiye dair söyleyeceklerinin ilki olarak izlenip kayıt altına alınmalı. Burun kıvıranlar kadar, fanatik hayranları da olan Onur Ünlü’nün “Sen Aydınlatırsın Geceyi”si ise büyük ilgi görecektir hiç kuştu yok ki. Yeşilçam döneminde çekilen Amerikan menşeili ‘süper kahraman’ hikayelerinden sonra ‘yerli süper kahramanlarla’ tanışma fırsatımız gelmişti. Şaka bir yana, Ünlü’nün ‘özel güçler’e sahip olmanın hiçbir anlam ifade etmediği bir dünyayı nasıl anlattığını merak etmek için çok nedenimiz var. Deneyim demişken, yönettiği film açısından olmasa da sinemayla haşır neşirliği en eski isim olan Uğur Yücel’in “Soğuk”una bir parantez açmadan geçmeyelim. İlk gösterimi Berlin Film Festivali’nde yapılan film, ödül alamasa da övgüler almayı başardı. Yücel’in erkeklik hallerini ve kadınların maruz kaldıkları şiddeti üç Rus kadının hikayesiyle birleştirerek anlattığı filmin sinema için doğal plato olan Kars’ta geçtiğini de hatırlatalım.

YİNE BULUŞTULAR Kaderin cilvesi Aslı Özge ve Mahmut Fazıl Coşkun’un üç yıl sonra yeniden aynı yarışmada buluşturdu. Zira Aslı Özge,

46

2009 yılında “Köprüdekiler” ile en iyi film ödülünü alırken Mahmut Fazıl Coşkun “Uzak İhtimal” ile en iyi yönetmen ödülüne uzanmıştı. Özge, dünya prömiyerini Berlin’de yaptığı “Hayatboyu”nda evliliğin konformizmine sığınan evli bir çiftin çıkmazlarının izini sürerken; Coşkun, bu kez taşradaki değişimi ve insan hayatındaki kırılmaları iki müzisyenin hikâyesiyle anlatıyor “Yozgat Blues”da. İlk filmi “Eylül” ile Altın Koza’dan en iyi yönetmen ödülüyle dönen Cemil Ağacıkoğlu’nun “Özür Dilerim”i de festivalin merakla beklenen filmlerinden hiç kuşku yok ki. Sürekli göz önünde olması gereken bir engellinin kaybolmasıyla ortaya çıkan aile trajedisini anlatan filmde Güven Kıraç’ın performansı merak konusu. Kimilerine göre Yılmaz Erdoğan’ın en iyi filmi olan “Kelebeğin Rüyası” da hiç kuşku yok ki bu bölümün iddialı yapımlarından. Tek dezavantajı vizyona girmiş, üzerine çok konuşulmuş olması. Kıvanç Tatlıtuğ ilk uzun metraj başrolünde erkek oyuncu ödülünün en güçlü adaylarından biri tabii ki.

ÜÇ GENÇ YÖNETMEN Ulusal yarışma üç genç yönetmene de ev sahipliği yapıyor. Lusin Dink, “Saroyan Ülkesi”nde dünyaca tanınmış Ermeni asıllı ABD’li yazar Willam Saroyan´ın (1908-1981) bir Türk gazeteciyle memle-


649-milsanat-46-47

3/25/13

2:42 PM

Page 3

Laurent Cantet, “Can Ateşi”nde bu kez İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’sında erkeklere karşı kendi kurallarını koyan ve bir çete kuran kadınların hikayesini anlatıyor. Film Joyce Carol Oates’in Türkçeye “Can Ateşi” adıyla aktarılan romanında aynı adla uyarlandı.

Juliette Binoche Camille Claudel rolünde.

keti Bitlis´e yolculuğunun onda bıraktığı derin izleri takip ederek, iki halk arasında oluşabilecek empatinin ipuçlarını arıyor. Deniz Akçay Katıksız ise ilk uzun metrajı “Köksüz”de kendi deyişiyle “Arada kalmış, kendine rol biçememiş insanların başkalarınca giydirilen rolleri beceriksizce taşıma çabalarının hikâyesi”ne değiniyor. Kısa film takipçilerinin yakından tanıdığı Can Kılcıoğlu’nun ilk uzun metrajı “Karvanal” ise ailelerinin gölgesinde kaybolmuş insanların hayatta kalma mücadelelerine odaklanıyor. Filmin Serdar Orçin ve Tülin Özen gibi iki önemli kozu olduğunun da altını çizelim. MS

“Can Ateşi”nin yönetmeni Laurent Cantet, “Sınıf”la Altın Palmiye kazanmıştı.

Uluslarası yarışma: Sinemaya ‘sanatsal’ bakışlar Festivalin kurucularından Şakir Eczacıbaşı adına verilen Altın Lale Ödülü için uluslararası yarışmada bu yıl on üç film yarışacak. Sanat- sanatçı temalı ya da kitap uyarlaması filmlerin yarıştığı bu bölümde Türkiye’den “Hayatboyu” ve “Kelebeğin Rüyası” yer alıyor. “Gelibolu”, “Ölü Ozanlar Derneği” ve “Truman Şov” gibi kalburüstü filmlerin yönetmeni Peter Weir’in jüri başkanlığını yürüteceği bu bölünün dikkat çekici filmlerinden birisi “L’Humanite / İnsanlık” filminden tanıdık Bruno Dumont imzalı, Berlin’de de yarışan “Camille Claudel 1915”. Juliette Binoche’un başrolünde yer aldığı film gelmiş geçmiş en yetenekli kadın heykeltıraşlardan birinin içsel karmaşasını anlatıyor. Hazır Berlin’de yarışan filmlerden girmişken, İran rejimi tarafından film çekmesi yasaklanan Cafer Panahi’nin Kambizoya Partovi ile birlikte ‘izinsiz’ çektiği ve bu festivalde senaryo ödülü kazanan “Perde”sinin de uluslararası yarışmada olduğunu hatırlatalım. İsrailli yönetmen Yaron Zilberma’ın ilk uzun metrajı “Son Konser” ise 25. sanat yılını kutlamaya hazırlanan bir yaylı çalgılar dörtlüsünün hesaplaşmasını anlatırken, müzik ziyafeti de vaat ediyor. Kazakistan’ın en önemli yönetmenlerinden Darezyan Omirbayev, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanını modern bir yorumla aktardığı “Öğrenci” ile ülkesindeki çarpık yapının izlerini gençler üzerinden sürüyor. Tarkovski’nin “Solaris”inin senaryosunu da kaleme almış olan Friedrich Gorenstein’ın bir öyküsünden yola çıkarak çektiği “Kuleli Ev” ile birçok festivalden ödülle dönen Eva Neymann,

47

savaş sonrası Sovyetler Birliği’nin röntgenini çekmeye soyunuyor.

BERGMANVARİ BİR HİKAYE 2007’de “Wolfsbergen” filmiyle Berlin’de Caligari Ödülü’nü kazanan Hollandalı yönetmen Nanouk Leopold’un yalnızlık, cinsel baskı ve yaşlanmak hakkındaki dokunaklı draması “Her Şey O Kadar Sessizdi ki”nin bu yılki Berlin’in Panorama bölümünün açılış filmi olduğunu hatırlatalım. Laurent Cantet, “Can Ateşi”nde İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’sında erkeklere karşı kendi kurallarını koyan ve bir çete kuran kadınların hikayesini anlatıyor. Film Joyce Carol Oates’in Türkçe’ye “Can Ateşi” adıyla aktarılan romanında aynı adla uyarlandı. Avustralyalı yönetmen Tony Krawitz ise atalarının günahlarını çekmek zorunda kalan Avrupalıların farkında olmadan işledikleri bugünkü günahlarına dair iddialı filmi “Ölü Avrupa” ile bu bölümün konuklarından birisi. Tosh Gitonga’nin yönettiği “Yarım Kalan Hayat”ın festivalin en özel konuklarından birisi olduğu su götürmez bir gerçek. Birçok neden sayabiliriz ama en önemlisi Kenya’dan bir filmi izlemek için ne kadar şansımız olabilir ki. Üstelik filmin ülkesi adına Oscar’a aday adayı olan ilk film olduğunu da hatırlatalım. Film oyuncu olma hayaliyle köyünden ayrılıp başkent Nairobi’ye gelen Mwas’ın suç dolu bir dünyanın içinde düşüşünü anlatıyor. Ziad Doueiri’nin “Saldırı”sı ise İsrailli Arap doktor Emin´in karısının bir bombalı saldırının faili olarak aranmasıyla sarsılan hayatını anlatıyor.

Milliyet SANAT Nisan 2013


SİNEMA

649-milsanat-48-49

3/25/13

2:43 PM

Page 2

Dâhi mi, kurnaz mı; auteur mü taklitçi mi? İstanbul Film Festivali ilk filminden itibaren ‘genç usta’ muamelesi görmeye başlayan ve aynı nesilden Meksikalı meslektaşlarını saygın ödül yarışında geride bırakan Carlos Reygadas’ın bütün filmlerini gösteriyor. Carlos Reygadas, dört uzun metrajıyla Cannes’dan ödüllerle döndü.

CÜNEYT CEBENOYAN cebenoyan@gmail.com

CARLOS REYGADAS Meksika sinemasının son yıllarda çıkardığı en önemli yönetmen sayılıyor, kimilerince... Çünkü Reygadas’ın kurnaz ve gösterişçi bir taklitçi olduğunu düşünen de çok var. Reygadas’ın Cannes Film Festivali’nde elde ettiği başarı Alfonso Cuaron, Alejandro Gonzalez Inarritu ve Guillermo del Toro gibi ünlü Meksikalı yönetmenlerin hepsinin ötesinde: İlk filmi “Japonya / Japon” (2002) ile Altın Kamera, üçüncü filmi “Sessiz Işık / Stillet Licht” (2007) ile Büyük Jüri ve dördüncü ve son filmi “Karanlıktan Aydınlığa / Post Tenebras Lux” (2012) ile En İyi Yönetmen ödüllerini kazandı Cannes’da. Sight & Sound dergisi son 10 yılın en önemli 30 filmi arasında Reygadas’ın Cannes’dan ödülsüz dönen tek filmi “Cennette Savaş / Batalla en el Cielo”ya (2005) yer verdi. Bu 30 filmlik listede Nuri Bilge Ceylan’ın “Uzak”ı da var. Reygadas büyük yönetmenleri hedefine ve ilham kaynakları arasına koymuş: Carl Milliyet SANAT Nisan 2013

Theodor Dreyer, Robert Bresson, Andrei Tarkovski, belki biraz da Abbas Kiarostami, Yasujiro Ozu ve Ingmar Bergman. Reygadas ne zaman yeni bir film yapsa, akla illa ki bu yönetmenlerden biri geliyor. Bu da Reygadas’la ilgili sorunlardan biri. Reygadas birilerine benzetiliyor hep ama Reygadas’ın henüz kendisine ait bir sineması olmadığı da düşünülüyor.

GÖRÜŞLER BÖLÜNECEK Reygadas’ın dört uzun metraj ve 2 kısa filmi gösterilecek İstanbul Film Festivali’nde. Yani yaptığı aşağı yukarı her şey olacak. Büyük ihtimalle görüşler bölünecek, Reygadas’ı ilk kez seyreden bazıları ondan nefret edecek, belki filmlerini yarıda bırakıp çıkacak, başkaları ise hayranlık ve coşku hissedecek. Ben, “Japonya”yı sonuna kadar seyredememiştim yıllar önce İstanbul Film Festivali’ne geldiğinde. Ama bunları bir kenara bırakıp Reygadas’ın dünyasına bakalım. Reygadas’ın festivalde gösterilecek olan 1999 tarihli kısa filmi “Max / Maxhumain” youtube’da bulunabiliyor. Bu kısa filmin zihin açıcı bir yanı olduğunu söylemeliyim çünkü yönetmenin özellikle ilk uzun metraj

48

filmi “Japonya”da uğraşacağı intihar ve sonraki filmlerinde de görülebilecek olan Ödipal karmaşa temaları bu filmde başlıyor kendilerini göstermeye. “Max”, kendi kendisini sahilde iplerle bağlayan ve bir çapayla sabitleyen yetişkin Max’in görüntüleriyle başlıyor. Max suların yüksemesinin ardından boğulmayı beklemektedir. Üst seste yetişkin Max henüz bir ergenken annesine ‘neden intihar edip doğrudan cennete gitmediklerini’ sorduğunu anlatıyor. Daha sonra Max’in ergen halini görüyoruz. Max’in gözleri annesinin memelerine kayıyor. Sonra bir elin annesinin mayosunun iplerini çözdüğünü görüyoruz. Ama o ellerin genç Max’a değil yetişkin Max’a ait olduklarını anlıyoruz. Anne rolünde oynayan oyuncunun yüz hatları daha sonra “Japonya”da,“Sessiz Işık”ta ve “Karanlıktan Aydınlığa”da göreceğimiz kadınların yüz hatlarına çok benziyor. Bu yüz biçiminin yönetmen için özel bir anlamı olduğunu, annesini çağrıştırdığını düşünebiliriz.

İLK UZUN METRAJ Reygadas, ilk uzun metrajı “Japonya” ile Cannes’da en iyi ilk filmlere verilen Altın Kamera’yı kazanarak bir anda ünlendi. “Ja-


649-milsanat-48-49

3/25/13

2:43 PM

Page 3

ponya”nın öyle çok uzun uzadıya anlatılabilecek bir konusu yok ama “Max”le doğrudan bağlantısı var. Adını öğrenemediğimiz filmin kahramanı büyük şehirden kalkıp küçücük bir köye gider. Niye bu küçük köye gittiğini soran kişiye adam “İntihar etmek için” diye yanıt verir. Tıpkı Max gibi, orta yaşlı adam da intihar etmek istemektedir. Peki ama neden? Film bize doğrudan bir cevap vermez. İpucumuzu Max’den, Max’in annesine cinsel ilgisinden alabiliriz. “Japonya”nın orta yaşlı adamı köyde çok yaşlı (70’lerinde) Ascen adlı bir kadının evine yerleşir. Bir süre sonra adamın cinsel arzuları uyanmaya başlar ve “Max”teki anneye benzer bir kadının denizden çıktığını hayal eder. Adam, bir anne sıcaklığıyla kendisine yaklaşan, yemeğini yapan, çamaşırını yıkayan Ascen’le ilişkisinin etkisiyle olsa gerek intihardan vazgeçer ve bir süre sonra Ascen’e yatma teklif eder. Film tarihinin belki de en acayip sahnelerinden birinde yaşlı kadınla adam sevişirler. Adam ruhani bir bütünlük mü bulmuştur, anne figürü diyebileceğimiz Ascen’le yatarak bilemeyiz. Ama zaten Reygadas hikaye anlatmayı, açıklama yapmayı pek sevmiyor. İyi film onun için müzik gibi olmalıdır, duyumsatmalıdır.

Carlos Reygadas’ın uluslararası çıkışını borçlu olduğu filmi “Japonya”.

Reygadas’ın 1999 tarihli kısa filmi “Max / Maxhumain”de yönetmenin özellikle ilk uzun metraj filmi “Japonya”da uğraşacağı intihar ve sonraki filmlerinde de görülebilecek olan Ödipal karmaşa temaları kendilerini gösteriyor.

ELEŞTİRİLEN TERCİH Amatör oyucularla çalışmayı seven Reygadas’ın bu tercihi ikinci filmi “Cennete Savaş”ta çok eleştirildi. Çünkü filmde bu kez çok daha açık sahneler vardı ve yönetmenin amatör oyuncularını sömürdüğü iddia edildi. Filmde bir generalin şoförü ile karısı, küçük bir çocuğu kaçırır; kadın çocuğun ölümüne neden olunca adam suçlarını generalin kızına itiraf eder. Generalin kızı Ana bir sevgilisi olmasına ve görünürde paraya da ihtiyaç duymamasına karşın bir randevuevinde çalışır. Şoför Marcos ile Ana sevişirler. Marcos seviştikten sonra kızı öldürür. Ardından da dinsel bir ritüele katılarak dizleri üstünde ve gözleri bağlı bir halde kilometrelerce yürüyüp bir kiliseye gider ve orada muhtemelen ölür. Marcos’la Ana’nın ilişkisi sınıfsal ve kuşaksal farklar içeriyor. Marcos kızı daha çocukluğundan beri tanıyor. Kızı, küçükken ilkokula bırakan ve alan kişi Marcos. Yaşça babası konumunda olsa da aralarında tersine bir başka hiyerarşi daha var. Ana’nın babası Marcos’un patronu. Bu da Ana’nın Marcos için anlamını iyice karmaşıklaştırıyor. Ana hem çok güçlü bir erkeğin yani patron/generalin kızı, hem fahişe yani her erkeğin kadını, hem başka bir adamın sevgilisi, hem de Marcos’un bir an-

“Karanlıktan Aydınlığa” (solda) ve Marcos Hernandez ve Anapola Mushkadiz’in rol aldıkları, amatör oyuncu seçimleriyle tepki toplayan “Cennette Savaş”.

lamda yetiştirdiği kız. Ben burada yine Ödipal karmaşa kuramıyla açıklanabilecek bir ilişki olduğunu düşünüyorum. Reygadas’ın bu filmle ilgili bir söyleşide Marcos’un çocuğun ölümünden sonraki duygularına dair söylediği: “Suçluluk bilinçli, rasyonel bir süreçtir, Marcos suçluluk duygularının etkisinde değil...” şeklindeki sözlerini ise saçma buluyorum. Suçluluk en irrasyonel, en bilinçaltında yaşanan süreçlerden, duygulardan biridir. Reygadas bunu nasıl bilmiyor olabilir? Ve bu film, suçluluk duygularına dair değilse, neye dairdir? Reygadas’ın üçüncü filmi “Sessiz Işık” Meksika’daki Menonit azınlığın dünyasına bakar. Karısını aldatan bir çiftçi büyük suçluluk duyguları içindedir. Sonunda bu suçluluk duyguları adamla sevgilisinin ayrılmaya karar vermelerine neden olur. Fakat adamın karısı bir kalp krizi sonunda ölür. Dreyer’in “Söz / Ordet” filmini hatırlatan

49

bir finali vardır filmin. Reygadas’ın görsel olarak bu en ‘güzel’ filmini ben oldukça sıkıcı buluyorum. Filmin finalindeki ruhanilik ise Dreyer’inkinden çok farklı ve anlamı belirsiz. Reygadas geçen yıl yaptığı “Karanlıktan Aydınlığa” ile yine kafaları karıştırdı. Belki Tarkovski’nin “Ayna”sına benzer bir şekilde hayal ile gerçeğin, geçmiş ile geleceğin iç içe geçtiği bu filmin konusundan söz etmek hemen hemen imkansız. Burada da karısını çekici bulabilmek için, başka erkeklere sunan bir adam var filmin merkezinde. “Sessiz Işık” ile eleştirmenlerini bir ölçüde susturan Reygadas, Cannes’dan ödülle döndü. Et/şehvet ile ruhaniliğin uyumsuz ilişkisi üzerinden filmler yapan Reygadas ne bir sahtekar ne de bir dâhi kanımca. Yetenekli ve büyük festivallerin ne istediğini çok iyi bilen biri. Ama ne söylediğini kendisi de o kadar iyi bilmiyor. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


SİNEMA

649-milsanat-50-51

3/25/13

2:43 PM

Page 2

Politik sinemanın ‘kurucu babaları’ndan biri Costa-Gavras Bu sene İstanbul Film Festivali’nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü alacak usta yönetmen Costa-Gavras, yönetmenlikte 50. yılını deviriyor. Yunanistan doğumlu olmasına rağmen yıllardır Fransa’da yaşayan ve film çeken usta yönetmenin yeni filmi “Le Capital / Kapital” de festival kapsamında gösteriliyor. BURÇİN S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com

BAZEN KONJONKTÜR bir film türünün veya o türle içli dışlı bir yönetmenin kaderine derinden etki edebiliyor. 1990’ların hemen başında dünyadaki kutuplardan birinin süngüsünün düşmesi ister istemez adına politik sinema dediğimiz türün de kan kaybını getirdi. Yıllar ilerledikçe bu kayıp arttı. Bugün daha apolitik bir dünyada, daha apolitik gençler yetişiyor ve haliyle daha apolitik filmler çekiliyor. Öyle olunca, Costa-Gavras gibi, sinemasal varoluşunu neredeyse tümüyle politik sinema üzerine inşa etmiş yönetmenlerin sesi de eskisi gibi gür çıkmıyor. Oysa Avrupa sinemasındaki politik üretimler 1970’lerden itibaren okyanusun öte yanındaki Amerikalıların nazar-ı dikkatine az biraz girdiyse, bu çorbada Costa-Gavras’ın da ciddi miktarda tuzu vardır. Costa-Gavras geçen şubat 80’inci yaşını idrak etti ve hâlâ film çekmeye devam ediyor. Bu ay Yaşam Boyu Başarı Ödülü almak Milliyet SANAT Nisan 2013

ve ayrıca yeni filmi “Kapital”in gösterimi için İstanbul Film Festivali’nin konuğu olacak. Avrupa’daki politik sinemanın ‘kurucu babalarından biri olarak’ gösterilmesi boşuna değil. Hollywood’da John Travolta ve Dustin Hoffman’la medya eleştirisine soyunduğu 1997 tarihli “Mad City / Çılgın Şehir”i de katarak söyleyebiliriz ki, neredeyse politik bir muhteviyat barındırmayan tek bir filmi dahi yoktur. Hikayelerinin üzerine lezzetli politik soslar dökmekte onun kadar usta yönetmen azdır. Ona göre sinema ve politika yekvücuttur. Bugünün politikadan ari atmosferinde bile buna inanır. “Aksiyon filmleri kahramanların elde silah dünyayı kurtardıklarını gösterse bile, aslında tüm sinema politiktir” der.

POLİTİKADAN KAÇAMAZDI Çocukluğundan başlayarak kendi hikayesini okuyunca, insan ister istemez politikadan kaçınmasının mümkün olmadığını düşünüyor. 1933’te Mora’nın küçük bir köyünde gözlerini açtığında, Avrupa’nın kaderi de kararmak üzereydi. Naziler Yunan topraklarını istila ettiğinde babası ülkesinin

50

sol direniş örgütlerinden birinde işgalcilere kurşun sıkıyordu. Savaştan sonra dünyadaki sağ ve sol bloklar arasındaki saflar iyiden iyiye sıkışıp Yunanistan da Amerikan güdümüne girince, komünist olan babası Atina’daki vergi memurluğu işini kaybetti ve hapse girdi. O günleri “Sol görüşlü tüm direnişçilere komünist gözüyle bakıyorlardı. Çok sefalet çektik” diye hatırlayacaktı. Haliyle annesi onu, bizim de rahatça empati kurabileceğimiz şekilde, “Aman oğlum, politikadan uzak dur” telkinleriyle büyüttü. Babası fişlenmişti. Amerika’daki bir film okuluna başvurduğunda Costa-Gavras’a vize verilmedi. ABD de, malum, o sıralar McCarthy önderliğinde komünist avındaydı. Okumak için Fransa’ya yöneldi. İlginç olan şu ki, eğer babası bu sıkıntıları yaşamasaydı, Yunanistan’ı terk etmek için bir nedeni de olmayacaktı.

ÜLKESİNE DÖNMEYİ DÜŞÜNDÜ 1954’te Fransa’ya ayak bastığında onu karşılayan iç karartıcı bir hava, simsiyah binalar ve dil bilmediğini görünce bön bön bakan suratlardı. Aklından geçen ilk şey trene


649-milsanat-50-51

3/25/13

2:43 PM

Page 3

“Z” gelmiş geçmiş en iyi politik filmlerden kabul ediliyor (solda). “Missing”de Jack Lammen ve Sissiy Spacek var (sağda).

İnsanın başını döndüren bir başarı varsa, Costa-Gavras bunu üçüncü filmi “Z / Ölümsüz”le 1969’da yaşamış olmalı. Yönetmen, gönüllü sürgünden başını çevirip 1963’te işlenmiş bir siyasi cinayete kurmaca öykü üzerinden bakıyordu.

“Kapital”de Natacha Regnier ve ünlü Fransız komedyen Gad Elmaleh rol alıyorlar.

atlayıp ülkesine geri dönmekti. Fakat yapmadı. Belki de o yüzden Costa-Gavras kahramanları hep biraz yalnızdır. Dertlerini kimselere anlatamazlar. Fransa’da, deyim yerindeyse, gözü açıldı; okumanın, tartışmanın önemine orada tanık oldu. 1950’lerin sonunda François Truffaut ve Jean - Luc Godard’la esen Yeni Dalga rüzgarına tanık oldu. Eski kuşaktan RenÈ Clair ve RenÈ ClÈment, yeni kuşaktan ise Jacques Demy gibi ustaların yanında asistanlık yaptı. Polisiye türündeki 1965 tarihli ilk filmi “Compartiment Tueurs / Caniler Treni”ni o günlerdeki yeni arkadaşlarıyla, Simone Signoret ve Yves Montand’la çekti. Sinemasına politikanın girişi ise 1967’de çektiği ikinci filmi “Un Homme de Trop / 13. Adam”la oldu. İnsanın başını döndüren bir başarı varsa, Costa-Gavras bunu üçüncü filmi “Z / Ölümsüz”le 1969’da yaşamış olmalı. Yönetmen, bu kez gönüllü sürgünden başını çevirip ülkesinde 1963’te işlenmiş bir siyasi cinayete kurmaca bir öykü üzerinden bakıyordu. Tüm dünyanın politize olduğu o günlerde demek ki Akademi de bu özgün politik sinema örneğine kayıtsız kalamamıştı,

en iyi film, yönetmen, uyarlama senaryo da dahil beş dalda adaylıktan kurgu ve yabancı film Oscar’ları bu filme gitti. Filmin kuyruk jeneriğinde “Gerçek olaylar ve kişilerle olan benzerlikler şans eseri değil, bilerek yapılmıştır” ibaresi boşuna konulmamıştı, nitekim Albaylar Cuntası’nın postalları altında inleyen Yunanistan’da film yasaklandı. “Yunan doğumlu biri olarak bu filmi çekmek zorundaydım çünkü bir şeyler yapmak zorunda hissediyordum. Bazı insanlar imza toplar, bazıları sokaklarda yürürler; ben de film çekiyorum!”

ALTIN PALMİYE Coğrafya tanımaksızın çok çarpıcı politik sinema örnekleri vermeye devam etti. 1970’lerde çektiği “L’aveu / İtiraf”ta Çekoslavakya’nın komünist dışişleri bakan yardımcısının tehdit ve işkenceyle dolu gerçek öyküsüne soyundu. “…tat de SiËge / Sıkıyönetim” Uruguay’daki Amerikalı bir kontrgerilla ajanını kaçıran solcu Tupamaro gerillalarının bu eylemini anbean sergileyen bir filmdi. O ara Hollywood’dan gelen teklifleri reddedemedi ve 1982’de “Missing / Kayıp”a imza attı. Bu kez Şili’de Pinochet darbesi

51

sonrası kaybolan gazeteci oğlunu arayan Amerikalı babanın öyküsünü anlattı. Hollywood’a giden her yönetmenin başına geldiği gibi, Costa-Gavras’ın tercihleri de Universal yöneticilerinin klişe itirazlarına takılmıştı. Fakat dizginleri teslim etmeye niyeti yoktu. Senaryoya dokundurtmadı. Filmi Fransız ekibiyle çekti ve Paris’te kurguladı. “Diyorlardı ki: ‘Niye Jack Lemmon? O bir komedyen.’ Fakat taviz veremezdim.” En iyi film, erkek oyuncu (Jack Lemmon) ve kadın oyuncu (Sissy Spacek) dallarında Oscar’a aday olan film, Costa-Gavras’a uyarlama senaryo dalında bir heykelcik getirdi. Ayrıca Lemmon, Cannes’da en iyi erkek oyuncu seçilirken “Kayıp” da Yılmaz Güney’in “Yol”uyla birlikte Altın Palmiye’yi paylaştı. Costa-Gavras’ın Nazi soykırımına değindiği filmleri içinse ayrı bir parantez açmak yerinde olur. 1975’te çektiği “Section SpÈciale / Özel Birlik”te Nazilere Vichy’de yardım eden Fransız işbirlikçilerini, 1988 tarihli “Betrayed / İhanet”te bir Yahudi cinayetini araştırırken sevgilisinin ırkçı olduğunu öğrenen kadın bir FBI ajanını, Altın Ayı sahibi 1989 yapımı “Music Box / Müzik Kutusu”nda yıllar önce Nazilere yardım etmekle suçlanan babasını mahkemede savunan bir kadın avukatı, 2002 tarihli “Amen. / Amin”de ise Nazilerin Yahudileri katletmesine sessiz kalan Vatikan’ı konu ediniyordu. Özellikle sonuncusu daha afişinden başlayarak Hıristiyan aleminde büyük gürültü kopardı. Costa-Gavras ise tezinde ısrarcıydı, “Kilise 2000 yıldır hüküm sürüyorsa, bu hep güçlünün yanında yer aldığı içindir” diyecekti. Şu kesin, Costa-Gavras’ın kahramanları yönetmenin kendi hayatından yoğun izler taşır: Neredeyse hepsi bir göç ve direniş halindedir! Batı medeniyetinin, Amerika’nın, kapitalizmin yanlışlarına muhalefet ise yine pek çok Costa-Gavras filminin olmazsa olmazlarıdır. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


SİNEMA

649-milsanat-52-55

3/25/13

2:44 PM

Page 2

Festivale kuş bakışı Galalar ve yarışma seçkilerinin dışında kalan geniş alanda top koştururken, önünüzdeki uzun listeyi elden geçirmenin en iyi yolu yazımızı okumak.

İŞTAH KABARTANLAR Dree Hemingway, “Starlet”in başrolünde bulunan isim.

SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com

“STARLET”

Küçük bir hazine “POZITIA COPILULUI / ÇOCUK POZU” Son dönem Romen sinemasını yakından takip edenler için küçük bir hazine niteliğindeki “Çocuk Pozu” Berlin’den Altın Ayı ile döndü. Romen Yeni Dalgası’nın en yeni temsilcilerinden olan film, akımın bireysel öyküler üzerinden toplumsal temelli dertler edinen doğasına son derece uygun bir hikaye anlatıyor. Oğluna ‘âşık’ bir annenin bu uğurda yaptıkları, modern Romen toplumunda üst sınıfın yozlaşma eğilimini yansıtmak ve suç kavramını sorgulamak için bol bol malzeme sunuyor yönetmene.

“Çocuk Pozu”, Altın Ayı ödüllü bir film.

Geleneksel topluma ayar

Milliyet SANAT Nisan 2013

Amerikan bağımsızlarını Filmekimi’ne saklayan İKSV, ne mutlu ki “Starlet” için fazla bekletmedi. Sean Baker’ın filmi, farklı nesillerden iki kadının ‘dostluğunu’ anlatırken bu tanıtım cümlesini kullanan diğer filmlerden çok daha farklı bir tarzı benimsiyor. Çarpıcı olaylar değil, günlük hayatın rutinleri filmin iskeletini oluşturuyor. Bize de izlediklerimizden aldığımız ipuçlarıyla, kendilerine dair pek bir şey açık etmeyen karakterleri çözümlemek kalıyor.

Korku komediye yaklaşıyor

“W İMİE... / ... ADINA” Yönetmen Malgorzata Szumowska’nın izleyiciyi incelikle, fark ettirmeden ama derinden sarsmayı ne iyi bildiğini bir önceki filmi “Elles / Kadınlar”da deneyimlemiştik. “... Adına”da da benzer bir beklentiye girmekte hiçbir sakınca yok. Bu kez din kavramını, tabuları ve bu çerçevede eşcinselliği sürüyor önümüze. Bu cüretkar kombinasyon, Polonya gibi bir ülkede haliyle tepki topluyor, ama Szumowska’nın geleneksel topluma ayar veren cüretkar hallerine hayran olmamak elde değil.

Günlük hayat rutinleri

“SIGHTSEERS / GARİP TURİSTLER” “Sightseers”ın ‘garip turistleri’ni Steve Oram ve Alice Lowe canlandırıyorlar.

“... Adına”, bu yıl Berlin’de yarıştı.

52

Ben Wheatley’nin yol filmi, izlemeden önce hakkında ne okursanız okuyun yine de beklemediğiniz ölçüde absürt bir manzara sunacak sizlere. ‘Masum’ bir çiftin hangi koşullarda elini kana buladığını görünce, hem sözde masumiyeti hem de cinneti kahkahalar eşliğinde sorgular hale geleceksiniz. “Garip Turistler”i izledikten sonra akıllardan geçen tek bir şey var: Korku komediye hiç bu kadar yakışmamıştı.


649-milsanat-52-55

3/25/13

2:45 PM

Page 3

FESTİVAL AYRICALIKLARI

Tek seferlik büyük fırsat METİN ERKSAN ORTA METRAJLARI

Phoenix, 1993’te hayatını kaybetti.

River Phoenix’in son filmi “DARK BLOOD / KİRLİ KAN” 19 yıldır tozlu raflarda bekleyen bu film, 1993’te hayatını kaybeden River Phoenix’in son filmi olduğu için altın değerinde. Aktörün ölümü nedeniyle tamamlanamayan “Kirli Kan” yönetmen George Sluizer’ın eksik kısımları anlatımıyla doldurması sonucu gün ışığına çıkmayı başardı. Phoenix’in son performansını izlemek ve yaşasaydı neler yapıyor olacağını hayal etmek elimizde.

Türkan Şoray ve İzzet Günay...

Metin Erksan’ın 70’lerde TRT için çektiği beş orta metraj, “Geçmiş Zaman Elbiseleri”, “Bir İntihar”, “Hanende Melek”, “Müthiş Bir Tren” ve “Sazlık” TV filmleri olsalar da Erksan sinemasının çarpıcı öğelerini bünyelerinde barındırmalarıyla ustanın sinema dili hakkında çok şey söylüyor. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmez.

Kült melodram “VESİKALI YARİM” Lütfi Ö. Akad’ın başyapıtı, Metin Erksan imzalı “Sevmek Zamanı” ile birlikte Türk sinemasının en unutulmaz aşk filmi “Vesikalı Yarim” yenilenmiş, elden geçirilmiş kopyasıyla bir kez daha izlenmek üzere sizleri bekliyor olacak. 1968’in İstanbul’unda geçen buruk bir ‘imkansız aşk’ hikayesi... Manav Halil ile pavyon şarkıcısı Sabiha’nın hikayesi... Mutlu sahnelerinde bile kaçınılmaz hüznünden hiçbir şey kaybetmeyen unutulmaz bir melodram...

Erksan imzalı “Müthiş Bir Tren”, bir televizyon filmi.

YENİ DENEYİMLER

Uzun süre akıldan çıkmıyor CENNET ÜÇLEMESİ Ulrich Seidl’ın Cennet Üçlemesi “Paradies: Liebe / Cennet: Aşk”, “Paradies: Glaube / Cennet: İnanç” ve “Paradies: Hoffnung / Cennet: Umut” aynı aileden üç kadının çıktığı değişik amaçlı üç tatilin öyküsünü anlatıyor. Festivalde üçünü de izlemeniz mümkün, ama üçüne vakit ayıramıyorsanız “Cennet: Aşk”ı kaçırmayın.

Filmde Robert de Hoog de rol alıyor.

Halka açılan senaryo “STEEKSPEL / İHANET OYUNLARI” Paul Verhoeven’in beş yıl aradan sonra çektiği yeni filmi “İhanet Oyunları” yüzlerce katılımcının katkısıyla yazılan ve değişik fikirlerle dallanıp budaklanan bir senaryonun ürünü. İlk beş sayfası yazıldıktan sonra halka açılan senaryo, katılımcılar tarafından yüzlerce şekilde geliştirilmiş. Verhoeven de bir sonraki sahnenin ne olduğunu bilmeden, bu çılgın deneyin bir parçası olmuş. Festivalde, 50 dakikalık filmden önce, bu kolektif çalışmanın nasıl hayata geçtiğini de öğrenme fırsatı bulacağız.

“Cennet: İnanç”, üçlemenin ikinci filmi.

Kurgu masasında geçen yıllar “FINAL CUT - HÖLGYEİM AS URAİM / BAYANLAR VE BAYLAR” 400’ü aşkın filmden aldığı karelerle, hem çok tanıdık hem de çok yenilikçi, dev bir aşk hikayesi yaratmış Macar yönetmen György Palfi. Sinema tarihinde iz bırakmış yüzlerce kadın ve erkek karakter, bu kusursuz aşk hikayesinin kahramanı konumunda. Kareden kareye, karakterden karaktere atlarken eşsiz bir uyum yakalayan yönetmen, bu film için kurgu masasında geçirdiği yılların hakkını veriyor.

53

Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

2:45 PM

Page 4

SİNEMA

649-milsanat-52-55

HAZMI ZOR FİLMLER

Grotesk bir dünya “MUGE / YÜK”

“Yük”te fiziksel acılar içinde sıradışı rutini olan bir karakter görüyoruz.

Güney Koreli Jeon Kyuhwan’ın “Yük”ü, fiziksel olarak acılar içindeki bir karakteri sıradışı bir rutinin ortasına bırakıyor. Tatsız geçen çocukluk döneminin izlerini hâlâ taşıyan, kambur Jung’un morgda ölüleri temizleyip giydirme görevi, seyirci için de gerçek ile hayal aleminin sınırlarının belirsizleştiği bir tuhaf boyutun kapılarını açıyor. Bu boyutta grotesk bir dünya seyircilerini bekliyor.

Bahar gelmiyor “LA CINQUIEME SAISON / BEŞİNCİ MEVSİM “ Çok farklı bir kıyamet öyküsü izlemeye hazır olun. “Beşinci Mevsim” küçük bir köye kışın ardından baharın gelmemesiyle başlayan, ürkütücü bir ‘son’u resmediyor. Belçikalı yönetmenler Peter Brosens ve Jessica Woodworth, insanoğlu ile doğa ilişkisini farklı öykülerle irdelemeye devam ediyor. “Doğanın dengesi altüst olur da, insanlara öfke kusarsa ne olur?” diye merak edenlere...

“Lucia’dan Sonra”nın başrolünde Tessa Ia bulunuyor.

Meksika sinemasının çarpıcı örneği “Gizli Kimya”da rol alan Shane Carruth ve Amy Seimetz...

Gerçeklik algısıyla oynayacak “UPSTREAM COLOR / GİZLİ KİMYA” Zaman yolculuğu filmleri arasında kendine has bir yere oturan ve izledikten sonra uzun süre hafızalardan silinmeyen “Primer / Kapsül”ün yönetmeni Shane Carruth, dokuz yıl sonra kabuğundan çıktı ve “Gizli Kimya” ile yine kafaları karıştırdı. Film hakkında ne yazarsak yazalım onu anlatmaya yetmeyecek. Tek bilmeniz gereken, Carruth’un formundan bir şey kaybetmediği ve gerçeklik algınızla yine çılgınca oynanacağı. Milliyet SANAT Nisan 2013

54

“DESPUÈS DE LUCIA / LUCIA’DAN SONRA” Bu filmi izledikten sonra yönetmen Michel Franco’nun adını bir yerlere yazacağınızdan emin olabilirsiniz. Annesi Lucia’nın ölümünü atlatamadan yeni okulunda türlü zorbalık ve tacize maruz kalan genç Alejandra’nın sessizce katlandığı bu acı, yüreğinize işleyecek. Programın en rahatsız edici filmlerinden “Lucia’dan Sonra” aynı zamanda son dönem Meksika sinemasından çıkan en çarpıcı örnek.


649-milsanat-52-55

3/25/13

2:45 PM

Page 5

SEVDİĞİMİZ YÖNETMENLER

Harika bir işbirliği “HANNAH ARENDT” İşte size harika bir Margarethe Von Trotta - Barbara Sukowa işbirliği daha! Von Trotta, geçtiğimiz yüzyılın en önemli düşünürlerinden Hannah Arendt’i filmine malzeme ederken, onun büyük tartışma yaratan Adolf Eichmann raporunun ilk yayımlandığı günlere götürüyor bizleri. Arendt’i bir giysi gibi üzerine geçiren Sukowa’nın performansına da şapka çıkarıyoruz.

Berrak bir zihinle gidin “GOLTZIUS AND THE PELICAN COMPANY / GOLTZIUS VE PELİKAN KUMPANYASI” Peter Greenaway alemi, içindeki bütün birbirine zıt kavramları, ironileri, şokları ve sarsıntılarıyla geri dönüyor. “Goltzius ve Pelikan Kumpanyası”, Greenaway’in kariyerindeki en iyi filmlerden biri olarak görülmekle beraber, bu çılgınlığa alışık olmayan izleyici için de yönetmenin tüm filmografisini özetler nitelikte. Yalnız berrak bir zihinle izlemek şart.

Sebastian Koch ve Lotte Verbeek, “Gördüğüne İnan”da rol alıyorlar.

Mige Figgis’in dönüşü

Filmin iki ana karakterini Alice Englert ve Elle Fanning canlandırıyorlar.

“SUSPENSION OF DISBELİEF / GÖRDÜĞÜNE İNAN”

Darbe alan arkadaşlık “GINGER & ROSA / BİR HAYALİMİZ VARDI”

Uzun zamandır kayda değer bir filmini izlemediğimiz Mike Figgis’in “Gördüğüne İnan” ile altın çağını yaşadığı ‘90’lar sineması üzerine yeni bir tuğla koyduğunu görmek sevindirici. Gizemli bir cinayet, seksi ikiz kardeşler ve onların çekiciliğine dayanamayan bir senaristin parçası olduğu bu erotik gerilim, kara filme dönüştüğü ölçüde zevk veriyor.

‘60’ların Londrası’nda en samimi günlerini yaşayan Ginger ve Rosa’nın dostluğu, yaşanan Küba Füze Krizi’nin sarsıcı ve soğuk gerçekliğiyle ağır bir darbe alıyor. “Bir Hayalimiz Vardı”, Elle Fanning’in son yıllarda seçtiği en doğru proje, yönetmen Jane Campion’ın kızı Alice Englert’ın ise kendini kanıtladığı, sinemaya giriş filmi. Sally Potter, her zamanki gibi nefes kesici.

GÖZ ALICI İLK FİLMLER

Küba’nın canlı portresi “UNA NOCHE / BİR GECE”

Öfkeli ve acımasız bir gençlik

Lucy Mulloy’un sonuna gelinceye kadar rengini pek belli etmeyen filmi “Bir Gece”, Havana’dan kaçmayı düşleyen ve bir gün buna mecbur olunca arkadaşı ve onun kardeşiyle beraber zorlu bir yolculuğa çıkan genç Raul’un hikayesi. Film, Küba’nın da canlı bir portresini çiziyor.

Gençlik üzerine bir film olan “Blackbird” (solda) ve “Bir Gece” (sağda).

Yaşlıların dramı

“BLACKBIRD / KARAKUŞ”

“HAYUTA AND BERL / SON”

Kanada’dan çıkan “Karakuş” ilk bakışta, okulunda bir katliam planlamakla suçlanan Sean’ın kendini aklama çabasını anlatıyor. Ama yazar / yönetmen Jason Buxton asıl olarak karakterinin mağduriyeti üzerinden öfkeli, acımasız ve kendi içinde geçerli kuralları olan bir suç çetesini andıran günümüz gençliğinin resmini çiziyor seyirci için. Bu tablonun içinde suç da var, suçluluk da, yabancılaşma da var, kısıtlanmışlık da...

İsrailli yönetmen Amir Manor, kansere yenik düşen büyükannesi ve büyükbabasından aldığı ilhamla, hüzünlü ve gerçekçi bir öykü anlatıyor. Manor’un öyküsü, hayatlarının son demini yaşayan bir çiftin, toplumun hayallerindeki gibi bir noktaya gelemeyeceğini kabullenip vazgeçişin kucağına atılmaları üzerine.

55

Milliyet SANAT Nisan 2013


SİNEMA

649-milsanat-56-57

3/25/13

2:46 PM

Page 2

Yanımızdan geçip giden kadınların filmi Geçen yılki Antalya Film Festivali’nin en güzel sürprizlerinden, Jale Arıkan’ın güçlü performansıyla da dikkat çeken Erdem Tepegöz’ün ilk filmi “Zerre”, bu ay gösterime giriyor. NİL KURAL nil.kural@milliyet.com.tr

“ZERRE”, geçim derdinde, Tarlabaşı’nda hasta kızı ve annesiyle yaşayan güçlü bir kadının, Zeynep’in hikayesi. Zorluklardan yılmayan, sürekli hareket halinde ve pratik bir kadın olan Zeynep’i canlandıran Jale Arıkan’ın oyunculuğu, filmin ilk gösterimini yaptığı Antalya Film Festivali’nde aldığı övgülerden biriydi. Diğer övgüler ise ilk filmini çeken Erdem Tepegöz’ün kadın karakter yaratmadaki başarısı, filmin dram tonunu asla karakterine acıtan bir melodrama çevirmemesi ve etkili atmosferi etrafında şekillendi. Film, Antalya’dan En İyi İlk Film, En İyi Yönetmen, En İyi Sanat Yönetmeni ve SİYAD ödülleriyle döndükten sonra geçtiğimiz ay !f İstanbul Film Festivali’nin keşif yarışmasında yer aldı. “Zerre”nin bu ay vizyona girmesini fırsat bilerek, bu parlak ilk filmi Erdem Tepegöz ve Jale Arıkan’la konuştuk. ● Antalya’daki gösterimden bu yana filmin yolculuğu nasıl oldu? Erdem Tepegöz: Antalya öncesinde duyduğum tedirginlik ve şüpheler yok. Hem yazılanlar, hem izleyicinin tepkilerinin ardından film kendi yolunu buldu diye düşünüyorum. ● Antalya’da filmi ilk kez izlediğinizde ne düşündünüz? Jale Arıkan: Antalya’da ilk defa izlediğimde çok beğendim. Ondan sonra 2-3 kez daha izledim galiba. İlk izlediğimde genel film olarak bakmaya çalıştım. Ama zor tabii insan kendini kaptırıyor, onu nasıl yapmışım bunu nasıl yapmışım diye. Sonrakilerde kendi performansımın detaylarına baktım iyice. ● Zeynep karakteriyle ilişkiniz nasıldı? Jale A.: Şimdi artık vizyona giriyor ya, vedalaşıyoruz yavaş yavaş. Biraz üzüntülüyüm esasında Zeynep hikayesi bitiyor diye.

Milliyet SANAT Nisan 2013

Jale Arıkan, filmde işçi sınıfından Zeynep’i canlandırıyor.

Oynarken çok yakındık birbirimize. Ben onun iç dünyasına girmeye, kendi psikolojisine odaklanmaya çalıştım. Bazen nasıl oynadım hatırlamıyorum, onun iç dünyasıyla meşgul olduğumdan. Sinemada izlediğimde bunu böyle mi yapmışım dedim! ● Jale Arıkan’da karar kılma süreciniz nasıl gelişti? Erdem T.: Zeynep karakteri filmde başrol üstü bir konumda. Çünkü neredeyse olmadığı plan yok. Bu yüzden endişe içindeydim. Oyuncunun hem gerçekçi bir suratının olmasını hem de oyunculuğunun filmin getirdiği açıklığa, samimiyete, gerçekçiliğe uymasını olmasını istiyordum. Bir listemiz vardı bizim. Biri Jale Arıkan’ı önerince, hemen araştırmaya başladım ofiste. Jale Hanım’ın suratını siyah beyaz bir fotoğrafta ilk gördüğüm anı hiç unutmuyorum. O an, kafam yazarken kurduğum karaktere oturmuştu. Bunu hissedince bir şekilde ulaşmaya çalıştık ve ikna etme telaşına düştük. Bir an önce bulalım da hani olmayacaksa listeye dönelim derdindeydik. Yoksa gittikçe daha çok heyecanlanıyordum, ondan başka kimse oynayamaz gibi geliyordu. ● Size dönersek, önünüze senaryo geldi, hemen kabul ettiniz mi?

56

Jale A.: Ben de yapımcıları, yönetmeni tanımıyordum. Senaryoyu okudum. Hep böyle sürekli koşuşturma içinde bir karakter oynamak istemişimdir. Yani esasında karakteri çok istedim hemen ama tabii ki bir düşünmek lazım dedim. Almanya’da İstanbul’a geldim görüşmek için. Erdem Tepegöz ve yapımcı Kağan Daldal’la tanıştık. Çok pozitiflerdi, egosuz ve rahatlardı. Ne yapacaklarını biliyorlar, inanmışlar gibilerdi. Ben de tamam dedim. ● Siz kendinizi şanslı gördünüz mü? Çünkü dünyada ve Türkiye’de kahramanı kadın olan film çok az. Jale A.: ‘80’lerde daha değişikmiş. O zamanlar kadın hikayeleri çok anlatılıyordu. Ama tabii şimdi bütün dünyada erkek hikayelerinin ve erkeklerin önde olduğunu biliyoruz. İlginç değil mi, bir filmde bir erkek öndeyse normal bir film ama bir kadın ön plandaysa hemen kadın filmi deniyor! Bir şans olarak görüyorum kesinlikle. Böyle bir şans bir daha geçmeyebilir elinize. ● Baştan beri aklınızda sosyal gerçekçi denilebilecek bir film mi vardı? Biraz ‘60’ların İngiliz gerçekçiliğinin alanlarına giren bir film. O dönem İngiliz sinemasını sever misiniz?


649-milsanat-56-57

3/25/13

2:46 PM

Page 3

Erdem Tepegöz: “Zeynep karakteri filmde başrol üstü bir konumda.”

“Zeynep’in iç dünyasını İstanbul geri yansıtıyor” ● “Zerre” kentsel dönüşümün yaşandığı Tarlabaşı’nda geçiyor. Sizce filmin İstanbul’la ilişkisi nasıl? Jale A.: Zeynep’in yürüdüğü yerlerde o mahallede, o atmosfer çok güzel yansıyor. Yan planda olsa da İstanbul’u hissettiriyor. Mesela metrobüs sahneleri veya bir yerde bir köprüden geçerken o şehrin havasını yansıtıyor. Zeynep’in iç dünyası yansıyor, şehir onu geri yansıtıyor. Erdem T.: Biz filmi çekerken bile çoğu mahalle yıkılıyordu ya da yıkılmak üzereydi. Ben geçen yıl gittim. Geçen gün gezerken bir kaç sokağa bakmak istedim bulamadım, karıştırdım. Çünkü binaların bir kısmı yıkılmış, bir kısmını değiştirmişler. Daha 1 yıl geçti. Oraları avucumun içi gibi biliyordum hazırlık yaparken, ciddi derecede şaşırdım bu yüzden. Bize “Tarlabaşı’nda çekilecek son film sizinki” dediler; bilmiyorum bu övülecek bir şey mi?

FOTOĞRAFLAR: SELİN ARUTAN

Jale Arıkan: “Bir filmde bir erkek öndeyse normal bir film ama bir kadın ön plandaysa hemen kadın filmi deniyor!”

Erdem T.: Açıkçası direkt bir bağım olmasa da ilişkim var; sempati duyuyorum. Geçmişim belgesel tabanına dayanıyor. Bundan dolayı birçok tabakayla temas etme fırsatı buldum. Direkt gözlem yapabildiğiniz alanlar bunlar. Ama kesinlikle sosyal gerçekçi olacağım, bir kadın filmi yapacağım diye yola çıkmadım. Aslında başka bir öykü üzerine çalışırken, Zeynep karakterine benzer bir kadınla karşılaşmıştım Tarlabaşı’nda. “Zerre”nin çıkış noktası burası. Bu kadın beni çok sarstı. O karakterin yaşadıklarının kaç mislini yaşayan insanlar görmüşüzdür ama bazı insanlarda içinden size seslenen, beni birilerine anlat diyen bir ses var belki. Bu yüzden bu öyküyü öne çekmek istedim. Karakterin bende yarattığı çağrışımlar filmi sosyal gerçekçi tabana oturttu. Bununla bir dil kuruldu ve içerik filmin biçimi oldu. Buralar pek bakılmayan alanlar, insanlığın büyük bir kesimini kapsayan farklı tabakaların yaşam mücadelesi benim ilgimi çekiyor. ● Ekonomik şartlardan bahsedersek, Zeynep, sürekli geçim derdinde bir karakter. Erdem T.: Evet, filmde parayı çok az yerde görüyoruz mesela. Ama onun tek ga-

57

yesi 3-5 kuruş para alıp evini geçindirebilmesi. Hayatının temel noktası olan şey, filmde 3 saniye gözüküyor. Bu kadar gözükmeyen bir şey nasıl bu kadar amaç olabiliyor? Bunlar benim çok ilgimi çeken şeyler. ● “Zerre” mesafesini koruyan bir film. Dramdan melodrama kaymamak için çok çaba sarf ettiniz mi? Erdem T.: Çok ufak bir diyoloğun içinde çok fazla dram olabilir. Bunları yakalamaya çalıştım ben. O sessizliğin, o bakışın, o duruşun içindeki derin çatışma, derin inanç, derin mücadeleyi bulmaya çalıştım. O yüzden karakterle yalnız kalmak, sadeleştirmek istedim. O mesafenin sebebi tamamen Zeynep karakterinden kopmamak, nereye ne yapacağını Zeynep karakterine sorarak bulmaktan geçiyor. Filmi, karakter sineması çerçevesinde tutmak istedim. ● Zeynep’e hazırlanırken iç dünyasına baktığınızı söylediniz ama yine de gözlem yapmaya çalıştınız mı? Jale A.: Bakmaya çalıştık, dolaştık Tarlabaşı’nda biraz ama Zeynep’e oturtmak istediğim birisini göremedim. Sonra başka tecrübelerden, başka gördüğüm şeylerden yola çıkarak çalıştım. Dedim ki Zeynep gibi kadınlar herhalde çalışıyorlar, bir yerdeler. Her an yanımızdan geçip gidiyorlar ve biz fark etmiyoruz bile. ● Söyleşilerinizde izleyiciyi mutlu uğurlamaması gereken bir film amaçladığınızı tekrarlıyorsunuz. Bu kararın sebebi neydi? Erdem T.: Filmin bir ucunu açık bitirmek istedim. İzleyici çok mutlu veya kafasındaki bütün sorulara cevap alarak gitmemeliydi. Belli tepkilerden çekiniyordum tabii ama finalin amacı bu kesiti hissettirmek ve izleyiciye bu yaşamın devam ediyor duygusunu verebilmekti. Hani kapatıp “Bu bir filmdi”‘den ziyade sen evine gitsen de o orada yaşıyor, devam edecek bir şekilde döngüsünü hissettirmeyi amaçladım. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


SİNEMA

649-milsanat-58-59

3/25/13

2:47 PM

Page 2

Pip’in ölmez hikayesi Charles Dickens’ın on üçüncü romanı “Great Expectations / Büyük Umutlar” yeniden beyazperdede. Yönetmen Mike Newell bu uyarlamada, Dickens’in bize gerçek dünyada gerçek insanları anlattığının altını çizmiş.

Filmde Holliday Grainger, Estrella’yı ve Ben Lloyd-Hughes ise Bentley Drummle’ı canlandırıyor.

SEVİN OKYAY sevino@gmail.com

BÜYÜK SIFATINA LAYIK bir yazarın, Charles Dickens’in doğumunun iki yüzüncü yıl kutlamaları geçen yılda kaldı ama uyarlamaların sonu gelmiyor. Gelmesin zaten, bıktığımız için söylemiyoruz. Bu sefer uyarlanan roman, üstadın on üçüncü romanı “Great Expectations / Büyük Umutlar”. Zavallı yetim Pip bir kez daha bize hikayesini birinci elden nakledecek. “David Copperfield”ın ardından, başından sonuna kadar birinci tekil şahısla anlattığı bu ikinci romanında yazar, gene unutulmaz karakterler yaratıyor. “Büyük Umutlar” ilk kez Dickens’ın haftalık yayını All the Year Round’da, 1 Aralık 1860’tan Ağustos 1861’e kadar tefrika edilmişti. 1861 Aralık’ında, Chapman ve Hall romanı üç cilt halinde yayımladı. Aslında iki katı daha da uzun olacaktı ama All The Year Round’un yönetimi kitabın uzunluğuna kısıtlama getirdi. Doğrusu romanın da hayrına olmuşa benziyor. Çünkü “Büyük Umutlar”, bize mesleğinin, sanatının zirvesindeki bir Dickens’ı, yoğun, derMilliyet SANAT Nisan 2013

li toplu bir Dickens’ı sunuyor. G. K. Ches- pek duyarlıydı. terton’a göre bu kitabı ‘hayatının ve görkeminin öğleden sonrasında’ yazmış. Bundan SAYISIZ KEZ UYARLANDI sonra da “Our Mutual Friend” ile eserleriUyarlamalara gelince, öyle çoklar ki, ni noktaladı zaten. insan saymakta güçlük çekiyor: Sinema “Büyük Umutlar”, filmleri, televizyon filmleri, 1800’lerin başından ortaTV dizileri ve mini dizileri, larına kadarki dönemde, oyun ve müzikal şeklinde sahKent bataklıkları ve Lonne uyarlamaları, şarkılar... dra’da geçer. Daha başlanHepsini saymadan, bellibaşlı gıçta, kahramanımız Pip ile olanları şöyle bir gözden geçikaçak mahkum Abel Magrelim... witch arasındaki karşılaş1917’de, Jack Pickford’un ma okuru ürkütür (seyirciPip’i oynadığı sessiz, siyi de). Kitap, zamanın yah/beyaz film var. 1934’de olaylarını, Dickens’ın kayise Stuart Walker, ilk sesli gılarını ve toplum ile insan uyarlama olan Hollywood yaarasındaki ilişkiyi ele alır. pımını gerçekleştirmiş. Bütün Kitabın renkli şahsiyetleri uyarlamaların içinde en beğeCharles Dickens de popüler kültürün bir nileni, unutulmayanı, bütün parçası olmasını ve orada mukayeselerden muzaffer şekalmasını sağlamıştır. Eleştirmenlerden kilde çıkanı ise, David Lean’in imzasını taise birbirini tutmayan eleştiriler almıştır. şıyan 1946 tarihli İngiliz film. Bir önceki Thomas Carlyle “Bütün o Pip saçmalı- filmle ortak noktası, ikisinde de Jaggers’ı ğı”ndan söz ederken, George Bernard Francis L. Sullivan’ın oynamış olması. Shaw romanı göklere çıkarır. Dickens’a gö- 1974’te Joseph Hardy’nin yönettiği ve re ise “Büyük Umutlar” onun en iyi kita- hem küçük, hem büyümüş Estella’yı Sabıydı, “Çok iyi bir fikirdi”. Haliyle, arka- rah Miles’a oynattığı TV filminin ardındaşlarından gelen iltifatlar konusunda da dan, 1981’de bir BBC dizisi, 1989’da da bir

58


649-milsanat-58-59

3/25/13

2:47 PM

Page 3

Belli başlı karakterler İlle de David Lean David Lean deyince akla hemen çölün kumları (“Lawrence of Arabia”) gelse de, “Büyük Umutlar” da onun şaheserlerindendir. John Mills, Jean Simmons ve Alec Guinness’in oynadıkları film beş dalda Oscar adayı olmuş, En İyi Sanat Yönetimi ve Görüntü’de ödülü almıştı. Lean, romanın istediği yanlarını seçmiş. Bu sayede filmde unutulmaz anlar var. Lean’in filminin gelmiş geçmiş en iyi Dickens uyarlaması ve en iyi edebiyat uyarlamalarından biri olduğu söylenir. Sırrı, müthiş bir tempo, çarpıcı atmosfer ve ilgi çeken karakterlerde yatıyor.

John Mills ve Valerie Hobson, klasikleşen David Lean uyarlamasında...

Mike Newell filminde seçkin İngiliz oyuncularla çalışıyor. Özellikle Ralph Fiennes ve Helena Bonham Carter dikkat çekiyor. Ama Newell’ın “Büyük Umutlar”ı kimine göre kitaptaki pek çok olayı süresi kısıtlı bir filme sığdırmanın sıkıntısını çekiyor.

Filmde izleyeceğimiz dikkat çekici isimlerden biri de Ralph Fiennes...

mini dizi geldi. Lean filminde Estella’nın gençliğini oynayan Jean Simmons, burada Miss Havisham olmuştu. Daha yakın dönemde ise, Alfonso Cuaron’un yönettiği 1998 yapımı Amerikan filmi (Ethan Hawke’un oynadığı Pip’in adı Finn, mekân da 1990’lar New York’u), ondan bir yıl sonra Julian Jarrold yönetiminde BBC yapımı bir film, 2011’de de Miss Havisham’ı “X-Files”ın Scully’si Gillian Anderson’ın oynadığı bir BBC dizisi var. Geçen yıl ise, Mike Newell bir başka İngiliz uyarlamasının yönetmenliğini üstlendi. Ancak, insanların, özellikle İngilizler’in “Büyük Umutlar” uyarlamalarına doymadığı anlaşılıyor. Şu sıralarda Londralı seyirciler, West End’deki Vaudiville Theatre’da yeniden sahnelenen eseri izlemeye gidiyor. Graham McLaren’ın yönettiği oyunda yaşını başını almış bir Pip, Miss Havisham’ın evine, bir suç mahalli gibi zihninde koruduğu anlaşılan bu eve, geri dönüyor.

YABANCILIĞI HİSSETTİRİYOR Ancak, bütün bunların içinde bizi en fazla ilgilendiren, Mike Newell’ın gösterime giren beyazperde uyarlaması. Her şeyden önce, yönetmenin seçkin İngiliz oyuncularla çalıştığını belirtelim. Özellikle Ralph Fiennes (Magwitch) ve Helena Bonham Carter (Miss Havisham) dikkati çekiyor. Newell’ın “Büyük Umutlar”ı kimine göre kitaptaki pek çok olayı süresi kısıtlı bir filme sığdırmanın sıkıntısını çekiyor. Kimine göre de, defalarca uyarlanmış, defalarca okunmuş bir hikayeye hayat katmış. Sonuçta, unutulmaz klasiklerin bu büyük yazarı da, kendi döneminde tefrika edilen ve çok okunan bir yazardı. Öte yandan, Newell haddinden fazla olayı bir film süresine sığdırmaya Harry Potter’dan alışkındır. Küçük Pip’i de, uzaktan uzağa Harry’den bir çağrışım taşıyor sanki. Carter’ın Potter aleminin kötü cadısı Bellatrix’i hatırlattığını, Jaggers’ı oynayan Robbie Coltrane’in de dizinin Hagrid’i ol-

59

Philip Pirrip ya da Pip, kahramanımız ve anlatıcımız olan yetim. Demirci olacağını sanırken onu himayesine alan meçhul kişi, bir centilmen olsun diye Londra’ya yollamış. Pip’e göre bu kişi Miss Havisham. Joe Gargery, Pip’in iyi kalpli demirci eniştesi, baba figürü, hep dürüst davrandığı tek kişi. Mrs. Joe Gargery, Pip’in öfkesi burnunda yetişkin ablası, annesiyle babası ölünce ona bakmak zorunda kalmaktan hep yakınmış. Miss Havisham, Pip’i yanına arkadaş olarak alan, evde kalmış kız. Miss Havisham bütün erkeklere düşman. Yıllar önce nişanlısı onu kilisede terk edeli beri gelinliğini hiç çıkarmamış. Estella, Miss Havisham’ın manevi kızı, bütün roman boyunca peşinden koşan Pip için hayatı, parayı ve aşkı temsil eder. Matthew Pocket, Miss Havisham’ın kuzeni, Pocket ailesinin reisi. Ama diğerleri gibi gözü Havisham servetinde değil. Mahkum/Abel Magwitch Pip’in çocukken mezarlıkta karşılaştığı, iyilik ettiği hapishane kaçağı. Takma adlarından biri, Provis. Pip, onun amcası olduğunu söylüyor. Biddy, Pip’in köyünde bir akşam okulu işleten, Pip’in de öğretmeni olan hanım. Müşfik, zeki ama yoksul ve yetim. Mr Jaggers, tanınmış Londralı avukat, hem suçluları hem suçsuzları temsil ediyor. Avukatlığıyla pek çok karakteri biraraya getiriyor.

duğunu unutmayalım. Yönetmen, küçük Pip’in büyük şehirdeki hayret ve hayranlığını bize yaşatıyor. Hissettiği yabancılığı da. Estella, Miss Havisham, deney niyetine oynanan bir ilişki oyunu, diz boyu bahtsızlık. Bir genç adam daha dünyanın hayal ettiğinden daha muazzam ve tuhaf, aynı zamanda daha hain ve küçük olduğunu anlıyor. Newell pek yenilik getirmemiş ama gözalıcı bir tarzı ve yıldızları var. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-60-61

3/26/13

5:16 PM

Page 2

SİNEMANIN HAZİNELERİ ATİLLA DORSAY

aldorsay@yahoo.com

Anglo-sakson sinemasının biraz unutulmuş küçük dahilerinden Albert Lewin’in az sayıdaki filminden biri olan “Bel Ami”, engel tanımayan bir yükseliş öyküsünü anlatıyor.

19. YY. Paris’inde ve kadınlar arasında

George Sanders, Marie Wilson ve Angela Lansbury (soldan sağa) “Bel Ami”de izlediğimiz oyuncular arasında.

“The Private Affairs Of Bel Ami / Bel Ami” Yönetim ve senaryo: Albert Lewin, Görüntü: Russell Metty, Müzik: Darius Milhaud, Oyuncular: George Sanders, Angela Lansbury, Ann Dvorak, Frances Dee, Albert Basserman, Hugo Haas, Warren William, John Carradine, Katherine Emery, Susan Douglas, United Artists, 1946.

Milliyet SANAT Nisan 2013

ALBERT LEWIN, anglo-sakson sinemasının biraz unutulmuş küçük dahilerinden ve ilginç yaratıcılarındandır. 1895-1966 arası yaşamış bu Amerikan yazar / yönetmen / yapımcı ve MGM’nin etkin yürütücü-yapımcısı kişiliğin, bizzat yapıp yönettiği sadece altı filmle sinema tarihinde öylesine özel ve meraklılarınca hazine değerinde bulunan bir kariyer sahibi sayılması bunun kanıtı değil mi?

60

ÖMER HAYYAM İLGİSİ Gerçekten de, aktör James Mason’un deyişiyle ‘kendi filmlerinden birini yapmak istediğinde MGM’deki ofisini en azından bir yıllığına kapatıp giden bu gizemli küçük adam’, 1942’den başlayarak “The Moon and Sixpence / Malezya Tılsımı”, “The Picture of Dorian Gray / Dorian Gray’in Portresi”, “The Private Affairs of Bel Ami / Bel Ami”, “Pandora and the Flying


649-milsanat-60-61

3/26/13

5:16 PM

Page 3

Dutchman / Pandora ve Uçan Hollandalı”, lejyondan yeni dönmüş, beş parasız genç ya“Saadia / Çöl Aslanı” ve “The Living Idol” zar adayı George Duroy’un kendisine bir çıfilmlerini yönetti. 15 yıla yayılmış altı film. kış yolu aramasını anlatır. Bu yolda öncelikle kendisine çalıştığı gazetenin kapılarını Ama ne değişik filmler... Değişiklik, öncelikle Lewin’in sanat ta- açan yakın arkadaşı Charles, sonra da karihine ve sanatçı yaşamlarına ilgisinden dınlar ona destek olacaktır. Asıl adı unutukaynaklanıyordu. Bir diğer ilgi alanı da mis- larak ‘bel ami- güzel dost’ diye çağrılan Dutik kişilikler ve de Ömer Hayyam rubaile- roy, kadınlara karşı soğuk, giderek haşin olriydi. Bir Amerikalı için ne şaşırtıcı merak- duğu ölçüde onların ilgisini çeker. Bunu da lar... Leslie Halliwell bunu ‘bir Hayyam sap- yükselmek için kullanacaktır. Kalpler kırlantısı’ diye niteleyecekti. Bertrand Taver- mak, dostlarını yitirmek ve gerçek aşkını da nier ise “Amerikan Sinemasının 50 Yılı” ad- elinden kaçırmak pahasına... lı ünlü kitabında, Lewin’i ‘her filminde özel YÜKSELME HIRSI bir dünya, yaratıcısına Bu, her döneme uyarlanabiyakın kişiler, nesneler lecek bir yükselme hırsı hikayeve saplantılar bulunan Filmi na sidir. Filmde dendiği gibi “Bir bir sanatçı’ olarak nis ı edinirsin l büyük kentte, onu ne yapıp edip teler ve şöyle yazar: iz? Not: DVD fethetmek isteyen bir genç ada“Ana teması belki şu’si Frans a’da Wild Sid mın öyküsü”. Maupassant’ın kendur: İncelikli, duyare Video’n un yayınlad dine özgü binbir ayrıntıyla oya gilı bir insan için, kenığı Introuva Les bi ördüğü... Ancak Lewin dönem disini tutsak almış ble Bulunam sfilmi yapmanın tüm güçlüklerine olan materyalist ay koleksiyo anlar karşın, o yılların Paris’i dekorunu bir dünyada var olnu İngilizce ndan çıktı: korumayı seçer. Dönem ve kent bümanın güçlüğü”. diyalogla rla Fransızc yük bir zevkle ve zarafetle canlandıAncak onu sea altyazıl ı olarak... rılır. Öyle ki, Fransız Tavernier bile venlerde bile bir şöyle yazar: “Maupassant’ın şimdiye kuşku vardır: Örkadarki en sadık uyarlaması”. Büyük neğin sinema takentin basın ve yazarlar çevresi kadar rihçisi Andrew Sarris sorar: “Acaba o sosyetik ya da popüler mekanlar da, filmin son derece edebi gözüken yaklaşımında ve görecelikle alçakgönüllü haline karşın gayet inceliğin doruklarındaki sinema anlayışıniyi canlandırılır. Ve Lewin’e özgü bir estetik da rastlantıların rolü büyük olabilir mi?” dokunuş egemen olur. Tavernier de bu kuşkuya katılır: “Lewin Ama tüm bu zarafetin ardında açık bir değerli bir yaratıcıydı ve sinemayla oyuncadram vardır. Özellikle kadınlar açısından... ğıyla oynayan bir çocuk neşesiyle oynuyorBel Ami’nin sonsuz ihtirası hiçbir engel tadu: Yeteneğini sanki alayın ardında gizleye- nımaz: En yakın dostunun karısına, o ölüm rek... Yine de şöyle sorulabilir: Acaba bu ta- döşeğindeyken aşkını itiraf ettiği (ve hemen vır, tüm yeteneğini özgürce kullanamayan sonrasında onunla evlendiği) gibi, kendisibir artistin bu eksikliğini itirafı mı?”. ne servet ve başarının anahtarını getirecek Ne olursa olsun, Lewin’in üzerinde dur- olan zengin bir genç kızla evlenmek için de maya değer bir sanatçı olduğu anlaşılıyor. bir ‘unvan satın almaya’ kalkışır. Unvan soAvrupa zevkinin ve entelektüel seçimlerin runlarından ölümcül düellolara, postacıyla şüpheyle karşılandığı bir Hollywood’da ve gönderilen mesajlardan faytonlu gezilere bir dev şirketin sorumluluğu yüklenmiş ça- çok şey de dönem atmosferini bütünler. lışanı pozisyonundaki Lewin’in, hepsi de Avrupa / dünya kültürüne yakın duran bu BİR TEK TABLO RENKLİ filmleri yapabilmesi şaşırtıcıdır ve hep öyle Bu umarsız başarı öyküsü, görkemli bir kalacaktır. siyah-beyazla anlatılır. Tek bir yerde, filmde “Bel Ami” uzun süre unutulmuş bir film belli bir işlevi olan bir tablo renkli çekilmişolarak kalmıştı. Nasıl olmasın ki ünlü Fran- tir: Bu, yönetmenin yakın dostu olan Max sız yazarı Guy de Maupassant’ın aynı adlı Ernst’in film için yaptığı “The Temptation romanından uyarlanan bu film, kültür açı- of Saint Anthony / Aziz Antoine’ın Baştan sından vatanı olan Fransa’da gösterime gir- Çıkarılması” tablosudur. Lewin bir önceki memiş ve ancak 40 küsur yıl sonra, 1989’da filmi “Dorian Gray’in Portresi”nde de aynı oynamıştı!.. Hele bu tür filmler için yaşam- şeyi yapmıştı. Ve tümüyle renkli filme ancak sal olan Fransız eleştirisinden yoksun kal- “Pandora ve Uçan Hollandalı” ile geçebildi. mak, filmin aleyhine olmuştu elbette. Ro- Duroy’da yönetmenin gözde oyuncusu, man/film, 1860’ların Paris’inde Afrika’daki “Malezya Tılsımı” ve “Dorian Gray’in Port-

61

“Bel Ami” uzun süre unutulmuş bir film olarak kalmıştı. Nasıl olmasın ki Guy de Maupassant’ın aynı adlı romanından uyarlanan bu film, kültür açısından vatanı olan Fransa’da ancak 40 küsur yıl sonra, 1989’da oynamıştı!.. resi”nde de oynayan George Sanders vardır. Ve tümüyle ikna etmezse de (o denli güzel değildir!) incelikli bir oyun verir. Kadınlar birbirinden iyi seçilip oynamıştır. Kıymetini geç anlayacağı gerçek aşkı, bir peri görünümündeki Clotilde (Angela Lanbury), yükselmek için evlendiği soğuk ve hesaplı Madeleine (Ann Dvorak), yine yükselmek için fethettiği patronunun ezik karısı (Katherine Emery) ve sonra evlenmeyi seçtiği kadının kızı Suzanne (Susan Douglas) rollerine cuk otururlar. Charles’daysa bir modern yontu gibi upuzun ve incecik yüzünü korkudan fantastiğe çok filme armağan etmiş olan, sonraki kuşağın yetenekli Carradine Kardeşler’inin babası John Carradine yine unutulmaz bir portre çizer. Müziğin ise 20. YY.’ın ünlü klasik müzik bestecisi Darius Milhaud’a bırakılması, yine Lewin’in sanata yakınlığının göstergesidir. Aslında Albert Lewin’e ‘giriş yapmak’için “Pandora ve Uçan Hollandalı” veya “Dorian Gray’in Portresi” daha iyi bir seçim olabilirdi. Ama ben yıllardır merak ettiğim bu filmi keşfetmenin heyecanıyla, onu yazmayı seçtim. Belki diğerlerine de sıra gelir. Time Out’un sadece bir cümlesini vereyim: “Üzücü biçimde ihmal edilmiş bir film”. Leonard Maltin ise şöyle demiştir: “Maupassant öyküsünün leziz ve edebi uyarlaması. Kusursuz oyunculuklar ve Russell Metty’nin nefis siyah-beyazı”... Bir not da romanın değişik çevrimleri üzerine... Hepsi “Bel Ami” adıyla 1939’da Almanya, 1955’de Fransa, 2005’de Fransa (TV filmi) ve en son 2012’de Amerikan çevrimleri var. Sonuncusunda Robert Pattinson, Uma Thurman, Kristin Scott Thomas, Christina Ricci gibi oyuncularla... MS

Milliyet SANAT Nisan 2013


SİNEMA

649-milsanat-62-63

3/25/13

2:51 PM

Page 2

Basit masalın devleştirilmiş hali! “Olağan Şüpheliler”in yönetmeni Bryan Singer, “Dev Avcısı Jack”te tanıdık çocuk masalındaki maceranın boyutlarını büyütüyor. “Yedi Psikopat” ise oyuncu performanslarının öne çıktığı, ABD’yi eleştiren bir yapım.

Sürükleyici yönü devler

Şövalyeyi canlandıran Ewan McGregor’a iki genç oyuncu Nicholas Hoult ve Eleanor Tomlinson eşlik ediyorlar. ALİ ULVİ UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com

ÇİFTÇİ ÇOCUĞU saf Jack, ineği birkaç fasulye ile takas ettikten sonra annesinden azar işitir; ancak bahçeye savrulan fasulyeler dev sırığa dönüşerek onu bulutların üzerindeki devin şatosuna ve altın yumurtlayan tavuğuna ulaştırır... İngiliz folklorundan bu çok eski masal, sıradan birinin bile cesaretini toplayabildiği takdirde kahraman olabileceğini, yazgının sürprizlerle dolu olduğunu anlatır. Sinema için de ideal olan masal bugüne dek çok sayıda uyarlamaya konu oldu. Ve şimdi sıra, ‘performance capture’, CGI, 3D gibi, bir arada kullanıldıklarında beyazperde için her görüntüyü olanaklı kılan ve endüstriyi şaha kaldırmış bulunan tekniklerin kullanıldığı böyle bir filme geldi. Jack’in hikayesinin basit yapısından çıkarılıp, maceranın boyutlarını büyütmek ve Milliyet SANAT Nisan 2013

karakter sayısını arttırmak gerekli... Bir de özellikle kötüler için hınzır bir mizah olmazsa olmaz olduğundan, öncelikle senaryoya baktık. “X-Men” , “X2” ve her ne kadar bir düş kırıklığı kabul edilse de “Superman Dönüyor / Superman Returns” gibi dev bütçeli filmlerden deneyimli Bryan Singer’ın yönetmenliğinde, üç senaryo yazarından birinin Christopher McQuarrie olduğunu görünce de rahatladık. Geçenlerde seyrettiğimiz “Jack Reacher”ın yazar-yönetmeni olan McQuarrie, Singer’ın “Olağan Şüpheliler / The Usual Suspects”adlı müthiş suç geriliminin de yazarı. Yani, devler tarafından saldırıya uğrayan bir krallık ve halkının kurtarılması öyküsünün içindeki belli başlı temaları biri diğerine baskın çıkmadan dengeli bir yapıda buluşturup, gösterişli-karmaşık biçimin de yeterince etkili olmasını sağlayabilen senaryoda güvenilir bir ad. Nitekim diğer yazarlarla birlikte, sekiz kilometre uzunluğundaki çok sağlam fasulye sırıklarıyla ulaşılabilen devler ülkesi Gantua ve adil Kral Brahm-

62

“Dev Avcısı Jack / Jack the Giant Slayer” Yönetmen: Bryan Singer Senaryo: Darren Lemke, Christopher McQuarrie, Dan Studney Oyuncular: Nicholas Hoult, Eleanor Tomlinson, Ewan McGregor, Stanley Tucci Görüntü: Newton Thomas Sigel Müzik: John Ottman

well (Ian McShane) tarafından yönetildiği için olsa gerek oldukça aydınlık-ferah Ortaçağ kenti Cloister ile kırlarında geçen fantastik macerada her unsuru gözetmiş.

ÇOCUK YILDIZ 13 yaşında rol aldığı “Bir Erkek Hakkında / About a Boy”la (2002) popüler olan Nicholas Hoult ise, katıksız bir Jack... 1.89’luk boyuyla, karakteri yüksekten korktuğunun altını çizse de, hani neredeyse fasulye sırığına tırmanmak için yaratılmış. Sıradan görünümlü bu genç çiftçiyle, kralın maceraperest kızı Isabelle’in (Eleanor Tomlinson) arala-


649-milsanat-62-63

3/25/13

2:51 PM

Page 3

“Yedi Psikopat / Seven Psychopaths” Yönetmen-Senaryo: Martin McDonagh Oyuncular: Colin Farrell, Sam Rockwell, Woody Harrelson, Christopher Walken, Tom Waits, Abbie Cornish, Olga Kurylenko Görüntü: Ben Davis Müzik: Carter Burwell

“Yedi Psikopat”ın başrolleri üç önemli aktöre Colin Farrell, Christopher Walken ve Sam Rockwell’e emanet edilmiş. (soldan sağa)

Komik - kanlı suçlar ve ‘Süper Güç’e keskin eleştiri!

“Dev Avcısı Jack”i Bryan Singer yönetti.

rındaki sınıf farkını ortadan kaldıran serüven ve aşk, başka birinin kabusu oluyor: Entrikanın ihanet ayağında, Isabelle’le evlenme planları yapan düzenbaz Roderick’in (Stanley Tucci)! Hikayenin yiğitlik kısmında da, klas stiliyle göz dolduran şövalye Elmont ‘la (Ewan McGregor) karşılaşıyoruz. Fakat “Dev Avcısı Jack”in asıl sürükleyici gücü bir tür sürgünde yaşayıp, yeniden insan etini tadacakları günü bekleyen, biz insanlara göre iğrenç görünümlü, oldukça çevik ve akıllı, kendi aralarında güç oyunları oynayan devler! Filmin, en korkutucu, en cazibeli, en mizahi varlıkları. Başlarında da, Bill Nighy’nin ‘performans yakalama’ tekniğiyle canlandırdığı General Fallon var. Fallon, ikinci, küçük bir ‘asistan’ başa daha sahip; ancak yazık ki, insan aklını ve pratik zekâsını tam olarak hesaplamayıp, kaba kuvvetine güveniyor. Oysa fantastik hikayelerde de, besin zincirinin en tepesinde nihai olarak insan yer almaktadır. Tuhaftır, belki bu gerçeğin sıkı sıkıya öğretildiği çocuklar için değil fakat türümüzün sert gerçeğiyle uzun yıllardır karşılaşan biz büyüklerden bazılarımız, devlerin yaşama ve soylarını sürdürme güdülerine saygı duydu. Her şeye rağmen, insanın önünde diz çökmediler mi sonuçta!

“IN BRUGES”DE, acımasız patronun emrinde Bruges’e (Belçika) gelen iki tetikçinin trajikomik hikayesindeki duyarlılık, mizahla harmanlanmış duygusallık ve Ortaçağ’dan kalma kenti, öykünün önemli bir karakteri olarak işlemesi, İngiliz-İrlanda vatandaşı Martin McDonagh’a, ‘Orijinal Senaryo’ dalında Oscar adaylığı getirmişti. Ama zaten daha önce, “Six Shooter” adlı kısa filmiyle Oscar’ı kazanmıştı. Esasen, sinemadaki gibi kara mizah türünde eserler veren değerli bir tiyatro oyunu yazarı. Ve bu ikinci uzun metrajlı filminde de, beklentilerimizi fazlasıyla karşıladı. Yönetmenin, bu kez Los Angeles’a taşıdığı suç hikayesinde, “Yedi Psikopat” adlı kitabını yazmaya çalışan Marty (Farrell), işsiz bir aktör olan arkadaşı Billy’den (Rockwell) fikir ve ilham alırken, taş yürekli gangster Charlie’yle (Harrelson) karşı karşıya geliyor. Çünkü köpekleri çaldıktan sonra, onları sahiplerine teslim edip ödül paralarını alan Billy ile suç partneri Hans (Walken), bu acımasız katilin adeta taptığı süs köpeğini rehin tutma hatasını yapıyor; dolayısıyla Charlie önüne çıkanı öldürmeye başlıyor!

BOL KATMANLI Bu gariplik, konunun sadece ekseni ve etrafında yer alan, gerçek, hayali, saçma, çok sert, sadizm içeren, kanlı, mide bulandırıcı, dramatik, sürprizli, enteresan, heyecanlı hikayelerle birlikte, katmanları olan bir çılgınlığa dönüşüyor. Film, bu çılgınlığı kuşaklar boyu doğurup besleyen ve insan karanlığının en diplerini eşeleyip pislikleri yeryüzüne saçan, yani adına Amerika denen ülkeyi de keskin eleştiri oklarının hedef tahtası olarak seçiyor. Sıkça rastlayamayacağımız türden bir deneyim bu: “Yedi Psikopat”, (aslında sayı, Tanrı’nın dünyayı yarattığı gün sayısı kadar, yani altı: iki psikopat bir bedende) klasik kötülükleri ve kötüleri ters yüz edip

63

“Yedi Psikopat”ta gerçek hayat, hikayeleri taklit ederken soruyor: Bu ülkede, tüm bu dinsel saçmalıklar, seri katiller, ülke dışı işgal ve saldırganlıklar, yasa dışı faaliyetler, berbat gangsterler arasında insan hissetmek mümkün mü? seyredeni sürekli ters köşe yapıyor; şaşırtıyor; film içinde film esprisinin sınırlarını esnetiyor. Gerçek hayat ise, hikayeleri taklit ederken soruyor: Bu ülkede, tüm bu dinsel saçmalıklar, seri katiller, ülke dışı işgal ve saldırganlıklar, yasa dışı faaliyetler, berbat gangsterler arasında insan hissetmek mümkün mü? Ya da sıradan bir ölüm mü yoksa ‘insan olarak’ ölmek mi daha önemli? McDonagh, sinemada yenilikçi ve farklı yaklaşımıyla, kendi mantığı içinde saçmalamayan, karmaşık fakat zeki bir metne ve filme imza atmış. “In Bruges”de de oyuncusu olan Colin Farrell ve özellikle Sam Rockwell ile Christopher Walken ikilisi, senaryonun sözcükleri arasındaki ayrıntıları o denli doğru yakalayıp, benimsemişler ki... “Budur” diyorsunuz, kağıt üzerindeki bir karakterin ruhunu ele geçirmek işte böyle olur. Yer ve mekanlarda da, hem suç filmleri gizemini ve hem de açık hava gerilimini kullanan yönetmenin, gösterişe prim vermeyen öykülemesinde, oyuncu performanslarıyla diyaloglar öne çıkıyor. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-64-65

3/26/13

5:16 PM

Page 2

DVD gurel.selin@gmail.com

“Smashed / Paramparça”

BA Ğ IM S I Z S U LA R D A

BU FİLM E D İ K K A T !

SELİN GÜREL

2012’nin ödül törenlerinde görmezden gelinerek hakkı yenen bir film oldu “Paramparça”. Geçtiğimiz yılın en iyi bağımsızlarından biri olan film, genç bir kadının alkol bağımlılığından kurtulma çabasını anlatıyor. Bağımlı karakterin genç bir ilkokul öğretmeni olarak çizilmesi, bağımlılığın kimliksizliğini vurguluyor. Kariyerinin en iyi performansını veren Mary Elizabeth Winstead, tek kişilik bir şov sergiliyor.

“The Master” (2012)

2

“Amour / Aşk” (2012)

Yönetmen: Paul Thomas Anderson Oyuncular: Joaquin Phoenix, Philip Seymour Hoffman, Amy Adams Öykü: Savaş sonrası hayattaki amacını kaybeden başıboş Freddie Quell’in yolu tesadüfen The Cause adında bir hareketin öncüsü olan Lancaster Dodd ile kesişir. Herkesi etkisi altına alan Dodd, Freddie’yi dizginlemenin o kadar da kolay olmadığını fark eder. Çarpıcı yönü: Paul Thomas Anderson’ın “There Will Be Blood / Kan Dökülecek”te kullandığı durgun, gergin ve boğucu yönetmenlik tarzını aynen devam ettirdiği “The Master”, Joaquin Phoenix’i perdede devleştiren bir başyapıt.

Yönetmen:Michael Haneke Oyuncular: Jean-Louis Trintignant, Emmanuelle Riva, Isabelle Huppert Öykü: Uzun yıllardır evli olan Georges ve Anne’in mutlu hayatı, Anne’in hastalığı sebebiyle büyük bir darbe alır. Zaman geçtikçe durumu ağırlaşan Anne, Georges’un bakımına muhtaç hale gelir. Çarpıcı yönü: Michael Haneke’nin ölüm, hastalık ve yaşlılık gibi kavramlarla hesaplaştığı “Aşk” ünlü Haneke rahatsız ediciliğini, hikayenin herkesin hayatına uyarlanabilir oluşundan alıyor. 2012’nin en iyilerinden. Film Altın Palmiye gibi pek çok önemli ödülün de sahibi.

Milliyet SANAT Nisan 2013

64

Oyuncu kimliğiyle tanıdığımız Zoe Kazan’ın ilk senaryosu “Ruby Sparks”, “Little Miss Sunshine / Küçük Gün Işığım”dan beri sesleri solukları çıkmayan Jonathan Dayton ve Valerie Faris tarafından çekildi. Kazan, birçok filmin kombinasyonu gibi görünen senaryosuyla ‘ikinci el’ bir film çıkarmayı göze almış ve gerçek hayattaki sevgilisi Paul Dano’yu da yanına alarak ‘sevimli bağımsız film’ kalabalığına bir yenisini eklemiş. Senaryosunda sorunlar barındırsa da, kolay izlenen, keyifli bir film.

10

Ayın en gözde 1

“Ruby Sparks”

DVD’si

3

“Skyfall” (2012)

4

“Argo / Operasyon: Argo” (2012)

Yönetmen: Sam Mendes Oyuncular: Daniel Craig, Javier Bardem, Naomie Harris Öykü: İstanbul’da başlayan kovalamaca sırasında ekip arkadaşı tarafından yanlışlıkla vurulan James Bond kayıplara karışır. Bir süre sonra M’in ciddi bir tehdit altında olduğunu öğrenince Londra’ya döner, ancak sahaya çıkacak kapasitede değildir. Çarpıcı yönü: Sam Mendes bir James Bond filminden serinin tümüne damgasını vuran, ayrıcalıklar ve istisnalarla dolu, kendine hayran bırakan bir ajan / aksiyon filmi çıkarıyor. “Skyfall” Bond serisinde bir dönüm noktası.

Yönetmen: Ben Affleck Oyuncular: Ben Affleck, Bryan Cranston, Alan Arkin Öykü: 1979’da İranlı devrimciler tarafından saldırıya uğrayan İran’daki Amerikan Büyükelçiliği’nden kaçmayı başaran altı görevli, Kanada Büyükelçisi’nin evine sığınır. Grubu İran’dan çıkarma görevi CIA ajanı Tony Mendez’e verilir. Çarpıcı yönü: Affleck’in En İyi Film Oscar’lı filmi, hem hikayenin sözde gerçekliğini hem de Batı’nın Doğu’ya bakışını tam bir Amerikalı’dan beklendiği gibi masaya yatırdığı için ülke insanının hislerine tercüman oldu, fazlasıyla beğenildi, ödüller topladı.


649-milsanat-64-65

3/26/13

5:17 PM

Page 3

X YENİ BO

SETLER

A R Ş İ V G Ü ZE Lİ

“The Savage Innocents / Vahşi Masumlar” (1960) 1960 Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan Nicholas Ray imzalı “Vahşi Masumlar”, modern yaşamın normlarıyla çakışan Eskimo Inuk’un bir olay sonrası değişen hayatını konu alıyor. Ray’in bir belgesel gerçekliğinde yansıttığı Eskimo yaşamı, Inuk’u canlandıran Anthony Quinn’in müthiş performansıyla birleşiyor.

5

The Marilyn Collection / Marilyn Monroe Koleksiyonu

“Shadow Dancer / Gölgede Dans” (2012)

“Les Infideles / Sadakatsizler” (2012)

Yönetmen: Emmanuelle Bercot, Fred Cavaye, ... Oyuncular: Jean Dujardin, Gilles Lellouche, Lionel Abelanski Öykü: Erkeklerin sadakatsizliği üzerine odaklanan kısa filmlerden oluşuyor. Çarpıcı yönü: “Sadakatsizler” matrak bir ilişki komedisi olabilecekken, kimi öyküler arasındaki tonları tutturamayınca kahkahalarınızı esirgemeyeceğiniz bir toplama film olarak kalıyor akıllarda.

7

Bu koleksiyonda Marilyn Monroe’nun 11 filmini bulacaksınız. Gayet iyi seçilmiş filmler arasında yıldızın son günlerini anlatan 2001 yapımı “Marilyn Monroe: The Final Days” adlı TV belgeseli de var.

Miyazaki Collection Box Set / Miyazaki Özel Set

Yönetmen: James Marsh Oyuncular: Clive Owen, Andrea Riseborough, Gillian Anderson Öykü: ‘90’ların İrlandası’nda bir IRA üyesi olan Colette McVeigh, bir eylem sonrası MI5 tarafından yakalanınca köstebeklik yapmaya zorlanır. Çarpıcı yönü: Film, IRA’yı bir mahalle çetesi gibi yansıtıyor. Ama Riseborough’nun filmin gergin havasına çok yakışan oyunculuğu sayesinde, eli yüzü düzgün bir tür filmi olarak kabul edilebilir.

6

KOLE KSİYON E R LE R İ Çİ N

8

Yönetmen: Tanya Wexler Oyuncular: Maggie Gyllenhaal, Hugh Dancy, Jonathan Pryce Öykü: Victoria dönemi İngilteresi’nde histeri teşhisi konan kadınları özel bir masaj yöntemiyle tedavi eden deneyimli bir doktorla çalışmaya başlayan Dr. Mortimer Granville, büyük bir icadın eşiğinde olduğundan habersizdir. Çarpıcı yönü: Çok sık karşımıza çıkmayan bir kombinasyon var “Mutlu Et Beni”de: Dönem filmi ve komedi bir arada.

9

“Evim Sensin” (2012)

10

“La femme du Veme / Gizemli Kadın” (2011)

Yönetmen: Özcan Deniz Oyuncular: Ö. Deniz, Fahriye Evcen Öykü: Leyla ve İskender ayrı dünyaların insanlarıdır. Ama çevrelerini aşklarına inandırmayı başarırlar. Amansız bir hastalık çiftin hayatını cehenneme çevirir. Çarpıcı yönü: Güney Kore filmi “Nae meorisokui Jiwoogae”yi yeniden çeviren Özcan Deniz’in bu girişimi, Fahriye Evcen’in yoğun çabasıyla modern bir “Love Story” olmaya çalıştı, kısmen de amacına ulaştı.

“Chained” (2012)

Yönetmen: Jennifer Lynch Oyuncular: Vincent D’Onofrio, Eamon Farren, Evan Bird Öykü: Aynı zamanda bir seri katil olan taksi şoförü Bob, küçük yaşlarda alıkoyduğu Tim’i kendi ayak izlerini takip etmesi için yetiştirir. Çarpıcı yönü: 25 yaşında çektiği ilk filmi “Boxing Helena” ile ortalığı birbirine katan Jennifer Lynch, “Chained” ile sert sahnelere olan eğilimini yitirmediğini kanıtlıyor. Sinemada yüksek şiddet dozuna alerjiniz yoksa, bu korku / gerilim filmine bir şans verebilirsiniz.

“Hysteria / Mutlu Et Beni” (2011)

Yönetmen: Pawel Pawlikowski Oyuncular: Ethan Hawke, Kristin Scott Thomas, Joanna Kulig Öykü: Amerikalı bir yazar beş parasız adım attığı Paris’te önce kendine bir iş bulur, sonra da gizemli bir dul ile tanışır. İkilinin ilişkisi, geçmiş hakkında soru sormamak kaydıyla ilerlerken, yazar bir anda kendini bir cinayet şüphelisi olarak bulur. Çarpıcı yönü: “Gizemli Kadın” aşina olduğumuz türden bir ‘tekinsiz kadın-aşık erkek’ gerilimi.

65

Milliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:18 PM

Page 2

SİNEMA

649-milsanat-66-73

Yükselmek her zaman iyidir

Andrea Riseborough

Joseph Kosinski’nin yönettiği, kıyamet sonrasında geçen bilimkurgu filmi “Oblivion”da Tom Cruise’la birlikte rol alacak İngiliz aktris Andrea Riseborough, sinemanın son birkaç yılda yükselen isimlerinden biri. Milliyet SANAT Nisan 2013

66


649-milsanat-66-73

3/26/13

5:18 PM

Page 3

Riseborough’un rol aldığı Hollywood filmi “Oblivion” en yüksek bütçeli çalışması olacak.

DİLARA OMUR dilara@hamamdadelivar.com

ANDREA RISEBOROUGH 8 yaşında başlıyor Shakespeare okumaya ve hâlâ daha ne zaman rahatlamak istese Shakespeare okuyor veya dışarı çıkıyor, temiz hava almaya. Gençken yatak odası duvarlarına Bosch’un Cennet ve Cehennem resimlerini asıyor. Şimdiyse Amerika’da olduğu zaman vaktini Idaho’da ormanın içindeki evinde geçiriyor, çok seviyor bunu. Sırf eğlence olsun diye film projeleriyle uğraşırken bir yandan yeni bir müzik enstrümanı çalmayı öğrenmeyi deniyor. Değişik bir genç kadın aslında, yaşıtı diğer kadın oyunculara benzemiyor. Güzellik uzmanı ve sekreter bir anneyle ikinci el araba satıcısı bir babanın kızı olarak Andrea, Newcastle’da büyüyor. Sorulduğunda annesinin de babasının da ailelerindeki ilk orta sınıf insanlar olduklarını söylüyor. Herkes uzak bir geçmişin mirasını yaşıyor, bizzat yaşamadığı hayatların devamını getiriyor aslında. Andrea’nın babaannesi bir sinemada yer göstericilik yapıyor Andrea’nın babası henüz küçükken. Andrea’nın babası bu vesileyle tanışıyor sinemayla, tutkusu bu şekilde başlıyor. Haftada birkaç kere sinemaya gidiyor Andrea ve ailesi de bu yüzden. Andrea babasının eski Hollywood hayranlığını dinleyerek büyüyor. Esas istikamete gidene dek tali yollarda vakit geçiriyor herkes gibi o da. Öğretmenlerinin okulda kalması için ısrarına, hatta onu Oxford veya Cambridge’e uygun bulmalarına rağmen mezun olmasına az bir vakit kala, tam da sınavlarının ortasında sıkılıyor ve okulu bırakıyor. Cesaretini toplayıp Lon-

dra’daki tiyatro okulu RADA’ya (Royal Academy of Dramatic Arts) kaydolana kadar başka yarı zamanlı işlerle uğraşıyor. Tebrik kartları hazırlıyor, kirasını ödeyebilmek için bir grupta şarkı söylüyor, yakın bir arkadaşıyla bir Çin restoranı işletiyor. Şimdi ergenlik isyanının esasında deneyime açlıktan kaynaklandığını görüyor. Gerçek hayata atılıp materyal toplamak ihtiyacından... “Seçimlerim doğru veya yanlıştı, olabilir ama önemli değil,” diyor: “Geçmişte seçtiğim yollar üzerine çok fazla düşünmüyorum.” Yine de bugün düşündüğünde Berkeley’e gidip üç yıl Byron okumaktan daha saadet verici bir şey olamayacağına inanıyor.

MIKE LEIGH’DEN UYARI İlginç ve etkileyici bir oyunculuk geçmişi var aslında. Oynadığı rollere öyle ustalıkla bürünüyor ki aynı kişinin bu kadar farklı insanı böyle inandırıcılıkla canlandırmış olması şaşırtıcı geliyor insana. Royal Shakespeare Company’nin tiyatro prodüksiyonları “Miss Julie” ve “Measure for Measure”daki rolleri için 30 yaşın altındaki olağanüstü klasik sahne oyuncularına bahşedilen Ian Charleston Ödülü’nü kazanıyor. Büyüleyici film “Beni Asla Bırakma / Never Let Me Go”da da oynuyor mesela. “Happy-GoLucky”deki rolüne hazırlanırken bol bol araştırma yapıyor. Yönetmen Mike Leigh uyarıyor onu sonunda, “Karakterinin bilmesinin mümkün olmadığı şeyleri öğrenmenin faydası ne sence?” diyor, Andrea da onu haklı buluyor. Ford Dagenham araba fabrikasında cinsiyet ayrımcılığına karşı ayaklanan kadınlarla alakalı olan film “Kadının Fendi / Made in Dagenham”da Brenda’yı canlandırıyor. Gangster filmi “Welcome to the Punch”ı çekerken yönetmen Eran Creevy’den kameralar çalışırken ona filmdeki

67

James D'Arcy ile başrolü paylaştığı “W.E.” (üstte) ve “Gölgede Dans” altta.

karakterinin ismiyle, Sarah diye hitap etmesini rica ediyor. Creevy film bitene kadar ona Sarah diye sesleniyor. Oysa set dışında olduğunda filmdeki karakterinde kalmak gibi bir alışkanlığı yok.

THATCHER’IN GENÇLİĞİ İngiltere iç savaşını konu alan televizyon dizisi “The Devil’s Whore”da Michael FassMilliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:18 PM

Page 4

SİNEMA

649-milsanat-66-73

bu ‘sessiz seksizm’. Kimi senaryolarda kadın karakterleri açıklayan ‘ateşli’ tanımlamasından rahatsız oluyor. Kimi zaman oynayacağı karakterin üç sıfatla anlatılmasını istediğinde ona ‘ateşli, seksi ve keskin’ kelimelerini veriyorlar. Andrea bundan da hoşlanmıyor, bıçakların da gayet ateşli, seksi ve keskin olabileceğini söylüyor. Andrea Riseborough (en sağda), “Kadının Fendi”nde rol aldı.

ANDROJEN GÖRÜNTÜ ISRARI

Margaret Thatcher’ın gençliğini oynadığı televizyon filmi “The Long Walk to Finchley” ile ilgili röportajlarda Thatcher hakkında ne düşündüğü sorulduğu zaman onun psikopat eğilimler gösterdiğine inandığını söylüyor.

Kadın oyuncuların sürekli itildiği cendereye girmemek, o sıkıcı tekdüze yere hapsolmamak için çok uğraşıyor. “W.E.” filmi için kaç kilo vermesi gerektiği, nasıl bir rejim uyguladığıyla alakalı soruları geçiştiriyor örneğin. Bir dergi için fotoğraf çekimi yapılacağı zaman görüntüsünün androjen bir görüntü olması konusunda ısrar ediyor. ‘Tam insan’ları oynamak istediğini anlatıyor, pek çok kadın yarım insan gibi yazılırken senaryolarda, kadın karakterler başroldeki erkek karakterin duygusal yoğunluğunu göstermek için bir araç olarak kullanılırken Andrea’nın ilgisini sahici kadın karakterler çekiyor. Tuhaf görünüşlü buluyor kendini, çok çok açık teni ve kendiliğinden koyu saçlarıyla yüzünü boş bir tuvale benzetiyor. Bu sayede nereye gitse rahatsız edilmeden otobüse binebildiğini söylüyor hâlâ. Yüzündeki kasların hareketleri üzerine çok çalışıyor, her karakter farklı kasları kullanıyor olmalı diye. Bir filmde oynamayı daha önce hiç gitmediği bir yeri ziyaret etmeye benzetiyor, oyuncular zamanla o yere bir yakınlık geliştirmeye, o yerin sırlarını keşfettikçe bu sırdaşlık için gururlu hissetmeye başlıyor ona göre. Hiçbir dinin takipçisi olarak görmüyor kendini. Ama sanatın yaratılışının bazı anlarında Tanrı’nın ortaya çıktığına inanıyor. Kendi gibi şanslı olmayan insanların ıstıraplarını önemsiyor. Sanatçı sevgilisi Joe Appel ile evlenmeyi düşünmüyor, eşcinsel evlilik yasakları sürdükçe, eşcinsel evliliklere desteğini göstermek niyetiyle. Andrea Riseborough’ya göre bir gün insanlar bu günlere dönüp bakacaklar ve çok utanacaklar kendilerinden eşitsizliklerin sürmesine katkıda bulundukları için. Idaho’da Joe Appel’la yaşadıkları evde bir televizyonları yok, vakitlerini birbirlerine şiir okuyarak, beraber resim çizip müzik çalarak geçiriyorlar. Meksikalı yönetmen Alejandro Gonzalez Inarritu’nun yeni filmi “The Birdman”de Emma Stone, Edward Norton, Naomi Watts ve Zach Galifianakis ile birlikte rol almaya hazırlanıyor şimdi de. Yükselmek her zaman iyidir, diyor en nihayetinde: “Endişe duymam gereken an bana ‘düşen yıldız’ veya ‘kara delik’ ödülünü layık gördükleri zaman.” MS

bender ile birlikte rol alıyor. Margaret Thatcher’ın gençliğini oynadığı BBC4 yapımı “The Long Walk to Finchley” ile Bafta TV ödülünü kazanıyor. “Gölgede Dans / Shadow Dancer” filmindeki IRA teröristi genç kadın Collette rolüyle ise Bafta Yükselen Yıldız Ödülü’ne aday gösteriliyor. Collette karakteri hakkında çok konuşmayı sevmiyor röportajlarında, Collette’in esas kuvvetinin ve kurtuluşundaki anahtarın sessizliği ve sırları olduğunu düşünüyor. Brighton Rock’un yeniden yapımında rol aldığında eleştirmenler saf ve kırılgan garson Rose’u çok katmanlı ve incelikli bir oyunculukla hayata geçirmesini övüyorlar. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilecek “Disconnect”te de Jason Bateman, Alexander Skarsgard, Hope Davis gibi oyuncularla rol alıyor. Ağır eleştirilerle yerilen Madonna yapımı “W.E.” filmindeki en iyi şey Riseborough’nun varlığı kimilerine göre. Oysa ona bu tespit söylendiğinde bunun sadece onun başarısı olduğunu kabul etmiyor, beraberce iyi bir iş başardıkları konusunda ısrar ediyor. Edward’ın uğruna tahtından vazgeçtiği kadın Wallis Simpson’u hakkıyla canlandırmak için biyografi kitapları okuyor, arşivlerdeki videoları izliyor, fotoğrafları inceliyor.

YÜRÜMEK, İLLA YÜRÜMEK! Evlerimizdeki televizyonları başka insanların hayatlarına açılan kapılar olarak görüyor, “İzlediğimiz hayatların duygusal yoğunluklarını tam manasıyla hissetmesek de içimizde hisleri kalır yine de,” diyor. Geçmiş jenerasyonların dünyayı algılamasıyla bugünkü jenerasyonların dünyayı algılaması arasında çok belirgin bir fark olduğuna inanıyor bu yüzden, çok fazla hayata tanık olduğumuz için bu sayede. Oysa televizyonun baMilliyet SANAT Nisan 2013

zen bilmediğimiz hayatları çarpıttığına da inanıyor. Dilinin kemiği kibarlığa kaymayan kadınlardan, bildik beklenen sözleri tekerleme gibi yuvarlamayanlardan. Örneğin Margaret Thatcher’ı oynadığı televizyon filmi “The Long Walk to Finchley” ile ilgili röportajlarda Thatcher hakkında ne düşündüğü sorulduğu zaman onun psikopat eğilimler gösterdiğine inandığını söylüyor. “Hissetmesi gereken suçluluğu hiç hissetmemiş” diyor, “insanlıkla bağı çok zayıfmış.” Yine de bir sıcaklık getiriyor oynadığı role, en nihayetinde o da bir sıcaklık duyduğunu itiraf ediyor Margaret Thatcher’a bu sayede. Yürümeyi çok seviyor, tanıdığı yerlerde, bilmediği şehirlerde, sokaklarda, kalabalıklarla, tek başına. Mekanı özümsemenin, gün içinde belki yirmi kişiye rasgelmenin arabayla yolculuk etmekten çok daha faydalı olduğuna inanıyor. Bir kafede oturmaktansa parklarda yürümeyi tercih ediyor. İnsanları izlemeyi, dikkatle gözlemlemeyi çok önemsiyor, pek keyif alıyor. Ailesi daha fazla para kazanmaya başladığı zaman onu ve kardeşini devlet okulundan özel bir okula alıyorlar. Andrea Riseborough bu değişimin ona kıymetli bir kültürel sermaye verdiğine inanıyor. Ailesinin durumu kötüleşince bu defa özel okuldan devlet okuluna geçmeleri gerekiyor yeniden. Bu değişimler boyunca ona yabancı veya farklı gelen şeylere dikkat etmeye, insanların davranışlarını inceleyip izlemeye başlıyor. Ailesine hâlâ bağlı, ne zaman yabancı bir ülkede bir restoranda kartpostal verseler onu ailesine postalıyor. Annesinden bahsederken onun varlığının her gün mutluluk verdiğini söylüyor. Dünyanın ve düzenin farkında olan bir kadın, ne zaman biter merak ediyor örneğin

68


3/26/13

5:19 PM

Page 5

“Hayatımdaki önemli kararları 5 saniyede aldım”

AYIN SÖYLEŞİSİ

649-milsanat-66-73

asu.maro@milliyet.com.tr

Zuhal Olcay, yeni dizisi “Bir Aşk Hikayesi”nde eski bir şarkıcıyı canlandırıyor. Gerçek hayatta ise onu birkaç ay sonra içinde sürpriz şarkılar olan “Başucu Şarkıları 3” albümüyle dinleyebileceğiz.

ASU MARO

ZUHAL OLCAY’IN ilginç bir durumu var, öyle her an her yerde görünen biri değil, hatta zaman zaman tamamen ortadan kaybolur. Sonra ya bir albüm, ya bir dizi ya da oyun haberiyle yine ortaya çıkar. Ama o sessiz olduğu sürede de hiç unutulmaz, hani popülerliği yaptığı işe bağlı olmayanlardan. Var oluşu yetiyor. Bir öğle vakti buluştuk, önceki ge-

69

ce Jolly Joker’de konseri olmuştu ve twitter konuyla ilgili çalkalanıyordu. Çok beğenilmişti konser, özellikle yeni albüm müjdesi heyecan yaratmıştı. Ve ondan söylediği iki yeni şarkı... Haberler bundan ibaret değildi, Fox’ta yayınlanacak “Bir Aşk Hikayesi” dizisiyle ekranlara dönüyordu Zuhal Olcay. Hatta daha da ileriye bakacak olursak, ekim ayında muhte-

Milliyet SANAT Nisan 2013

➔ ➔


SİNEMA

649-milsanat-66-73

3/26/13

5:19 PM

Page 6

melen tiyatro sahnelerinde de görebilecektik onu. Neticede konuşacak konu çoktu. Bir yerinden başladık biz de... ● Dünden başlayalım, çok iyi bir konser olmuş twitter yorumlarından anladığım kadarıyla... Çok. Benim için çok heyecan vericiydi, çünkü “Başucu Şarkıları 3”te söyleyeceğim iki şarkıyı da söyledim ve çok güzel tepkiler geldi. ● Hangi şarkıları söylediniz? Biri “Ağlıyor İstanbul”, Gündoğarken’in. Benim için çok önemli bir şarkıdır o, âşığım o şarkıya. İkincisi de “Pencere”, Ayten Alpman’ın da söylediği, Tual’in şarkısı. ● Bülent Ortaçgil de işin içinde mi gene? Hayır. Gürol (Ağırbaş) da yok. Bu sefer Cem Tuncer yapıyor düzenlemeleri. Şarkılar zaten rüştünü ispat etmiş şarkılar ama söylediğim şey ben duyduğumda hoşuma gidiyor, bu benim için ölçüdür. Bazı şarkıları kendim söylediğimde aynı duyguyu hissetmiyorum, demek ki onu söylememem lazım diye düşünüyorum. Çıkış noktamız bu oldu repertuvarı yaparken. ● Bir üçüncü “Başucu Şarkıları”nı yapmaya nasıl karar verdiniz? Uzun zamandır düşünülüyor üçleyelim, öyle kapatalım bu sayfayı diye. Ben de yeni bir konseptle ortaya çıkmak yerine bunu tercih ettim çünkü hakikaten söylemek istediğim şarkılar vardı. Biri bu “İstanbul”, ben bunu söylemeden rahat etmeyecektim. Bir de birinci ve ikincide repertuvara tabii ki yer yer dahildim ama bu kadar özgür değildim, bu böyle bir ‘Kafama göre Başucu 3’. ● Ortaçgil’le bir sorun mu var aranızda? Hayır hayır hiçbir sorun yok ama artık herkesin kendi işleri, kendi yoğunlukları, kendi projeleri var. Tasarlanmış, hesaplanmış, “Aman artık birlikte yapmayalım,” diye bir şey değil. Dediğim gibi biraz galiba kendi kendime daha çok söz sahibi olduğum bir repertuvar yaparak yola çıkmak istedim. ● Başka kesinleşen şarkı var mı? Kendi şarkılarımdan “Memnun Oldum”u çok koymak istiyorum “Küçük Bir Öykü”den. Özdemir Erdoğan’ın “Ayrılık Zor”u var... Uzun bir liste var ama hala çalışıyoruz. Mesela ben istiyorum ki seçtiğim şarkıların tamamını söyleyeyim stüdyoda, dinleyeyim, bakayım nasıl hissediyorum. Böyle dediğim gibi daha deneysel, daha özgür, daha tadını çıkara çıkara bir çalışma dönemi. Herhalde iki buçuk üç ay içinde albüm

Milliyet SANAT Nisan 2013

Zuhal Olcay’ın çıkaracağı albümde Grup Gündoğarken’in “Ağlıyor İstanbul”u ve Ayten Alpman’ın söylediği, Tual’in şarkısı “Pencere” de olacak.

çıkmış olacak. ● Neşeli şarkılar da var mı, hepsi ayrılık ve hüzün mü? Yine hüzünlü oldu değil mi? Zaten neşelenmemiz için yeterince şarkı yapıyorlar, çakkıdı çukkudu, neşelenmek isteyenler onları dinleyecekler artık. ● Sizin başucu albümlerinizi neler? Queen mesela, benim hep elimin altındaki biricik, tatlı grubum. Queen dinlemekten yaşamımın sonuna kadar vazgeçmeyeceğim. Ya da Beatles. Ara ara Abba dinlemek çok hoşuma gidiyor, o tınıları, o şarkıları nereden bulmuşlar, nasıl bulmuşlar... Aslında her şeyi dinlemek hoşuma gidiyor. Ulaşmak artık o kadar kolay ki her şeye, çok çeşitli şeyler dinlemek mümkün. ● İnterneti kullanıyor musunuz bu işler için? Tabii tabii uzandığım anda elimde tablet, youtube, orası burası, kim ne söylemiş, ne yapmış, dolaşıyorum. ● Şimdi bir de dizi başlıyor... “Bir Aşk Hikayesi”, değil mi? Evet aslında bir Güney Kore dizisinden Türkiye’ye uyarlama. Bir oğulun annesini arama hikayesi. Ve bunun yanında en az onun kadar kapsamlı bir şekilde çocuğun aşk hikayesi. Ama tabii Kore’de çekilmiş dizi sadece 16 bölüm. Burada reytinglere göre, ya 16 bölüm olur, ya 5 bölüm olur, ya 25 bölüm olur, 100 bölüm olur, artık onu bile-

70

miyorum. Ama elimizde olan verilere baktığımızda çok duygusal, sıcak, güzel bir hikaye. Evrensel, insani duygular var içinde; aşk gibi, anne sevgisi, annesizlik, evlat sevgisi, bunların Güney Kore’si, Türkiye’si, Almanya’sı yok. ● Sizin oynadığınız kadın nasıl biri, ne yapar, ne eder? Gönül, eski bir şarkıcı. Zamanında çok popülermiş. Yaşamında olan bir takım travmalardan sonra şarkıcılığı bırakmış. Ama ünü hâlâ bir şekilde sürüyor. Ve oğlu da tanınan bir popstar. Geçmişinde şu an bizim de bilmediğimiz bir takım sırlar var, bunlar zaman içinde ortaya çıkacak. Acıları, travmaları var, doğumda kaybettiğini düşündüğü iki evladı var, onların yaşadığından haberi yok. Popstar olan oğlunu evlat edinmiş, o da kendini Gönül’ün gerçek oğlu zannediyor. Çok açmazlar var, dizi sürerse çok köpürtülecek bir konu. ● Bir diziye girerken olayın nereye gideceğin hiç bilememek insanda bir sıkıntı yaratmıyor mu? Aslında yaratıyor tabii, başını sonunu bilmediğiniz bir maceranın içinde, karanlıkta, el yordamıyla gitmek oyunculuk anlamında baktığınızda felaket bir şey. Tek bir olumlu şey söyleyebileceğimi düşünemiyorum bu konuda. Ama maalesef günümüzde, Türkiye’de dizi sektöründeki durum bu. O zaman bunun da iyi tarafından bakmaya ça-


649-milsanat-66-73

3/26/13

5:19 PM

Page 7

“Kadına şiddete hayır kampanyaları yapana kadar, oturup önce bu konuda adam gibi filmler çeksinler. Ama gerçekten film çeksinler.”

“Evlenmem ama ‘asla’ demeye de karşıyım” ● Dördüncü evliliğe yeşil ışık yakmışsınız, öyle yazıyordu son röportajınızda... Benim ışığım hiçbir zaman sönmedi ki, yakmadım, hep yeşildi zaten. İşin esprisi o, şu var: Kendi hayatımla ilgili hiçbir durum için “Elbette yapacağım” ya da “Asla yapmam” demem. Onun hiçbir yararı olmadığını biliyorum çünkü. ● Peki ama niye evlilik? Tabii canım, niye evleneyim, evlenmem ama ilke olarak “Asla bir daha evlenmem” demeye karşıyım. Ne bileyim belki de bir gün bir şey olur... ● Bir ilişkiyi yürüten tek şey aşktır ve bitti mi gidilmeli midir gerçekten? Evet. Gerçekten hani “Aşk sevgiye dönüşüyor, sevgiye dönüştükten sonra biraz bekleteceksin kabarsın, sonra buzdolabında bekleteceksin, alacaksın fırına 180 derecede” falan böyle tarifler yapıyorlar ya, gerek yok. Bir şeyler

lışıp “Ne güzel yaşam gibi, yarın ne olacağını bilmiyorum, bari bundan birazcık eğlence çıkarayım, heyecan çıkarayım” diye kendini bu duruma adapte edip küçük küçük ara yollar, küçük küçük damarlar bulmaya çalışıyorsun. Yoksa böyle bir şey olabilir mi? Oynadığın bir kadın var ve ne olacağını bilmeden gidiyorsun. Onun için dizilerde böyle acayip şeyler oluyor. Gayet aklı başında bir adam başlıyor diziye, 20 bölüm sonra bir bakıyorsun adam şizofrenmiş. Ya da mesela çok kötü, çok olumsuz bir karakter birdenbire iyilik meleği oluyor. Bir insanın karakterinde bu kadar radikal değişimler olacaksa mutlaka çok büyük bir şeyler geçirmesi yazım, yoo dizi dünyasında öyle bir şey yok. ● Ne kadar işe yarar ayrı bir konu ama siz “Ben bu projede söz sahibi olayım” gibi bir işle uğraşmak istemiyorsunuz da galiba... Yok hiç öyle bir şeyle uğraşmak istemiyorum. Sadece oynadığım karakterin bu anlamda büyük değişimler yaşaması durumunda onu oyunculukla, tekstle, bir şeyleri konuşarak ve kendimi öncelikle ikna ederek bunu seyircinin önüne getirmeye çalışıyorum. Yoksa oturup bir dramaturji çalışması

yolunda gidiyorsa yürür, gitmiyorsa da biter. Birbirini taşımak külfet olmaya başladıysa, onu sürdürmeye çalışmanın pek bir anlamı yok bence. ● Bu galiba insanların çift yaşaması gerektiğine inanmak ya da inanmamakla ilgili bir şey... Bence mümkünse herkesin kendi evi, kendi hayatı olmalıdır, o hayat içinde de zaman zaman birlikte olmalıdırlar. İdeali budur. O zaman zaten aldatmaya falan da gerek kalmaz çünkü bittiği anda gidersin. ● Siz belli bir yaştan sonra mı geldiniz bu noktaya? Elbette, çok başta varsaydım bu düşüncelere, eminim hayatımda birçok şey farklı olurdu. Ama işte hayat, yaşayarak öğreniyorsun. Ama şimdi genç jenerasyonun daha hızlı olgunlaştığını görüyorum. Kendi kızımda da görüyorum onu, benim 25 yılda aldığım yolu onlar iki üç yılda alıveriyorlar.

yapmak, ya da senaryo aşamasında senaristlerle çalışmak, öyle bir sektör yok ortada. ● Halbuki insana Zuhal Olcay’ın böyle bir gücü varmış gibi geliyor... Ben gücümü başka şeylerde kullanmayı tercih ediyorum. Televizyon dünyasında gerçekten başı sonu belli, her şeyiyle hesaplanmış dizilerin yapıldığı bir dönem gelmeden bütün bu sözünü ettiğimiz güzelliklerin hayali olduğunu düşünüyorum. ● Böyle bir dönem vardı ama değil mi, siz yaşadınız... Tabii, “Gecenin Öteki Yüzü” mesela, biliyorduk hikaye Füruzan’ın romanından yapılmış, dört bölüm çekilecek, duygu takibi, karakter irdelemesi diye bir şey ancak o koşullarda olabilir. ● Nasıldı onun çekimleri? Hayatımın en güzel üç ayıydı. Dört bölüm dizi çektik, üç ay sürdü düşünebiliyor musun? Ön hazırlığını katmıyorum bile. Muhteşem bir şeydi. O tadı ben bırakın televizyonu, çok az sinema filminde yakaladım. Bir gün Türk televizyonlarında yine böyle işler yapılacaktır, ben artık o günlerin çok uzak olduğunu düşünmüyorum. O zaman

71

ancak bir oyunculuk marifetinden, bir rejiden söz edebiliriz. Aksi halde bugün yapılan televizyon dizileri laf olsun torba dolsundur, başka bir şey değil. ● Sizin için “Gecenin Öteki Yüzü”nü çeken Okan Uysaler’le çalışmak bir yol ayrımıdır değil mi? Kesinlikle. Benim sinemaya geçmemin yegane nedenidir Okan. ● Nasıl tanışmıştınız? Ben İzmir Devlet Tiyatrosu’ndaydım, bir gün oraya bir telefon geldi. “Ben Okan Uysaler, Ankara Televizyonu’ndan. Bir film çekeceğim, televizyon filmi, oynar mısınız?” dedi. “Oynarım” dedim. “Sönmüş Ocak”ı yapıyordu, Reşat Nuri Güntekin’in bir öyküsünden. “E nasıl buluşacağız?” dedi, “Ben önümüzdeki hafta İstanbul’a gidiyorum, Dilson Oteli’nde buluşalım” dedim. ● Hiç düşünmeden karar verdiniz yani... Hayatımın çok önemli dönüm noktası kararlarını sadece beş saniyede vermişimdir. Ve hepsi iyi olmuştur. Sanıyorum hayatın bazı dönemlerinde gerçekten istediğim şeyin ne olduğunu çok iyi bilmişim. ● Oradaki çok da radikal bir karar değil mi, sadece bir film yapma kararı değil... Hayatımdaki her şeyi değiştirdi. İstanbul’a taşındım, ikinci evliliğim bitti, “Parmak Damgası”, “Gecenin Öteki Yüzü”, derken Ömer Kavur, “Amansız Yol”, derken Altın Portakal vesaire derken bir de bakmışım ne göreyim? 1981 - 2013. Kaç yıl ediyor? 32 yıl. ● O anki duygunuzu hatırlıyor musunuz? Bu kararı verirken ne gibi hayalleriniz vardı? O dönemler, İzmir’deyken, çok gençtim, 23 yaşında kızımı doğurdum, diyordum ki “Tamam, bir çocuğum oldu, İzmir, Devlet Tiyatrosu, oyunculuk, ama benim yaşam planım bu değil. Başka bir şey olmak zorunda. Tamam bu çok güzel, ama benim planım değil”. Tam bu aşamada hayatıma Okan girdi. “Hah” dedim o beş saniyede, “Şimdi oldu”. Bu kadar net. Belki hayatımda hiçbir şeyi bu kadar net söyleyemeyebilirim. Ama tabii bu, bedeli kolay ödenecek bir karar değildi, kolay da olmadı. ● Çocuğunuzdan ayrı mı düştünüz? Tabii... Ayrıldıktan sonra ben İstanbul’daydım, o babasıyla kaldı. Uzun hikayeler, çok zaman geçti artık... ● Bunun gibi başka kırılma noktaları var mıdır hayatınızda? Bu çok önemli bir kırılma, ikincisi de İsMilliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:20 PM

Page 8

tanbul’dayım, bayağı bir sinema kariyeri yapmışım, Devlet Tiyatrosu oyuncusuyum hâlâ, bir filmde oynamam gerekiyordu, gittim müdürlüğe dedim ki “Bana ilk sezon ne olur rol vermeseniz de şu filmimi bitirsem ben”. Sanıyorum “Ateşten Günler”i yapıyorduk. “Hayır izin veremeyiz” dediler. Yine sadece beş saniyede “O zaman istifa ediyorum” dedim. Ve cebimde beş kuruşum yoktu. ● Onu soracaktım, neye güvendiniz diye... Hiç bilmiyorum. Hatta arkadaşlarım, hocalarım “Kızım sen ne yapıyorsun, delirdin mi?” diyorlardı, ben öyle bakıyordum onların suratına. Beş dakikada istifa ettim. Beş kuruş param yoktu, banka hesabı diye bir şeyin ne olduğunu bilmiyordum. ● Sanırım bundan da pişman değilsiniz... Asla. Çünkü artık diyordum ki aynı ilkindeki gibi, “Tamam, güzel filmler yapıyorum, Devlet Tiyatrosu iyi ama yok bu değil”. Nitekim birkaç yıl içinde Tiyatro Stüdyosu’nu kurduk Haluk Bilginer, Ahmet Levendoğlu, ben. Ondan önce “Evita”... Yaş ilerledikçe hikaye çok uzuyor... ● Şimdi konserlerde “Evita”nın şarkısını da söylüyorsunuz. Twitter’da gördüm

ki “Meğer bir zamanlar Evita’yı oynamış” diyen var... Çok genç izleyicileriniz var demek ki... Yaa yaa. Çok genç var ve bilmiyorlar. Ben bu gerçeği artık kabul ettim. “Aaa, oyunculuk da yapıyormuş, tiyatrocuymuş aslında” diyen bile var... ● Yakında gene bir tiyatroculuk yapacaksınız galiba... Yapacağız galiba ama o zamanından çok önce deklare edilmiş oldu, olursa yeni sezonda, ekimde olacak. Şu anda küçük flörtler var, bakalım. Belki Selçuk Yöntem’le bir oyun yapacağız ama kesinleşmiş bir şey yok. Yücel Erten’in bulduğu bir oyun var, onun üzerinde biraz çalışmamız gerekiyor. Nereye gider, nasıl olur, olursa iyi mi olur, biraz bakmamız lazım... ● “Kişiye Özel Shakespeare” mi oyunun adı? Evet ama ben olsam mesela “Kafana Göre Shakespeare” diye çevirebilirim. Daha güzel değil mi? ● Siz Selçuk Yöntem’le hiç oynamadınız beraber değil mi? Hiç, okul zamanında oynadık ama profesyonel hayatta hiç sahneye çıkmadık. ● Bir zamanlar evli olmanız bir şey değiştirecek mi sizin için? Biz Selçuk’la çok iyi arkadaşız, görüşüyoruz, konuşuyoruz. Hatta geçenlerde bir yerde uzun uzun eski günleri yad ettik, ne çok anı varmış ya

Olcay, “Başını sonunu bilmediğiniz bir maceranın içinde, karanlıkta, el yordamıyla gitmek oyunculuk anlamında baktığınızda felaket bir şey,” diyor. FOTOĞRAFLAR: HÜSEYİN ÖZDEMİR

SİNEMA

649-milsanat-66-73

rabbim, ne çok. Bir de farklı zihinler farklı anıları biriktirmiş, onun hatırladıklarıyla benim hatırladıklarım birleşince farklı bir tablo çıktı. Bence çok eğlenceli olur onunla oynamak. ● Eski tiyatronuzda, Oyun Atölyesi’nde oynamayı düşünür müsünüz bir gün? Şu anda öyle bir düşüncem, öyle bir planım yok. ● Gazetede Haluk Bilginer’le barıştığınıza dair haberler çıkınca öyle bir beklenti de doğmuş olabilir izleyicide diye sordum... Konuştuk, uğradı bir gün sete. Küslük yok, hiç kimseyle küslüğüm yok. ● Geçen ayki röportajımızda Uğur Polat her gece oyun oynamanın çok sıkıcı bir şey olduğunu söyledi. Siz ne diyorsunuz? Ben onu yıllardır söylüyorum. Tiyatronun güzel dönemi prova dönemidir. Mutfakta yemek pişirir gibi. Oyun başladıktan sonra her gün aynı kapıdan aynı saatte girip aynı repliği söylemek, bir gece yakaladığın duyguyu ertesi gün yakalayamamak, ya da çok güzel bir oyun yakalayıp ertesi gün onun yerlerde süründüğünü görmek... Çünkü insansın, her gün aynı şeyi tutturabilmen mümkün değil. Ondan sonrası biraz meşakkatli ve sıkıcıdır yani. Onun için bir tiyatrocunun daha böyle düşündüğünü görmek hoşuma gitti. ● Hiç “Çok eğleniyorum oynarken” dediğiniz oyun oldu mu? “Dolu Düşün Boş Konuş”ta eğleniyordum doğrusu. Çünkü o oynama tekniği açısından zihin ve beden uyumunu çok gerektiren bir şey, bir koreografi süreci vardı oyunun. Dans gibi, her an her uzvuna eşit derecede hakim olman gerekiyordu, diğer yandan da muhteşem zekice ve çok güzel bir tekst. Dolayısıyla seyirci de çok eğleniyordu, ben de çok eğleniyordum oynarken. ● Her seferinde söylemeyi çok sevdiğiniz şarkı var mı peki? Bugüne kadar söylediğim şarkıları artık çok uzun zamandır söylediğim için, onlara karşı biraz duygularım yıprandı. Ama şöyle bir şey oluyor; bin kere söylediğiniz bir

“Recep İvedik’e çok gülüyorum. Ama yaşamda İvedik’lerle baş etmek için sinir sahibi olduk. Üstelik hiçbiri Recep İvedik kadar sevimli değil, iğrençler.” Milliyet SANAT Nisan 2013

72


649-milsanat-66-73

3/26/13

5:20 PM

Page 9

“Nefesimi kesecek bir oyun izlemeye hasretim” ● Küçük sahnelerde bir dolu genç ekip tiyatro yapıyor. Takip ediyor musunuz oyunlarını? Çok değil ama gördüklerim oluyor. Şöyle bir şey söylemek istiyorum: Seyirci koltuğunda otururken nefesimi kesecek bir şey seyretmeye çok hasretim ben Türkiye’de. Neden ben Shaubühne’ye gittiğimdeki hayranlıkla buradaki bir tiyatromdan çıkmayayım? ● Hiç olmuş muydu geçmişte? Bu çok uzun bir konu. Sonuçta Türkiye’de Batı tiyatrosunun uzantısı olan bir şeylerle yetinmeye çalışıyoruz. Ya da onların taklidi olmaya çalışıyoruz. Gerçekten bu toprakların kendi dilini, kendi tiyatro anlayışını bulması hayali çok mu ütopik bir şey olurdu? Ya da bulsaydık bugüne kadar bulur muyduk? Neden bulamıyoruz? Batının uzantısı şeyler yaparak ne kadar nefes kesecek işler çıkarabiliriz? Bir sürü soru var, inan bunların yanıtını ben de bilmiyorum.

şarkı, atıyorum “Yalnızlığım”, bir an oluyor, o kadar güzel oluyor ki, kayboluyorsunuz içinde. Yeni şarkıları, mesela şimdi “Başucu 3”te olacak şarkıları çok heyecanlanarak söylüyorum. ● Aşk gibi aslında biraz değil mi? Geçen gün Vatan’daki röportajınızda söylemişsiniz, “Aşk bitince gitmek lazım,” diye... Aynen öyle. Ama tabii şarkılardan hemen gidemiyorsunuz çünkü sizin için çok eski olan şarkı dinleyici için yeni keşfettiği ve o anki yaşamına denk gelen ve çok dinlemek istediği bir şarkı olabiliyor. Ona o saygıyı göstermek ve o şarkıyı ilk kez söylüyormuşçasına heyecan duyarak söylemek zorundasınız. Aynı tiyatro gibi. Ellinci oyununuzda da olsanız o gece gelen seyirci ilk ve tek kez gelecek, ona onu yaşatmaya hakkınız yok. Seyirciye saygı diye bir laf vardır ya bazen içi boşaltılmış gibi duran, seyirciye saygı bu işte. Ama işte sonuçta insansın, bazen elinden gelmiyor. Bir taş kadar duygusuz, bir odun kadar ruhsuz olabiliyorsun hayatının bir gecesinde. O zaman

bir şekilde kendini şarj edeceksin, tekniğinle o eksikliği seyirciye hissettirmeyeceksin. ● Yıllar geçtikçe heyecanınız azaldı mı, yoksa gene yeni bir işe başlarken ilk günkü heyecanlar yakalanıyor mu? Zaman zaman heyecanımın çok dibe vurduğu anlar oluyor. O süreçlerin içinden kendimi tutup çıkarmak ve kendimi şarj etmek zorundayım. Zaman zaman bir durmak, biraz geri çekilip beklemek, yaşamında yeni heyecanlara pencereler açıp oralardan biraz beslenmek gerekiyor. Bazen yaşayacağın bir aşk, bazen bir acı, bazen küçücük bir seyahat seni hiç beklenmediğin anda şarj eden şeyler olabiliyor. ● Sizi şarj eden, bilmediğimiz pencereler var mı hayatınızda? Yaratmaya çalışıyorum. Yolculuk çok seviyorum, değişik insanlar tanımayı sonra... Ara ara biraz çevrendeki cast’ı değiştirmekte fayda var. Cast değişikliği çok faydalı oluyor çünkü zaman içinde fark etmeden etrafındaki insanların düşünce biçimine adapte oluyorsun ve bir bakıyorsun ki sen de onlar gibi algılamaya başlamışsın dünyayı. Dolayısıyla onu biraz değiştirmek lazım. ● Alışkanlıklarına bağlı biri misinizdir? Çok tutucu, alışkanlıklarına bağlı bir tarafım da var, ama içimde o Zuhal’le kavga eden biri var. İyi ki de o kavga var, hımbıl biri olmuyorum. ● Kızınızla nasıl bir ilişkiniz var? Çok iyi. ● Danışır mı size aşk hayatında falan? Zaman zaman, ama beni kendi hayatına çok fazla dahil etmez, ben de dahil olmak istemem. Belli bir ölçü içinde, bir şeyleri bilmem gerektiği anda o zaten bana bildirir. Çok mıç mıç, “Bugün ne yaptın ne oldu?” öyle bir ilişkimiz yok. Çok dozunda. ● “Ben anneyim, kimi davranışlarıma dikkat etmeliyim” gibi bir durumunuz oluyor mu hiç? Valla artık bu saatten sonra hiçbir şeye dikkat edemeyeceğim. Bir kez yaşama şansımız olan bir hayatımız var ve onun içinde olabildiğince istediğimiz gibi olmak hakkına sahip olduğumuzu düşünüyorum. ● Gerçi siz zaten öyle fazla aşkın taşkın hareketleri olan biri değilsiniz... Değilim, keşke olsaydım. ● Son dönemde biraz “Kimin ne düşündüğü umurumda değil” gibi bir noktaya vardınız galiba... En azından yönüm oraya dönük. Amaçladığım, gitmek istediğim yer orası.

73

Oraya giderken karakterim, bugüne kadarki deformasyonlarım, beni hep bir şekilde tutan şeyler var ama elimden geldiğince onları ekarte ederek oraya gitmek için hâlâ çalışıyorum. Kendimi bağımsızlaştırmaya çalışıyorum bütün o kabuklardan, beni engelleyen düşüncelerden. ● Recep İvedik seviyor musunuz sahiden? Evet, çok gülüyorum. Baksana etrafına, bir sürü Recep İvedik’le yaşamıyor muyuz bu ülkede biz? Adam da bunu alıp sana komedi biçiminde sunduğunda gülüyorum. Ama yaşamda o İvedik’lerle baş etmek için sinir sahibi olduk. Üstelik hiçbiri Recep İvedik kadar sevimli değil, iğrençler. O hiç değilse sevimli. ● Öyle bir filmde oynar mısınız peki? Hayır. ● Neden sinema yapmıyorsunuz bir süredir? Hah, iyi ki açtın bu konuyu. “Oxford vardı da biz mi gitmedik?” gibi cevap vereceğim: Efendim, “Notes on a Scandal”, Judi Dench, Cate Blanchett filmi vardı da biz mi oynamadık? “Sefiller” vardı da, biz mi oynayıp söylemedik? Meryl Streep’in “Şüphe” vardı da, biz mi oynamadık? Daha bin tane sayabilirim, çok film izliyorum. ● Halbuki habire film çekiliyor... Valla Türk sinemasında son yıllarda yapılan işlere baktığımda benim içinde olabileceğim film görmüyorum. Beni hangi filmde görmek isterdin de göremedin? Sana içtenlikle soruyorum... Yok. Benim oynayabileceğim gibi filmler çekilmiyor. Oynayanlar içinde güzel, sevdiğim, zevk alarak izlediğim filmler var. Mesela bir “Araf”, bir “Çoğunluk”, “Saç”, “Yeraltı”. Ama hiçbirinde bana göre rol yok. ● Kadın hikayesi de pek yazılmıyor, böyle bir sorun var sinemamızda... Bu nasıl bir erkek dünyasıdır ben anlamıyorum. Nerede bu insanlar? Ne yapıyorsunuz siz? Bakıyorsun İran sinemasına, “10” diye bir film var mesela, ya da “Bir Ayrılık”. Bir sürü kadın hikayesi çekiyor insanlar, Romen sinemasına bakıyorsun, öyle. Nedir bu ya? Ya sulu zırtlak komediler ya da gerçekten benim de sevdiğim ama içinde maalesef yer bulamadığım filmler. ● Bunun nedeni ne sizce? Bilmiyorum. Angutluk olabilir mi? Kadına şiddete hayır kampanyaları yapana kadar, oturup önce bu konuda adam gibi filmler çeksinler. Ama gerçekten film çeksinler. Bazılarını çünkü hiç çekme daha iyi, bu mevzuya olan duyarlılığı köreltiyor onlar. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


MÜZİK

649-milsanat-74-77

3/25/13

4:24 PM

Page 2

İnadına Deep, alayına

Purple!

Rock müziğinin sembollerinden Deep Purple, birçok unutulmaz hitinin yaratıcısı Jon Lord’un hayata veda etmesiyle biraz sarsılmış olsa da, sekiz yıllık aradan sonra yeni albümünü piyasaya sürmeye hazırlanıyor. Grubun 45. yılı şerefine yayınlanacak albümünün adı “Now What?!”

ALİŞAN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com

TEMELLERİ EFSANEVİ gitarist Ritchie Blackmore ile nevi şahsına münhasır klavyeci Jon Lord’un 1968 yılında Almanya’nın Hamburg şehrinde bir travesti barında karşılaşmalarıyla atılan Deep Purple şüphesiz rock tarihinin en büyük efsanelerinden biri. Önümüzdeki günlerde 45. yılları şerefine yayınlayacakları “Now What?!” albümüyle hayranlarını şimdiden heyecanlandıran grubun adını Blackmore’un kulakları ağır işiten anneannesinin favori şarkısı Peter de Rose’un “Deep Purple”ından aldığı rivayet ediliyor. Dünyanın en gürültülü rock topluluğu olarak tarihe geçmiş grubun provalarını anneannenin evinde yaptığını söylemeye gerek yok. Deep Purple aynı zamanda ‘30’lu ve ‘40’lı yıllarda ABD’de yaygın olarak kullanılan bir uyuşturucuya verilen ad olarak da biliniyor. Ancak grup üyeleri bu adı alırken bu bilgiye sahip olmadıklarını, zaten uyuşturucudan çok alkol bağımlısı bir grup olarak tanımlanmalarının daha doğru olacağını belirtiyor. Rock tarihinin en çok eleman değiştiren gruplarından biri olarak da ünlenen Deep Purple’ın 1968 yılındaki kuruluş kadrosu: Gitarda Ritchie Blackmore, basMilliyet SANAT Nisan 2013

ta Nick Simper, klavyede Jon Lord, davulda Ian Paice, vokalde Rod Evans şeklinde. Başlangıç döneminde grubun Jon Lord etkisinde progressive rock sularında seyreden rotası 1969 ABD turnesinin sonlarında Blackmore ile Lord’un davulcu Paice’i ikna etmeleriyle hard rock istikametine dönmüş, bu kararın bir sonucu olarak vokalde Ian Gillian, basta ise Roger Glover’ın katılımıyla müzik çevrelerinde ‘mark II’ diye anılan kadro Deep Purple’ın en şaşaalı yapıtlarına imza atmıştır. Deep Purple’ın 1970 haziranında yayınlanan “In Rock” albümü, Led Zeppelin’in “Led Zeppelin II” ve Black Sabbath’ın “Paranoid”i ile birlikte heavy metal türünü tanımlayan üç LP’den biri olarak kabul edilir. “Speed King”, “Into the Fire” ve “Child in Time” yayınlanır yayınlanmaz birer konser efsanesine dönüşürler. 1971 yılında yayınlanan “Fireball”, “Strange Kind of Woman” ve “Mule” gibi kırkbeşliklerin desteğiyle Deep Purple’ın İngiltere’de listelerin zirvesine ulaşan üç albümünden ilki olur. 1971 yılının aralık ayında “Machine Head” adlı yeni albümlerini kaydetmek üzere İsviçre’ye giden grubu bir sürpriz beklemektedir. Albümün kayıtlarının yapılacağı Montreux şehrindeki ‘casino’ bir gece önce Frank Zappa konseri esnasında kendini bilmez bir seyircinin yaptığı taşkınlık sonucunda yanıp kül olmuş, bu beklenmedik felaket Deep Purple’ın gelmiş geçmiş en büyük hiti “Smoke on the Water”ın yazıl-

74

masına vesile olmuştur.

ROCK ALEMİNDE KÜLT Yetmişlerin hemen başlarında efsanevi kadrosuyla ardarda yayınlanan bu üç albüm Deep Purple’ı rock aleminde kült statüsüne yerleştirmiştir desek yalan olmaz. Bu dönemi simgeleyen en önemli yapıt ise 1972 yılında yayınlanan “Made in Japan” adlı konser kaydıdır ki, bugün bile en çok satan konser kayıtlarının başında gelmektedir. On dakika onbeş saniyelik uzunluğuyla rock müziğinin epik destanlarından biri olarak kabul edilen, Vietnam Savaşı karşıtlığının simgelerinden “Child in Time”ın nefis konser kaydının sonlarına doğru duyulan tek ellik silah sesi uzun yıllar intihar eden bir hayranın varlığına yorulmuşsa da daha sonra bu sesin Jon Lord’un klavyesinden çıktığı açıklanmıştır. İtiraf etmek gerekirse bu satırların yazarı “Child in Time” şarkısından, bütün bunlar olduktan çok çok sonraları ortaokul ve lise yıllarını seksenlerin ikinci yarısında Galatasaray Lisesi’nde geçirmiş birçok arkadaşı gibi Ali Erenus’un olağanüstü Miliyet Gazetesi Liselerarası Şarkı Yarışması performansıyla haberdar olmuş, o gün bugündür de dinlemeye doyamamıştır. Gerçekten de Erenus’un çığlıklarını Ian Gillan duysa “Helal olsun evlat, kim tutar seni,” derdi gibi gelmişti bana. Kimbilir belki de Spor Sergi Sarayı’nın elektrikli atmosferinden fazla etkilenmişimdir.


649-milsanat-74-77

3/25/13

4:24 PM

Page 3

Don Aires, Ian Paice, Steve Morse, Ian Gillian ve Roger Glove (soldan sağa) bir arada.

Bob Ezrin’in önderliğinde ikibinli yılların teknik olanaklarıyla yetmişli yıllardaki altın çağına göz kırpmak isteyen Deep Purple’ın dinleyiciyle paylaştığı ilk single “All The Time In The World ” beklentileri yükseltiyor desek yalan olmaz.

Now What Deep Purple Eagle Rock Entertainment 20 Dolar

75

Milliyet SANAT Nisan 2013


MÜZİK

649-milsanat-74-77

3/25/13

4:24 PM

Page 4

Deep Purple’ın hitleri say say bitmez. Kimileri “Smoke on the Water”dan vazgeçemez, kimileri dönüp dönüp “Highway Star”ı dinler. Bazıları Deep Purple trenine seksenlerde binmiştir “Perfect Stranger”ı tek geçer... Benim tercihimse “Child in Time”dan da önce tesadüfen karşılaştığım 1974 tarihli “Stormbringer” albümünün hitlerinden “Soldier of Fortune”dan yanadır. İstanbul’un renkli kişiliklerinden efsanevi organizatör Egemen Bostancı’nın seksenlerin ortasında Levent Güvercin durağında açtığı Stüdyo 54 adlı müzikholün etiketiyle yayınlanmış toplama bir kasette rastladığım “Soldier of Fortune”un dokunaklı sözlerine, yeni solist David Coverdale’in blues tınılı vokaline, dinler dinlemez vurulmuş; ‘bakkal müzik’ tabirinin henüz keşfedilmediği o yıllarda “Şu hard rock grupları da slow şarkı yaptılar mı tam yapıyorlar kardeşim,” geyiğiyle şarkıyı bağrıma basmıştım. Toplama kasette “Soldier of Fortune”u takip eden “Temple of the King” adlı şarkıyı da çok sevmiştim. Şarkının Ritchie Blackmore’un 1975’te Deep Purple’dan ayrılıp kurduğu “Rainbow” adlı rock müziğinin bir başka efsanevi grubuna ait olduğunu ise her zaman olduğu gibi hayli rötarlı fark edecektim.

İLK ZORUNLU MOLA 1976 yılına gelindiğinde Deep Purple’ın ilk dağılışına şahit oluruz. Ritchie Blackmore’un egosantrik kişiliği grup içindeki müzikal görüş ayrılıklarıyla birleşince önce 1973’te Ian Gillan gitmiş, kendisini basçı Roger Glover takip etmiştir. 1975’te Blackmore da kendi yolunda yürümeye karar verince, grup gitarist boşluğunu bir dönem Tommy Bolin ile doldurmaya çalışacak, ancak bu yetenekli ismin de uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle aniden ölmesi Deep Purple’ı zorunlu bir molaya itecektir. Liverpool Empire Tiyatrosu konserinde solist David Coverdale göz yaşları içinde gruptan ayrıldığını açıkladığında takvimler 15 Mart 1976’yı göstermektedir. Sekiz yıllık aradan sonra 1984 yılında bir araya gelen efsanevi ‘mark II’ kadrosu yayınladıkları “Perfect Strangers” ile yine büyük bir ticari başarı yakalamış, takip eden dünya turnesi de aynı derecede başarılı olmuştur. 1987 tarihli “The House of Blue Light”ın başarısızlığı Blackmore ile Gillan arasındaki sürtüşmeleri bir defa daha su yüzüne çıMilliyet SANAT Nisan 2013

kartmış, bunun neticesinde Gillan’a 1989 yılında yine yol gözükmüştür. 1993’te grubun 25. yıl kutlamaları kapsamında Lord, Paice ve Glover’ın talebiyle Gillan’ın bir kez daha gruba dahil edilmesi gündeme gelmiş, başta ayak direyen Blackmore hesabına 250 bin dolar yatırılması karşılığında duruma ses çıkarmamıştır. Ama Ritchie Blackmore’dur söz konusu olan, sonunda egosu baskın gelir ve bir daha geri dönmemek üzere Deep Purple’ı terk eder. Yaklaşık yirmi yıllık arayla bir defa daha Blackmore’un yerini doldurmak gibi imkansız bir misyonla karşı karşıya kalan Deep Purple’ın turne esnasındaki seçimi bir başka virtüöz Joe Satriani olur. Satriani turne sonrasında kontratları nedeniyle devam edemeyince gruba gitarist olarak Steve Morse dahil edilir. Kimilerine göre gitaristliğine hiçbir söz söylenemeyecek olan Morse yaratıcılık yönünden Ritchie Blackmore’un eline su bile dökemez. Virtüözlüğü hangi seviyede olursa olsun bir gitaristin Blackmore gibi bir Rock efsanesiyle karşılaştırılmasının anlamsızlığı bir yana, o dönemden günümüze kadar grupta istikrarlı bir şekilde varlığını sürdüren Morse, Deep Purple’ın müzikal yolculuğunun günümüze ulaşmasındaki en önemli etkenlerden biri olarak kabul ediliyor. Rock müziğinin tartışmasız sembollerinden Deep Purple kurucu üyesi ve birçok unutulmaz hitinin yaratıcısı Jon Lord’un 2012 Temmuz’unda hayata veda etmesiyle biraz sarsılmış olsa da, önümüzdeki günlerde sekiz yıllık aradan sonra yeni albümünü piyasaya sürmeye hazırlanıyor. Kırkbeşinci yıllarına uygun düşecek bir şekilde “Şimdi Sırada Ne Var?!” diye Türkçeleştirebileceğimiz “Now What” albümünün prodüktörlüğünü, Alice Cooper, Kiss ve Pink Floyd gibi isimlerle yaptığı çalışmalardan aşina olduğumuz Bob Ezrin üstlenmiş. Country müziğinin beşiği Nashville Tennesse’de kaydedilen albümde toplam onbir şarkı yer alacak. Ezrin’in önderliğinde ikibinli yılların teknik olanaklarıyla yetmişli yıllardaki altın çağına göz kırpmak isteyen Deep Purple’ın dinleyiciyle paylaştığı ilk single “All The Time In The World ” beklentileri yükseltiyor desek yalan olmaz. En iyi dönemlerinde bile kimilerinin “Bir Led Zeppelin değiller,” diyerek dudak büktüğü Deep Purple düşman çatlatırcasına yola devam ediyor. MS

76

Büyülü gerçek bir albüm Birçoklarına göre dünyanın en iyi perküsyoncusu Trilok Gurtu, yeni albümü “Spellbound”da kana kana doğaçlıyor. Gurtu’nun müzik tarzlarını ve türlerini birbirinden ayıran sınırlar yerine cazın son derece birleştirici, ortaklaştırıcı dilini kullandığı, ‘zamansız bir albüm’ bu. ERAY AYTİMUR erayaytimur@gmail.com

“SPELLBOUND” ismi aslında her şeyi anlatıyor. Ortada büyülü bir ses evreni var. O evrende yaratılan her ses kendiliğinden sevilesi ya; yaratanından ötürü ben ayrıca bir sevdim. Çünkü daha önce dinlediğim Trilok Gurtu albümlerinden çok farklı bir yerde duruyor “Spellbound”. Bir büyünün anısına, bir anının büyüsüne ithafen yapılmış, adlı adınca caz albümü olmuş. Trilok Gurtu malum, perküsyon üstadı. 1951 yılında dünyaya gelen Gurtu’nun dedesi iyi bir sitar ustası, annesi Shoba Gurtu ise Hindistan’ın en önemli seslerinden biri. Hem etnik olan ve olmayan tüm enstrümanları bir arada kullanıp ritm ahengi yaratan sanatçı her türlü müzik akımını modern caz ve rock çerçevesi içinde işliyor. John Mc Laughlin, Pat Metheney, Jan Garbarek gibi cazın devleriyle sıkça turneye çıkan Gurtu,


649-milsanat-74-77

3/25/13

4:25 PM

Page 5

Trilok Gurtu; caz festivallerinin yanı sıra, dünyanın en popüler ve büyük açık hava festivallerinde Bob Dylan, REM ve Prodigy gibi pop müzik devleriyle birlikte çaldı.

1998 yılında kendi grubunu kurunca, Asian albümü açıyor. Doğaçlıyorlar. Burada perDub Foundation, Nitin Sawhney ve Talvin küsyon değil ama davul var Trilok’ta. Çünkü Singh gibi Londra’nın önde gelen Asya kö- iki üstadın ilişkisi öyle gelip öyle gitmiş; Trikenli müzisyen ve topluluklarına da akıl ho- lok hep Don Cherry’nin sesli düşüncesi olcalığı yapmaya başladı. İngiltere’de Asyalı muş. O doğaçlamanın hakkı davul belki, bemüzisyenler tarafından başlatılan “Asian rikinin banjo vs. vs... Albümün kapanışındaUnderground” akımının da babası olarak ta- ki alkış tufanında ise Don Cherry’nin “Çok nımlanan olan Trilok Gurtu; caz festivalle- teşekkür ederim” sözleri eriyip gidiyor. rinin yanı sıra, dünyanın en popüler ve bü- “Spellbound”un geri kalanında Don Cherry’e ait başka bir kayıt yük açık hava festivallerinde yer almıyor fakat şöyle bir Bob Dylan, REM, Eric güzellik söz konusu: Her Clapton ve Prodigy gibi pop parçada Trilok işin içine müzik devleriyle birlikte mutlaka bir trompet katmış. çaldı. Aldığı en iyi Asyalı O trompetleri de kim çalımüzisyen, en iyi perküsyonyor? Nils Petter Molver, Ibcu, yılın en iyi albümü türahim Maalouf, Paolo Freründen ödüllerin haddi hesu, Ambrose Akinmusire, sabı olmamasının yanı sıra Matthias Höfs gibi yükte kendisini dünyanın en iyi hafif pahada ağır üç dev perküsyoncusu olarak adadam. İşin aslı; Don landıranların sayısı da az de“Spellbound” Cherry’nin 1995’te vefatınğil. O da kendi üstadı Don Trilok Gurtu dan sonra Trilok’un en ufaCherry’nin huzuruna çıkmış Moosicus Records cık parçası bile ustasına “Spellbound” ile. Araların20 Dolar göndermeler taşıyor. Semdaki bağın ilk düğümü sımbolik de olsa duyduğumuz sıkı... Trilok Gurtu 1970’lerin başında memleketi Hindistan’dan çıkıp her trompet sesinin kerameti budur yani, öyİtalya’ya geldiğinde, onu yapabilecekleri ve le haybeye üflenmiş bir trompet yoktur Triyapamayacakları konusunda Don Cherry lok Gurtu taraflarında. Anmanın da azı karar yönlendirmiş. Bir müzisyen olarak değil sa- çoğu ajitasyon olduğundan semboller ve dece, ‘abiliğini’ de esirgememiş Trilok Gur- göndermeler daha iyi gidiyor “Spellbound”da. Ve başta da söylemeye çalıştığım gitu’dan. bi, tipik Trilok Gurtu albümü değil. Bir kere AZI KARAR ÇOĞU AJİTASYON her şeyden önce Trilok Gurtu yıllar sonra ka“Spellbound”un açılış ve kapanıştaki iki na kana doğaçlamış bu albümde. Müzik tarzufak parça albümünkiyle birlikte bu ikilinin larını ve türlerini birbirinden ayrıran sınırlar hikayesini özetliyor. Don Cherry ve Trilok yerine cazın son derece birleştirici, ortaklaşGurtu’nun 33 saniyelik trompet-davul seti tırıcı dilini kullanmış. Birlikte çaldığı ekip

77

Birlikte çaldığı ekip Trilok Gurtu’ya dans etme imkanı tanımış. Bir tarafta Dizzy Gillespie’nin AfroKübalı “Manteca”sını olabildiğince funklaştırıp diğer tarafta “Jack Johnson”, “Black Saint” ve “All Blues”la belki de annelerine ‘Doğulu çocuklar doğurduklarını’ düşündürmüşler. Trilok Gurtu’ya swing tarihinde leylek adımlarıyla dans etme imkanı tanımış. Bir tarafta Dizzy Gillespie’nin Afro-Kübalı “Manteca”sını olabildiğince funklaştırıp diğer tarafta “Jack Johnson”, “Black Saint” ve “All Blues”la belki de annelerine “Doğulu çocuklar doğurduklarını” düşündürmüşler. Büyük sürpriz yani. Bu noktada da işte albümün big band sound’lu, doğusuz ve batısız “Universal Mother”ının kulakları çınlamış dolu dolu...

ZAMANSIZ BİR ALBÜM Albüm bahsettiğim açılış ve kapanışla birlikte 14 parçadan oluşuyor. Nisan 2013 itibarıyla Moosicus Records etiketiyle dünyada yayınlanıyor ama Türkiye’de henüz temsilcisi olmayan bir firma bu. Yeni ve bir hayli ince eleyip sık dokuyor Moosicus Records. Dolayısıyla Trilok Gurtu’nun sıkı iş yaptığı ama caz albümü yayınlayan bağımsız firmaların meteliğe kurşun attığı Türkiye pazarında ne zaman yer alacağını kestirmek şimdilik güç. Ama sorun değil... Çünkü “Spellbound” zamansız bir albüm olmuş. Çünkü kimse Miles Davis’e tecrübeli Nils Petter Molver’in dokunabildiği kadar dokunamıyor. Çünkü kimse tonalitenin ucunu bucağını genç yetenek Matthias Schriefl kadar zorlamıyor. Çünkü kimse İbrahim Maalouf’un çeyrek tonlu trompetindeki gibi komalı caz yapamıyor. Çünkü kimse Türkiyeli Hasan Gözetlik gibi memleket folklorüyle mikrotonaliteyi bir anda yükseltemiyor. Çünküsü çok, kimse de Trilok Gurtu gibi “Ben oldum” demekten imtina etmiyor, Trilok Gurtu yenileri-yineleri çekinmeksizin arıyor. Bir ömürlük arayış olunca bu işler de oluyor. Bir büyü yaratmak kolay olmasa gerek yoksa. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


MÜZİK

649-milsanat-78-79

3/25/13

4:26 PM

Page 2

Gitar enstrümanı değil uzvuydu Jimi Hendrix, kısacık müzik hayatını sürekli müzik yaparak geçirdiği için arkasında tam 1500 saat kayıt bırakmış.

Jimi Hendrix’in yepyeni ve tertemiz bir albümü yayınlandı mart ayında: “People, Hell & Angels”. 12 tane, daha önce - bir kısmı bu halleriyle - hiç yayınlanmamış şarkı var albümde. Mart 1969-Ağustos 1970 arasında yapılmış kayıtlar şaşırtıcı derecede temiz. METİN SOLMAZ metin@solmaz.net

1980’LERDE Ankara’da bir kendince meşhur rock grubu var idi. Arkadaşımız olan solisti konserin birinde gaza gelip gitarını parçalamış sonra da depresyona girmişti. Çünkü ithalat yasağı vardı. Gitar bulmak zor ve pahalı bir işti. Kimse de ona bu Milliyet SANAT Nisan 2013

işlerin zengin işi olduğunu söylememişti. Bunu en anlamsız gitar şovu olarak not edelim kenara. En azından benim bildiğim. En zekice gitar şovu da sanırım Pete Townshend’indir. Sahnede yanlışlıkla gitarı kırılır. Millet şov zanneder, gaza gelir. Pete de çaktırmaz, parçalar. Sonra hep parçalar. Gitar çok seksî bir enstrüman. Biçimiyle de sesiyle de etkileyici. Kumsallarda, Cemal Reşit Rey’de ve heavy metal konserlerinde çok çeşitli imajlara sahip. Çalması da kolay üstelik. Kayahan’dan Nicolas de An-

78

gelis’e pek çok müzisyenin elinde gitar olmasından belli. Sadece enstrüman olarak değil. Şov parçası olarak da öyle. Ve mahareti de çok fazla teknikle ilgili olmasa gerek. Bu yüzden Yngwie Malmsteen tekniği en iyi gitaristlerden olmasına rağmen teknikle neredeyse hiç ilgisi olmayan, çalarken söylemeyi bile beceremeyen B.B. King ondan daha büyük gitarist olarak anılır. Hendrix muhtemelen Malmsteen’e gülerdi. Ama B.B. King onu derinden etkilemiştir.


649-milsanat-78-79

3/25/13

4:26 PM

Page 3

Bu albüm, Hendrix’e yeni başlayanlar için değil. Aşkla bağlı olanlar için. Yeni başlayanlar için bir önerim var: Jimi Hendrix adındaki 1973 Warner Bros belgeselini muhakkak seyredin. Solaklığından uyuşturucu alışkanlıklarına, mahçupluğuna her bir şey var.

Blues efsanelerinde hep tarif edildiği gibi gitar tam olarak şeytan işidir. Her yola gelir. Yalana gelmez. Gece gündüz çalışmak önemlidir tabii. Ama bir rahmetli Alvin Lee gibi olmak için çalışmak yetmez. Benim anladığım hakikatürlü gitarıyla birilerine eşlik ten sevmek, eğlenmek, etmesi gerekecek. Zaten her bilmek, istemek, gitara şeyi yıkıp yeniden yapmaya karşı görgülü, edepli olçalıştığı bir dünyada başkasımak gerekir. na eşlik etmesi en azından beBirçok iyi gitarist varnim düşünebileceğim bir şey dır. Erkan Oğur, Ercüdeğil. Ayrıca hemen ayrılan o ment Ateş yahut Süley‘mırıldanan’ sesini seviyorum man Bağcıoğlu iyi gitaristda. O gürültüye o naif ses. Betir. Joe Satriani, Frank şiktaş maçında çarşıya sıkışZappa, Jimmy Page ya da mış kedi yavrusu gibi. “People, ne bileyim Wes MontgoKimsenin çıkaramadığı Hell and Angels” mery iyi gitaristtir. gürültüyü çıkarıyor ve tek bir Jimi Hendrix Tek gitarla yapamayases bile kulağı tırmalamıyor. Legacy cağınız cambazlık yoktur Hiç kimse onun gibi gitar çaayrıca. Bakınız Paco de 29 TL lamadı, kimse kimsenin onun Lucia. gibi gitar çaldığını iddia da etBütün bu insanlar gimedi. En gürültülü death metar denilen enstrümanın cambazları. Şaha- tal grupları bile gitarla onun kopardığı yayneler. Onlar olmasaydı benim hayatım da garayı koparamadı. daha az güzel olurdu pek çok insanınki gibi. Meşhur “İnsanlar üst üste salamura gibi Jimi Hendrix bunlardan birisi değil yığılmışlar, biraz yüksek volümlü müzik yaama. Çünkü Hendrix için gitar bir enstrü- parsam, belki yerlerinden kalkarlar,” cümman değil, uzuv. Mezarlıktan geçerken ıs- lesinin ne kadarı retorik bilmiyorum. Ama lık çalan için dudakları ne ise Hendrix için salamura gibi üst üste yığılmış insanların de gitar o. Eh, gitar bu şekil vücudunun arasına karışamadığı kesin. Uyumadığı ve parçası olunca sanki sahnede bir enstrü- müzik yapmadığı zamanlardaki aktivitelemana ihtiyaç duyuyor Hendrix. Onun için rini bir türlü düzene sokamadığı için de bütün işi kuralları yıkmak üzerine kurulu. uyuşturucu var hayatında. Bütün insanlık Elinde başka da bir şey olmadığı için vücu- kafa bulmak için uyuşturucu alırken o nordunun bu parçasının tüyünden yününden malleşmek için alıyor. Uyuşturucuyu alınca halka iniyor. Üst üste salamura gibi yığılmış faydalanıyor. biz sıradan insanların arasına karışıyor. ŞARKICILIKTA DA ISRARLI Jimi Hendrix bütün dünya popüler müBana sorarsanız sahnedeki şovlarının zik dünyasını kökten etkiledi. Üstelik bunu Pete Townshend ile bizim Ankaralı’nın topu topu 3 yılda yaptı. Bir de göz önünde arasında bir yere yerleştirilememesinin se- 30 yıl vakti olduğunu düşünün. Kimbilir nebebi de bu. Çünkü diğerlerinin aksine gita- ler olurdu? rını yakıp karşısında secdeye devam ederken ve sonra parçalarken yahut dişlerken, SON STÜDYO KAYITLARI 5 Mart’ta bu acayip adamın yepyeni ve sırtlarken gitar yahut müzik bir yerden bir yere geçmiyor. Her şey doğal seyrediyor. tertemiz bir albümü yayınlandı: “People, Elbette şov yapıyor. Ama bunları daha çok Hell & Angels”. Hendrix, minicik müzik şımarıklığından, elindekilerle yetinemedi- hayatını sürekli müzik yaparak geçirdiği ğinden yapıyor. Feedback’ten pedallardan için arkasında tam 1500 saat kayıt bırakanfiden her köşeden lüzumlu bir ses üreti- mış. Sağlığında yayınlanan albüm sayısı üç liyor. (Şimdi de o gitarlar yüzbinler ediyor tanesi stüdyo olmak üzere dört. Ölümüntabii. Örneğin Monterey’de yaktığı gitarı den sonra yayınlanan resmi stüdyo albümü bulup tamir eden Frank Zappa’nın oğlu sayısı ise People, Hell & Angels ile birlikte Dweezil, bu gitarı açık arttırmada 400 bin 12 oldu. Söylenene göre son stüdyo albümü bu. Ama tabii kimse emin olamaz. Zapound’a sattı.) Peki ya vokal? Bu acayip adam her fır- ten bir dizi yayınlanmaya uygun konser satta berbat bir sesi olduğunu söylemesine kaydı olduğunu biliyoruz. 12 tane daha önce -bir kısmı bu hallerağmen şarkıcılıkta da ısrar ediyor. Eh, öbür

79

riyle- hiç yayınlanmamış şarkı var albümde. Mart 1969-Ağustos 1970 arasında yapılmış kayıtlar şaşırtıcı derecede temiz / temizlenmiş. Ama albümün asıl şaşırtıcı yanı bu kayıtların deli Hendrix koleksiyoncuları için bile yeni olması. Elbette kayıtların pek çoğu stüdyo “jam”lerinden oluşuyor. Ama konu Hendrix olunca bu çok bir şeyi değiştirmiyor. Sadece fanlar değil, eleştirmenler nazarında da yüksek yıldızlı bir albüm oldu bu. Ben oyumu yine blues’dan yana kullandım ve en beğendiğim şarkılar “Hear My Train a Coming” ve “Bleeding Heart” oldu. Lonnie Youngblood’un “Let me Love You”daki saksofonu ve Stephen Stills’ın Somewhere’deki bas gitarına da ayrıca kulak kesilmek gerekli. Ama tabii son tahlilde bu albüm, Hendrix’e yeni başlayanlar için değil. Aşkla bağlı olanlar için. Yeni başlayanlar için bir önerim var: Jimi Hendrix adındaki 1973 Warner Bros belgeselini muhakkak seyredin (imdb.com/title/tt0070242/). Solaklığından uyuşturucu alışkanlıklarına, Woodstock’ta distorsiyon verdiği ABD milli marşından kavgalarına, kendini siyah camiaya kabul ettirmeye çalışma teşebbüslerine, mahçupluğuna, kırıp döktüğü otel odalarına, Bob Dylan hayranlığına her bir şey var. Arkadaşları, sevgilileri, turne çalışanları, babası ve Eric Clapton, Lou Reed, Pete Townshend, Little Richard filan gibi büyük müzisyenler anlatıyor. Bir de not. Doğan Şener ağabeyimiz, 22.10.1967’de Milliyet’teki köşesinde aynen şöyle yazmış: “Gitar yiyici diye ün yapan zenci şarkıcı Jimi Hendrix 15 Kasım’da (1967) İstanbul’da olacak. Bir gece kulübünde seri konserler vereceği bildirilen Hendrix, California’da çıkan ‘hippie’ adındaki modanın öncülerindendir. Ama yine de, on binde bir olasılık da olsa Hendrix eğer ki İstanbul’dan sessizce geçmişse diye Doğan Şener’i aradım. Kendisi de bir Hendrix hayranı olan Doğan ağabeyin müthiş bir hafızası vardır. Ama tabii bu kadar detay ve sonuçlanmamış bir haberi hatırlayamadı. “Muhtemelen bir kulüp sahibi her şey tamammış gibi uydurmuştur,” dedi ve ekledi: “Yoksa Hendrix İstanbul’a gelse ben bizzat yeri yerinden oynatırdım zaten”. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

4:27 PM

Page 2

MÜZİK

649-milsanat-80-81

Tipik bir Timberlake albümü Şarkıcılığına son on yılda hiç fena olmadığı oyunculuğu da ekleyen Justin Timberlake, az ama öz albüm çıkarıyor. Son dönemde sinemaya ağırlık veren şarkıcı, üçüncü solo albümü “The 20/20 Experience” ile karşınızda.

Justin Timberlake yeni albümü için “Özgün bir iş ortaya koymak için yola çıktım ve sonuçtan da çok memnunum” diyor.

ASLI ONAT aslionat29@gmail.com

ÇOCUK YAŞTA ÜNLENEN Justin Timberlake, şöhretin tadını çıkarmaya devam ediyor. Son dönemde oyuncu Jessica Biel ile birlikteliği ve evliliğiyle gündemde olup sıklıkla sinema filmlerinde rol alsa da ilk aşkı olan müzikten kopmuş değil. Son on yılda yalnızca iki albüm yayınlayıp sinemaya ağırlık vermiş olması, onu oyunculuğa daha fazla önem veriyormuş gibi gösteriyor. Aslında bunun nedeni, ince eleyip sık dokuması. Bu yılın başlarında Timberlake’in yeni bir albüm yayınlayacağına dair söylentiler dolaşmaya başladı, ardından da üçüncü stüdyo albümü “The 20/20 Experience”in yayınlanacağı resmen açıklandı. Timberlake, MTV’ye verdiği bir söyleşide “Az albüm yayınladığımın ben de farkındayım ama bunu zamanı gelince ve içime sinince yapmayı tercih ediyorum,” diyor: “Müziği o kadar seviyorum ki hayatımın belli dönemlerinde ilham gelmiyorsa zorlamanın âlemi yok diyerek her şeyi zamana bırakıyorum.” Bir sürü insanın ona “Yeni albüm ne zaman çıkacak?” diye sormasına rağmen Timberlake, “The 20/20 Experience”ın bu yıl çıkacağını sır gibi saklamış. Bununla ilgili olarak “Beklentilerle hareket etmek istemedim,” diyor. “Özgün bir iş ortaya koymak için yola çıktım ve sonuçtan da çok memnunum. Bunun, yaptığım en iyi albüm olduğunu düşünüyorum.” “The 20/20 Experience”, tipik bir Timberlake albümü; şarkıcının bolca “Oh, baby” dediği, dolayısıyla ekseninde genelde birer ‘sevdiceğin’ bulunduğu on parçadan oluşuyor. Albümde çıkış parçası “Suit & Tie” dışında “Mirrors”, “Pusher Love Girl”, “Strawberry Bubblegum” ve “Let The Groove Get Milliyet SANAT Nisan 2013

80


649-milsanat-80-81

3/25/13

4:27 PM

Page 3

In” gibi şarkılar dikkat çekiyor. “Mirrors”, aşkı iki yansımanın bir aynada birleşmesi metaforuyla anlatan, tipik bir Timberlake parçası. Jay-Z’in de eşlik ettiği “Suit&Tie”, Timberlake’in pek sevdiği ‘seksi’ şarkılar kategorisine giriyor. “Strawberry Bubblegum” ise (evet şarkının adı çilekli ciklet, Nick Cave albümü değil bu ne de olsa!) girişindeki “Bu şarkıyı sana adıyorum,” cümlesi ve sözleriyle Jessica Biel için yazılmış gibi duruyor. “The 20/20 Experience”ın göz doktoru muayenehanesinde çekilmiş gibi görünen kapak görseli, ünlü fotoğrafçı Tom Munro’nun imzasını taşıyor. Bu albümün prodüktörlüğünü de Timberlake’in kadim dostu Timbaland üstlenmiş. Şarkıcı, konuşmadan anlaştıklarını söylediği Timbaland ile aynı müzikal perspektife sahip olduklarını söylüyor ve onun için ‘müzik kardeşim’ diyor.

grubu N’SYNC ile ‘genç kızların rüyalarını süsleyen popçu’ olarak arzı endam etti. O zamanlar internet olmadığı için kendisinden bu dönemde haberdar olduk. Onu ilk olarak, basit ritimli pop şarkılarına eşzamanlı hareketlerle eşlik edilen, o acayip kliplerde gördük. Ucundan kıyısından sinema filmlerinde rol almaya başladığında ise aslında hiç de fena bir oyuncu olmadığını fark ettik.

SİNEMA MÜZİĞİN ÖNÜNDE

Sinemadaki ilk ciddi rolünü Kevin Spacey ve Morgan Freeman gibi ustaların yanında boy gösterdiği “Edison Force” adlı filmde kapan Timberlake “Black Snake Moan” (Kara Yılan İnliyor) ve facebook’un kuruluş öyküsünü anlatan “The Social Network / Sosyal Ağ”daki yan rollerden sonra başrollere terfi etmeye başladı. 2011 tarihli “Bad Teacher / Kötü Öğretmen”de ADAM OLACAK ÇOCUKLAR başrolleri paylaştığı Cameron Diaz ile ABD televizyonlarında 1955’ten 1996 2003-2006 yılları arasında bir birliktelikyılına kadar yayınlanan Mickey Mouse leri de olmuştu. Mila Kunis ile rol aldığı Club adlı çocuk programının 1993-1994 yıl- “Friends With Benefits / Arkadaştan ları arasındaki katılımcılarından dördü, bü- Öte”de en yakın arkadaşıyla yalnızca cinyüyünce günümüzün ünlü yıldızları oldular. sellik bazında birlikte olmayı deneyen ama İki erkek ve iki kız çocuğundan oluşan bu sonunda ona âşık olan Dylan idi. Parası dört kişi kimler miydi? Britney Spears, olanların sonsuza kadar yaşadığı asap boChristina Aguilera, programa Kanada’dan zucu distopya “In Time / Zamana Karşı”da katılan Ryan Gosling ve Justin Timberlake. ise Amanda Seyfried ile kaDördü de çocuk yaşta şarkı mera karşısına geçti. söyleme, dans etme ve Bu yıl Timberlake’i üç oyunculuk yetenekleriyle filmde daha izleyeceğiz. Codikkat çektiler. Spears, en Kardeşler’in, ‘60’larda Aguilera ve Timberlake New York’taki folk müzik büyüdüklerinde tamamen ortamını konu alan “Inside müziğe yönelirken, GosLlewyn Davis” adlı filminde ling oyunculuğu seçti. bir müzisyen olarak karşıOnun ünlenmesi diğerlemıza çıkacak. “Runner Runrinden biraz daha zaman ner”da Ben Affleck ve Gemaldı çünkü başlangıçta terma Arterton’a eşlik edecek. Justin Timberlake / cihini daha çok bağımsız Bir komedi filmi olan “The yapımlardan yana kullan- “The 20/20 Experience” Last Drop”ta ise alkolü bı/ Sony Music dı. Ancak son dönemde rakmazsa hayatı dahil her Fiyatı: 10 dolar “Çılgın Aptal Aşk” ve “Suç şeyini kaybedecek olan bir Çetesi” gibi yapımlarla o alkoliği canlandıracak. da ‘A listesi’ne katıldı. (Gosling de müzikten Özetle her işe koşturmayı beceriyor kopmuş değil; o da bir yandan diğerleri gibi Timberlake. “Çok şanslı olduğumu düşümüzik yapmaya devam ediyor.) Bu arka- nüyorum. Çünkü geriye dönüp baktığımda daşlar büyüyüp gençlik çağına geldiklerin- dünyanın en yetenekli şarkıcısı, dansçısı ya de, onlarla büyüyen Amerikan gençliği özel- da oyuncusu olmadığımı düşünüyorum,” likle Spears, Aguilera ve Timberlake’e zaten diyecek kadar da mütevazı. MS aşinaydı. Böylece genç popçular olarak adım attıkları müzik endüstrisinde hızla Düzeltme: Geçen ayki Depeche Mode yükselmeleri, zor olmadı. yazısında Alan Wilder’ın yer aldığı son DeJustin Timberlake, çocukluktan çıkıp peche Mode albümünün “Violator” olduğu gençliğe adım atarken Mickey Mouse yazılmıştır. Doğrusu “Songs of Faith and Club’dan tanıdığı JC Chasez ile yer aldığı Devotion”dır. Düzeltir, özür dileriz.

81

Timberlake, “Az albüm yayınladığımın ben de farkındayım ama bunu içime sinince yapmayı tercih ediyorum,” diyor: “Müziği o kadar seviyorum ki hayatımın belli dönemlerinde ilham gelmiyorsa zorlamanın âlemi yok diyerek her şeyi zamana bırakıyorum.”

Jessica Biel ve Timberlake geçtiğimiz yıl ekim ayında evlendi.

Chavez’e ayıp etti Justin Timberlake’e dergide yer verildi diye eksilerini saymayacak değiliz tabii. Geçen ay ölen Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’i Saturday Night Live’daki parodisine meze yapması, son derece gereksiz bir davranış oldu. Timberlake, Elton John gibi giyinip John’un Prenses Diana’nın cenazesinde çalıp söylediği “Candle in the Wind”i Chavez için seslendirdi. Ancak şarkının sözlerini Chavez’e uyarlayıp onunla dalga geçmesi, twitter’da eleştiri bombardımanına tutulmasına neden oldu. Milliyet SANAT Nisan 2013


MÜZİK

649-milsanat-82-83

3/25/13

4:28 PM

Page 2

Marissa’nın Gotik melankolisi Amerikalı folk şarkıcısı-bestecisi Marissa Nadler, melankolik ve kırılgan ruhuyla, 20 Nisan’da İKSV Salon’da bizleri büyülemeye geliyor. Kendisiyle; şarkı yazarlığından Cohen etkisine, ressamlığından, Amerikan Gotik edebiyatına uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik.

ECE DORSAY ecedorsay@yahoo.com

MARISSA NADLER, “Songs III: Birds on Water” albümü ile 2008 PLUG Ödülleri’ne aday oldu. Albüm, Nadler’a 2008 Boston Müzik Ödülleri’nde Yılın Şarkıcısı Ödülü’nü getirdi. “Little Hells” (2009) albümü Mojo, Rolling Stone, Uncut, Pitchfork gibi yayınlardan övgü dolu eleştiriler aldı. Kendi adını taşıyan albümünü 2011’de kendi plak şirketinden yayımladı. Bir yıl sonra “The Sister” adlı EP ile dinleyicilerle buluştu. Mezzosoprano vokali; melankoli yüklü, akustik şarkıları var. Marissa Nadler ile gerçekleştirdiğimiz söyleşi çok özeldi. Bir müzisyen dostumla, benzer yol şeritlerinden geçiyormuşuz gibi hissettim. Cevapları çok samimi ve naifti. Gotik dünyasını, resim sevgisini, sahne korkusunu ve içsel yolculuğunu hiç çekinmeden anlattı. ● Genç yaşınıza rağmen epey zengin bir diskografiniz var. Şarkı yaratma süreciniz nasıl gelişiyor? İlhamın gelmesini bekliyorum. Bu beklediğim kadar sık olmuyor ve üretim sürecimde gerginlik yaratabiliyor. İlginçtir ki, hayatımda yazdığım en iyi şarkılar, nereden geldiği belli olmayan ilhamlarla ortaya çıktı. Bilinç akışıyla birlikte, dil tufanıyla, bu hikayelerden bazıları satırlarda beliriverdi. Gerçek anlamda hayaletlere inanmam ama yazarken hayaletler tarafından ele geçirildi-

Milliyet SANAT Nisan 2013

“En büyük ilhamım depresyonumdu” ● Edebiyat, şarkı yazarları için müthiş bir ilham kaynağı. Amerikan Gotik şiirlerinden etkilendiğinizi biliyorum. Son EP’iniz, “The Sister”da, kimlerden etkilendiniz? “The Sister”, benim için romandan ziyade bir öykü. Kendi ismimi taşıyan albümüm kadar geniş kapsamlı değil. Bu şarkıları yazarken, ciddi bir depresyon geçiriyordum. En büyük ilhamım depresyonum ve içinde bulunduğum çalkantılı ilişkiydi. Kendimi nerdeyse agorafobik ve dış dünyaya karşı paralize

ğimi hissettiğim üç örnek yaşadım. Bunlar; “Box of Cedar”, “Sylvia” ve yayınlanmamış yeni bir şarkım. Şarkı yazma çabamı daha üstün bir güce mal etmek istemiyorum. Eğer yaratıcılık açısından açık bir kapıysan, içinden ve dışından fikirler akar. Kelimeler, sayfaya bir nehir gibi dökülüverir. Daha gençken, yaşadığımı hissetmek için, maceralı ve romantik bir hayat yaşadım. Sanatsal açıdan, reddedilmenin ve içine kapanmanın ızdırabını sevdim. Benzinim bu idi ve hayatımı hep ilham alabilmek için yaşadım. Son birkaç senede, böyle yaşamanın delice ve dayanılmaz olduğunu farkettim. Bir kez yaşıyoruz ve hayatımı sabote etmekten vazgeçtim. İnanıyorum ki, sanatsal işler, sağlıklı insanlardan da çıkabilir. Müthiş bir şarkı yazarı olmak için 27 yaşında ölmek zorunda değilsin. Eğer 27 kulübü daha uzun yaşasaydı, duyabileceğimiz şar-

82

edilmiş hissettim. Ben ve erkek arkadaşım, perili bir evde yaşadık ve hayaletlere inandığımdan bile emin değilim. Viktorya dönemine ait bu evde, karanlık bulutlar vardı. 1890 yılında inşa edilmiş bir evdi ve orada yazdığım çoğu şarkı bu atmosferin etkisiyle çıktı. Albümü dinleyemiyorum bile. Özellikle, “Apostle”yi. Bağımlılıkla savaşmak üzerine bir şarkı bu. Bu şarkıları yazmam lazımdı ama kariyerimdeki en zor şarkılar. Bunu dert etmiyorum.

kıları düşünsene... ● Bir yerde okuğuma göre, sahne korkunuz ve sosyal anksiyeteniz var. Bu durum, sahne hayatınıza çok engel oluşturdu mu? Ah evet, sahne korkusu ve sosyal anksiyete 10 yıllık sahne hayatımı tehdit etti. Maalesef, konserlerimin çoğu sarhoşluğum yüzünden zarar gördü. Bunu itiraf etmek gurur vermiyor. Birçok pişmanlığım var. Artık içmiyorum ve aklım başımda. Altı ay önce bir olay oldu. Puslu gri buluttan kurtulunca, gözlerimi açtım ve uzun zamandır özlediğim özgüveni yakaladım. Tekrar sahne almak için çaba göstermeye başladım. Jim Jarmusch ve Jozef Van Wissem katkısıyla müthiş bir konser verdik ve bu olay, sahne hakkındaki hislerimi yeniledi. Kahramanlarımdan biri olan Jim Jarmusch’un bana, “Müthiş bir gitaristsin, konserine bayıldım,”


649-milsanat-82-83

3/25/13

4:28 PM

Page 3

“Bir kez yaşıyoruz ve hayatımı sabote etmekten vazgeçtim. İnanıyorum ki, sanatsal işler, sağlıklı insanlardan da çıkabilir. Müthiş bir şarkı yazarı olmak için 27 yaşında ölmek zorunda değilsin. Eğer 27 kulübü daha uzun yaşasaydı, duyabileceğimiz şarkıları düşünsene...”

Marissa Nadler, yarı zamanlı sanat ve müzik öğretmenliği yapıyor.

demesi beni çok etkiledi. O günden beri kendimi iyi hissediyorum. Nick Drake gibi içe dönük sanatçılarda da sosyal anksiyete var. Onun müziğini de çok özel buluyorum. O da sizin gibi, gitarı farklı akortluyor. Şarkı yazarlığınızı direkt olarak bir erkek sanatçıyla bağdaştırabilir misiniz? Karşı cinsten bir örnekle, sanatsal paralellik kurmanın ilginç olduğunu düşünmüşümdür hep. Sevdiğim erkek sanatçılar : Leonard Cohen, beni daha genç iken etkiledi. Tek başına, beni, yazmakta olduğum şarkı sözlerinin yaklaşımına yöneltti. Neil Young’u seviyorum. Nick Cave’i de. Bob Dylan. Klasiklerle büyümüş bir kızım. Hâlâ onlara yöneliyorum. Yeni müziklerin birçoğu beni tatmin etmiyor. ● Gitarı temel enstrümanınız olarak mı görüyorsunuz yoksa çaldığınız diğer

enstrümanları da eşit mi seviyorsunuz? Şarkı yazmak için başka hangi enstrümanları çalıyorsunuz? Temel enstrümanım, gitarım ve sesim arasındaki bağ. Appalacian dulcimer, banjo ve armonikayı amatör olarak çalıyorum. Hep piyano çalmak istedim. Rüya enstrümanımdı. Her nedense, bunu başaramadım. ● Bazı çalışmalarınızda olduğu gibi, gerçek üstü karakterler hakkında yazmayı mı tercih ediyorsunuz, yoksa daha kişisel sözler yazmayı mı? Sonradan fark ettim ki, gerçek üstü karakterlerin çoğu, sahiden hayatımdan geçmiş insanların vekiliydi. Şarkılarımda sihirli bir ülke yoktu. İnanıyorum ki, işlerim bu yönüyle yanlış anlaşılabiliyor. Uydurma isimler, şiirsel araçlardı. ● Entelektüel ve sanatçı bir ailede

83

büyümek, büyük şans. Soyut bir ressam olan annenizden nasıl etkilendiniz? Ağabeyinizin yazıları sizi etkiledi mi? Babamdan yeterince bahsetmiyorum aslında. Ağabeyime ve bana, inanılmaz bir çalışma etiği aşıladı. Bizden yüksek standartlar bekledi. Ailemiz, sanatla uğraşmamız konusunda bizleri yüreklendirdi. Henüz bir yeni yetmeyken, bodrum katında, Jethro Tull kasetlerini dinleyip, usta ressamların resimlerini kopyalıyordum. Üniversiteye kadar erkek arkadaşımın olmaması, sanatıma biraz yardımcı oldu. Sanatçı olmaya kendimi adamıştım. Ağabeyimin, üzerimde büyük etkisi oldu. Onunla en eski hatıralarımdan biri, benden YES grubunun plak kapağındaki çizime bakarak kısa bir öykü yazmamı istemesiydi. Yani evet, yaratıcılık eğitimi. ● Sanat eğitmenliği ve resim eğitimi almak müziğinizi zenginleştirdi mi, hangi yönden? Yarı zamanlı sanat ve müzik öğretmeniyim. Özel ihtiyaçları olan, duygusal problemli lise öğrencilerine eğitim veriyorum. Evet, görsel gücümü korumama ve gözlerimi hep açık tutmama yarıyor. ● İstanbul konseriniz için heyecanlı mısınız? Türkiye’ye hiç geldiniz mi? Marissa Nadler konserinden neler beklemeliyiz? Çok ama çok heyecanlıyım. Türkiye’ye hiç gelmedim. İstanbul’un inanılmaz olduğunu duydum. Gerçekten görmek için en heyecan duyduğum bir yer. Performans, hassas ve sade olacak. Tek başıma çalıyorum. Grup olmayacak. Sadece sesim, gitar ve şarkılar... Umarım insanlar sever. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


3/25/13

4:29 PM

Page 2

MÜZİK

649-milsanat-84-85

Berat Yenilmez, Serhat Kılıç, Ceyhun Ersoy, Şoray Uzun, İlker Ayrık, Ayşe Tolga, Vural Çelik (soldan sağa, üst sıra), Özlem Türkad, Rasim Öztekin ve Yasemin Conka’nın (soldan sağa, alt sıra) seslendirdiği albümde 19 şarkı bulunuyor.

Dikkat, canınız vatka çekebilir! YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com

DÜNYAYA GÖZÜNÜ ‘90’lar ve sonrasında açmışlara sebebini asla izah edemeyeceğimiz şeyler yaptık biz ‘80’lerde. Vatkalı gömlekler, kazaklar, ceketler giydik mesela. Neydi o omuz büyütme sevdası bilmem. ‘Shetland’ kazaklarımızı beli göbek hizamızın üzerine çıkan şalvar model pantolonlarımızın içine soktuk; havamızdan yanımıza varılmadı. Fosforlu ayakkabı bağcıkları taktık; diskoda Modern Talking şarkılarıyla dans ederken mor ışıkta parlayan bağcıklarımızı seyrettik gururla. Günde üç saat yayın yapan siyah beyaz televizyonun başına oturup her akşam Televizyon Okulu’nu seyrettik bir ‘soap opera’ seyredermişçesine heyecanla. Yılbaşı gecesi televizyon ekranında görünecek dansözü haftalarca konuşmuşluğumuz vardır, Dallas dizisinin baş karakteri JR’ı kimin vurduğunu da... Eve telefon bağlatmak için üç Milliyet SANAT Nisan 2013

“Seksenler” dizisi, ağdalandırmadan dönemin fotoğrafını çekiyor. Bundandır ki artık neredeyse her dizide karşımıza çıkan eski şarkılar, en çok bu dizide yerini buluyor. Şimdi elimizde, dizide kullanılan şarkılardan bir seçki var. Üstelik şarkıları dizinin oyuncuları seslendiriyor. ila beş yıl beklediğimiz oldu; hiç sabırsızlanmadık. Akşamın darına kadar sokakta oynarken, istop, yakan top, kukalı saklambaç, artık Allah ne verdiyse, karnımız acıktığında üzerine salça sürülmüş ekmek yedik. Sokak satıcılarından horoz şekeri, macun, leblebi tozu aldık, sonra ağzımızı dayayıp musluğa, kana kana su içtik. Lugatimizde ne sağlıklı beslenme vardı, ne de hijyen ama gelin görün ki hep yanaklarından kan fışkıran, toraman çocuklardık. Evlerde torun torba küçücük oturma odalarına tıkılıp, salonları misafirden misafire açtığımızı anlatsak mesela, sormaz mı şimdikiler “Niye?” diye? Bir süredir bu esrarlı, kerameti kendinden menkul, meşum yılları tevellütten sebep yaşamışlara kâh utandırarak, kâh üzerek, kâh gülümseterek anımsatan bir te- levizyon dizisi var hayatımızda. “Sek-

84

senler”, o yılları yakalayamamış ve bu nedenle de o on yıl boyunca içinde bulunduğumuz ruh halini hiç anlamlandıramamış nesil için de bir tür şifre çözücü görevi görüyor. Sokak kahvesinden pastanesine, karakolundan, plakçısına, ortalama bir mahalle hayatının fonundan ‘80’li yılların biraz safdil, epeyce utangaç ve ne çare birbirinden başka oyalanacak şeyi olmayan insanların kırılgan ilişkiler ağı, standart bir ‘sitcom’un klişelerinden geçirilerek taşınıyor ekrana. Yaygın dönem dramalarının aksine, ağdalandırmadan, binbir çeşit entrikaya, olaya, felakete boğmadan dönemin fotoğrafını çekiyor “Seksenler”. Bundandır ki artık neredeyse her dizide karşımıza çıkan eski şarkılar, en çok “Seksenler”de yerini buluyor; başka türlü bir etki bırakıyor izleyende. Hatta denilebilir ki “Seksenler” dizisinde başrollerden birini o


649-milsanat-84-85

3/25/13

4:29 PM

Page 3

“Seksenler” dizisinin oyuncularından Ayşe Tolga “Çaresizler”i, Rasim Öztekin “Maviye Çalardı Gözlerim” şiirini, Şoray Uzun “Okul Yolu”nu, Suzan Kardeş “Sıcak Sımsıcaksın”ı (soldan sağa) albümde seslendiriyorlar.

nayan Yasemin Conga’nın seslendirdiği Banu şarkısı “Eski Sevgili” için de söyleneBİR SAYGI ALBÜMÜ bilir. Ailenin küçük oğlu Çağatay’ı canlanGeçtiğimiz günlerde Doremint Yapım dıran İlker Ayrık ise Ümit Besen’den Selaetiketiyle piyasaya sürülen “Seksenler” al- mi Şahin’e çok sayıda ismin seslendirdiği bümünde dizide kullanılan şarkılardan “Alıştım Sana Bir Tanem”i tam da o döneoluşan bir seçki var. Bu albümü enteresan min duygusuyla yeniden seslendiriyor. Kakılan şey ise şarkıları dizi oyuncularının radenizli komiser tiplemesinde izlediğimiz Onur Dilber, Cumhur Kebeci’nin şarkısı seslendiriyor olması. Diziyi hiç izlememişler için hatırlata- “Sen Aslı’dan da Güzelsin”de, Butik Ali Hayım; “Seksenler” bir müzikal değil ve dizi kan Bulut, Ersan Erdura’nın “Çocuk Göziçerisinde oyuncular şarkı söylemiyor. An- ler”inde, ama en çok da Bekçi Bekir karakterini canlandıran Ali Kocak bu proje gündeme gelnuk “Sunam” türküsünde diğinde böyle bir espri düdinleyenleri şaşırtacak perşünülmüş ve o vakitler döformanslar sergiliyorlar. nemin en popüler seslerinDaha önce “Avrupa Yaden sevdiğimiz şarkılar orikası” dizisinde canlandırdıjinal versiyonlarına sadık ğı Gülenay Abi karakterinkalınarak yeniden çalınıp de de kendi uydurduğu arasöylenmiş. Yanı sıra dizide besk şarkıları söyleyen Vukullanılan birkaç özgün şarral Çelik (namı diğer Niyakı da var albümde. Bu haliyzi), bu albümde dönemin le bir ‘soundtrack’den ziya- “Oyuncuların Sesinden en popüler arabesk şarkılade hem diziye, hem de diziSeksenler Şarkıları” rından biri olan “Döneye can veren dönem şarkılaDOREMINT mezsin”i söylüyor. O yıllarrına bir saygı albümü sayıda öğrenci olan herkesin labilir ortaya çıkan iş. okulda müzik derslerinde Dizideki çekirdek ailenin annesi Özlem Türkad, canlandırdığı ne- illa ki ezber ettiği “Bom Bili Bili Bom” türşeli ve güleç yüzlü karaktere çok uygun bir küsünü Necmi Yapıcı, Berat Yenilmez ve Sezen Aksu şarkısını, “Olmaz Olsun”u söy- Ceyhun Fersoy; yani dizideki adlarıyla lüyor albümde. Ailenin büyük oğlu Ah- Kahveci Mesut, Pastacı Sami ve Şahin birmet’in ağır romantik ve mahçup âşık tiple- likte söylüyorlar. Hem jenerik müziğini sesmesine Şoray Uzun’un seslendirdiği Ümit lendiren, hem dizinin özgün müziklerinde Besen şarkısı “Okul Yolu” cuk oturmuş. Ai- imzası olan, hem de Serpil Öğretmen kalenin babası Rasim Öztekin, Ahmed Arif’in rakterini canlandıran Burcu Güven ise üç “Maviye Çalardı Gözlerin” şiirini okuyor şarkı seslendiriyor albümde. “Geçmişin Kaalbümde. Şiirin fonundaki müzik ise ya- natları” ve “İstanbul Sabahları” özgün bespımcı Birol Güven’in oğlu Kerem Güven ta- teler. Bir zamanlar Saadet Sun’un sesinden rafından bestelenmiş ve çalınmış. Genellik- dinlediğimiz Sezen Aksu bestesi “Yeter ki” le Rumeli türküleri ve alaturka şarkılarda ise bu albümde Burcu Güven’in dokunaklı sesini duymaya alışık olduğumuz Suzan sesiyle yeniden hayat buluyor. Esmeray’ın Kardeş (dizideki Fato Nine), bir zamanlar sesinden kulaklarımıza yer etmiş “UnutaSemiha Yankı’nın seslendirdiği “Sıcak Sım- ma Beni”yi ise dizinin kadrosunda yer alsıcaksın”ı sahiden sımsıcak söylüyor. Bir mayan Bülent Çidem seslendiriyor. Funda şarkısı olan “Çaresizim”de Ayşe Tolga tam da şarkıdaki genç kız ve dahi di- “ARKADAŞ”LI KAPANIŞ Albümün en dikkat çekici iki şarkısınzideki Gülden gibi alabildiğine naif ve kırılgan. Aynı şey ailenin kız çocuğu Nazlı’yı oy- dan biri, bir Ercan Turgut şarkısı olan yılların sevilen şarkıları oynuyor.

85

“Seksenler” bir müzikal değil ve dizi içerisinde oyuncular şarkı söylemiyor. Ancak bu proje gündeme geldiğinde böyle bir espri düşünülmüş ve dönemin en popüler seslerinden sevdiğimiz şarkılar orijinal versiyonlarına sadık kalınarak yeniden çalınıp söylenmiş. “Tövbe”. Şarkıyı plakçı Ergun (Serhat Kılıç) seslendiriyor ve hem sesi hem de tekniğiyle profesyonel bir şarkıcıyı aratmıyor. Bir diğer dikkat çekici şarkı ise diziye katıldığından beri hiç konuşmayan, ismiyle maruf Susmuş karakterini canlandıran Aydın Sarman’ın seslendirdiği Âşık Mahsuni Şerif şarkısı “Boşu Boşuna”. Müzik piyasasının yakından tanıdığı besteci ve aranjör Aydın Sarman birkaç bölüm önce dizide de seslendirdiği bu şarkıyla albümün en büyük kozu oluyor. Bu arada Aydın Sarman’ın albüme hem aranjör olarak, hem de Burcu Güven’le birlikte prodüktör olarak imza attığını da söylemek lazım. Ve nihayet bütün kadronun Bülent Çidem’le birlikte seslendirdikleri Melike Demirağ şarkısı “Arkadaş” ile albüm hayli etkileyici bir kapanış yapıyor. Görüldüğü üzere, 19 şarkının yer aldığı, uzunca bir albüm bu. Kadro da bir hayli kalabalık ama bir o kadar da renkli. Diziyi izlemiş veya izlememiş, o yılları yaşamış veya yaşamamış olun, hiç fark etmez; canınız fena halde kelebek toka, vatka, tunik, konç, plak, kaset, leblebi tozu, Dallas, Flamingo Yolu, Beyaz Gölge çekebilir bu albümü dinlerken. Böyle bir yan etkisi var; benden uyarması. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:21 PM

Page 2

MÜZİK

649-milsanat-86-87

Bebop makinesi ayağınıza geldi Uluslararası Caz Günü’nde sahne alacak isimler Herbie Hanckok (klavyede) önderliğinde ve Wayne Shorter’ın (saksofonda) desteğiyle belirleniyor.

UNESCO ve Thelonious Monk Caz Enstitüsü tarafından ilk kez geçen yıl, Paris, New Orleans ve New York’ta düzenlenen Uluslararası Caz Günü’nün ikincisi 30 Nisan’da İstanbul’da gerçekleşecek. Kutlamaların başını ise, cazın şamanı Herbie Hancock çekecek.

BARIŞ YILDIRIM baris2000@gmail.com

BU DURUM çok sevindirici, ama bir o kadar da şaşırtıcı; zira caz denince akla ilk gelen ülkelerden değil Türkiye. Fakat bir İstanbullu aile var ki, Hancock’un da internet sitesinde belirttiği gibi, yerel değil küresel caz tarihinde öncü rol oynadıkları ortada: Ertegünler. Dedesi 19. Y.Y’da Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’nin şeyhi olan Mehmet Münir Ertegün Bey, 1934-1944 arası Türkiye’nin Washington büyükelçisi olarak görev yapar. ABD’de ırk ayrımcılığının tüm şiddetiyle sürdüğü bu yıllarda, oğulları Ahmet ve Nesuhi Beyler, caza merak salıp, siyah mahallelerindeki müzik dükkanlarını turlar, Howard Tiyatrosu’ndaki konserlerin müdavimi olurlar. Derken, gençler babalarının onayını alıp, mekan sıkıntısı yaşayan siyah müzisyenleri pazar günleri önce öğlen yemeği, ardından da doğaçlama performanslar için elçiliğe davet ederler. Misafirler arasında Duke Ellington, Count Basie, Lester Young, Benny Carter ve Johnny Hodges gibi caz tarihi kitaplarında bölüm başlıklarına denk gelen isimler vardır. Milliyet SANAT Nisan 2013

AP’den Charles J. Gans, şu anekdotu aktarıyor keyifli haberinde: Çeşitli Güneyli senatörler elçilikteki bu temaşaya öfkelenip, ‘Koyu derili bir şahıs evinize ön kapıdan girerken görülmüş; bu tavrı tasvip etmemiz mümkün değil’ sözleriyle tepki göstermişler Mehmet Münir Bey’e. El cevap: ‘Dostlarım evime ön kapıdan girer; ancak dilerseniz sizleri arka kapıda da karşılayabiliriz.’

İADE-İ ZİYARET Hikayenin geri kalanı hepimizin malumu: 1947’de genç Ertegünler ABD’nin ilk caz ve gospel plak firmalarından Atlantic Records’u kurdular; Ray Charles ve Aretha Franklin’den tutun John Coltrane ve Charles Mingus’a kadar pek çok ustanın kariyerinde, hatta genel olarak II. Dünya Savaşı sonrası caz rönesansında öncü rol oynadılar. Kavuğun bugünkü sahibi, anaakım cazın hiç tartışmasız en büyük temsilcisi Herbie Hancock. Piyanist, Uluslararası Caz Günü’nü İstanbul’a taşıyarak Ertegünler’in musikişinas ve siyahperver elçiliğine 80 yıl sonra nazik bir iade-i ziyaretle yanıt veriyor adeta; hem de UNESCO’nun İyi Niyet Elçisi sıfatıyla. Sayın elçi İstanbul’a beraberlerinde epey kalabalık bir maiyetle geliyorlar: İKSV organizasyonuyla 30 Nisan’da Aya İrini’de gerçekleşecek konserde öyle bir lineup var

86

Ahmet (solda) ve Nesuhi Ertegün 1947 yılında Atlantic Records’u kurdular.

ki, “Keşke filanca da gelseydi,” diyenler çarpılabilir: Piyanist kadrosundan John Beasley, George Duke, Abdullah Ibrahim, Keiko Matsui ve Eddie Palmieri; vokalist cenahından Al Jarreau ve Dianne Reeves; trompet eşrafından Hugh Masekela, İmer Demirer ve Christian Scott; bas ustaları James Genus, Marcus Miller ve Ben Williams; davulda Terri Lyne Carrington ve Vinnie Colaiuta; gitaristler John McLaughlin, Lee Ritenour, Joe Louis Walker ve Bilal Karaman; saksofonda Wayne Shorter, Jimmy Heath, Da-


649-milsanat-86-87

3/26/13

5:21 PM

Page 3

Aya İrini’deki konserde Hüsnü Şenlendirici ve Anat Cohen (sağda) klarnette olacaklar.

le Barlow, Igor Butman, ve Liu Yuan; klarnette Anat Cohen ve Hüsnü Şenlendirici; kemancı Jean-Luc Ponty; perküsyonist Pedro Martinez...

DEAR OLD ISTANBUL Miles Davis tekkesinden el alan Herbie Hancock, gerek 1960 ve 1970’lerde gerek olgunluk döneminde, cazı diğer müzikal janrlara doğru genişleten kuşaktan. Bundan tam 50 yıl önce, 23 yaşındayken girdiği İkinci Miles Davis Quintet’te yeteneklerini bileyen Hancock, 1964 ve 1965’te yayınladığı iki albümüyle post-bop’un temellerini attı. 1970’lerin başlarında trompetin pirinin “Bitches Brew” albümünün yoğun etkisiyle, elektronik müzikte deneylere girişti, ardından funk’a uzandı. İzleyen yıllarda da rahat durmayan Hancock, özellikle cazın kurucu isimlerinin eserlerini yorumladı, sahiplendi. 1990’larda Miles Davis’in diğer öğrencileriyle beraber ustaya selam duruşunda bulundu (“A Tribute to Miles”, 1994); 2000’lerde de George Gershwin ve Joni Mitchell’a saygı albümleri çıkardı. 2010’da yayımladığı son albümü “The Imagine Project”te kendisine Dave Matthews, Anoushka Shankar ve Jeff Beck gibi isimler eşlik etti. 30 Nisan gecesi, Wayne Shorter, Marcus Miller, John McLaughlin, Jimmy Heath, George Duke gibi Miles Davis mektebinden mezun kadim dostlarıyla birlikte bize oldukça eklektik, post-bop’tan füzyona uzanan bir program sunmasını bekleyebiliriz Hancock’un. “Uluslararası Caz Günü, müziğin birleş-

Caz gazilerinin geçit töreni mahiyetindeki bu kutlamaları izleyecek şanslı faniler ayrıca tarihe geçme şansı da yakalayacak, zira UNESCO ve Thelonious Monk Caz Enstitüsü performansı internet sitelerinden canlı yayınlayacak. Al Jerreau

tirici özelliğini vurgulamak, desteklemek ve artırmak için bir vesiledir,” diyor piyanist: “Dünyanın dört bir yanında 24 saat boyunca caz müziği kutlanıyor, araştırılıyor ve icra ediliyor. Cazın simge isimleri (...) deneyimlerini ve performanslarını yedi kıtaya yayılmış büyük ve küçük kentlerde serbestçe paylaşırken aralarındaki işbirlikleri de çoğalıyor.” Caz gazilerinin geçit töreni mahiyetindeki bu kutlamaları izleyecek şanslı faniler

87

ayrıca tarihe geçme şansı da yakalayacak, zira UNESCO ve Thelonious Monk Caz Enstitüsü performansı internet sitelerinden canlı yayınlayacak. Öte yandan 30 Nisan günkü etkinlikler İstanbul’la da sınırlı değil. 30’dan fazla ülkede yaklaşık 80 etkinlik planlanmış. Ermenistan’da, Erivan Belediyesi bir açık hava konseri düzenleyecek ve Erivan’daki birçok okulda caz tarihini anlatan dersler ile caz performansları başlatacak. Meksika’nın çeşitli eyaletlerinde caz konserleri düzenlenecek. Danimarka’nın Kopenhag şehri, müzisyenlere yönelik seminerler ve performanslardan oluşan “Jazz as a Verb” etkinliğine ev sahipliği yapacak... Göz açıp kapayana kadar üçte birini tükettiğimiz 2013 yılının az bilinen bir özelliği, Afrika Kökenli İnsanlar On Yılı’nın başlangıcı olması. Eski Kıta ile Kara Kıta arasındaki konumu itibariyle giderek artan sayıda Afrikalı’ya -seyyar satıcısı var, müzisyeni var, işçisi var- evsahipliği eden İstanbullular olarak, dünyaya en güzel müzikal geleneklerinden birini armağan eden bu halka bir saygı duruşu borçluyuz sanki. Tek yapmamız gereken, İstanbullu bir ailenin 80 yıl önce evine ön kapıdan buyur ettiği kara ruhun çağrısına riayet etmek. MS Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-88-89

3/25/13

4:31 PM

Page 2

MÜZiKAL GÜNCE NAİM DİLMENER

naimdilmener@gmail.com

Gülşen’den aynı standart bakış açısının dile getirildiği aynı cümleler... Dışardakilerin bizim ‘60 ve ‘70’li yıllarımıza, özellikle de Erkin Koray’a duydukları ilgi sürüyor... Nilüfer’in rock düet’lerinin ikincisi... Rock’u paspas yapmayacak kadar ciddiye alan grup: TNK

Bazıları için dünya hiç dönmüyor müziğimiz (sinemamız/edebiyatımız) için de birileri yapabilseydi.

4 MART PAZARTESİ

1 MART CUMA “Ölmeden Önce... Gereken 1001...” serisinin en güzel kitaplarından biri Türkçeye çevrildi nihayet: “Ölmeden Önce Dinlemeniz Gereken 1001 Albüm”. Kapağında Debbie Hary’nin “Rockbird” albüm kapağındaki fotoğrafının yer aldığı kitap, 1955 tarihli Frank Sinatra albümü (“In The Wee Small Hours”) ile açılıyor ve 1956 (Elvis Presley’den “Elvis Presley”), 1957 (The Crickets’ten “The Chirping Crickets”) diye yıl yıl devam ederek, 2010’da (Arcade Fire’ın “The Suburbs”) sona eriyor. Türkçe baskısına Kadir Yiğit Us, Serkan Göktaş ve Murat Beşer’in de emek verdiği/katkıda bulunduğu kitap, emsalsiz bir başvuru kaynağı. Başta yayımlayan Caretta olmak üzere herkesin ellerine sağlık. Keşke aynı şey(ler)i kendi

Milliyet SANAT Nisan 2013

İlkini (fazla gürültülü bulduğum için) sevmediğim Nilüfer’in rock düet’lerinin ikincisini (“13 Düet”) korka korka dinlemeye başladım. Korktuğum kadar varmış. Hem sound, hem repertuvar, hem vokal ve altyapı anlamında bu kadar savruk, bu kadar başıboş, bu kadar topun gelişine vurulmuş bir albüm hiç görmedim. Nilüfer adına da, rock grupları adına da üzüldüm. Keşke ilk adımda kalınsa ve bu ikinci adım atılmasaymış. Hatta keşke, yıldızından firmasına varana kadar durulacak yer bilinse ve sırf para getirecek diye bazı taklalar atılmasa. Böyle albümler kısa vadede para/pul getirebilir ama uzun vadede yılların kariyerini törpüler; rock gruplarınınkini biraz biraz, Nilüfer’inkini çok çok.

5 MART SALI Dışardakilerin bizim ‘60 ve ‘70’li yıllarımıza, özellikle de Erkin Koray’a duydukları ilgi/sevgi/saygı sürüyor. Eskisi kadar sık aralıklarla olmasa da hala yeni albümler/toplamalar çıkmakta. Pharaway Sounds adlı firmanın yeni çıkardığı 2 disklik Erkin Koray albümü (“Arap Saçı”), sanatçının eksiksize yakın bir kariyer özeti. İlk dönemden örnekler de var, arabeskten sağlam bir rock çıkarabildiği (“Yağmur”) örnekler de. Ama bu tür albümlerin akla ilk getirdiği de şu oluyor artık: Acaba yabancı firmalar, bu şarkıların telif haklarını (başta Erkin Koray olmak üzere, yazarı-

88

na/seslendirenine/yayınlayanına) ödüyorlar mı? Mesela Pharaway firması, İstanbul, Kerban ve Doğan gibi plak şirketlerinin zamanında para dökerek kaydettirdikleri bu şarkılar için herhangi bir telif hakkı ödedi mi? Ödediyse bravo. Ödemediyse (bir bilenin kontrolünde yapılmışa benzeyen) albüm süper ama bu şarkıların üzerine oturuvermesinin cezasını da çekmeli.

7 MART PERŞEMBE Nilüfer’in yeni albümünün çıktığı hafta, Nilüfer’in en koyu hayranlarından Attila Şenkon’un “Gökkuşağına İki Bilet” adlı romanı da yayımlandı. Başta Buket Uzuner ve Ayşe Kulin olmak üzere, yazarlarımız arasında Nilüfer hayranı çoktur. Ama Şenkon’unki öyle böyle değildir; neredeyse, hayat damarlarından biridir. Orta yerine “Dünya Dönüyor” şarkısı yerleştirilmiş yeni kitap, yalnızca edebiyat ve müziğin iç içeliği üzerine değil, tutku üzerine de çok şey söyleyebilir/anlatabilir.

8 MART CUMA Kaç zamandır etrafımdaki herkesin, “Müthişler, dinlemelisin!” dediği Mauna Kea, nihayet “Scales” adlı albümlerini çıkardı da dinleyebildim. Yaptıkları müzik post-rock olarak adlandırılmakta ve grup, bu sound’a kafayı takmışlardan büyük saygı/sevgi görmekte... Post-rock’tan anlamam; bu kategoriden tat alarak dinleyebildiğim (Talk Talk gibi; bu da tam post-punk sayılır mı, ondan dahi emin değilim) çok az isim var. Ama Mauna Kea’ya (dünyanın en yüksek dağından almışlar isimlerini) bayıl-


649-milsanat-88-89

3/25/13

4:31 PM

Page 3

dım. Ne posttur/ne de punk ama Alan Parsons Project’e benzettim yaptıklarını ve sevmemin baş nedeni de bu olmalı. Huzurlu huzurlu gider gibi görünüp insanı ele geçirdikten sonra, tekme/tokat girişen şarkılar var “Scales” albümünde; insanı kendine getiren şarkılar bunlar.

13 MART ÇARŞAMBA 2000’lerin başlarında (Ankara’da) kurulmasına rağmen ilk EP’lerini (“Sıra Bizde”) 2000’lerin ortalarında çıkarabilen TNK için, daha sonraları her şey yolunda gitti sayılır. Fazla uzun olmayan aralarla yeni albümler çıkardılar, çok sayıda da konser verdiler. Nilüfer’in çok satmış “12 Düet”inde dahi (“Selam Söyle”) yer aldılar. Bütün bunların tek bir sebebi vardı, o da şuydu: TNK bir ekip olarak, hiçbir zaman elde ettiği başarılara yaslanmadı, yan gelip yatmadı. Her zaman daha iyisi için emek verdi. “Melankoli” adlı son albümde de doğru bildiğini yapmayı sürdürüyor. Rock’un içine düştüğü (ağır arabesk gırtlak, gürültüden insanda kulak bırakmayacak kadar yok yere sert gitarlar gibi) tuzakların hiçbirine düşmeden devam etmişler yollarına. Evet, rock’ta çığır açacak bir şey yok ortada ama böyle zamanlarda, rock’u paspas yapmamak da çok ciddiye alınması, takdir edilmesi gereken bir tavır.

15 MART CUMA Günümüz pop müziğinin yıldızlarından Gülşen, yeni albümü “Beni Durdursan mı”yı, 90’lar kuşağının en süper müzisyenlerinden Ozan Çolakoğlu ile yapmış. Bu da zaten, Gülşen’e kulak verilebilmesinin yegane sebebi olmuş. Çünkü Gülşen aynı

TNK, Basri Hayran, Özgür Aksüyek, Caner Karamukluoğlu ve Onur Ertem’den oluşuyor.

Gülşen; aynı standart kafa/mantık/bakış açısının dile getirildiği aynı sözler/tarifler/cümleler... Sözlerin bir kısmı Sezen Aksu ve Nazan Öncel etkili. Ama unuttuğu bir şey var; bu isimlerin ağzında/dilinde insani ve hayati duran, başkalarında ‘müstehcen’ durabiliyor. Hele hele üstüne, “Beni helalin say” gibi cümleler de geliyorsa... Bazıları(mız) için dünya hiç dönmüyor gibi.

19 MART SALI Müzik dünyamızın ermişlerinden Metin ve Kemal Kahraman kardeşler, “Oğul” filmi için yaptıkları müziği, albüm olarak da yayınladılar. Atilla Cengiz’in (biri memleketin kuzeyi, diğeri güneyinden iki babanın, kesişen trajik hikayelerini anlatan) filmi 2011 yılında gösterime girmişti ama filmin müziği ancak gelebildi önümüze. Savaşın çarpıklığını, anlamsızlığını hatta hatta bir ‘delilik durumu’ olduğunu anlatan filme Kahraman kardeşlerin müzikleriyle kattıkları, gerçekten paha biçilmez. Filmin görüntüler vasıtasıyla göstermeye çalıştığı şuursuzluğun her bir inişi/çıkışı, nota ve sözler vasıtasıyla desteklenmiş, anlam ve etkileri koyultulmuş. Bir tek “Oğul” şarkısını dinleyen (tabii aklı başında olmak şartıyla) biri bile, her türden

savaşın anlamsızlığına saniyesinde hükmedebilir(di). Yalnızca film müziği değil “Oğul”, resmen çağdaş bir destan.

22 MART CUMA Tarkan’ın tahtının her zaman çok fazla talibi olmuştur. ‘90’lı yılların sonlarından beri, Tarkan’ı aşağı alıp yerine kurulmak isteyen onlarca insan çıktı, yüzlerce deneme yapıldı. Başarılı olan da yoktur. En fazla yaklaşabileni Murat Boz oldu, onun da hali ortada: Tarkan’a teğet geçiyor. Ama durum böyle/zor diye vazgeçiliyor mu? Hayır. Son talip Arman. İskender Paydaş’ın prodüktörlüğünü yaptığı (kendi adını taşıyan) ilk albümünde, ‘buram buram’ Tarkan rüzgarları estiriyor. O kadar Tarkan ki düzenlemeleri yapanların da eli/aklı kaymış ve sık sık “Oynama şıkıdım şıkıdım” hareketleri çekmişler alt yapılardaÖ Tarkan Tarkan’dır sonuçta. Arman’dan da (imkan bulup ikinci, üçüncü albümünü yaparsa tabii) kayda değer bir solist çıkabilir. Kendine ait bir vokal tarzı olmamasına rağmen tekniği/telaffuzu iyi. Ve daha mühimi: Popun emrettiği kadar da yakışıklı. Çalış(tırıl)arak Tarkan’ı olmasa bile Murat Boz’u yerinden edebilir. MS

Aydınlık popun son işaret fişeği 2 MART CUMARTESİ

Ayça Varlıer

Ayça Varlıer’in ilk albümü “Elif”i saatlerce dinledim bugün. Epeydir heyecan ve merakla beklemekteydim bu albümü; beklediğime değmiş. Başta Emir Ersoy, Çağrı Sertel ve Eylem Pelit olmak üzere, her biri ayrı ayrı mükemmel onlarca müzisyenin desteği ile yapılmış bu albüm, yalnızca sesi güzel/vokal yeteneği olağanüstü Ayça Varlıer’in pop alanına zengin bir giriş yaptığının işareti değil; aynı zamanda, pop dediğimiz ve kimselerin artık

89

kayda değer bir yenilik ya da gelişme beklemediği bir alanda, birilerinin hâlâ bir şeyler yapmaya niyetli/istekli olduğunun da işareti... Bu zamanda ancak Mustafa Karahan’ın TMC’si böyle bir albümün altına elini koymaya cesaret edebilirdi. Ve bu kadro, ancak bu kadar yetenekli bir ismin, Varlıer’in etrafında kenetlenebilirdi. Varlıer ve arkadaşlarının yaptığı, temiz hatta aydınlık bir popun devam edebileceğinin de son işaret fişeği.

Milliyet SANAT Nisan 2013


649-milsanat-90-91

3/25/13

5:23 PM

Page 2

ALBÜM

yerli

ALİŞAN ÇAPAN

alisancapan@hotmail.com

Özlem Tekin

“Yalnızlıkla Yaptım” / Aydilge (DokuzSekiz Müzik) ★★ Üç yıl aradan sonra yeni albümü “Yalnızlıkla Yaptım”ı yayınlayan Aydilge, on şarkılık yeni çalışmasında eski albümlerine kıyasla daha hüzünlü şarkılara yer verdiğini söylüyor söylemesine ama bizce hüzünlü şarkıları bile neşeyi elden bırakmıyor. Münir Nurettin’e selam sarkıttığı “Heybeli” bu duruma iyi bir örnek. Albüme adını veren Alen Konakoğlu bestesi “Yalnızlıkla Yaptım”, dinleyicide yer yer bir Hint ya da Japon şarkıcısı dinlediği hissiyatı uyandıran çıkış parçası “Ben Yine Aşık Oldum” kalburüstü bir albümle karşı karşıya olduğumuzun ispatı. 15.90 TL.

“Flu” / Feridun Düzağaç (DMC) “Kargalar” / Özlem Tekin (On-Air Müzik) ★★★ Rock müziğimizin aykırı seslerinden Özlem Tekin uzun bir aradan sonra yeni albümü “Kargalar” ile müzik marketlerde yerini aldı. Albümle aynı adı taşıyan çıkış şarkısının klibinin TV’lerden veto yemesiyle gündeme gelen Tekin’in yeni albümü bundan çok daha fazlasını hak ediyor. Yer yer trash, speed hatta death metal sularına yelken açan Özlem Tekin’in başarılı albümünde bizce öne çıkan parçalar “Kıyamet” ve “Asker”. 16.90 TL.

klasik

“Recital” / Nigel Kennedy (Sony Music Classics) ★★★ 1956 Brighton doğumlu İngilizlerin daldan dala konan dahi kemancısı Nigel Kennedy geçtiğimiz günlerde yeni çalışması “Recital”i müzikseverlerin beğenisine sundu. Kariyerinin başlarında hemen hemen bestelenmiş tüm önemli keman konçertolarını yorumlayan Kennedy, zaman içinde klasik müzik kalıplarını aşarak klezmer ve caz türlerini de kendine özgü uslubuyla icra etmeye soyundu. Müzisyen, Abbey Road stüdyolarında kaydettiği “Recital” adlı yeni albümünde S.Bach, Fats Waller ve Dave Brubeck gibi isimlerin yapıtlarını yorumluyor. 29.90 TL.

Nigel Kennedy

Milliyet SANAT Nisan 2013

★★★ Feridun Düzağaç, DMC etiketiyle “Flu” adlı albümünü yayınladı. On şarkının yer aldığı “Flu” albümünde, yedi şarkının söz ve müziği Feridun Düzağaç’a ait. Fikret Kızılok imzalı ‘Tek Başına’, söz ve müziği Şemi Diriker’e ait olan Esmeray klasiği “Unutama Beni” ve Murat Hasarı şarkısı olan “Yaz’”, Düzağaç’ın albümünde yer vermeyi uygun gördüğü üç cover. Başta “Gönül” olmak üzere “Bugün”, “Belki Bir Gece” ve çıkış şarkısı “Senin Yüzünden” sadık Düzağaç hayranlarını fazlasıyla memnun edecek kadar iyi şarkılar. Düzağaç istikrarını koruyor. 17.90 TL.

90


649-milsanat-90-91

3/25/13

5:23 PM

Page 3

yabancı

caz

“Delta Machine” Depeche Mode (SONY Music) ★★★ Post-punk döneminin öncü isimlerinden Depeche Mode merakla beklenen 13. stüdyo albümleri “Delta Machine” ile müzikseverlerin karşısında. Albümün ilk kırkbeşliği olarak yayınlanan “Heaven” ve onu takip eden “All That’s Mine” grubun hâlâ formda olduğunun ispatı. Şimdiye dek 20’nin üstündeki ülkede, her biri ilk 10’a giren 12 albüm yayınlayan Depeche Mode, son olarak 2009’da “Sounds of The Universe”ü yayınlamış ve 14 ülkede 1. sıraya yerleşmişti. Santa Barbara, Kaliforniya ve New York’ta Ben Hillier prodüktörlüğünde kaydedilen “Delta Machine” grubun hayranlarını fazlasıyla memnun edeceğe benzer. 24.90 TL.

2. “Get Up!” / Ben Harper (Universal) ★★★★ Ülkemizde de hayli sevilen ABD’li müzisyen Ben Harper’ın usta mızıkacı Charlie Musselwhite eşliğinde kaydettiği on ikinci stüdyo albümü “Get Up” sanatçının 2011 tarihli “Give Till It’s Gone”dan sonra yayınladığı ilk çalışma. Albüm boyunca blues, gospel, roots ve R&B sularında ustaca seyreden müzisyenler arasında gitarda Jason Mozersky, basta Jesse Ingalls ve davulda Jordan Richardson’ın hakkını teslim etmeli. Özellikle Musselwhite’ın usta işi katkısıyla tipik bir Ben Harper şarkısından tipik bir Tom Waits klasiğine dönüşen açılış parçası “Don’t Look Twice” tek kelimeyle nefis. 29.90 TL.

“As It is” / Alexei Lubimov (ECM New Series) ★★★ Ünlü ECM firmasının yeni serisi klasik müziğin modern müziğe evrildiği kavşakta karşımıza çıkan 20. YY’ın en yaratıcı bestecilerinden biri olan John Cage’in 100. doğum yıldönümünde yayınladığı saygı duruşu niteliğinde bir albümle karşımızda. Rusya’da yıllarca Cage’in müziğinin bayraktarlığını yapmış, daha sonra bizzat Cage ile de çalışma fırsatı bulmuş olan Rus piyanist Alexei Lubimov’un Natalia Pschenitschnikova eşliğinde kaydettiği repertuarda, ağırlıklı olarak Cage’in 1930’lar ve ‘40’lardan derlenmiş piyano yapıtları ve şarkıları yer alıyor. 29.90 TL.

Kübalı piyanist Omar Sosa usta işi bir albüm yayınladı.

Eggün: The Afrielectric ExperienceOmar Sosa, (Ota) ★★★ Batı Afrika kökenli Ifa inancında, öbür dünyaya göç etmiş aile yakınlarına ve ruhsal liderlere Eggûn denirmiş. Kübalı piyanist Omar Sosa’nın son albümüne bu adı vermesi de aslında bir tesadüften çok biliçli bir tercihe işaret ediyor. Sosa’nın 2009 yılında Barcelona Caz Festivali yönetiminden aldığı bir sipariş üzerine bestelediği Miles Davis’in “Kind of Blue” çeşitlemeleri, basit bir saygı duruşunun ötesinde Sosa’nın kendi özgün açılımını ortaya koymaktan kaçınmadığı usta işi bir çalışma olmuş. “All Blues” gibi eserleri son derece cool bir yorumla yeniden inşa eden “Alejet”, gibi örnekler Omar Sosa ve saz arkadaşlarının yetkinliklerini göz kamaştırıcı bir şekilde ortaya koyuyorlar. 36.90 TL.

“Funky Dervish” / Yinon Muallem (Ahenk Müzik) ★★★★ Yinon Muallem’in geçtiğimiz günlerde yayınlanan altıncı albümü “Funky Dervish” bize yılın en sıkı albümlerinden birini müjdeliyor. İkisi dışında tüm bestelerin Yinon Muallem’e ait olduğu albümde kendisine her zamanki grubu Rast Ensemble’ın yanı sıra Mehtap Meral (vokal), Mümin Sesler (kanun) ve Hüsnü Şenlendirici (klarnet) gibi önemli isimler eşlik ediyor. Yinon Muallem’in Ortadoğu’nun farklı kültürel zenginliklerini kendi eleğinden geçirerek yeniden ürettiği “Funky Dervish” albümünde yer alan şarkılar usta işi bir albümle karşı karşıya olduğumuzun kanıtı. 14.90 TL.

91

Milliyet SANAT Nisan 2013


3/26/13

5:22 PM

Page 2

SAHNE SANATLARI

649-milsanat-92-93

Külkedisi rolünde Şeniz Çimen, Prens’te ise Fırat Halavut oyunculukları ile atmosferi zenginleştiriyor.

Çocuklara operatik sesle

“Külkedisi” Şubat ayı başında İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde sahnelenen “Külkedisi”, nihayet opera estetiğini küçük çocuklara itici olmadan gösterebilen ilk çalışma olarak çıktı karşımıza. Tiyatro sahnelerinde çocuklar için sunulan bu çok ünlü masal, klasik müzik eserleri ve opera aryaları eşliğinde sunuluyor.

Çocuk yapıtlarında uzmanlaşan Şebnem Özsaran’ın mizahı ön plana alan hareketli rejisi ile küçük izleyicilerin dikkatini sürekli diri tutan bir çocuk operası çıkmış ortaya.

Milliyet SANAT Nisan 2013

92


649-milsanat-92-93

3/26/13

5:22 PM

Page 3

KEMAL KÜÇÜK kemalkucuk@ttmail.com

“ÇOCUKLAR GELECEĞİMİZDİR” lafını çok severiz de, onlar için yapılan sahnelemelere ‘çocuk oyuncağı’ gözüyle bakıp, giderek müzik eşlikli her şaklabanlığı tiyatro diye yutturmaya çalışırız. Günümüzde çocuk oyunlarının tiyatral ve pedagojik açıdan sanatsal seviyesi önemli bir tartışma konusu. Ama bizim konumuz bunların müzikle olan ilişkisi. Müzik, çocuk oyunlarının ayrılmaz parçası olunca her kurum ‘müzikli çocuk oyunu’ sahneliyor: Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatroları, özel tiyatrolar, gezici amatör tiyatrolar, bankaların kurduğu çocuk tiyatroları...Ya Devlet Opera ve Balesi ne yapıyor? O da adındaki ‘opera’ tanımını unutup, ‘müzikli çocuk oyunu’ sahneliyor! Hem de tiyatro oyuncularının rahatlıkla sahneleyebileceği çocuk oyunlarını... Opera’nın Devlet Tiyatroları’ndan ayrılıp, ayrı bir genel müdürlük olarak yapılandığı günden bu güne, opera kurumlarının çocuklar için sahnelediği oyunlara baktığımda, hep ‘opera’ bilincinin neden unutulduğunu sormuşumdur. Oysa Türk Tiyatrosu zaten bu görevini yakın zamana kadar ‘sulandırmadan’ yeterince yapmıştı. Türkiye’de sahnelenen ilk çocuk oyunu 1935’te Darülbedayi’de Muhsin Ertuğrul’un isteği ile amcam Kemal Küçük tarafından yazılıp yönetilen “Çocuklara ilk Tiyatro Dersi” adlı oyundur. 1947’de Ankara Devlet Konservatuarı da Mümtaz Zeki Taşkın’ın “Altın Bilezik” adlı oyunu ile bu kulvara girdi. Günümüze kadar Türk ve dünya edebiyatının önemli çocuk yapıtları, müzikli çocuk oyunu olarak yukarda saydığım her tür tiyatro kurumunda sahnelenmekte.

OPERATİK SES NEREDE? Yaklaşık iki yıl önce Devlet Operası bünyesinde oluşturulan Çocuk Prodüksiyonları Kurulu opera estetiğini çocuk yapıtlarına yansıtır diye ümitlenmiştim. Genel müdür yardımcısı başkanlığındaki kurul, Ankara Devlet Opera ve Balesi genel koordinatörü, genel müdürlük dramaturgu ve bir pedagogdan oluşuyor. Ancak, kurul başkanının kendi yazdığı ve Selman Ada’nın bestelediği “Keloğlanın Sırrı”nı izlediğimde yine opera estetiğinin unutuluşuna şaşırmıştım. “Ali Baba ve Kırk Haramiler”, “Aşk-ı Memnu” gibi iki operası olan Selman Ada’nın müziği, opera sanatçıları-

na gerek kalmadan tiyatrocuların da seslendirebileceği bir müzikti ve operatik sese alıştırma işlevi ne solist ne de koro yazısı olarak bu eserde görünüyordu. Ancak bestecisinin özgeçmişinde bu müzikli çocuk oyununa çocuk operası olarak opus numarası vermesi ayrı bir ironiydi. Üstelik çocuk edebiyatında temel alınan küçük çocuk - büyük çocuk kategorisi bu oyunda da dikkate alınmamış, oyunun konusu, olay örgüsü, esprileri ve mesajları açısından küçük çocuklar için düşünülmüştü. Anaokulu öğrencileri için ilginç olacak böyle bir eserin 9 yaş üstü çocuklar için bir şey ifade etmeyeceği açık. Bu tür yapıtların çocuk izleyiciler için böyle bir kategorik ayrım yapılmadan ‘çocuk oyunu’ adı altında tanıtılması, aslında tüm opera kurumlarının dikkatinden kaçan önemli bir sorun.

UMUT VEREN KÜLKEDİSİ Şubat ayı başında İzmir Devlet Opera ve Balesi’nde sahnelenen “Külkedisi” ise, nihayet opera estetiğini küçük çocuklara itici olmadan gösterebilen ilk çalışma olarak çıktı karşımıza. Tiyatro sahnelerinde çocuklar için sunulan bu çok ünlü masal, klasik müzik eserleri ve opera aryaları eşliğinde sunuluyor. Işık Noyan’ın ünlü masalı esas alarak yeniden yazdığı eseri Şebnem Özsaran sahneye koyuyor. Dekor Kaan Güreşçi, kostümler Sevda Aksakoğlu ve Gülay Korkut imzasını taşıyor. Yapıtta Edward Elgar, Eric Satie, Çaykovski, J. Strauss, J. Offenbach’ın uvertür ve sahne müzikleri konu içinde banttan verilirken, “Çingene Baron”, “La Traviata”, “Don Pasquale” operalarından aryalar, piyano eşliğinde rol alan sanatçılar tarafından seslendiriliyor. Çocuklar için “Külkedisi”nin Verdi’nin “La Traviata” operasından “Addio del Passato”yu seslendirmesi ilginç bir deneyim olurken, dramatik akış içinde, masal kahramanına çok yakışmış. Yine Massenet’in “Elegie”si masal kahramanının şarkısı olarak, çocuk dinleyicilere ‘operatik’ sesin lirik anlatımını çok güzel iletiyor. Prensin, G. Donizetti’nin “Don Pasquale” operasından Ernesto’nun aryası, “Com’e Centile”yi söylemesi, opera estetiğinin bir masal içinde çocuklara iletilmesinde tam anlamıyla ‘cuk oturmuş’. Operaya uzak kitlelerin, kadın ve erkeklerin sahnede gereksiz ve anlamsız ‘bağırması’ olarak algıladığı operayı, ünlü eserlerin ünlü aryalarını, masal kişiliklerinin ağzından kendi estetiği içinde, yerinde ve dozunda küçük çocuklara sunan eser, önemli bir işlevi yerine getiri-

93

Operaya uzak kitlelerin, kadın ve erkeklerin sahnede gereksiz ve anlamsız ‘bağırması’ olarak algıladığı operayı, ünlü eserlerin ünlü aryalarını, masal kişiliklerinin ağzından kendi estetiği içinde, yerinde ve dozunda küçük çocuklara sunan eser, önemli bir işlevi yerine getiriyor. Üstelik bunu didaktik olmadan başarabiliyor. yor. Üstelik bunu didaktik olmadan, pedagojik ölçüler içinde başarabiliyor. Bir opera kurumunun çocuk prodüksiyonlarında ana amaç da zaten bu olmalı. Üvey anne ile iki kızının J. Strauss’un “Çingene Baron”undan söyledikleri üçlü, ya da Prens ile Külkedisi’nin Verdi’nin “Traviata”sından “Brindisi”yi seslendirmesi, küçük izleyicilerin duygu ve düşünce dünyasına hiç yabancılaşmayacak bir deneyim yaşatıyor. Külkedisi’nde Şeniz Çimen, Üvey Anne’de Feride Uluçay, Javotte’de Çigdem Tezişçi, Prens’te Fırat Halavut, Anastasia’da Ayça Altar, oyunculukları ile de bir çocuk operası atmosferini zenginleştiriyor. Sekiz dansçının yer aldığı danslarda Murat Ersoyluoğlu’nun koreografisi samimi ve sempatik. İZDOB Çocuk Balesi öğrencileri, Hülya Nüfusçu’nun koreografisi ile zenginleşen danslarıyla çocuk izleyicilere bir opera bütünlüğü içinde masal izlettirmede çok sevimli katkılar sağlıyor. Aryalarda solistlere eşlik eden piyanoda Silvain M. Souret çok başarılı. Çocuk yapıtlarında uzmanlaşan Şebnem Özsaran’ın mizahı ön plana alan hareketli rejisi ile küçük izleyicilerin dikkatini sürekli diri tutan bir çocuk operası çıkmış ortaya. İZDOB’un sahnelediği “Külkedisi” bu açıdan ‘operaya’ yakışan ve çocukları operaya yakınlaştıran gerçek bir çocuk operası denemesi. Diğer opera kurumlarında da mutlaka sahnelenmeli. Buna benzer yeni çalışmalar yapılmalı. MS (0232) 489 36 38 11, 12 ve 23 Nisan 2013 Milliyet SANAT Nisan 2013


SAHNE SANATLARI

649-milsanat-94-95

3/25/13

5:25 PM

Page 2

Prozac gibi operet

Danilo rolünde, geniş hayran kitlesine sahip Hakan Aysev kastlardan biri.

İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Franz Lehar’ın mutluluk kaynağı opereti “Şen Dul”u sahnelemeyi bu sezon da sürdürüyor. Oyuncuları, orkestrası ve rejisiyle eserin özüne dokunan bir “Şen Dul” bu. UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

“SAN-Kİ BİİİR bil-me-ceee ka-dınlaaaar”ın müziği çalıyor şimdi ama bu kez oyuncular hem şarkıyı söylüyor hem de ritmik adımlarla sahne önüne yürüyor, selama çıkıyorlar. Bir “Şen Dul” temsili daha bitmiş. 2.5 saatlik nefis bir operet izlemişim. Her ânı mutluluğa dönük öyküsünün tadı damağımda kalmış; müzikleri çok sevmiş, entrikalara gülmüşüm. Şimdi selam sırasında doyasıya alkışlıyor, müziğe katılmak istiyorum. “Şen Dul” gerçekten de bir tür ‘prozac’. Söylendiğine göre, “Şen Dul Valsi” (ballsirenen) sırasında heyecan seMilliyet SANAT Nisan 2013

bebiyle kalpten giden bir kişi de olmuş. Doğrudur, sözleriyle dansa çağıran bu meşhur vals, yükselişli müziğiyle çarpıntı yapabilir. Yan etkisi de var yani. “Şen Dul” 1905’teki prömiyerinin ardından pıtrak gibi Avrupa kentlerine yayılmış, onlarca dile çevrilmiş bir eser. Her yerde azılı fanatikleri var. Operet janrının balo, yüksek sınıf hayatı, aldatan koca, dünyevi zevk düşkünlüğü gibi tüm klişelerini içeriyor içermesine ama bu türden beklenmedik şekilde gelen edebi açılımıyla olsun, akılda kalıcı ve kitlelere mal olmuş ezgileriyle olsun, onu saran hayranlık halesini ve dünyanın en iyi iki operetinden biri unvanını fersah fersah hak ediyor. Adı gibi şen bir operettir bu ve şenlik katman katman, çeşit çeşit gelir. İlk perde başında elçilikteki davette eşlerinden sı-

94

kılmış hanım ve beylerin başkalarıyla kur yapmalarının sorumsuz neşesi vardır. Züppeler, zengin yalakaları, macera arayan elçi eşleri gözümüze hiç de olumsuz gelmez. Zira niyet eleştirellik değildir; iklimi tatlı tatlı yükselten yumuşak ezgilerle sarılmıştır tüm karakterler.

PARANIN NE ÖNEMİ VAR? ‘Şen Dul’ tamlaması koca ölümüyle gelen miras ve özgürlükle mutluluğu bulan kadın anlamında bir klişedir aslında. Oysa baş kadın rolümüz Hanna Glawari bu klişeye ne denli terstir. Göründüğü andan itibaren, paranın nimetleriyle mutluluğu bulabilecek birine benzetemeyiz onu. Kocasından kalan 500 milyonun kokusuna gelen züppelere inanmadığı gibi, mutluluk mevzusunun para dışında bir yerlerde seyrettiğini de hissetti-


649-milsanat-94-95

3/25/13

5:25 PM

Page 3

Söylendiğine göre, “Şen Dul Valsi” sırasında heyecan sebebiyle kalpten giden bir kişi de olmuş. Doğrudur, sözleriyle dansa çağıran bu meşhur vals, yükselişli müziğiyle çarpıntı yapabilir. Yan etkisi de var yani.

Şebnem Usanmaz (üstte) Hanna Glawari karakterine hayat veriyor.

rir tavırlarında. Nitekim eserin eksenini, davette ilk gençlik aşkı Danilo’yla karşılaşması, iki eski sevgilinin birbirlerine karşı hislerini hatırlamaları ve inatlaşmaları oluşturur. Gençlik yıllarında Danilo’nun amcası Hanna’yı sosyal sınıfına uygun bulmamış ve yeğenine ayrılması yönünde telkinde bulunmuştur. İki genç birbirlerini sevdikleri halde ayrılmışlardır. Şimdi Hanna, Danilo’dan ‘seni seviyorum’ sözcüklerini duymak ister. Danilo ise parası için birini sevdiğinin zannedilmesinden büyük bir onursuzluk hissedebileceğini düşünür ki bana sorarsanız “Şen Dul”un esas mevzularından biri budur. Başka bir deyişle, eserin özü aşk, yeniden birleşme ve paranın önemi/önemsizleşmesidir aslında. Bu iki karakteri eser boyunca inanılmaz komik bir olay örgüsü sarar. Hanna ve Danilo esasen Pontevedro ülkesinin vatandaşlarıdır ve davet Paris’teki elçilikte geçer. Elçinin derdi ise başkadır. Pontevedro, çok fakir bir ülkedir ve eğer Hanna Parisli biriyle evlenirse paralar ülke dışına gitmiş olacaktır. Bu nedenle Hanna’nın aciliyetle Pontevedro’lu biriyle evlendirilmesi gerekmektedir.

Başka alt öyküler de vardır “Şen Dul”da ve hepsi akıcı bir tiyatroya hizmet eder.

TEMPOSU DÜŞMÜYOR Ezgileri bir harikadır “Şen Dul”un. “Da, geh ich zu Maxim” (Gidelim Maxim’e), boşvermiş Danilo’nun teselliyi gece eğlencelerinde aramasını anlatır. Üstelik bir damlacık gizli gözyaşı da vardır bu hesapsızlığı öven basit ve etkili ezgide. Eserin ortasında, erkek karakterlerin içkili erkek eğlencesi sırasında toplanıp söyledikleri, kadınları hem öven hem de onlarsız yaşamın imkansızlığından dem vuran, dertleşmeli “Sanki bir bilmece kadınlar” marşvari ritmi ve eğlenceli sıçramalarıyla ne muhteşem bir vodvil yedilisidir! “Şen Dul”un her yeri, oyunla, matraklıkla doludur, ama bir taraftan da yaşanmışlık, ayrılık, paranın işleri karmaşıklaştırması gibi konular insani bir fon oluşturur ve bu da eseri sabun köpüğü olmaktan her bakımdan uzaklaştırır. İnsani meseleleri, trajikliğe kaydırmadan, mutluluğa dönük ele almanın örneği olur. İstanbul Devlet Opera ve Balesi’nin

95

sahnelediği “Şen Dul” temposu düşmeyen, incelikleri yansıtan bir yapım. Rejide Aytaç Manizade az sayıda objeli dekor tasarımı kullanıyor. Sonuçta önemli olan, sahnenin zengin ya da sade olması değil, dramaya uygun olması. Ancak bu tür dekor yaklaşımlı rejinin, seyirciyi katışıksız biçim üzerinde hayal kurmaya fazlaca yönlendirmek yoluyla, yanlışlanması zor bir durum yarattığını ve gizli bir kolaycılığı olabileceğini de düşündüm. Dekordaki bitişme çizgilerinin görünmesinin nedenini ise çözemedim, belki de anlayamadığım bir şey kast 0ediliyordu. Danilo rolünde, geniş hayran kitlesine sahip Hakan Aysev kastlardan biri. Seyirci ile olan bağı, Danilo’nun serseri-olgun karakterini daha da sıcak bir havaya büründürüyor. Kendi operatik zevkim açısından keşfim ise Hanna Glawari’deki Şebnem Usanmaz oldu. Gerçekten tam bir operet sesi, çok düzgün bir müziksel okuma ve inanılmaz iyi çalışılmış bir aksiyon geçidiyle, çok başarılı bir şen dul çıkarıyor Usanmaz ve bu rolü dünya çapında söyleyebilecek şarkıcılarından biri. Baron Mirko Zeta’da Sevan Şencan ve Valencienne’de Deniz Erdoğan Likos, doğru oyunlarıyla, eserin ek yerlerini akışkan bir şekilde bağlıyorlar ki bu noktada rejinin netleştirmeleri yerinde. Toplamda kostüm, koro, hafif dans, orkestra, şarkıcılık ve oyunculuk olarak ortanın üstü bir “Şen Dul” bu. Klasik müziğin daha ‘entelektüel’ kesimi operete burun kıvırır genellikle. Bence, önemli oldukları öğretilmiş sözüm ona yüksek mevzuları önemli bulmaya çalışıp, kendilerine buradan bir önem devşirmeye - dikkat edilirse 3 kez önem demek durumunda kaldım - ve yücelmeye çalışan bu kişiler eğlenmeyi bilmiyor. Operetleri müzik olarak fazla basit bulan ya da zaman geçirici hap olarak gören yaklaşımlarıyla baş başa bırakıyorum onları. Sarıp sarmalayıcı ve morali yüksek tutan konu ve melodileriyle, felsefe yapmadan mutlu kalmayı doğalında bilmenin yollarından biridir operet. Ve bu çok zor bir sanattır. Spontanlık içermelidir. Değer hiyerarşileri ve ağırlık baş düşmanıdır. Hafifliği fark etmeden korumanın, mutluluğu bilinçsizce bilmenin değerini anlayıp görenlere tavsiye ediyorum. Ötekiler, siz gitmeyin lütfen. MS 0212 252 11 11 25, 26 ve 27 Nisan 2013. Milliyet SANAT Nisan 2013


SAHNE SANATLARI

649-milsanat-96-99

3/26/13

5:23 PM

Page 2

“Kendimi çarkın dişlisine kaptırmadım” Bu yıl Nâzım Hikmet’in 111. doğum yılı ve 50. ölüm yıldönümü. Bu vesileyle Zeliha Berksoy, Nâzım’ın en az bilinen eserlerinden birini, “Jokond ile Si-Ya-U”yu sahneliyor. Bu oyunla sahneye küskünlüğünü bozan Berksoy’la ilk kez 35 sene evvel rol aldığı “Jokond ile Si-Ya-U”yu konuşmak üzere buluştuk. EZGİ ATABİLEN eatabilen@hurriyet.com.tr

● “Jokond ile Si-Ya-U” oyununu ilk kez 1978’de, Ergin Orbey rejisiyle oynamıştınız. Az zaman değil, aradan 35 sene geçti. Metnin yorumlanışında neler değişti? İlk kez İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda oynamıştım. Ardından, Dostlar Tiyatrosu’yla Ankara turnesine gittik. İstemişti Genco (Erkal). Sonra 2008’de Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali’ne Dikmen Gürün istedi. O zaman yine sahneye koydum hem de oynadım. Orada Jokond’u gözünden, onun kılığında ele aldım meseleyi. Fakat böyle eserlerde Brecht’te de bu çok vardır - zaman içinde farklı perspektiflerden alabilirsiniz rejiyi. Bugün özellikle Irak savaşı, Arap Baharı falan baktığınız zaman başka bir devinim var dünyada. Bu devinimde ben Jokond olarak değil, bu kez Nâzım’ın anlatıcılığında, ve antiemperyalist proteste daha ağırlık vererek oynuyorum. ● Son 35 senede siz kim bilir ne kadar değiştiniz... Hepsi değişti tepeden tırnağa. İlk oynadığımda daha gençtim. Çok hızlı oynuyordum. Kondisyon önde gidiyordu. Bugün oynadığımın yarı zamanında oynu-

Milliyet SANAT Nisan 2013

yordum. Bugün 50 dakika sürüyor, o zaman 20 dakikada oynuyordum. Düşünün nasıl bir hız yapıyordum ben. Şimdiyse tabii tadını çıkararak oynuyorum. Çünkü artık hayatı yaşamışım. Yani bunda yaşanmışlığın da getirdiği bir avantaj, bir anlayış var. Hele oyunculukta en önemli şey. Yaşanmışlığın getirdiği çok şey vardır. ● Bu yaşanmışlığın kazandırdıklarıyla sizin eseri okuyuşunuz da bir o kadar değişmiş olmalı. ‘78’de Türkiye’de malum olaylar var. Mitingler filan. İşte, Kanlı 1 Mayıs’lar var. Çok daha boş bir sahnede oynuyordum oyunu. Ne dekor, ne anlatım, ne bir şey... Hiçbir şey yoktu. Bir boşluk içinde ve çok daha hızlı oynuyordum. Ergin’in yaptığı yorum daha nahifti. ● Dönem şartları dolayısıyla mı? Belki evet. Belki de hepimiz çok nahiftik. Mesela Jokond’tan hemen önce yine Nâzım’ın “Taranta Babu’ya Mektuplar”ını sahneliyorduk. Onu daha şiddetli oynuyordum. Belki Ergin o zaman öyle bir ayarlama yapmıştı. Yani birinci oyun daha politik, ikincisi daha ziyade fantastik. Jokond’u 2008’de oynadığımda da protest taraf ağırlıktaydı. Ama şimdiki yorumda çok daha çıplak. Metni okuyuşumsa hiç değişmedi. ● Ne anlatıyor size? Hep aynı şeyi söylüyor bana, hep aynı şeyi... İnsanlığın sefaletini. ● Nâzım Hikmet’in bu oyunu yazma-

96

“Annem bütün mektupları iki defa yazmış” ● Son olarak, bir Semiha Berksoy Müzesi açmak için çalışıyorsunuz. Ne zaman açılacak ve neler olacak müzede? Herhalde bir beş altı ay içerisinde kazma vurulursa, bir veya bir buçuk senede kapısını açarız diye umut ediyorum. Çünkü o benim yaşamımın odak noktası. Müzede Semiha Hanım’ın bütün yağlı boya resimleri, çarşaf resimleri, kendi diktiği sahne kostümleri, sahne aksesuvarları, mektupları falan, her şeyi olacak. Çünkü o her şeyi keser saklardı. O yüzden bir Cumhuriyet arşivi gibi olacak müze de. Bu mektuplar var ya, bir gün dedim ki “Anne hadi sana gelenleri anladım da bu senin yazdıklarını nasıl biriktirdin?” “E ben iki defa yazdım mektupları,” dedi bana. Çift yazarmış mektupları meğer. Evet! Ve iğneyle dikiyor onları birbirine, dikişli hepsi. Bunların hepsi müzede olacak.


649-milsanat-96-99

3/26/13

5:23 PM

Page 3

Zeliha Berksoy, yönettiği ve oynadığı “Jokond ile Si-Ya-U” oyununu çarşamba günleri sahneliyor.

sına sebep olan acı bir anekdot var. Onu anlatır mısınız? Şimdi bu Si Ya U, Moskova’daki Kutv Üniversitesi’nde Nâzım’ın oda arkadaşı. Daha önce Paris’te okumuş. O dönemde hep Louvre Müzesi’ne gidermiş. Louvre’da bu Mona Lisa’ya âşık olmuş. Nâzım Fransızca bildiği için Jokond diyor Mona Lisa’ya. Nâzım’a anlatırmış, işte “Ben her gün gidiyor Louvre’a, gözlerinin içine bakıyorum, ben böyle bir kadın görmedim,” falan. Okulda Şangaylı öğrencilerin başında Si Ya u. Nâzım da Türk öğrencilerin lideri pozisyonunda. Si Ya U’yu çok seviyor. Fakat okulda casus öğrenciler de var. Bunların fotoğraflarını çekiyor Çan Kay Şek’e gönderiyorlar falan. Si Ya U’lar da o

sırada diyorlar ki, “Memleketimize gidelim ve artık Çan Kay Şek’e karşı çıkalım”. Bunlar paldır küldür gidiyor, tabii Nâzım çok üzülüyor. Ve duyuyor ki sonradan hepsinin kellesini götürmüş Çan Kay Şek. Devrimci ya bunlar... Nâzım o kadar üzülüyor ki oturuyor bu eseri yazıyor. ● Ne kadar sürede yazmış? 15 veya 20 günde falan. Ama zaten kafasında her şey oluşmuş durumda. Hatta Peyami Safa’nın müthiş övgüleri var bu eserle ilgili. “Böyle bir eserin yazılması bir ihtilal gibidir, hele böyle bir Türkçeyle”, demiş. Nâzım’ın burada Türkçeyi müzikle birlikte kullanması müthiş bir şey. Bir oyuncu olarak siz de o müziği takip etmek zorundasınız. Bu ‘stil’ konusu çok önemli

97

bir şey. Bizde buna pek dikkat etmiyorlar. Böyle bir eksiklik var. ● Nasıl bir eksiklik? Yani diyelim ki bir Rus eseri oynuyorsunuz. Hemen bir semaver, bir bilmem ne gelir masaya. O iş onla bitmez halbuki. Onu özümsemeniz gerekiyor sizin. Ben 1996’da Aziz Nesin Sahnesi’nde “Matmazel Julie”yi oynadım. İsveçli yönetmen Maria Fridh geldi. İsveç’te çok özel mavi çiçekler var. Bizim mor salkımlar gibi mesela. Maria Fridh bunları İsveç Kraliyet Tiyatrosu’nun butaforundan kutuların içinde getirdi. Çünkü evlerin içlerini, kapıların üzerini falan hep o mavi çiçeklerle donatırlarmış. Kadın aynısını yaptı sahnede. Bakın ne kadar meraklı. Ama işte bu Milliyet SANAT Nisan 2013


SAHNE SANATLARI

649-milsanat-96-99

3/26/13

5:23 PM

Page 4

bir stil. Onu bileceksin. Onu da o kadın biliyor. ● Tek kişilik bir oyunda hem oynuyor hem yönetiyorsunuz. Nasıl savaşıyorsunuz kendinizle? Bir dış göz olmadan zor değil mi? E, düşünüyorum. Bir defa burada ne anlatmak istiyor diyorum. Sizin rejide gördüğünüz hiçbir şey kitapta yazmıyor. Ama bir rejisör olarak metni deşifre etmeye başlıyor, sonra onu ayağa kaldırıyorum. Ama bunun içinde reji yaratıcılığınız, duygunuz, entelektüelliğiniz, eseri yorumlamanız var. Ayrı bir simya yani. Bunların hepsi birleşince siz pıt diye buluyorsunuz onu. Oyuncu olarak da eserden koptuğunuz anda bitmiştir. Bir öz biçim tartışması vardır. Siz özü iyi anladığınız zaman biçim hayalinizden gelir ve oraya cuk diye oturur. Ama bir defa kafanızın doğru düzgün olması lazım. Yani dünya görüşü, entelektüellik, bilgi birikimi, çap... Biz çok görürüz, yüzde 90 eserler yanlış yorumlanır. ● 47 yıllık sanat yaşamınızda hiç sahneden inmediniz. Ama anneniz Semiha Berksoy’un vefatıyla oyunculuğa küsüp sadece reji yaptınız. Şimdi bozuyorsunuz küslüğü... Evet, sekiz sene oynamadım. Annem benim her dakika sahnede olmamı isterdi. “Sen öyle bir artistsin ki her dakika sahnede olman lazım,” derdi. Senelerce oynadım, turnelere gittim, arada konserler de yaptım. Yorulduk da yani. Biraz rejiye ağırlık vereyim dedim. Müthiş bir isteksizlik geldi, müthiş bir isteksizlik... Bir hüzün. Büyük bir kırgınlık, bir yoksunluk hissettim. Yoksa biz annemle öyle diz dize bir anne kız filan değildik. Çok münakaşa ederdik. Ben öyle anneme bacak kadar halimle kafa tutan bir çocuktum. Annesinin etkisinde bir çocuk değildim. Ama birden bire, çatıştığım o enerji yok olunca ben boşlukta kaldım. Eyvah, o gitti ben şimdi kiminle kavga edeceğim, der gibi. İstemedim. İstemedim yani! Ve bu yüzden çok eleştiri aldım. Arkadaşlarım, sokakta görüp beni yoldan çevirenler... Belki de kendimi Semiha’ya, Semiha’cığıma göstermek için oynuyordum hep, o benim bir numaralı eleştirmenimdi. ● İlk ismiyle mi hitap ediyorsunuz annenize? Evet, Semiha derim. O bana kızdı mı, Zeliha Hanım derdi. Bir şeyi resmi anlatmak istiyorsa, ciddi bir şey isteyecekse. Öteki türlü ‘kızım’ falan derdi. ● Onca yaşanmışlıktan sonra ne için Milliyet SANAT Nisan 2012

● ‘Keşke’niz var mı hiç?

Berksoy, Devlet Tiyatroları’nın kendisi için düş kırıklığı olduğunu söylüyor.

“Biz annemle öyle diz dize bir anne kız filan değildik. Çok münakaşa ederdik. Ama birden bire, çatıştığım o enerji yok olunca ben boşlukta kaldım. Belki de kendimi Semiha’ya, Semiha’cığıma göstermek için oynuyordum hep.” ‘iyi ki’ diyorsunuz? İyi ki Devlet Tiyatrosu’ndan ayrılmışım Berlin’den döndükten sonra. İyi ki! Döndüm ve büyük bir tokat yemişe döndüm. Devlet Tiyatrosu benim için müthiş bir düş kırıklığıydı. Tamamen kültürel açıdan. Birdenbire yadırgandım. Burnumun sürtülmesi, haddimin bildirilmesi hazırlığında olduklarını hissettim ve hemen ayrıldım. Tiyatro, inandıklarım ve ruhum, yaradılışım adına ayrıldım. 1970’li yıllar. Yani o yıllarda devlet maaşının üzerine bir çizgi atıp da Devlet Tiyatrosu’ndan gidiyorum demek kolay değil. ● Neye güvendiniz? Hiç! Hiçbir güvencem yoktu. Eve geldim. Söyledim anneme ve babama. Anne dedim, “Ben ayrılacağım galiba Devlet Tiyatrosu’ndan”. “Aman ne diyorsun kızım” dedi, ama şöyle bir durdu. Çok akıllı. “Böyle olmayacak yani,” dedim. “Öyle mi? Kararlı mısın?” diye sordu. “Kararlıyım,” dedim. “Peki,” dedi “Onlara bir kurban yeter, hemen ayrıl.” O da ayrı bir roman konusu... Kendimi çarkın dişlisine falan kaptırmadan kaçtım ben.

98

Yok. Bir ara insan düşünüyor, hani Berlin’de kalsaydım ne olurdu, diye. Ne olurdu? Zeliha olurdum yine, başka bir şey olmazdım. Girerdim Berliner Ensemble’ye, gene konserler verirdim. Annem öyle derdi. “Kızım,” derdi, “Taş yerinde ağırdır. Yani önce burada bir şey ol, sonra git orada alasını olursun”. Türkiye’de kendinizi kabul ettirmeniz öyle çok kolay bir şey değil. Siz bakmayın, ben çok çalıştım. ● Bugün eleştiri kabul ediyor musunuz? Ben hep eleştiri kabul ederim. Provada ben öğrencilerime danışırım, hep! Jokond’u da öyle prova yaptım. Çünkü onlara da bir ders oluyor. Öğrencilerim de beni eleştirir. Neler demezler onlar bana. Ama bugüne kadar Jokond’u çok beğendiler. Yani bu yalan değil. Çok hayranlıkla döndüler evlerine. Çok hoşlarına gidiyor tabii benim sahnede olmam. Moralleri yükseliyor. Keşke oynasaymışım o sekiz senede de. ● Nâzım Hikmet’ten size bir armağan kalmış... İsminizin hikâyesini anlatır mısınız? Ben şimdi 1946’da doğuyorum. Tabii o zaman Nâzım malum, Bursa hapishanesinde. Annesi Celile Hanım yazıyor, Semiha’nın bir kızı oldu diye. Nâzım da yazıyor bir mektup, “Annemden aldığım haberle kızın olduğuna çok sevindim. Ben Zeliha ismini çok severim. Kızına Zeliha ismini koyarsan bahtiyar olurum,” diyor. Öyle Zeliha konuyor benim adım. Tabii Zeliha, Semiha’yla kafiye aslında. ● Semiha Hanım’la Nazım Hikmet arasında nasıl bir ilişki var? Aşk mıydı aralarındaki? E aşk herhalde... 1941’de annem “Tosca”yı oynuyor. Nâzım çeviriyor. Sonra aynı sene babamla karşılaşıyor annem. Babam da çok güzel bir adam. Müzik biliyor, Saint Joseph mezunu filan böyle. Büyük aşk bunlarınki, tutkulu bir aşk. O sırada annem de elinde babamın resmi hapishaneye gidiyor. “Bu bey benimle evlenmek istiyor, ne dersiniz efendim,” diye soruyor Nâzım’a. “Buradan çıkınca, seninle oturacağım,” diyor ve resmi itiyor Nâzım. Annem şaşırıyor çünkü babama âşık. Yapılacak bir şey yok yani. “Öyle mi?” deyip alıyor resmi, çıkıyor hapishaneden. Hemen evleniyor babamla. Onun için anne “Ben iki defa ona ihanet ettim, Nâzım’ı ortada bıraktım,” der. Biri 1936’da bırakıp Berlin’e tahsile gidiyor, diğerinde de işte babamla evleniyor. MS


649-milsanat-96-99

3/26/13

5:23 PM

Page 5

O, bütün karakterlerini sevdi

İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Engin Alkan rejisiyle sahnelenen “Vişne Bahçesi”nde hınç dolu bir Lopakhin’le karşı karşıyayız. Oyun neredeyse bütün trajedinin faturasını ona kesiyor. Oysa Çehov, hiçbir karaktere büyük günah yükleyen bir yazar değildir.

Aslı Nimet Altaylar ve Hümay Güldağ (soldan sağa).

Zafer Kırşan, Engin Alkan, Emre Şen (soldan sağa). UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

İBB ŞEHİR TİYATROLARI’NIN yeni yapımlarından Anton Çehov’un “Vişne Bahçesi” bu kez, oyunu daha önce de sahnelemiş Engin Alkan’ın rejisiyle karşımızda. Oyun Rusya’da serfliğin kaldırılıp, aristokrasinin güç kaybettiği, yeni orta sınıfların türediği 19. YY. sonunda, borç içindeki aristokrat bir aileye ait meşhur vişne bahçesi ve mülkün satılması öncesi ve sonrasındaki günlük yaşam karelerine odaklanır. Abartılı tiyatrallikleri sevmeyen modernist Çehov’da, mevzuyu gelişigüzel ve dağınık günlük yaşam diyaloglarından çıkararak anlarız ki zevki de kısmen buradadır. Oyun, seyirciye düz ve katışıksız bir anlam göstermez. İnsan olmanın karmaşasını tüm boyutları ve çıkmazlarıyla sergiler.

ÇOK DOĞRU BİR LYUBOV Bahçenin sahibesi Lyubov’da, Hümay Güldağ Belgin çok sıkı bir vücut dili araştırması ve tastamam bir iç aksiyonla, on ikiden isabet bir Lyubov çiziyor ve çok doğru bir Lyubov kastı olduğunu ispatlıyor. Alkan’ın Lopakhin’i (hem reji koltuğunda hem oynayan olarak) bana kalırsa tartışmalı. Oldukça kötü, hınç dolu bir Lopakhin’le karşı karşıyayız. Onu hem kostümsel ayrılığıyla (günümüz müteahhitlerini anımsatan?) hem keskinleştirdiği kini ve acımasızlığıyla, metnin elverdiğinden daha kötücül bir noktaya yerleştiriyor ve neredeyse trajedinin faturasını ona kesiyor. Oysa Çehov, hiçbir karaktere büyük günah yükleyen bir yazar değildir. Değişim karşısında elimizi ko-

aslında: Geçmiş ya da geçmişle olan bağlar. Tüm karakterler onları bağlayan geçmişlerinin köleleridir. Yalnızca Şarlotta’nın bir geçmişi yoktur, monoloğunda ifade ettiği gibi. Tuhaf, zeminsiz, anlamsız bir özgürlük yaşar, bu hokkabaz mürebbiye. Ve Alkan’ın öne çektiği Şarlotta’da Işıl Zeynep Tangör’ün canlandırması eksensiz karakteri tüm absürdlüğüyle veriyor.

Vişne Bahçesi Yazan: Anton Çehov / Çeviren: Belgi Paksoy / Yöneten: Engin Alkan / Işık: Cem Yılmazer / Kostüm: Duygu Türkekul / Oynayanlar: Hümay Güldağ Belgin, Engin Alkan, Berna Adıgüzel, Işıl Zeynep Tangör, Erhan Abir, Aslı Nimet Altaylar, Emre Şen, Zafer Kırşan, Selin Türkmen, Murat Üzen, Hüseyin Tuncel, Ahhan Şener.

GÜLMECE İLE AĞIR ANLAM

lumuzu kıskıvrak bağlar yalnızca; öylece ağlatır. Alkan’ın fazla haşin Lopakhin’i, amaçlandı mı bilmiyorum ama kostümü ile, günümüz avamlığından çok renk barındıran beden dili ile şimdinin Türkiye’sinden çağrışımlar da yaratıyor. Eğer durum buysa, Çehov’un tüm karakterlerine olan sevgisinden Lopakhin’in daha az yararlanmasını, yazarımızın ince ruhuna aykırı buldum ve Alkan’a katılamadım. Alkan yorumunda bir başka vurgu Şarlotta’ya veriliyor. Nitekim afişe de taşınmış. Birinci perdedeki spotla, Şarlotta’nın söylediklerinin daha da bir altını çiziyor Alkan. Burada Şarlotta velilerini tanımadığını, kim olduğunu bilmediğini ifade eder. “Vişne Bahçesi”nin mevzularına bir katman daha derin baktığımızda da, tek bir tema vardır

99

Rejide sevdiğim bir yön, yer yer patlak veren hafif komedi ile süregiden doğal dramanın sorunsuz eklemlenmesi oldu. Gülmece, ağır anlam ile uçucu bir şekilde birleşiyor. Müzik, sahnenin üstünde geçmişi, köklenmeyi anlatan ağaç kökü, kotu ve tişörtüyle adeta gelecekten kopup gelmiş gibi duran yolcu gibi öğeler de şık anlam öbekleri yaratıyor. Oyunun bir nevi maskot-sembolü Firs’in kimi diyaloglarının açılışa çekilmesi anlamlı. Pudra, aristokratların gerçeklikle yer yer komikliğe varan kopukluğunu güzel anlatıyor. Bir başka çok başarılı isim Varya’da Berna Adıgüzel ile Lopakhin’in sona doğru gergin bekleşmelerinde ise tempo epey çekiyor. Buna karşın Firs’te Erhan Abir’in son tiradı bu kez fazla ritimli, çabucak bitiveriyor. Adını sayamadığım hepsi başarılı olan oyuncuları, dekoru, kostümü, yoğun dramaturji çalışması ile seyredilir ve çeşitli kalite boyutları tutturan bir “Vişne Bahçesi” bu. Tavsiye edilir. MS Kadıköy Haldun Taner Sahnesi 17, 18, 19, 20, 21 Nisan 2013 (0216) 349 0463 Milliyet SANAT Nisan 2012


649-milsanat-ARKAKAPAKIC

3/25/13

4:15 PM

Page 3


649-milsanat-ARKAKAPAK

3/25/13

4:15 PM

Page 2


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.