Milliyet Sanat Ekim 2013 No: 655

Page 1

K.K.T.C Fiyatı: 9 TL 8 TL EKİM 2013

Temizlik bezinden sanat Pazarlama mucizesi

KATY PERRY Sinemanın ilk Wikileaks sınavı İNGÖL, B A Ç Y A GİNER, L İ B K U HAL ÜDER G R E N CANA

Tiyatroda buluştular

Edebiyattan stil sırları

Bu yıl hangi filmler konuşulacak? Perili Köşk’te bir elektronik sanatçı



AYD A B İ R FİLİZ AYGÜNDÜZ

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Ekim 2013 Sayı 655 / 126301

Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. Genel Yayın Yönetmeni

FİKRET BİLA Yayın Yönetmeni

FİLİZ AYGÜNDÜZ

Bir vesikalığın peşinde...

Tüzel Kişi Temsilcisi

İSMAİL ERALP Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi

ALİ NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik

ASU MARO Sinema

NİL KURAL Haber

GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen

AYLA DÜNDAR Sayfa Sekreteri

ATİLLA ŞEN Reklam Grup Başkanı SAVAŞ YILMAZER Reklam Grup Başkan Yardımcısı

AYGÜL ERÖZÜ Reklam Direktörü

CENGİZ EKEN Reklam Müdürü

DORUK DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü

GÜVEN ÖNEMLİ Sıra 854 / 8 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 9 TL Yurt içi abonelik bedeli 82 TL ISSN 1300-4425

YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Uniprint Basım Sanayi ve Ticaret A.Ş. Hadımköy-İstanbul Caddesi, Ömerli yolu No: 159 Arnavutköy-İstanbul Tel: (0212) 798 28 40 Milliyet’in ayda bir yayımlanan ücretli kültür sanat dergisidir. Milliyet gazetesi ve eklerinde yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş’ye aittir. İzin alınmadan kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez Yayın türü: Yerel süreli www.milliyetsanat.com /

BİR TİYATRO DEVİ, iki yıldız oyuncu, usta bir röportajcı ve mahir bir fotomuhabir bir araya gelirlerse ne olur? Kapaktan başlıyor sorunun cevabı... Sahne sanatları sayfasında, Asu Maro’nun Haluk Bilginer, Ayça Bingöl ve Canan Ergüder’le yaptığı röportajla, Ercan Arslan’ın objektifinden şahane karelerle devam ediyor. Kapak gerekçemiz, bu ay Haluk Bilginer yönetmenliğinde Oyun Atölyesi’nde sahnelenmeye başlayacak olan “Nehir”. Oyun, bir erkeğin trajedisini anlatıyor. Yedi yaşında balık tutarken yaşadığı an’ın o çok özel heyecanını ilişkilerinde yakalamaya çalışan bir balıkçının hikayesi... O adam ki, tıpkı kapak fotoğrafında olduğu gibi birçok kadını çileden çıkaran, ‘takılıp kaldığı an’a ait bir vesikalığın peşinde koşarken kendini, ilişkilerini tüketen... Aslında ilişki kuramayan... İki de kadın var oyunda. Onlar ise, ilişki kurma derdinde. Erkeğin dramı, tam da bu noktada kadının dramına evriliyor. Bu koşullarda bir beraberlik mümkün mü? Ayça Bingöl, kadının durumunu şöyle özetliyor: “Kadın, ‘Bu adam, bu sefer benim hayatımın beyaz atlı prensi olabilir’ şeklinde saf ve iyi niyetli yaklaşıyor. Bir yerden sonra olmayacağını anlıyor ama o anlama anına kadar da çok çaba gösteriyor. Belki de en büyük hatası aşırı çaba göstermek...” Durumun farkında olmayan kadının tarihi yanılgısı; biraz uğraşırsam bundan bir ilişki yaratabilirim. Çoğumuzun, hayatının bir döneminde deneyimlediği ya da yakın

çevresinden şahit olduğu... Neresinden baksanız, iddialı, bizi bize anlatan bir oyunla karşı karşıya olduğumuz ortada. Zaten konu da o kadar dişi bir konu ki... Bir an’a takılıp kalmak, o anı yeniden yaşamayı beklerken replikalarından öteye gidememek, bu arayışı bir insan üzerinde sınamak, sınananın karşı tarafı değiştirme çabası, çifte hayal kırıklığı... Katman katman açılan ve her bir parçası mutsuzluğa evrilen insanlık halleri... Tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi. Peki ne yapmalı? Seçenekler muhtelif... Başa çıkma yöntemlerinden biri de sanat aslında. Özellikle de tiyatro! “Tiyatro niye güzel biliyor musun?” diyor Haluk Bilginer: “Gerçeği bulmak, anlamak için çok iyi bir araç çünkü.” İnsanın kendi gerçeğiyle karşılaşması zahmetli bir süreç. Katarsis hem bu eziyeti hafifletiyor hem de Bilginer’in dediği gibi gerçeği bulmaya, anlamaya yardımcı oluyor. Sahnedeki oyuncular sizin yerinize yanlış yapıyor, kararlar alıyor, sonuçlarına katlanıyor. Daha ne olsun? Onların oyun boyunca ‘gerçeği’ bulma çabalarına ortak olmanın verdiği rahatlama duygusu da cabası... İyi bir oyunda, salonda oturduğunuz koltukla, terapi odasındaki koltuk bu ‘rahatlama duygusu’ açısından benzeşmez mi? Bu açıdan bakıldığında büyük lüks tiyatro. Haluk Bilginer, Canan Ergüder ve Ayça Bingöl de, tiyatronun bu kudretini bütün ihtişamıyla gösterecek bir iş çıkarmışlar “Nehir”de. Görünen o ki bu “Nehir”de iki kere de yıkanılır.MS

@Milliyet_Sanat

1

Milliyet SANAT Ekim 2013


K.K.T.C Fiyatı: 9 TL

İÇİNDEKİLER

ekim

8 TL EKİM 2013

Temizlik bezinden sanat Pazarlama mucizesi

KATY PERRY Sinemanın ilk Wikileaks sınavı

Edebiyattan stil sırları

GÖL, AYÇA BİN K BİLGİNER, HALU R ERGÜDE CANAN

Tiyatroda buluştular

52

Bu yıl hangi filmler konuşulacak? Perili Köşk’te bir elektronik sanatçı

Bir pazarlama mucizesi

Katy Perry Kapak fotoğrafı: Ercan Arslan

KAPAK 6 Haluk Bilginer, Canan Ergüder ve Ayça Bingöl, yeni oyunları “Nehir”i Asu Maro’ya anlattılar.

SAHNE SANATLARI

26 Toronto’da gösterilen“The Disappearance of Eleanor Rigby”

12 25’inde hayata veda eden oyuncu Melek Kobra yeni bir oyunla hatırlanıyor 16 Ünlü müzikal “Batı Yakasının Hikayesi” Samsun’da sahneleniyor 20 Devlet Opera ve Balesi’nin yeni sezonunda izleyiciyi neler bekliyor?

SİNEMA

62

Duman

‘darmaduman’

106 Mehmet Eroğlu üçlemesini “Rojin”le sonlandırıyor.

68 “Portreler” sergisi Evin Sanat Galerisi’nde.

Milliyet SANAT Ekim 2013

26 Toronto Film Festivali’nde gösterilen ve yıla damga vuracak filmler 30 Catherine Keener, “Captain Phillips”te Tom Hanks’le kamera karşısında 33 50. yılını kutlayacak Antalya Film Festivali’nin skandallar, baskı, sansür ve sinemayla dolu tarihi 38 İlk Assange filmi olmak için acele eden “The Fifth State” yüksek beklentileri karşılayabiliyor mu? 40 Alfonso Cuaron, ‘yerçekimi’ne karşı 42 Denizde geçen 10 film

MÜZİK

52 Katy Perry’den yeni albüm 54 Arcade Fire’ın konuğu David Bowie 56 Elvis Costello, The Roots ile funk ve soul sularına yelken açıyor

2

62 Duman sessizliğini bozdu 64 Naim Dilmener’in müzikal güncesi

PLASTİK SANATLAR 68 Kendine has portreler 71 Seyhun Topuz, 40 yılından heykellerin yer aldığı bir retrospektif sunuyor 74 Azade Köker in “Hareketli Mekanlar”ı 76 Fener Yoakimion Rum Kız Okulu, Yunan heykeltıraş Kalliopi Lemos’un sergisine ev sahipliği yapıyor 86 Fotoğraf sanatçısı Lale Tara’nın Carl Gustave Jung yorumu 92 Meksika sanatı Ankara’ya taşındı 94 Eski çağlardan bu yana altın işleme 96 Temizlik bezinin sanatla imtihanı

EDEBİYAT 98 Dünyanın tarihi kitapçıları 102 Edebiyatımızı eleştirebiliyor muyuz? 104 Başar Başarır ‘teklifinizle ilgilenmiyor’ 106 Mehmet Eroğlu’nun kaleminden güçlü bir savaş romanı: “Rojin” 110 Edebiyat ve moda 112 Ömer Türkeş, Yekta Kopan’nın ikinci roman “Aile Çay Bahçesi”ni inceledi. 115 Yeni yayınlar



AFİŞTEKİLER

Blanchett’ın ilk yönetmenlik denemesi Ünlü aktris Cate Blanchett, ilk kez yönetmen koltu una oturuyor. Ünlü oyuncunun Herman Koch’un ünlü romanı “The Dinner / Ak am Yeme i”ni beyazperdeye uyarlayacak. “The Dinner”, ergenlik ça ındaki o ulları korkunç bir suç i leyen iki ailenin bir ak am yeme i sırasında geçen tartı malarını ve çocuklarını korumaya çalı malarını konu alıyor. Psikolojik gerilim türündeki filmde, Blanchett’ın kamera önüne geçip geçmeyece i ve çekimlerin ba lama tarihi henüz belli olmadı.

Andre Rieu geliyor

Gad’s Hill Place restore edilecek.

Charles Dickens’ın evi müze oluyor

Azealia Banks’ten ilk stüdyo albümü “212” single’ı ve videosuyla 2012’nin en büyük hitlerinden birine imza atan Amerikalı hiphop müzisyeni Azealia Banks, ilk stüdyo albümünü 2014’ün ocak ayında çıkaracak. 1991 doğumlu müzisyenin “Broke with Expensive Taste” adını verdiği albümü Interscope Records yayınlayacak. Albümün ilk single’ı “Yung Rapunxel” ise nisanda piyasaya çıktı. Şarkılarında Harlem’de doğup büyümüş olmasına göndermelerde bulunan ve klibinde çizdiği Mickey Mouse kazaklı sempatik imajıyla uyumsuz ağzı bozukluğuyla ünlenen Banks, Nicki Minaj’a rakip gösteriliyor. Milliyet SANAT Ekim 2013

İngiliz yazar Charles Dickens’ın ölümüne kadar yaşadığı ve 1920’li yıllardan bu yana ilkokul olarak kullanılan evi Gad’s Hill Place müze oluyor. Dickens’ın oyuncu Ellen Ternan’la ilişkisini sürdürdüğü ve “Büyük Umutlar”, “İki Şehrin Hikâyesi” ve “Müşterek Dostumuz” gibi romanlarını yazdığı Gad’s Hill Place hizmete açılmadan restore edilecek.

Dünya müzik listelerinde 30 kez liste birinciliği, 355 Platin Albüm Ödülü, 35 milyon DVD satışı, 2012’de Dünyanın En Çok Satan Erkek Sanatçısı, 2009-2011’de Yılın Tur Sanatçısı Top 10 unvanlarına sahip olan Andre Rieu, 29 Kasım’da İstanbul’da sahnede olacak. Rieu, 50’yi aşkın müzisyenin üyesi olduğu orkestra ile Strauss’un valslerini 19. YY. ruhu ve atmosferi içinde icra ettiği gösterisini, dünyanın pek çok kentinde sahneledi. Andre Rieu, Sinan Erdem Spor Salonu’nda sahne alacak.

“Taht Oyunları”nın son kitabı aralıkta George R. R. Martin’in tüm dünyada satış rekorları kıran ve diziye uyarlanan “Buz ve Ateşin Şarkısı” serisinin son kitabı “The Wit and Wisdom”ın yayın tarihi netleşti. Kitabın Amerika’daki yayıncısı HarperCollins, resmi internet sitesinden tarihi aralık olarak açıkladı. Son yılların en popüler roman serilerinden “Buz ve Ateşin Şarkısı”nın yazarı George R.R. Martin’in yeni kitabı, Tyrion Lannister karakterine odaklanacak.

4


Haluk Bilginer “Nehir”de ilişki özürlü bir adamı oynuyor. Ayça Bingöl ve Canan Ergüder de hayatından gelip geçen kadınları...

FOTOĞRAFLAR: ERCAN ARSLAN

asu.maro@milliyet.com.tr

Erkek suçlu, kadın güçlü

ASU MARO

Oyun Atölyesi tiyatro sezonunu 2 Ekim’de İngiliz yazar Jez Butterworth’un “Nehir” oyunuyla açıyor. Kadın erkek ilişkileri üzerine, ağlanacak halimize güldüren bir oyun... Haluk Bilginer’in hem yönetip hem oynadığı oyundaki rol arkadaşları Ayça Bingöl ve Canan Ergüder.

KIYAFETLER: BEYMEN 5

Milliyet SANAT Ekim 2013


KAPAK

Bilginer’in iki güzel oyun arkadaşından aldığı iltifatları göğüslerken sarf ettiği ‘estağfurullah’ı...

BİR BALIKÇI KULÜBESİ... İçinde bir adam, bir kadın... Kadın uzanmış kitap okuyor, Virginia Woolf’un “Deniz Feneri”ni, adam bir heyecan giriyor içeri, hemen fırlayıp balığa gitmeleri lazım, ‘deniz alaları’nı kaçırırlar aksi halde... Kadının derdi ise romantik bir gün batımını paylaşmak o an. Ama kendi romantizmini kendi kendine yaşamak zorunda kalıyor. Aynı gece mum ışığında hazırlayacağı yemek gibi... Adam orada olmasına orada, ama gerçekte ne kadar ‘orada’, o belli değil. Bir başka anda adam içeriye sesleniyor, “Kımızı şarap mı, beyaz mı?” Cevabın ardından başka bir kadın giriyor bu kez içeriye, başka değişen bir şey yok. Adam aynı, ev aynı, hikaye aynı, kadın başka... Tadını kaçırmamak adına fazla detay vermeyeceğim “Nehir”, Oyun Atölyesi’nin yeni oyunu. İngiliz yazar Jez Butterworth’un Londra’da oynanan oyununu Hira Tekindor Türkçeye çevirmiş. Haluk Bilginer’i bu kez yönetmen kolktuğunda görüyoruz. Bir yandan da tiyatro ve ekranlarımızın iki güzide kadın oyuncusuyla; Ayça Bingöl ve Canan Ergüder ile sahneyi paylaşıyor. Sahne tasarımı Gamze Kuş’a müzikler Tolga Çebi’ye ait. Böyle bir kadro bir oyunda bir araya gelince, biz de sezonu bir tiyatro kapağıyla açalım istedik. Ama yine istedik ki, bunun için güzel giyinilip kuşanılsın, olmuşken böylesi olsun. Beymen imdada yetişti. Canan Ergüder ile Ayça Bingöl’ü değil ama Haluk Bilginer’i ikna etmek biraz zor oldu. “Adam balıkçı, kotun üzerine ceket giysem?” gibi önerilerine yayın yönetmenimiz Filiz Aygündüz’ün yöntemleriyle ayak diredik. En son “Ben düğünümde bile giymedim bunu” diye hafif söylenerek de olsa boyun eğdi. Önce üç tane son derece şık ve güzel insana bir “Dallas” pozu verdirdik ama onlar zaten o kadar çok bir arada gülmeye, şakalaşıp kaynamaya alışmışlar ki, bir süre sonra işin bütün ciddiyeti gitti, pek de güzel oldu. Ercan Arslan çekti, biz izledik, güldük. Zaten Oyun Atölyesi, kadın erkek ilişkilerine çok gerçek ve hazin bir yerden yaklaşan bir oyun oynuyor ama öyle bir metin ki, epey güldürüyor ağlanacak halimize. Bizim röportaj da öyle oldu, doğal olarak bol bol aşk konuşuldu. Bir de bu ekibin birbiriyle olan uyumu... Hani aralarda ‘gülüyor’ yazarlar ya bazı röportajlarda, onu cümle sonlarına serpiştirebilirsiniz... Bir de Haluk Milliyet SANAT Ekim 2013

● Nasıl tanıştınız siz bu oyunla? Haluk Bilginer: Benim kaçırmadığım Jez Butterworth oyunlarından biri bu, iki yıl önce Londra’da Royal Court’ta seyrettim. Anlattığı şey ve onu anlatış biçimi çok hoşuma gitti. Çok zekice buldum ve oynamaya karar verdik. ● Rejisini de siz yapmaya nasıl karar verdiniz? Bu ilk değil mi? Haluk B: İlk değil, daha önce de “Dolu Düşün Boş Konuş”u yapmıştım, Ferhan Şensoy’dan sonra. Ben genellikle oynamayı tercih ediyorum yönetmenlik yerine ama burada iş başa düştü. Oyunun içindeyken yönetmenlik yapmak zor. Bunu yapan insanlar var ama benim genellikle tercih etmediğim bir şey. Ama benim biraz göz bebeğim olduğu için bu oyun, “Hadi” dedim, “Ben yapayım”. ● Royal Court’taki reji sizi etkiledi mi? Haluk B: Asla, tam tersi. İyi ki öyle yapmıyoruz, bambaşka bir şey çıkıyor. Oyunun ruhuna, anlatmak istediği şeye daha uygun bir şey yaptığımızı düşünüyorum ben. O bana biraz soğuk gelmişti, düz gelmişti. Halbuki burada oynanacak çok güzel anlar var, çok güzel sahneler var. ● Nasıl bir adam bu adam? İlişki özürlü... Haluk B: Adam iyi niyetli aslında, ilişki yaşamak istiyor ama beceremiyor. Çünkü eski bir ana dönmenin peşinde. O ana dönemezsin, yok böyle bir şey. Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz gibi bir şey bu. O balık tuttuğundaki heyecanı yaşamak istiyor, yedi yaşındaki çocukluk heyecanını. Ama olmaz ki. Olmayacağının farkına varmadığı için adamın trajedisi çıkıyor zaten ortaya. Farkına varsa, “Bu olmaz” diyecek, vazgeçecek bundan. Ama sürekli bir arayış, sürekli bir arayış. Kötü niyetli olduğunu düşünmüyorum ben, çünkü bu adam başka bir şeyin peşinde, çok sahici ama yok, adama giremezsin, duvarları var. ● Biraz ergenlik çağında kalmış gibi bir adam değil mi? Haluk B: Aynen. Ve kadınlar da çabalıyor “Belki buradan bir şey çıkar,” diye, “Adam beni davet etti hafta sonu, fena bir adam da değil, belki bir ilişki doğabilir buradan, ne güzel,” diye geliyorlar ve o yoklukla karşılaşıyorlar. Birisi balık tutmayı bildiği halde yalan söylüyor, “Hadi çok hoşuna gidiyor bunun, bana öğretmiş gibi olsun,” diye. Öteki keyif, balık, hadi sevişe-

6


Ayça Bingöl: “Uzun zamandır evli bir kadınım ben, çok fazla flörtüm olmadı doğal olarak. Ben bir hatırlamaya çalıştım yani. İlk başlayınca nasıl oluyordu ya? Ve heyecanlandım. Flört ediyorum çünkü oyunda. Bir de Haluk Bilginer’le.”

Ayça Bingöl, Uğur Yücel’in yönettiği “Benim Dünyam” filminin sinemayla ilgili hayal kırıklıklarını unutturmasını umuyor.

lim, her şey çok güzel de, yüzünü çeviriyor adam. Adam ilişki kuramıyor. Kafa başka bir yerde. ● Siz ne düşünüyorsunuz bu adam hakkında kadın gözüyle? Canan Ergüder: Beyhude, beyhude beyhude. Bence bu hayatımızda çok gördüğümüz bir şey. Oyunculukta bile, müthiş bir an yakalarsın, devamlı o anı yaşamaya çalışırsın. Ve mümkün değildir, aynı ana bir daha geri dönüş olamaz. Aynı şekilde oynayamazsın, taşlar aynı şekilde oraya düşmez. Ve birçok insanın trajedisi diye bakıyorum buna. Oyun bunu çok gü-

“Hep seyrettiğimde mutsuz olduğum işlerin içinde oldum” ● Siz en son Uğur Yücel’in çektiği “Benim Dünyam”da oynadınız, o da bu ay giriyor gösterime. Bugüne kadarki sinema deneyiminizle ilgili neler söylersiniz? Ayça Bingöl: Ben bugüne kadar çok talihsiz filmlerde oynadım. Ve bu konuyla da ilgili inanılmaz bir mesafem oluştu özellikle son iki senedir. Sadece burada yönetmenlere dair bir şey söylemek istemiyorum ama benim öngöremediğim, umduğumu bulamayacağımı hiç düşünmediğim durumlar içinde, hep seyrettiğim zaman çok mutsuz olduğum işlerin içinde oldum. Bu en son yaptığım filmden daha farklı bir şey bekliyorum. Çünkü zaten uyarlama bir senaryo ve filmi çok önce islemiştim, özellikle senaryoyu çok sevmiştim. Zaten aynısını çektik. Ve Uğur da çok başka bir bakış açısı ve kafası

olan bir adam, oyuncu olarak da, yönetmen olarak da. Onun işlerini de bugüne kadar hep severek takip ettim ve onla birlikte çalışmış olmaktan da çok mutluyum. Umarım bugüne kadar yaşamış olduğum bütün hayal kırıklıklarını bir kenara bırakıp izledikten sonra mutlu ayrılacağım bir filmim olur diyorum. Ama gerçekten yaşadığım o olumsuz tecrübeler sebebiyle kendimi çok güvensiz, çok yalnız hissettiğim bir yer sinema. ● “Benim Dünyam”da nasıl bir karakteri oynuyorsunuz? Ayça B.: Bebekken çocuğunun kör ve sağır olduğunu öğrenen bir anne. Dönem koşullarından ötürü, de, ‘50’lerde ‘60’larda geçiyor film, akıl hastanesine gönderilebilecekken çocuk, onun için mücadele eden, umudu her zaman ayakta tutan, mücadeleci bir anne. Kocasına da

7

karşı duruyor ve çocuğunu eğitip hayata kazandırmak için delice bir çaba harcıyor. ● “Öyle Bir Geçer Zaman ki” de üç yıldan sonra bitti. Bir eksiklik hissediyor musunuz? Ayça B.: Bir eksiklik hissemiyorum çünkü çok yorulmuştum zaten. Ve kendimce yapabileceğimin en üst noktasına kadar orada yapabileceğm her şeyi yapmıştım, çok bitmesi gereken bir zamanda bitti. ● Bir de hoş bir karakterdi ama biraz ağlamaklı ve çok anne bir karakterdi, sizi daimi anne konumuna getirebilir... Ayça B.: Getirsin, televizyonda onları tekrar tekrar yapmak benim için dert değil. Ben tiyatroda 1500 tane farklı şey oynuyorum. O başka bir mecra, başka bir satış alanı, orası başka işliyor. Onlara çok takılmıyorum.

Milliyet SANAT Ekim 2013


KAPAK

“Behzat Ç. çok yüksek bir çıta, kafamın uyuştuğu yeni iş bulamadım” ● En son “Atlılar” diye bir diziyle ekrana gelmek üzereydiniz ama o talihsiz bir biçimde başlamadan bitti... Canan E: Maalesef. Ve ben ondan beridir, bir kış uykusundayım. Hiç de şikayetçi değilim. Teklif gelmiyor değil, geliyor fakat ben bilmiyorum, belki de çok idealist düşünüyorum bu konu hakkında, televizyon dahi olsa, çok sevdiğim bir iş içinde olmak istiyorum. Ve en son işim de “Behzat Ç.” olduğu için ve bu yüksek bir çıta olduğu için, henüz ben kafamın uyuştuğu yeni bir iş bulamadım. ● Neler yaptınız bu süreçte? Canan E: Kendimle uğraştım daha çok, kendi gelişimimle alakalı meselelere değindim hayatta, tiyatrom var, “Nehir”i ben zaten uzun zamandır bekliyorum. Başka bir film projem vardı, o da talihsiz sebeplerden olmadı, ondan sonra ben dedim ki “Biraz zaman istiyorum”. Bu benim bekleme sürecim. Öylesine, sadece para kazanmak için iş yapmak istemiyorum. Şu anda şanslıyım, zaten fazla lüksleri olan bir hayat yaşamıyorum.

Ergüder, oyunun değindiği konulardan birinin kadın psikolojisi olduğunu söylüyor.

Canan Ergüder: “Evde oturuyorum, bir baktım ‘Canan Hanım, sizinle bir konu hakkında konuşmak istiyorum, Haluk Bilginer’ diye bir mesaj. Ben dedim ki, kim dalga geçiyor benimle?”

Milliyet SANAT Ekim 2013

zel, esprili bir dille anlatmış. Özellikle kadın erkek ilişkilerindeki o her zaman gördüğümüz işte “Masayı oynattın”, yok “Benim alanıma girdin”leri... Anlatılması gereken bir şey diye düşünüyorum, bu ülkedeki erkeklere anlatılması gerek. Haluk B.: Erkekler sevgilileriyle, eşleriyle gelip seyretsinler diyordun geçen gün. Canan E.: Ya da sorunları varsa gelmesinler. ● Buradaki adamın hemen “Seni seviyorum” demek gibi bir özelliği var. Hep beklenir ya o cümle, zor söylenir... Canan E.: Evet ama sıkıştığı anda söylüyor. O bir taktik bence.

8

● O zaman o kadar masum bir adamdan söz etmiyoruz... Haluk B.: Ama seviyor da olabilir hakikaten ya. Bu adamın biraz masum olması benim hoşuma gidiyor açıkçası. Oyunun muradı için de hoşuma gidiyor. Öbür türlü bir zamparanın maceralarını seyretmiş oluruz ki derdimiz o değil. Olmamalı. Bu adamı bir zampara olarak da alabiliriz, her hafta sonu bir kadın getiriyor, kakara kikiri, sonra kadınlar gitsin diye bir sürü numara yapıyor, onlar da gidiyor. Ama bu adamdaki masumiyet benim çok ilgimi çekiyor. “Bir kadın daha tavlayayım şuraya bir çentik atayım,” gibi bir şey değil bunun derdi. Bunun derdi bir şey yaşamak. Herkesle farklı bir şey yaşayacağının, bunun da aslında güzel bir şey olduğunun farkında değil. Hayatı takılmış adamlardan biri bu, hayat takılmış kalmış orada, plak takılmış gibi, gidemiyor. Ayça Bingöl: Aslında benim kadın adama o kadar iyi niyetli ve “Bu sefer olacak,” diye geliyor ki, o yüzden Canan’ın kadından daha büyük bir hayal kırıklığıyla ayrılıyor evden. Bir hafta depresyonda buradan ayrıldıktan sonra. “Bu adam bu sefer benim hayatımın beyaz atlı prensi olabilir,” kadar saf ve iyi niyetli yaklaşıyor. Bir yerden sonra anlıyor ama o anlama


Haluk Bilginer, “Ego, tiyatroyu bel kemiğinden vurur,” diyor.

Haluk Bilginer: “Birini sevdiğin zaman bütün siğilleriyle birlikte seveceksin. Herkesin farklı bir birey olduğunu unutmamak lazım, ilişki o yüzden zor. Senin gibi olmasın, ne kadar sıkıcı, ben ne yapayım bir tane daha Haluk’u?” anına kadar da çok çaba gösteriyor. Ve “Bu da öküz çıktı,” diye düşünerek gidiyor. Alt metin o. Adamı çözmeye çalışıyor, anlamaya çalışıyor, hoş tutmaya çalışıyor, sırf ona naziklik olsun diye aşırı çaba gösteriyor, belki de en büyük hatası aşırı çaba göstermek. İlişkilerdeki en büyük problemlerden biri de budur ya, buradaki durum da bence o, kadının aşırı çaba gösterme halinin her şeyi bozması. ● İlgilenmediği bir konuyu dünyanın en enteresan şeyiymiş gibi dinlemesi mesela... ● Bu arada bir de Ürdün’de mi film çektiniz? Ayça B.: Evet, biraz sen Haluk B.: Evet, bir ay Amman’daydım. ol, kendin ol yani. Kendi ol“Rosewater” diye bir film, Jon Stewart yazmıştı maktan uzaklaşıyor zaman ve yönetti, ilk filmi, Jon Stewart Comedy zaman, sırf onun hoşuna gitCentral’da Daily Show yapan adam. Çok politik mek için, ilgisini ayakta tutaespriler yapar, çok uyanıktır. İranlı gazeteci bilmek için. Maziar Bahari 2009 yılında seçimleri izlemek ● O zaman kadınların da üzere İran’a gider ve tutuklanır casus diye. eleştirilecek yanları var... Gerekçesi de Jon Stewart’ın Daily Show’unda Ayça B.: Tabii ki var. oynadığı bir skeçtir, konuk olarak geldiğinde bir Canan E.: Benim kadınıskeçte casusu oynamış, “İşte belgesi sen mın yok. casussun” demişler. Maziar Bahari kendisi de Haluk B.: Benim kadınısetteydi, onun kitabından yazılmış senaryo. ma laf söyletmem! Ben de Gael Garcia Bernal’in babasını oynadım. Canan E.: Benim kadın daha rahat, daha uçarı, “Tamam, sen ne yapmak istiyorsan yapalım, senin dilinden bence izlerken de cazip kılan şeylerden bikonuşayım tamam ama kendi özümü de- ri o. Çünkü biz orada gördüğümüz halde ğiştirmeyeceğim,” tavrıyla, ama yine de görmezden gelerek bir şey yapmaya çalıonunla empati kurarak bazı şeyleri geçir- şıyoruz. meye çalışıyor. Ama fazla bir duygusallık ● Bana bir de bu kadınlar, en azından yaşamadan bunu göstermeye çalışıyor. Ve Ayça’nın oynadığı, öyle kolay adamı bıöyle de, üstünden hemen geçecek bunun rakıp gitmezdi gibi geliyor. Gider miydi? etkisi. Ayça B.: Biraz zor giderdi. Pat diye Ayça B.: Bir de bu ilişkiler çok yeni gitmezdi ama bu kadınların ikisi de adamilişkiler. Uzun süreli bir ilişki olsa daha dan bir tık üstteler. farklı olabilecek diyaloglar, ilişkilerin baHaluk B.: Tabii, her kadının olduğu şı olduğu için ve ilk kez birlikte bir hafta gibi. sonu geçirecekleri için, kadınlar da alanAyça B.: Öyle davranıyor ama aslında lara fazla girmemeye çalışıyor. Mesela her şeyin farkında. O gidiş kolay olmuyor

“Gael Garcia Bernal’in babasını oynadım”

9

ama gidiyor yani. ● O zaman galiba bu oyunu takıntılı bir şekilde bir adamı değiştirip ‘düzeltmeye’ çalışan kadınlar izlemeli... Haluk B.: Evet ve mümkün olmayacağını anlamalı. Ayça B.: Ve bundan vazgeçmeli. Haluk B: Zaten ilişkide yapılan en büyük hata, erkeğin ya da kadının karşısındakini değiştireceğini düşünmesi. Mümkün değil böyle bir şey. Sadece siz, var olana ayak uydurabilecek misiniz ve birlikte bir bütün oluşturabilecek misiniz, ona bakmak lazım. Yoksa hiç kimse bir ilişkiye girdiği için farklı şekillerde davranmıyor. Tabiatı neyse, onu o yapan neyse, onların hepsi orada duruyor. Dolayısıyla birini sevdiğin zaman bütün siğilleriyle birlikte seveceksin. Herkesin farklı bir birey olduğunu unutmamak lazım, ilişki o yüzMilliyet SANAT Ekim 2013


KAPAK

den zor. İlişkide diyorsun ki “Benim gibi olsun”. Senin gibi olmasın, ne kadar sıkıcı, ben ne yapayım bir tane daha Haluk’u? Farklı olsun ama biz birbirimize geçebilelim, geçemeyince olmuyor. ● Böyle ilişki kuramayan insanların bir yarası olduğuna inanılır hep... Haluk B.: Bunun o da yok. Öyle bir yarası yok. Ayça B.: Sadece erkek bu ya. Haluk B.: Yok terk edilmiş de, çok aşık olduğu biri ölmüş de, öyle bir şey de değil. Çünkü onu hiç yaşamamış o. Bence hâlâ her anlamda çocukluğundaki heyecanda kalmış. Onu yaşamak istiyor ama olmuyor, zaten balık da avlayamıyor. Kadınlar avlıyor bütün balıkları. Kendi balıkçı güya fakat şu gördüğümüz iki ilişkide de adamın avladığı balık yok. Balığı hep kadınlar avlıyor. Ayça B.: Bu ne demek, adam aslında avlayamıyor, boşa atıyor oltayı. ● Peki Haluk Bey, siz bir erkek olarak bu kadar kadını bir araya getirip niye erkekleri madara eden bir oyun yapmak istediniz? Haluk B.: Çünkü doğrusu bu. Gerçeklerden kaçamayız. Tiyatro niye güzel biliyor musun, gerçeği bulmak, anlamak için çok güzel bir araç. Gerçeğin peşindeyseniz tiyatro yapıyorsunuz zaten, değilse eğlence yapıyorsunuz, başka gizli ajandalarınız var falan. Tiyatro başka bir şey. Sen bunu gördüğün zaman ve bu oyunu okuyup da “Yahu tam da budur, ben bunu anlatmak istiyorum,” dediğinde artık düşünmüyorsun, “Ben de erkeğim, kendime de mi şey yapıyorum?” filan diye. Evet, kendime de şey yapıyorum, evet, erkekler suçlu. Evet, kadın daha güçlüdür erkekten. Ben bunu yıllardır söylüyorum ve biliyorum bunu. Daha akıllıdır bizden hatta. Ama ne güzel, böyle bir oyunda bu da çok ustaca dile getirilmiş. Jez Butterworth “Bunları ben yazmıyorum,” diyor, “Kendiliğinden oluyor, ben planlamıyorum”. Oyunculukta da söylediğim bir şeydir, “Bırak oyun seni oynasın, sen oyunu oynamaya çalışma. Oyun seni oynarsa, hata yapamazsın zaten”. Bu da, öyle “Bırak kalem yazsın”. Yani “Ben başladığım zaman oyunun sonunu bilmiyorum,” diyor, “O kendiliğinden akıyor”. ● Oyunculuk için nasıl oluyor bu? Haluk B.: Olursa muhteşem bir şey olur, çok keyif alırsınız. Siz oynamaya çabalamadıkça, siz bıraktıkça, izin verirseniz oyun sizi oynasın, hata yapmanız mümkün değil. Oyun çünkü, çocuklara Milliyet SANAT Ekim 2013

Provaları süren oyun 2 Ekim’den itibaren Oyun Atölyesi’nde izlenebilecek.

dikkat edin, beş yaşındaki çocuk oyun oynarken diğer arkadaşlarıyla, hata yapmaları mümkün mü? Yaptıkları hiçbir şey hata değildir. ● Ne kadar bırakabilirsiniz ki, neticede bir metnin içinde kalmanız lazım... Haluk B.: Tabii ki, tam öyle bir disiplinli bırakıştan söz ediyorum. Hem sanatın kendi disiplini içindesiniz, hem de metnin disiplini içinde. Ama onun içinde yaptığınız şeyler bırakın kendiliğinden olsun. Bir şeyi hesapladığınız zaman zaten o hesapladığınız hemen görülür. Seyirci aptal değil, seyirci bizden daha akıllı, “Aaa artistlik yapıyor,” der. Biz beceremediysek, meseleyi anlatamadıysak, seyircinin kafası karıştıysa bu yüzde yüz bizim suçumuzdur. ● Bu arada ekibe baktım, reji asistanları dahil herkes kadın... Haluk B.: Evet ne güzel. Valla ben şunu itiraf edeyim, kadınların çoğunlukta olduğu her şey ve her yer daha güzeldir. ● Kendinizi azınlıkta hissediyor musunuz? Haluk B.: Hayır çok mutlu hissediyorum, yaşasın, keşke daha çok olsa. Çünkü kadınlar daha ince bir yerden, başka bir yerden olayları kavrayıp bizden daha akıllıca davranışlarda bulunabiliyorlar. Canan E.: Haluk Abi acayip akıllı bir oyuncu ve yönetmen. Çünkü kendisini çok akıllı insanlarla çevrelemiş. Ayça B.: O da biziz. Canan E.: Bizi de ekledim ama ben aslında asistanlarımızı düşünüyordum. Bir kere onun kalibresindeki bir oyuncunun 20 yaşındaki bir asistanı dinliyor ol-

10

ması bence çok önemli bir şey. Egonun duvarlarının arkasına sığınmayarak gayet onların söylediği bir şeyi deniyor ve bu benim çok hoşuma gitti. ● Yönetmen olarak nasıl? Canan E.: İşte yönetmen böyle olmalı. Haluk B.: Bu bir ekip işi, bunu asla unutmamalı. Egonun ön plana geçtiği durumları ben çok tuhaf karşılarım ve çok acırım o insanlara. O bir zaaftır çünkü. Ego çok ciddi bir zaaftır, o egonuzdan kurtuldukça yaparsınız yapacağınız her şeyi. Tiyatroyu bel kemiğinden vuran bir şeydir ego. ● Bu oyun bir oyuncu ve bir kadın olarak nelere tekabül ediyor sizin hayatınızın bu döneminde? Mesela bana bir sürü şey ifade etti izlerken... Canan E.: Benim için de çok şey ifade ediyor. Ben zaten biraz kendine dönük kendi gelişimine odaklı yaşayan bir insanım, o yüzden de bu kadın psikolojisi, özellikle de Türkiye’de bir kadın olmak, bunlar benim için çok anlam taşıyan şeyler. Ve bu oyun da bunlara çok değiniyor. Ve çok ilginçtir ki, bütün yaptığım işler bir şekilde kendi özel hayatımdan alabileceğim noktalarda bana denk geldi. Buna evrene sunmak mı dersin, ya da kolektif bilinç mi dersin, ne dersin bilmiyorum ama bir şekilde inandığım anlara karşılık olarak işlerim bununla beraber, paralel gitti. O yüzden, benim için çok özel bir anlamı var. Bir de başka bir parantez açacağım, Haluk Abi bana ilk mesaj attığında biri benimle dalga geçiyor sandım. Haluk B.: Ben herkese rol teklif ettiğimde insanlar böyle düşünmek zorunda-


“NBC’den teklif gelirse ne yapıyorsanız bırakın, gidin onla çalışın” ● “Kış Uykusu”nda oynadınız bu arada. Nuri Bilge Ceylan’la çalışmak nasıldı? Haluk B.: Muh-te-şem. Hakikaten muhteşem ve ben filmi dört gözle bekliyorum. Çünkü güzel bir şey olacağından eminim, ama nasıl bir şey olacağını bilmiyorum. Ben de prömiyerde göreceğim, umarım prömiyer Cannes’da olacaktır. Bilge’nin çalışma tarzında gördüğüm şey, her şeye açık ve ince ince, ipek halı dokur gibi, hiçbir ilmeğini yanlış atmamaya çalışarak, yirmi kere, otuz kere deneyerek, her ufacık anıyla ilgileniyor. Onun için sonuç çıktığı zaman çok güzel bir şey oluyor. Biz ne klaket kullandık, ne time code kullandık, çektik çektik, yüzlerce saatlik malzeme var. Şimdi onların arasından iki - iki buçuk saatlik nasıl bir şey çıkacak ben hakikaten çok merak ediyorum. Ama şöyle bir güven içindesiniz, çok emin ellerdesiniz, onun farkındasınız. Yönetmen olarak çok emin ellerdeyim, görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki, o bakımdan da çok emin ellerdeyim. ● NBC başkalarının fikirlerine açık olmak konusunda nasıl? Haluk B.: Sette herkesin fikrini sorduğu gibi, bazen de şöyle yapar, sahne bitmiştir, kendi senaryosu, eşiyle birlikte yazdığı senaryo, “Tamam,” der, “Şimdi

lar mı? Canan E: Evde oturuyorum, bir de geç bakmışım telefonuma, bir baktım “Canan Hanım, sizinle bir konu hakkında konuşmak istiyorum, Haluk Bilginer”. Ben dedim ki “Kim dalga geçiyor benimle?” Ama numarayı da aradım ya Haluk Bilginer’se gerçekten diye ve telefonu açan oydu. Hem de iş açısından kendimi çok düşük hissettiğim bir dönemde geldi Haluk Abi’nin mesajı, o yüzden benim için çok fazla önem taşıyor. Böyle kendimi kaptırmış gidiyorum. ● Peki sizin için? Ayça B.: Ben bir Modalı olarak, bu tiyatro açıldığından beri burada oynamak istiyorum. Hatta ilk açıldığında, CV’mi bırakmıştım ama aramadılar. Haluk B.: Allah kahretsin bizi. Ayça B.: Sonra Oyun Atölyesi’nin müdavimi olarak burada görüşüyoruz ve gerçekten o kadar burada oynama hayalim yükseklerde ki, ama bir türlü denk gelemedik. “Herhalde bu zamanlar doğru

unutun senaryoyu, kendi bildiğinizi oynayın. Bu sahneden ne anlıyorsanız”. Onu oynarız, “Bu hepsinden güzel oldu” der. Filmde büyük ihtimal, bizim doğaçlama oynadığımız sahneler ağırlıkta olacak. Ve oyuncu yönetimini çok iyi biliyor. Oyuncu nasıl işler, onu biliyor. Canan E.: Ben de çok istiyorum çalışmak. Ayça B.: Ben de! Haluk B.: NBC’den teklif gelirse ne yapıyorsanız bırakın, gidin onla çalışın. Ayça B.:Oyunu da bırakabilir miyiz? Haluk B.: Her şeyi. Yok, konuşursunuz, oyun bittikten sonra çekersiniz. Çünkü ben bunu çekemiyordum, biliyorsun değil mi? Üç kere falan reddettim, çünkü sezon ortası, kış, oyun var. ‘Başka bir projen yok mu, onu çek, seneye çekelim bunu,’ diyorum. Sonra Gökhan Tiryaki geldi tiyatroya, “Haluk Abi sensiz çekmiyor Nuri Bilge Ceylan, sen bize programını ver, biz sana uyacağız”. “O zaman ver dedim senaryoyu”, 163 sayfa, İstanbul telefon rehberi gibi bir senaryo. O senaryodan altı saat film çıkacak. DVD’ye altı saat bağlayabilir, “Ama sakın sinemaya yapma, seyircinin sabrını deneme,” dedim. “İki buçuk saatlik ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’nın senaryosu 80 sayfa, bu 163 sayfa.

zamanlar değil,” diyordum, “En doğru zaman gelecek, biliyorum, en doğru metin gelecek”. Ve gerçekten öyle oldu. ● Kadın olarak hikayenin sizin için özel bir anlamı var mı? Ayça B.: Kendime dair de bir sürü şeyi bu rol içinde keşfettiğim oldu. Bir de mesela uzun zamandır evli bir kadınım ben, çok fazla flörtüm olmadı doğal olarak 12 senedir falan. Ben bir hatırlamaya çalıştım yani. İlk başlayınca nasıl oluyordu ya? Ve heyecanlandım yani. Flört ediyorum çünkü oyunda, o da çok güzel. Bir de Haluk Bilginer’le. Canan E.: Hepimizin ortak düşüncesi. ● Kadına “Ya böyle yapma” filan demek istediğiniz oluyor mu? Ayça B.: Yok tam tersi, “Yap,” diyorum, “Böyle yap, daha da böyle yap”. ● Gidip kafa üstü çakılsın mı? Ayça B.: Bir çakılmak lazım ki, oradan şöyle bir kalkıp silkineceksin. Canan E.: E aşk kafa üstü çakılmaktır. ● Oyuncu olarak sizi serbest bırakı-

11

Oyun Atölyesi’nin kedisi Kate, kapak çekimlerine eşlik etti.

yor mu Haluk Bey, yoksa “Bu böyle oynanmalı” dediği oluyor mu? Haluk B: Asla. Saçmalama hakkımız her zaman baki. Ayça B.: Provalarda saçmalayacağız, başka türlü bir şeyin çıkma olasılığı olduğunu düşünmüyorum. Hiçbir şey bilmeden, emekleme evresindeki bir bebek gibi sahneye çıkıp bütün o kıvranmaları, o süreci, acısı, kahkahası, delirmesi, zırvalaması, unutması, her şeyi, her şeyi, bunların hiçbiri olmadan olmaz. Haluk B.: Biz birbirimizden öğreniyoruz. Şimdi sahnede bir laf var ve ben onu söylüyorum, Ayça ona reaksiyon gösteriyor. Ben de o gösterdiği reaksiyona bir reaksiyon gösteriyorum, karşılıklı etkitepki. Öbür türlü sen oraya, sen buraya geç, trafik polisi olurum. Ayça B.: Hiç mesela mizansen diye bir laf geçmedi bu oyunda. Çünkü ben de şuna inanıyorum ki, sadece o anı sahici kılmaya çalışırsam ben oyuncu olarak, mizansen kendiliğinden ortaya çıkacak. Ve bizim en büyük şansımız, üçümüzün de aynı kafada çalışması. ● Bazı yönetmenler de her şeyi masa başında kendi tasarlayıp kafalarındaki şeyin sahnede vücuda gelmesini bekliyor, böyle bir yöntem de var... Haluk B.: İlla ki var ama doğru bir yöntem değil. Yeni keşiflere kapatıyorsunuz o zaman kendinizi. Yeni heyecanlara kapatıyorsunuz, her şeye kapalısınız. Öyle sinema yönetmenleri de var. Yani sadece “Benim dediğim olacak,” diyen, öbür türlüsünü dinlemek bile istemiyor. Kafasında kurmuş, sadece onu uyguluyor. Ama işte yeni şeyler keşfetme olanağından ve olasılığından mahrum bırakıyor kendini, yazık. Bir dur, bir bak, bir sor insanlara, o bir şey diyecek, öbürü bir şey diyecek, herkesin bir aklı var. Yok, kapatıyorsun kendini, kendi işine de yazık ediyorsun. Çektiğin filme de, yönettiğin oyuna da... MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SAHNE SANATLARI

Masalsı bir siluet

Melek Kobra Etrafı krallar, kraliçelerle çevrili, prenses unvanının pek yakıştığı bir operet ve sinema oyuncusu. 25’inde hayata veda ettikten sonra unutulmuş bir Cumhuriyet dönemi aktrisi. Bu sezon Tiyatro Boyalıkuş’un oyunuyla ‘dirilen’ Melek Kobra’yı anmanın vaktidir. BAHAR ÇUHADAR bahar.cuhadar@radikal.com.tr

MELEK Muhlis: Babanın uğramadığı, yoksul bir evin tek çocuğu. İlerleyen yıllarda, yine o babanın yazdığı eserlerde rol alarak operet sahnelerinde parlayan bir genç yetenek. Melek Tayfur: Sinema oyuncusu ve ‘dublaj kralı’ eşi Ferdi Tayfur’un kolunda, şaşaalı Beyoğlu gecelerinde bir güzellik. Yeni yeni ayaklanan Türk sinema sektörünün aşina yüzlerinden. Melek Ezgi: Darülbedayi ve “Ozan Opereti” (Ayşe Opereti) kadrosunun daimi isimlerinden. Melek Kobra: Çamlıca’da bir evde nekahatte, Yakacık Sanatoryumu ve Cerrahpaşa Hastanesi’nde yalnız geçen tedavi aylarında, en yakın arkadaşı sivri dilli cümleleri olan bir kadın. ‘Melek’in, 25 yıllık yaşamı boyunca kullandığı bu dört isminden birini bile duymamış olmanız kuvvetle muhtemel. Cumhuriyet’in erken dönem sinema/tiyatro üretimine dair özel bir ilginiz yoksa, bu tanışmamışMilliyet SANAT Ekim 2013

lık hali son derece normal. En çok “Ayşe Opereti” ile anılan operet kralı Muhlis Sabahattin’in kızı, 1932 Dünya Güzellik Kraliçesi Keriman Halis’in kuzeni, aktör Ferdi Tayfur’un eşi Melek Kobra’nın etrafındaki isimleri sıralayınca kendisine de ‘prenses’ unvanını vermek makul görünüyor. Lakin bu güzeller güzeli kadının, ‘30’ların sinema perdesi ve tiyatro sahnesinde sıkça boy göstermiş aktristin yaşamı, ‘prenses’ sözcüğünün çağrıştırdığı kadar toz pembe değil.

GÜNLÜKLERİN BULUNUŞU Sondan alalım. Adı uzun yıllar (neredeyse öldüğü 1939’dan 2000’lere kadar Şehir Tiyatroları arşivinde saklı kalmış ‘masalsı bir silüet’ Melek Kobra. Ta ki yazar Gökhan Akçura, Muhlis Sabahattin Ezgi’nin yaşamını araştırdığı esnada, fotoğrafçı Cengiz Kahraman aracılığıyla bazı eski defterlere ulaşıncaya kadar. Kahraman’ın 2004’te, Kadıköy’de bir sahafta bulduğu bu defterler ve fotoğraflar Melek Kobra’nındır.

12

Melek Kobra’nın hikayesi Gökhan Akçura tarafından “Hatıratım Melek Kobra” adlı kitapta anlatılmıştı.

Üstelik bunlar, Melek Kobra’nın 1937’de baş gösteren hastalığından 10 ay sonra tutmaya başlayıp yaşama veda ettiği 6 Aralık 1939’dan bir ay öncesine kadar (13 Kasım 1939) yazdığı günlüklerdir. Akçura’nın bu kıymetli belgeler, Melek’e dair bulabildiği detaylar ve üç uzmanın makalesi eşliğinde hazırladığı “Hatıratım - Melek Kobra” 2006’da Everest Yayınları’ndan çıkmıştı. Böylece ‘unutulmuş’ bir isim olan Melek Kobra, bir anlamda yeniden ete kemiğe bürünmüş, aramıza karışmıştı. Onu bugünlerde tekrar anmamız için kuvvetli bir sebebimiz var: Feminist tiyatro yapan Tiyatro Boyalıkuş, sezonu “Melek” adlı oyunla açtı. Rüstem Ertuğ Altınay imzalı metin, - Melek Kobra’nın hatıratından anladığımız kadarıyla kişiliğinin de - detaylarına sadık kalınarak yazılmış. “Hatırat”ı okumuş/okuyacak olanların fark edebileceği bir hoşluk da Altınay’ın metninin, Melek’in özellikle son iki defterdeki edebi diline yakın bir lezzette olması. Jale Karabe-


Sade ve karanlık bir hastane odası dekorunda, Melek olarak karşımıza çıkan isim, Yeşim Koçak.

Melek Kobra’nın hatıratı içinde dolaşırken, üç yıla yakın bir süre mücadele ettiği hastalık esnasında bile sivri dilinin, ironik tavrının eksilmediği anlara çarpıyor insan. kir’in rejisindeki tek kişilik oyun, Melek’in Cerrahpaşa Hastanesi’nde geçen son dönemine götürüyor bizi. Sade ve karanlık bir hastane odası dekorunda, “Melek” olarak karşımıza çıkan isim, Yeşim Koçak. Melek’in hayatından kimi zaman şatafatlı, kimi zaman da acılı ve yalnız anları ölçüsü kıvamında bir performansla aktarıyor, Koçak. Oyunu görmenizi önerip Melek’in kısa ömrünün koridorlarında dolaşalım. Melek, ‘operet kralı’ ünvanlı Muhlis Sabahattin ve Seniye Hanım’ın kısa süren evliliğinden 1915’te dünyaya gelir. Büyük bestekârın evine uğramadığı, karısına ve kızına üçbeş kuruş para bıraktığı, vaktini Tokatlıyan Otel’de, Beyoğlu eğlencelerinde, tiyatroda geçirdiği yıllar... Melek’inki de haliyle yoksul ve annesiyle başbaşa geçen bir çocukluk. Mutsuz, yoksul ama bir o kadar da güzel bir çocuk. Gazetelere isminin ilk kez 1930 Ocak’ında, güzellik yarışması katılımcılarından biri olarak yansıyor. Melek yarışmada 13’üncü sırada yer alır. Gazeteci Abidin Daver, onu ve kuzeni Keriman Halis’i 1932’deki yarışmaya davet eder ancak Melek icabet etmeyecektir bu davete. Kuzeni Halis ise o sene Dünya Güzellik Kraliçesi seçilir. Melek 1931 Ağustos’unda, babasının operet topluluğu “Muhlis’in Çocukları”na dahil olup sahneye ilk adımını atar. “Perde Arkası” adlı operette Ayda rolünü oynayan Melek’in rol arkadaşları arasında, sonradan yakın arkadaşı da olacak Suzan Lütfullah vardır. Eserin Primadonna’sı Suzan Lütfullah, Gülriz Sururi’nin annesidir. Ardından

ekibin Samsun turnesinde sahnelediği “Kısır Paşa”da sahneye çıkar, Melek. Ve meşhur “Ayşe Opereti”nin (Adı “Ozan Opereti” olarak değişir) kadrosunda da yerini alır.

AŞK-KISKANÇLIK-NEFRET Melek böylece ilk gençlik yıllarını; hem kapılarını babasının açtığı sanat çevresi, hem güzelliği ve yeteneği sayesinde 1930’ların tiyatro-sinema sahnesinin göbeğinde geçirir. Birlikte sahne aldığı isimlerin birkaçını saysak kâfi: İsmail Dümbüllü, Vasfi Rıza Zobu, Sururi Ailesi, İrma Toto (Karaca)... 1932’den itibaren beyazperdede rol kesecektir. Dönemin Ferdi Tayfur, Galip Arcan, Cahide Sonku gibi yıldız isimleriyle... Yönetmen koltuğuna Muhsin Ertuğrul’un oturduğu “Karım Beni Aldatırsa”, “Söz Bir Allah Bir”, “Milyon Avcıları”, “Cici Berber” filmlerinde oynar. Hakkındaki en detaylı bilgileri bir araya getirmiş olan Akçura’dan öğrendiğimize göre, Melek büyük aşk yaşadığı, ayrıldıktan sonra dahi günlüklerinde kendisine aşk/sitem / kıskançlık / nefret karışımı duygular beslediği Ferdi Tayfur ile de bu dönemde tanışır. 1936’da Darülbedayi kadrosuna katılan Melek, Şehir Tiyatroları’nın 1937 tarihli program dergilerinde Ezgi soyadını kullanıyor. Akçura’nın dikkat çektiği bu durum, Ferdi Tayfur ile evliliğinin kabaca hangi dönemde bittiğinin de ipucunu veriyor. Melek’in Darülbedayi sanatçısı olarak rol aldığı oyunlar arasında “Bir Kadının Hayatı”, “Leyla ile Mecnun Opereti”, “Aşk Mek-

13

tebi” gibi eserler sayılıyor. Son oyunu ise sahnedeyken ağzından kan gelen “Kral Lear”. Lear rolündeki Muhsin Ertuğrul’un kızlarından Regan’ı canlandıran Melek’in verem olduğu da bu şekilde ortaya çıkar. Melek’in sahne hayatı o temsilde ağzından gelen kanla birden kesiliveriyor. Her ne kadar günlüklerinin ilk defterindeki cümlelerinden ‘İyileşip eski hayatına dönme’ umudu taşıdığı sezilse de sonraki defterlerde Melek’in yalnızlaştığını, doğal olarak karamsarlaştığını ve en nihayetinde de ölüm”fikriyle barıştığını görüyoruz. Yoksul ve alkol sorunları olan bir anne, Melek’in en kötü zamanlarında ona maddi-manevi ilgi alaka göstermediği anlaşılan eski bir koca, bir müddet koruma kalkanı olsa da sonradan Melek’i öfkelendiren, zengin ve görmemiş bir tüccar-sevgili... Ve hastanedeki doktorlardan ya da nekahat döneminde kaldığı eve gelen eş-dost-tanış arasından bazı erkekler... Yazdıklarından Melek’in kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘aşk kadını’ olduğu anlaşılıyor. 24-25 yaşlarında, büyüleyici bir güzelliğe, muzip bir mizaca ve zekaya sahip bir kadın için olması gereken de bu değil mi zaten! Melek’in hatıratı içinde dolaşırken, üç yıla yakın bir süre mücadele ettiği hastalık esnasında bile sivri dilinin, ironik tavrının eksilmediği anlara çarpıyor insan. Beğendiği erkekleri, canını sıkan yakın dönem anılarını, sitemkar olduğu eski sanatçı dostlarını ya da ışıltılı Beyoğlu gecelerini tasvir ederken kullandığı duru ama etkili dile hayran kalmamak mümkün değil. Melek Kobra, Gökhan Akçura’nın çalışmasından sonra şimdi de Tiyatro Boyalıkuş sayesinde o hastane yatağında yalnız değil. Siz oyunu izledikçe de kalabalıklaşacak. Bugün Feriköy’de yatmakta olan tiyatro sahnemizin en eski kadın oyuncularından birine saygıyla veda etmek için nefis bir fırsat. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SAHNE SANATLARI

Alternatif sahnelerin çiçeği burnunda festivali

tiyatro: Salı’nın yazdıça mi Berat Mar oyun, gençğı “Küçük” adlı dete yöneldilerin neden şid Eyüp Emre . ğini irdeliyor ttiği oyunda Uçaray’ın yöne , Veda YurtBarış Gönenen etcan Diem M , sever İpek ra ve Tuğçe per, Esme Mad r. Altuğ oynuyorla cikat in ik , m 7-8-9 Eki ● ikincikat-

Alternatif mekanlara dikkat çekmek üzere 2010-2011 sezonunda oluşturulan Alternatif Sahneler girişimi, bu yıl 5 - 13 Ekim arasında AltFest’13 adı altında bir festival düzenliyor. Festivale 16 ekip katılıyor. ÖZLEM ÖZDEMİR info@ozlemozdemir.com

İSTANBUL’DA bağımsız tiyatro gruplarının sayısı giderek artıyor. Var olan sahneler kapatılıyor olsa da özellikle Beyoğlu ve çevresinde yeni bağımsız tiyatro mekanlarının varlığından söz edilmeye başlandı. Bağımsız tiyatro mekanları; alternatif sahnelerin farkındalığını artırmak ve devamlılığına katkı sağlamak amacıyla 2010-2011 sezonunda bir araya gelerek ‘Alternatif Sahneler’ adı altında bir girişim oluşturdular. Tüm bağımsız tiyatro mekanlarına açık olan girişim, bugüne kadar ortak broşür basımı, söyleşiler ve

Veda Yurtsever İpek, ikincikat’ın sahnelediği “Küçük” oyununda.

sosyal sorumluluk etkinlikleri düzenledi. Bu yıl ise 5 - 13 Ekim arasında AltFest’13 adı altında bir festival düzenleniyor. 16 ekibin katıldığı festivalin mekanları; ikincikat, Karakutu, Kumbaracı50, Maya Cüneyt Türel Sahnesi, Mekan Artı, Sahnehâl ve Şermola Performans. “AltFest”13’te üç ayrı dalda ödül de veriliyor. Bu yılın Emek Ödülü Nilgün Kurt’a, Basın Ödülü Ezgi Atabilen’e ve Seyirci Ödülü Burcu Karakaya’ya gidiyor. 5 Ekim Cumartesi Kadir Has Sahne’de gerçekleştirilecek törenin ardından açılış oyunu olarak Bernard Shaw’ın “Jan Dark” eserinden uyarlanan “Circus d’Arc” adlı oyun ücretsiz olarark Kadro Pa tarafından sahnelenecek. Bilet fiyatları tam: 30TL, öğrenci: 15TL ve tüm oyunlar saat 20:30’da. Detaylı bilgi www.altfest.org adresinde.

İzlenecek oyunlar ●

Ebru Sağay, Tiyatro Nienor’un sahneye koyduğu “Çok Yaşa Andy Warhol”un hem yazarı hem de oyuncusu.

Tiyatro Nienor: Andy Warhol’un “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak,” sözünden yola çıkılarak yazılan “Çok Yaşa Andy Warhol!” oyununu Ebru Sağay yazmış. Gürol Tonbul’un yönettiği oyunda Ebru Sağay ve Soner Akçay rol alıyorlar. 7-8-9 Ekim, Kumbaracı50

Milliyet SANAT Ekim 2013

14

● Tiyatro Boğaziçi: Sevilay Saral’ın yazdığı “Bir Kadın Uyanıyor”, gerçek bir hayat hikayesinden yola çıkılarak bir kadının ilk gençliğinden, evlilik hayatına, eşi ve çocukları ile ilişkisinden boşanma ve kendi ayakları üzerinde durma süreçlerine kadar, kadın sorunlarına odaklanıyor. Aysel Yıldırım’ın oynadığı oyunu Sevilay Saral ile Metin Göksel yönetiyor. 7-8 Ekim, Maya Cüneyt Türel Sahnesi


“AltFest’13”te üç ayrı dalda ödül verilecek. Bu yılın Emek Ödülü Nilgün Kurt’a, Basın Ödülü Ezgi Atabilen’e ve Seyirci Ödülü Burcu Karakaya’ya... ● Seyyar Sahne: “Çocukluğun Soğuk Geceleri”, Tezer Özlü’nün çocukluk, ilkgençlik, kadınlık, cinsellik ve delilik temalarını, yaşam ve ölüm izlekleri etrafında işlediği aynı adlı kitabından sahneye uyarlanmış. Nesrin Uçarlar’ın oynadığı oyunun yönetmeni Celal Mordeniz. 12 Ekim, KaraKutu ● Gezerken: Gezi direnişi sırasında bir twitter kullanıcısı @renklisahne’nin; “Yazarlardan yaşananları sahneye taşıyacak oyunlar istiyoruz!” tweet’iyle Cem Uslu, Mirza Metin, Özen Yula ve Yiğit Sertdemir’in bir gece buluşarak yaşananları ve tanıklıklarını kendi kaleminden aktarmasıyla ortaya çıkan bir oyun. Oyun ilk kez 8 Haziran’da Gezi Parkı’nda seyirciyle buluştu. Oyunda Serkan Altıntaş, Sermet Yeşil, Erdem Akakçe ve Sevinç Erbulak oynuyorlar. 4 Ağustos’tan itibaren oyuncu değişikliğiyle parkları gezmeye başlayan “Gezerken...” her an her yerde karşınıza çıkabilir. 7 Ekim, Maya Cüneyt Türel Sahnesi 8 Ekim, KaraKutu ● Tiyatrotem: “Hakiki Gala”; günümüzün reyting yapan ve çok tartışılan televizyon programları, 3.sayfa haberleri, insanlardaki kendini toplumun zalim seyrine sunarak karizma oluşturma çabası üzerine kotarılmış bir komedi. Çetin Sarıkartal’ın yöntettiği oyunda Ayşe Selen ve Şehsuvar Aktaş oynuyorlar. 12 Ekim, Kumbaracı50 ● Altıdan Sonra Tiyatro: O.B.E.B. (Ortak Bölenlerin En Büyüğü); ‘70’li yıllarda bir psikolog ve yardımcısı tarafından, birbirinden farklı dört kadının psikodrama yöntemiyle ‘merkezce’ belirlenen hedeflere

● Tiyatro Artı : Siyah Pembe Üçgen Derneği’nin yazdığı”80’lerd e Lubunya Olmak” oyunun da en genci bugün 50 yaşı nda olan beş trans birey bize kendi hikayelerini anlatıyor . Ufuk Tan Altunkaya’nın yö nettiği oyunda Ayşe Gülerman , Burcu Şeyben, Elit Çam, Seda Altuner ve Neşem Akha n sahnede. 10-11-12 Ekim , Mekan Artı

Tiyatro Artı’nın oyunu “80’lerde Lubunya Olmak”.

● YAN ETKİ : Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun yazıp yönettiği “Şekersiz”de Aslıhan Erguvan, Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Görkem Kasal, Murat Mahmutyazıcıoğlu oynuyorlar. 10-11-12 Ekim, Şermola Performans

yönlendirilmesini anlatan ’komplo teorisi’ üzerine kurulmuş bir komedi. Yiğit Sertdemir’in yazıp yönettiği oyunda; Aslı Can Kortan, Ebru Gözdaşoğlu, Erkan Kortan, Gülhan Kadim, Sinem Öcalır ve Yiğit Sertdemir oynuyorlar. 10-11 Ekim, Kumbaracı50 ● gnlev: Turgay Doğan’ın yazıp yöntettiği “04.34”te İnci Nur Daşdemir ve Kayhan Binnetoğlu oynuyorlar. 10-11-12 Ekim, Maya Cüneyt Türel Sahnesi

● TiyatroHâl: Sabahattin Yakut’un yazdığı “Kırık Merdiven”, iki adamın tüm insanlığın sorduğu belli başlı birkaç soruya cevap aramasını, bir merdiven üzerindeki yolculuklarında anlatıyor. Zeynep Yazıcıoğlu’nun yönettiği oyunda Onur Şenol ve Semih Habiboğulları oynuyorlar. 7-8-9 Ekim, SahneHâl

15

● Tiyatrofobi: Şirin Öten’in yazıp yönettiği “Aile Mezarlığı” babalar ve oğulları arasındaki ilişkiyi masaya yatırıyor. Oyunda Burak Akyol, Erdal Baran ve Şahin Mert Güçkıran oynuyorlar. 9-10-11 Ekim, KaraKutu ● POV: Yunus Emre Obut’un yazdığı “Gerçeğin İlahi Anıları” nın yönetmeni Fahrettin Eren Dinler. Sahnede Yunus Emre Obut, Sibel Curciali, Ufuk Karakavak, Hürol Balakoğlu ve Sadık Yerinde var. 10-11-12 Ekim, SahneHâl ● DESTAR: Mîrza Metîn tarafından yazılıp yönetilen “Gor” (Mezar) oyununda, Alan Ciwan, Bayhan Ekici, Berfîn Zenderlioğlu, Mensur Zîrek ve Sadin Yeşiltaş oynuyorlar. 7-8-9 Ekim, Şermola Performans ● EKİP: “Öğüt”, ‘insan mutluluğu için çabalıyorsa eğer, nasıl oluyor da yaşamımız en beklenmedik anlarda bir trajediye dönüşebiliyor’ konusunu sorgulayan bir oyun. Cem Uslu’nun yazıp yönettiği oyunda Sevil Akı, Engin Aydın, Erman Bağrı, Kerem Atabeyoğlu, Sema Mumcu ve İsmail Sağır rol alıyorlar. 10-11-12 Ekim, ikincikat ● Vagon: Noyan Ayturan’ın yazdığı “Vagon”, yük vagonunun içinde kapana kısılan iki yolcunun, birbirleri ile yüzleşirken geçmişle de hesaplaşmak zorunda kalışlarının hikayesi. Ayturan ve A. Volkan Işık’ın yönettiği oyunda Murat Kapu, Abdullah Semercioğlu, A. Volkan Işık, İrem Dilaver, Merve Bağdatlı oynuyorlar. 7-8-9 Ekim, Mekân Artı 6 Ekim Pazar günü gerçekleştirilecek ‘Okuma Pazarı’ bölümünde ise üç oyun okuması yer alıyor: Eser Saraçoğlu’nun yazıp Beyti Engin’in yönettiği “Beş Kadın”, Ali Cüneyt Kılcıoğlu’nun yazıp Özlem Özhabeş’in yönettiği “Düdüklü Tencere” ve Halil İbrahim Irklı’nın yazıp Fatih Gençkal’ın yönettiği “Bu Sonu Mutlu Biten Hikayelerden Değildir”. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SAHNE SANATLARI

Genç operaya gençlik hikayesi ONUR ŞİMŞEK onrsimsek@yahoo.com

SAMSUN Devlet Opera ve Balesi, yeni sezonu büyük bir müzikal prodüksiyonla açıyor; “Batı Yakası Hikayesi” (West Side Story). İlk gösterimini 26 Eylül 1957’de Winter Garden Theater-Broadway’de yapan müzikalin, 10 Oscar ve Grammy ödüllerine sahip 1961 yapımı bir filmi de bulunuyor. Daha önce İstanbul ve Antalya Devlet Opera -Bale’lerinde de repertuvara alınan müzikalin provalarını ziyaret ettim. Prova aralarında ekipten oyuncularla ve eserin rejisörü/koreografı aynı zamanda Milliyet SANAT Ekim 2013

Samsun Devlet Opera ve Balesi yeni sezonu Mehmet Balkan’ın sahneye koyduğu “Batı Yakası Hikayesi” müzikaliyle açıyor. Hazırlık sürecinden notlar aktarmak için müzikalin provalarına konuk olduk. Devlet Opera ve Balesi Baş Koreografı olan Mehmet Balkan ile “West Side Story” ve müzikal kültürü üzerine konuştuk. Balkan aynı zamanda Antalya’daki “Batı Yakası Hikayesi”nin de baş mimarı. İstanbul’da daha önce sahnelenen ise, Broadway versiyonunun orijinal hali. Eserin Samsun repertuvarına dahil edilme aşamasına gelince, Antalya’da iki yıl başarılı bir gişeyle devam etmesi ve SAMDOB Müdürü ve Sanat Yönetmeni Volkan Kıran’ın izleyiciye opera ve balenin yanında müzikal türünde eser su-

16

nulmasının olumlu adım olacağını düşünmesi sonucu teklif Mehmet Balkan’a ulaşmış.

MODERN ROMEO-JULIET “Batı Yakası Hikayesi”nde, New York’un batı kesiminde yer alan Manhattan’daki iki sokak çetesinin (Jets ve Shark) etnik ayrılıklar nedeniyle var olan çatışmaları ve bu olaylar arasında kalan, aile ve arkadaşlar tarafından kabul görmeyen dramatik bir aşk anlatılıyor. Eser Arthur Lau-


FOTOĞRAFLAR: ÖZGÜR ÖRSOĞLU

“Batı Yakası Hikayesi”nde 100 kişilik bir ekip çalışıyor.

rents’in kitabından uyarlanmış modern bir Romeo-Juliet hikayesi. Müzikleri Amerika tarihinin en yetenekli müzisyenlerinden sayılan Leonard Bernstein imzalı müzikalde, sözleri Stephen Sondeim’e ait “Tonight”, “Maria”, “Something’s Coming”, “I Have A Love”, “One Hand One Heart”, “I Feel Pretty” gibi şarkılar seslendiriliyor. Konunun temelinde yer alan aşkın taraflarından Maria’yı Eda Bingöl Gürkan ve Zerrin Karslı, Tony’yi Bilal Doğan ve Barış Yanç dönüşümlü olarak canlandırırken; Jet’lerin lideri Riff’i Şahan Gürkan ve O. Öner Özcan, Shark’ların lideri Bernardo’yu Çağdaş Dursun ve M. Orçun Gün, Bernardo’nun kız arkadaşı Anita’yı Ayşe Ceylan ve Seçil Eyilikeder oynayacak. Maria rolünde izleyiciyle buluşacak olan Eda Bingöl Gürkan, ka-

rakterin Juliet’ten ayrışan noktalarına değiniyor: “Ailesi ile aşkı arasında sıkışıyor ama aşkını tercih ediyor. Ne Portorikolu çevresi ne de ailesi Maria’nın hayatının aşkının önüne geçebiliyor. Bu, nefret ortamı içinde yeşeren bir aşk. Ve talih, her büyük aşk gibi onları bir sona sürüklüyor. Bir gün aşklarını yaşayabilecekleri bir yerde buluşmak umuduyla yazgılarına boyun eğiyorlar.” Ayrıca “Bir gün hangi müzikalde oynamak istersin diye sorsalardı, Batı Yakası Hikayesi ve Maria rolü derdim,” diye de ekliyor. Hayalleri gerçekleştiren bir iş, ne kadar kötü olabilir ki?

BİR SİSTEM ELEŞTİRİSİ Daha önce İstanbul versiyonunda da Riff’i canlandırarak, Samsun’da ikinci ‘Batı

17

Yakası’ prodüksiyonunda bulunacak olan Şahan Gürkan eserin sisteme bakış tarzının önemine vurgu yapıyor: “Amerika’nın sembolü; Özgürlük Heykeli’nin kenti New York’un arka sokaklarında, ayın karanlık yüzünde, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik sarmalında hapsolmuş gençler. Varolmak için sokak çetelerinden başka çıkış yolu bulamıyorlar. Bu gençler sıkışıklık içinde, enerjilerini kanalize edemiyor. Karşılarında devleti simgeleyen ise kolluk kuvveti, tehdit ve baskı. Yeni bir yaşam hayaliyle kente gelmiş göçmenlerin çocukları, göçmenleri varlıkları için tehdit olarak algılayan ve kendilerini ‘Amerikalı’ gören diğer çocuklar. Ötekileşmenin, kutuplaşmanın arttığı dünyamızda , -aşk hikayesi kisvesi altında- küçümsenmeyecek bir sistem eleştiMilliyet SANAT Ekim 2013


SAHNE SANATLARI “Batı Yakası Hikayesi”nin rejisörü/koreografı Mehmet Balkan, aynı zamanda Devlet Opera ve Balesi Baş Koreografı.

Mehmet Balkan: “Tiyatro yaparsa daha iyi olur, opera yaparsa daha kötü olur gibi bir ön yargıyla olaya yaklaşmanın son derece sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Ama Cüneyt Gökçer’in zamanından beri müzikaller ‘tiyatro’nun tekelinde kaldığı için böyle bir eleştiriye gidilmesi son derece doğal. ”

risi aslında. ‘Gee, Officer Krupke’ şarkısı da sistem pastasına dikilen bir tüy.” Müzikalin opera ve bale sanatçıları tarafından sahneleniyor olması bir kısım tarafından eleştiri konusu olurken, bir kısım tarafından en azından kurum repertuvarlarında müzikal bulunuyor olması- mutluluk verici bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Daha önce 100’ün üzerinde opera-bale-müzikal türünde eserler çıkartmış olan Mehmet Balkan eleştirileri olgunlukla karşılıyor: “Bizim meslekte bu işi yapan herkesin eleştiriye açık olması gerektiğini düşünüyorum. Yaşantımın ve eğitimimin büyük bölümünü yurtdışında geçirmiş biri olarak şunu söyleyebilirim; tiyatro sanatçısı ne kadar şarkı söyleyebiliyor ise, opera sanatçısı da o kadar tiyatro yapıyor. Tiyatro sanatçıları -doğal olarak mesleklerinin getirdiği artı- diyaloglarda çok başarılı, aynı başarıyı zaman zaman şarkılarda gösteremeyebilir. Tersine çevirdiğimizde, opera sanatçısı şarkılarda çok başarılı olabilir, diyaloglarda başarılı olamayabilir. Ama ikisinin ortak özelliği var; her ikisi de konservatuvarda dans eğitimi almıştır. Bu çok göreceli bir iş. Tiyatro yaparsa daha iyi olur, opera yaparsa daha kötü olur gibi bir ön yargıyla olaya yaklaşmanın son derece sakıncalı olduğunu düşünüyorum. İyi bir çalışma süreci ve altyapı oluşturulduğu sürece hem tiyatro sanatçıları hem de opera sanatçıları bunu çok iyi yapabilir. Ama Cüneyt Gökçer’in zamanından beri müzikaller ‘tiyatro’nun tekelinde kaldığı için böyle bir eleştiriye gidilmesi son derece doğal. ” Bale sanatçıları danslarını sahnede sergilerken, köşede sopranoların/tenorların

‘gençlik’ tarafının, Samsun gibi yeni bir kurumun genç ve dinamik ekibinin ruhuyla bağdaşması. İnandırıcılığı göz önünde bulundurarak eserin iyi bir tercih olduğu düşünülse de, Balkan’a göre; ekip içinde bulunan ‘yaşı büyük’ grup her zaman avantaj olarak değerlendirilmeli. 12 Ekim’de prömiyer yapacak olan müzikalle ilgili beklentilerini sorduğum Mehmet Balkan şöyle anlatıyor: “Samsun Operası kuruluşu üzerinden 5-6 yıl geçmiş bir kurum. Samsun’da opera algısını oturtmanın bir misyon olduğunu ve çok kolay olmadığını düşünüyorum. Baleyi, operayı hayatında hiç görmemiş insanlar var. Bizim yaptığımız, operayı, müzikali seyirciye tanıtmak adına atılan adımlar. Özellikle “West Side Story” kıyısından köşesinden bilinen, duyulmuş bir hikaye. Buraya gelip seyredersiniz, çünkü Türkçe oynanıyordur, melodileri güzeldir, sıkıcı bir tarafı kalmamıştır. Ben de film gibi akmasını temenni ediyorum tabii ışığı-dekoru-kostümüyle. Seyircinin ‘Aaaa o kadar da kötü değilmiş, bir dahaki temsile de gidelim,’ demesi yeterli. Bu arada sanatçıların da bir müzikalle kendi kariyerlerinde bir boşluğu dolduracaklarını düşünüyorum. Umut ederim seyirciye layık olacak bir ‘Batı Yakası Hikayesi’ ortaya çıkar.” Yaklaşık 100 kişilik bir ekiple çıkarılan keyifli hikayenin Samsun izleyicisi için büyük bir heyecan yaratacağı mutlak. Tabii prömiyer veya daha sonraki tarihler (21 Ekim, 4 Kasım, 28 Kasım 2013) için bir seyahat planlamak da mümkün, her kentten görmek isteyenler için. Bu büyük emek ürünü gösterinin başarılı ve uzun soluklu olmasını temenni ederim. MS

Milliyet SANAT Ekim 2012

dansçıları seslendirdiği prodüksiyon tarzının doğruluğunu, yanlışlığını tartışırken, her ikisini bir arada yapacak performansların kadroda toparlanabilme ihtimali üzerine de konuştuk. “Biz bunu Antalya versiyonunda başardık ama binlerce kişi içinden elenip alınan kadroların olduğu bir Broadway gerçeği de var,” diyor Balkan.

DEKORDAKİ AYRINTILAR Prova esnasında denk geldiğim sahneler kadarıyla, sanatçıların ses-diyalog-dans performanslarının etkilediğini söylemeliyim. Antalya versiyonundakinin çeşitli değişikliklerle Samsun sahnesine uyarlanmasıyla oluşan Tayfun Çebi imzalı dekor, prova içi muhabbetleri kaçırmama sebep olacak kadar ilginç ve gerçekçi. Gördüğüm üç ayrı dekor da diyalogları ve o sahnenin şarkısındaki temayı kolaylıkla yansıtacak şekilde tasarlanmış. Üstelik detaylar konusunda özenilen dekoru ayrıntılı incelemek için biraz fazla zamana yahut dikkatli gözlere ihtiyaç var. Bir sahnede, bütün sahneyi kaplayan ev dekorunun ufacık zamanda dekor ekibi tarafından taşınarak yetiştirilme heyecanı ve Mehmet Balkan’ın ‘seyirci arkada bir dümen dönüyor hissine kapılmasın’ diye verdiği çaba, prova izlenimlerimle ilgili en eğlenceli ayrıntılardan. Balkan’ın reji yöntemini, kalabalık sahnelerdeki hakimiyetini; oyun safhasından önce izlemiş olmak apayrı bir mutluluk zaten. Bu arada kostümler Antalya’dakinden bağımsız olarak Aydan Çınar tarafından yeniden tasarlanıyor, ışık tasarımı ise Mustafa Eski’ye ait. Eserin Samsun’da sergilenecek olmasının bir başka keyif veren yanı; hikayenin

18



SAHNE SANATLARI

Opera balede heyecan verici sezon ANKARA DOB bu sezon oldukça iddialı, 3 yeni opera prodüksiyonu, 1 operet ve 3 yeni baleyle seyircilerini karşılamaya hazırlanıyor. Ekim ayında prömiyer yapacak ilk yeni eser bir Azerbaycan opera klasiği, Üzeyir Hacıbeyov’un 1913’te bestelediği, komik / romantik opereti “Arşın Mal Alan”. İstanbul seyircisi eseri Cemal Reşit Rey Salon’unun ilk yıllarından hatırlayacaktır, yıllarca sahnelenmişti. Evlenme çağına gelmiş Asker’in ülkesindeki görücü usulü ile evlenmek yerine aşık olup evlenme isteğiyle, kadınları açık görüp beğenebilmek için bohçacı kılığına girip ev ev dolaşmasını ve Gülçehre’ye aşık olmasını konu alan operet birçok ilki de içinde barındırıyor: İslam dünyasının ilk opereti, Azeri lehçesiyle de olsa Türkçe yazılmış ilk operet, yerel bir saz olan tarın bir klasik müzik eserinde kullanıldığı ilk operet. Konusu ve müziğiyle yerel ve milli renkleri, motifleri bol bol kullanan, hafif bir eser. Hafız Guliyev sahneye koyuyor. Ankara’nın bir diğer yenisi Johann Strauss’un bir Viyana opereti türündeki eseri “Yarasa”. Bir görevliye hakaret ettiği için 8 gün hapis cezasına çarptırılan Baron Eisenstein’ın cezasını bir geceliğine erteleyip Prens Orlovsky’nin kıyafet balosuna katılması ve eşi, hizmetçi gibi tanıdıkların farklı kimliklerle partide hazır bulunmasıyla gelişen olayları işleyen, 19. YY. ortası Viyana burjuvazisine bir bakış atan operet, Strauss’un popüler müzikleriyle dünya repertuvarlarında en çok sahnelenen 20 eserden biri. ADOB’un prodüksiyonunu Murat Atak sahneye koyuyor. Verdi’nin erken dönem operalarından ve çok fazla sahnelenmeyen eserlerinden “Attila” da Ankara’nın bu seneki yenilerinden. Konusunu, adından da anlaşılacağı üzere Hun imparatoru Attila’nın seferlerinden alan opera, Verdi’nin müzikal anlamda en güçlü kabul edilen eserlerinden değil. Fakat az sahnelenen operaları sahneye taşımak da kurumsal operaların misyonlarından biri ve ADOB bu anlamda iyi bir iş yapıyor.

Devlet sanat kurumlarının akıbetiyle ilgili türlü çeşit söylenti döne dursun, memleketin opera-bale kurumları 2013-2014 sezonunu geçen sezonlardan devam edenlerin yanında yepyeni eserlerle karşılamaya hazır. ZEYNEP AKSOY z.aksoy@gmail.com

SEZON BOMBASI “CARMEN” Ankara’nın sezon bombası ise, galiba tüm zamanların en sevilen operası diyebileceğimiz Bizet’in “Carmen”i. Başına buyruk çingene kıMilliyet SANAT Ekim 2013

20


zı Carmen’in aşk maceraları ve trajedisini konu olan, dünya repertuvarlarının bu favori operasını her işinde farklı yorumlarıyla dikkat çeken Recep Ayyılmaz sahneye koyuyor. Ankara’nın yeni balelerine gelince: Klasik repertuvarın en sevilenlerinden, bestesi Delibes’e ait “Coppelia”nın koreografisi Mehmet Balkan imzasını taşıyor. Canlıya çok benzer dans eden bir bebek olan Coppelia’yı yaratan mucit doktor Coppelius’un icadıyla birlikte başına gelenleri işleyen, prömiyeri 1870’e ait balenin modern koreografileri genellikle Pepita’nın ilk koreografisini baz alır ama Balanchine dahil birçok meşhur koreograf esere el atmıştır. Çağdaş Romen besteci Bujor Hoinic’in 2006’ya ait balesi “Kont Dracula”, adından da anlaşılacağı üzere, Romen folklörünün baş kahramanlarından Dracula’nın öyküsünü konu alıyor. Eserin

Edgar Degas’nın “The Pink Dancers, Before the Ballet” adlı tablosu

Haldun Dormen’in sahneye koyacağı, yıllar yılı İstanbul Şehir Tiyatroları’nda kapalı gişe oynamış, bestesi Cemal Reşit Rey’e ait müzikalimiz “Lüküs Hayat”ın en çok ilgi çekecek işlerden biri olacağı kesin. koreografisi Razvan Masilu’ya ait. Ravel, Piazzola ve Paco de Lucia’nın müziklerinden, içinde tango, bale ve latin esintileri içeren bir potburi. Sezonun bir diğer iddialısı İzmir DOB. 3 yeni opera, 2 yeni bale, bir müzikal ve birdans tiyatrosuyla dolu dolu bir yeni sezon... Donizetti’nin Commedia dell’Arte karakterlerine dayanan komik operasını Recep Ayyılmaz sahneye koyuyor. Verdi’nin 200. doğum yılı şerefine ölümsüz ve en şatafatlı eseri Aida’yı Aytaç Manizade yönetiyor ve Aida İzmir’de ilk kez sahneye taşınmış oluyor. Yine bir Aytaç Manizade rejisi olan Puccini’nin en meşhurlarından “Madam Butterlfy” da İzmir’in yeni sezon operalarından. Lale Balkan’ın sahneye koyacağı “Mevlana’nın Çağrısı” balesinin müzikleri Can Atilla’ya ait, koreografisi ise Mehmet Balkan’a. Bir diğer yeni bale “Karma” Vivaldi, Bach ve Paganini’nin eserlerinden oluşan birer sahnelik 3 balenin bir birleşimi. Cem İdiz’in müziğini yazdığı “Kanlı Nigar” müzikalinin ise dünya prömiyerini gerçekleştiriyor İZDOB. Bir diğer dünya prömiyeri de müziği Can Atilla, koreografisi Mehmet Balkan’a ait “Kerbela” isimli dans tiyatrosu. AKM’sine bu sezon da kavuşamayan İstanbul DOB’dan iki yeni opera prömiyeri var, ikisi de çok fazla sahnelenmeyen eserler olduklarından ilginç: Rossini’nin konusu Sindirella masalına dayanan operası “La Cenerantola” ve Haendel’in Sezar’ın hayatını işleyen Barok eseri “Giulio Cesare”. İstanbul, yeni bale olarak balelerin yıldızlarından “Giselle”i sahneliyor. Dans etmeye âşık, ancak gerçek aşkta trajedi yaşayan köylü kızı Giselle’in hikayesi ilhamını Heinrich Heine’nin bir şiirinden alıyor, bestesi ise Adolphe Adam’a ait. İstanbul’un bir diğer yeni işi, Modern Dans Topluluğu’nun (MDT) “Alis Yıldızların Altında”sı.

RENKLİ VE ÇEŞİTLİ Mersin DOB, sezona meşhur ve çok sevilen yeni prodüksiyonlarla merhaba diyor. Haldun Dormen’in sahneye koyacağı, yıllar yılı İstanbul Şehir Tiyatroları’nda kapalı gişe oynamış, bestesi Cemal Reşit Rey’e ait müzikalimiz “Lüküs Hayat”ın en çok ilgi çekecek işlerden biri olacağı kesin. Puccini’nin, 19. YY. sonunda Paris’te meteliksiz ama hayal dolu sanatçı gençlerin aşk ve trajedi yüklü hayatını muhteşem

21

müzikle birleştiren tüm zamanların en sevilen operalarından “La Boheme”, bir diğer heyecan verici yeni, rejisi Kenan Korbek’e ait. Çağdaş bestecimiz Okan Demiriş’in “Karyağdı Hatun”unun librettosu Ankara’nın yazarı olarak bildiğimiz Nezihe Araz’a ait. Ankara’nın güzel kızı Yazgülü’yle bir Ankara Efesi olan Caneli’nin aşklarını konu ediyor. Mersin’in 2 de yeni balesi var bu sezon. Biri, Çaykovski’nin son balesi, bir Noel gecesi Clara adlı bir kızçocuğunun armağan olarak aldığı Fındıkkıran’la rüyalarını konu alan meşhur, büyülü masal tarzındaki “Fındıkkıran”ı. Diğeri ise Victor Hugo’nun aynı adlı gotik romanı “Notre Dame’ın Kamburu”. Esmeralda isimli güzel çingeneye büyük bir aşk besleyen kambur zangoç Quasimodo’nun hikayesini anlatan eserin müzikleri Fransız besteci Pugni’nin “Esmeralde” eserinin bazı bölümleriyle Romen besteci Bujor Hoinic’in yeni bestelerinden oluşuyor. Koreografi/libretto Armağan Davran ve Volkan Ersoy’a ait. Samsun DOB’un yenileri de heyecan verici bu sezon. Müzikal olarak “Batı Yakasının Hikayesi” var. Mozart’ın en çok sevilen operalarından, yarattığı renkli masal dünyası ve muhteşem müziğiyle her yaştan seyirciyi kendine çeken “Sihirli Flüt” aykırı işlerin yönetmeni Recep Ayyılmaz tarafından sahneye koyuluyor ve Samsun’da ilk kez sahneleniyor. Franz Lehar’ın içinde valsten kankana, polkadan mazurkaya türlü çeşit dansı barındıran, İstanbul’da yıllarca kapalı gişe oynamış neşeli opereti “Şen Dul” ise, rejilerinde sahneye getirdiği renkli dinamizmle tanıdığımız Aytaç Manizade tarafından yönetiliyor. Çaykovski’nin vazgeçilmez “Uyuyan Güzel”i ise Samsun’un yeni balesi. Bir çocuk masalından uyarlanan ve kötü kalpli bir büyücünün 100 yıllık uykuya mahkum ettiği Prenses Aurora’nın öyküsünü anlatan bale klasiğinin koreografisi Armağan Davran ve Volkan Ersoy ikilisinde. Samsun DOB’un bu sezon bir de Türkiye prömiyeri var: Kazak besteci Mukan Tölebayev’in “Birjan ve Sara” adlı operası. Klasikler, dünya repertuvarlarının en sevilenleri, nadir sahnelenenler, operetler, müzikaller, yerli ve Türki cumhuriyetlerden işlerle, memleketin opera ve bale sahneleri renkli, çeşitli, heyecan verici ve keyifli bir repertuvarla seyircisini bekliyor. İyi sezonlar! MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SAHNE SANATLARI

Acılar unutulmuyor, acıyı çekene sor! Gülşen Karakadıoğlu’nun Oda Tiyatrosu’nda sahnelenen “Nehir” oyunu, olağanüstü bir dönemde tanışan iki kadının aralarındaki ‘kuşku uçurumunun’ duygusal ve insancıl bir sıcaklıkla kapanışını anlatıyor.

ATİLA SAV milsanat@milliyet.com.tr

“SUÇLUYU bulmak için suç işlenebilir.” Hukukun böyle bir kuralı yok. Tersine Ceza Hukuku’nda “Bir suçsuzun hüküm giymesinden ise, on suçlunun cezasız kalması yeğdir,” yolunda bir anlayış vardır. Suçluların cezasız kalması toplumu tedirgin eder. Ama suçsuz kişinin haksız cezalandırılması ve cezasının çektirilmesi olasılığı dürüst toplumu daha çok tedirgin eder. Bunalım yaratır. Montesquieu, “Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma yöneltilmiş bir tehdittir,” diyor. İşkence, günümüzde bütün temel hukuk kurallarıyla ‘hukuk dışı’ sayılmaktadır. Ortaçağ’da, Engizisyon’a göre işkence hem bir sorgulama hem de ceza çektirme yöntemidir. Fransız Devrimi’nden sonra tümüyle hukuk dışı, yasa dışı bir uygulama sayılmıştır. İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nden beri bütün insan hakları antlaşmaları işkenceyi suç saydıkları halde, günümüzde hâlâ var. İşkenceciyi sadist bir ruh hastası saymak yalın ve ucuz bir saptamadır. Ama işkenceye uğrayan kurbanın yaşadığı travma çok acı vericidir. Nedense bütün sıkıyönetim dönemlerinde işkence güncelleşir ve yaygınlaşır. İşkencecilerin mazereti hazır: “Dönem çok kötü, ortam çok gergin, akla kara birbirine karışıyor”. Herkes birbirinden korkuyor; acımasızlık yansılanarak büyüyor. Mazeretlerle toplum yönetilir mi? Gülşen Karakadıoğlu, “Nehir”de, bu çetin sorunu insancıl bir incelikle işliyor. Aslında aralarında bir ‘kuşku uçurumu’ olan iki kadın (biri genç, öbürü olgun), ikisi de yaralı. Aralarındaki uçurumun, oyun Milliyet SANAT Ekim 2013

Yazan: Gülşen Karakadıoğlu Yöneten: Vacide Özsüzcü Dramaturji: Füruzan Tercan Dekor: Seyhan Kırca Giysi: Sevgi Türkay Işık: Osman Uzgören Oyuncular: İclal Seper, Özlem Gür

Üniversite öğrencisi olan Nehir, bir olağanüstü dönemin sanıklarından. Gençlerin soruşturma eziyeti altında ezildiği süreçte bir kişilik yırtılmasına uğratılmış. sürecinde duygusal ve insancıl sıcaklıkla kapandığını duyumsuyoruz. Böylesine çetin bir çekişmeyi, insancıllığını yitirmeden işlemek ve seyirciye ulaştırmak gerçek bir başarı.

DUYGU SÖMÜRÜSÜ YOK Üniversite öğrencisi olan Nehir, bir olağanüstü dönemin sanıklarından. Gençlerin soruşturma eziyeti altında ezildiği süreçte bir kişilik yırtılmasına uğratılmış. Her kapı ya da telefon çalışında aynı korkuyu yaşıyor. Evine bir konaklamacı arıyor. Hem maddi yükü, hem de yalnızlığını paylaşacak biri. Kadın (nedense özel bir adı yok) bir araştırmacı. Araştırmasının konusu ve ereği belirsiz. Birliktelik can yoldaşlığına dönüşüyor. Oyunun düğümünü ise yazar, son telefon konuşmasına

22

İclal Seper ve Özlem Gür, olağanüstü bir dönemin sanıklarını oynuyor.

saklamış. Bir olağanüstü dönemde, baskıların birbirine yakınlaştırdığı, aynı erkeği seven iki kadın sahnede. Gülşen Karakadıoğlu, böylesi duygusal düğümle bağlanan çetin, toplumsal, siyasal sorunu incelikle işliyor. Duygu sömürüsü yok, gevezelik yok. Ama sözünü de esirgemiyor: “Acılar unutulmuyor! Acıyı çekene sor. Çektirenden de hesap sor!” Başarılı bir ortak çalışma. Oyunun sahnelenişinde de uyumlu bir kadro görev almış. İyi bir uzlaşma. Yazar (Gülşen Karakadıoğlu), yönetmen (Vacide Özsüzcü) ve dramaturg (Füruzan Tercan) işbirliğinin ürünü sanatçıların da başarısı ile tamamlanıyor. Özlem Gür (Nehir), İclal Seper (Kadın) dengeli bir yorumla seyirciye ulaştırıyor dramı. Küçük Oda Tiyatrosu’nda çoğunlukla güzel işler sunuluyor seyirciye. “Nehir” de bunlardan biri. Kaçırılmaması gereken bir gösteri. MS Oda Tiyatrosu (0212) 266 77 43


Bize bir ‘Gayrı Resmî Kösem’ gerek Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Kösem Sultan”, Turan Oflazoğlu’nun “IV. Murat”, “Deli İbrahim”, “Kösem Sultan”dan oluşan iktidar üçlemesinin son oyunu. SEÇKİN SELVİ seckinselvi@canyayinlari.com

İBB Şehir Tiyatroları’nın sezon sonunda açılışı yapılan yeni oyunu “Kösem Sultan”, Turan Oflazoğlu’nun “IV. Murat”, “Deli İbrahim”, “Kösem Sultan”dan oluşan iktidar üçlemesinin son oyunu. Her ne kadar resmî tarih, tıpkı Hürrem gibi Kösem’i de iktidar tutkusuyla her şeyi göze alabilen bir canavar gibi gösterse de, ikisi için de bu kadar kesin yargılı olamıyorum. Bu kadınların canavarlıklarına kanıt olarak oğullarını öldürtmelerini gösteren resmî tarih, Osmanlı padişahları arasında tahta geçmek ya da tahtta kalmak adına kaçının oğullarını, kardeşlerini, amcalarını öldürttüğünü unutmuş gibi, Hürrem’le Kösem’i günah keçisi ilan eder. Hatta Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemlerine girişi bile, anlı şanlı padişahların yanlışlarına, uzağı göremeyişlerine, ülkede üretim ekonomisi geliştirmek yerine talan ekonomisinden vazgeçmeyişlerine değil de, harem entrikalarına dayandırılmaya çalışılır. Oysa, Hürrem de, Kösem de bir anlamda bu amansız iktidar çarkının kurbanlarıdır.

HÜRREM’DEN SONRA KÖSEM Oyun, sunumundan da anlaşılacağı gibi, iktidar (hırsı) üçlemesinin bir parçası. O nedenle, kaçınılmaz olarak resmî tarihin bakışına sanatsal bir yorum getirmekle yetiniyor. Oyunu, özellikle tarihî oyunları ustaca yorumuyla başarıya ulaştıran Engin Uludağ yönetmiş. Bu kez, oyuna ufak bir ön oyun ekleyerek, İbrahim’in öldürülüşünü de tül perde arkasından göstermiş ve irkiltici bir görsellikle izleyiciyi rahatsız etmeden ‘padişah katilleri’ tanımına açıklık getirmiş.

“Kösem Sultan” Yazan: A.Turan Oflazoğlu, Yöneten: Engin Uludağ Sahne tasarımı: Rıfkı Demirelli Kostüm: Nihal Kaplangı Işık: Murat Özdemir Oynayanlar: Şebnem Köstem/ Kayra Erkmenkul/ Zeynep Özyağcılar/ Burak Davutoğlu/ Münir Kutluğ/ Caner Çandarlı/ Ergün Işıldar/ Ozan Gözel/ Mehmet Bulduk/ Enes Mazak/ Berk Samur

Uludağ, oyunda sık sık değişen mekanları da Rıfkı Demirelli’nin sahne tasarımıyla çözmüş. Üç tane üçgen prizmanın yüzlerine işlenmiş farklı mekan görüntüleri, dekor değişimini zaman kaybetmeden gerçekleştirmeyi sağlıyor. Sahnenin geri kalanı da farklı yükseltilerle kullanışlı bir ortam yaratıyor. Murat Özdemir’in ışık düzeni görsel efekte yardımcı olurken, Nihal Kaplangı’nın özenli kostümleri de dönem atmosferini bütünlüyor. Tiyatromuzun şaşmaz saltanat tutkunu sultanı durumundaki Şebnem Köstem, yıllar önceki “Gayrı Resmî Hürrem”den sonra, Kösem’de de aynı başarıyı yakalıyor.

Şebnem Köstem, yıllar önceki “Gayrı Resmî Hürrem”den sonra, Kösem’de de aynı başarıyı yakalıyor. Ölçülü oyunculuğu, çarpıcı fiziğiyle inandırıcı bir Kösem çiziyor. 23

Oyunda Kösem Sultan’ı Şebnem Köstem canlandırıyor.

Ölçülü oyunculuğu, çarpıcı fiziğiyle inandırıcı bir Kösem çiziyor. Turhan Sultan’ı canlandıran Zeynep Özyağcılar, henüz su yüzüne çıkmamış iktidar hırsını biraz daha vurgulasa daha iyi olur sanıyorum. Biraz da sesini yükselterek konuşursa Kösem’le daha dengeli bir ikili oluşturabilir. Murat Paşa’da Münir Kutluğ, Bektaş Ağa’da Burak Davutoğlu, Mustafa Ağa’da Ergün Işıldar sahici karakterler yaratıyorlar. Özan Gözel, Mehmet Bulduk, Enes Mazak, Berk Samur ve Doğan Şirin’in canlandırdıkları İstanbullular grubu oyuna renk ve hareket katıyor. Sünnet düğünü sahnesinde “Hamlet”in oyuncular sahnesini çağrıştıran düzenlemede Serdar Orçin Meddah Tıfli’de çok incelikli bir oyun çıkarıyor. Oyunun dönüm noktasını belirleyen Kuşçu Mehmet karakteri çok derinlemesine işlenmediği halde Tolga Yeter başarılı bir çizgiye ulaşıyor. Oyunun kalabalık kadrosu de ekip anlayışı içinde başarıya katkı sağlıyor. MS (0212) 455 39 19 Milliyet SANAT Ekim 2013


SAHNE SANATLARI

Yanınızda romantizmi götürmeyi unutmayın Valsin anavatanı Viyana’nın ünlü balolarından birinde, ara sıra çalınan valslerden çok, disko müziğinin ritmiyle dans eden fraklı beyler ve parlak tuvaletler içindeki kadınlara bakıp şaşırmak mı gerek? Yoksa Mozart’ın sözleriyle rahatlamak mı?

KEMAL KÜÇÜK kemalkucuk@ttmail.com

Camille Claudel’in “La Valse” adlı heykeli.

“AŞK İKİ KİŞİLİKTİR” der Özdemir Asaf. Dans da iki kişiliktir, eğer konu vals ise... O çok seksi tango bile daha dünkü çocuktur valsin yanında. Valsin anayurdu Viyana’nın en eski ve ünlü dans okulu Elmayer’de, klasik Viyana Valsi’nin basit adımlarını öğrenmeye çalışırken, iki gün sonra İspanyol Binicilik Okulu’nun düzenlediği Fête Imperiale’de birinin ayağına basmadan nasıl dans edeceğimi düşünüyorum; bir de ünlü şairimizin o dizesini... 19. YY’ın müzikal sembolü vals, kadınla erkeğin ilk kez sınıflar üstü bir ortak Milliyet SANAT Ekim 2013

24


pistte, birbirine iyice yapışarak döndüğü bir fenomendi. Fransız Devrimi öncesinde, saraylarda doğaya ters, yapmacık ve yapay yaşam biçimine uygun danslar yerine, Rousseau’nun ‘doğaya dönüş’ önerisine uygun olarak, ‘Ruhu olan, tutkuları, coşkuları anlatan, doğayı örnek alan’ danstı vals... Üstelik Ortaçağdan gelen, alt sınıfların dans geleneğinin burjuvazi tarafından benimsenip kışkırtıcı bir şekilde dışa vurumuydu. 19.YY. başında vals artık koreografik bir grup dansı değildi. Ve ilk kez dans kavramı toplumun tüm kesimleri için artık ‘iki kişilik’ti. Müziğe bağlı bedensel davranış kültürünün merkezi dans eden çiftti. Ama herkesin gözü önünde bedenler bu kadar birbirine değer de, resmi kurumların gözünden kaçar mı? Bavyera Krallığı 1760’ta bir dans yönetmeliği çıkardı. Würsburg’da ise tamamen yasaklandı! Ama soyluları ve burjuvaları bu kadar kendine çeken valsin ‘müstehcen’ ayrıntıları, Orta Avrupa’dan tüm dünyaya yayılıp bir yüzyıla damgasını vurmasını önleyemedi. İki asır sonra, 2 bin 500 kişinin katıldığı bir balo için vals ile özdeş Viyana’dayız. Avusturya’nın İstanbul Başkonsolosluğu’nun davetiyle Viyana’da geçirdiğimiz 4 günün benim için ana teması tabii ki müzik ve vals. Müzik yaptığım dönemlerde hep ben çaldım, başkaları dans etti. Şimdi iş başa düştü deyip, adımları sayıyorum.

19.YY başında vals artık koreografik bir grup dansı değildi. Ve ilk kez dans kavramı toplumun tüm kesimleri için ‘iki kişilik’ti. Ama herkesin gözü önünde bedenler bu kadar birbirine değer de, resmi kurumların gözünden kaçar mı? Bavyera Krallığı 1760’ta bir dans yönetmeliği çıkardı. Würsburg’da ise tamamen yasaklandı!

200 YILLIK GELENEK Viyana’da her zaman katılacak bir balo bulabilirsiniz. Baloların çoğu Hoffburg Sarayı’nda veriliyor ve bunların en ünlüsü yılbaşı gecesi gerçekleştirilen Kaiserball... Ocak ayının ortasında Rathaus’da (Belediye Binası) düzenlenen Çiçek Balosu da (Blumenball) çok prestijli. Dünya televizyonlarından yayınlanan, Viyana Devlet Operası tarafından 1935’ten beri düzenlenen Viyana Opera Balosu tam bir görsel şölen. Viyana Opera ve Balesi’nin dansçılarının yer aldığı baloda dünyaca tanınmış isimleri görebiliyorsunuz. Ama bu baloya katılmak için 10 bin Euro ödemek zorundasınız! Viyana Kongresi’nden beri geleneksel olarak her yıl tekrarlanan balolara, belli bir ritüelle gitmek gerek. Smokinlerimizi giyip, Cafe Landmann’ın önünde bekleyen faytonlarımıza binerek parke taşların üzerinde sarsıntılı ama keyifli bir kısa yolculukla İspanyol Binicililik Okulu’nun görkemli kapısındaki kırmızı halıya ayak basıyoruz. Önümüzde ve arkamızda fraklı, smokinli beyler ve gece elbiseleri ile hanımları... Şampanyalı hoşgeldin kokteylinde ilk göze çarpanlar Liechtenstein Pren-

sesi Marie Von und Zu Liechtenstein, Alman futbol takımı teknik direktörü Otto Rehhagel ve eşi... Valsin (ya da bu prestijli törenin) kendine çektiği aristokrat - burjuva karışımının tüm ögeleri kalabalıkta iç içe geçmiş gibi... İspanyol Binicilik Okulu’nun düzenlediği Fête Imperiale 200 yıldır süren bir gelenek. İspanyol Binicilik Okulu, 1572’den beri binicilik konusunda Viyana’nın önemli kurumlarından biri ve en eski balo salonu. Dünyanın en güzel binicilik alanlarından sayılan Kış Binicilik Okulu, kendi konusu dışında birçok önemli festival ve etkinliğe de ev sahipliği yapıyor. Maria Theresia’nın “Leydiler Atlıkarıncası” da, maskeli balolar gibi burada düzenlenmiş.

STRAUSS’UN GÖZYAŞLARI Vals deyince akla ilk gelen Strauss ailesinin, özellikle baba ve oğul Strauss’un

25

dans müziğine kattığı sanatsal boyutu bu balolarda aynen yaşayacağımızı sanıyorduk. Öyle ya, köylülerin dönüşlü danslarının basmakalıplaşmış müziksel unsurlarını ya da 16. YY’da saraylarda kapalı kapılar ardında oynanan Volte adlı oldukça müstehcen dans geleneğini, vals haline dönüştüren Viyanalı Strauss ailesinin yüzlerce valsini; bugün de klasik müziğe yakınlık duyan herkesin mırıldandığı o ünlü “Mavi Tuna” ya da “Yarasa” operetinin ana temasının, altı saatlik bir balonun ana unsurları olacağını düşünüyorduk. Yanılmışız! Küçük atların minyatür gösterisinden sonra piste çıkan profesyonel çiftlerin müthiş dönüşlü valslerini izleyip, tüm misafirlerin katılımı ile önce polka, sonra da biraz vals yapma imkanı bulduktan sonra bir şok yaşıyoruz: Disko müziği! Görkemli salonun çevresindeki 1200 7 bin Euro arasındaki masalı localarda oturan eşleri fraklı çiftlerin dans etmesi için çalınan disko müziği... 200 yıl önce Viyana’yı valsin merkezi yapan orkestra şefi Michael Pamer, Josef Lanner ve baba oğul Johann Strauss’lar’ın başlattığı gelenek, bu kadarcık bir küçük simgeye mi dönmüştü? Yoksa Charles Dickens’in, roman kahramanı David Copperfield’e söylettiği, “Nerede kimlerin arasında ve ne kadar bir süre olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey kolumdaki mavi melekle birlikte mutluluk sarhoşluğu içinde boşlukta süzüldüğümüz,” dediği valsin birleştirdiği çiftler, halen frak da giyseler romantizmi sadece balo ritüeline mi hapsetmişlerdi? Viyana’daki bu ünlü baloda, ara sıra çalınan valslerden çok disko müziğinin ritmiyle dans eden fraklı beyler ve parlak tuvaletler içindeki kadınlara bakıp şaşırmak mı gerek? Yoksa, yine klasik müziğin dâhisine; Mozart’ın bir mektubundaki sözlerine bakıp rahatlamak mı? Besteci, 1787’de Prag’dan Viyana’daki arkadaşı Gottfried von Jacquin’e, “Figaro’nun Düğünü” adlı operasının müziğiyle dans edenler için şöyle diyor: “Figaro adlı operamın müziğini nasıl katıksız kontra ve Alman dansları haline getirdiklerini ve insanların neşe ve keyif içinde etrafta zıpladıklarını görerek, büyük mutluluk duyuyorum.” O tarihte, opera müziğini dans müziğine çevirip zıplayanların, bugün romantık bir dans müziği olan valsi azaltıp disko müziği ile zıplamalarına şaşırmamalıyız. Bu uygulama Viyana’daki birçok baloda artık doğal sayılıyor. Yine de siz siz olun, bu yıl vals diyarı Viyana’daki bir baloya gitmeyi düşünürseniz yanınızda ‘romantizmi’ de götürmeyi unutmayın! MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Her yönüyle

Toronto

Film Festivali ’13

Tartışmasız, yılın en önemli sinema olayı Toronto Film Festivali’ni bu yıl da yakından takip ettik ve 2013-14 sezonunun en çok konuşulacak filmlerini herkesten önce izledik. İşte Milliyet Sanat’ın süzgecinden geçenler... SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com

Aynı hikaye, iki bakış açısı

Canner Chapman, Arber rolünde.

Ken Loach’un “Kes”ine saygı duruşu “THE SELFISH GIANT” “The Selfish Giant” İngiliz sinemasının Dardenne Kardeşler’e cevabı. Aynı zamanda işçi sınıfı sinemasının babası Ken Loach’un “Kes”ine de keskin bir saygı duruşu. “The Selfish Giant”ta 13 yaşlarında kocaman yürekleri olan iki çocuğun sert ama dokunaklı hikayesi anlatılıyor. Filmin karanlık dokusu hikayenin karanlığıyla paralel olarak ilerlerken, iki çocuğun sımsıcak ilişkisi dış dünyaya tezat bir pencere açıyor. Hem de tam kirliliğin orta yerine. Doğaçlamalarla desteklenen film, gerçeklik duygusunu ön plana alan bir yönetmenin ürünü. Oscar Wilde’ın kısa öyküsünün serbest bir uyarlaması olan film, İngiltere toplumunun sefalet içinde ayakta kalmaya çalışan, ötelenmiş çocuklarını anlatan diğer filmler arasında çok farklı bir yere oturacak.

Y LİN EN İ A V İ T S E F

İ 5 FİLM

İ

James McAvoy ve Jessica Chastain filmde başrollerde.

“THE DISAPPEARANCE OF ELEANOR RIGBY: HIM AND HER” Bir ilk film için hem bundan daha prestijli hem de bundan daha riskli bir proje seçilemezdi herhalde. Amerikalı Ned Benson’ın yazıp yönettiği toplam 190 dakikalık film, kendi içinde iki bölüme ayrılıyor. Ancak bu vizyonda da ikiye ayrılacağı anlamına gelmez umarım. Zira tıpkı Toronto’da gösterildiği gibi tek bir film halinde izlenmesi gerekiyor. Aynı hikayeyi iki ayrı bakış açısından anlatan Benson, elini korkak alıştırMilliyet SANAT Ekim 2013

mamış doğrusu. Evli bir çiftin yaşanan bir trajedi sonrası ayrı ayrı ayakta kalma çabasını hikaye eden Benson’ın Eleanor rolünü özel olarak Jessica Chastain’e yazdığını hatırlatmak gerek. Kullandığı yakın planların etkisiyle performanslara ve hislere odaklanan yönetmen, aynı hikayeyi iki farklı açıdan anlatırken meseleyi kendine göre değil, karakterlerinin hatırladıklarına göre şekillendiriyor. Özellikle ikinci yarı başladıktan

26

sonra, iki bakış açısı arasında yapılan karşılaştırmalar seyir zevkinin katbekat artmasına neden oluyor. James McAvoy ve Chastain’in performansları filmin dramatik kozunu kuvvetlendirirken, Ciaran Hinds, Viola Davis ve William Hurt kadronun ağır topları olarak müthiş bir iş çıkarıyorlar. Ama bunların ötesinde, Benson’ın filmdeki en büyük başarısı, uzun bir süreye yayılan hikayeyi doğru dürüst kurgulamak.


Corneliu Porumboiu’nun filminde Alexandru Papadopol ve Diana Auramut başrolleri paylaşıyorlar.

Jesse Eisenberg ve Paddy Considine.

Geçmişte geçen retro distopya “THE DOUBLE” Gelecekte değil de geçmişte geçen, distopik bir film hayal edin. Bir yandan retro detaylarla bezenmiş ama diğer yandan belli ki henüz yaşanmamış bir dönemde vuku bulan... Az çok Terry Gilliam’ın “Brazil”i gibi. İşte “The Double” aşağı yukarı böyle bir şey. “Submarine” ile çıkış yapan yönetmen Richard Ayoade’nin ikinci kurmaca filmi “The Double”, Dostoyevski’nin kısa romanından uyarlanmış. Bir ‘kaybeden’ hikayesi olarak başlayan “The Double”, hem iş hem aile yaşamı hem de aşk konusunda şansı hiç yaver gitmemiş zavallı karakterinin fiziksel olarak birebir aynısı ama kişilik bağlamında tam anlamıyla zıddı olan başka bir karakteri resme dahil ediyor ve eğlence başlıyor. Kimlik karmaşası, kapitalizm eleştirisi, “Brazil” göndermeleri ve amaca hizmet eden mizah anlayışıyla “The Double” parlak bir zekanın ürünü.

Sinemaya dair, sinema aşkı için Tahrir Meydanı’nda neler oldu?

“CÂND SE LASA SEARA PESTE BUCURESTI SAU METABOLISM”

“THE SQUARE”

Tam da sinemaseverlerin 35mm ile dijital arasında kaldığı bir dönemde, açılış sahnesinde yönetmen karakterinin ağzından, bu mühim mesele hakkında uzun uzun söylenen bir Romen yönetmenin filmi bu. Karışık mı geldi? Bir de şöyle söyleyelim: Corneliu Porumboiu, birbirinden keskin şekilde ayrılan sekanslara böldüğü filmini, sinemaya dair, sinema için ve sinema aşkına çekiyor; bunu yaparken de sinema sanatının insan (ve erkek) doğasıyla birleşmesiyle ortaya çıkan bütün falsoları, takıntıları, zaafları ve zayıflıkları olduğu gibi izleyicinin önüne çıkarıyor. Her şeyden önce bir ‘film içinde film’ öyküsü izliyoruz. Bu öykülerin sinemaseverler için ayrı bir yeri olduğunu zaten biliyoruz. Ama bu öyküde ek olarak, yardımcı oyuncularından biriyle ilişkiye giren ve bu ilişkinin ona yaptırdıkları veya yaptıramadıklarıyla mücadele eden bir yönetmen de var. Bu da demek oluyor ki, yönetmen egosu erkek egosuyla birleşiyor ve kusursuz trajikomiklikte bir manzara çıkarıyor karşımıza. Porumboiu, öykünün bir parça otobiyografik olduğunu, geçmişte benzer bir olay yaşadığını söylerken hem kendisiyle hem filmiyle alay eden bir yönetmenin rahatlığına sahip. Vizyondan önce filmekimi’nde gösterilecek bu filmi sinemayı ve onun yaratım yöntemlerini seven herkes izlemeli.

Jehane Noujaim, “The Square” adlı belgeselinde sadece Tahrir olaylarını belgelemiyor, meydanda takip ettiği kişiler aracılığıyla olayların gelişim aşamasına dair çok başarılı tespitlerde de bulunuyor. Film Kanadalılar tarafından, Tahrir’e dair kendilerine anlatılmayanı açıkça anlattığı için ayakta alkışlandı. Film, henüz üzerine bir belgesel çekilmeyen Gezi direnişi için de ilginç bir şekilde örnek / fahri belgesel konumunda. İki direniş ve iki direnişin geçtiği zorlu aşamaların birbirine bu kadar paralel seyretmesi, filmin değerini bizlerin gözünde arttırıyor; benzer olayların geçmişte farklı bir ülkede cereyan ettiği gerçeği ise hayli afallatıyor. Üstelik o olayları dünyanın geri kalanı gibi sınırlı bir medya penceresinden izlediğimiz hesaba katılırsa... Sundance’te İzleyici Ödülü aldıktan sonra, Mısır’da olaylar yeniden patlak verince ülkelerine dönüp, filmlerinin sonunu değiştiren, bu şekilde güncel kalmayı başaran ekibin kendini adamışlığı hayranlık uyandırıcı. “The Square” Toronto’da belgesel kategorisinde İzleyici Ödülü alarak yeni kurgusuyla da ödüllendirilmiş oldu.

“The Square”den bir kare.

27

Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

HEV OSCAR

ESLİLER

İ

Ejiojor ve Michael Fassbender.

Gözyaşlarıyla izlendi

Julianne Nicholson, Meryl Streep ve Julia Roberts, “August: Osage County”nin ovyuncu kadrosunda.

“12 YEARS A SLAVE” “Duyguların Rengi / The Help” gibi TV filmi kalitesinde bir filmin En İyi Film dalında Oscar’a aday olması, Akademi’nin köle öykülerine asla sırtını çeviremediğinin göstergesi. Kaldı ki, “12 Years A Slave” dört başı mamur bir anaakım sineması örneği. “Hunger” ve “Shame”in yönetmeni Steve McQueen, filmini teknik açıdan parlatmış parlatmasına, ama nihayetinde bu bir köle öyküsü ve daha önce defalarca izlediğimiz köle filmlerinden farklı şekilde anlatılmıyor. Amerikalı eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı, halkın ise gözyaşları içinde izlediği film, tamamıyla seyirciyi etkilemek üzerine oynuyor kozunu. Başarıyor da. McQueen anaakım sinemaya görkemli bir geçiş yapıyor ve oyuncusu Chiwetel Ejiofor ile birlikte Oscar adaylığını garantiliyor. En İyi Film Oscarı’na en yakın film şimdilik bu.

Meryl Streep adaylığı vesilesi “AUGUST: OSAGE COUNTY” Tiyatro oyunundan uyarlandığını her fırsatta belli eden “August: Osage County” yılın ‘Meryl Streep adaylığı vesilesi’ filmi. Streep’in performansı tartışılmaz, ancak kendisinden daha uzun süre perdede kalan Julia Roberts’a karşılık En İyi Kadın Oyuncu bahisleri onun üzerine oynanırsa -ki öyle olacak- Roberts’a En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adaylığı kalacak.

Hiçliğin ortasında Sandra Bullock “GRAVITY” Toronto’da hem eleştirmenlerin hem de halkın abartılı beğenisini toplayan bir başka film de “Gravity” oldu. Alfonso Cuaron’un ‘uzay gerilimi’ olarak pazarlanan filmi, aslında uzayda geçen bir hayatta kalma öyküsü ve uzun metrajlı yerine kısa metrajlı olsaydı çok daha anlamlı olabilirdi. 90 dakika boyunca Sandra Bullock’un hiçliğin ortasında hayatta kalma uğraşını izlemek üç boyutun varlığına rağmen hayli bezdirici. Ne var ki, “Gravity”nin kopardığı gürültü, normalde sadece teknik dallarda aday olacakken, En İyi Film ve daha da kötüsü En İyi Kadın Oyuncu kategorilerine de yatay geçiş yapmasını sağlayacak. Yılın Oscar adayları arasında üç boyutlu film kontenjanı “Gravity”ye ait.

NOTLAR

Venedik’ten ödülle dönen “Miss Violence” sıradan bir film (solda). Benedict Cumberbatch iyi bir yıl geçiriyor (ortada). “Sen Aydınlatırsın Geceyi”, Toronto’da gösterildi (sağda).

ÖDÜLLÜ AMA SIRADAN Cannes’dan Altın Palmiye ile dönen “La vie d’Adele” doğal oyunculuklarla beslenen sıradan bir aşk öyküsü anlatıyor. Bir kızın büyüme ve cinselliğini keşfetme hikayesini izlerken, Abdellatif Kechiche’in lezbiyen aşkının ve cinselliğinin sınırlarını keşfetmekte fazla hevesli davranması, çok da iyi bir sonuç vermiyor. Gereksiz uzunluktaki, cesur seks sahneleriyle konuşulmak gibi bir amaç güden Kechiche, Cannes’da Steven Spielberg’ün jüri başkanı olduğu seneye denk gel-

Milliyet SANAT Ekim 2013

diği için çok şanslı. Venedik’ten En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle dönen “Miss Violence” ise Yunan sinemasının “Köpek Dişi / Kynodontas” ile takıntı haline getirdiği arızalı aile tablolarının bir yenisi, bir tekrarı olmaktan öteye gidemiyor. Venedik jürisi belli ki “Köpek Dişi”ni izlememiş.

CUMBERBATCH’İN YILI Toronto’da dillerden düşmeyen üç filmde birden karşımıza çıkan Benedict

28

Cumberbatch, festivalin en popüler aktörüydü. “12 Years a Slave”, “The Fifth Estate” ve “August: Osage County” ile izleyiciler, Cumberbatch izlemeye doydu diyebiliriz.

TÜRK FİLMLERİ PRÖMİYERLERİ Festivalde Onur Ünlü’nün “Sen Aydınlatırsın Geceyi” filmi ile Reha Erdem’in ilk kez seyirci karşısına çıkan “Şarkı Söyleyen Kadınlar”ı gösterildi. “Sen Aydınlatırsın Geceyi” daha büyük bir ilgi toplarken, “Şarkı


McConaughey, ‘Oscar’a geliyorum’ diyor “DALLAS BUYERS CLUB” Matthew McConaughey’nin rolü için verdiği kilolarla aylar öncesinden ‘Oscar’a geliyorum’ diyen “Dallas Buyers Club” oyuncu adaylığını garantiledi. Homofobik AIDS’li rolüyle McConaughey, zaten yükselişte olan kariyerini daha da yukarılara taşıyor. Ancak asıl şaşırtıcı olan, filmde McConaughey’den daha dikkat çekici bir performans sunan Jared Leto oldu. Eğer Akademi’nin homofobikliği tutmazsa, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adaylığı Leto’nun hakkı.

20 kilo veren McConaughey yükselişteki kariyerini daha yukarılara taşıyor.

Tepeden tırnağa Steve Coogan “PHILOMENA” Venedik’ten senaryo ödülüyle dönen ve Toronto’lu izleyicilerin “12 Years A Slave”den sonra en çok beğendikleri film olan “Philomena” bir Stephen Frears filmi, ama tepeden tırnağa bir Steve Coogan projesi. Hem dokunaklı hem tebessümü bol bir hikaye, Judi Dench’ten Oscar adaylığını garantileyen harika bir performans ve Steve Coogan’ın Jeff Pope ile kaleme aldığı etkileyici bir senaryo. “Philomena” izleyicilerin kalbini çalmak için doğmuş sanki.

Judi Dench ve filmin senaryosunu da kaleme alan isimlerden Steve Coogan.

“Night Moves” (solda) ve Kate Winslet’in rol aldığı “Labor Day” (sağda) hayal kırıklığı yarattı. “The Railway Man”de Colin Firth.

Söyleyen Kadınlar”ın festivalin en nitelikli filmlerini içeren ‘Special Presentations’ bölümü kapsamında gösterilmesi özellikle dikkat çekiciydi.

İZLEYİCİ ÖDÜLÜ Çoğunlukla En İyi Film Oscarı’nı alacak olan filmin izleyiciler tarafından zirveye taşındığı Toronto Film Festivali’nde bu yıl ödül “12 Years A Slave”e gitti. Bu da filmin Oscar beklentilerini oldukça yükseltmiş olsa gerek.

GERÇEK HİKAYE KALABALIĞI Bu yıl Toronto’ya damgasını vuran gerçek hikayelerin, “12 Years A Slave”, “Dallas Buyers Club” ve “Philomena”nın yaptığı gibi izleyicinin kalbini çaldığı da oldu, “The Railway Man” gibi kötü sonuçlar verdiği de. Ama ne şekilde olursa olsun, perdede beliren “Gerçek bir olaya dayanmaktadır” ibaresiyle her zamankinden daha sık yüzleştik.

DÜŞÜŞTEKİLER “Young Adult” ile başlattığı düşüşe engel

29

olamayan Jason Reitman, Kate Winslet gibi bir oyuncuya rağmen “Labor Day”in altından kalkamıyor. “Wendy and Lucy” ve “Meek’s Cutoff” ile sevdiğimiz yönetmenler arasına giren Kelly Reichardt’a da Michelle Williams’tan uzak kalmak yaramamış. “Night Moves”, ilk filmini çeken ve bunda da başarısız olan acemi bir yönetmenin işiymiş gibi görünüyor. “Rövanş / Revanche”ın yönetmeni Götz Spielmann’ın yeni filmi “Oktober November” da yönetmenin sergilediği ustalıktan hiç nasiplenmemiş, sıradan bir aile dramı. MS

Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Her yönüyle

Toronto

Film Festivali ’13

Tartışmasız, yılın en önemli sinema olayı Toronto Film Festivali’ni bu yıl da yakından takip ettik ve 2013-14 sezonunun en çok konuşulacak filmlerini herkesten önce izledik. İşte Milliyet Sanat’ın süzgecinden geçenler... SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com

Aynı hikaye, iki bakış açısı

Canner Chapman, Arber rolünde.

Ken Loach’un “Kes”ine saygı duruşu “THE SELFISH GIANT” “The Selfish Giant” İngiliz sinemasının Dardenne Kardeşler’e cevabı. Aynı zamanda işçi sınıfı sinemasının babası Ken Loach’un “Kes”ine de keskin bir saygı duruşu. “The Selfish Giant”ta 13 yaşlarında kocaman yürekleri olan iki çocuğun sert ama dokunaklı hikayesi anlatılıyor. Filmin karanlık dokusu hikayenin karanlığıyla paralel olarak ilerlerken, iki çocuğun sımsıcak ilişkisi dış dünyaya tezat bir pencere açıyor. Hem de tam kirliliğin orta yerine. Doğaçlamalarla desteklenen film, gerçeklik duygusunu ön plana alan bir yönetmenin ürünü. Oscar Wilde’ın kısa öyküsünün serbest bir uyarlaması olan film, İngiltere toplumunun sefalet içinde ayakta kalmaya çalışan, ötelenmiş çocuklarını anlatan diğer filmler arasında çok farklı bir yere oturacak.

Y LİN EN İ A V İ T S E F

İ 5 FİLM

İ

James McAvoy ve Jessica Chastain filmde başrollerde.

“THE DISAPPEARANCE OF ELEANOR RIGBY: HIM AND HER” Bir ilk film için hem bundan daha prestijli hem de bundan daha riskli bir proje seçilemezdi herhalde. Amerikalı Ned Benson’ın yazıp yönettiği toplam 190 dakikalık film, kendi içinde iki bölüme ayrılıyor. Ancak bu vizyonda da ikiye ayrılacağı anlamına gelmez umarım. Zira tıpkı Toronto’da gösterildiği gibi tek bir film halinde izlenmesi gerekiyor. Aynı hikayeyi iki ayrı bakış açısından anlatan Benson, elini korkak alıştırMilliyet SANAT Ekim 2013

mamış doğrusu. Evli bir çiftin yaşanan bir trajedi sonrası ayrı ayrı ayakta kalma çabasını hikaye eden Benson’ın Eleanor rolünü özel olarak Jessica Chastain’e yazdığını hatırlatmak gerek. Kullandığı yakın planların etkisiyle performanslara ve hislere odaklanan yönetmen, aynı hikayeyi iki farklı açıdan anlatırken meseleyi kendine göre değil, karakterlerinin hatırladıklarına göre şekillendiriyor. Özellikle ikinci yarı başladıktan

26

sonra, iki bakış açısı arasında yapılan karşılaştırmalar seyir zevkinin katbekat artmasına neden oluyor. James McAvoy ve Chastain’in performansları filmin dramatik kozunu kuvvetlendirirken, Ciaran Hinds, Viola Davis ve William Hurt kadronun ağır topları olarak müthiş bir iş çıkarıyorlar. Ama bunların ötesinde, Benson’ın filmdeki en büyük başarısı, uzun bir süreye yayılan hikayeyi doğru dürüst kurgulamak.


Corneliu Porumboiu’nun filminde Alexandru Papadopol ve Diana Auramut başrolleri paylaşıyorlar.

Jesse Eisenberg ve Paddy Considine.

Geçmişte geçen retro distopya “THE DOUBLE” Gelecekte değil de geçmişte geçen, distopik bir film hayal edin. Bir yandan retro detaylarla bezenmiş ama diğer yandan belli ki henüz yaşanmamış bir dönemde vuku bulan... Az çok Terry Gilliam’ın “Brazil”i gibi. İşte “The Double” aşağı yukarı böyle bir şey. “Submarine” ile çıkış yapan yönetmen Richard Ayoade’nin ikinci kurmaca filmi “The Double”, Dostoyevski’nin kısa romanından uyarlanmış. Bir ‘kaybeden’ hikayesi olarak başlayan “The Double”, hem iş hem aile yaşamı hem de aşk konusunda şansı hiç yaver gitmemiş zavallı karakterinin fiziksel olarak birebir aynısı ama kişilik bağlamında tam anlamıyla zıddı olan başka bir karakteri resme dahil ediyor ve eğlence başlıyor. Kimlik karmaşası, kapitalizm eleştirisi, “Brazil” göndermeleri ve amaca hizmet eden mizah anlayışıyla “The Double” parlak bir zekanın ürünü.

Sinemaya dair, sinema aşkı için Tahrir Meydanı’nda neler oldu?

“CÂND SE LASA SEARA PESTE BUCURESTI SAU METABOLISM”

“THE SQUARE”

Tam da sinemaseverlerin 35mm ile dijital arasında kaldığı bir dönemde, açılış sahnesinde yönetmen karakterinin ağzından, bu mühim mesele hakkında uzun uzun söylenen bir Romen yönetmenin filmi bu. Karışık mı geldi? Bir de şöyle söyleyelim: Corneliu Porumboiu, birbirinden keskin şekilde ayrılan sekanslara böldüğü filmini, sinemaya dair, sinema için ve sinema aşkına çekiyor; bunu yaparken de sinema sanatının insan (ve erkek) doğasıyla birleşmesiyle ortaya çıkan bütün falsoları, takıntıları, zaafları ve zayıflıkları olduğu gibi izleyicinin önüne çıkarıyor. Her şeyden önce bir ‘film içinde film’ öyküsü izliyoruz. Bu öykülerin sinemaseverler için ayrı bir yeri olduğunu zaten biliyoruz. Ama bu öyküde ek olarak, yardımcı oyuncularından biriyle ilişkiye giren ve bu ilişkinin ona yaptırdıkları veya yaptıramadıklarıyla mücadele eden bir yönetmen de var. Bu da demek oluyor ki, yönetmen egosu erkek egosuyla birleşiyor ve kusursuz trajikomiklikte bir manzara çıkarıyor karşımıza. Porumboiu, öykünün bir parça otobiyografik olduğunu, geçmişte benzer bir olay yaşadığını söylerken hem kendisiyle hem filmiyle alay eden bir yönetmenin rahatlığına sahip. Vizyondan önce filmekimi’nde gösterilecek bu filmi sinemayı ve onun yaratım yöntemlerini seven herkes izlemeli.

Jehane Noujaim, “The Square” adlı belgeselinde sadece Tahrir olaylarını belgelemiyor, meydanda takip ettiği kişiler aracılığıyla olayların gelişim aşamasına dair çok başarılı tespitlerde de bulunuyor. Film Kanadalılar tarafından, Tahrir’e dair kendilerine anlatılmayanı açıkça anlattığı için ayakta alkışlandı. Film, henüz üzerine bir belgesel çekilmeyen Gezi direnişi için de ilginç bir şekilde örnek / fahri belgesel konumunda. İki direniş ve iki direnişin geçtiği zorlu aşamaların birbirine bu kadar paralel seyretmesi, filmin değerini bizlerin gözünde arttırıyor; benzer olayların geçmişte farklı bir ülkede cereyan ettiği gerçeği ise hayli afallatıyor. Üstelik o olayları dünyanın geri kalanı gibi sınırlı bir medya penceresinden izlediğimiz hesaba katılırsa... Sundance’te İzleyici Ödülü aldıktan sonra, Mısır’da olaylar yeniden patlak verince ülkelerine dönüp, filmlerinin sonunu değiştiren, bu şekilde güncel kalmayı başaran ekibin kendini adamışlığı hayranlık uyandırıcı. “The Square” Toronto’da belgesel kategorisinde İzleyici Ödülü alarak yeni kurgusuyla da ödüllendirilmiş oldu.

“The Square”den bir kare.

27

Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

HEV OSCAR

ESLİLER

İ

Ejiojor ve Michael Fassbender.

Gözyaşlarıyla izlendi

Julianne Nicholson, Meryl Streep ve Julia Roberts, “August: Osage County”nin oyuncu kadrosunda.

“12 YEARS A SLAVE” “Duyguların Rengi / The Help” gibi TV filmi kalitesinde bir filmin En İyi Film dalında Oscar’a aday olması, Akademi’nin köle öykülerine asla sırtını çeviremediğinin göstergesi. Kaldı ki, “12 Years A Slave” dört başı mamur bir anaakım sineması örneği. “Hunger” ve “Shame”in yönetmeni Steve McQueen, filmini teknik açıdan parlatmış parlatmasına, ama nihayetinde bu bir köle öyküsü ve daha önce defalarca izlediğimiz köle filmlerinden farklı şekilde anlatılmıyor. Amerikalı eleştirmenlerin yere göğe sığdıramadığı, halkın ise gözyaşları içinde izlediği film, tamamıyla seyirciyi etkilemek üzerine oynuyor kozunu. Başarıyor da. McQueen anaakım sinemaya görkemli bir geçiş yapıyor ve oyuncusu Chiwetel Ejiofor ile birlikte Oscar adaylığını garantiliyor. En İyi Film Oscarı’na en yakın film şimdilik bu.

Meryl Streep adaylığı vesilesi “AUGUST: OSAGE COUNTY” Tiyatro oyunundan uyarlandığını her fırsatta belli eden “August: Osage County” yılın ‘Meryl Streep adaylığı vesilesi’ filmi. Streep’in performansı tartışılmaz, ancak kendisinden daha uzun süre perdede kalan Julia Roberts’a karşılık En İyi Kadın Oyuncu bahisleri onun üzerine oynanırsa -ki öyle olacak- Roberts’a En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adaylığı kalacak.

Hiçliğin ortasında Sandra Bullock “GRAVITY” Toronto’da hem eleştirmenlerin hem de halkın abartılı beğenisini toplayan bir başka film de “Gravity” oldu. Alfonso Cuaron’un ‘uzay gerilimi’ olarak pazarlanan filmi, aslında uzayda geçen bir hayatta kalma öyküsü ve uzun metrajlı yerine kısa metrajlı olsaydı çok daha anlamlı olabilirdi. 90 dakika boyunca Sandra Bullock’un hiçliğin ortasında hayatta kalma uğraşını izlemek üç boyutun varlığına rağmen hayli bezdirici. Ne var ki, “Gravity”nin kopardığı gürültü, normalde sadece teknik dallarda aday olacakken, En İyi Film ve daha da kötüsü En İyi Kadın Oyuncu kategorilerine de yatay geçiş yapmasını sağlayacak. Yılın Oscar adayları arasında üç boyutlu film kontenjanı “Gravity”ye ait.

NOTLAR

Venedik’ten ödülle dönen “Miss Violence” sıradan bir film (solda). Benedict Cumberbatch iyi bir yıl geçiriyor (ortada). “Sen Aydınlatırsın Geceyi”, Toronto’da gösterildi (sağda).

ÖDÜLLÜ AMA SIRADAN Cannes’dan Altın Palmiye ile dönen “La vie d’Adele” doğal oyunculuklarla beslenen sıradan bir aşk öyküsü anlatıyor. Bir kızın büyüme ve cinselliğini keşfetme hikayesini izlerken, Abdellatif Kechiche’in lezbiyen aşkının ve cinselliğinin sınırlarını keşfetmekte fazla hevesli davranması, çok da iyi bir sonuç vermiyor. Gereksiz uzunluktaki, cesur seks sahneleriyle konuşulmak gibi bir amaç güden Kechiche, Cannes’da Steven Spielberg’ün jüri başkanı olduğu seneye denk gel-

Milliyet SANAT Ekim 2013

diği için çok şanslı. Venedik’ten En İyi Yönetmen ve En İyi Erkek Oyuncu ödülüyle dönen “Miss Violence” ise Yunan sinemasının “Köpek Dişi / Kynodontas” ile takıntı haline getirdiği arızalı aile tablolarının bir yenisi, bir tekrarı olmaktan öteye gidemiyor. Venedik jürisi belli ki “Köpek Dişi”ni izlememiş.

CUMBERBATCH’İN YILI Toronto’da dillerden düşmeyen üç filmde birden karşımıza çıkan Benedict

28

Cumberbatch, festivalin en popüler aktörüydü. “12 Years a Slave”, “The Fifth Estate” ve “August: Osage County” ile izleyiciler, Cumberbatch izlemeye doydu diyebiliriz.

TÜRK FİLMLERİ PRÖMİYERLERİ Festivalde Onur Ünlü’nün “Sen Aydınlatırsın Geceyi” filmi ile Reha Erdem’in ilk kez seyirci karşısına çıkan “Şarkı Söyleyen Kadınlar”ı gösterildi. “Sen Aydınlatırsın Geceyi” daha büyük bir ilgi toplarken, “Şarkı


McConaughey, ‘Oscar’a geliyorum’ diyor “DALLAS BUYERS CLUB” Matthew McConaughey’nin rolü için verdiği kilolarla aylar öncesinden ‘Oscar’a geliyorum’ diyen “Dallas Buyers Club” oyuncu adaylığını garantiledi. Homofobik AIDS’li rolüyle McConaughey, zaten yükselişte olan kariyerini daha da yukarılara taşıyor. Ancak asıl şaşırtıcı olan, filmde McConaughey’den daha dikkat çekici bir performans sunan Jared Leto oldu. Eğer Akademi’nin homofobikliği tutmazsa, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu adaylığı Leto’nun hakkı.

20 kilo veren McConaughey yükselişteki kariyerini daha yukarılara taşıyor.

Tepeden tırnağa Steve Coogan “PHILOMENA” Venedik’ten senaryo ödülüyle dönen ve Toronto’lu izleyicilerin “12 Years A Slave”den sonra en çok beğendikleri film olan “Philomena” bir Stephen Frears filmi, ama tepeden tırnağa bir Steve Coogan projesi. Hem dokunaklı hem tebessümü bol bir hikaye, Judi Dench’ten Oscar adaylığını garantileyen harika bir performans ve Steve Coogan’ın Jeff Pope ile kaleme aldığı etkileyici bir senaryo. “Philomena” izleyicilerin kalbini çalmak için doğmuş sanki.

Judi Dench ve filmin senaryosunu da kaleme alan isimlerden Steve Coogan.

“Night Moves” (solda) ve Kate Winslet’in rol aldığı “Labor Day” (sağda) hayal kırıklığı yarattı. “The Railway Man”de Colin Firth.

Söyleyen Kadınlar”ın festivalin en nitelikli filmlerini içeren ‘Special Presentations’ bölümü kapsamında gösterilmesi özellikle dikkat çekiciydi.

İZLEYİCİ ÖDÜLÜ Çoğunlukla En İyi Film Oscarı’nı alacak olan filmin izleyiciler tarafından zirveye taşındığı Toronto Film Festivali’nde bu yıl ödül “12 Years A Slave”e gitti. Bu da filmin Oscar beklentilerini oldukça yükseltmiş olsa gerek.

GERÇEK HİKAYE KALABALIĞI Bu yıl Toronto’ya damgasını vuran gerçek hikayelerin, “12 Years A Slave”, “Dallas Buyers Club” ve “Philomena”nın yaptığı gibi izleyicinin kalbini çaldığı da oldu, “The Railway Man” gibi kötü sonuçlar verdiği de. Ama ne şekilde olursa olsun, perdede beliren “Gerçek bir olaya dayanmaktadır” ibaresiyle her zamankinden daha sık yüzleştik.

DÜŞÜŞTEKİLER “Young Adult” ile başlattığı düşüşe engel

29

olamayan Jason Reitman, Kate Winslet gibi bir oyuncuya rağmen “Labor Day”in altından kalkamıyor. “Wendy and Lucy” ve “Meek’s Cutoff” ile sevdiğimiz yönetmenler arasına giren Kelly Reichardt’a da Michelle Williams’tan uzak kalmak yaramamış. “Night Moves”, ilk filmini çeken ve bunda da başarısız olan acemi bir yönetmenin işiymiş gibi görünüyor. “Rövanş / Revanche”ın yönetmeni Götz Spielmann’ın yeni filmi “Oktober November” da yönetmenin sergilediği ustalıktan hiç nasiplenmemiş, sıradan bir aile dramı. MS

Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Catherine Keener, geç başladığı oyunculuk kariyerinde sektörün aranan isimlerinden biri oldu.

Bağımsız sinemanın parlak yıldızı Eşsiz Catherine Keener, bu ay gösterime giren “Captain Phillips” ile bir kez daha karşımızda. Bağımsız sinemanın kraliçesi Keener, hak ettiği şöhrete ulaşmadı ama umurunda da değil.

Milliyet SANAT Ekim 2013

30

SEVİN OKYAY sevino@gmail.com


Keener’ı “Captain Phillips”te Tom Hanks’in eşi rolünde izleyeceğiz.

SİNEMADA en çok hangi oyuncuları beğenirsiniz? Ben kendi payıma, kadınlı-erkekli on kişilik liste bile yapsam, Catherine Keener’ı mutlaka dahil ederim. İster “Living in Oblivion / Manik Depresif”deki (1995) gibi müşkül durumda bir bağımsız film yıldızcığını, ister “Aşk ve Para / Out of Sight”taki (1998) gibi, kaçak bir mahkumun sabık eşi olan sihirbaz asistanını oynasın, Keener seyircisini rahatlıkla güldürür. Su içermiş, nefes alırmış gibi. Aynı kolaylıkla ağlatabilir de. “Being John Malkovich/John Malkovich Olmak”taki yönetmeni Spike Jonze onun oyunculuk stilini, ‘göz boyayıcılıktan uzak,’ diye tanımlıyor: “Çok gerçek ama karmaşık. Natüralist. Bir karakterden çok, bir kişi seyrediyormuşsunuz gibi.” Üstelik de aktris, o filmde Maxine’i, yani genellikle oynadığı lafını esirgemeyen ama gene de kendinden şüphelenen ‘90’lı yıllar kadını tiplerine hiç benzemeyen bir karakteri oynuyordu. Sadece belli tip kadınlara can vermez ama, bir tek diyaloglarla iş de götürmez. Keener, karakterini mükemmelen yaratmakla kalmaz, işe revnak da katar. Örneğin, “Being John Malkovich”te Malkovich ile karakteri Maxine’in, aktörün evindeki kanepede seviştikleri sahnede attığı tokat gibi. “Şap” diye bir ses çıkarmış! Jonze onun böyle bir şeyi daha önceden planlamadığını, burnunun dibinde John Malkovich’in kelini görünce dayanamayıp sıradışı bir ‘doğaçlama’ yaptığını düşünüyor. Perdeye hayat katması da böyle şeylerden kaynaklanıyor zaten. Jestler, mimikler, Neil La Bute’in “Your Friends and Neighbors”ında (1998) çıkardığı “püffft” sesi gibi beklenmedik inciler ya da, tamamen bağlam dışı görünen o baş eğişler, aniden çakan tebessümler... Keener’in Anne

Heche ile iki çocukluk arkadaşını oynadığı “Walking and Talking”in (1995) yönetmeni Nicole Holofcener de, bir yönetmenin yazamayacağı şeyleri kavrayıp oynayan oyuncusuna şükran duyuyor. Güzel, sıradışı, benzersiz şeyler. Bir aktrise söylenmeyecek şeyler: “Göle koştuğun zaman kollarını tavuk gibi kaldırıp indir,” cinsinden...

ANAFORLARIN ORTASINDA Ama Keener’a asıl düşkün olan, yönetmen Tom DiCillo. Aktris onun dört filminde oynamış: “Johnny Suede”, “Living in Oblivion”, “Box of Moonlight” ve “The Real Blonde”. Ona 1989 yapımı düşük bütçeli aksiyon/gerilim filmi “Survival Quest”te şans veren Don Coscarelli ise, kendisini etkilemeye çalışarak düz kayalara tırmanan, solucan yiyen, anaforla-

rın ortasına atlayan bir kız hatırlıyor. Bir gün, Los Angeles dışındaki bir mekanda gene kayaya tırmanırken, yakışıklı, siyah saçlı, kayada takılıp kalmış bir delikanlıya rastlamış. Keener, “Ne inebiliyor ne çıkabiliyordu,” diyor. “Oh olsun!’ dedim. Aktörlerden biri olduğunu bilmiyordum.” Keener’in bir gün minik oğlu Clyde’a anlatacağı “Annen babanla nasıl tanıştı?” hikayesi bu olsa gerek. Çünkü o delikanlı sonradan evlenip on yedi yıl evli kaldığı aktör Dermot Mulroney’di. İngiliz edebiyatı ve tarih okumuş Keener’ın oyunculuğa başlayış hikayesi ilginç. Florida’da büyüdü, okuldan mezun olunca, bir New York kasting ajansında çalıştı, sonra da Los Angeles’ta kast ajansı Gail Eisenstadt’ın yanında iş buldu. O, kanser olunca da ölene kadar yanında kaldı. Bunun hayatını

Keener, dikkat çektiği filmlerden “40 Yıllık Bekar”da başroldeki Steve Carell’a eşlik ediyordu.

31

Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Sadece belli tip kadınlara can vermez ama, bir tek diyaloglarla iş de götürmez. Keener, karakterini mükemmelen yaratmakla kalmaz, işe revnak da katar. “Capote”de Harper Lee rolüyle Oscar adayı oldu (üstte). “John Malkovich Olmak”ta John Cusack’la (altta).

Bu ay izleyeceğimiz “Captain Phillips” de yer aldığı büyük filmlerden. “Bourne” serisinin ikinci ve üçüncü filmlerinin yönetmeni Paul Greengrass’in imzasını taşıyan filmde Keener, Tom Hanks’le kamera karşısında. 2009’da Somalili korsanlar tarafından kaçırılan geminin gerçek hikayesinden yola çıkan filmde Keener, Kaptan Phillips’in endişeli karısı rolünde.

YÖNETMENLERİNE BAĞLI

değiştiren bir tecrübe olduğunu söylüyor. Eisenstadt, daha önceki tecrübelerini öğrenince, ona oyuncu olmasını söyledi. Eisenstadt’la olan hikaye Keener’ın ciddi yanını ortaya çıkarıyor. Ona Oscar adaylığı getiren “Capote”deki Harper Lee karakteri gibi örneğin, ya da “Into the Wild”daki unutulmaz doğallıktaki Jan Burres’ü... Başlarda hep küçük rollerde oynadı: “LA Law”da ve “About Last Night”ta garsondu. Oyuncu kartını da ikincisinde, Rob Lowe ile Jim Belushi arasındaki bir içki yarışında söylediği kısacık cümleciklerle aldı: “Hadi! Hadi! Hadi! Dik kafana! Dik kafana!” 1992’de “Seinfeld”in bir bölümünde, Jerry’nin sevgililerinden birini oynadı. Son anda birinin yerine geçmesi gerekmiş. Berbat olduğunu söylüyor. Ama sonra daha iyi filmlerde oynamaya başladı.

BAĞIMSIZLARIN KRALİÇESİ Şimdiki “Bağımsızların Kraliçesi” konumuna gelmenin ilk adımını ise, sinema ve TV’de on yıl küçük roller üstlendikten sonra, gene bir bağımsız filmle, Spike Jonze’nin 1999 yapımı “Being John Malkovich”iyle attı. Karşısına daha parlak fırsatlar çıkmaya başladı. 2005’te “The Ballad of Jack and Rose”un yanısıra dikkatleri üstüne çeken iki filmde, “40 Yıllık Bekar / The 40-Year Old Virgin” ile “Capote”de oynadı. “Being John Milliyet SANAT Ekim 2013

Malkovich” ile “Capote” ona En iyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar adaylığı getirdi. Tanınması sonradan olsa da ilk başrolleri 1990 sonlarına denk geliyor. “Backtrack” (1989) ve Blake Edwards’ın “Switch”inin (1991) ardından ilk başrolü, Tom DiCillo’nun yazıp yönettiği, az izlenmiş iyi film “Johnny Suede”deydi. Filmde henüz süper star olmamış Brad Pitt, adını duyurmaya çalışan bir şarkıcıyı, Keener da onun çileli sevgilisini oynuyordu. Keener, Nicole Hofcener’in romantik komedisi “Walking and Talking” (1996) ile Neil LaBute’ün yazıp yönettiği “Your Friends and Neighbors” (1998) ile bağımsız sinema saflarında adını duyurmaya başladı. On yıl boyunca hem bağımsız filmler, hem de daha anaakım filmlerde oynadıktan sonra, ilk büyük bütçeli filminde rol aldı: Steven Soderbergh’in, kısa süre önce yitirdiğimiz Elmore Leonard’dan uyarladığı “Out of Sight” (1998). İlk çekim gününü korkuyla hatırlıyor. Stüdyonun bütün kodamanları açılış sahnesi için sete doluşmuş. Tek başına oynaması gereken bir sahneymiş. “Orada, bütün o bağırış çağırış ve haykırılan talimatlar arasında tek başıma durdum, ben de içten içe küçük bir çığlık attım,” diyor.

32

Artık süperstar olan arkadaşların varlığına ve anaakım filmlerde baş tacı edilmesine rağmen (tercihen yardımcı rollerde), Keener ilk kez başarıya ulaştığı bağımsız film yönetmenlerine bugün de bağlı. Tom Dillo, onun gibi birlikte dört film yaptığı Nicole Holofcener, üç filminde oynadığı Spike Jonze ve “Being John Malkovich’i yazan, yönetmenliğini yaptığı “Synedoche, New York”ta da onu oynatan Charlie Kaufman gibi. Ama “Aslında, bence onlar bana sadık, inanılmaz ölçüde,” diyor. Bugün bile kendini yardımcı oyuncu gibi hissediyor. Yoksa her iki Oscar adaylığı da bu kategoride olduğu için mi? Elli yaşını geçti, hiç başrol oynamak istemiyor mu? “Başrolde ilgi çekecek karakterler bulmak zor,” diyor. “Benim yaşımdaki kadın oyuncular hep bundan şikayet eder, haksız da değiller. Herkes güzel olmanı bekler. Ben fiziksel yanım yüzünden filmlere seçilmediğim için güzellik gerektiren rollerle de ilgilenmiyorum.” Neyse ki Catherine Keener bu tuzaklardan kaçınmasını sağlayacak bir köşe buldu kendine. Daha doğrusu, o köşeyi elleriyle, yeteneğiyle inşa etti. Amerikan bağımsız sinemasından ümidi kesmeyen birkaç milyon kişinin favori oyuncularından. Doğal bir oyun, gerçek duygular, mizah ve olduğu gibi yaşanmışlık vadediyor. İronik bir zekası var ve çekici bir kadın. “Simpatico”da onu yöneten Matthew Warchus, “Ona iş verecek kişilerin çoğu, zaten hayranı,” diyor: “Zor roller bulmak konusunda, Catherine’in hiçbir sorunu olmaz.” MS


Altın Portakal’ın 50 yılı

Kavga, sansür, şatafat ve sinema Yeni Sinema’nın parlak ismi Nuri Bilge Ceylan.

Bu yıl 50. kez düzenlenen Antalya Altın Portakal’ın tarihi, artık festivalin folklorunun bir parçası olarak kabul gören tartışma, skandal, jüri polemikleriyle dolu ve bu festival onlarsız düşünülemez.

ŞENAY AYDEMİR sinesenay@gmail.com

1980’de verilemeyen ödülünü Geç Kalan Portakallar’la alan Tuncel Kurtiz ve festivalden apar topar ayrılan Emir Kusturica (sağda).

DİLE KOLAY tam 50 yıl olmuş. 1964 yılında başlayan ve sadece iki yıl yapılamayan Altın Portakal Film Festivali bu ay 4-11 Ekim tarihleri arasında 50. kez gerçekleştirilecek. Bu festivalin artık kurumsallaştığını şuradan anlayabiliriz; diğer festivallerde yerel yönetimler değiştikçe festivalin kaderi de değişir. Ama Altın Portakal’da yerel yönetim kimin eline geçerse geçsin festivali gerçekleştirmek boynunun borcudur. Tabii nüanslar olur. Örneğin 2004’teki yerel seçimin ardından iktidardaki partinin Antalya Belediyesi’ni alması ve TÜRSAK ile yaptığı işbirliği sonucu festivalin ‘Lale Devri’ yaşanmıştı. Limuzinlerle servislerin yapıldığı, Hollywood yıldızlarının Konyaaltı sahilinde boy gösterdiği bu yılların ardından 2009’da belediye değişince yine ‘mütevazı’

bir festivale dönüştü. Bu yıl her ne kadar bu yazı yazıldığı ana kadar herhangi bir tartışmaya ve geçmişinde çokça bulunan ‘skandal’a imza atmadıysa da Altın Portakal’ın tarihi bu tür hadiselerle doludur. Bu tarihte kısa bir gezinti yapmadan önce hatırlatmak boynumuzun borcu: Tartışma, skandal, jüri kararları ve sinemacıların yapıp ettikleri Altın Portakal’ın folklorunun parçasıdır ve festival onlarsız düşünülemez! 1964 yılına kadar bir şenlik olarak kutlanan festival, bu yıldan sonra Belediye Başkanı Avni Tolunay’ın çalışmalarıyla bir film yarışmasına dönüştürüldü. Bu, aynı zamanda, portakalın ilk renk değişimi oluyordu. Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları” filminin birinci seçildiği bu ilk festivalde, 33 film ya-

33

rıştı; jürinin anlaşamaması üzerine ilk kavga yaşandı ve Altın Portakallar havada uçuştu.

METİN ERKSAN’IN ÇIKIŞI 1967 yılına gelindiğinde festivale “Sevmek Zamanı” isimli filmiyle katılan Metin Erksan, jürinin açıklanmasının ardından “Bu jüride benim filmimi değerlendirecek kimse yok,” dedi. Aynı yıl, altında birçok sinemacının imzasının bulunduğu bir bildirge yayımlandı. Bildirgede; “Festival, Türk sineması için zararlı olmaya başlamıştır. Jüri üyeleri yetkisiz, ilgisiz, birikimsiz kişilerden seçilmektedir,” deniliyordu. 1967 yılı, festivalin içeriğinin politik tavırlara da sahne olacağı gelecek yıllar için ilk belirtileri de veriyordu. Gericiler Halit Refiğ’in “HaremMilliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA Sansürlenmeye çalışılan Ömer Kavur imzalı “Yusuf ile Kenan” (üstte), hükümet emriyle yarışma dışı bırakılmak istenen “Kara Çarşaflı Gelin” (altta).

de Dört Kadın” isimli filminin gösterildiği salona saldırdı. 1970 yılına gelindiğinde portakalın rengine yeni bir renk daha eklendi, bu yıl düzenlenen festivalde istenmeyen adam ilan edilen Yılmaz Güney, “Bir Çirkin Adam” isimli filmiyle festivalden ödül alarak geri döndü. Askerin yönetimi ele aldığı 1971 yılında yaşanan bir olay, portakalın renginin asker yeşiline doğru yaklaşmasına neden oldu. Filmi birinci olarak değerlendirilmeyen ve üçüncü olan yapımcı Özdemir Birsel, Milliyet SANAT Ekim 2013

“Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın takdir ettiği bir filmi üçüncülüğe nasıl layık görürsünüz,” dedi ve ödülünü reddetti.

SANSÜR VE ASKER GÖLGESİ 1976 ve 1978 yıllarında yaşananlar, “Festival, festival olmaya başladı,” dedirtecek gelişmelerdi. O yıllarda Antalya yalnızca sinema emekçilerini değil, şairleri, heykeltıraşları da barındırdı. Ancak bu durum uzun sürmedi ve portakalın rengi bu sefer Ankara’nın grisine döndü. 1976’da Süreyya Duru’nun “Kara Çarşaflı Gelin” isimli filmi

34

Geçen yılın jüri başkanı Hülya Avşar.


1979’da hükümet, Yavuz Özkan’ın “Demiryolu”, Ömer Kavur’un “Yusuf ile Kenan” ve Yavuz Pagda’nın “Yolcular” isimli filmlerine sansür getirmek istedi. Jüri üyelerinin Ankara’ya bildirgeler göndermesi etki yaratmayınca festival yapılamadı.

Halit Refiğ’in “Gurbet Kuşları” filmi ilk festivalde En İyi Film seçildi.

“Pazar: Bir Ticaret Masalı”.

dan biriydi. Hükümet, Yavuz Özkan’ın “Demiryolu”, Ömer Kavur’un “Yusuf ile Kenan” ve Yavuz Pagda’nın “Yolcular” isimli filmlerine sansür getirmek istedi. Yönetmenlerin filmlerini geri çekmesi ve jüri üyelerinin Ankara’ya bildirgeler göndermesi etki yaratmayınca festival yapılamadı. 1980 yılındaki festival de darbe yüzünden gerçekleştirilemedi. Bu ayıp ancak iki yıl önce kapatıldı. Festival ‘Geç Gelen Portakallar’ başlığıyla ayrı bir yarışma düzenleyerek 1979 ve 1980 yılının ödüllerini sahiplerine verdi. 1979’un en iyisi “Demiryolu” olurken, 1980 yılının galibi “Sürü” seçildi. İki yıllık aradan sonra 1981 yılında gerçekleştirilen festivalde de karanlık egemendi. Zeki Ökten’in Yılmaz Güney’in senaryosuyla çektiği bir yıl önce yarışamayan “Sürü” ve “Düşman” filmleri MİT tarafından yapılan bir uyarıyla yarışma dışı bırakıldı. Jüri de bu karar üzerine o yıl en iyi film ödülünü vermeme kararı aldı. Aynı Zeki Ökten 1983 yılında “Faize Hücum” filmiyle ödül kazandı.

‘YENİ SİNEMA’ DOĞUYOR

“Sevmek Zamanı”ndan bir kare.

başkentten gelen bir emirle yarışma dışı bıraktırılmak istendi. Buna rağmen yarıştı ve En İyi Film seçildi. 1978’de ise Yavuz Özkan’ın yönettiği, Cüneyt Arkın ve Tarık Akan’ın başrollerini paylaştığı “Maden” isimli film sansürlenmek istendi. Yavuz Özkan’ın filmini geri çekeceğini açıklaması, jürinin de “Kesilmiş bir sanat yapıtını değerlendirmemiz mümkün değildir. Yoksa istifa ederiz,” açıklaması neticesinde film gösterildi ve büyük ödülü aldı. 1979 ise festivalin en ‘karanlık’ yılların-

‘90’lı yılların ikinci yarısından itibaren Türkiye ‘yeni sinema’ olarak adlandırılan bir yönetmen kuşağıyla tanışmaya başladı. Bu kuşağın filmleriyle Altın Portakal’a gelmesi festivalin yıllardır arasının çok iyi olduğu Yeşilçam geleneğiyle sorunlar yaşamasına neden olsa da sinema artık yeni bir yola girmişti. 1997 yılında Güven Kıraç ve Cüneyt Arkın’ın Falez Otel’in lobisinde atışmaları bu dönüşümün sembolik bir örneği olarak kabul edilebilir. Ama yapacak bir şey yoktu. Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Tomris Giritlioğlu, Handan İpekçi’nin de aralarında olduğu ‘yeni sinema’nın temsilcileri festivale ağırlığını koymaya başladı. Ekonomik krizin hemen ertesinde 2002’de düzenlenen festival, yarışacak film olmadığı için

35

çoğu daha önce vizyona girmiş yedi filmle gerçekleştirilebildi. 2004 yılında 70 kişilik bir jüri oluşturulması ise festivalin büyük fiyaskolarından biri olarak kayıtlara geçti. 2007’de “Ara”, 2011’de “Ateşin Düştüğü Yer”in ön jürinin kurbanı olması ve yarışmaya katılamaması tartışmalara neden olurken, 2008’de “Üç Maymun” (Nuri Bilge Ceylan), “Vicdan” (Erden Kıral), “Nokta” (Derviş Zaim), “Hayat Var” (Reha Erdem), “Süt” (Semih Kaplanoğlu) ve “Pandora’nın Kutusu” (Yeşim Ustaoğlu) gibi ustaların filmlerinin yer aldığı festivalde Tuncel Kurtiz başkanlığındaki jürinin “Pazar: Bir Ticaret Masalı” filmini seçmesi ise “sanat sineması cezalandırıldı,” yorumlarına neden oldu.

KUSTURİCA’YA REVA MI? Festivalde yaşanan her ayıp kapatılır ama Emir Kusturica’ya reva görülenin tamiri yok gibi. 2010 yılında festivalin ulusal yarışma jüri başkanı olarak davet edilen Emir Kusturica, Bosna Savaşı sırasında Sırpları desteklediği iddialarıyla dönemin Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve bazı sinemacılar tarafından hedef gösterilince ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldı. Geçen yıl Hülya Avşar’ın jüri başkanlığı açıklandığında tartışmalar başlamıştı. Avşar’ın bir de festivalin yarışma filmlerinden “Derin Düşünce”ye ‘sansür’ istediği haberlerinin basında yer alması ise tartışmanın tuzu biberi olmuştu. En İyi Film seçilen “Güzelliğin On Par’Etmez”in Türkiye yapımı olup olmadığı tartışmaları da her yıl olduğu gibi sonuçlar üzerine yapılan spekülasyonlar hanesine eklenebilir. İtiraf edelim; Altın Portakal’ı bu haliyle seviyoruz. Jürinin, jüri kararlarının tartışılmadığı, yarışmaya alınmayan filmlerin yönetmenlerinin festival öncesi tartışma başlatmadığı, festival sırasında küçük gerilimlerin yaşanmadığı bir Altın Portakal’ı ne yapalım ki! MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Şimdi ‘portakal’ zamanı

Paul Schrader’ın “The Canyons”ında Lindsay Lohan ve Nolan Gerard Funk rol alıyor.

Oscar ödüllü yönetmen Asghar Farhadi, festivale konuk olacak.

4-11 Ekim’de gerçekleşecek 50. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin ulusal yarışması ilginin odağında; ama bu yıl uluslararası program da çok zengin. ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR esin@sinema.com

MEMLEKETİN HALİ ve ahvali ortadayken özellikle yerel yönetimlere bağlı festivallerin inişli çıkışlı seyri de kaçınılmaz oluyor. Bu yıl 50. kez düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin devamlılık konusundaki ‘istikrarı’ ise çok kıymetli. Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı (AKSAV) işbirliğiyle düzenlenen festival bu ay yani 4-11 Ekim arasında yapılacak. Yarım yüzyılı devirmenin şerefine özel etkinlikler, uzunu kısasıyla filmler ve elbette sinemacılarımız var. Bu manada her daim baştacımız, Türkan ‘Sultan’ Şoray’ın Ulusal Yarışma Jüri Başkanı olması da hoş bir detay.

‘68’DEN BUGÜNE BÖLÜMÜ Altın Portakal son kertede sinemamızın iyi ve kötü, yıllık gidişatının göstergesi olan önemli etkinliklerimizden birisi olsa da bu yıl uluslararası özel bölümler, özellikle ‘68’den Bugüne’ bölümü şahane! Bu süreçteki ‘bozuk gidişata itiraz’ halini mükemmelen yansıtan filmleriyle bizdeki ‘Gezi ruhu’na selam duruyor. Kovboy şapkalarını Milliyet SANAT Ekim 2013

çıkarmadan, at yerine Harley Davidson marka halis motosikletlerle ABD’yi keşfe çıkan iki genç adamın tabuları yıkan macerası “Easy Rider” (1969) programın olmazsa olmazı! Filmin hippi ruhlu iki genci ülkenin derinliklerindeki muhafazakarlığa toslamış, film de ‘özgür ABD mit’inin ipliğini pazara çıkarmıştı. Derek Jarman’ın “Kutlama / Jubilee”sindeki (1978) gençler ise ‘kraliyet’ tayyörlerinden sıkılmış, sömürgeci süngüsü düşse de şanını yürütmeye çalışan ünlü İngiliz aristokrasisine karşı tepkilerini ‘punk’ akımıyla gösteriyor. İdeal yokluğundaki umutsuzluğun serserice ve bir nevi ‘çapulcu’ hissiyatıyla dışa vurumu diyelim. Takım elbiseli yuppi kültürünün tüketiciliği baş tacı ettiği ‘80’lerde huzursuzluğun artık şehir sokaklarına taştığı Spike Lee filmi “Doğruyu Seç / Do the Right Thing” (1989) veya parmağını kımıldatamayacak bir amaçsızlıkla depresyonların öne çıktığı ‘90’lardan bir Gregg Araki filmi “Yaşamın Dibi / The Living End” anarşinin gidişatını tespit ediyor. 2000’li yılların sürpriz başkaldırısı ise Arap cenahından yükseliyor ve Mısır yapımı “Mikrofon / Microphone” refah dünyasının gözünden ırak bu alemdeki gençlerin başkaldırısını naif ama samimi bir üslupla duyurtuyor. Bu bölümdeki diğer filmler artık sizin keşfinizi bekliyor.

36

POLİTİKA VE AİLE Ulusal Yarışmada vaziyet nasıl derseniz, çoğunu henüz izlemediğimiz filmler arasında politik açmazlar kadar, hayırlara vesile olsun, aşk öyküleri de ziyadesiyle mevcut. Kentli orta sınıf veya köylü, bilhassa kadınların ilişki içindeki tezahürleri merak konusu... Yönetmenler Reis Çelik ve Ümit Ünal’ın da dahil olduğu ana jüri 10 yeni film arasından seçim yapacak. 30 yıldır süren savaşa dair insanlık meseleleri ise malumunuz vahim; İstanbul’da yarışma dışı izlediğimiz “Mavi Ring” bunu dar alandaki hapishane zulmü üzerinden, “Cennette Kovulmak” ülkenin iki ucu arasındaki savaşa ve ‘ötekileştirmeye’ dair tespitlerle anlatmış. Sinema yazılarını keyifle okuduğumuz Zeynep Dadak’ın Merve Kayan’la ortaklaşa yönettiği “Mavi Dalga”yı doğrusu merakla bekliyorum. Bir yaz dönümünde, bir grup gencin hayatlarının dönüm noktasındaki halleri, kısaca ‘bir büyüme öyküsü’ imiş. Yaz rehavetinde, denize nazır bir ‘hayat boyu tatil’ öyküsüne benzeyen “Kutsal Bir Gün” de kağıt üzerinde hayli ilginç görünüyor. Ne de olsa yetişkin erkeklerin büyümeyi reddetmesi, ‘tercihen bir baltaya sap olmaması ve evde tatlı bir rehavetle takılması’ durumu sinemamızda pek karşılaştığımız bir şey değil, hoş bir sürpriz olabilir.


Ulusal yarışmada yer alan “Mavi Dalga” (solda) ve “Kusursuzlar (sağda).

Uluslararası cenahtan da misafir ağırlayan festivalde bu yıl Asghar Farhadi öne çıkıyor. “Bir Ayrılık” ile En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ını kazanan İranlı sinemacı yeni filmi “Geçmiş / Le Passe” vesilesiyle geliyor. Yine deniz kıyısında, bu kez bir ilişki hesaplaşması da “Kusursuzlar” filminde. “Uzun Yol”daki yüzleşmede ise maçoluk ağır basıyor gibi. İlk uzun metrajını çeken yönetmenlerden gelen “Uvertür” ve “Kısa Film”, hoş kıvılcımları olan ama sinemasal yetkinlikleri tartışılır filmler. Atalay Taşdiken’in kadın öyküsü “Meryem”, Maryna Er Gorbach ve Mehmet Bahadır Er’in kılçıklı bir aşk ilişkisini birlikte yönettikleri “Sev Beni” ilk kez izlenecek.

YARIM ASIRLIK PORTAKAL! Filmlerin yanısıra sinema kitapları gibi önemli yayınlara da vesile olan festivaller arasındaki Antalya, 50. yıl şerefine SİYAD ile işbirliği yapmış ve Tunca Arslan’ın editörlüğünde “50 Yılın En İyi Filmleri” hazırlanmış. “2000’li Yıllar Türkiye Sineması” kitabının editörü ise Murat Özer. Ayrıca geçen yıl kaybettiğimiz şahane insan, sinema yazarı Rekin Teksoy anısına bir kitap da hazırlanıyor. Altın Portakal’ın kurucularından Behlül Dal anısına bir sinema müzesi açılacakmış ki, layıkıyla yapılırsa çok güzel bir haber! Festivaller her ne kadar memleketteki sinematek eksikliğini gidermeye çalışarak program yapsalar da neticede yıl boyu arşivden, dünya vizyonundan alternatif filmlerin gösterilmesi başka. Uluslararası cenahtan da misafir ağırlayan festivalde bu yıl Asghar Farhadi öne çıkıyor. “Bir Ayrılık” ile En İyi Yabancı Dilde Film Oscarı’nı kazanan İranlı sinemacı yeni filmi “Geçmiş / Le Passe” vesilesiyle geliyor. Cannes’da yarışan ve başroldeki Berenico Bejo’ya En İyi Kadın Oyuncu Ödülü’nü kazandıran film, Doğulu erkeklerin kadının yanında ‘kalamama’ halini de gösteriyor bir yanıyla. Ailevi durumlar zaten ayrı bir bölümde, “Kırılmalar / Yansımalar” başlığıyla kar-

Spike Lee’nin yönetip rol aldığı “Do The Right Thing”, ‘68’den Bugüne bölümünde.

şımızda. Genel programda filmekimi ve geçtiğimiz Adana Altın Koza’dan da birkaç film paylaşılmış. Yine bu yıl Cannes’dan ödüllü “Benim Babam Benim Oğlum / Like Father Like Son” karakterlerin beklenmedik bir gerçekle karşı karşıya kalmaları durumundaki açmazlarını gösteriyor. Japon üstat Hirokazu Koreeda’nın filmlerinde çocuklar başlarına gelenlere rağmen bir şekilde hayatta kalır. Bu filmde de kan bağı gibi karmaşık bir konuyu her zamanki aldatıcı derecede sakin ve tatlı üslubuyla neticeye bağlıyor. Sayıca bereketli Hindistan sinemasının 100. yılı şerefine kotarılan özel bir bölümde iç ısıtıcı “The Lunchbox” gibi yeni filmler ve usta sinemacı Satyajit Ray’in 1964 tarihli “Lonely Wife” filmi misali klasikler kadının aşk ilişkisi içindeki hali ve ahvalini mukayese itibariyle de önemli olabilir. Dünyadan en yeni filmler seçkisinde ise Coen biraderlerin pervasız ve incelikli mizahıyla “Inside Llewyn Davis”i, Londra eğlence semti So-

37

ho’nun Kralı olarak anılan Paul Raymond’un skandal yaşamını eğlenceli üslupla iyice köpürten “The Look of Love”ı, Paul Schrader’in skandal yaratan filmi “The Canyons”, Güney Koreli yönetmen Kim KiDuk’un şiddetiyle kendini aşmış dedirten “Moebius”u göze çarpan ‘şık’ seçimlerden. Türkiye’den “Köksüz”ün yer aldığı uluslararası yarışmada ise mevzular daha bir çetrefilli. Polonya sinemasından “Dalgalanan Gökdelenler / Floating Skyscaper” hüzünlü bir aşk üçgeni olarak ilerlese de aile içine sinen homofobinin tezahürleri bakımından çok ilginçleşiyor. Mısırlı kadın yönetmen Hala Kofty’nin “Gündüz Gözüyle / Coming Forth by Day” filminde ‘devrim sonrası’ günlük hayattan kesintilerinde evrensel bir yalnızlık, herhangi genç bir kadının çıkısızlığını bulacaksınız. Kısaca program zengin, seçenekler muhtelif, gerisini altinportakal.org.tr adresinden takip edebilirsiniz. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Assange’ın laneti

Filmin kadrosu: Benedict Cumberbatch, Carice van Houten, Daniel Brühl ve Moritz Bleibtreu (soldan sağa).

SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com

BİR JULIAN ASSANGE hikayesi olarak “The Fifth Estate”in öncelikle, vaktinden önce doğmuş bir proje olduğunu kabul etmek gerekiyor. Açık ettiği bilgilerle tüm dünyayı sarsan, ülkelerin eteklerindeki taşları döken, hükümetlerin kirli yüzlerini afişe eden, belki de tarihin akışını değiştiren, ayrıca geleneksel medyayı teknolojik haber alma yöntemlerini tanımaya zorlayan ve üstelik bütün bunları tek başına yapan bu platin saçlı Avustralyalı’nın hikayesi henüz noktalanmadı bildiğiniz gibi. Hatta bırakın noktalanmayı, Assange’ın yarattığı depremin artçı şokları bile henüz dinmiş değil. Dünya hâlâ beşik gibi sallanıyor. Olan bitenin dünyayı ne şekilde etkilediği ve etkileyeceği netMilliyet SANAT Ekim 2013

Julian Assange çekilmesine şiddetle karşı çıktı ama lafını dinletemedi. Bu ay gösterime giren ve ilk Assange hikayesi olmak gayretiyle yanıp tutuşan “The Fifth Estate” neden beklenen Assange filmi değil?

leşmedi. Tek bilinen, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı. Hal böyleyken, hakkındaki suçlamalar yüzünden bir yılı aşkın süredir, sığındığı Londra’daki Ekvador Büyükelçiliği’nden dışarı adım atmamış bu ilginç figür hakkında insanların çeşitli yargılara varmasına aracılık edecek bir film, şu dönemde ziyadesiyle gereksiz. Assange da tam olarak böyle düşünüyor, dahası filmin kendininki dahil hayatı tehlikede olan birçok insanın akıbetini olumsuz etkileyeceği görüşünde. Haksız da sayılmaz doğrusu.

AKTÖRE YAZILAN E-POSTA “The Fifth Estate” ile ilgili fikri sorulduğunda, filmi kendine ve WikiLeaks’e yapılan

38

bir saldırı olarak nitelendiren Assange, iletişimde olduğu aktör Benedict Cumberbatch’e çekimler başlamadan hemen önce bu işten vazgeçmesi için 10 sayfa uzunluğunda bir eposta da göndermiş. Ancak Cumberbatch filmin davaya zarar vermeyeceği görüşünde. Bu kararı, izleyiciye bırakmak en doğrusu. Fakat “The Fifth Estate”in WikiLeaks meselesinin altından kalkamadığı, mevzuyu basite indirgediği ve hakkında pek bir şey bilmediğimiz Assange’ı daha sonra telafi edilemeyecek bir kalıba oturttuğu düşünülürse, filmin davaya zarar vermeyeceğini düşünmek saflık olur herhalde. Bir de kapalı kaldığınız yerde kendiniz hakkında çekilen bir filme şiddetle karşı çıktığınızı, ama buna yine


Assange’ın kim olduğunu bilmeyen bir izleyicinin neler olup bittiğini asla anlayamayacağı, bilen bir seyircinin ise kişisel detaylar yüzünden asıl meseleye nasıl da teğet geçildiğine inanamayacağı bir film var karşımızda.

Julian Assange (üstte), filmin çekilmemesi için aktör Cumberbatch’i ikna etmeye çalıştı.

de engel olamadığınızı düşünün. Bütün bunlar “The Fifth Estate”in ilk Assange filmi olmak için girdiği aceleye nahoş bir tat veriyor. Peki var olmak için bunca çırpınan film, sinemasal açıdan nerede duruyor?

VAKTİNDEN ÖNCE Ne tuhaftır ki, bu acelenin bir sonucu olarak, karşımızda yönetmen sıfatıyla, “Alacakaranlık / Twilight” serisinin en vasat iki filmini yönetmiş ve sonuncusuyla En İyi Yönetmen dalında Altın Ahududu (!) almış Bill Condon var. Condon’ın yönetmenlik becerileri, “The Fifth Estate” gibi büyük bir sorumluluğun altından kalkacak ve meseleyi hakkıyla ele alacak kadar gelişmiş değil. TV dizisi yazarı Josh Singer’ın Assange hakkındaki iki ayrı kitaptan yararlanarak yazdığı senaryosu da aynı şekilde vaktinden önce çekilmiş bu filmin varlığını haklı kılacak özellikler barındırmıyor. Tersine kafası karışık, olayları nereden ele alacağını bilemeyen, sık sık odağını kaybeden bir olay örgüsü var perdede. Senaryonun üç amacı var; Assange’ın filme kaynaklık eden kitaplardan birinin yazarı olan Daniel Domscheit-Berg ile ilişkisini irdelemek, Assange’ın tartışmalı kişiliğini masaya yatırmak ve WikiLeaks belgelerinin başlattığı sarsıntının aldığı ilk tepkileri sıralamak. İlk amaç, filmin bir ‘iki kafadar filmi’ gibi başlamasına neden oluyor. Hayranlık, işbirliği, başarı, değişen koşullar, etik sorunlar, ihanet ve ayrılık... Bu ilişkinin Assange’ın de-

ğil de, seyircinin kolayca özdeşleşebileceği, ‘normal’ karakter Domscheit-Berg’ün bakış açısından anlatılması, yabancılaştığımız Assange’a direkt olarak karşı pencereden, taraflı olarak bakmak anlamına geliyor. Bu tercih, filmin ilk hatası. Dahası film, ana karakter olarak pazarlamaya çalıştığı DomscheitBerg ile de pek ilgilenmiyor. Ona ancak bir aşk ilişkisi üzerinden ikilemler yaşayacak fırsatı tanıyor, hepsi bu. Oysa “The Fifth Estate” vaadettikleri itibarıyla, izleyici olarak “Dost mu yoksa sevgili mi?” ikilemine maruz kalmanız gereken son film.

ASSANGE’IN ÇİLELİ HAYATI İkinci amaç, Assange’ın insani duygulardan, duygusal zekadan ve etik değerlerden yoksun, anlaşması ve anlaması zor, narsist bir insan olarak yansıtıldığı bir portre çıkarıyor ortaya. Bu portre, gerçekte Assange hakkında söylenenlere yakın seyretse de, yani ‘dedikodularla’ uyum içinde olduğu için yoktan var edilmemiş olsa da, Assange’ın ismini dünya tarihine geçiren nedenlerden daha çok öne çıkarılmayı hak etmiyor. WikiLeaks’e değil de, Assange’ın ne kadar çekilmez bir insan olduğu fikrine odaklandığımız, daha da fenası çocukluk dramlarına geçiş yaptığımız her dakika zaman kaybı olarak geçiyor filmin hanesine. “The Fifth Estate”i izlemek için koltuğuna kurulan seyircinin umduğu, Assange’ın çileli hayat hikayesini dinlemek ya da lanet bir lider oluşunu doğrulayan yan öykülere saplanıp kalmak değil.

39

Üçüncü amacın neticesi ise o zamana kadar WikiLeaks’in ne tür gerçeklerin kapısını araladığını baştan savma ve süratle özetleyen filmin, iki siyasi figür ve anaakım medyadan birkaç gazetecinin replikleriyle günah çıkarma çabası olarak yansıyor perdeye. Hal böyle olunca, film bütünlüklü bir hikayeden yoksun olduğu için, parça parça bir şeyler mırıldanan ama ne söylediği asla anlaşılamayan bir seyir izliyor. Assange’ın kim olduğunu bilmeyen bir izleyicinin neler olup bittiğini asla anlayamayacağı, bilen bir seyircinin ise kişisel detaylar yüzünden asıl meseleye nasıl da teğet geçildiğine inanamayacağı bir film var karşımızda. Cumberbatch’in Assange’a dönüşme işini hayran olunacak şekilde başardığı, ancak ne yaptığını bilmeyen senaryo yüzünden karakterinin büyük boşluklarını dolduramadığı göze çarpıyor. Sırf teknolojik dünyanın gündemini değiştiren narsist figürlerin hikayelerini anlattıkları için türeyen anlamsız “The Social Network” - “Jobs” karşılaştırmasına “The Fifth Estate” de üçüncü film olarak dahil olacak gibi görünüyor. Oysa bu denklemin bir David Fincher filmi ile “Jobs” gibi bir TV filmi dengini ve “The Fifth Estate” gibi eşiği geçemeyen bir filmi aynı kefeye koyma hatası bir yana; dünyayı değiştirdikleri varsayılan Mark Zuckerberg ile Steve Jobs’ı, günahıyla sevabıyla gerçekten de dünyayı değiştiren Julian Assange ile aynı cümlede kullanma densizliği de neresinden bakarsanız bakın büyük talihsizlik. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

En ticari auteur CÜNEYT CEBENOYAN cebenoyan@gmail.com

ALFONSO CUARON’U kategorize etmek çok zor. Onun için Meksikalı film yönetmeni diye söze başlamak bile pek bir anlam içermiyor. Meksika’da, İngiltere’de, Fransa’da, Amerika’da ve en son ‘uzay’da film çeken bir yönetmeni belirli bir ülke sineması ile sınırlamak, kategorize etmek pek anlamlı değil. Ama evet, Cuaron 1961’de Meksika’da doğmuş, orada yetişmiş ve orada felsefe ve sinema eğitimi almış. Milliyetçi mi dersiniz mi, ulusalcı mı, nasıl adlandırırsak adlandıralım, Meksika’daki egemen ideolojiyle uyum sağlamadığı için sinema eğitimi yarım kalmış. Çünkü Cuaron arkadaşlarıyla birlikte ilk filmlerini İspanyolca değil de İngilizce çekme cüretinde bulunmuş. Okuldaki radikal öğrencilerle takılmış, onlardan etkilenmiş ama radikal öğrencilerin propaganda sinemasına meylini paylaşmamış. O çevreden uzaklaşırken politikadan uzaklaşmamış fakat. İyi sinemayla da mesaj verilebileceğini, hatta daha iyi verilebileceğini düşünmüş. Düşünmüş düşünmesine de, sinema okulundan atıldığında Cuaron film çekme umutlarını çoktan yitirmiş bir haldeymiş. Üstelik bir de baba olduğu ve hayatını kazanması gerektiği için bir müzede çalışmaya başlamış. Ama talih yüzüne gülmüş, sinema dünyasına basit teknik işler yaparak yeniden adım atabilmiş. Asistanlık filan derken, ilk filmi “Solo Con Tu Pareja / Sadece Partnerinle”nin (1991) senaryosunu yazmış. Talih bir ikinci defa gülmüş Cuaron’un yüzüne ve devletin destek verdiği filmlerden birinin yönetmeni, projesini geri çekince “Sadece Partnerinle”nin yolu açılmış. Epey bir gecikmeyle Meksika’da vizyona giren “Sadece Partnerinle” gişede büyük başarı kazanmış, Toronto Film Festivali’nde gösterilmiş ve Sydney Pollack’ın dikkatini çekmiş. Pollack’ın daveti üzerine Amerika’ya giden Cuaron, başından beri filmin asıl sahibi kendileriymiş gibi davranan, filme finansman sağlamayı büyük bir lütufmuş gibi gören Meksika Sinematografi Enstitüsü’ne (IMCINE) tabir-i caizse ‘ne Meksiko’nun tacos’u, ne bürokratın yüzü’ deyip, devletle ipMilliyet SANAT Ekim 2013

Venedik Film Festivali’nin açılışını yapan yeni filmi “Gravity” bu ay gösterime giren Alfonso Cuaron’dan bahsederken kategorize etmesi zor bir ‘auteur’le karşı karşıya olduğumuzu baştan kabul etmek lazım.

Alfonso Cuaron

Cuaron, Meksika’da tanıdığından farklı bir tür sansürle Amerika’da tanışmıştı. Meksika’da devlet her şeye burnunu sokarken, Amerika’da da yapım şirketleri her şeye karışıyordu. lerini koparmış. Bir daha da devletten bir kuruş yardım almamış. Pollack’ın yürütücü prodüktörü olduğu “Fallen Angels” dizisinin film noir tarzındaki bir bölümünü çekip, başarılı olunca Hollywood’un kapıları Cuaron’a açılmış. İlk olarak eleştirmenlerin çok beğendiği ama gişede pek başarılı olmayan “Küçük Prenses / A Little Princess” (1995) adlı filmi çekmiş Cuaron, Amerika’da. Kendisinin de en sevdiği film olduğunu söylediği “Küçük Prenses”in ardından da “Büyük Umutlar / Great Expectations”ı... Cuaron’u biz de bu filmle tanıdık. Açıkçası bizim için pek iyi bir baş-

40

langıç değildi. Kötü bir senaryodan belki de ancak bu kadarı yapılabilirdi. Cuaron, Meksika’da tanıdığından farklı bir tür sansürle Amerika’da tanışmıştı. Meksika’da devlet her şeye burnunu sokarken, Amerika’da da yapım şirketleri her şeye karışıyorlardı. Parayı veren her yerde düdüğü de çalmak istiyordu, nihayetinde. Cuaron, az çok Hollywood’da çalışmış olmanın güveniyle Meksika’ya döndü ve bir finansörün desteğiyle ilk başyapıtı sayılan “Ananı Da / Y Tu Mama Tambien” (2001) çekti. Filmin sınırlayıcı bir rating alması, Cuaron’a filmin propagandasını yapma fırsatı verdi. Aslında


Yönetmenin başyapıtlarından “Ananı da”da Gael García Bernal ve Maribel Verdú. Venedik’in açılışını yapan “Gravity”de Sandra Bullock ve George Clooney var.

bu rating’lerin hiçbir pratik manası yoktu Meksika’da. Bilet aldıktan sonra, kimse sinema salonuna girenin yaşını sormazdı. Sansüre uğradığı ve mağdur edildiği iddiasıyla mahkemeye başvuran Cuaron, hem filminin sıkı bir reklamını yaptı, hem de yurtdışında film çekmesinin meşruluğunu kanıtladı.

HARRY POTTER HAMLESİ “Ananı Da” büyük iş yaptı, Oscar’a aday oldu, hem de ‘yabancı’ film kategorisinden değil, yerli film kategorisinden. Meksika’nın resmi adayı olamamıştı çünkü bu ‘muzır’ ve muhalif film. Ama işin gerçeği film ABD’de de 17 yaşından küçüklerle sınırlandırıldı. Ve fakat yine de hem Oscar’larda hem de Venedik’te En İyi Senaryo Ödülü’ne aday oldu; Venedik’te kazandı da. Cuaron, tekrar Hollywood’a döndü ve yine kendisinden beklenmeyen bir filme imza attı: 2005 tarihli “Harry Potter ve Azkaban Tutsağı / Harry Potter and The Prisioner of Azkaban”! Dizinin sinematografik açıdan en iyisi olduğu kabul edilen film, yine de bir ‘marka’nın parçasıydı ve artık ‘auteur’ diye kabul edilmeye başlayan Cuaron’dan beklenen bir hamle değildi. Cuaron şaşırtmaya devam edecekti. Geçmiş filmleriyle doğal olarak ortak noktalar içermesine rağmen 2006’da “Son Umut / Children of Men”le Cuaron, kendisini birçok açıdan aşan bir filme imza attı. Cuaron’un filmografisinde köşe taşı sayılabilecek 3 filme, “Sadece Partnerinle”, “Ananı Da” ve “Son Umut”a baktığımızda neler söylenebilir? “Sadece Partnerinle” bir ilk film olarak başarılı olsa da açıkçası pek de iyi bir film değil. Bir tür romantik komedi olan filmin ilkel bir komedi anlayışı olduğu bile söylenebilir. Tamamen ticari amaçlı yapılmış gibi görünen film, Tomas Tomas adlı bir çapkın reklamcının maceralarını anlatır. Tomas her güzel kadını, özellikle de bu kadın başka bir erkeğinse, tavlamak yönünde engellenemez bir arzu duyar. Gerçi Tomas,

cinsel ilişkinin kendisinden çok, o ilişkiyi hayal etmekten zevk duyar. Bir kadını röntgenlerken aldığı hazzı, cinsel ilişki sırasında almaz. Bir kadını elde ettiği anda, o kadınla işi de biter aslında, gözü yeni fethedilecek kalelere yönelir. Tomas, üniformalı kadınlardan özellikle hoşlanır. Bu kadınlar bir tür otoriteyi, anneyi temsil ederler muhtemelen. Film aslında üniformalı kadın fantezilerini sömürmekten de geri durmaz. Ama filmin finali bir romantik komediden beklenmeyen bir niteliğe sahiptir. Hayalindeki kadınla evlenmesi Tomas’ı değiştirmez, kahramanımızın yakında yeniden ‘av’a çıkacağını ima eder filmin finali!

ANNE FİGÜRLERİ “Ananı Da” adı üstünde anne figürüne yönelik bir cinsel saldırganlık tehdidini almıştır kendisine ad olarak. İki delikanlı, kendilerinden yaşça büyük ve evli bir kadınla, ıssız bir sahilde tatil yapmak üzere yola çıkarlar. Delikanlılar hem kadını röntgenlerler, hem de ikisi birden kadınla sevişirler. Ve hatta bu sevişme birbirleriyle sevişmeye de evrilir. Ve o noktada üçlünün ilişkisi de sona erer. Film ön planda bu üçlünün hikayesini anlatırken arka planda, sınıfsal farkları ve yoksulluğun sonuçlarını da bir anlatıcı aracılığıyla gündeme getirir. Bir evrensel anne figürü de “Son Umut”ta karşımıza çıkar. Film bir distopyadır ama aslında anlattığı tam da bugündür. Fütüristik alet edevat yoktur filmde. Ama Guantanamo, Ebu Greyb benzeri manzaralar, mülteci sorunu, ‘demokrasi’nin simgelerinden İngiltere’de totaliter ve militer bir rejimin hüküm sürmesi, derin sınıfsal farklılıklar bize günümüzün gerçekliğini anlatır. Birinci dünya ile üçüncü dünya hem birbirine karışmış, hem de çatışma halindedir. İnsanlar kısırlaşmış, çocuk yapamaz yani gelecekten bir şey bekleyemez hale gelmiştir. Clive Owen’ın canlandırdığı filmin yorgun kahramanı dünyada 18 yıldan beri hamile kalan ilk

41

Clive Owen, “Son Umut”da ana kahramanı canlandırıyordu.

kadını, ilk anne adayını kurtarma misyonunu üstlenir. Bu filmde de dışarıdan seyretme yani bir tür röntgenciliğin olduğundan söz edebiliriz. Ve hiç kuşkusuz filmin erkek kahramanı bu anne adayından cinsel olarak da etkilenmiştir. “Son Umut”un aksiyon sahneleri ki filme klasik anlamda bir aksiyon filmi demek zordur, sinema tarihine geçecek kadar iyidir, hatta mükemmeldir. Cuaraon daha önce de kullandığı uzun, kesintisiz ama durağan olmayan planları burada mükemmelleştirir. Zizek filmi yorumlarken asıl umutsuzluğun, insanların tarihsizleşmesi, köksüzleşmesi olduğunu söyler. Michelangelo’nun ünlü Davut heykeli ya da Picasso’nun “Guernica”sı bir özel koleksiyoncuya aittir artık. Bağlamından kopmuş, anlamsızlaşmıştırlar. Cuaron bu yılki Venedik Film Festivali’ni açan “Yerçekimi / Gravity”e imza attı son olarak. Filmin Oscar’a aday olacağı konuşuluyor ve Venedik’in gelmiş geçmiş en iyi açılış filmlerinden biri olduğu söyleniyor. Uzay boşluğunda bir başlarına kalan bir kadın (Sandra Bullock) ve bir erkek astronotun (George Clooney) hikayesi, izleyenleri büyülemiş gibi gözüküyor. Sinema dünyasının bu ticari açıdan en başarılı ‘auteur’ünden her şey beklenir. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Denizler üstünde 10 film Bu ay Robert Redford’ın başrolünde yer aldığı “All Is Lost”ta, yaşlı bir adamın okyanus ortasında kuvvetli bir fırtınayla mücadele ettiğine tanık olacağız. Biraz da oradan feyz alarak vaktinin çoğunu denizde geçiren filmlerden kendimizce bir seçki yaptık. Kulaçlarınızı seri atın! BURÇİN S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com

YÜZDÜK YÜZDÜK deniz sezonunun sonuna geldik. Bünyesi dayanabilenler için denize girme konusunda şu sıralar uzatmalar yaşanıyor. Tabii bu dosyayı yaz biterken size bir Çin işkencesi olsun diye hazırlamadık. Bu ay sinemalarımıza gelecek “All Is Lost”ta Robert Redford neredeyse film boyunca Hint Okyanusu’nda mütevazı bir teknede fırtınada yaşam mücadelesi veriyor. Oradan hareketle vaktinin çoğunu denizde geçiren filmlere dönüp bakalım, aralarından bir seçki yapalım dedik. Kriterimiz bu listedekilerin iyi film olmalarından ziyade, denizi ne kadar iyi kullandıkları oldu. Tabii ki aralarında başyapıt niteliğinde örnekler de var ama, ister altından ister üstünden olsun, genel olarak denizden en zekice faydalanan filmleri referans olarak aldık. Türlere de dengeli bir dağılım yapmaya çalıştık. Kimi filmleri alırken, kimilerini neden dışarıda bıraktığımızı da o filmlerin yazısında açıklamaya çalıştık.

Robert Redford, “All is Lost”ta okyanusta ölüm kalım savaşı veriyor.

Dönemi için devrimci bir hamle “YAŞAMAK İSTİYORUZ / LIFEBOAT” (1944)

“Lifeboat”, tek bir mekanda, bir sandalda geçiyor. Milliyet SANAT Ekim 2013

42

Yön: Alfred Hitchcock Büyük üstadın dar alanda sinema yapmayı sevdiğini en popüler filmlerinden olan “Rope” veya “Dial M For Murder”dan biliyoruz. O filmlerden önce halbuki, 1944’te tek bir sandalda geçen bir II. Dünya Savaşı filmi çekmişti: “Lifeboat”... Senaristleri arasında John Steinbeck’in de olduğu film, Atlas Okyanusu’nda bir Nazi denizaltısı tarafından batırıldıktan sonra bir tahlisiye sandalına sığınan bir grup kazazedenin hikayesini anlatıyor. Aralarına bir de Nazi’nin katılmasıyla birlikte gruptakiler birbirlerini yemeye (mecazi anlamda tabii) başlıyor. Hitchcock’un hak ettiği değeri bulmamış filmi, dönemi için hakikaten devrimci bir hamle.


Film, bir dostluk hikayesi anlatıyor.

Miyazaki’nin çevreye duyarlılığı “KÜÇÜK DENİZ KIZI PONYO / GAKE NO EU NO PONYO” (2008)

Jürgen Prochnow, Herbert Grönemeyer ve Klaus Wennemann, “Das Boot”ta.

Gelmiş geçmiş en iyi denizaltı filmi “MUKADDES VAZİFE / DAS BOOT” (1981) Yön: Wolfgang Petersen Denizaltı filmlerinden muhakkak bir tanesi böyle bir listeye yakışırdı ve bu efsanevi Alman filminden başkası içimize sinmedi doğrusu; “Crimson Tide” ve “U-571” hemen elendi. Baştaki veda partisi hariç neredeyse tümü bir Alman denizaltısının içinde geçen

bu II. Dünya Savaşı filmi, aslında o mürettebatın gösterdiği gözüpeklik, özveri, cesaret ve sadakate bir saygı duruşu. ‘Yönetmenin kurgusu’ versiyonu 209 dakika süren “Das Boot”, kesinlikle hâlâ gelmiş geçmiş en iyi (siz bunu en klostrofobik diye okuyun) denizaltı filmi olarak kabul ediliyor.

Yön: Hayao Miyazaki Yönetmen Miyazaki’nin çevreye duyarlılığının bu kez net bir biçimde denize yansıması karşımızdaki bu film. Prenses süs balığı Ponyo’nun beş yaşındaki Sôsuke’yle dostluğunu anlatan film, her zamanki gibi zengin bir Miyazaki imgelemi sunuyor, gerek deniz altında gerekse de deniz üstünde. ‘Denizden babam çıksa yerim’ diyenlerin iki kez düşüneceği tatlılıkta bir deniz altı dünyasıyla karşı karşıyayız filmde.

Köpekbalıksız olmaz “DEHŞETİN DİŞLERİ / THE REEF (2010)

Leonardo DiCaprio ve Kate Winslet, “Titanik”in romantik çiftini canlandırdı.

Gerçek bir deniz tutkunundan “TİTANİK / TITANIC” (1997) Yön: James Cameron Gerçek bir deniz tutkunu olan James Cameron’ın “The Abyss”inin böyle bir listede daha iyi duracağını düşünenler olabilir ama kim ne derse desin bizim oyumuz “Titanik”e. Tam bir asır önce Atlas Okyanusu’nun yuttuğu bu dev geminin öyküsü, öyle veya böyle gelmiş geçmiş en büyük deniz kazası olması hasebiyle, epey güçlü. Günümüzde geminin batığını araştıran okyanusbilimciler sayesinde öyküsel bağlamda iki ayağı da denizde duran film, fenomen oluşuyla da bir efsane.

Yön: Andrew Traucki Bu listeye bir ‘köpekbalığı terörü’ filmi almamız kaçınılmazdı ama hakkımızı “Jaws”tan yana kullanmak istemedik. Bir kere “Jaws” türünün gelmiş geçmiş en iyi filmi olsa da, son yarım saati hariç denizde fazla vakit geçirmez. O yüzden de seçimimiz ‘gerçekten yaşandığı iddiasıyla’ sunulan Avustralya filmi “Dehşetin Dişleri” oldu. Olmayacak bir kaza sonucu tekneleri devrilen bir grup arkadaşın yüzerek karaya ulaşma çabası, her birinin teker teker bir büyük beyaz tarafından avlanmasıyla sonuçlanır. Bu filmi en çok köpekbalıklarını gösterirken dijital numaraya başvurmadığı için takdir etmeli.

“Dehşetin Dişleri”nde köpekbalıkları dijital değil, gerçek.

43

Nicole Kidman ve Billy Zane, filmin oyuncu kadrosunda yer alıyorlar.

Denizde çekilen eziyet “ÖLÜM SESSİZLİĞİ / DEAD CALM” (1989) Yön: Phillip Noyce Avustralya gibi tümüyle okyanuslarla çevrili dev bir kara parçasından gelecek filmlere de listemizde yer açtık. Rae ve John bir süre önce yitirdikleri çocuklarının acısını unutabilmek için tekneleriyle uzun bir yolculuğa çıkarlar. Yolda Hughie adlı bir kazazedeyle karşılaşırlar. Yardım edip teknelerine aldıkları bu adam ise hiç bekledikleri gibi çıkmaz. Roman Polanski’nin ilk filmi olan “Sudaki Bıçak”tan feyz almış gibi görünen bu film, insanın insana denizde de eziyet çektirebileceğinin güzel bir örneği. Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Johnny Depp ve Orlando Bloom filmin ana karakterlerini canlandırıyorlar.

Fantastik bir diyar Pi’yi canlandıran Suraj Sharm ve kaplan Richard Parker...

Denizin hem güzelliği hem kötülüğü “Pİ’NİN YAŞAMI / LIFE OF PI” (2012) Yön: Ang Lee Geçirdikleri kaza sonucu gemileri battıktan sonra okyanusun ortasında bir sandalda Richard Parker isimli Bengal kaplanıyla başbaşa kalan Pi Patel’in öyküsü... Denizin gerek güzelliğini gerek kötülüğünü neredeyse eşit derecede ek-

ran süresine pay eden yönetmen Ang Lee, müthiş bir insanlık mücadelesine tanık ediyor izleyicisini. Denizin bütün yüzünü bulabileceğiniz bu film, kahramanı Pi’yle birlikte izleyicisini de aç, susuz ve çaresiz bırakacak denli güçlü bir sinematografiyle inşa edilmiş.

“KARAYİP KORSANLARI: SİYAH İNCİ’NİN LANETİ / PIRATES OF THE CARIBBEAN: THE CURSE OF THE BLACK PEARL” (2003) Yön: Gore Verbinski Eskinin kılıç şıkırtılı korsan filmlerini yeniden canlandıran “Karayip Korsanları”nı bu listeye komple üçleme olarak da alabiliriz. Zira üç film boyunca ayağımız toprağa nadiren basıyor. Kaptan Jack Sparrow’un okyanuslarda yaşadığı akıl almaz maceraları anlatan seri, kabul, denizleri iyiden iyiye fantastik bir diyara dönüştürüyor. Fakat deniz tutan hassas bünyeler dahi bitmesini istemeyecekleri bir serüvene kulaç atıyorlar.

Kevin Costner, “Su Dünyası”nın başrolündeydi.

Mad Max’in deniz versiyonu “SU DÜNYASI / WATERWORLD” (1995) Yön: Kevin Reynolds İster beğenin ister beğenmeyin, “Mad Max”in denizde geçen versiyonu olarak, “Su Dünyası” hayli eğlenceli bir gelecek tasviri yapıyor. Gelecekte kutuplardaki buzullar erimiş ve tüm kara parçaları okyanuslar altında kalmıştır. Denizin altında bir balık çevikliğinde yüzecek şekilde evrim geçirmiş kahramanımız denizci neredeyse mitolojik bir hal alan bir kara parçasının peşine düşer. Özellikle kutuplardaki buzulların erimesine dair yoğun endişelerin yaşandığı ‘90’lara yakışan bir film bu. Denizden çıkmak istemeyenleri “Su Dünyası”nın içine alalım! Milliyet SANAT Ekim 2013

Zissou rolündeki Bill Murray ve Cate Blanchett, jaguar köpekbalığının peşinde.

Jacques Cousteau’ya adanmış “STEVE ZISSOU İLE SUDA YAŞAM / LIFE AQUATIC WITH STEVE ZISSOU” (2004) Yön: Wes Anderson Utanarak belirtelim, listemize bir Jacques Cousteau filmi alamadık ama en azından ona adanmış bir film alalım istedik. Zaten filmin adındaki okyanusbilimci Steve Zissou da ondan esinlenilerek yaratılmış bir karakter.

44

Wes Anderson, ortağını öldüren bir jaguar köpekbalığından intikam almak için denizlere açılmış Steve Zissou ve onun çılgın mürettebatının öyküsünü anlatıyor. Öyküsüne her zamanki gibi arızalı bir baba-oğul rekabeti yerleştiren film, denizler üstünde en az 20 bin kahkaha vadediyor. MS



SİNEMANIN HAZİNELERİ ATİLLA DORSAY

aldorsay@yahoo.com

Müzikalleriyle akla gelen yönetmen Vincente Minnelli’nin yönettiği dramlar arasında hak ettiği yeri bulamamış “Örümcek Ağı”, içerdiği özgün karakter tahlilleriyle, insan ruhunun derinliklerine yapılan bir yolculuk...

Bir akıl hastanesine estet bakışı

Richard Widmark ve Gloria Grahame filmde rol alan isimler arasında (solda). Diğer bir sahnede Grahame’e hastanenin başında bulunan doktoru canlandıran Charles Boyer eşlik ediyor (sağda). “Örümcek Ağı / The Cobweb” Yönetmen: Vincente Minnelli Senaryo: John Paxton Görüntü: George Folsey Müzik: Leonard Rosenman Oyuncular: Richard Widmark, Lauren Bacall, Gloria Grahame, Charles Boyer, Lillian Gish, John Kerr, Susan Strasberg, Oscar Levant, Tommy Rettig, Paul Stewart, Fay Wray, Adele Jergens, MGM, 1955.

VINCENTE MINNELLI deyince ilk akla gelen, müzikallerdir. Nasıl olmasın ki: Minnelli (1903 - 1986) yıllar boyu MGM’nin kontratlı yönetmeni olarak, daha ilk filmi olan “Cabin in the Sky” (1943) ile başlayıp bu türe olan eğilimini, giderek büyük yeteneğini göstermiş, yıllar boyu türün en güzel örneklerini vermiştir: “Meet Me In Saint Louis”den “The Pirate”a, “An American in

Milliyet SANAT Ekim 2013

Paris”den “The Band Wagon”a, “Brigadoon”dan “Gigi”ye... Ancak müzikal olmayan, hatta açıkça dram olan filmlerinin sayısı müzikallerden çoktur. Ve onlardaki başarısı da su götürmez. “The Cobweb / Örümcek Ağı” onun görmediğim için merak ettiğim filmlerindendi. Kaynaklarda övülen bir film değildi (Time Out dışında). Onun için üzerinde yazmayı düşünmüyordum, hatta DVD’yi izlemeye başladığımda not defterim bile yoktu. Ama giderek filmin büyüsüne kapıldım ve yazmaya karar verdim. İşimiz bilinen değil unutulmuş, en azından hakkı yenmiş filmleri hatırlatmak değil mi?

“GUGUK KUŞU”NDAN ÖNCE Film tanınmış yazar William Gibson’ın romanından uyarlanmış. Bir psikiyatrik kli-

46

niğinde (halk deyişiyle bir akıl hastanesinde) hastalarla doktorların ilişkileri üzerine hayli koyu bir dram söz konusu. Kimileri bunun ‘tipik bir ‘50’ler melodramı’ olduğunu, kimileriyse türün en ünlü örneği sayılan “One Flew Over the Cuckoo’s Nest / Guguk Kuşu”ndan tam 20 yıl önce çekilmesinin önemini belirtiyor. Ama tüm bu kıyaslamalar bir yana, karşımızda bir yanıyla tipik bir Minnelli damgası, öbür yanıyla psikanaliz denen özel alan üzerine gerçekten ilginç bir film bulunduğu su götürmez. Kliniğin başında bir zamanlar parlak bir akademisyen olup artık rutine teslim olmuş yaşlı doktor Devanal (Charles Boyer) vardır. Artık içkinin ve etek düşkünlüğünün kurbanı olmuş gözüken... Ama gerçek yönetici Dr. Stewart McIver’dir (Richard Widmark): Tedavide modern yöntemler kullan-


mayı, bir hasta konseyi aracılığıyla hastalara bir tür otonomi sağlamayı akıl edip uygulayan... Genç, hırçın ve tatminsiz karısını (Gloria Grahame) işi yüzünden ihmal ettiği için kadının hışmına uğrayan, teselliyi ailesini yitirdiği kazanın ardından, önce psikolojik tedavi alıp şimdi yöneticiler arasında bulunan çekici dul Meg Rinehart’ta (Lauren Bacall) bulan... Bu bol yıldızlı filmin diğer kişilikleri arasında, intihar saplantılı, arızalı genç adam Steven Holt ve onun ilgi duyduğu yine gencecik bir kız hasta olan Sue Brett vardır. Bu rollerde perdeye ilk adımlarını atan yeni

oyuncular, John Kerr ve Susan Strasberg gayet başarılıdır. Ayrıca gizemli ve eksantrik Bay Capp’da Minnelli’nin “Paris’te Bir Amerikalı”dan taşıdığı tuhaf suratlı piyanistoyuncu Oscar Levant, müdür Devanal’ın tedirgin eşinde ‘30’larda ilk ve asıl “King Kong” filminin yıldızı Fay Vray vardır. Ama belki en unutulmaz kişilik, hastanede kuruluşundan beri çalışan, mesleğinde yarım yüzyılı devirmiş yaşlı sekreter, kurumun belleği ve vicdanı olan Victoria Inch’te emektar sessiz dönem yıldızı Lillian Gish’dir. Yüz yaşına dek yaşayıp seksen yıla yakın rekor bir kariyer yapan Gish, o kaya gibi sert ve ilkeli

dum!” diye yakınır.

RUHUN DERİNLİKLERİNE

Bu arada, hastanenin artık değişmesi gereken perdeleri, bu tuhaf ve karmaşık cemaat içinde fırtınalar yaratır, tartışmalar açar. Aklı sürekli muhasebede olan bayan Inch en ucuz yolu seçmeye çalışırken, hastalar konseyi, doktor McIver’ın da cesaretlendirmesiyle bu işi ciddi ressam yetenekleri olan Stevens Holt’a verir: Onun çizdiği özgün desenlerden oluşan perdeler... Ama türlü anlaşmazlıklardan sonra, eski usul perdeler takılır. Bu da dengesi ustura ağzında duran Holt’u intihara yönlendirir: Genç adam fırtınalı bir havada kaybolur. Ardından büyük hesaplaşma başlar. Aslında küçük görünen perde olayı, giderek çok şeyi ortaya çıkaFilmin D VD’si ran bir turnusol kağıdı işlevi görmwww.wa rnerbros. üştür. Diken üstündeki evlilikler fr/tresor adresind s en sağlan sarsılır, birikmiş kötülükler fışkırır. abilir. Bir yerde günümüzün TV’de yayınlanan hastane dizileri gibi başlayan film, giderek onların asla içermediği özgün karakter tahlillerine ve insan ruhunun derinliklerine yapılan bir yolculuğa dönüşür. Minnelli anlattığına en uygun biçimi her zaman bulmuş tam bir estet değil midir? Bu filmde de biraz gereksiz gözüken, dönemin önlenemez modası Sinemaskop’un dezavantajlarını törpüler, neredeyse ayrı bir esRichard Wirmark tetiğe dönüştürür. Böylece o geniş ekranı ve ünlü aktris yeterince doldurur, gayet ekonomik kullanLauren Bacall. dığı yakın planları özellikle güzel kadınların -Lauren Bacall, Gloria Grahame- yüzlerine yönlendirererek değerlendirir. ‘50’ler küçük yaşlı kadında harikadır. Öyle ki ünlü ABD’sinin ‘decapotable’ (üstü açık) lüks eleştirmen Pauline Kael şöyle yazmadan Amerikan arabaları, cırtlak iç mekan renkduramaz: “Rolünün küçüklüğüne karşın leri, aşırı makyajları tam yerlerini bulur. Gafilmde yıldızlığa en yaklaşan oyuncu”. yet kontrollü ve yumuşak kamera hareketlerinin de yardımıyla... YARIM SAATİ KAYIP Böylece belli bir gerilimi sonuna dek taSonradan ortaya çıktığı gibi, film aslın- şıyan ve yer yer sanat - toplum ilişkilerine da psikanalize daha çok yer veriyor ve daha de eğilen bu film, Minnelli’nin kariyerindeciddi biçimde yaklaşıyordu. Ancak yapım- ki ünlü dramlarla buluşur: “Madame Bocılar kısaltmaya karar verdi ve yarım saat vary”, “The Bad and the Beautiful / Çıplak kadarı atıldı: Bir daha hiç bulunamamaca- Ruhlar, “Tea and Sympathy / Çay ve Semsına... Buna karşın filmin akışı oldukça ra- pati”, “Some Came Running / Aşk Uğruna”, hattır ve eksiklik duygusu vermez. Delilik ne “Home from the Hill / Günah Çocuğu”, de olsa Minnelli’ye yabancı bir konu değil- “The Four Horsemen of the Apocalypse / dir. Yönettiği, perdenin en ünlü ‘lanetli sa- Mahşerin Dört Atlısı” gibi başyapıtların henatçı’ biyografilerinden biri olan çılgın res- men yanıbaşında... sam Van Gogh’un öyküsünü veren “Lust for Time Out kılavuzu ise andığım eleştiriLife / Ölmeyen İnsanlar” bir başyapıt değil sinde şöyle yazar: “Minnelli’nin ‘50’lerdeki miydi? Filmin hastaları, zaman zaman dok- dramlarının en iyilerinden... Yüzeydeki çiğ tor veya idarecilerden daha sağlıklı gözükür. Freud öğretisini önemsemeyin. Çok iyi oyBiri bir yerde “Hasta olmaktan nasıl yorul- nanmış, büyüleyen bir film”. MS

Nereden bulunab il

ir?

Minnelli, dönemin önlenemez modası Sinemaskop’un dezavantajlarını törpüler, neredeyse ayrı bir estetiğe dönüştürür. Gayet ekonomik kullandığı yakın planları özellikle güzel kadınların yüzlerine yönlendirererek değerlendirir.

47

Milliyet SANAT Ekim 2013


SİNEMA

Toplumsal vicdan filmleri ALİ ULVİ UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com

İnsan!

Sivas Madımak Katliamı’nı konu alan belgesel “Menekşe’den Önce” işlediği konu itibariyle dev bir adım. Köşeye sıkışmış bir kadın karakterin anlatıldığı “Meryem” ise ince bir çizgide hassasça yürüyen bir film.

“Menekşe’den Önce” Yönetmen: Soner Yalçın. Görüntü Yönetmeni: Vedat Demir. Müzik: Fazıl Say. Belgeseldeki Menekşe, Madımak Katliamı’nın izini sürüyor.

1943: Varşova’daki gettodan her gün ölüm kamplarına gönderilen yüz binlerce Yahudi sistemli biçimde gaz odalarında zehirlendi. 1993: Bosna Savaşı’nda Boşnaklara karşı soykırım planları, uygar dünyanın gözleri önünde uygulanmaya devam edildi. 2 Temmuz 1993: Türkiye, Sivas’ta, Pir Sultan Abdal Şenlikleri çerçevesinde kente gelen 33 aydın, yazar, ozan, kaldıkları Madımak Oteli ateşe verilerek öldürüldü! 1943’ten 1993’e, tıp bilimi ortalama insan ömrünü uzattı, Ay’a ayak basıldı, bilgisayarlar evrenin bilinen tüm bilgilerini belleklerine kaydetti. Peki, neden? Neden, insanın temel öldürme dürtüsü, medeniyetin gelişmesiyle ters orantılı şekilde artıyor? Bu nasıl bir canlı türüdür ki, toplu histeri, hatta trans haliyle insanları yakmaktan zevk alabilmektedir? Bu bir karabasan mıdır yoksa? Edgar Milliyet SANAT Ekim 2013

Allan Poe’nun söylediği midir: “Yoksa rüya içinde hep bir rüya mı, hep gördüğümüz, göründüğümüz?” Hepimiz rüyadan uyanıp bu ülkenin öldürülen tüm o aydınlık insanlarını karşımızda mı bulacağız?

BİR ÇIĞLIK, BİR AĞIT Milliyet Sanat okurları olayı zaten çok iyi biliyor. Seyredenin duygularına doğru bir acı sesleniş, bir çığlık, bir ağıt, bir belge olan “Menekşe’den Önce”, bugüne dek duymadığımız, tüyleri diken diken eden seslerle, adım adım bir kez daha anlatıyor. Katliamda oğlunu (en küçük kurban: 12 yaşında) ve kızını kaybeden Hüsne Kaya, daha sonra bir kız evlat dünyaya getirir. Şimdi bir genç kız olan ve ablasının adını taşıyan Menekşe, sağ kalmış tanıkları da dinleyerek olayın izini sürer. Önemli olan da budur zaten: Kurbanları kalbinde yaşatarak,

48

unutmamak ve unutturmamak! Gazeteci Soner Yalçın, özellikle genç kuşaklara aktarıyor ki, bu ülkede, istisnasız herkesin düşüncelerini açıklama özgürlüğü savunulmaya devam edilsin. Ve bu özgürlüklerini asla şiddete başvurmadan yaşayan kuşaklar yetişsin. Din bir baskı aracı olarak, bir daha kullanılmasın. Herkes için adalet sağlansın. Vicdanlar körelmesin, karşıt fikirler rengarenk bir özgürlük ortamını soluyarak tartışsın... Kuşkusuz, bu film, olayı, sosyal psikolojik, tarihi, adli, politik boyutlarıyla irdelemiyor; öncesi-sonrasına dair kapsamlı bir analiz yapmıyor. “Menekşe’den Önce”nin misyonu belleklere ve yüreklere bir kez daha bu vahşeti ve adaletsizliği kazımak. Çok ama çok etkileniyorsunuz, moraliniz bozuluyor, hıçkırıklara boğuluyorsunuz. Soru hep aynı: Neden insanoğlu daha iyi olamıyor; ne-


den hiç değişmiyor?

BİR BAŞLANGIÇ Bu film bir başlangıç fakat yeterli değil. Kahramanmaraş’tan Çorum’a, Malatya’dan Sivas’a sayısız şiddet olayının, kutsal bir hak olan insan yaşamının güvencesi devlete rağmen, gerçekleştiği Türkiye’de, sinemacılarımız biraz olsun utanıyorlar mı acaba?

Eğer Sivas Madımak Katliamı’nın kurmaca filmi ve kapsamlı belgeseli bugüne dek çekilmemiş / çekilememiş, görev de Yalçın’a kaldıysa, bu kadar sinemacının takkeyi önlerine koyup düşünmeleri gerekmez mi? Bizler ülke sinemalarını takip ediyoruz; toplumsal belleği güçlendirmek ve önemli olayları insanlığa duyurmak adına, bir türlü gerekli atılımı yapamayan bizimki gibi bir

sinemaya pek rastlayamıyoruz. Üstelik ekonomik anlamda artık palazlanmış bir sinemamız var. Hollywood taklidi filmlerden sıra gelmiyor olsa da, çalkantılı bir dönemden geçen bu ülkenin sinema aracılığıyla haykırmasının zamanı geldi, diye düşünüyoruz. Sınırlı olanaklarla yapılmış “Menekşe’den Önce”, dev bir adım atmış bulunuyor. Herkesin sahip çıkması gerekiyor.

“Meryem”i hayallerini, umutlarını, geleceklerini askıya almak zorunda bırakılarak, ona biçilmiş annelik / ev kadınlığı rolünün dışına çıkamadan yitip giden kadınlar için acı duyan biri çekebilirdi ancak. Filmde Meryem’i canlandıran Zeynep Çamcı ve kayınpederi rolündeki Mustafa Uzunyılmaz...

“Meryem” Yönetmen ve Senaryo: Atalay Taşdiken. Oyuncular: Zeynep Çamcı, İsmail Hacıoğlu, Mehmet Usta. Görüntü Yönetmeni: Feza Çaldıran. Müzik: Youki Yamamato.

Milyonlarca masum kadından biri Atalay Taşdiken, “Kız Kardeşim”de, yoksunluk ve yoksulluğun ne demek olduğunu iki küçük kardeşin ayrılmalarına giden kısa birliktelikleri boyunca yüreğimizi dağlayarak öykülemişti. Belki bizim, belki de çevremizden birilerinin yaşadığı gerçek bir öyküydü. “Meryem”deki karakter de gerçek ve yine hüzün yüklü. Ancak, hikaye duygu sömürüsü yapmıyor, ince bir çizgide hassasça yürüyor. Meryem (ya da Meyrem), bu ülkenin binlerce kasabasında yaşamış, milyonlarca genç kadından biri. Erkeklerin ve tuhaf geleneklerin, dedikodularla egemenliklerini sağlamlaştırdığı dar çevrede, bir de babasız büyümenin baskısı binince üzerine, evlendirilmiş. Ancak bir kaç gün sonra kocası İstanbul’a, onu da aldırmak üzere gitmiş. Meryem, müşfik kayınpederi (Mustafa Uzunyılmaz) ve sert mizaçlı kayınvalidesiyle (Zerrin Sümer) bekliyor. Sabırla bekliyor. İnekleri sağıyor, pazarda ürünleri satıyor, ev işlerini yapıyor. Ve bekliyor. Kocası ise gelmiyor! Askerden önce gözü Meryem’de olan ve dönüşte de girdiği çatışmaların ruhsal sarsıntılarıyla baş edemeyen genç adamın (İsmail Hacıoğlu) rahatsız edici takibinden korkarak bekliyor.

Bu filmi, hayallerini, umutlarını, geleceklerini askıya almak zorunda bırakılarak, genç yaşta başkalarının belirlediği hayatlara savrulan ve ona biçilmiş annelik / ev kadınlığı rolünün dışına çıkamadan yitip giden kadınlar için acı duyan biri çekebilirdi ancak. Taşdiken, belli ki, genç yaşta ona çizilmiş sınırların dışına bir adım dahi atamadan ‘boğulmuş’ tanıdığı birinin hikayesini anlatmış. Üstelik filmdeki Meryem’in hikayesi daha da trajik! Çünkü kalben tamamıyla yalnız kalıyor. Kendimiz için değil başkalarını mutlu etmek için yaşadığımız dünyada fedakarlık yine ona, aynen milyonlarca kadın gibi ona düşüyor. Taşdiken, gönderme yaptığı “Sevmek Zamanı” gibi platonik aşkların kalmadığı günümüzde, Meryem’e takıntılı genç adama, ‘kavuşursan, o aşk olmaz’ öğüdünde bulunan ozanın kâmilliğinden, kayınpederin vicdanlı yaklaşımına, Anadolu insanının vakurluğunu da vurguluyor. Ancak, nihai olarak, erkek çoğunluğu ile zamanla onlara benzeyen kadınlar, kaskatı namus anlayışlarına dayanarak, Meryem gibi genç insanların yok olup gitmelerine neden oluyor. Bir sahnede Meryem’in annesi, “Biz annemizden, babamızdan öyle

49

gördük ki, kadın kocasının evine girdi mi bir daha çıkamaz,” diyor. En acısı da bu zaten: Yaşı ilerleyen kadınların, erkeklerin işbirlikçisi ve ortağı olarak, kızların ve genç kadınların hayatlarını karartmaları! Taşdiken’in sakin akan, hatta seyirciye enfes pastel karelerin tadını çıkarttıran, ancak, Meryem’le duygudaşlık kurduğunuz için giderek yüreğinizi daraltan filminde, lanet aşiret yasaları ve ne olduğu belirsiz namus anlayışlarıyla yaşamları bile sona erdirilen kadınların, hâlâ aynı yazgıları paylaştığını düşünmek, kötü hissettiriyor. Bu, şiddetin sadece Meryem’in kabuslarında olduğu bir film... Ama daha etkili şekilde, yolda yanınızdan geçtiğinde gözlerindeki hüznü göremeyeceğiniz genç bir kadının çaresizliği kalbinizi yaralıyor. Meryem’i canlandıran Zeynep Çamcı rolünün altından kalkmış... Taşdiken’in bir şansı da, uluslararası alanda çalışan Japon besteci ve düzenlemeci Youki Yamamato ile çalışması olmuş: Hikayenin kıvrımlarına uygun ve duygusunu yükselten fakat asla öne çıkmayan çok başarılı bir çalışma. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


DVD gurel.selin@gmail.com

“Seven Psychopaths / Yedi Psikopat”

B AĞIMS IZ S UL ARDA

B U F İL ME DİKKAT!

SELİN GÜREL

Martin McDonagh, ikinci filmi “Yedi Psikopat”ta yine Colin Farrell’ın canlandırdığı karaktere türlü işkenceler yapıyor. “Yedi Psikopat”ta aksiyon, suç ve komedinin harmanlanma şekli eğlence garantili. Çok boyutlu bir senaryo, Colin Farrell, Christopher Walken ve Sam Rockwell’den formunda performanslar ve tebessüm ettiren cameo’lar... Tek sorun kadın karakterler. McDonagh, hâlâ kadınlarla ne yapacağını bilmiyor.

“The Great Gatsby / Muhteşem Gatsby” (2013)

Yönetmen: Baz Luhrmann Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Carey Mulligan, Tobey Maguire Öykü: Gizemli milyoner Jay Gatsby’ye komşu olan Nick Carraway, çok geçmeden Bay Gatsby’nin ışıltılı dünyasıyla tanışır. O dünyada çok derinlere çekilmiş eski bir aşk hikayesi bulur. Çarpıcı yönü: 3D bir dönem filmi olarak başlı başına dikkat çekici olan “Muhteşem Gatsby”nin, bir Baz Luhrmann filmi olmasından ileri gelen başka meziyetleri de var. Sanat yönetmenliği ve kostüm tasarımıyla hipnotize eden film, neden ikinci bir “Muhteşem Gatsby” uyarlamasına ihtiyaç duyduğumuzun açık bir kanıtı.

2

“Burnt by the Sun / Güneş Yanığı” (1994)

Yönetmen: Nikita Mikhalkov Oyuncular: Nikita Mikhalkov, Ingeborga Dapkunaite, Oleg Menshikov Öykü: Stalin döneminde geçen film, 1936’nın Sovyetler Birliği’nde tek bir günde devrimci Albay Sergei Petrovich Kotov’un hayatının darmadağın edilişini anlatıyor. Çarpıcı yönü: “Ucuz Roman / Pulp Fiction”ın Altın Palmiye aldığı sene, Cannes’dan Jüri Büyük Ödülü ile dönen ve daha sonra Yabancı Dilde En İyi Film Oscarı’nı kapan “Güneş Yanığı”, yönetmeni aynı zamanda başrol oyuncusu da olan filmlerin en iyilerinden. Yönetmen Nikita Mikhalkov’un ise başyapıtı. Milliyet SANAT Ekim 2013

50

“Bernie’nin Suçu Ne?” Richard Linklater’ın “Before Midnight”tan önce giriştiği, küçük ve iddiasız bir filmken, Jack Black’in performansıyla Altın Küre’ye aday olduğu gizli bir hazineye evrildi. Film, 30’larındaki Bernie Tiede’nin yaşlı dul Marjorie Nugent’i günün birinde öldürmesi ve sonrasında gelişen olayları anlatıyor. Dışarıdan sıradan bir Jack Black komedisi gibi gözükebilir. Oysa ağır ve hayli rahatsız edici bir yanı da var. Aman dikkat.

10

Ayın en gözde 1

“Bernie / Bernie’nin Suçu Ne?”

DVD’si

3

“5 No’lu Cezaevi” (2009)

Yönetmen: Çayan Demirel Öykü: Belgesel, 12 Eylül sonrası dönemin utanç sembollerinden Diyarbakır Cezaevi’nin en kanlı dönemine, 1980-1984 yılları arasına odaklanıyor. Çarpıcı yönü: Çayan Demirel’in yönettiği “5 No’lu Cezaevi” izlemesi, izlerken sonunu getirme gücü bulması çok zor, ibretlik bir belgesel. Tutukluların ve tutuklu yakınlarının anlattıkları, Diyarbakır Cezaevi’ndeki etnik ayrımcılıktan doğan dehşeti ve şiddeti inanılmaz noktalara vardırıyor. Türkiye’nin yakın karanlık geçmişiyle yüzleşmek isteyenlere. Film gösterildiği dönemde çok konuşulmuştu.

4

“Iron Man 3” (2013)

Yönetmen: Shane Black Oyuncular: Robert Downey, Jr., Gwyneth Paltrow, Don Cheadle Öykü: Tony Stark, kişisel hayatını yerle bir eden terörist Mandarin’e karşı kazanması çok da mümkün görünmeyen zorlu bir savaş açarken, kimliğini yeniden inşa edeceği bir sürece girer. Çarpıcı yönü: Üçüncü filmde yönetmenlik koltuğunu Shane Black’e bırakan Jon Favreau, yapımcılıkla yetiniyor. Daha önce sadece, yine Robert Downey Jr.’lı “Kiss Kiss Bang Bang”i yönetmiş olan Black için bu büyük bir sorumluluk sayılmaz. Çünkü “Iron Man” filmleri kim yönetirse yönetsin her şekilde ‘En Çok İzlenen Filmler’ listelerini zorluyor.


X YENİ BO

SETLER K O L EK Sİ Y O N E R L E R İ Ç İ N “Mad Max” Collection / “Mad Max” Özel Kutu (Blu-Ray)

Star Trek Box Set

Mad Max Üçlemesi’nin Türkiye’de uzun zamandır beklenen benzin bidonu şeklindeki özel teneke kutulu Blu-Ray versiyonu, nihayet raflarda. Sınırlı sayıda üretilen bu setten bir tane kapmak için acele edin. Bu, aynı zamanda tüm “Mad Max” filmlerinin bir arada olduğu ve Blu-Ray olarak basıldığı ilk set.

“Star Trek” Two Movie Set / “Star Trek” İkili Box Set (“Star Trek”, “Star Trek: Into Darkness”)

5

“Dead Man Down / İntikam Benim” (2013)

Yönetmen: Niels Arden Oplev Oyuncular: Colin Farrell, Noomi Rapace, Dominic Cooper Öykü: İçi intikam hırsıyla dolu Victor, planını uygulamaya geçmeden önce aynı hisleri taşıyan tekinsiz Beatrice tarafından izlendiğini fark eder. Çarpıcı yönü: Orijinal “Ejderha Dövmeli Kız”ın Danimarkalı yönetmeni bir sonraki filmi “İntikam Benim”de yeniden Noomi Rapace ile çalışıyor. Hem de bir Hollywood yapımında.

6

8

Yönetmen: Seth Gordon Oyuncular: Jason Bateman, Melissa McCarthy, John Cho Öykü: Birinin kimliğini çalmaya çalıştığı yönünde bir uyarı telefonu alan Sandy Patterson, kimliğinin telefondaki kadın tarafından tam da o anda çalındığından habersizdir. Çarpıcı yönü: Jason Bateman ve Melissa McCarthy’nin işbirliği gişede muhteşem bir sonuç verdi. Eleştirmenleri ise memnun edemedi.

“De l’autre côté du périph / Zoraki İkili” (2012)

“Evil Dead / Kötü Ruh” (2013)

Yönetmen: Fede Alvarez Oyuncular: Jane Levy, Shiloh Fernandez, Jessica Lucas Öykü: Ormanda bir kulübeye yerleşen bir grup arkadaş, bodrum katında buldukları Ölüm’ün Kitabı’nı karıştırınca şeytani bir varlığı uyandırır. Çarpıcı yönü: Yeniden hareketlenen “Kötü Ruh” serisi orijinal filmin absürd mizahını üzerine almayarak, saf korkuya odaklanıyor. Ancak serinin gelecek filmlerinde bu kural bozulabilir.

“Star Trek Into Darkness / Star Trek: Bilinmeze Doğru” (2013)

9

Yönetmen: David Charhon Oyuncular: Omar Sy, Laurent Lafitte, Sabrina Ouazani Öykü: Bir işadamının karısı cinayate kurban gidince, farklı sosyal statülerden gelen iki polis, cinayeti çözmek için güçlerini birleştirmek zorunda kalır. Çarpıcı yönü: Film, Hollywood’un, birbirine zıt özelliklerle donatılmış iki erkek polisi bir araya getiren geleneksel polis filmlerine saygı duruşunda bulunuyor.

7

Yönetmen: J.J. Abrams Oyuncular: Chris Pine, Zachary Quinto, Zoe Saldana Öykü: Eve dönmekte olan Atılgan mürettebatı dünyayı yok etmeye kararlı bir kötü adamın işini bitirmek için harekete geçer. Çarpıcı yönü: Devam filminde Abrams’ın verdiği en iyi karar, kötü adam kontenjanını kariyerinde muhteşem bir yıl yaşayan Benedict Cumberbatch ile doldurmak olmuş.

“Identity Thief / Kimlik Hırsızı” (2013)

10

“Dread / Korku” (2009)

Yönetmen: Anthony DiBlasi Oyuncular: Jackson Rathbone, Hanne Steen, Laura Donnelly Öykü: Bir okul projesi için, insanların en çok nelerden korktuğunu araştıran iki öğrenci, boylarından büyük bir korkunun içinde bulurlar kendilerini. Çarpıcı yönü: Clive Barker’ın kısa hikayesinden uyarlanan “Dread / Korku”, bir psikolojik korku türünde. Film, teen slasherlar’dan sıkılan korku severler için iyi bir alternatif olabilir.

51

Milliyet SANAT Ekim 2013


MÜZİK

Bir pazarlama harikası

y r r e P y t a K

Pop müzik kraliyetinin önde gelen üyelerinden Katy Perry, dördüncü stüdyo albümü “Prism”ı çıkarıyor. Perry’nin kariyerinde yaşadığı sıradışı dönüşüm, bir pop ikonunun doğru pazarlamaya ne kadar muhtaç olduğunun da öyküsü.

SELAY SARI selay.sari@milliyet.com.tr

2001 YILININ Mart ayında 17 yaşındaki Kaliforniyalı Katy Hudson, kendi adını taşıyan ilk albümünü çıkarır. Hem annesi hem de babası papaz olan Katy, kendisinin ‘laik müzik’ dinlemesini istemeyen annesi sayesinde pop ve metal gibi türlere pek maruz kalmaz; gospel rock tabir edilen, Hıristiyan temalarının rock müzikle harmanlandığı müzik türünü dinleyerek büyür ve neticede bu türde bir eser verir. O dönemden kalan Milliyet SANAT Ekim 2013

birkaç canlı kaydı dinlediğimizde, sesine Alanis Morissette tınısı veren ama Morissette’in öfke ve isyanına sahip olmadığı için kimliksiz kalan bir şarkıcı-söz yazarıyla karşılaşıyoruz. İlk piyasaya sürüldüğünde sadece 100 adet kopya satan “Katy Hudson”, pazarlama başarısızlığının adeta resmidir. Yanlış hesap, yaklaşık 7 sene sonra Bağdat’tan döner. Bu 7 sene içerisinde bir dönem, Katy’yi gerçekten etkileyen Alanis Morissette’in “Jagged Little Pill” (1995) albümünün de prodüksiyonunu yapmış Glen Ballard’la bir albüm çalışması olur, albüm piyasaya çıkmadığı gibi Katy o sırada bağlı olduğu dev müzik şirketi Island Def Jam’den ayrılmak zorunda kalır. Bir dönem o müzik

52

şirketi senin bu müzik şirketi benim gezen genç kadın, 2007 senesinde Virgin Records’a kapağı atar ve Kafkaesk dönüşümü burada başlar. Virgin’in başarılı CEO’su Jason Flom, dünyaya hakim olacak bir star yaratma isteğindedir ve Katy’de bu ışığı görür. Dönüşüm isimle başlar: Katy artık annesinin soyadı olan Perry’i kullanacak ve daha isminden akılda kalıcı bir kafiye yaratmayı başaracaktır.

MOULIN ROUGE’A GEÇİŞ “Kendini o H&M’den aldığın atkıyla asarsın inşallah,” bedduasıyla başlayan, ‘yeterince erkeksi bulunmayan erkeğe taşlama’ niteliğindeki “Ur So Gay” yeni Katy’nin çıkış


Katy Perry’nin “Roar”u çalıntı suçlamalarıyla karşılaştı.

Orijinal pop şarkısı mı bakmıştınız? 18 Ekim 2013 ta rihinde piyasaya çıkacak dördün cü stüdyo albüm ü Onunla yaklaşık olarak “Prism”ın ilk te klisi “Roar”, 10 Ağustos’ta yayı nlandı ve görücü aynı dönemde ortaya ye çıktığı andan be ri polemiği eksik olmadı. Eski eş çıkan Lady Gaga’ya i Russell Brand’ e yönelik olduğu söylenen “Aslan nazaran daha sevimli, gibiyim, kükred iğimi du ın” daha ‘komşu kızı’ bir hali sözlerine paralel vahşi hayayacatlıks, ka planlı maymunlu bir kl ibe sahip olan “R vardır Perry’nin ve oar”, önce bu klip yü zünden uluslara rası hayvan hakları sa kendisine biçilmiş vunucusu sivil to plum kuruluşu PETA ’nın eleştirisine pazarlama kaftanının en Ardından da şarkının melod uğradı. isi ve düzenlemesiyle , Amerikalı nisp önemli parçalarından eten daha az ünlü şa rkıcı-söz yazarı Sara Bareilles’in nisa biri de budur. n ayında çıkard ığı “Brave” şarkısını n birbirine fevk alade benzerliği, eser hırsızlığı suçlam alarını beraberinde ge tirdi. Bu satırla rın yazarı, iki parçay ı ve bunların birli kte remixlendiği bi r çalışmayı dinl emiş olarak ikisinin de pek orijinal bir tarafını bulamad ı. Bir hırsızlıktan bahs etmek yerine, pop müz ik prodüktörlerin in iç dünyasını ortaya çıkaran ünlü Türk müz ikoloğu Serdar Ortaç’ın şu cümlesini anmak “Prism” ta yarar var: “Topu topu 7 nota Katy Perry var, kaç ayrı best e Virgin EMI yapılabilir ki?” 15,99 Dolar

parçası olur. Daha önce “Kanatlarının gölgesinde saklanabileceğim bir yer varmış / Tanrım, beni sığınağına götür” (“My Own Monster”) gibi sözlerle, kadın erkek ilişkilerine pek karışmadan tanrısıyla sohbet eden papaz kızı Katy Perry, aslında erkeklerin yeterince ‘erkek’ olmamasına getirdiği eleştiriyle muhafazakar ahlaktan pek de uzaklaşmaz ama kullandığı dil artık değişmiştir. 2007 yılında altın çağını yaşayan Myspace’e konan ve daha sonra Youtube’da yayımlanan “Ur So Gay”, ‘80’li yıllardan beri piyasaları en iyi koklayan ismin ilgisini çeker: Madonna. Madonna tarafından bir radyo şovunda bahsedilme şerefine nail olan Perry, bu referansa

en iyi cevabı verir 2008 nisan ayında: “I Kissed A Girl”. Lezbiyenlik vurgulu hikayesini “Evet, bir kızı öpmek hoşuma gitti ama bu âşık olduğum anlamına gelmiyor,” sözleriyle ahlaki açıdan daha sıkıntılı bir hale getirmeyi başaran Perry, Moulin Rouge esintili klibiyle duruma tuz biber eker. Sene 2008 olmuştur ama bir pop şarkısında açık açık “Ben bir kızı öptüm arkadaşlar, değişik bir deneyim” denmesi hâlâ kitlelerde ve müzik eleştirmenlerinde tarif edemedikleri, Madonna’nın “Like A Virgin”inin 1984’te yarattığına eşdeğer bir sıkıntı yaratmaktadır. Perry kariyerini böylece iki metanın üzerine kurar: akılda

53

kalıcı melodiler ve sansasyon. Daha sonraki yıllarda bu kadar ses getirecek şarkı sözleri yazamadığı için (zira ağırtoplarını bu iki şarkı ve yine bir erkeğe “Adet öncesi sendromu geçiren bir kaltak gibisin” şeklinde hitap ettiği “Hot’n Cold”da harcamıştır), sansasyon ağırlığını imajına ve en az kendisi kadar frapan bir figür olan İngiliz komedyen Russell Brand ile olan evliliğine verir. Kendisiyle yaklaşık olarak aynı dönemde ortaya çıkan, müzik kariyerini yine görsel sansasyon ve işitsel akılda kalıcılık üzerine kuran Lady Gaga’nın avangardlığına nazaran daha sevimli, daha ‘komşu kızı’ bir hali vardır Perry’nin ve kendisine biçilmiş pazarlama kaftanının en önemli parçalarından biri de budur.

BİR POP YILDIZININ ANATOMİSİ Saydığımız üç hit teklisinin içinde bulunduğu “One of the Boys” (2008) albümünden sonra 2010 yılında “Teenage Dream” adlı albümü çıkarır. “Teenage Dream” bir yandan Perry’nin pop müzik kraliyeti içindeki yerini tescil ederken bir yandan da daha önceden bahsettiğimiz gibi onu sıradan bir pop prensesi (ya da yaş itibariyle kraliçesi) yapma sürecini tamamlar. “E.T.”, “Last Friday Night (T.G.I.F.)” ve “Firework”, her ne kadar sesi gür çıksa da sinirli ya da hinlik peşinde değil, daha çok coşkulu olan bir kadına aittir. Şarkılardaki bu olumlu hava, özel hayatında da geçerli gibidir - 2011 yılında Brand’den boşanmasına kadar. 2012’de gösterime giren üç boyutlu “Katy Perry: Part of Me” filmi, Perry’nin çocukluğuna, müzik kariyerine, “Teenage Dream” dünya turuna, son olarak da Brand ile boşanma sürecine değinir ve daha ismiyle, pop müzik pazarlamasının önemli bir kuralını vurgular: Pop yıldızları, bir (ya da birçok) parçalarını hayranlarıyla paylaşmak durumundadır, özel hayatını hayranlarıyla paylaşarak bir yakınlık ve dahi özdeşleşme yaratmayan pop yıldızı konumunu uzun süre koruyamaz. Bu ay içerisinde dördüncü albümü “Prism”ı çıkaracak olan Perry, albümünün ilk teklisi “Roar”da bu sefer tabiri caizse ‘olumlu bir öfke’ ortaya koyuyor. Bir ‘yıkılmadım ayaktayım’ marşı olan “Roar”, Perry hayranları ve medya tarafından Brand’e cevap niteliğinde görülüyor. Çıktığı tarihten itibaren 6 hafta boyunca Billboard Hot 100 listesinin birinci sırasında kalan parça ancak bu satırların yazıldığı hafta, başka bir pazarlama hikayesi olan Miley Cyrus tarafından alaşağı edilebildi. Katy Perry, reel kariyerinin on ikinci, nominal kariyerinin beşinci yılında kaliteli bir sesle doğru pazarlamanın başarılı bileşimi olmayı sürdürüyor. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


MÜZİK

Düşündürürken dans ettirecek 2013 yılının heyecanla beklenen albümlerinden biri, Kanada Montreal’li Indie orkestrası Arcade Fire’ın “Reflektor”u, 28 Ekim’de çıkıyor. Albümün ilk parçası “Just A Reflektor” geçtiğimiz günlerde interaktif bir videoyla yayınlandı. EKİN SANAÇ esanac@gmail.com

Daha ilk günden beri, enstrümanlar birbirini sırayla konuştururken yapılan asi dönüşlerle güçlenen Arcade Fire şarkıları, sadece iki üç dinleyişte birer senfoniye dönüşüveriyor. Hep bir ağızdan okunan melodilerin arasında Win Butler’ın yükselen sesinin barındırdığı yaşanmışlık hissi, samimiyetin doğrudan bir yansıması. Kardeşi Will Butler ve sevdiceği Regine Chassagne’in, Butler’a sahnede ön sırada eşlik etmesi de, Arcade Fire’ın çizdiği bu imajla örtüşmekte. Melodilerinde popu, vokallerinde punk’ı bulabileceğiniz öyle bir müzik ki bu, zengin orkestrasyonuyla gerçek bir ziyafete yanaşıyor.

ARCADE FIRE, 2000’lerin başında, çıkış yaptığı ilk günlerde, ‘grup gibi grup’ diye adlandırabileceğimiz bir geleneğin hakkını vereceğini garantilemiş gibiydi. “Funeral” (Cenaze) olarak adlandırılmış bir ilk albümle, hayata veda eden aile büyükleri ve komşuların geride bıraktığı kederin, indie rock’un duygu dünyasını ele geçirişini izlemek nefesimizi kesmiş, yelkenleri suya indirivermiştik. “Funeral”, yakın müzik tarihindeki ilk albümlerde sık rastlanmayan DIŞ DÜNYAYA AÇILIŞ Seneler içinde Arcade Fire, “Neon Bibtürden bir özgüveni içinde barındırıyordu. le” ve 2011’de onu En İyi AlBu özgüven Arcade büm dalında Grammy ödüFire’ın sahnesinde de fazlüyle buluşturan “The Sulasıyla kendini belli ediburbs” albümleriyle nispeyordu. Grupların canlı ten kapalı sayılabilecek bu performanslarının eskisiaile içi dünyadan temkinli ne oranla çok daha elvebir şekilde yavaş yavaş ayrılrişli koşullarda sağlanadı ve kendini hepten dış dünbildiği bugünlerde, Arcayaya açtı. Kimilerine Monde Fire gibi sahne coşkusu treal’den gelen bu banliyö üst seviyelerde gezen bir hikayelerinin bu denli devismin sivrilmesi boşuna leşmesi yersiz gelebildiyse olmuyor. Seyirci karşısın“Reflektor” de, bugün karşımızda dayken her an ‘orada’ olArcade Fire Grammy ödüllü, dev festival duğunu hissettirip, gittiği Merge Records ve konser salonlarını kapaher yere taşıdığı envai çe11,99 Dolar tan, her yeni kampanyasıyla şit enstrümanın etrafında müzik tarihine bir çentik dönerken ter üstüne ter atan ve hatta kendi viski döken grup, canlı olarak izlenmesi en çok arzulanan isimlerden bi- markasını bile yaratmış olan bir grup var. ri. Zaten büyük olasılıkla canlı perfor- Hatta bu tatlı müzik zamanında David Bomanslarında gözlenen bu coşku, parçala- wie’yi bile deliğinden çıkarmayı başardı. rın nasıl ortaya çıktığına dair en net ipuç- Grubun açık bir hayranı olan ve yeni albümde de boy gösterecek Bowie’nin gruba larını da içinde saklıyor. Milliyet SANAT Ekim 2013

54

“Wake Up” parçasında eşlik ederek gerçekleştirdiği tarihî düetin üzerinden tam yedi yıl geçti. Fakat Arcade Fire, buralara gelmek için çok çalıştığından olacak, hâlâ eski günlerindeki alçakgönüllü olma haline tutunmaya çalışan, şımarmaya karşı mesafeli durduğu gözlenen bir grup. Memleketinde 500 kişilik ‘gizli’ konserler verebiliyor. Ya da yeni albümü “Reflektor”un aylarca beklenen yayın tarihi duyurusunu, twitter’da ona hayranlık mesajı yazan bir dinleyicisine cevap verirken yapma cesaretinin tadını çıkarabiliyor. Albüm için tasarlanmış logonun farklı şehirlerde duvar boyamaları olarak karşınıza çıkabilmesi de yine Arcade Fire’ın makul ve ayağı yere basan bir görüntü çizmek istemesinin göstergesi.

MERAK UYANDIRICI KİMYA 28 Ekim tarihinde patlamaya programlanmış yeni Arcade Fire albümü “Reflektor”un yarattığı heyecanın bir önemli sebebi de, çalışmanın prodüktörlüğünü iki buçuk sene önce görkemli kapanış konserleriyle kariyerini sonlandıran alternatif dans grubu LCD Soundsystem’ın beyni James Murphy’nin üstlenmiş olması. Merak uyandırıcı bir kimyaya işaret eden bu birlikteliğin ilk meyvesi olan “Just A Reflektor” geçtiğimiz günlerde yine sıradışı bir şekilde, interaktif bir videoyla yayınlandı. Google ekibiyle kafa kafaya vererek hazırlanmış bu videoyla izleyici, bilgisayar ekranı karşısında, mouse, tablet ya da akıllı telefon aracılığıyla görsel efektleri kendi tayin edebiliyor. Amaç ise teknolojik bir harika yaratmaktan çok uzak. Grubun niyeti, dinleyiciyi üretiminin bir parçası haline getirmek, bu dünyanın bir nebze de olsa içine çekmek. Buyrun size bir ‘ilk’ daha.


Regine Chassagne, Tim Kingsbury, Win Butler, Richard Reed Parry, William Butler, Sarah Neufeld ve Jeremy Gara (soldan sağa) , zengin enstrüman ve vokal seçkisine sahip Arcade Fire’ın üyeleri.

Arcade Fire, buralara gelmek için çok çalıştığından olacak, hâlâ eski günlerindeki alçakgönüllü olma haline tutunmaya çalışan bir grup. Memleketinde 500 kişilik ‘gizli’ konserler verebiliyor. Ya da yeni albümü “Reflektor”un yayın tarihi duyurusunu, twitter’da ona hayranlık mesajı yazan bir dinleyicisine cevap verirken yapma cesaretinin tadını çıkarabiliyor. Kulağa yapışan müzik ise, böylesi iddialı bir kampanyanın bile gölge düşüremeyeceği kadar ‘uzaylı’ bir yerden sesleniyor. James Murphy’nin müdahil olduğu bir projede ’70’ler disko unsurlarının yoğun olarak kendini göstermesi şaşırtıcı değil elbet, ama Arcade Fire’ın karanlık pistlere yaraşır bir dans parçası yapmasının sahiden de farklı bir deneyim olduğunu iliklerinize kadar his-

sediyorsunuz. Özellikle son yıllarda disko müziğin farklı formlarda geri dönüşü bir trend haline gelmiş olsa da, bu eğilimin Arcade Fire gibi müziğinde edebiyat ve duyarlılık konusunda darlığa düşmeyen bir grubun kimliği içinde erimesi keyif verici bir durum. Üstüne bir de geri vokalde Butler’a eşlik eden bir David Bowie ekleyin! Disko topları ve ayna

55

kırıkları arasından yükselen “Just A Reflektor”u, sekiz dakikaya yakın süresi bile, sıkı bir pop parçası olmaktan alıkoyamıyor. Arcade Fire, ışık prizmalarından yansıyanların belirleyici olduğu böylesi soyut bir evrende dinleyicinin kalbine dokunma becerisine sahip olduğunu kanıtlıyor; bu kış epey bir düşündürecek, düşündürürken de dans ettirecek gibi gözüküyor. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


MÜZİK

Şapkadan tavşan çıkartıyorlar Elvis Costello müzik hayatının kırkıncı yılına yaklaştığı bugünlerde ABD’nin sevilen hip hop ve neo soul gruplarından The Roots ile funk ve soul sularına yelken açan bir albüm yayınlıyor.

Elvis Costello ve Questlove’ın (sağda) üyesi olduğu The Roots, yeni albümde birlikte çalıştı.

ALİŞAN ÇAPAN alisancapan7@hotmail.com

HER YIL yaz mevsiminin sona erip de eylül ayının gelmesiyle birlikte müzik piyasalarında heyecanlı bir hareketlilik başlar. Bu yıl da ABD ve İngiltere’de sektör sonbahara hızlı bir giriş yaptı. Sezonun ilgiyle beklenen albümlerinden biri de Elvis Costello & The Milliyet SANAT Ekim 2013

Roots işbirliğinin ürünü “Wise Up Ghost”. ‘70’li yıllların ikinci yarısında İngiliz New Wave akımının başarılı temsilcilerinden biri olarak ünlenip aradan geçen kırk yılda sayısız müzisyenle işbirliği yapan, her yeni albümüyle farklı denizlere açılmaktan çekinmeyerek ‘Pop Ansiklopedisi’ unvanını kazanan Londralı Elvis Costello ile 1987 yılında Tariq “Black Thought” Trotter ve Ahmir “Questlove” Thompson tarafından Phi-

56

ladelphia’da kurulan başarılı hip hop ve neo soul grubu The Roots’un işbirliğinin ilk ürünü “Walk Us Uptown” yeni albümün ilk single parçası olarak geçtiğimiz günlerde yayınlandı. Müzikseverler tarafından beğeniyle karşılanan çalışmanın yaratıcılarına bir mercek tutalım, bu başarının ardındaki isimleri yakından tanıyalım. Elvis Costello günümüz popüler müziğinin son derece özgün ve iştahlı yaratıcıla-


rından biri olarak kabul 1976 yılında zaman zaman ediliyor. Soul müziği de Day Costello adıyla sahne Costello’nun uzun süredir alan babasına bir selam saraşina olduğu, zaman zakıtmak amacıyla D.P.Costelman farklı isimlerle kalbur lo sahne adını benimseyen üstü örneklerine imza attısanatçımız o gün bugündür ğı bir tür. Costello 1977 tabu isimle adeta tarih yazmış. “Wise Up Ghost” rihli hayli ses getiren ilk al1977 tarihli “My Aim Is Elvis Costello bümü “My Aim Is True” adlı ilk albümün başaBlue Note Records True”dan hemen sonra rısından hemen sonra piya14.99 Dolar The Attractions adlı bir noda Steve Nieve, bas gitargrup kurmuş 1986 yılında da Bruce Thomas, davullardağılmalarına kadar yaklada da Pete Thomas’tan oluşık on yıl boyunca aynı kadroyla sevilen al- şan The Attractions’ı kuran Costello, 1978 bümlere imza atmış. Bu albümlerden biri de yılında ikinci albümü “This Years Model”ı Southern soul ve Memphis soul olarak ad- yayınladı. Bu albümde “I Don’t Want to Go landırılan türlerin bayraktarlığını yapan to Chelsea” ve “Pump It Up” gibi İngilte1960’lı yılların kült plak şirketi Stax Re- re’de hit olmuş şarkılara imza atan Costello, cords’a bir selam niteliğinde olan 1980 ta- gerek müzikal zenginliği gerekse şarkı sözrihli “Get Happy” albümü. Costello’nun lerindeki kıvraklıkla popüler müzik piyasaThe Roots ile birlikte imza attığı “Wise Up sında kendine sağlam bir yer edinmeyi baGhost” ise soul müziği ile yıllardır sürdür- şardı. “The Armed Forces” adlı üçüncü aldüğü dirsek temasında yeni bir dönemece bümünü yayınladığı 1979 yılında ABD’de işaret ediyor. Hem parça boyutundan al- alkol dozunun hayli aşıldığı bir sohbet esnabüm boyutuna geçilmiş olması hem de Cos- sında James Brown ve Ray Charles gibi sitello ile The Roots’un son derece zengin ve yahi müzisyenler için kullandığı kaba kelidiri bir soul dilinde buluşmuş olmaları, her melerin basına yansımasıyla hayli güç dubiri kendi kulvarlarında hayli başarılı olan ruma düşen Costello şöhretini temizlemek tarafların bir defa daha şapkadan tavşan çı- için her iki sanatçıdan da defalarca özür dikartmayı başardıklarını gösteriyor. ledi, ırk ayrımcılığına karşı mücadele eden birçok sivil toplum kuruluşunun projeleriİLK KAYIT BABAYLA ne destek verdi. Costello’nun country’den Asıl adı Declan Patrick Macmanus olan klasik müziğe, elektronik müzikten punk’a 1954 Londra doğumlu Costello, adından da birçok farklı müzik türünde yapıtlar verdiği, anlaşılabileceği gibi aslen İrlanda kökenli. bunların birçoğunda da hayli başarılı olduMüziğe olan merakı kendisi de müzisyen ğu herkesin malumu. Ancak soul müziğinolan babası caz trompetçisi Ross MacMa- den izler taşıyan 1980 tarihli “Get Happy” nus’tan gelen Costello’nun ilk kaydını da ba- albümünün Costello’nun bu deneysel çababasıyla yapması şaşırtıcı olmasa gerek. ları arasında en başarılısı olduğu yargısı, usMacmanus’un bir reklam filmi için bestele- ta müzisyenin The Roots ile yapacağı işbiryip söylediği “I’m a Secret Lemonade Drin- liğinin sonuçlarına dair daha da umutlu olker” adlı şarkıda oğul Elvis de geri vokal mamızı sağlıyor. yapmış, hatta bu çalışma 1974 İngiltere Ulusal Reklamcılık Ödülleri’nde gümüş HİP HOP’UN EN İYİLERİNDEN İşbirliğinin öbür ayağını oluşturan The madalya kazanmış. Costello’nun başarıdan başarıya koştuğu kırk yıla yaklaşan kariyeri Roots topluluğuna gelince, 1987 yılında Taböyle başlamış desek yeridir. Allan Mayes riq “Black Thought” Trotter ve Ahmir ile birlikte kurduğu folk ikilisi Rusty, pub “Questlove” Thompson tarafından Philarock sularında gezinen Flip City gibi gruplar delphia’da kurulan hip hop ve neo soul gru‘70’li yılların ilk yarısında Costello’nun gi- bu The Roots, kuruluşundan bugüne sayısız riştiği ilk müzikal arayışları temsil eder. işbirliğinin yanı sıra on albüme imza atmış

Ekip önce Elvis Costello’nun eski klasiklerini yeniden yorumlamayı düşünmüş. Ancak proje ilerledikçe ortaya çıkan fikirlerin zenginliği tamamen yeni malzeme üzerinde çalışmaya itmiş Costello ile The Roots’u. 57

caz müziği ile hip hop türünü sentezlerken ağırlıklı olarak canlı enstrüman kullanımına yönelmiş nevi şahsına münhasır bir grup. Toplam üç Grammy ödülü bulunan the Roots otoriteler tarafından hip hop müziğinin gelmiş geçmiş en iyi gruplarından biri olarak gösteriliyor. Costello ile The Roots’un yolları ise Costello’nun grubun sürekli yer aldığı Late Night With Jimmy Fallon programına konuk olmasıyla kesişmiş. The Roots’un kurucu üyelerinden davulcu, prodüktör ve müzik yazarı Questlove “Costello’nun yeri bizim için apayrı. Üç defa konuk oldu, her seferinde birlikte çok iyi vakit geçirdik,” diyerek Costello’ya olan hayranlıklarını dile getiriyor. Bu işbirliğinin başarısının ipuçlarına da Questlove’ın şu sözlerinde rastlamak mümkün; “Farklı işbirlikleri yaptığınızda en önemli faktör beraber çalıştığınız müzisyenlerin ufkunuzu açıp açmadığıdır. Costello “‘ Don’t Want to Go to Chelsea’ ve ‘Less Than Zero’ parçalarını yorumlarken bizi olabildiğince özgür bıraktı ve ortaya çok tatmin edici bir sonuç çıktı, kuliste yaptığımız uzun jam session’lar neticesinde çok iyi anlaştığımıza karar verdik ve bir albüm yapmak için kolları sıvadık.” Costello da The Roots ile birlikte çalışmaktan son derece hoşnut görünüyor: “Ne bir tarih koyduk ne bir şirketle anlaştık, oturup kendi kendimize çalıştık, çok keyifli bir süreç oldu hepimiz için.”

BAŞARILI İŞBİRLİĞİ Ekip önce Elvis Costello’nun eski klasiklerini yeniden yorumlamayı düşünmüş. Ancak çalışmalar ilerledikçe ortaya çıkan fikirlerin zenginliği eski şarkıları bir kenara bırakıp tamamen yeni malzeme üzerinde çalışmaya itmiş Costello ile The Roots’u. Questlove “İyi bilinen klasikleri berbat eden adam olarak anılmak istemedim,” diye işi şakaya vuruyor ama yeni parçalara yönelmeleri aslında ne kadar iyi bir uyum yakaladıklarının işareti. Costello “The Roots üyelerinin benim küçük örümcek ağı gibi eskizlerimi alıp bambaşka alemlere açılmalarına şahit olmak çok heyecan vericiydi,” derken aslında aralarındaki bu fikir birliğine, uyuma işaret ediyor. Albümün son rötuşları yapılırken düzenlemelere canlı kaydedilmiş nefesli çalgılar partisyonları ekleniyor. Costello en başarılı işbirliklerine imza attığı türlerden biri olan soul funk sularına bu defa The Roots gibi funk ve neo soul müziğinin kitabını yazmış bir grupla dalıyor. “Wise Up Ghost”un sezonun en iyi albümlerinden biri olacağını söylemek için müneccim olmaya gerek yok. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


MÜZİK

Pearl Jam büyüdü ve olgunlaştı Kurulduğu 1990 senesinden bu yana bateristleri dışında üye değişimi yaşamayan Pearl Jam, Mike McCready (gitar), Matt Cameron (bateri), Jeff Ament (bas), Eddie Vedder (vokal) ve Stone Gossard’dan (gitar) (soldan sağa) oluşuyor.

ASLI ONAT aslionat29@gmail.com

‘90’LARIN İSYANINI en iyi, Seattle’da patlayan ‘grunge’ akımı yansıttı. Grunge ‘patlaması’nın miladı olarak 1991 yılı kabul edilebilir. O yıl Nirvana klasiği “Nevermind” çıktığında tüm ezberler bozuldu. Popüler rock’a dair tüm algılar öyle kökten değişti ki müzik yazarları bu yeni akıma ne isim koyacaklarını bilemedi. Böylece yeni bir tür adı koyma gereksinimi doğdu ve Nirvana ile Seattlelı diğer grupların müziğine ‘grunge’ etiketi yapıştırıldı. Bu akımın ateşini “Smells Like Teen Spirit” ile yakan Nirvana’nın solisti Kurt Cobain, grunge’ın felsefesiyle taban tabana Milliyet SANAT Ekim 2013

Grunge akımının Nirvana ile birlikte önde gelen gruplarından Pearl Jam, bu ay yeni bir çalışmayla karşımızda. Grubun yeni albümü “Lightning Bolt”, 15 Ekim’de çıkıyor. Bu isim, Yunan mitolojisinde Zeus’un silahı olan şimşeğe gönderme niteliğinde. zıt olan şöhret olgusuna tahammül edemeyerek 1994’te hayatına son verdi. Nirvana dağıldı ama efsaneleri, yaşamaya devam ediyor. Akımın Soundgarden ile birlikte diğer önde gelen temsilcilerinden Pearl Jam ise uyuşturucu ya da başka bir nedenden ötürü fire vermedi neyse ki. Başlardaki gençlik ateşinden kaçınılmaz olarak biraz uzaklaşsalar da düzenli olarak albüm yayınlamaya devam ettiler. Bazıları iyi, bazıları ise pek başarılı olmayan albümlerdi bunlar.

SIKI BİR PUNK SOUND’U Bu ay da yeni bir Pearl Jam albümü ya-

58

yınlanıyor. 15 Ekim’de çıkacak albümün adı “Lightning Bolt”. Albümün prodüktörlüğünü grupla daha önce de pek çok kez çalışan Brendan O’Brien üstlendi. Seattle, Washington kökenli Pearl Jam, en son 2009 yılında “Backspacer”ı yayınlamıştı. Çalışma, Amerika’da grup üyelerinin 2009’da kurdukları kendi müzik şirketleri Monkeywrench tarafından yayınlanacak. Uluslararası dağıtımı ise Universal Music yapıyor. Albümden yayınlanan ilk single olan “Mind Your Manners”ı “Lightning Bolt” çıkmadan önce videosu eşliğinde dinlemek


mümkün. Parça, The Sex Pistols’ı aratmayan sıkı bir punk sound’una sahip. Videoda fondaki perdeye düşen savaş görüntüleri, atom bombasının patlaması, nükleer reaktörler ve gaz maskeli özgürlük heykeli gibi türlü göndermeler, dünyanın polisliğine soyunanlara ‘mind your manners / hareketlerine dikkat et’ mesajı veriyor. Çalışmanın geri kalanı ise bu kadar hızlı değil. Albüme adını veren “Lightning Bolt” ve “Future Days”, oldukça sakin parçalar. Ayrıca daha önce solist Eddie Vedder’ın solo albümü “Ukulele Songs”da yer alan “Sleeping With Myself” de bu albüme dahil edilmiş. Sanatçı Don Pendleton’ın albüm için tasarladığı nefis kapak çalışmasına da değinmek gerek. Kapakta kullanılan öğeler, Yunan mitolojisine gönderme yapıyor. “Lightning Bolt”, yani şimşek, Zeus’un silahı olarak öne çıkarken kapağın ortasındaki devasa tek göz, tek gözlü devler Cyclopsları simgeliyor. (Mitolojide Zeus, Cyclopsları serbest bırakmış, onlar da ona ödül olarak fırtına ve şimşeği armağan etmişlerdi.) Gözün üstünde ise anten süsü verilmiş bir haçla hilal, iç içe geçiyor. Özetle insanlığın birkaç bin yıllık tarihini tek kapakta özetlemeyi başarmış Pendleton. Rolling Stone dergisi, Vedder’a albümle ilgili düşüncelerini sorduğunda şu yanıtı almış: “Şarkılar kendiliğinden ortaya çıkıverdi. Grupta hepimiz tek bir kişi gibi çalışıyoruz. Herkesin şarkılara katkısı var. Ortada ‘Bakın, bunlar benim şarkılarım. Böyle çalmanız gerekiyor,’ diyerek dolaşan bir adam yok. Yıllar içinde şunu gördük: Eğer herkes kendisinden bir şey katarsa, albüm tam istediğimiz gibi oluyor. Üstelik ‘yeni’ bir sound elde ediyoruz çünkü hepimiz değişiyor ve gelişiyoruz. Her birimiz büyüdük ve olgunlaştık.” Gerçi gitarist Stone Gossard, şaka yollu Eddie Vedder’ın grubun lideri olduğunu, adeta ‘diktatörlükle’ yönetildiklerini söylüyor. Prodüktör Brendan O’Brien da Vedder’ın grubun lideri olduğu görüşünde.

DÜNDEN BUGÜNE PEARL JAM Yazının başında kısaca değindiğimiz grunge, doğal ve ‘çiğ’di; ‘80’lerin yapılı saçları, makyajlı yüzleri gibi yapmacıklıklarına sırtını dönen, ‘70’lerin kendi halindeki doğal haline dönüş gibi görünen bir tür çıkıvermişti birden. Nirvana’nın MTV Unplugged’daki konserinde Kurt Cobain’in sırtındaki hırka, bu sadeliğin bir simgesiydi adeta. “Nevermind”dan bir yıl sonra, 1992’de ise isimleri o zamana dek pek duyulmamış

olan Pearl Jam’in “Ten” albümü patladı. Başta “Evenflow”, “Alive” ve “Jeremy” olmak üzere tüm şarkılar, o zamana kadar yapılmış parçalardan müzikaliteleri ve Pearl Jam solisti Eddie Vedder’ın adeta transa geçmişçesine yoğun bir duygusallık kattığı yorumuyla ayrıldı. Vedder, Rolling Stone’a verdiği bir söyleşide “Müzik, benim için eroin gibi,” benzetmesini yapmıştı. “Alive” birkaç ufak değişiklik dışında, temelde Vedder’ın hayatından bir kesiti anlatıyordu. Vedder, 17 yaşındayken annesi, ona nefret ettiği babasının aslında gerçek babası olmadığını söyledi. Vedder’ın biyolojik babası, annesinin ilk eşi olan Ed Severson’dı. Müzisyen olan Severson ile Eddie Vedder’ın annesi, Vedder dört aylıkken boşanmışlar ve Severson, yıllar önce kalp krizinden ölmüştü. Vedder, onun yalnızca bir aile dostu olduğunu sanarak büyümüştü. Bu olayın kendisinde yarattığı kısmen travmatik durumu “Alive”ın sözlerine de yansıttı.

Kurt Cobain, sağken Pearl Jam’den hazzetmediğini ve müziklerini beğenmediğini her fırsatta dile getirdi. Eddie Vedder, Rolling Stone dergisine verdiği bir söyleşide şöyle diyordu: “Kurt’ün o zamanlar müziğimizi anlamaya çalışmadığını düşünüyorum. Benim onu düşünmediğim tek günüm geçmiyor. Yaşasaydı, müziğimizi mutlaka anlardı.”

20. YILDÖNÜMÜ KİTABI Vedder, geçmişe dair bir pişmanlığı olmadığını, mal etmiyorlar. ‘90’larda da yalnızca “Bazı şeyleri daha konser biletlerini pahalıya farklı yapabilirdim,” diye satan Ticketmaster firmasını düşündüğünü belirtiyor. gençlerin alım gücüne uygun Pearl Jam, zaman zafiyat belirlemedikleri için man parçalanmaya çok protesto etmiş, konserlerinin yaklaşsa da her badireyi sayısını azaltmışlardı. atlatıp günümüze dek tam Pearl Jam hayranları, kadro ulaşmayı başardı. grup hakkında daha fazla “Ten” kadar başarılı bir bilgi edinmek için rock’a albüm yapamadılar, kariolan tutkusuyla tanınan yöyerleri hep inişli çıkışlı ol“Lightning Bolt” netmen Cameron Crowe’un du ancak daima belli bir Pearl Jam 2011 yılında grubun 20. yılseviyenin üzerinde kalUniversal Music dönümü nedeniyle yayımlamayı bildiler. Önceleri ta14,88 Dolar nan “Twenty” adlı kitabını nıtım ve reklam işlerine edinebilir. Grup üyeleriyle pek sıcak bakmayan Pearl yıllardır dost olan Crowe’un Jam, Bush yönetiminin aldığı kararlara karşı çıkmak ve insanları Pearl Jam’in kuruluş öyküsü, söyleşiler ve fikirleri doğrultusunda bilgilendirmek adı- fotoğraflarla oluşturduğu çalışma, benim na talk şovlara çıkmaya, konserlerinde fi- diyen her Pearl Jam dinleyicisinin ilgisini hak ediyor. kirlerini açıkça dile getirmeye başladı. Grunge üzerine daha kapsamlı bir Öte yandan ABD’nin son dönemde Suriye’ye karşı izlediği politika konusunda çok okuma için ise Greg Prato’nun “Grunge is net bir tavır sergilemediler. Oysa dinleyen- Dead: The Oral History of Seattle Rock leri, savaş karşıtı bir grup olarak Pearl Music” adlı kitabını önerebiliriz. Prato, bu Jam’den bu konuda bir, iki kelam etmesini kitap için aralarında Eddie Vedder, Jeff beklerdi. Grubun facebook sayfasında da Ament, Mark Arm, Matt Cameron, Chad onları bu konuda aksiyon almaya çağıran Channing, Jack Endino, Duff McKagan ve Hiro Yamamoto’nun da bulunduğu 130 yorumlar mevcut. Pearl Jam’in en büyük özelliklerinden müzisyen, gazeteci ve yapımcı ile konuşbiri, sadık hayran kitleleriyle kurdukları sı- tu. Kitap, grunge dönemini bizzat yaşamış cak iletişim. Kalkıp onlara mektup yazan olanlardan öğrenmek için son derece yahayranlarına kişisel olarak yanıt vermeyi ih- rarlı bir kaynak. MS

59

Milliyet SANAT Ekim 2013


MÜZİK

Centilmen bir piyanist David Kadouch, Beethoven’a ek olarak, Schumann ve Şostakoviç albümleri de yaptı son yıllarda.

UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

İSTANBUL RESİTALLERİ belirli bir nitelik seviyesi tutturmuş isimlere yer verdi bugüne dek. Hatta taze ustalar da sundu, diyebiliriz: Jean-Efflam Bavouzet, Stephen Hough, İddo Bar Shai gibi. Etkinliğin ibresini ağırlıklı olarak çevirdiği yön de bu: Günümüzün son derece dinamik ve çetin rekabet içeren yorumcular piyasasında iyi çıkışlar yapan, kariyerini olumlu yönlerde genişleten, çok yaşlı olmayan, bugünün yarışması içinde yer alan uluslararası yorumculardan bir yelpaze oluşturmak. Bu yıl da resitallere daha önceden konuk olan Christine Ortiz, ülkemizde birden fazla kez çalan Laura FavreMilliyet SANAT Ekim 2013

Yedinci yaşına giren İstanbul Resitalleri, kentteki saf ve düzenli resital içeriğine sahip tek etkinlik. Ağırlıklı olarak piyanoya yer veren dizide gitar ve çello resitalleri de var. Sakıp Sabancı Müzesi’nde gerçekleşen konser dizisi bu yıl 5 Ekim’de Fransız piyanist David Kadouch ile başlıyor. Kahn, Çinli piyanist Sa Chen ve İstanbulluların yine yakından tanıdığı Peter Jablonski gibi belirli bir seviyenin üstünde piyanistleri dinleme fırsatı bulacağız. Açılış konserinde ise bir genç Fransız piyanist var: David Kadouch.

NİYE GÜÇLÜ ÇALDIN? 28 yaşındaki Kadouch’u meraklılar youtube’da otuz bine yakın kez görüntülenmiş, “Niye güçlü çaldın?” isimli videodan hemen bilecek. Hikayesini kısaca anlatayım. 20. YY’a damgasını vurmuş piyanistlerden Daniel Barenboim, yaptığı sayısız kayıt, konser ve projeden sonra, tüm

60

dünyada çok saygın ve büyük bir usta addediliyor. Ayrıca İsrail sorunu ile ilgili barışçıl çözümü savunan, siyaseten aktif sanatçı kimliğiyle daha da büyük bir imgeye sahip oldu. Kayıt meraklıları bilir, Barenboim’ın Mozart ve Beethoven piyano sonat yorumları meşhurdur. Bunlar, açıkçası, beğenin beğenmeyin (ben o kadar bayılmayanlardan biri olarak), yüzyıl yorumculuğunun köşe taşlarındandır. Seçkin ustalar tahtına çoktan oturmuş Barenboim, geçtiğimiz yıllarda, 15 - 25 yaş arası, genç kuşağın en parlak piyanistleri ile televizyondan da yayınlanan bir ustalık atölyesi yaptı ve onların Beethoven so-


nat yorumlarını bir seyirci kitlesi önünde dinleyerek yorum ve düzeltmelerini söyledi. Barenboim, çok ilgi gören ve DVD’si de çıkarılan bu atölyelerde, Lang Lang’dan Jonathan Biss’e bir kuşağın bütün parlak gençlerine adeta, kendi kuşağının birikimlerini aktarıyordu. Bu masterclass’ları izlemek hakikaten ilginç ve öğreticidir. En ilginç olanlarından biri de Barenboim’in 15 yaşlarındaki David Kadouch’u, 16. sonatın bir yerinde seçtiği gürlük için “Niye güçlü çaldın?” diye uyardığı yer. Fakat işin enteresan kısmı, Kadouch Barenboim’in sorgulamasına uyarılan ya da yanlışı belirtilen diğer genç piyanistlerin çekingen tavrının tersine “Öyle hoşuma gidiyor da ondan,” diye yanıt veriyor. Videoyu izledikten sonra Kadouch’un kendine güvenini seveceğinizi tahmin ediyorum. Barenboim, pek bozuntuya vermeden, ‘hoşa gitme’nin tek başına bir neden olamayacağını savunarak piyanistle içerik açıcı bir diyaloğa giriyor; fakat konuşmanın en sonunda o nihai mi bemol’ün neden güçlü değil de hafif çalınmasına dair kendi gerekçesinin, Kadouch’un ‘hoşa gitme’ söyleminden öte bir argümana sahip olduğu da bence kuşkulu. Genç piyanistin bugün dinlediğimiz yorumlarında, yaşıtlarında rastlanmayan türden kendine güveni, bir pasaja girerken ne yapacağını iyi bilen hali, geçmişten geliyor olmalı, diye düşünüyorsunuz videoyu izleyince. Barenboim, Kadouch’u daha sonra bir seferinde televizyon programına konuk ediyor, başka bir sefer de konsere çıkamayacak durumda olan Lang Lang yerine koyuyor. Bir kez de eski ustalardan Murray Perahia yerine çıkmış Kadouch; fakat dinlediğinizde müzikalite olarak yine bu eski ustaya yaklaşan kaliteyi seziyorsunuz. Kadouch iyi, özellikli, abartısız, dengeli bir piyanist. Örneğin, Dutoit yönetimindeki Beethoven’ın “2. Piyano Konçertosu”nun final bölümüne bakın; ana müzik cümlesini artiküle edişine hayran kalıyorsunuz. Sivri ama çok da sivri olmayan aksanlarla, cümleye güzel bir kişilik kazandırıyor. Sol elin berrak duyulan polifonisi, görülmemiş bir lezzet katıyor Beethoven’a. Piyanistin iyi Beethoven yorumcusu olduğuna dair başka kanıtlar da var. Naxos’un Verbier Festivali’ndeki bir canlı kayıttan plak yaptığı “5. Piyano Konçertosu” (bir yanlışlık sonucu ‘İmparator’ lakabıyla da bilinen), yine işine hakim bir piyanisti anlatıyor; besteciye sadık, yersiz güç gösterilerine girmeyen, aşırı lirizmle göz boyamaya çalışmayan, müziği tüm

Kadouch iyi, özellikli, abartısız, dengeli bir piyanist. Örneğin, Dutoit yönetimindeki Beethoven’ın “2. Piyano Konçertosu”nun final bölümüne bakın; ana müzik cümlesini artiküle edişine hayran kalıyorsunuz.

61

ögeleriyle ön planda tutan bir yorumcuyu. Yine de, kimi pasajlarda bulduğu ilginç renkler, ondan bir şeyler de taşıyor. Renk buluşları deyince birkaç söz söylememe izin verin. Bu mevzu, günümüz piyanistleri arasında müziği hem ileri götüren hem de tuhaf bir şekilde anlamsızlaştıran bir hal aldı. Her genç piyanist farklı bir şey sunabilmek adına, çeşitli ara pasajlarda görülmemiş, eşsiz, sadece şahsına özgü renkler bulmaya, ilginçlikler katmaya çalışıyor. Adeta rekabette avantaj yaratırcasına... Bunların kimisi güzel oluyor, kimisi anlamsız; fakat toplamda arenaya tepeden baktığınızda, bu denli renkçilik, en azından beni, bir parça rahatsız ediyor. Kadouch’un çok fazla ‘renkçi’ olmadığını da söyleyebilirim. Bu da hoşuma giden öğelerden biri oldu onu dinlerken. Son olarak ‘centilmen’ bir klavyeciyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim. Ölçü, dinginlik, ucuz numaralardan uzak, kibar bir ruh var bu tuşede.

TABLOLARDA GEZİNTİ Kadouch, Beethoven’a ek olarak, Schumann ve Şostakoviç albümleri de yaptı son yıllarda. Son zamanların ilgi çekici bir çalışması bu konserde dinleyeceğimiz Mussorgsky’nin “Bir Sergiden Tablolar”ı. Mussorgsky, Rus kültürü ve sanatı aşığı, dostu mimar-ressam Viktor Hartmann’ın ani ölümü sonrası onuruna düzenlenen ve 400 resimden oluşan bir sergiden sonra yazıyor bu eseri. 10 tabloyu müzikle anlatıyor, fakat bu tabloları adeta sergide yan yana konmuş gibi düşlememizi de sağlamış. Tablolar arasında “Promenade” (gezinti) anlamında bir köprü müziği var örneğin. Her tablonun müziğinden sonra, bir sonrakine geçerken gezinti temasını değişik şekillerde duyuruyor besteci. Üstelik gezinti temasından resme atlayış şekilleri de hakikaten çok çok ilginç. Kadouch’un izlenimci mırıldanmalardan ziyade, ateşli, keskin konturlarla ele aldığı yorumu kanımca kayda değer bir bakış. Paris’in yeraltı mezarlarını anlattığı “Katakomblar”daki tuşesi, hem esrarengiz hem de çok canlı. Piyanisti bu konserde, Mussorgsky’nin notalarından Hartmann tablolarına yaptığı yolculuktan sonra, Chopin’in eşsiz “24 Prelüd” serisinde duyacağız. Kadouch’un Chopin “Balad” yorumlarına bakılırsa iddiasını koyduğu bir başka besteci de Chopin. Çok uzun olmasa da, çok zevkli, dinlemeye değer bir program. Kaçırılmamalı! MS Milliyet SANAT Ekim 2013


MÜZİK

Daha ağır muhalif, daha olgun Duman’ın piyasaya çıkan yeni albümü “Darmaduman”, tamamen yeni şarkılardan oluşuyor. “Darmaduman” gösteriyor ki Duman, ‘önceleri iyiydi, şimdi piyasaya uydu’ diyenlerin aksine, açılış kurdelesini kestiği o piyasanın sularından giderek çekilmekte. YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com

SENE 1999’DU ve günlerden bir gün radyoda “Eski Köprünün Altında” diye bir şarkı duymuş, gayri ihtiyari “Aaa! Özdemir Erdoğan ‘rock’mı söylemiş?” diye sormuştum. Olabilirdi, neden olmasındı? O sıralar bir yandan Şebnem Ferah, Özlem Tekin, Mor ve Ötesi, Teoman, Feridun Düzağaç ve benzerleri yavaş yavaş yüzlerini gösterip, yeni nesil Türkçe ‘rock’ı 2000’lere hazırlamakta iken, bir yandan da Haluk Levent, Kıraç, Ayna ve benzerleri ’60 ve ‘70’ler Anadolu ‘rock’ının suyunun suyunu çıkarmakta idi. Yani neresinden baksanız ‘rock’ müzik, sektörde yükselen değerdi ve eski toprak Özdemir Erdoğan’ın bile bundan etkilenmiş olması pekala mümkündü. Ama hayır; kendimi bildim bileli beni hiç yanıltmamış kulaklarım bu defa tongaya basmıştı. Şarkıyı söyleyen solist Kaan Tangöze, grubun adı ise Duman’dı. Tabii ben dahil kimse, Kaan Tangöze’nin alaturka nağmeli ‘rock’ vokal tekniğinin gelecek yıllarda bir ekole dönüşeceğini kestirmezdi. Duman beklenmedik bir yol açtı ve evlerinde gitarı ve besteleriyle zor duran yüzde elli, o cesaretle bir anda sahnelere döküldü. O yolun açılmasında henüz alkol yasaklarının esamisi okunmazken yazılmış “(İçerim Ben) Bu Akşam”ın ve Sezen Aksu’dan bile daha ağır melankolik olabilmiş “Her Şeyi Yak”ın içinde bulunduğu, 2002 çıkışlı ikinci Duman albümünün rolü büyük oldu. Sonra da arkası geldi zaten. ‘Merakla beklenen’ lafı, Duman gibi sık aralıklarla stüdyo albümü yapmayan bir grup söz konusu olunca, hiç de klişe gelmiyor kulağa. Şaka değil; 1999’dan bu yana yapılmış dört stüdyo albümüne karşılık dört de konser albümü var Duman’ın. Sürekli sahnede Milliyet SANAT Ekim 2013

olan bir grubun çok sayıda konser albümü saklanan muhalif duruş, ‘70’ler tadında bir yapması ve alışılageldik sıklıkta yeni şarkı ‘rock’ grubu portresi koydu önümüze. Müziüretmiyor olması gayet anlaşılabilir bir du- kal çizgilerini taklit edenler, bu hallerini takrum. Tamamen yeni şarkılardan oluşan lit etmeye pek yanaşmadılar oysa. Duman’ı “Darmaduman” adlı albümün uzun süredir kendisinden önce ve sonrakilerden ayıran da en çok bu oldu. ‘merakla beklendiği’ni yaz“Darmaduman” gösterimak için klişe düşkünü olyor ki Duman, ‘önceleri iyiymaya gerek kalmıyor. di, şimdi piyasaya uydu’ diGezi direnişi günlerinde yenlerin aksine, açılış kurdeyeni albümden “Eyvallah” lesini kestiği o piyasanın suadlı şarkı servis edilmiş ve larından giderek çekilmekte. bu şarkı Duman hayranı Bu albümde daha ağır muhaolanları da olmayanları da lif, daha olgun, daha içine kaikiye bölmüştü. Günü yakapanık, bununla birlikte daha lamak için şarkı yazmak zor anlaşılır bir Duman var doğru muydu ya da yeterinçünkü. Sadece şarkıları değil, ce samimi mi? Sonra öğren“Darmaduman” Kaan Tangöze’nin şarkı söydik ki albüm kayıtları ta leme biçimi de bu minvalde. mart ayında tamamlanmış Duman Yer yer ‘brutal’e varan bir bimeğerse. Gezi sürecinde biPasaj Müzik çimde sesini yırtan, kırıp döber gazı ve copla ilk kez ta19.99 TL ken, kelimeleri yuvarlayıp nışan büyükçe bir kitle için yutan Tangöze, her an yere “Eyvallah”ın sözleri Kaan yığılacak ve oracıkta sızıp kaTangöze’ye önceden malum olmuş gibi gözükse de, ülkede sokakların ta- lacak gibi şarkı söylüyor. Hep mi öyleydi yokrihi aynı şeyi söylemiyordu. Şöyle ya da böy- sa?.. Hayır; bu defa birkaç doz fazla. Elinizde le “Eyvallah”, direnişin fonunda kulağımıza albümün kartoneti olmazsa, dediklerinin yaçalınan şarkılardan biri olarak yer etti hafı- rısını anlamanız mümkün değil mesela. Kalzalarımıza. Bu şarkının yeni albümle ilgili dı ki şarkılar da öyle kolay hazmedilir türden ciddi bir ipucu verdiğini ise albüm çıkınca an- değil zaten. Bu albüm bir “Aman Aman” gibi, bir “Senden Daha Güzel” gibi kısa vadede layacaktık. tek başına güçlü bir hit çıkarmayabilir hatta. DUMAN’IN FARKI Belki yirmisine merdiven dayamış Duman Müzikal çizgisini ayrıca tartışma konusu hayranlarını memnun da etmeyebilir bu baedebiliriz belki ama Duman’ın en başından kımdan. Ama bütüne bakarsanız, uzun vadebu yana ‘old school rock’ kavramının bütün de yerini bulacak bu şarkıların tadını çıkargereklerini bir bir karşılayan halini ve tavrını mamak için hiçbir sebep yok. “Eyvallah”ı sevdiyseniz, o hattan ilerlegöz ardı edemeyiz. Bütün o sahnede içki, sigara içmeler, gözaltı morlukları, serkeş şarkı yen “Gözleri Kanlı”yı ama en çok da “Kösöyleme biçimi, konser sırasında tişörtleri çı- pekler”i seveceksiniz bu albümde (ki “Kökarıp seyirciye atmalar (yani tepeden tırnağa pekler” bence albümün en iyisi.) “Gözleri bir ‘junkie’ stil) ve takipçi kitlesinin büyük Kanlı”daki “Kalemi tut, boşuna yat, sebebi yüzdesini kapsayan yetişkinlik yolundaki yok. Her satır kafeste durmalı, dört duvar neslin ne derece sırrına erebildiği meçhul ol- içinde kalmalı” cümleleri, içinden geçtiğimiz sa da, şarkılarında yer yer bağıran, yer yer dönemi tek başına özetler gibi; “Köpek-

62


Albümdeki şarkılarda Duman üyeleri, Ari Barokas, Batuhan Mutlugil, Cengiz Baysal ve Kaan Tangöze’nin (soldan sağa) imzaları var.

ler”deki “Adamı başından vurmalılar ki, senin için ölsün yarınlar” da öyle. Bir türkü, hatta bir ağıt havasındaki “Kolay Değildir” de bu gruba dahil edilebilir. Bu şarkının ilk yarısında 1995 yılında Sezen Aksu’yu, ikinci yarısında ise 1975 yılında Cem Karaca’yı dinler gibi oluyorsunuz; öyle de enteresan bir bileşim. Benzer bir durum da hemen ardından gelen “Gönül İster” için söz konusu. Erol Büyükburç söylese yadırgamazsınız; o derece bir ‘60’lı yıllar melodisi, duygusu.

‘SOUL’ ETKİSİ FAZLA Bir de “Akıbet” ve “Melankoli” var ki, bu şarkılarda da Fikret Kızılok/Mazhar-FuatÖzkan demlerinden nasiplenmek mümkün. “Sınana Sınana” Duman şarkılarından pek alışık olmadığımız bir çizgiden, ‘reggae’den yol alıyor. Alaturka bir ritim üzerinden yürü-

yen “Yürek” ve akılda kalıcı ve hınzır melodisiyle “Deli”, albümün daha çabuk dile düşecek şarkıları olabilir. “Seviyorsan İnanınıyorsan” ve “Öyle Dertli”, bildik Duman sularında şarkılar. Albümün en hareketli şarkısı “Saldır” ise konserlerin ‘headbang’ şarkısı olsun diye yazılmış gibi. Albümü dijital platformlardan indirdiğinizde etiketlenen müzik türünün ‘indie’ olduğunu görüyorsunuz. Bana kalsa ‘psychedelic’ etiketini tercih ederdim. Her Duman albümünde hissedilen ‘soul’ etkisi ise bir parça daha fazla bu kez. Hal böyleyken Duman müziğine öykünen ama bunu sadece vokal tekniği ile gösterebilen yeni grupların işi biraz daha zorlaşacak gibi gözüküyor. Albümdeki 13 şarkıda grup üyelerinin; yani Kaan Tangöze, Batuhan Mutlugil, Ari Barokas ve Cengiz Baysal’ın imzaları var.

63

Bu albüm bir “Aman Aman” gibi, bir “Senden Daha Güzel” gibi kısa vadede tek başına güçlü bir hit çıkarmayabilir. Belki yirmisine merdiven dayamış Duman hayranlarını memnun da etmeyebilir bu bakımdan. Ama bütüne bakarsanız, uzun vadede yerini bulacak bu şarkıların tadını çıkarmamak için hiçbir sebep yok. Kayıtlar ve ‘mix’ İrlanda’da yapılmış. Erman Yılmaz imzalı kapak tasarımı ise çok sade ama bir o kadar da göz alıcı. Kartonette Türkçe imlaya gösterilen özen için de (her kartoneti satır satır okuyan bir obsesif olarak söylüyorum ki) parmağı olanları özellikle tebrik etmek lazım. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


MÜZiKAL GÜNCE NAİM DİLMENER

naimdilmener@gmail.com

Orhan Gencebay’ın yeni şarkısı “Bedensiz Aşk”... 4 Vokal’den bildik şarkı-türküler... Kürtçe müzikte farklı ‘erkek ses’ dalgasının son ismi Simir Rudan... Yaralarımızı bazen saran, bazen de onlara tuz basan Duman... Seza Kırgız’dan bir umut ışığı...

En babalar bile artık işi ciddiye almıyor mu? 3 EYLÜL SALI

Orhan Gencebay, “Berhudar Ol” albümünden sonra single çıkardı.

2 EYLÜL PAZARTESİ Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitim gördüğü sıralarda, üniversitenin dillere destan müzik kulübünün hem yöneticiliğini hem de koro şefliğini yapan Haluk Polat tarafından kurulan 4 Vokal grubu; ‘60’larda Karakediler, 70’lerde Modern Folk Üçlüsü, Mazhar Fuat, Zafer Banu Hülya, ‘80’lerde Mazhar Fuat Özkan gibi grupların resmen kuş kondurduğu bir alanda vokal alanında farklı işler yapmak için kurulmuş bir grup. Bu tür gruplarda ‘ana sermaye’ vokaldir ve geri kalan her şey, yalnızca ama yalnızca buna destek olmak için vardır. Hiçbir enstrüman öne çıkmaz, hiçbiri vokali gölgelemez. 4 Vokal’in, bağımsız firmalarımızdan We Play tarafından yayınlanmış albümü “Yolculuk”, peşinde koşulan nihai amacın

Milliyet SANAT Ekim 2013

gerçekleştirilebildiği bir albüm. Vokaller tertemiz; dörtlü hem kendi aralarında çok uyumlu hem de kendilerine eşlik eden enstrümanlarla. Ağırlıklı olarak türkülerden ya da çok bilinen şarkılardan oluşturulmuş repertuvar da fena değil. Ama keşke biraz da az bilinen türkü/şarkı seçebilmiş olsalardı. İş, temizliğine temiz; herkesin (“Dere Geliyor Dere”, “Dostum Dostum” ya da “Evreşe Yolları” gibi) defalarca seslendirdiği türkü ya da şarkıları yeniden seslendirmek kısa vadede belki ilginç ya da işe yarar ama uzun vadede pek fazla bir şey ifade etmez. İkinci albümlerinde keşke bu gözle oluştursalar repertuvarlarını.

64

Orhan Gencebay’ın yeni şarkısı “Bedensiz Aşk”ı dinlerken, ‘cover’ yapmış sandım önce. Sonra kapağa baktım; hayır, besteymiş... O kadar çok Ali Ekber Çiçek ya da Arif Sağ türkülerine benziyor ki o kadar olur; onların bestelediği ya da derlediği türkülere. İlginç. Tamam kulaklar kirlendi hatta paslandı hatta hatta tıkandı ama Orhan Baba’yı bunun dışında kalabilmiş olanlardan sanırdım. Bunların da dışında: Kaç sefer ‘renk’ sözcüğü geçiyor şarkıda ve hiçbiri doğru tonlanamamış. Şarkının rock versiyonu ise ‘sade su’ bile değil. Ne oluyor, şöyle bir noktaya da mı geldik? En en en babalar bile, artık işi ciddiye mi almıyor? “İyisi de/kötüsü de aynı sponsorun kapısına çıkıyor” mu diyorlar?

9 EYLÜL PAZARTESİ Simir Rudan’ın “Bi Çiroki”sini aralıksız olarak dinlemekteyim sabahtan beri. Kürtçe müzikte Mehmet Atlı ile başlayan, Jan Arslan ve Dodan ile devam eden farklı ‘erkek ses’ dalgasının bu son ismi, biraz Sting’in, biraz Bryan Adams’ın da izinden giderek, rock’un merkezde durduğu farklı bir sound oluşturmuş kendisine. (Onun kadar sert olmasa da) en az Rachid Taha’nın sound’u kadar özgün ve çekici. Büyülü dil Kürtçeden tek kelime bilmemek bile şarkıların içinde kulaç atmaya


engel değil. Mucize gibi. Ama bazı diller ve tabii bazı müzisyenler, adlı adınca mucizedir zaten.

16 EYLÜL PAZARTESİ Gezi direnişinin ilk günlerinde yayınladığı “Eyvallah” şarkısıyla, önceden kazandığı kalplerle birlikte yepyeni kalpler de fethetmiş Duman, bu şarkının da içinde olduğu yeni albümünü nihayet çıkardı. “Darmaduman”, bir yandan mevcut halimize (isminden başlayarak) göndermelerle, bir yandan da (başta kalabalık içindeki yalnızlık, kimsesizlik, sıkıntı, bunalım gibi) her zamanki Duman izlekleriyle dolu. Rock’un 2000’lerde patlamasına öncülük etmiş grubun rock tarihimizin en farklı gruplarından olduğuna şüphe yok. Benim gibi mükemmeliyetçiler, grubun ilk albümüne detone limitleri aşılmış diye az itiraz etmedi; ama sonra anlaşıldı ki itiraz edilen bu durum, aslında grubun yapmaya çalıştığı müziğin temel ve vazgeçilmez unsurlarından biri. Zaten bir kere, yalnızca bir kere sahnede onları seyretmek, kendilerinin ve onlarla birlikte hayranlarının kendinden geçişine şahit olmak, her ama her şeyi aydınlatmaya yetiyordu... Kırık/kırgın insanlardı grubun elemanları ve kırıklık/kırgınlık taşıyan her yaştan insanı etraflarına toplayabilmişlerdi. Düzgün, yani kitabına uygun bir vokal solda sıfır kalıyordu bu atmosferin, bu yıldız ve hayran iç içe geçmişliğinin yanında. Ayin benzeri konserler bittiğinde grup elemanları ve hayranları birlikte iyileşmiş oluyordu; bunun yanında, solda sıfır kalmayan ne olabilirdi zaten. “Darmaduman”da bildiğimiz Duman var; yaralarını/yaralarımızı bazen saran bazen de onlara tuz basan Tangöze ve arkadaşları; ağlayan/gülen/bağıran/çağıran hatta isyan eden. Hayatın tam kendisi gibi. Hatta hayatımızın tam da bugünleri gibi; çünkü bu sefer biraz daha keskin ve yırtıcılar.

23 EYLÜL PAZARTESİ Büyük ses, eşsiz yorumcu Seza Kırgız’ın yeni albümü “Seza Kırgız ile Düetler”, sanatçının Musa Eroğlu, Cem Adrian, Yıldız İbrahimova başta olmak üzere, tek ortak yanları kimselere benzemezlikleri olan başka sanatçı ve müzisyenlerle birlikte yaptığı şarkılardan oluşuyor.

Trio Mara grubu Nure Dilovani, Naze Isxan ve Sakina’dan oluşuyor.

Yıllara yayılmış “Kavuşmalarımız”, “Yolun Yarısı”, “Yolları Almışlar” ve diğer albümlerini, içine mektup konup denize bırakılmış bir şişe misali, yapıp denize bırakmış ve ihtiyacı olana ulaşmasını ummuş Seza Kırgız; günümüz yorumcularıyla hatta hak etmiş olsun ya da olmasın- adlı adınca sanatçılarıyla karşılaştırılmayacak kadar alçakgönüllü biri. Ve sanatçının böylesi, kendisi için hiçbir şey istemez; bütün derdi/tasası başkalarıdır; şarkılarıyla yüreklerine dokunabileceği başkaları. Yolunu/yönünü daha fazla kaybetmek istemeyenler için bir umut ışığı bu yeni şarkılar da.

25 EYLÜL ÇARŞAMBA Popun altın kızlarından Kim Wilde’ın (ki geçen ay, sessiz/sedasız, neredeyse gizli/saklı bir şekilde İstanbul’a geldi ve özel bir gecede sahneye çıktı) “Close” albümü, onlarca ilave şarkı eklenerek ve iki disk halinde yeniden yayınlandı. Dışardakiler kaç zamandır bunu yapıyor; CD çağının geçmekte olduğunu gördüler ve ellerinde yayınlanmamış ne varsa, daha da geç olmadan piyasaya veriyorlar. Orijinali 10 şarkılık bir albüm olan “Close”un yeni halinde tam 31 şarkı mevcut, yani albüm üçe katlanmış. Evet, şarkıların bir kısmı muhtelif remix’ler ama her şarkı/her remix ayrı ve farklı nihayetinde. Wilde’ın bu albümde yer alan en büyük hitlerinden eşsiz “You Came”in, o zamanında tadından yenememiş Shep Pettibone mix’i de dahil edilmiş ‘bonus’ların arasına, bir sürü başka şey de. Dışardakiler yaptı mı yapıyor, çok da cömertler üstelik; kısmıyorlar, saklamıyorlar. MS

65

Dünyayı değiştirse değiştirse kadınlar değiştirecektir 17 EYLÜL SALI Nure Dilovani, Naze Isxan ve Sakina’dan oluşan Trio Mara, “Deri/Behind The Doors” albümlerinde, “kadınlar tarafından söylenmiş şarkıları, klasik batı müziği enstrümanları ve geleneksel ses teknikleriyle yeniden yorumluyor”. Tırnak içine aldığım bu cümleyi basın bültenlerinde okuduğumda “Çok iddialı değil mi ya?” diye bir parça kafaya takmadım değil. Ama albümü dinledikten sonra, 3 kadının (‘mara’ Arapçada ‘kadın’ demek), birbirlerine yaslanarak, birbirlerinden güç alarak mükemmel bir iş çıkardığını gördüm/anladım... Trio Mara’nın geleneksel ezgilere biçtiği yeni kılık tam anlamıyla emsalsiz. Yirmi bin yıla yakındır süren cinsiyetçi tavrı değiştirme, kadın üzerindeki tahakkümü kırma çabaları ise emsalsizin ötesinde. Şu kesindir: Dünyayı değiştirse değiştirse kadınlar değiştirecektir. Ve bu gezegen bugünleri görebildiyse, kadınlar sayesindedir. Sözün hem mutlak hem de mecazi anlamında durum(umuz) budur.

Milliyet SANAT Ekim 2013


ALBÜM alisancapan@hotmail.com

yerli

ALİŞAN ÇAPAN

“Renkler” / Çağdaş Toprak (Ada Müzik) ★★ Değişik dillerde şarkılara yer verdiği ilk solo albümünü 2009 yılında yayınlayan Çağdaş Toprak, 5 yıl aradan sonra uzun bir süredir üzerinde çalıştığı yeni albümü “Renkler”de Nail Yurtsever, Cem Tuncer, Ercüment Orkut ve Öner Gerçek’le çalışmış. Albümde ağırlıklı olarak Kürtçe ve Zazaca şarkılara yer verilmişse de Hemşince ve Ermenice örnekler de mevcut. Son dönemde farklı kalitede örneklerine sıkça rastladığımız Anadolu müziğine hem araştırmacı hem de deneysel bir ufuktan yaklaşan albümler arasında Çağdaş Toprak’ın “Renkler”i bir kilometre taşı gibi görünmese de dört başı mamur bir albüm olarak dikkat çekiyor. 15.90 TL.

“No Problem” / MFÖ (İMM Müzik / We Play) ★★★★★ Popüler müziğimizin efsane albümlerinden Mazhar - Fuat - Özkan imzalı “No Problem” yayınlanışından tam 26 yıl sonra CD formatında. 1987 yılında plak ve kaset formatında yayınlanan Mazhar-Fuat-Özkan diskografisinin bu önemli albümü, adını her ne kadar grubun 1987 Eurovizyon parçası “No Problem”dan alsa da önemini “Sen Sarhoş Olunca”, “Niyet Neydi Akıbet Ne Oldu?” ve “Yalnızlar Garı” gibi nefis şarkıların varlığına borçlu. Erkan Oğur, Garo Mafyan gibi dönemin önemli müzisyenlerinin el verdiği “No Problem” tartışmasız arşivlik bir albüm. 18.90 TL.

klasik

“Deri Behind The Doors” / Trio Mara (Ahenk Müzik) ★★★ Üç kadından oluşan ve kadınlar tarafindan söylenmiş şarkıları klasik batı müziği enstrümanları ve geleneksel ses teknikleriyle yeniden yorumlayan Trio Mara, vokalde Sakine Teyna, kemanda Nurê Dilovani ve piyanoda Nazê Îsxan’dan mürekkep. Yaklaşık üç yıl önce bir araya gelen grubun adı Kürtçede ‘Bizden’ anlamına gelen Mara, Arapçada da kadın anlamına geliyormuş. Trio Mara, günümüzde sayıları hızla artan Anadolu ve Kürt müziği toplulukları arasından sessiz ve derinden ama sağlam adımlarla sıyrılmasını biliyor. 15.90 TL.

“Steffani: Stabat Mater” / Cecilia Bartoli (Decca) ★★★★ Günümüzün en önemli seslerinden biri olarak kabul edilen İtalyan mezzo-soprano Cecilia Bartoli, 1654 - 1728 yılları arasında yaşamış olan Venedikli besteci Agostino Steffani’nin yapıtlarını yorumlamayı sürdürüyor. Steffani’nin 1728 yılında ölümünden hemen önce bestelediği Stabat Mater yorumu ünlü bestecinin en önemli başyapıtı olarak kabul ediliyor. Daha önce Stabat Mater’in ünlü Pergolesi yorumunu seslendirerek büyük övgü alan Bartoli, Steffani yorumuyla bir defa daha otoritelerin gönlünde taht kurdu desek yeridir. 29.90 TL.

Milliyet SANAT Ekim 2013

66


yabancı

caz

“The Absolute Collection” / Celia Cruz (Sony Müzik) ★★★★ Devrim sonrası Küba’yı terk edip ABD’ye yerleşmesiyle rejim muhaliflerinin simge isimlerinden biri haline gelen Celia Cruz, Küba’da uzun yıllar yasaklanmış olsa da her nesilden Kübalının büyük saygı duyduğu tartışmasız bir diva. Kariyeri boyunca Grammy de dahil olmak üzere sayısız ödül almış olan Cruz’un “The Absolute Collection” adlı seçkisinde kendisini şöhrete kavuşturan popüler Küba şarkılarının yanı sıra başarılı müzisyenlerle yaptığı çalışmalar ya da“Oye Como Va”, ve “Quimbara” gibi dünya hitleri de yer alıyor. 35 TL.

“The Electric Lady” / Janelle Monae (EMI) ★★★ 1985 Kansas City, Kansas doğumlu Janelle Monae, funk, afro-punk, pop ve soul türlerini müziğinde başarılı bir şekilde harmanlamasıyla tanınıyor ve kuşağının önde gelen urban/alternatif şarkıcı ve söz yazarlarından biri olarak kabul ediliyor. 2010 tarihli ilk albümü “The ArchAndroid” ile 53. Grammy Ödülleri’nde En İyi Çağdaş R&B Albümü kategorisinde adaylığı bulunan Monae’ye, ikinci stüdyo albümü “The Electric Lady”de aralarında Prince, Miguel, Erykah Badu gibi isimlerin de yer aldığı hayli iddialı bir konuk sanatçı listesi eşlik ediyor. 24.90 TL.

“Bach Six Brandenburg Concertos” / Dunedin Consort & John Butt (Linn Records) ★★★★★ İskoçya’nın önde gelen Barok topluluğu Dunedin Consort’ın Bach uzmanlığıyla tanınan John Butt eşliğinde kaydettiği Bach’ın Altı Brandenburg Konçertosu İngiltere’de yılın en başarılı klasik müzik CD’si olmaya aday. Barok müzik repertuvarının en temel ve popüler yapıtları arasında yer alan Brandenburg Konçertoları, Dunedin Consort ile Butt işbirliğiyle Bach’a yaraşacak taze bir yoruma kavuşmuş. 29.90 TL.

“Magic 101” / Frank Wess (Ipo Recordings) ★★★★ 1922 Kansas City doğumlu flüt ve saksafon ustası Frank Wess Caz müziğinin altın çağından günümüze kalan son üstadlardan biri olarak kabul ediliyor. Bugün doksan bir yaşında olan Wess’in “Magic 101” albümündeki şarkıların 2011 yılında gerçekleştirilen kayıtları esnasında 89 yaşında olduğuna inanmak hayli zor. Müzik piyasasında yetmiş beş yılı deviren Wess ‘50’li ve ‘60’lı yıllarda ünlü Count Basie Big Band topluluğunun yıldız saksofoncusu olarak parlamış. Saksofona olan olağanüstü hakimiyetinin albüm boyunca kendini hissettirdiği çalışmada Wess’e piyanoda Kenny Barron, basta Kenny Davis ve davulda Winard Harper eşlik etmiş. Özellikle “Easy Living” ve “Blue Monk” yorumlarında Wess kelimenin tam anlamıyla döktürüyor. 34.90 TL.

“Guided Tour” / Gary Burton New Quartet (Mack Avenue Records) ★★★ Müzikseverlerin ‘80’li yıllarda İstanbul Festivali kapsamında Chick Corea ile verdikleri muhteşem konserden hatırlayacakları vibrafon ustası Garry Burton kimilerince Astor Piazzolla ile birlikte kaydettikleri kült “The New Tango” albümüyle bilinir. “Guided Tour” bu yıl yetmiş yaşına basan Burton’ın yeni dörtlüsüyle kaydettiği ikinci stüdyo albümü. Albümde, grup üyeleri tarafından yazılan tüm şarkılar orta tempoda ve altı yedi dakika uzunluğunda. Burton’ın yanı sıra gitarda Julian Lage, basta Scott Colley ve davulda Antonio Sanchez’in uyumu mükemmel. 29.90 TL.

67

Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

“A.’nın Portresi”, tuval üzerine yağlıboya, 2013.

Neş’e Erdok - “A.’nın Portresi” Neş’e Erdok; insanlık hallerini, insan olma halini anlatır resimlerinde. İzlerken sorular sordurur, baktığımızın aslında gördüğümüz olmadığını sorgulatır. Düşle gerçek, ‘ben’ ile ‘ben’den içkin ben iç içedir. “A.’nın Portresi” de bunu tasdiklercesine bakan ve bakılan Milliyet SANAT Ekim 2013

68

aynı sahnede bir arada. “Ona bakıyorum. Susuyor. Önüne bakıyor. Çocukluğundan beri bu oyunu oynar: Gözetlenme oyununu...” El ve yüz yine odak noktası olmuş, bakışlarımız oralara yönlendiriliyor. Düş ile gerçek A.’nın parmakları arasında yoğuşmakta sanki.

Bir yanda uzaklarda sisler arasında A.’ya yönelen kaygılı bakışlar, önümüzde ise her şeyden emin hatta cüretkar A. Peki anlatılan hangisinin hikayesi? En önemlisi izleyen kim? Yoksa kendini başka suretlerde görmekten hoşlanan bizler miyiz asıl gözetleyici?


Suretlerin hikayeleri Evin Sanat Galerisi sezonu “Portreler” sergisiyle açıyor. Sergi, usta isimlerin yanı sıra genç Türk sanatçıların kendilerine has ‘portre’ yorumlarıyla dikkat çekiyor. EVRİM ŞENER evrimsener@gmail.com

ANTİK ÇAĞLARDAN günümüze sanatın en derinlikli ve en muteber yorumlarından biridir portreler. Sanki hiç üzerinden yüzyıllar geçmemişçesine, Da Vinci’nin “Mona Lisa”sının, Büyük İskender’in Bergama’da bulunan büstünün, Warhol’un “Marilyn”inin bize bugün dahi söyleyecek çok şeyi vardır. Salt fiziki betimlemenin çok ötesinde bir ruh tasviridir karşımızda duran. Sanatçısının eliyle ölümsüzleşen ruh tasvirleri. Evin Sanat Galerisi, on iki sanatçının portreye dair birbirinden farklı yorumlarını 28 Eylül - 9 Kasım tarihleri arasında izleyiciyle

buluşturuyor. Sergide kadın portreleriyle Nuri İyem, özel koleksiyondan seramikleriyle Nasip İyem, Neş’e Erdok’un etkileyici portreleri, heykelleriyle Rahmi Aksungur, figür geleneğinin önde gelen temsilcileri Temür Köran ve Hakan Gürsoytrak, özgün portreleriyle Cansen Ercan, özellikle kadın portreleriyle dikkat çeken Zulal, genç sanatçılar Emin Turan, Hakan Cingöz, Setenay Alpsoy ve Aylin Zaptçıoğlu son çalışmalarıyla görülebilecek. Bense sergiyi birkaç eserin izleğinde sizlere anlatalım istiyorum.

Nuri İyem - “Çığlık” Nuri İyem denince akla en çok kadın portreleri gelir, Anadolu’nun bereketli toprakları gelir, o topraklarla özdeşleşmiş köyler, çayırlar, nehirler gelir. O; bu toprağın insanlarını olduğu gibi, ait oldukları mekanlardan, köklerinden koparmadan izletir izleyiciye. O nedenle can acıtacak kadar gerçektir portreleri. Bu toprağın kadınının hüznü, çilesi ve neşesi; onun portrelerinde zaman ve mekanın ötesinde bir yerlerde asılı durur. Çığlık’ta da Nuri İyem Anadolu kadının yosun tutmuş acılarından bir anla izleyeni burun buruna getiriyor. Bu törelerin, dogmaların, yıkıcı geleneklerin kıskacında sıkışıp kalmış kadının isyanıdır bir bakıma. Hakir görülen, mal gibi alınıp satılan, çocuk yaşta zor koşullarda çalıştırılan, ezilen ve her koşulda sesi boğulan yürekli Anadolu kadınının başkaldırısıdır. Bu kez dudaklarını aralamış, haykıracaktır. Sesini duyurabiliyor mu peki? Velhasıl zordur bu topraklarda kadın olmak. Nuri İyem’in portresinden sızan çığlığa sırt çevirmeyin. Onun size söyleyecek çok şeyi var.

“Çığlık”ta Anadolu kadınının baş kaldırışı anlatılır.

69

Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

Hakan Cingöz “Elif II” Portreyi resminin birincil öğesi, yapıtaşı olarak tanımlayan Hakan Cingöz, çoğunlukla yakın çevresini konu ediniyor. Son dönem resimlerinde şehrin insan üzerindeki etkilerini gözler önüne sermeye çalışıyor. Sanatçı geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalmış bir kuşağın sıkıntılarını, ilişki ve yalnızlık biçimlerini, resmin atmosferinin bütününe işleyen melankolisini dışavurumcu bir etkiyle izleyiciye duyumsatıyor. Sergide yer alan eserinde kuzeni Elif’in portresinden hareketle bireyin psikolojisinden, şehrin ve şehrin bileşenlerinin psikolojisini deşifre etmeye çalışıyor Cingöz. Onun deyişiyle ‘şehrin lisan-ı hali’, pekala onu oluşturan bireylerin tarihsel ve genetiksel olarak taşıdığı ortak güzellikler olabilir. Ancak pekala karşı çıktıklarımız bize karşı olanlar da olabilir. “(...) Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun.”

“Elif II”, tüval üzerine yağlıboya, 2011.

Temür Köran - “İsimsiz” Temür Köran’ın figürleri uzaktan belli eder kendini. Tutku ile inşa edilmiş figüre yedirilmiş renkler artık onun imzası olmuştur. Portreleri içlerinde upuzun öyküler barındırır. İzleyici Köran’ın resmine baktığında kırılıp, üst üste bindirilerek oluşturulmuş biçimin imkan tanıdığı çok katmanlı yapıyı fark eder. Bu çok katmanlı yapı izleyeni derinlere çekerek ona hayallerin ve çağrışımların kapılarını açar. Görsel kültürde en sık konu edilen kuşkusuz kadın figürüdür. Köran da bu malzemeyi sıkça kullanır. Kimini kadın olmamış sentetik formlar olarak sunar. Kimini de sabitlediği andanki tüm duygularıyla yani maskesiz, çırılçıplak. Her halükarda izleyici ile figür arasında mesafe vardır, özdeşlik kurmak zordur. Buradan hareketle “İsimsiz”e baktığımızda figür, kayıtsız bakışlarında bizleri hapsediyor. Dudaklarındaki hoşnutsuz, onaylamayan kıvrılış ise bizi huzursuzlandırıyor. Renkler ise mekan algımızı tersyüz ediyor. Bilinmezini açık etmeyen figür, bizi kendinden uzaklaştırıyor. Belki bir köşede izliyoruz ama korkuyoruz, yanaşmak istemiyoruz. MS Evin Sanat Galerisi / Bitiş tarihi: 9 Kasım 2013 / 0212) 265 81 58 / Milliyet SANAT Ekim 2013

“İsimsiz” (sağda), tuval üzerine yağlıboya, 2009.

70


Sanatçının sergi için hazırladığı “Kırmızı Düğüm IV” adlı işi.

“Hâlâ karelerimle vakit geçiriyorum” Seyhun Topuz, 24 Ekim - 27 Aralık arasında “Seyhun Topuz: 42 Yıldan Bir Seçki: 1971-2013” başlıklı sergide heykelleriyle Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde. Sergide sanatçının her döneminden en az iki heykeline yer veriliyor. AYŞEGÜL SÖNMEZ sanatatak@gmail.com

SEYHUN TOPUZ, kırk iki yılı süzdüğü heykelleriyle Elgiz Çağdaş Sanat Müzesi’nde büyük bir sergiyle 24 Ekim’den itibaren yerini alıyor. “Seyhun Topuz: 42 Yıldan Bir Seçki: 1971-2013” adlı serginin tasarım ve düzenlemesini ilginç ve akla fevkalade yatacak bir isim, bir mimar, Nevzat Sayın yapıyor. Topuz’un geometrik formlarla alıp veremediğini ya da ne alıp verdiğini, denge ve simetriyle ilişkisini anlamak için sergi iyi bir fırsat verecek. Öte yandan Topuz’un 1970’lerden bu yana aşağı yukarı her döneminden en az iki heykelini kapsayacak sergiyi, sanatçının formlarını aynı zamanda birer sosyal işaret gibi düşünüp düşünemeyeceğimizi gösterecek bir imtihan alanı

71

Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

“42 yılın işlerini bir arada hiç görmedim” ● Bütün bir üretiminizi bu sergi aracılığıyla bir araya getirirken neler düşündünüz? Hissiyatınızı merak ettim. Kendi kendinizi nasıl bir araya getirdiniz? Nev Galeri’deki sergiden sonra ne yapabilirim diye düşündüm heykelin dışında. Bütün işlerimi kapsayan bir kitap fikri doğdu. Bunu gerçekleştirirken Proje 4L’den sergi teklifi geldi. Sergi ve kitap fikri bir arada iyi geldi. Kitap tamamlandı, tasarım sevgili Ahmet Öktem’in. Serginin tasarım ve düzenlemesini ise arkadaşım mimar Nevzat Sayın yapıyor. Ben ‘hop’ diye yeni işler üreten bir sanatçı değilim. Orada her dönemden bir-iki heykel yer alacak, daha fazla değil. Proje 4L sergi alanı da zaten ancak bu kadarına imkan veriyor. 1971-2013; 42 yıl olmuş, bu hayli uzun dönemin işlerini bir arada hiç görmedim, ben de merak ediyorum sonuçları.

“Ortak Bellek”, 2003.

gibi görebiliriz. ● Yıl 1977... Yeterlilik tezinizi tamamladığınız yıl... “Çağdaş Heykelde Saydamlık ve İç-Işık Öğeleri” başlıklı tezinizin konusu dönemin heykel anlayışının dışında ve yeniydi diyebilir misiniz? Bu konuyu çalışmaya sizi iten neydi? 1977’de bitirdiğim tezime başlama tarihi 1973 ya da 1974. Ele aldığı konu o sırada Türkiye’de yapılan heykel sanatının elbette dışındaydı. Ama çalıştıkça gördüm ki, dünyada yeni değildi ışık, saydamlık ögeleri ile çalışan birçok heykelci vardı. Tez konusu içgüdüsel bir seçim ancak Akademi’de yeni başlayan temel sanat eğitimi programına benim de katkı verdiğim süreler içinde Altan (Gürman), Özer (Kabaş), Erkan (Güngören), Aloş gibi heykel ve resmin ögelerine, kullanışlarına farklı yaklaşımlar getiren genç, heyecanlı ve dinamik insanlarla etkileşimin bu seçimde payı olsa gerek. Teze başlamadan önce de elbette heykel yapıyor ve bazı grup sergilerine katılıyordum. Bana iyi gelen, tez esnasında öğrendiklerim ile benim uygulamalarım arasındaki bağları görmek oldu. Demek ki sağlam basıyormuşum. ● Sırayla soracağım zaten bu isimlerden bazılarını size. Hüseyin Gezer’le Milliyet SANAT Ekim 2013

başlayayım. Onun atölyesinin üretiminize herhangi bir katkısı olduğunu düşünür müsünüz? Hüseyin hocam daha çok idarecilik yönüyle iz bırakmış iyi bir öğretmendi. Öğrenciyken klasik eğitim programlarının pek dışına çıkamazsınız. Ondan öğrendiğim, disiplinli çalışma denilebilir. ● Şadi Çalık peki? Onunla ilgili neler söylemek istersiniz? Şadi Çalık hem iyi bir dost hem de etkileyici bir hocaydı. Tıpkı Zühtü Müritoğlu gibi... Mezun olduktan kısa bir süre sonra kartondan yaptığım maketleri övgüyle değerlendiren, işime saygı göstererek “Bunları demirde uygulamalısın,” deyip yolumu açan Şadi Çalık’tır. ● Bir isim daha soracağım hemen... Altan Gürman? Altan Gürman, temel eğitim kürsüsünde asistanlığını da yaptığım, hocam, arkadaşımdı. Kariyere başlamam için beni yüreklendiren bir dost, tez hocam. Yaptığı resimler o gün için çok öncü, çok özel işlerdi. Ancak bu yıllara gelindiğinde değeri daha yaygın biçimde anlaşılıyor. Çok önemli bir sanatçı ama eminim kendisi de bunu biliyordu. Aklına koyduğunu yapan, örgütleme ye-

72

teneği olan, zeki, kararlı, objektif davranabilen bir kişilik. Tezime onunla başladığım halde, erken aramızdan ayrıldığı için Aloş ile devam edip tezimi tamamladım. ● 1970’lerin başında geometrik formlardan bilhassa kareden beklentiniz neydi? Zamanla ne oldu? ‘70’li yılların başında geometrik formlardan hiçbir beklentim yoktu. Belki onlar benden bir şeyler bekliyordu. Biliyorsunuz heykel deyince kütle akla gelir. Benimki biraz sıradışı. Hele o dönem için... Demin de dediğim gibi, başlangıçta bilinçli bir tavır değil, tamamen içgüdüsel. Zamanla tanıdım dünyadaki benzer yaklaşımları. Elinize aldığınız formla ‘biçimle’ oynuyorsunuz. Benim ‘karelerim’ de böyle oldu. Uzatırsanız şerit oluyor, keserseniz yamuk oluyor, parçalarsanız başka bir şey oluyor. Hâlâ onlarla vakit geçiriyorum. ● Sanat tarihçi Prof. Dr. Semra Germaner’e göre sizin yapıtlarınızın en önemli özelliklerinden biri denge. “Dengenin denetiminde bir dinamizm duvar heykellerinden düğümlerine ve yer heykellerine kadar her işinde egemendir. Onun yapıtlarında biçimin bu dinamizmi yapıtın yer aldığı mekana yansıyarak


“Kare 43”, 1994 (üstte). “Kırmızı Dügüm II”, 2011. Alüminyum üzerine fırın boya (sağda).

“Benim ilk işlerim aynı zamanda simetriktir. Denge ve simetri birlikte. Simetriden uzaklaşalı çok zaman oldu ama denge ve dinamizm beni son yıllarda çok ilgilendiriyor. Bu iki unsurun karşıtlığı inanıyorum ki heykellerime kendi enerjilerini veriyor.” mekanla bütünleşir, boşluğu içine alarak mekanı yeniden tanımlar. Bu etkileşim, soyut heykelin varmayı amaçladığı önemli hedeflerden biridir” diye açıklıyor. Sizin için denge ne anlam taşıyor? Denge, simetri gibi problemler, kompozisyonel ögeler olarak benim için hep önemli oldu. ‘70’lerin başında tek noktadan yere saplanmış ‘yerçekimine dirençli’ diye nitelendirilen işlerimde işin ‘ayakları’ üzerinde durması için fiziksel dengenin de oyuna katılması zorunlu olur. Denge başka, simetri başka. Benim bu ilk işlerim aynı zamanda simetriktir. Denge ve simetri bir arada. Simetriden uzaklaşalı çok zaman oldu ama denge ve dinamizm beni son yıllarda çok ilgilendiriyor. Bu iki unsurun karşıtlığı inanıyorum ki heykellerime kendi enerjilerini veriyor.

● En beğendiğiniz sanatçı Richard Serra mıdır? Isamu Noguchi de sanat tarihçi Semra Germaner’e göre duyarlık yönünden Serra’nın en yakın olduğu sanatçıymış... Doğru mu? Evet, Richard Serra’ya hayranım. Isamu Noguchi’ye de. Noguchi’ye duygu olarak hayranım. Biliyorsun Japon asıllı Amerikalı. Onun Doğulu / Batılı duyarlılıklarını harmanlayan kütleli taş ve mermer işlerini çok beğeniyorum. Serra’nın yapıtları ise yalın biçimleri, çarpıcı boyutları ile beni müthiş etkiliyor. Bugün, Anish Kapoor’un yaptığı bazı işler gibi. Kapoor’a da hayranım. Nefesimi kesiyor. Keşke duyarlık ve üretkenlikte bu sanatçılara daha yakın olabilsem... ● Yer heykelleri, ortak bellek ve düğümler... Ortak noktaları nedir veya or-

73

tak herhangi bir noktaları olduğunu düşünüyor müsünüz? Hiçbir ortak noktaları yokmuş gibi algılanabilirler. Yer heykelleri, karelerimin devamıdır. Düğümler, 1983’de Maçka Sanat’ta yaptığım ilk sergide de vardı. O sergiye bugün dönüp baktığımda bütün çıkışlarımı oradaki işlerimden yaptığımı görüyorum. Benim için kaynak sergi. Genelikle heykellerim kare veya dikdörtgen şerit levhalardan oluşuyor ve bunlardan sözünü ettiğiniz farklı formlara ulaşıyorum. Bu işlerin başka ortak özelliği de, boşluk ile doluluğun birlikte aynı ağırlıkta algılanması. “Ortak Bellek”, onlar da geometrik formlar temelde, sadece içleri boşaltılmış. Biçimsel olarak diğer işlerimden farklılıkları var ama aynı kaynaktan ürüyorlar. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

FOTOĞRAF: HÜSEYİN ÖZDEMİR

Azade Köker, “Denizlerin bir gün yalnız taşıma yolları olacağı günler gelecek gibi geliyor bana,” diyor.

“Belki de teknoloji kapitalizmin sonu olacak” AYŞEGÜL SÖNMEZ sanatatak@gmail.com

ÇOCUKLUĞUNDA ağaçlarla, çiçeklerle büyüdü. Bir yetişkin olduğunda doğayı hem seven hem de yok eden insanoğlundan etkilendi. Hayatın bu en büyük çelişkisinden yola çıkacaktı. Birkaç sergidir Azade Köker, doğa ve kültür karşıtlığından besleniyor. Bu karşıtlığı, hayatımızın, doğaya rağmen ve onunla birlikte, onu tahrip ederek sürüklenişini konu ediyor. CDA Projects’te 26 Ekim’e kadar görülebilecek yeni solo sergisi “Hareketli Mekanlar”da yine de olumlu olmayı elden bırakmıyor. Bütün dünyayı alt üst eden sistemlerin değişikliğe uğraması gerektiğini düşünerek elbette... Azade Köker’e göre birkaç nesil sonra bu, mutlaka olacak. Teknolojik gelişmeler dinî diktaları, milliyet, kültür ve sınıf Milliyet SANAT Ekim 2013

Azade Köker, CDA Projects’de açılan solo sergisi “Hareketli Mekanlar”da hayatımızın, doğaya rağmen ve onunla birlikte, onu tahrip ederek sürüklenişini konu ediyor. farklılıklarını ortadan kaldıracak. İnançlar yüzünden insanlar birbirini öldürmeyecek. ● Sergideki orman yarlaştirmesinden hareketle sormak istiyorum: Ormandan ne anlıyoruz? Orman sizce nasıl bir metafor ve nasıl bir gerçek? Belki edilgen bir doğanın atmosferinde başka bir hareketi anlatmak istiyorum. Bu her mevsim ve günün her saatinde değişen güzellik hoşuma gidiyor. Almanya’da çalıştığım enstitünün çok büyük bir orman içinde olmasının da rolü var. Günlük hayatımda orman mekanını doğal olarak yaşamak benim için yeni bir duygu ve bu, beni büyülüyor. Orman yürüyüşlerinden uzak bir kültürümüz var. Ben çocukluğumda ağaçları ve çiçekleri bahçelerde tanıdım. Aktif bir me-

74

kanla bu edilgen mekanları birbirinin içinde göstererek hayatımızın çelişkilerini de anlatmak istiyor olabilirim. Hem doğayı seviyoruz hem de onu yok ediyoruz. Yeşil hayattır ama ölüm de bir gerçek. Ama ağaçların katledilmesi ölüm gerçeğinin çok uzağında. Bu katliam doğanın gelişmesindeki normal bir ölüm değil. Bu konudan senelerce uzaklaşamamamın nedeni de bu. Okyanusların derinlikleri plastik çöplerin tabakalarından oluşuyor. Denizlerin bir gün yalnız taşıma yolları olacağı günler gelecek gibi geliyor bana. O zaman güzel manzaralı evler satın alınırken bir tabloya bakar gibi denize bakılacak belki... “Fugue” adlı çalışmamın verdiği referans da budur. ● İskelet başları ve böcekler... Fotoğraf kağıdıyla, ipek ya da pirinçten doğal


“Sanat bitmiştir söylemi, felsefenin çaresizliği” ● “Tarihte doğayı taklit eden hiçbir proje sonuç vermedi. Ama bilimciler doğayı taklit etmek yerine onun prensiplerini anlamaya çalışarak ve bunu teknolojiye uygulama aşamasına başladıkları zaman teknik buluşlar ortaya çıktı,” dediniz. Bilime inanıyor musunuz? Bu cümleyi ‘biyonik’ bilimine ilgi duyduğum sıralarda söylemiştim sanırım. Bilime inanıyorum çünkü bilim dikta değil, gerçeği arar, felsefeyi seviyorum çünkü o da gerçeği ve bilimi sorgular. ● Peki sanat? Sanat da kendi strateji ve kendi diliyle gerçeği arar; hep yeni baştan hem kendini hem de gerçeği sorgular. Bunun için ‘sanat artık bitmiştir’ söylemi sadece felsefenin çaresizliğidir. Postmodernizm veya ikinci modernden başka bir kavramın çağdaş disiplinler için henüz bulunamayışı da belki bu çaresizliğin ifadesi bence.

kağıdın bir araya geldiği çok yavaş üretilen bu kolajlar sizce en çok neyi kaydediyor, biriktiriyor ve hatta saklıyor? Bir motif olarak anlam taşıyıcı bir imge, bir işaret. Süs veya neşe olsun diye bunlar konmuyor. Her birinin taşıdığı resme başka bir anlam boyutu getiren imgeler olarak bu katmanlara ihtiyacım var. Bunlar sonradan konmuyor, çalışmanın yapı taşı olarak iskeletini oluşturuyor. Yani resmin gerçeğini bozmadan ve hatta onun ana strüktürünü meydana getirirken bir yandan da kendi imgelerinin referanslarıyla, gerçeğin estetiğini sorguluyorlar. ● Bir söyleşimizde, “Zaman kavramının hissedilmesi sanatın en önemli vasfıdır. Bakma dur ve bekle demesi,” demişsiniz. Hareketli imaja bu yüzden mi ihtiyaç duyuyorsunuz tuvallerinizde? Hayır, hareketli imaj resmin konusu gereği kondu. Durgun bir orman bir otoyolun sesiyle ve hareketiyle bir itki getirebilir, hayatımız bu çelişkilerle dolu değil mi? Yani estetik yapıya ‘dur’ demek anlamında; çelişkiyi vurgular düşüncesiyle konuldu. “Tempo in

“Ormanda Tempo”, tuval üzerine karışık teknik, video, 2013.

Forest” ve “Fugue“ çalışmalarında bu harekete ve sese yani bir dördüncü boyuta ihtiyaç vardı. Bu hareketli imajlar, diğer motifler gibi çalışmaya eklenen ve kolajı tamamlayan elementlerdir. Başka bir özelliği yok. Video mümkün olduğu kadar resme entegre oldu. Kurukafalar veya diğer motifler gibi bir olgu. ● Hareketli imajdan beklentiniz nedir? Hareketli imaj her zaman gerekli bir çalışma sistemi olamaz. Hareket faktörüyle bir anlatım sağlanmıyorsa bence hareketsiz bir imaj da yeterli. Ama hayatımızda hepsi bir arada geçmiyor mu? TV seyrederken SMS geliyor aynı anda mailinize yanıt veriyorsunuz. Bu arada belki de bir söylem içindesiniz. Arabada, trafikte her yerde iletişim araçları bizi belirlemiyor mu? İletişim araçlarının karışımı hayatımızın bir gerçeği değil mi? Kendi kendilerine bir şey anlatırken çalışmaların gerçek hayatta aldığı yer de önemli. ● Hep sormak isterim en sevdiğiniz filmleri, yönetmeni.... Video sanatçısını? Kutluğ Ataman, Chantal Akerman, Tony Oursler’ın video çalışmalarını seviyorum. Jean-Luc Godard’ın filmi “Film Socialisme”yi çok güçlü buldum. Costa Concordia adlı bir İtalyan gemisinde geçer. Bu filmin yapımından iki sene sonra gemi bir ihmal yüzünden batar. Batış haberi bütün dünya basınını meşgul eden bu çok lüks gemide, Godard fragmentler halinde küçük diyaloglarla Avrupa kimliğinin başarılı mı, başarısız mı olduğu konusunda kararı seyirciye bırakarak filmi bitirir. Fragmentler halinde diyalogların birbirini kesmesi, parçadan bütüne giden ama bütünün biçimlenmesini seyircinin Avrupa kimliğine bırakan

75

“Pesimist değilim, insanlığın akıllanacağını umuyorum. Ama bunun için bugün bütün dünyayı alt üst eden sistemlerin değişikliğe uğraması gerektiğini zannediyorum.” bu tarzıyla Godard’ı seviyorum. 1960’larda çevirdiği filmlerin birkaçını da gördüm. ● ‘Bitkisel dünyada ve yaşamdaki savaş’ bir gün gelecek ve bitecek gibi düşündügünüzü; bir optimist olduğunuzu söyleyebilir misiniz? Pesimist değilim, insanlığın akıllanacağını umuyorum. Ama bunun için bugün bütün dünyayı alt üst eden sistemlerin değişikliğe uğraması gerektiğini zannediyorum. Bu, birkaç nesil sonra mutlaka gerçekleşecek diye düşünüyorum. Teknolojik gelişmeler dini diktaları, milliyet, kültür ve sınıf farklılıklarını kaldıracak sanırım. İnançlar yüzünden insanlar birbirini öldürmeyecek. Bir gün eşyanın ve daha önce inandıkları, kaybetmemeye çalıştıkları şeylerin lüzumsuzluğunu anlayacaklar. Belki de teknolojinin gelişmesi kapitalizmin sonu olacak. Teknoloji ve bilim bütün insanları kardeşliğe çağıracak, başka amaçları olacak, küreyi korumak gibi mesela. Bu bir hayal bugün, ama geleceğe inancım çok. MS CDA Project / Bitiş tarihi: 26 Ekim / (0212) 251 12 14 Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

Önce kadınlar ve çocuklar

Kalliopi Lemos’un sergide yer alan kurban edilmeyi bekleyen geyik heykeli.

1998 yılından bu yana kapalı duran Fener Yoakimion Rum Kız Okulu’nun kapıları Yunan heykeltıraş Kalliopi Lemos’un “Ben Benim, Dünyalar Arasında, Gölgeler Arasında” sergisi için açıldı.

EVRİM ALTUĞ evrimaltug@gmail.com

Lemos serginin mekanını uzun süre aradığını söylüyor. Milliyet SANAT Ekim 2013

76

AZINLIK göçünden kaynaklanan öğrenci azlığı nedeniyle çeyrek asırdır kapalı tutulan Fener Yoakimion Rum Kız Okulu, yüzyılı aşan tarihinde ilk defa bir sanat etkinliğine kapılarını açtı. Yunan heykeltıraş Kalliopi Lemos, Beral Madra küratörlüğünde izlenen “Ben Benim, Dünyalar Arasında, Gölgeler Arasında” sergisinde, kadınlar ve çocukların saygınlığına hayli dramatik bir iade-i itibar performansı ortaya koyuyor.


Sergideki bir heykelde, dişi geyiği korku dolu yüzüyle kurban edilmek üzereyken sınıfın baş köşesinde buluyoruz. Bu eser, Lemos’tan öğrendiğimize göre, mitolojide Kral Agamemnon’un Truva Savaşı’nı önlemek için yaptığı kurban verme ritüeline ve kızların babaları için yaptıkları fedakarlığa göndermede bulunuyor. Sonbahar hüznüne bulaşık İstanbul kültür ve sanat ortamı, kamusal alanla - bienal imtihanına Lale Müldür’ün sorusu “Anne, ben barbar mıyım?” ile giredursun; Fener’deki 1879 tarihli Yoakimion Rum Kız Okulu’nda, Yunan heykeltıraş Kalliopi Lemos’un “Ben Benim, Dünyalar Arasında, Gölgeler Arasında” sergisi, 10 Kasım’a dek izlenebiliyor. Beral Madra’nın küratörlüğünde ve Nilüfer Sülüner’in koordinasyonunda düzenlenen sergiye erişene kadar, izleyiciye Fener’in tarihsel dokusu ve Rum Erkek Lisesi’nin bir kartal misali tepeye hakim, kızıl silueti refakat ediyor. Ancak bu heybetli yapının da koynunda eski ve gri bir bina, dönemin ruhani lideri 3. Yoakimion tarafından 1879’da yaptırılan ve serginin düzenlendiği Rum Kız Okulu mevcut. Bu hayalet - okul, çeyrek asırdır kız öğrenci azlığı nedeniyle kapalı. Yapı, izleyiciye tıpkı, sinema filmlerindekine ya da eski azınlık mahalleleri veya adalardaki muadillerine benzer bir zaman ve mekan yolculuğu vaat ediyor. İşte, tam da bu doğal çekim gücünden enerji alan Lemos, bu sergide içinde psikolojiden mitolojiye, antropolojiden sosyolojiye birçok unsuru taşıyan yedi ayrı karışık teknikte heykelini ve bellek çağrışımlı bir ses yerleştirmesini bizlere sunuyor. Sergisi için bir araya geldiğimiz Kalliopi Lemos, heykellerine akustik ruhunu veren düzenlemede, geldiği Atina’daki bir ilkokulun İngilizce ve Yunanca çocuk şarkılarını da okulun dökük duvarları ve silik karatahtaları içine serpiştiriyor. Üç yıldır bu yapıtları için uygun bir mekan arayışı içinde olan sanatçı, bugüne kadar açtığı sergilerde eserlerinin yerleşeceği me-

Sergideki keçi figürlü çalışma.

kanın belleği ile ilişkisini de büyük bir hassasiyetle gözettiğinden dem vuruyor.

MİTOLOJİK FİGÜRLER Kalliopi Lemos’un çalışmalarında öncelikli duyarlık noktalarından biri de kadınlar ve küçüklerin saygınlık dereceleri. İstanbul’daki sergide çocuk ve kadınların ruhlarının yaralı eksik ve ürkek bir duygu içinde oradan oraya saçılmış olmasından da bu anlaşılıyor. Diğer yandan, 25-30 yıldır kapalı tutulan bu okul binasına komşu bir erkekler okulu bulunuyor. Öte yandan 3. Yoakimion tarafından 1881’de inşa edilen büyük ve kırmızı yapılı erkekler okulu, henüz açık. Lemos bu durumu tayin edici ve manidar buluyor. Bu serginin bir diğer özelliği daha var. Lemos’a kalırsa, bu mekan tarihinde ilk defa, masum sesler ve yaşamları büyüdükleri bu ortam üzerinden, yine onların sesleriyle günümüze erişiyor. Sanatçı ayrıca sergisinde, genç kızların dünya üzerinde maruz kaldığı türlü psikolojik ve fiziksel baskıyı temsil eden uluslararası medya haberlerinin içinde yer aldığı bilgileri çocukların okuduğu sıralara bırakmış. Böylece sergiyi gezenler neredeyse mitolojik bu figürlerle, günü-

77

müz gerçekliğini bağdaştırabiliyor.

YARALI BİLİNÇLER Küratör Madra’ya göre ise, bu heykeller izleyicinin dikkatini insanın arkaik kültürlerine ve mitolojinin psikanalitik perspektifine yönlendiriyor. Bu, farklı başlar ve gövdelerin birbirine eklenmesiyle oluşan melez karakterler, adeta insan ve hayvan arasındaki doğal bağlantıların, iki doğa arasındaki eşiğin, eşikte duran varlıkların düşsel görüntüleri. Bu karakterler, bir zamanlar çocukların doldurduğu, şimdi ise eşikte duran yüklü ve yaralı bilinçlerin metaforları olarak bu okulda yer alıyor. Artık torun sahibi bir sanatçı olarak, Lemos’un sergi mekanına bıraktığı duyarlı izlerden bir tanesi ise, hayli ilgi çekici: “Kırmızı Başlıklı Kız” masalı. Sanatçı, okulun bilim ve harita odasına, kara tahtadaki üç ayrı dille iliştirdiği bu masal klasiğinin, sergiye nasıl teğellendiğini şöyle dillendiriyor: “Bana göre bu masal, bir küçük kızın belki de hayatında ilk kez yaşadığı tehlike ve tacizi temsil etmesi açısından ilginç bir örnek oluşturuyor.” Gerçekten de, Lemos’un sergisi bize çağdaş, yaralı bir masalı çağrıştıracak kadar zenMilliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

geyiği korku dolu yüzüyle kurban edilmek üzereyken sınıfın baş köşesinde buluyoruz. Bu eser, Lemos’tan öğrendiğimize göre, mitolojide Kral Agamemnon’un Truva Savaşı’nı önlemek için yaptığı kurban verme ritüeline ve kızların babaları için yaptıkları fedakarlığa göndermede bulunuyor.

KİRİL ALFEBESİYLE ‘SOPHIA’

Asılı vaziyetteki tavşan sistemce hemen tüketilmeye, yok edilmeye hazır hale getirilmiş bireyleri bir kasap kancasındaki çaresizliği içinde sembolize ediyor.

gin göndermelerle yüklü. Sergide bizi girişte karşılayan denizkızı, kuyruğuyla düz bir zeminden yukarıya erişmeye çalışır vaziyette önümüze çıkıyor. Serginin birinci katında yer alan diğer bir heykelde ise yarı tavuk, yarı dişi görünümünde engelli bir figürün değMilliyet SANAT Ekim 2013

neklerle ayakta kalmaya çalıştığına tanıklık ediyoruz. Tavuk, kanatlarından yoksun olduğu için bir yere kıpırdayamıyor. Yine, ayakları da olmadığı için son derece çaresiz bir durumda. Yine, sergideki bir diğer heykelde, dişi

78

Serginin ikinci katında yer alan bir diğer heykel, “Hafıza”da ise yaşam tecrübesine gönderme yapan uzun saçlarıyla yine bir kadın bedenini görüyoruz. Kadının kolları, elleri, ayakları yok, yalnızca bedeninin içinde saçlarıyla uzamış hafızası mevcut. Sanatçı, serginin bir başka odasına ise hiçbir müdahalede bulunmayıp, odayı boş bırakmış. Odadaki yeşil tahtada yalnızca eski öğrencilerden birinin Kiril alfabesiyle bıraktığı ‘Sophia’ yazısı bulunuyor. Yine bir diğer odadaki tavuk heykeli ise, tüylerinin arkası yaşamın sıkıntılarından bezmiş yaşlı ve kederli bir kadın yüzüne sahip. Heykelin baş tarafındaki ifadesinde bu gelecek endişesini seçebiliyoruz. Kalliopi Lemos, Kuad Galeri ve BM Çağdaş Sanat Merkezi imzasıyla izlenen eserlerinde ağırlıkla demir / tunç malzeme kullanıyor. Bunun gibi, sergide bulunan asılı vaziyetteki tavşan ise, onca bereketine karşın sistemce hemen tüketilmeye, yok edilmeye hazır hale getirilmiş bireyleri bir kasap kancasındaki çaresizliği içinde sembolize ediyor. Bu yönüyle sergide denizkızı, geyik, tavuk, keçi, tavşan gibi canlılara rastlıyoruz. Bunların çoğu kendi barınaklarını kurabilen canlılar. Özetliyor Lemos: “Bir bakıma burada gördüğümüze materyalize olmuş mitolojik bir orman olarak da bakabiliriz.” Sanatseverler, Lemos ismine yabancı değil. Keza Fener Yoakimion Rum Kız Okulu Vakfı izniyle tekrar sergisini görme imkanı bulduğumuz sanatçının, İstanbul için daha evvel gerçekleştirdiği tekne yerleştirmesi, Bilgi Üniversitesi Silahtarağa Kampüsü’nde durmakta. Kendisinin geçen yıl 3. Çanakkale Bienali için gerçekleştirdiği tekne yerleştirmesi ise Çanakkale’ye armağan edilmiş; bu yapıt da yakında Çanakkale Limanı’na yerleştirilecek. Bu arada sanatçının ağzından, okulla ilgili bir de buruk müjde verelim. Fener Yoakimion Rum Kız Okulu Vakfı, mekanın tarihsel ve sosyal belleğin korunması ve yaşatılması adına bir müze ve kültür merkezi olarak değerlendirilmesi yönünde prensip kararı almış bulunuyor. MS Fener Yoakimion Rum Kız Okulu / Bitiş tarihi: 10 Kasım 2013 / (0212) 227 00 08


Gönderene iade öpücükler Öpüşmekle, dokunmakla ve dokunulmakla birçok açıdan sorun yaşayan Tommy Kha, “Return to Sender / Gönderene İade” adlı fotoğraf serisinin çoğunluğunu hiç tanımadığı kişilerle gerçekleştiriyor. Fotoğrafçı Tommy Kha.

EBRU DEMETGÜL ebrudemetgul@gmail.com

STANDARTLARI çoktan belirlenmiş, iyisi-kalitelisi ortaya konmuş birçok şey gibi ‘ilk öpüşme’ye de dair sağlam bir arşivimiz var kafamızın içinde. Ne nasıl olmalı az çok biliyoruz. ‘Gerçek aşk’ın belirtisi, doğru insanı bulmuş olmanın kanıtı. Üzerine yüklenilen anlamların sayılamayacak kadar çok olduğu dönüm noktası. Filmin başında bellidir kimin kiminle öpüşeceği, daha doğrusu

79

öpüşmeyi hak etmiş olacağı. Türlü badireler atlatıldıktan sonra gelecek günlerin aydınlık olacağı müjdelenir. Kadın o zor hayattan, o tehditlerden veya o sefaletten kurtarılmıştır. Erkek için de geçerli; erkek de kabul edilmiştir belki sonunda, onaylanmıştır. Film burada bitse de anlarız devamında pek bir bela yaşanmayacağını. Bu ilk öpücük, eş konusunda doğru bir karar verilmiş olduğuna Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR Serisi için 200 fotoğraf çekmeyi amaçlayan Kha, işe önce arkadaşlarıyla başlamış.

ve olayların durulduğuna dair adeta kaşe basar, imza atar. Arkada dünyalar savaşı yaşanıyor, zombi salgını felaket durumda, “Şimdi öpüşülecek zaman mı?” deriz ya, farkında değiliz ama belki de o ana çok ihtiyacımız var. Her şeyin yolunda gideceğine dair bir işaret. Bir gram insanlık belirtisi. Ölümden çalınan kısacık bir an. Böyle bir sahnede öpüşürken saldırıya uğrayanla da henüz karşılaşmadım. Öpüşmek yine bir şeylerin yolunda gideceğine dair kaşesini basıyor. Ama fiziki, ama duygusal bir uyum. Ne olursa olsun yerli yerine oturan bir şeyler işaretleniyor bu şekilde. ‘İlk öpüşme’, ciddi ciddi ölüm kalım meselesi aynı zamanda. Uyuyan Güzel başka türlü uyanmaz, Pamuk Prenses hayata dönmez, Kötü Kalpli Cadı’nın büyüsü başka şeyle bozulmaz, kurbağadan prens olmaz. Ölümden yaşama, çirkinlikten güzelliğe, masumiyetten direkt olgunluğa, güvenli sınırlar içerisinde uygun bir geçiş.

HEDEF 200 ÖPÜCÜK Bu örneklerin bu çağda pek bir şey ifade Milliyet SANAT Ekim 2013

etmediğini düşünüyor olabilirsiniz. Klişe olduklarının farkındayım ama klişe olmalarında bile bir neden aramak gerek. Belki de değersizleştirilmelerinin, yok sayılmalarının, dalga geçilmelerinin nedeni hâlâ çok yüce olmalarıdır. Yüceliğiyle baş edilemeyen, sahip de olunamayan değerler kışkırtır insanı. Benim değilse bir başkasının değil, kimsenin olmasa iyi olur. Öyle bir değerin varlığı bile unutulsun. Posterleri indirilsin. Veya o kadar sık yaşansın ki anlamı kalmasın. Öpüşmek, dokunmak, sevmek, sevilmek, âşık olmak, doğrusunu yapmak, iyisini yapmak çok kolay olmasına rağmen öyle yüce ki. İnsanı korkutuyor. Korkuyla da yaşanmıyor; öfkelenmek ve bir süre sonra da unutmuş gibi yapmak gerekiyor. Öyle bir noktaya geliniyor ki; mikroskopla inceler gibi, cımbızla çeker gibi ruhsuzca bakılabiliyor duygulara. Tommy bu duruma uygun sinir bozucu ve eğlenceli bir örnek. Yatağının altında canavar olmadığına kendini inandırmak için 50 kere aşağı sarkıp bakan bir çocuk gibi korkusunu yenmeye çalışan Tommy Kha; öpüşmekle, dokunmakla ve dokunulmakla birçok açıdan sorun yaşayan

80

biri. “Bu tantana niye?” sorusunu sorarak “Return to Sender / Gönderene İade” adlı fotoğraf serisine başlamış. Seri 70 fotoğrafa ulaşmış durumda, Kha’nın hedefi 200. 200 fotoğraf, eşittir 200 yabancı. O da eşittir 200 karşılıksız öpülme. Serinin ilk denemeleri yakın arkadaşları yardımıyla oluyor fakat çoğunluğu hiç tanımadığı kişilerle gerçekleşiyor. Tommy Kha tamamen pasif ve hissiz bir şekilde durmakla yetiniyor, makinesini uzakta bir yere kuruyor ve karşısındakinin onu nasıl istiyorsa o şekilde dudaklarından öpmesini istiyor. Herhangi bir karşılık vermiyor. Cinsiyet, ırk, cinsel tercih ayrımında da bulunmuyor. Yüzde yüz gözlemci. Hem fotoğrafçı, hem model hem de performans sanatçısı. Fotoğrafın hoş, estetik görünmesi gibi dertleri de yok. İyi çıkıp çıkmadığı ile ilgilenmiyor. Fotoğrafa istediğini vermiyor. “Her şeye bir karşılık vermek zorunda mıyım?”, “İlla bir şey hissetmek zorunda mıyım?” diye soruyor sadece. Kimi onu yere yatırıyor, kimi kucağına alıyor, kimi hakikaten sevgi gösteriyor fakat Tommy’den cevap yok. Öfkesi çıkarılmış bir intikam alıyor gibi.


Tommy Kha tamamen pasif ve hissiz bir şekilde durmakla yetiniyor, makinesini uzakta bir yere kuruyor ve karşısındakinin onu nasıl istiyorsa o şekilde dudaklarından öpmesini istiyor. Herhangi bir karşılık vermiyor. ASYALI OLMAK Tommy’nin en büyük derdi bir Asyalı olduğu için pasiflikle, soğuklukla, içe kapanıklıkla özellikle seksüel olarak pasiflikle suçlanmak. Suçlanmak diyorum çünkü içinde bulunduğumuz şu meşhur çağda ağız tadıyla asosyal olunamıyor, muhtemelen aseksüel de olunamıyor. Sosyallik, dijitalinden fizikseline her manada zorunlu ders olmuş. Geçilecek. Asyalı olmak ve bir de üzerine içe kapanık olmakla ilgili oldukça dikkat çekici bir video çalışması var sanatçının. Tüm dünyanın kullandığı, özellikle Türkler’in pek sevdiği Chatroulette adlı görüntülü sohbet programına giriyor Tommy. Ve hareketsiz bir şekilde ekrana bakıyor. Karşısına çıkan kişilerin çoğu onun Asyalı olduğunu görünce sohbetten anında çıkıyor. Kimisi de çekik göz taklidi yapıyor, samuray selamı veriyor, “Gangnam Style” dansı yapıyor. Asyalı olmak alay konusu, şaka malzemesi. Bir kişi bile sohbet etme niyetinde değil, olası bir romans düşünülemez bile. Böyle tavırlar karşısında seksüel olarak içe kapanık olmak, yok saymak ve değersizleştirmek son derece anlaşılır. Tommy’nin bir başka çalışması ise Audrey Hepburn’ün unutulmaz klasiği “Breakfast At Tiffany’s” üzerine. Filmin içerisine tamamen komedi unsuru olarak konulmuş Asyalı komşunun görüntülerini birleştirmiş. Mr. Yunioshi’yi Mickey Rooney oynuyor. Asyalı olduğu için yalnız, uyuz, takıntılı bir de üzerine kıskanç. Audrey Hepburn’ün aşk hayatına, mutluluğuna engel oluyor ufak ufak. En başta Hollywood bu ırkın romantizmle olan tüm bağlarını kesmiş diyebiliriz. Tam tersini kanıtlayacak bir örnek aklıma gelmiyor bu konuda. Özetle Tommy Kha, bu fotoğraflarda olduğu gibi her çalışmasında önce kendini kullanarak, kendisini sevmediği durumlara sokarak sosyalliği, iletişimi, romansı ve farklı olmayı sorguluyor. Ve uyuz olma cesaretini de veriyor. Uyumlu olmanın, aşkı aramanın, arkadaşlığı aramanın, dokunmanın tek seçenek olmadığını hissettiriyor. Öpüşme külliyatını aynen iade ediyor. Tommy, 1988 - Memphis, Tennessee doğumlu ve orada yaşıyor. Memphis College of Art’ta Fotoğraf Bölümü ve Yale Üniversitesi’nde Fotoğraf Bölümü mezunu. Sanatçının işlerini www.tommykha.com adresinden takip edebilirsiniz. MS

Sanatçı, her çalışmasında önce kendini kullanarak, kendisini sevmediği durumlara sokarak sosyalliği, iletişimi, romansı ve farklı olmayı sorguluyor.

81

Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

İzleyiciyi eserin objesi yapan sanatçı Borusan Contemporary Perili Köşk’te açılan “Vicious Circular Breathing” adlı sergide, ödüllü sanatçı Meksikalı Rafael Lozano Hemmer’ın teknolojiye ağırlık veren son dönem çalışmaları sunuluyor. HUO RF huohuorf@gmail.com

Hemmer’ın 2008 yılına ait nabız ölçen “Pulse Tank”adlı eseri...

BORUSAN CONTEMPORARY sayesinde farklı bir elektronik sanatçıyı deneyimleme fırsatı yakalıyoruz. Meksika kökenli Kanadalı sanatçı Rafael Lozano Hemmer, yeni sergisini Perili Köşk’te açıyor. Hemmer’ın “Vicious Circular Breathing” isimli sergisinin küratörlüğünü Kathleen Forde yapıyor. Rafael Lozano Hemmer, 1967 Meksika doğumlu. Montreal ve Madrid’de yaşıyor, üretiyor. Sanatçı çalışmalarında medyum olarak teknolojiyi kullanıyor, diyebiliriz. Daha çok Avrupa, Asya ve Amerika’da halka açık etkileşimli enstalasyonlarıyla tanınıyor. Hemmer’ın medyum olarak teknolojiyi kullandığından söz ettik, bu durumu Milliyet SANAT Ekim 2013

biraz daha açarsak; sanatçı ekranlar, led ışıklar, spotlar, video, ses enstalasyonları vb. reel ve teknik gereçleri kullanarak algıları farklılaştırmaya çalışıyor. Sanatçı kenti ve mekanı, kullandığı araçlarla farklı bir boyuta sokma peşinde. Lozano Hemmer, 1999’da Mexico City’de, 2002’de Vitoria Gasteiz’de, 2003’te Lyon’da ve 2004’te Dublin’de büyük olasılıkla dünyanın en büyük etkileşimli enstalasyonlarından biri olan “Vectorial Elevation” isimli yüz binlerce online katılımcının yönettiği çalışmasını sergiliyor.

ALGILARI FARKLILAŞTIRMAK Hemmer’ın çalışmaları ve izleyici ara-

82

Rafeal Lozano Hemmer’ın “Pulse Tank” isimli eserinde ziyaretçilerin nabız hızı alıcılar tarafından ölçüldükten sonra, su dolu bir tankta dalgalara dönüştürülüyor.


Sanatçının 2011 tarihli “The Year’s Midnight” isimli işi.

sındaki ilişki, sanatçının yapıtları açısından çok önemli. Çünkü sanatçının çalışmaları izleyici algısı ile alakalı ve işler, izleyici tepkilerine göre şekilleniyor. Hemmer aynı zamanda 52. Venedik Bienali Uluslararası Sanat Sergisi’nde Meksika’yı Soranzo Van Axel Sarayı’nda temsil etti. Sanatçının çalışmalarını görebileceğiniz önemli koleksiyonlara örnek verirsek; “33 Questions Per Minute” / Dakikada 33 Soru” isimli işi New York Modern Sanatlar

Rafael Lozano-Hemmer

Müzesi’nde, “Subtitled Public” / Altyazılı Halk” çalışması ise İngiltere Tate Müzesi Koleksiyonu’nda yer alıyor. Sanatçı hakkında atlanmaması gereken başka bir konu ise onun 2002 ve 2005 tarihli iki etkileşimli çalışmasıyla BAFTA Ödülü sahibi olduğu.

İZLEYİCİNİN NABZINI TUTUYOR Sanat takipçileri Borusan’ın farklı kollardan sanata vermiş olduğu ciddi desteği bilir. Borusan, Borusan Art Center, Borusan Müzik Evi, Borusan Müzik Kütüphanesi ve Perili Köşk gibi birden fazla kurum ile halkla buluşuyor. Perili Köşk’te ise Contemporary olarak sunulmaya başlandığından bu yana büyük oranla teknolojik üretimleri olan sanatçıların ağırlandığını görüyoruz. Özellikle küratör Necmi Sönmez’in hazırlamış olduğu “Segment” başlıklı karma sergiler serisi çok dikkat çekti ve İstanbul’un sanat ortamına farklı bir soluk getirdi. İlk ismi Yusuf Ziya Paşa Köşkü olarak bilinen bu eşsiz ve kendine has mimarisi olan yapı, boğaz kenarında kızıl ve göğe doğru yükselen ihtişamı ile cezbedici bir eser. “Vicious Circular Breathing” sergisiyle 13. İstanbul Bienali’nin nefesine, LozanoHemmer’in nefesi karışıyor. Sergide izleyicilerin nabızları, nefesleri, kalp atışları serginin içeriğini oluşturuyor. Rafael LozanoHemmer’in yeni ve son dönem eserlerinden oluşan ve sanatçı tarafından Borusan Çağdaş Sanat Koleksiyonu’na özel istek üzerine ürettiği eserin de yer aldığı bu sergi, sanatçının evrene ve hayata kişisel ve duygusal yaklaşımının bir dışavurumu... Sanatçı

83

eserlerinde öfkenin, hüznün, sevincin kısacası tüm duyguların çağrışımlarını farklı malzemelerle ifade ediyor. Hemmer, çok disiplinliliğinin göze çarptığı bu sergide izleyicilerin sergi ile bütün olmasını ve sergide benlik ve duygu karmaşası yaşamasını sağlamaya çalışıyor. Zira sanatçının sergide yer alan 2011 yılına ait “The Year’s Midnight” isimli eseri tam anlamıyla seyirciyi sanat eserinin içine konumlandırıyor. İzleyici sanat eserinin bizzat objesi oluyor. Lozano-Hemmer’ın sergi ile aynı adı taşıyan işi “Vicious Circular Breathing”de biometriksensörler, LED ışıklar, özel yazılımlar, robot projektörler, motorlu makineler gibi farklı seviyede teknolojilerle üretilmiş malzemelerin yanı sıra hava, kese kağıdı gibi malzemeler de kullanılıyor. Sanatçının malzeme kullanımında teknolojiyi son demlerine kadar kullanmasına bir örnek de Perili Köşk’te görülebilecek 2008’e ait “Pulse Tank” isimli işi. Bu çalışmada, ziyaretçilerin nabız hızı alıcılar tarafından ölçüldükten sonra, su dolu bir tankta dalgalara dönüştürülüyor. Bu interaktif yerleştirme, sanatçının en çok konuşulan eserleri arasında yer alıyor. Sanat kendi içerisinde birçok tekniği ve disiplini barındırıyor. Günümüzde ise çok daha farklı nesnelere bürünüyor ve teknik hâlâ izleyiciyi etkilemek doğrultusunda ilerliyor. Sorumluluğu yeryüzü ve insan varlığından kopmayan sanatçı ise dünyayı estetikle şekillendirmeye devam ediyor. Hemmer gibi... MS Borusan Contamporary / Bitiş tarihi: 13 Şubat 2013 / (0212) 393 52 00 Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR Meriç Algün Ringborg’un galerideki ilk solo sergisinin referans noktası Oxford İngilizce Sözlük ve içinde yer alan cümleler.

İçtenliğe kucak açan bellek Meriç Algün Ringborg, Galeri Non’daki “Görünürdeki Yazar” sergisinde, bellek ve imge kavramlarının temelinde, sanatsal üretinin dökümünü, edebiyat ve çağdaş sanat arasında bir noktadan yapıyor. FIRAT DEMİR demirfiratdemir@gmail.com

MERİÇ ALGÜN RINGBORG, “Görünürdeki Yazar” adlı sergisi ile kurgu, bellek ve imge gibi kavramların temelinde, sanatsal üretinin dökümünü yapmayı deniyor. En önemlisi, bu dökümü edebiyat ve çağdaş sanat arasında bir noktadan, iki disipline dair en güçlü ifade araçlarını arayarak ve iki disiplini tarihsel bir anlamda buluşturarak; yani taşları bir bir yerine oturtarak gerçekleştiriyor. En nihayetinde, bellek, eserden önce Milliyet SANAT Ekim 2013

geliyor: Sanatçı Meriç Algün Ringborg, kavramsal sanatın şimdiki zamana iyiden iyiye sırtını yaslamış algısında unutulanItemel bir bilgiyi kendisine şart koşmuş. Sergi, bu bilgi üzerinde inşa oluyor. Sanatçı, tarihi bir bilginin, bir ortaklığın üzerine gidiyor; bir şiir ya da bir tuval resmi, imgenin dönüştüğü tüm sanatlar, belleğin sonsuzluğunu paylaşabilecek bir eser üretme gayesinde birbirleriyle konuşuyor. Bu diyalog, “Görünürdeki Yazar” sergisinin yakıtı oluyor. Meriç Algün Ringborg, bunu ilk kez yapmıyor. Keza sanatçının “Ödünç Alınmayan Kitaplar Kütüphanesi” isimli, New York Kurmaca Merkezi Kütüphane-

84

Ringborg (üstte) temel olarak uyruk, dil, bürokrasi ve ev temaları üzerine odaklanıyor.


si’nden hiç ödünç alınmamış yüzlerce eseri sergileyen bir kütüphane oluşturduğu çalışması, eserin gelecekte tekrar anlam kazanabileceğine dair olumlu söylemiyle bellek-eser ilişkisine dair eğlenceli ve zeki bir yorum içeriyordu. Şimdi geriye dönüp bakıldığında, “Ödünç Alınmayan Kitaplar Kütüphanesi”, bir çeşit prelüd olarak okunabiliyor. Sanatçı, önce kitapları kendi sanatının, disiplininin sahası haline getiriyor; sonra o kitapları binlerce mikroskobun altında açıp didikliyor, kazıyor, her kazıda sözcüğe, imgeye yaklaşmak istiyor, sözcük beraberinde kurguyu getiriyor. Kazının karşılığında da karşımıza “Görünürdeki Yazar” gibi net ve kuvvetli bir sergi çıkıyor.

ORTAK METODOLOJİ Peki, Meriç Algün Ringborg, tüm bu demir sertliğindeki meselelere nasıl bir dille, ne gibi üretimlerle yaklaşıyor? “Görünürdeki Yazar”, iki sesli anlatı, iki video, bir roman taslağı ve “150 Boş Kitap”tan oluşuyor. Tüm bu çalışmalar, ortak bir metodoloji ile hazırlanmış, tek bir kökün uzantıları olarak birbirlerini tamamlıyor. Bu ortaklığın temsil ettiği ise yazı / yazmak / yazarlık eylemi oluyor. Yazı / yazmak / yazarlık dizilimi, sözügeçen bellek / sonsuzluk / sanat üretimi dizilimini bize ulaştıracak bir temsil. Ama önce sergideki çalışmaları tek tek irdelemek gerekiyor. Aslında “Görünürdeki Yazar”, esanslı bir sergi. Çalışmalar ya da sanatçının tavrı, daha çok havada uçuşan şeylere ya da henüz yansımalarını bulmamış imgelere yakın. Sergiden tam anlamıyla keyif almak ve anlam çıkarabilmek için havayı koklamak gerekiyor. Ya da sergi sırasınca sanki başınızın üzerinde belirip duran sözcüklere, harflere dokunabilmek. Sözcük demişken, “Görünürdeki Yazar”ın temel referans noktası, Oxford İngilizce Sözlük ve içinde yer alan örnek cümleler olarak belirtiliyor. Sergi, belleğin en sevdiği sinsi arkadaşı ‘kurgu’ya dair atıflarla açılıyor. Modernist edebiyattan sonraki en büyük edebiyat atılımı olan ‘meta-fiction’, yani üstkurgu, serginin kılavuzu sayılabilecek “Bir Sergi Metni”nde başlı başına bir teknik olarak kullanılıyor. Meta-fiction’ın kurguya kurgu olduğunu söyletmesi, “Bir Sergi Metni”nde de işliyor; sanatçı bize yazı içerisinde göz kırpıyor ve “sergi şiir ve sanatı birleştiriyor / sanatın gerçekdışı dünyası / romanın hayali dünyası...” diyerek “Görünürdeki Yazar”ın fitilini ateşliyor.

KIRILGAN YAPI Belleğin kırılgan yapısını kuvvetlendirecek bir kurgusal metin de, adı üzerinde “Bir Kurgu İşi”. Bu, bir roman taslağı olarak serginin metinselliğini perçinliyor. Sergide yer alan ‘kişisel ve gizli’ bir polisiye öykü, yani gerçekliğin artık iyice kurguya muhtaç kaldığı suç janrı, sanatçı için gerçek ile kurgu edilen arasındaki gerilimi arttırıyor. Belleksizleşme sürecine yatkınlık, belki de belleğini tekrar biriktirebilmek için bir suça, bir oyuna, ‘kurgusal olana’ ihtiyaç duyuyor. Kurgusal olanın farkındalığı, bir sonraki metinde, kurgusal yazar Marr’ın kaleminden, “Üstmetin” ile tekrar gündeme getiriliyor. “Bir Sergi Metni”, sergiye girizgah olarak işlerken, “Üstmetin”, sanatçının yazma ve üretme süreçleriyle ilgili deneyimlerini genişletmeye önayak oluyor. Sanatçı, “Üstmetin” ile önce kurguyazar ilişkisini, sonra yazarın üretimine olan hayranlığı biraz da esprili bir dille sorguladıktan itibaren en önemli tespitini de paylaşabiliyor; “bu dilin anlamı ile meşgul olmamıza gerek yok / dil, kişinin benlik hissinin bir parçasıdır” cümlesi büyük anlamıyla aklımıza kazınıyor. Ses yerleştirmesiyle desteklenen bu anlatı, benlik, bengilik ve yazı üzerinden işte o en temel soruna, bellek sorununa sonunda bizi taşıyor. Serginin tamamlayıcıları, iki video çalışması, tam bu noktada devreye giriyor. Bir ekranda bir el parmaklarının arasında kalem çevirmeye çalışırken, diğer ekranda bir başka el bir düğümü devam ettiriyor ya da çözmeye çalışıyor. Bu soyut anlatım, çok katmanlı bir mesaj veriyor. Dilsizlik problemlerinden, sanatsal üretinin nihai çözüme ulaştıramamasına kadar pek çok örtük mesaj, bir arada okunabiliyor. Ama en önemlisi, edebiyat ya da sanat, aslında aynı merkez etrafında dönüp durduğumuz, bu iki video tarafından özetleniyor. Bu özet, kurguya, metinselliğe, sözcüklere dair bu kadar çok bilgi içeren sergiyi yorucu olmaktan kurtarıyor. Tıpkı parmakların arasından düşüp duran kalem gibi, belleğe düşüp çarpıp yaşamaya devam edebileceğimizi bir sergi üzerinden hissedebilmek, içimizi temizliyor. Çünkü sonunda sergi mekanına dağılan bir öykünün yankısından başka, hikayeden başka her şey unutuluyor. İşte bellek! İçten iki söze, bir kucak gibi açılıyor. MS Galeri Non Bitiş tarihi: 2 Kasım (0212) 249 87 74

85

Sanatçı, “Görünürdeki Yazar”da önce kitapları kendi sanatının, disiplininin sahası haline getiriyor; sonra o kitapları binlerce mikroskobun altında açıp didikliyor, kazıyor, her kazıda sözcüğe, imgeye yaklaşmak istiyor, sözcük beraberinde kurguyu getiriyor.

Sergideki iki video çalışması, serginin tamamlayıcıları niteliğinde. Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

Lale Tara’nın hayal görüntüsü YASEMİN BAY yasemin.bay@milliyet.com.tr

Günümüz fotoğrafının önemli isimlerinden biri olan Lale Tara, yeni fotoğraf serisi “İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar”da bastırılmış olanı açığa çıkarmayı hedefliyor.

LALE TARA yeni fotoğraf serisi “İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar”da yine kameranın karşısına geçiyor. Ama aslında varlık olarak kendisi değil, fotoğraf makinesinin önündeki. Tara’nın ona benzer ‘hayal görüntüsü’, bu fotoğraflarda gördüğümüz kadın. Sanatçı, daha önceki sergilerinden de aşina olduğumuz, ona benzeyen kadın kahramanını yani Tara’nın deyişiyle replikasını bu kez 12 ayrı hikayede dolaştırıyor. Macaristan’da atıl, terk edilmiş mekanlarda gerçekleştirdiği fotoğraf çekimlerinde ortaya çıkan karelerde bastırılmış, ötelenmiş duyguları gösteriyor. Kah şehvet, kah hayal kırıklığı, kah öfkeyle ya da kıskançlıkla yüzleşiyoruz. Tara’nın fotoğrafları, Jung’un bastırılan ve bilinçdışına itilenlerin yok olmadığını, tam tersine insan ruhunun gölge olarak bilinen kısmında gizli durduğunu ifade eden öğretisiyle örtüşüyor. Lale Tara ile gölgedekileri konuştuk...

● Serginizin başlığı dikkatimi çekti: “İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar”. Bu başlığın özü psikiyatrist C. J. Jung’un “Herkes bir gölge taşır ve bu gölge kişinin bilinç düzeyinde ne kadar az yer bulursa o kadar karanlık ve yoğun olur” sözleriyle betimlediği gölge öğretisinde yatıyor. Jung bu öğreti için “... Gölge kapısından içeri bir adım atarsak görünmeyen etkenlerin nesnesi olduğumuzu, korku içinde fark ederiz. Bunun ne kadar rahatsız edici olduğunu kesin bir şekilde bilmek için, kendi yetersizliğimizi keşfetmekten daha aydınlatıcı bir şey olamaz,” der. Kendi gölgemizi fark etmek için, belki de önce başka gölgeleri deneyimlememiz gerek. “İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar” serisi özünde bastırılmış olanın geri dönüşünü, yasaklanmış arzuların, sosyal tabu haline gelmiş içgüdüleri, dürtüleri işaret eden ve 12 farklı kurgudan oluşan görsel bir anlatı. Strauss’un “Gölgesi Olmayan Kadın” operası seriyi yapmamı tetikleyen bir başka neden. Librettosu H.V. Hoffmannstahl’e ait eser, bir masal diyarı ve masal zamanında

“Detroit’te bir proje gerçekleştirmek istiyorum” Çekimlerinizi Macaristan’da terk edilmiş, atıl alanlarda gerçekleştirdiniz. Duygu alanına dönüşebilen her türlü mekanda çekimler yapıyorum. “İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar” serisinin mekanlarına Budapeşte ve civarında ulaşabildiğim için çekimler orada gerçekleşti. Terk edilmiş mekanlar kendi başına bırakılmış bir diğer anlamda kendi gölgeleriyle baş başa kalmış alanlar. Elbette çeşitli ülkelerde başıboş

Milliyet SANAT Ekim 2013

86

bırakılmış mekanların hikayeleri, dönüşüm süreçleri, şimdiki halleri çok etkileyici. Mesela ABD’nin Detroit şehrinde 1998-2002 yılları arasında belli aralıklarla yaşadım. Bugünkü Detroit iflasını ilan etti. Bir sürü mekan kaderine terk edilmiş halde geleceğini bekliyor. Şehrin bu hali farklı sanatçılar tarafından fotoğraf, video, film ile belgelendi. Herkesin anlatısı farklı. Detroit’i ben mutlaka yeniden programıma alıp orada bir proje gerçekleştirmek istiyorum.


Sanatçının “Card Prayers” adlı işi.

“İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar’daki replikalar, yıkıcı karakterlere bürünüp, korku, acı, şehvet, hayal kırıklığı, öfke, tutku, kıskançlık üzerinden gölge yansımasının bir ürünü olma işlevini görüyor. Hepimiz bu insani deneyimleri yaşamıyor muyuz?”

geçiyor. Ruhlar diyarının kızı evlenip imparatoriçe olduktan sonra hayvana dönüşme yetisini kaybediyor, gölgesi olmadığı için insan da sayılmıyor. Belirlenen süre dolmadan bir gölgesi olmazsa taşa dönüşecek. İmparatoriçe gölge kazanabilsin diye olaylar birbirini kovalıyor... ● Jung size nasıl bir yol gösterdi, bu serinizi nasıl biçimlendirdi, etkiledi? “İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar”daki replikalar, yıkıcı karakterlere bürünüp, korku, acı, şehvet, hayal kırıklığı, öfke, tutku, kıskançlık üzerinden gölge yansımasının bir ürünü olma işlevini görüyor. Hepimiz bu insani deneyimleri yaşamıyor muyuz? Seriyi çekip bitirdiğimde ortaya çıkan görselliğin sözel karşılığını Jung’un

‘gölge’ tanımında buldum. ● Fotoğraflarınızda gördüğümüz ve size benzeyen replika için ‘doppelganger’ tanımını kullanıyorsunuz. Nedir doppelganger? Bu, Alman kültüründe ezelden beri var olan bir inanış. Doppelganger, insanların sadece kendilerine görünen, birebir aynı fiziksel özelliklere sahip olmakla birlikte, ruhen farklı oldukları var sayılan eşlerini anlatmak için kullanılan bir sözcük. Bu varlık, bir sürü dilde yine doppelganger olarak geçiyor. Belki dilimize ‘çiftyürür’ diye birebir çevirebiliriz. Aslının benzeri bir görüntü ve hatta benzeri bir ses ile algımızı etkileyerek, hayal gücümüzü tetiklediği söylenir. ● Fotoğraflarınızdaki bu replika, aslen seks amaçlı kullanılmış bir şişme bebek. Fakat siz onun şişme bebek olarak tanımlanmasından ve basında da böyle yer almasından dolayı rahatsızsınız. Bu konuda bir hassasiyetiniz söz konusu. Kameranın önüne kendi benliğimi temsilen yerleştirdiğim nesneleri, kurgularımın kahramanlarını teknolojik kökenli insansı replikalar olarak tanımlıyorum. Evet bu replika, Realdoll firmasının ürettiği sexdoll. El yapımı bebekler ve bir tanesinin üretimi 8 hafta kadar sürüyor. Ama ben projelerimle onlara esas işlevlerinin dışında anlamlar yüklüyorum. Benim kılığıma girip kameranın karşısına geçiyorlar. Onlara iade-i itibar kazandırdığımı düşünüyorum. Bunu böyle okumak lazım. ● Bir karşılaştırma yapmanız gerekirse bu serinizin diğer serilerinizle benzer ve ayrılan yönleri nelerdir? Her bir serimde farklı bir görsel hikaye anlatıyor olsam da özünde sessiz nesnelerle iletişim kurma, ikilik gibi kavramları paylaşıyorum. Diğer serilerimden farklı olarak “İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar”a canlı ve cansız erkek figürler de katıldı. Replikalar bu seride de gene doppelganger, yani benim bana benzer hayal görüntüm olma işlevini sürdürüyor. “İnsan Kendi Gölgesinde Yaşar”da her bir kareyi bir romanın, bir filmin tek karesi gibi düşündüğüm için kurgu ve detay önem kazandı. Seriyi 80 megapiksel dijital kamerayla çekmeyi tercih ettim. Çalışmalarım sahnelenmiş, kurgulanmış fotoğraf kategorisine giriyor. Ayrıca çalışmalarım, iki disiplinin, yani yerleştirme fotoğrafı (bir nesne çalıştığım için) ve performans fotoğrafının (kameranın önündeki nesneyi kendi replikam olarak sunduğum için) flu sınırları içinde dolaşıyor. MS Galeri x-ist / Bitiş tarihi: 19 Ekim (0212) 291 77 84

Lale Tara’nın 2012 tarihli “Everyone Carries a Shadow”isimli fotoğrafı.

87

Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

Olga Kisseleva’nın Şekerbank Açıkekran’da yer alan “İki Duvar Arasında Dans”ı.

Yaşamın gerçekliği, sanatçının kırılganlığı Sanatçının 2011 tarihli “DHL” adlı işi.

M. KEMAL İZ olusmsuz@gmail.com

YAPMAK İSTEDİĞİNİZ işi mi; yoksa yapmak zorunda olduğunuz işi mi yapıyorsunuz? Tamamen başka şeyler yapmayı isterken, sırf geçiminizi sağlamak için hiç istemediğiniz, fakat zorunda kaldığınız işler yaptınız mı? Bu sorulara yanıtınız evetse ve yapmak istedikleriniz ile yapmak zorunda kaldıklarınız arasında kalmanın yarattığı kırılmayı ya da bir seçim yapmanın güvensizliğini ve sonuçta tüm bunların eğretiliğini deneyimliyorsanız, Olga Kisseleva’nın 2 Kasım’a kadar Şekerbank Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde sergilenecek “Sanatçının Prekerliği” video yerleştirmelerini mutlaka görmelisiniz. Ali Akay’ın küratörlüğünde gerçekleştirilen sergide, Rus sanatçı Olga Kisseleva’nın “Çifte Yaşam / Double Life” adlı dizisine ait Milliyet SANAT Ekim 2013

Rus sanatçı Olga Kisseleva’nın “Çifte Yaşam / Double Life” adlı dizisine ait dört adet ikili video yerleştirmesinin yer aldığı “Sanatçının Prekerliği” adlı sergide, geçimlerini sağlamak için kasiyer, asistan, ‘satıcı’ olarak çalışmak zorunda kalan sanatçıların yaşadığı deneyimlere şahit oluyoruz. dört adet ikili video yerleştirmesi yer alıyor. 13. İstanbul Bienali’ne paralel etkinliklerden biri olan sergiye ilişkin ayrıntılara geçmeden önce serginin başlığına kısaca değinmekte yarar var.

ÇALIŞAN DENEYİMLERİ Kırılganlık, güvencesizlik, istikrarsızlık, belirsizlik ve eğretilik gibi farklı anlamlara karşılık gelmesi bakımından İngilizcedeki ‘precarity’ sözcüğünü tek bir sözcükle Türkçeye çevirmek kolay değil. Dolayısıyla söz konusu sözcük, yukarıdaki anlamlardan birine ya da birkaçına karşılık gelecek şekilde ‘prekerlik’ ya da ‘prekarlık’ sözcükleriyle karşılanıyor. Prekerlik kavramını daha derinlemesine incelediğimizde, Fordist üretim anlayışından post-Fordist üretim anlayışına geçiş ve neoliberal siya-

88

setin hızla yayılan egemenliği sonucunda ortaya çıkan esnek çalışma koşulları, geçici ve düşük ücretli işlerde çalışma zorunluğu, emeklilik ve sosyal güvenceden yeterince pay alamama gibi durumlar karşısında çalışanların deneyimlediklerine karşılık geldiğini görüyoruz: Kendinize ilişkin denetimin ve son kararın, aslında size ait olmadığı bir durumda yaşadığınız güvencesizlik ya da belirsizlik deneyimi. Söz konusu olan sanatçının prekerliği olduğunda da durum pek fazla değişmiyor ve sanatçı olarak geçimlerini sağlayamayan kişilerin, geçimlerini sağlamak için yapmak zorunda oldukları geçici işler sonucunda benzer bir belirsizlik, güvencesizlik ve kırılganlık durumuyla karşı karşıya kaldıklarını görüyoruz. O zaman, neden “Sanatçının Prekerliği”?


Yerleştirmedeki ekranlardan birinde, sanatçının, yaşamını idame ettirebilmek için yapmak zorunda olduğu işteki görüntüler yer alırken; diğer ekranda, sanatçının yapmak istediği ya da yaptığı sanat pratiğine ilişkin görüntüler paylaşılıyor.

Sanatçının 2008 tarihli “En Önemsiz Sözcük ‘Ben’” adlı işi (üstte). Kisseleva’nın Florent di Bartolo’yla yaptığı video “Satılık Hayat” (altta).

Serginin küratörlüğünü Ali Akay üstleniyor.

Olga Kisseleva

FİŞLERDEN OLUŞAN ESER Olga Kisseleva’nın ŞekerbankAçıkekran’da sergilenen video yerleştirmelerinde, geçimlerini sağlamak için markette kasiyer, üniversitede asistan, sanat galerisinde ‘satıcı’ ve depoda manevracı olarak çalışmak zorunda kalan sanatçıların yaşadığı preker (eğreti) deneyimler ve bunların sanatsal pratiklerine yansımaları yer alıyor. Her bir sanatçının hikayesinin ikili bir ekran düzeneğinde gösterildiği yerleştirmedeki ekranlardan birinde, sanatçının, yaşamını idame ettirebilmek için yapmak zorunda olduğu işteki görüntüler yer alırken; diğer ekranda, sanatçının yapmak istediği ya da yaptığı sanat pratiğine ilişkin görüntüler paylaşılıyor. Sanatçının, zorunda olduğu ve arzu ettikleri karşısında yaşadığı bölünmüşlük, kırılganlık ve eğretilik, iki ayrı ekrandan yansıtılan görüntülerle izleyiciye aktarılıyor. 2007 tarihli “Satılık Hayat” başlıklı videoya konu edilen Florent di Bartolo, Sorbonne Üniversitesi Dijital Medya Bölümü’nde bir yüksek lisans öğrencisi. Bir ay boyunca şehrin en işlek marketlerinden birinde günde sekiz saat kasiyerlik yapmak zorunda kalan Florent, çok geçmeden kendini, müşterilerin karşısınday-

ken bir kurban gibi, kasanın başındayken ise tamamen yabancılaşmış hissetmeye başlıyor. Yaşadığı ve yaşamını kesintiye uğratan bu deneyime bir anlam verebilmek için müşterilerin unuttuğu ve kendisinin neden topladığını bilmediği fişlerden yola çıkarak bir video işi hazırlıyor. Benzer hikayesine DHL (2011) başlıklı videoda tanık olduğumuz Victor Daamouche de geçimini sağlamak için bir deponun paketleme bölümünde manevracı olarak çalışıyor. Dijon Güzel Sanatlar Okulu’nda ikinci sınıf öğrencisi olan ve performanslar yapan Victor’un esin kaynağını, gününün büyük bir bölümünü işgal eden koliler, kolilerin dizildiği iskeleler ve depodaki devinimin oluşturduğunu görüyoruz.

KİŞİSEL DÜNYA Diğer yandan, “En Önemsiz Sözcük ‘Ben” (2008) başlıklı videonun kahramanı çağdaş dansçı Lekha Edirisingh, Açık Üniversite’de anket yaparak ve veri toplayarak yürüttüğü asistanlık ile bir dansçı olarak ürettiği işler arasında hiçbir ilişki olmadığından yakınıyor. 2011 tarihli “İki Duvar Arasında Dans”ın kahramanı Masha Buryak’ın söz-

89

leriyse tüm meseleyi toparlayıp, noktayı koyar nitelikte. Dijon Sanat Akademisi’nde öğrenci olan ve sanatına devam edebilmek için bir sanat galerisinde çalışan Buryak, bir sanatçının, gerçek dünya ve kişisel dünya olmak üzere her biri kendi kurallarına sahip iki dünyası olduğunu öne sürüyor ve soruyor: Her ne kadar tercih edilebilir bir durum olsa da bir sanatçının “normal” bir işe sahip olması bu kadar gerekli mi? Sorunun yanıtı ne olursa olsun, Olga Kisseleva’nın, 2 Kasım’a kadar Şekerbank Açıkekran Yeni Medya Sanatları Galerisi’nde izlenebilecek olan video yerleştirmeleri, sanatçının, gerçek dünya ve kişisel dünyası arasında nasıl bir parçalanmaya uğradığını gözler önüne seriyor. Sanatçılardan bazıları bu deneyimi sanatına yansıtmayı seçerken; bazıları da sanatını bu deneyimle bir tür baş etme yöntemi olarak kullanıyor. “Sanatçının Prekerliği”, dört genç sanatçının, yaşam karşısındaki kırılganlıklarına ve güvencesizliklerine rağmen sanatçı olmakta nasıl direndiklerini görmek için gününüzün yalnızca yirmi dakikasını mutlaka ayırmanız gereken bir sergi. MS Şekerbank Açıkekran / Bitiş tarihi: 2 Kasım / (0212) 230 74 92 Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

Doğu’ya seyahatin ilk durağı Kont Choiseul Gouffer’nin “Türk Kostümleri” albümünden “Tercüman”.

Arkas Sanat Merkezi’nde açılan “18. ve 19. YY.’da İzmir” sergisi, Batılı gezginlerin gözünden dönemi, zengin veriler eşliğinde anlatıyor. ÖZGÜL KILINÇARSLAN ozgulkilincarslan@gmail.com

KENT üzerine sayısız spekülasyonun yapılabileceği bir konu. Gidip gördüğümüz sokaklarında dolaştığımız, içinde uyuduğumuz ya da sadece içinden geçtiğimiz bir yer olan kent kavramsal düzlemde pek çok düşüncenin yoğunlaşabildiği bir fenomen. Antik ya da modern tüm görüntüleriyle kent imgesi, varoluşumuzun, insan doğamızın, içlenerek dışlandığı bir olgu. İzmir gibi bazı kentler ise hem antik hem de modern kent anlayışının ortaya çıktığı daha karmaşık kent imgelerine sahip yerler. İzmir ve çevresinin antik döneme ait tarihi, birçoklarımızca, modern tarihinden daha çok bilinir. Oysa İzmir, Aydınlanma Çağı’nda birçok Batılı gezginin uğrak yeri olmuştur. 18. ve 19. YY.’a gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli ticaret kenti durumuna gelen İzmir, birçok Batılı aydın için ‘Doğu’ya seyahat’in ilk durağıdır.

ÇOK KÜLTÜRLÜ YAPI

Jean Baptise Van Mour’un “Sadrazam İbrahim Paşa Tarafından Verilen Akşam Yemeği” isimli eseri.

17. YY.’da Osmanlı İmparatorluğu’nun yabancılara tanıdığı ticaret ve gümrük kolaylıkları 18. YY.’da daha da genişletilmiş ve süreklilik kazanmıştır. Bir liman kenti olan İzmir, 19. YY.’ın ortasında on yedi ülkenin diplomatik misyonuna ev sahipliği yapmıştır. Bu nedenle kent, kapitülasyonların şehirde yerleşmelerine olanak tanıdığı Avrupalılarla birlikte İzmir’in eski sakinleri olan Müslüman, Yahudi, Rum ve Ermeni halkın

çeşitli şekillerde kaynaştığı, çok kültürlü bir yapıya sahip olmuştur. O dönemde, Batı’nın Doğu’ya açılan ilk durağı olan İzmir, kozmopolit yapısıyla hem Doğulu hem de Batılı hayat tarzlarının kesiştiği bir yerdir. Bundan dolayı, kente gelen birçok Batılı, kenti farklı şekillerde anlatır. Fransız siyaset adamı ve şair Alphonse de Lamartine’e göre Avrupai bir kent olan İzmir, onun-

Milliyet SANAT Ekim 2013

90

la yaklaşık aynı dönemde kenti ziyaret eden Gauttier d’Arc’a göre, Antoine Galland’ın ilk defa Batı diline çevirdiği “Binbir Gece Masalları”ndaki gibi hayal dünyasını, şatafatı ve zenginliği gösteren bir Asya kentidir. Bugünden baktığımızda, kentin tasvirindeki bu birbirinden farklı bakış açıları, Levanten ve Osmanlı geçmişleri üzerine tek bir bellek anlatısının değil, parçalı pek çok


Krop’un “İzmir’den Görünüm” isimli eseri de sergide yer alıyor.

imgenin bir araya geldiği kolektif bir belleğin ürünü olarak karşımıza çıkıyor. 25 Eylül’de Arkas Sanat Merkezi’nde açılan “18 ve 19. Yüzyıllarda İzmir: Batılı Bakışlar” isimli sergi, bu birbirinden farklı bellekleri, anlatıları takip etmemizi olanaklı kılıyor. Batılı gezginlerin gözünden dönemi anlatan sergi, iki yıllık yoğun bir araştırmanın sonucun da ortaya çıkması ve önemli müze koleksiyonlarının parçalarını bir araya getirmesi itibariyle döneme dair zengin veriler sunuyor.

BATILI GEZGİNİN GÖZÜNDEN İzleyiciye Batılı bir gezginin deneyimini yaşatmayı hedefleyen sergide, bugüne kadar Türkiye’de görmediğimiz birçok resim, fotoğraf, belge sunuluyor. Sergide, Lucien Arkas Koleksiyonu’nda yer alan eserlerin yanı sıra Türkiye, Fransa, İngiltere, Belçika, Hollanda ve İsviçre’deki müze, kütüphane ve özel koleksiyonlardan yaklaşık üç yüz eser bir araya getirilmiş. Aralarında Louvre, British Museum, Rijksmuseum Amsterdam, Greenwich The National Maritime Museum, Bibliotheque nationale de France’in de bulunduğu pek çok önemli kurum sergi için kendi koleksiyon ve arşivlerini paylaşmışlar. Serginin düzenlenme biçimi, yolculuk metaforu ve gezgin imgesi ile bütünleşiyor. İzleyicinin Batılı gezginlerin bakışını deneyimlemesi için bu yolculukların rotasını takip eden bir sergileme kurgusu kullanılmış. Girişte, Doğu’ya giden yolcuların Avrupa’dan önemli çıkış noktalarından biri olan Marsilya limanından başlayan bir yolculuğa

dahil oluyorsunuz. İlk katta yer alan haritalar ve resimler sizi gezginlerin yolculuğuna davet ediyor. Buradan ikinci kata çıktığınızda, mikro tarih anlatıları ile karşılaşıyorsunuz. Seyyahların portreleri, dönemin gündelik yaşantısına ve ticari ortamına ait belgeler, İzmir gravürleri, amatör fotoğrafçıların çektiği Kordon boyu görüntüleri yolculuğunuzda size eşlik eden diğer parçalar. Musevi, Rum, Levanten halkın yaşayışına dair bilgi ve belgeler, döneme ait mektuplar ve nesneler, yolculuğu daha canlı kılıyor. Antoine Galland, Paul Lucas, Joseph Pitton de Tournefort, Chateaubriand, Baron de Tott, Ferdinand Maximilian, Richard Pococke, Richard Chandler, Auby de La Mottraye, Lord Sandwich, Chateaubriand, Choiseul-Gouffier, Lord Byron ve Mark Twain’in de aralarında olduğu İzmir’e gelmiş kişilerin kente dair izlenimlerinin yer aldığı eserlerinden örnekler de İzmir’in Batılı entelektüeller üzerindeki etkilerini görebiliyorsunuz.

CASUSLARIN İZMİR’İ Sadece yazar, ressam, entelektüel ve siyaset adamlarının izlenimleriyle değil; tüccarların, denizcilerin, doğa bilimcilerinin, askerlerin ve casusların İzmir’iyle de karşılaşıyorsunuz. Bu nedenle sergi, kenti bir bağlam olmanın ötesine taşıyarak hem gezginlerin hem de sizin gözünüzden, kişisel deneyimlerin uzamsal bir karşılığına dönüştürüyor. Bazen bu kadar geniş kapsamlı sergiyle karşılaştığımızda ve onun deneyimine katıl-

91

Serginin düzenlenme biçimi, yolculuk metaforu ve gezgin imgesi ile bütünleşiyor. İzleyicinin Batılı gezginlerin bakışını deneyimlemesi için bu yolculukların rotasını takip eden bir sergileme kurgusu kullanılmış. dığımızda onunla daha fazla zaman geçirmek isteriz. Ama her sergi, tıpkı sanat yapıtı gibi kapsayıcı olduğu kadar dışlayıcı da olmak zorundadır. Sanat yapıtı gibi sergiler de belirli seçimlerle oluşturulur. Zaten bu nedenle kendilerine has bir cazibeleri vardır. Söz konusu tarihsel sergiler olduğunda, izleyicilerin beklentileri biraz daha yükselir. Hem cazibeye kapılmayı hem de (hep daha çok) bilgilenmeyi beklerler. Oysa sergi tıpkı sanat yapıtı gibi bütün bilgilerini açık etmez, yeni üretimleri tetikleyecek bir atmosfer yaratır. Bu sergi, hem birçok sanatçının ve araştırmacının yeni üretimlerine esin kaynağı olacak hem de içinde yaşadığımız ya da içinden geçip gittiğimiz kentin dokusunu daha iyi duyumsamamızı sağlayacak bir atmosfer taşıyor. MS Arkas Sanat Merkezi / Bitiş tarihi: 29 Aralık 2013 / (0232) 464 60 06 Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR

Ankara’da

Fulgencio Nahum Bernabe Zenil’in “Time to Cry” adlı çalışması (üstte).

Meksika yolculuğu CerModern Müzesi, “Visions of Mexican ArtGelenekten Modernizme Meksika Sanatı” sergisiyle Meksika sanatını geniş kapsamlı bir şekilde Ankaralı sanatseverlerle buluşturuyor.

SİMAY ÖZTÜRK simayozturk91@gmail.com

Francisco Javier de la Graza’nın sergideki eseri: “Blood Sausage” (üstte). Raul Anguiano’nun “Öpücük”ü (altta).

“VISIONS of Mexican Art, Gelenekten Modernizme Meksika Sanatı” sergisi, 20 ve 21. YY.’ın tanınmış Meksikalı sanatçılarının eserlerini kapsayan 54 eserden oluşuyor. Son 70 yılda Meksika’da sanat üretiminin en önemli beş hareketini içeren (“Meksika Resim ve Heykel Okulu”; “Kırılma”; “Büyülü Gerçekçilik”; “Yeni Meksikanizm” ve “Post Modernizm”), aynı zamanda Meksika’nın sosyal ve politik tarihine göndermelerde bulunan resim, heykel ve fotoğraflardan oluşan sergi aralarında Diego Rivera, Rufino Tamayo, Jorge Marin’in bulunduğu ve ülkemizde de tanınan sanatçıların eserlerine yer veriyor. Meksika’nın son 30 yılını vurgulamak adına Meksika Maliye ve Kamu Kredi Bakanlığı’na (SHPC) ait Payment-in-kind ve Heritage Archive (Miras Arşivi) koleksiyonlarından derlenen “Visions of Mexican Milliyet SANAT Ekim 2013

92

Art - Gelenekten Modernizme Meksika Sanatı” sergisi, bu sanat hareketlerinin Latin Amerika genelinde görsel sanatların gelişmesi için bir odak noktası olarak görülmesini sağlayan çeşitli disiplinler, jenerasyonlar, milletler ve dilleri içermesi açısından önemli olarak kabul ediliyor.

RESİM VE HEYKEL OKULU Meksika sanat üretiminin en önemli beş hareketinden biri olan Meksika Resim ve Heykel Okulu, serginin önemli bir bölümünü oluşturuyor. 1910 yılı Meksika Devrimi olarak bilinen silahlı direniş sonrası, ülkede uzlaşma ve yeniden yapılanma başlar. İşin yönetimi, Eğitim Sekreteri tarafından 1920 yılında atanan Başkan’ın seçtiği Alvaro Obregon eliyle Jose Vasconcelos’a verilir. Vasconcelos, tanınan ve saygı duyulan bir entelektüel olarak, çoğunun okur yazar


Francisco Zuniga’nın “Yürüyen Kadınlar”ı.

olmadığı insanları nasıl eğiteceği problemi ile karşı karşıyadır. Cevap görsel sanatlarda bulunmuştur. Çünkü görsel sanatlar, birçok özelliği bakımından ulusal kimliği koruyan ve devrim doktrinini tasvip eden ideal bir yoldur. Böylece, halihazırda mevcut olan demode akademi prensiplerine aykırı gelişen ilk Latin Amerika sanat hareketi Muralizm ya da bir diğer adıyla Meksika Resim ve Heykel Okulu doğar. 1920 yılından 1970 yılına kadar yarım yüzyıl süren bu akım sanat ve kültürü, kamu binaları duvarlarındaki çalışmalar aracılığı ile devrimci hükümetin hizmetine sunma karşısında bir tepki olur. Bu çalışmalar devrimci idealleri ifade eder, köylü ve işçileri kullananları belirler ve ilan eder. Sergide yer alan, Francisco Zuniga’nın “Yürüyen Kadınlar” isimli eseri de, Akademik dayatmaların aksine sanatla ulusal kimliğin aşılanmasını amaçlayan Meksika Resim ve Heykel Okulu oluşumu düşüncesinde ortaya çıkan bir yapıt olarak kabul ediliyor.

FRIDA YOK DIEGO VAR Meksikalı sanatçıların yapıtlarındaki ortak eğilimlerin göze çarptığı sergide izleyicinin karşısına çıkan ilk tablo Raul Anguiano’nun “Öpücük” adlı eseri. Tabloda, Meksika geleneğinden bir parça karşılaşmak mümkün: Maske sanatı. İspanyolların fethinden binlerce yıl önce dini ritüeller sırasında giyilen masklar, Meksika kültürünün önemli bir parçası olarak kabul ediliyor. Sergide, büyülü gerçekçilik akımının temsilcilerinden Francisco Toledo “Uykusuzun Defteri” adlı karışık teknikli eseriyle karşımıza çıkıyor. Ayrıca milliyetçilik unsurlarıyla bezenmiş eserlerin imgeleri, Meksika’nın yaşadığı devrim sonucu neye sahip çıkmak istediğini de açıkça gösteriyor. Sergide görülen ve milliyetçiliğin hissedildiği, Alberto Gironella’nın “Zapata’ya Saygı” isimli baskı resminde, ortada Meksika’nın devrim

Greciela Iturbide’in "Senora de Las Iguanas"ı.

Sergide görülen ve milletçiliğin hissedildiği, Alberto Gironella’nın “Zapata’ya Saygı” isimli baskı resiminde, ortada Meksika’nın özgürlük ordusunu kuran Emiliano Zapata yer alıyor. simgesi haline gelmiş özgürlük ordusunu kuran Emiliano Zapata yer alıyor. Çevresine konuşlandırılmış bira kapakları ve Hollanda peyniri kutuları gibi öğeler ise Meksika kültürüne ait olmayanları ve Meksika’ya ait olanlara saldırmaya çalışanları temsil ediyor. Büyülü gerçekçilik akımının temsilcilerinden Betsabee Romero, ilginç bir çalışmasıyla sergiye katılıyor. Eserin adı “El Dorado Yolunda”. Eser, altın kaplama bir araba tekerleğini konu alıyor. İspanyolcada ‘altın kaplı, altından’ anlamına gelen El Dorado, İspanyol kökenli bir efsane. Bu efsaneye göre El Dorado içinde altından bir kralın yaşadığı imparatorluktur. Bu efsanenin hikayesi Juan Rodriguez Freyle’nin 1636 tarihli “El Carnero” kitabında yer alır. ‘Vaat edilmiş, altınla kaplı ülke’dir aynı zamanda El Dorado. Büyülü gerçeklik eğiliminin öne çıkarıldığı bu eserde, hayali imparatorluğa gidecek yol altın tekerli bir arabayla kat edilir. Sergideki çoğu yapıtta, sanatçıların kişisel imgeleri de yer alıyor... Meksika sanatı deyince belki de akla ilk gelen isim olan Frida Kahlo sergide olmasa da, eşi Diego Rivera bir

93

eseriyle karşımıza çıkıyor. Riviera’nın “Kar Toplama” isimli eseri, Meksika kültüründen hiçbir parça barındırmıyor. Hatta, sadece sanatçının özel hayatının getirdikleriyle bütünleşmiş bir konuyu içeriyor. Kanser teşhisi konması üzerine Sovyetler Birliği’ne tedavi olmaya giden Rivera kaldığı yerin camından gördüğü bir görüntüyü aktarır tuvaline. Meksika’nın sıcak ve renkli görüntüsünün tam aksine tuvalde Bratislava’nın donuk renkli ve soğuk sokaklarında kar küreyen insanları tasvir eder sanatçı. Bu noktada Meksika’nın değil, sanatçının ‘coğrafyası’dır izleyicinin yüzleştiği. Sonuç olarak, “Visions of Mexican Art, Gelenekten Modernizme Meksika Sanatı Sergisi”; ana hatlarını kültürüyle bezemiş Meksika sanatını dini, politik ve insani yönden panoramik olarak izleyiciye aktarıyor. İlk tablodan itibaren Meksika’yı bir film izler gibi deneyimleyebileceğiniz bu serginin küratörlüğünü ise Rafael Alfonso Perez y Perez ve Julieta Ruiz Montes üstleniyor. MS CerModern Müzesi Bitiş tarihi: 15 Kasım (0312) 310 00 00 Milliyet SANAT Ekim 2013


ZAMANSIZ PERTAVSIZ ÖMER FARUK ŞERİFOĞLU

ofserifoglu@gmail.com

Takının tarihi, günümüzden 30 bin yıl önceye, Üst Paleolitik Çağ’a kadar uzanır. Ancak kaynaklardan, gerçek anlamıyla kuyumculuğun, Mezopotamya’da, Mısır’da ve Anadolu’da 5 bin yıl öncesine kadar izlerini sürmek mümkün...

Altının sanatla yoğrulması KUYUMCULUK, altın başta olmak üzere değerli metal ve taşların işlenerek takı eserlere dönüştürülmesi şeklinde özetlenebilir. Değerli madenler ve taşlar, insanlık tarihi boyunca kimi zaman güzellik, kimi zaman zenginliğin ve asaletin simgesi olarak işlenmiş ve kullanılmıştır. İnsanların kendilerini daha iyi hissetmelerini sağlamak amacıyla ürünler tasarlamak, üretmek ve onların beğenilerine sunmak kuyumculuğun çalışma alanlarıdır. Antik dönemlere ait takıların bugün bile insanı şaşırtan karmaşık kompozisyonları, ayrıntılı ve özenli işçilikleri, bunların hangi aletlerle, hangi teknik bilgiyle yapıldığını düşündürür. İnsanın yaratıcı gücüne işaret eden bu süreç, çevresindeki malzemeyi biçimlendirme savaşının da bir tarihçesi aynı zamanda. Günümüzde kuyumculuk, gelişmiş teknolojiyi kullanan, insanlığın eski çağlardan bugüne taşıdığı birikim ve estetik değerlerden beslenen bir meslek olarak sürdürülür. Takının tarihi, günümüzden 30 bin yıl önceye, Üst Paleolitik Çağ’a kadar uzanır. Ancak kaynaklardan, gerçek anlamıyla kuyumculuğun, Mezopotamya’da, Mısır’da ve

Milliyet SANAT Ekim 2013

Anadolu’da 5 bin yıl öncesine kadar izlerini sürmek mümkün...

ANADOLU’DAKİ KUYUMCULUK Eski çağlarda altın, çeşitli aletlerle oyularak veya işlenerek biçimlendiği gibi varak kaplama tekniği ile de eşyaların süslenmesinde kullanılmaktaydı. Bu takılar ve eşyalardan bir kısmı günümüze kadar geldi. Her dönem ve kültürde farklılıklar gösteren takılardaki ince işçilik, o dönem veya kültürde

94

Puşkin Müzesi’nde yer alan Priamos Hazineleri’nden bir altın işleme...

hangi tekniklerin ve yöntemlerin bilindiği ve uygulandığını gösterir. Eski çağlardan beri bilinen varaklama tekniği ustalar tarafından uygulanıyordu. Altın plakalar zar gibi inceltilerek çeşitli malzemeler varakla kaplanıyordu. Bu yöntemin eski çağlarda Mısırlılar, Çinliler ve Yunanlılar tarafından uygulandığı bilinir. Altın mücevher, çağlar boyunca Anadolu insanının hem güvencesi hem de kültürel izlerini taşıyan bir değer olagelmiştir. Uşak’ta bulunan Lydia Hazinesi ya da daha bilinen adıyla Karun Hazinesi, bize Anadolu’daki kuyumculukla ilgili çeşitli bilgiler verir. Altın ve elektron takılar ile gümüşten yapılıp bazıları altın kakmalarla süslenen gümüş kaplardan oluşmuş büyük bir buluntu gurubu, MÖ 6. YY. sonlarında Anadolu’da kuyumculuk sanatının zirveye ulaştığını gösterir. Bu hazine ile birlikte halen kuyumculukta kullanılan üfleme boruları ve kalıplar bulunmuştur. Altın takı ve heykel yapımında kullanılan bronz üfleme borula-


rı ve kalıplar kuyumculukta kullanılan aletler, o dönemlerde bu tekniğin bilindiğini kanıtlar. Yine 1935 -36 yıllarında Alacahöyük’te yapılan kazılarda gün ışığına çıkartılan ve M.Ö. 3 bin yılın ortalarına kadar uzanan kral mezarlarının olağanüstü zenginlikteki hediyeleri arasında yer alan altın takı ve statü eşyaları ile Horoztepe ve Mahmatlar’dan çıkartılmış olan aynı döneme ait altın ve gümüş buluntular, Erken Bronz Çağı’nda Orta Anadolu’nun kuzeyinde gelişmiş bir kuyumculuk sanatının varlığına işaret eder.

URARTULAR’DAN GÜNÜMÜZE Çanakkale Boğazı’na hakim bir noktada kurulan efsaneler kenti Troya Höyüğü’nün II. G tabakasının şiddetli bir yangınla yıkıldığı bilinir. Saray enkazının altından çıkartılan define, büyük bir servet birikiminin işareti ve apayrı bir kuyumculuk tarzının ürünleridir. 1875’te Schliemann tarafından Troya’dan önce Yunanistan, sonra Almanya’ya kaçırılan ve halen Puşkin Müzesi’nde saklanan Priamos Hazinesi, çağdaş mücevher tasarımcılarını hâlâ kıskandıran bir etkiye sahiptir. Maden işleme sanatının büyük ustaları olan Urartular’dan günümüze çok sayıda altın, gümüş ve bronz takı ulaşmıştır. Saç ve giysi iğneleri, fibulalar, boyun halkaları, bilezikler ve erkeklerin rütbe ve statü objeleri olarak boyunlarına taktığı hilal formlu paktoraller Urartular’da hem kadınların hem de erkeklerin takı kullanmayı sevdiğini göstermektedir. Balkanlar üzerinden gelip Orta Anadolu’ya yerleşen Frigler, M.Ö. 8. YY. ortalarından itibaren, doğal kaynaklar -özellikle de gümüş, kurşun, hematit madenleri, kuvarz ve oniks yatakları bakımından zengin olan Frigya’da büyük bölümünü ihraç ettiği bronz ve gümüş kaplarla ünlenmiştir. Anfoloslu ve makara kulplu Frig tasları, antik dünyanın en uzak köşelerine kadar ulaşmıştır. Kendilerine özgü bir üslup yaratan Frigler’in Anadolu sanatına katkısı ince işçilik ve özenli bir üslupla yapılmış geometrik desenlerdir.

ZENGİN KÜLTÜREL MİRAS Liydialılar’ı ölümsüzleştiren ve yankıları günümüze kadar ulaşan, olağanüstü zenginlikleridir. Bu zenginliğin ana kaynağı Lydia’nın başkenti Sardes’in içinden geçen Paktolos çayının alüvyal yataklarından çı-

kartılan altın madenidir. Sardes’te 1968’te yapılan arkeolojik kazılarda Anadolu’nun bilinen en eski altın rafinerisi gün ışığına çıkartılmıştır. Altının çanaklama (kupelasyon) tekniği ile saflaştırıldığı rafineri, çevresindeki kuyumcu atölyeleri ile kombine bir tesis olarak algılanmaktadır. Oriantalizan adı verilen üslup, Akhalı göçmenlerle Anadolu’nun yerli hakları olan Lydialılar, Kargalılar ile Anadolulaşmış bir halk olan Frigler’in kaynaşarak yarattığı bir kültür sentezi ile, Doğu’yla Batı’nın Anadolu üslubunda kaynaşmasıdır. Varlıklarını Roma İmparatorluğu dönemine kadar sürdürecek olan granülasyon ve telkari ile bezenmiş, uçları hayvan ile biten bilezikler, kozalak ya da meşe palamutu gerdanlıklar baş kısımları figürlerle bezeli iğneler, fibulalar gibi pek çok takı modeli bu stilde yapılagelmiştir. Bu bilgi birikimi ve beceri kuşaktan ku-

mıhlama gibi teknikler gelişmiş, mücevher ve eşyaların yapımında kullanılmıştır. İstanbul, günümüzden 500 yıl önce ev sahipliği yaptığı uluslararası kuyumculuk fuarları, kendine özgü üretim teknikleri ve saray çıkışlı gözalıcı işleri ile tarih boyunca kuyumculuk ve mücevher tasarımı bakımından dünyanın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Bizans İmparatorluğu döneminde İstanbul’daki kuyumculara vergi muafiyeti getiren düzenlemeler, kuyumculuk üretiminin İstanbul’da kök salmasının en önemli nedenlerinden biri olarak gösterilmekle birlikte, sektördeki esas gelişme kentin 1453 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olarak ilan edilmesinin ardından Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’a Ermeni kuyum ustalarını yerleştirmesi ile gerçekleşmiştir. Kuyumculuk sektörü ve mücevher tasarımı İstanbul’da kültür ekonomisinin en önemli ve en eski çarklarından biri olarak süre gelmiştir.

İstanbul, günümüzden 500 yıl önce ev sahipliği yaptığı uluslararası kuyumculuk fuarları, kendine özgü üretim teknikleri ve saray çıkışlı gözalıcı işleri ile tarih boyunca kuyumculuk ve mücevher tasarımı bakımından dünyanın önemli merkezlerinden biri oldu.

şağa, ustadan çırağa aktarılmış ve Anadolu’da mücevherat konusunda zengin bir kültürel mirasın oluşmasına olanak vermiştir. Kaynaklardan, çok çeşitli takı tarzlarının geliştiği Anadolu’ya yeni bir tarzı Selçuklular’ın getirdiğini ve geleneksel aletlerle üretilen Orta Asya çıkışlı Türkmen mücevherat tekniklerinin modern teknoloji ile yarışacak derecede ustalaşmış olduğunu öğreniyoruz. Osmanlı döneminde ise kuyumculuk sanatı önem verilen bir alan olmaya devam etmiştir. Osmanlı döneminde, altın ve değerli taşların bir arada ve farklı tekniklerle kullanıldığı altın eşya ve takılar ön plana çıkmıştır. Kuyum işçiliği ve teknikler konusunda etkileyici güzellikte eserler veren Osmanlı kuyumculuğu bu sanatı en üst noktaya ulaştırmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan çeşitli kültürlerden gelen kuyum ustalarıyla kakma, çalma, oyma, telkari, hasır,

95

YARATICILIK VE EL İŞÇİLİĞİ Mücevher tasarımında öne çıkan isimlerden biri olan Sevan Bıçakçı, bugün dünya piyasalarında Türkiye’dekinden çok daha fazla tanınıyor. Gemstone Design dalında peşpeşe 2006, 2007 ve 2008 yıllarının Town & Country Couture ödüllerini kazanan Tarzanite Foundation jürisi tarafından 2007 yılının en başarılı beş bağımsız mücevher tasarımcısından biri olarak seçilen Samatyalı bir Ermeni ailenin çocuğu olarak doğan Sevan Bıçakçı, 12 yaşında Çuhacıhan’da Havsep Çatak Usta’nın atölyesine çırak olarak adım attığı günü unutmuyor. Ustasından öğrendiği ilk düstur, “Çırak ustasını geçmezse, sanat ölür,” oluyor. Kendini, “Hayallerini yapan sadekâr” olarak tanımlayan Bıçakçı, geleneksel usta - çırak ilişkisi içerisinde yetişmiş ve hayallerinin sınırlarını zorlamış özgün bir tasarımcı - usta . MS

Milliyet SANAT Ekim 2013


PLASTİK SANATLAR Çekil’in “Temizlik Beziyle” sergisi, sarı bezin tuvalde ve tuval arkasında kullanıldığı 144 parça eserden oluşuyor.

“Bu sergide aslında kadınca bir tavır var” Ekim ayı boyunca “Temizlik Beziyle” başlıklı sergisiyle Galeri Rampa’da olacak Cengiz Çekil. Sanatçı, “Temizlik bezi bir tür arınmadır. Bu sergi de benim için bir çeşit günah çıkarmaydı,” diyor. ELİF EKİNCİ eelifekinci@gmail.com

“MUTFAKTA ‘sarı bez’in yeri ayrıdır. Mevcudiyetiyle yaptığı iş arasında uçurum olan bir nesnedir o. Bir de çok kadına dairdir,” diyerek başlıyor söze Cengiz Çekil, Galeri Rampa’da açılan sergisi “Temizlik Beziyle” üzerine sohbetimizde. “Temizlik Beziyle”, Çekil’in iki senedir üzerine çalıştığı bir proje. Odağında -bildiğimiz- ‘sarı bez’ var. Hani şu hemen her kadının elinden, kolundan, omzundan eksik etmediği, mutfağın vazgeçilmezi sarı bez. Milliyet SANAT Ekim 2013

96

Cengiz Çekil serginin oluşumunu şöyle anlatıyor: “Sarı bezi önce tuvale gerdim. Sonra tuvalin arkasına taşıdım çünkü çok daha uygun bir alandı bu işlem için.” Çekil’in tuval arkasını kullanışı yeni değil. 1999 tarihli “Mumlamalar” sergisinde de tuvalin arkasını kullanmıştı örneğin. Zaten serginin birçok noktasında eski işlerine göndermeler mevcut: Vajina motifi (bu kez sarı bezi tuvale gererek oluşturulmuş), 12 ve katları takıntısı (sergide 144 parça iş var) vs...

SARI ÇIĞLIKTIR Sarı bezi odağa alışını, “Temizlik ve iffeti çağrıştırıyor çünkü,” diyerek açıklıyor Çekil. Çok kuvvetli bir motif olduğundan dem vuruyor. Renginin sarı olması ise müthiş bir


Cengiz Çekil, “Temizlik bezi bir tür arınmadır. Ben insanlara hep tavsiye ediyorum, ne yapın edin her gün bir şeyler silin, yıkayın. Örneğin, kızım bana kızar bazen, bulaşıkları makineye koyuyorum diye. Ama yok, ihtiyaç bu benim için,” diyor.

tesadüf ona göre: “Çünkü sarı renk çığlıktır. Patlayan, dalgaboyu çok yüksek olan, çok görünür bir renktir. Sarı ve temizlik bezi yan yana geldiğinde, ‘sarı bez’ çok okumalı bir malzeme haline geliyor...” Sergide bulunan 144 parça işin hepsinin merkezinde birer sarı bez bulunuyor. Ancak bezin etrafındaki renkler farklılık gösteriyor. Etrafta 12 farklı renk var. Çekil’e göre bu renkler darp öncesi ve darp sonrası ten renklerine atıfta bulunuyor aslında. (Mor, yeşil vs.) Bir de tuvalin kendi keten rengi var. Onu da resmin kendi teni olarak düşündüğünü söylüyor sanatçı. Tuvallerin çevresini saran danteller ise yine çok katmanlı bir okuma yapmaya uygun malzemeler. Kimine göre erotik bir çağrışımı var. Kimine göre tuvalin arkası, yani mahremi sergileniyor bu şekilde. “Burada aslında kadınca bir tavır var. Bir kadın evini süsler değil mi, ben de bir kadının evini süslediği gibi tuvalimi süslüyorum,” diyor sanatçı son sergisi üzerine konuşurken. Buna neden gerek duyduğunu sorduğumuzda ise yanıtı şu oluyor: “Sarı bezi dantelsiz ve tülsüz tuvale gerdiğim zaman çok güçlü bir etki yarattı. Bunu istemedim çünkü o zaman sanki uygulanan şiddeti onaylıyormuşum gibi algılanabilecekti. Etraftaki süsler hem hikayeye boyut kazandırdı hem de ortadaki motifin şiddetini dengeledi. Sarı bez çok güçlü, dışavurumcu bir motif, danteller ise daha dekoratif. Bu ikisi arasındaki çatışma, flamenkolardaki gibi acıyı, hüznü söylerken şen şakrak biçimde söylemeye benziyor. Şiddetin verdiği acının süsle katlanılabilir hale gelmesi gibi... Motiflerin varoluş sebebi bu orada.” Aslında sergi üzerine konuşmayı sevmediğini söylüyor sanatçı. “İşleri anlatınca izleyiciye keşif fırsatı vermiyormuşum gibi hissediyorum,” diyor. Ancak günümüzde sanatın fena halde kişiselleştiğini, eskiden ressamların işlediği temalar belliyken artık ne kadar sanatçı varsa o kadar sanat olduğunu da ekliyor. Sonuç olarak o da seyirci ve sanatçı arasında bir bağ kurmaya gerek duyulduğuna ikna olmuş artık. Madem öyle, sergideki ‘kadın meselesi’ne göndermeye de değinmeli. “Ben belki de suçluluk duyuyordum,” diye anlatıyor Cengiz Çekil düşünceli düşünceli. “Her in-

sanın içinde suçluluk duygusu vardır. Suçluluk duymak için suç işlemek gerekmez. Benim sarı bez ile vajinayı çağrıştıran bir nesne yapmam, belki de bir tür günah çıkarmadır,” diyor, sanki buna o anda aymış gibi bir ifadeyle: “Temizlik bezi bir tür arınmadır çünkü. Ben insanlara hep tavsiye ediyorum, ne yapın edin her gün bir şeyler silin, yıkayın. Arınmayı sağlar bu. Örneğin, kızım bana kızar bazen, bulaşıkları makineye koyuyorum diye. Ama yok, ihtiyaç bu benim için,” diyor Çekil.

12 VE KATLARI Gelelim 12 ve katları takıntısına... Çekil’in birçok işinde bu takıntının izlerine rastlamak mümkün: 1998 tarihli “Şeyler” başlıklı sergisi 144, yine aynı tarihli “Paramparça” işi 288 parçadan oluşuyordu örneğin. 2005 tarihli “1200 Saat” de yine bu takıntının izlerini taşıyordu. “Aslında bu işten 12 tane yapıp galeride sergileyebilirdim ama çoğaltmak istedim,” diye ifade ediyor Çekil, 144 parçalık sergiden bahsederken: “Çünkü az sayıda olduğu zaman ulaşılamaz, çok değerli hale geliyor iş. Benim amacım çoğaltarak değersizleştirmekti. Bir de hepsi bir araya geldiği zaman, bir bakıma, üretime övgü göndermesi oluyor bu, o da hoşuma gidiyor. Çünkü ben üretimi ve ‘yaşam’ı çok önemsiyorum.” Yaşamı önemsemek deyince aklımıza sanatçının 1976 tarihli işi “Günce” düşüyor elbette. Hatırlarsınız, Çekil’in 1976 yılında bir deftere her gece uyumadan önce “Bugün de yaşıyorum” mührünü ve o günün tarihini basarak oluşturduğu eseri iki yıl önce New York MoMA’nın kalıcı koleksiyonuna da dahil edilmişti. “Günce”nin dönemin politik ortamına bir gönderme olduğundan girip şu sıralar yaşananlara getireceğiz sözü. Ama önce ‘70’lere gidiyoruz: “O dönem terör çok daha yaygındı. Ve burada da, bir zamanlar İspanya İç Savaşı’nda ‘¡viva la muerte!’ denen, o ‘yaşasın ölüm!’ durumu hakimdi. Sol kesim ölerek kendisini kutsuyordu. Sağ kesim şehit oluyordu vs... Ben o dönemde İstanbul Eğitim Enstitüsü’nde hocaydım. Öğrencilerime hep ölümü değil, yaşamı kutsamalarını salık verirdim. Gerçekten akşamüstü eve geldiğimde şükrediyordum yaşadığım için, çocuklar önümde tabancaya mer-

97

Tuvallerin etrafını saran danteller erotik çağrışımlara yol açıyor.

mi sürüyorlardı çünkü okulda. Nitekim, ben enstitüden ayrıldıktan sonra bir arkadaşımın masasının altına bomba konuldu, Cuma Ocaklı evinin önünde kurşunlandı. Bir şehir içsavaşı gibi tuhaf bir durum vardı. Şimdi biraz daha farklı durum.” Peki, bir kuşağın sokakta ölüme ilk kez bu denli yaklaştığı günleri, bir ‘68’li olarak, nasıl yorumluyor Çekil? Soruyoruz, anlatıyor: “Demokrasinin oluşumunda babanın katli çok önemli bir şeydir. Bu Batı’da yaşandı ancak Türkiye’de baba motifi hâlâ çok güçlü. Gezi’de benim en çok hoşuma giden buydu; babanın katli yani. ‘Ekonomi senin olsun, ne yapıyorsan yap ama benim nasıl yaşayacağıma karışma, benimle uğraşma baba!’ mesajı verildi. Despotizmin panzehri mizah ortaya çıktı. O açıdan çok güzeldi. Şükürler olsun artık babanın rolü günümüz Türkiyesi’nde de olması gerektiği yere doğru gidiyor. Ancak böyle basit nedenlerle bunca insanın ölmesi çok üzücü oldu elbette ama başka türlü de olmuyor. Avrupa çok bedel ödedi örneğin. Bir Paris Komünü’nde 15 bin kişi gitti. Biz de maalesef ödemek zorundayız.” Birden bölünüyor sohbetimiz. “Sergiden bahsediyorduk nerelere geldik,” diyen Çekil şöyle bitiriyor cümlesini: “Serde hocalık var ya hep ondan oluyor bunlar!” MS Beşiktaş Galeri Rampa Bitiş tarihi: 26 Ekim (0212) 327 08 00 Milliyet SANAT Ekim 2013


EDEBİYAT

Dünyanın bütün kitapçıları, birleşin Bugünlerde İstanbul’daki bağımsız kitapçılar e-kitaba, yüksek kiraya, düşük talebe, nihayetinde kaba sabalığa yenilirken biz tüm dünyadaki küçük kitapçıları gezdik.

ELİF TÜRKÖLMEZ elifturkolmez@gmail.com

Beyoğlu’ndaki Robinson Crusoe Kitabevi, kapanma tehlikesi yaşadı. Milliyet SANAT Ekim 2013

98

İLK KEZ GİTTİĞİNİZ bir şehri gerçekten tanımak için üç şey yapın: Metroya binin, mahalle barlarına takılın ve kitapçı vitrinlerini izleyin. Metro, o şehirde yaşayan insanların gündelik yaşam alışkanlıklarını; mahalle barı, eğlenme tarzlarını; kitapçı vitrinleri ise düşünme biçimlerini ele verecektir. Kitapçı vitrinleri, gel gel yapmıyorsa zaten, o şehre bir daha gitmeyin. “Aa ne güzel,” diye önünde duracağımız kitapçı vitrinlerine sahip çok az kent var. Ve İstanbul maalesef artık onlardan biri değil. Elimizde kalan üç - beşine; gözünün içine bakmamız, gak dedi mi su, guk dedi mi ekmek taşımamız gerekirken huzurevi kataloglarından yer beğendiğimiz anneanne muamelesi yapıyoruz. Gitse de işimize baksak... İşte, bizim ‘düşünme biçimimiz’ de bu. Galatasaray’daki Libraire de Pera, Beyoğlu’ndaki Robinson Crusoe gibi kitapçılar, ona buna, nihayetinde kaba sabalığa yenik düşerken direnenler de var. Tek tükleşen bağımsız kitabevleri içinde işini hâlâ mutluluk ve umutla yapanların sayısı hiç de az değil. Anneannesinin sırtına yastık, eline bulmaca dergisi verenlerden bazıları şunlar...


AMSTERDAM

Boekhandel Selexyz Dominicanen Dışarıdan gördüğünüzde ağzınızdan dökülecek ilk laf “Burası gerçekten bir kitapçı mı?” olacak. Cevap verelim, “Değil”. Burası aslında bir kilise. Daha doğrusu 2007’ye kadar öyleydi. Hollandalı mimar ikili Merkx ve Girod’a Lensvelt de Architect Interior Pri-

ze’ı kazandıran bu kitabevi tasarımı, Dominicanen kilisesinin içinde yer alıyor. Burada başka kitabevlerinde göremeyeceğiniz türden büyüleyici bir atmosfer, mimari ve sanat alanında çok çeşitli kitap ve sırf bu yüzden tekrar tekrar gidilecek kadar iyi kahve var.

LONDRA

Bolingbroke Bookshop PARİS

Shakespeare and Company Küçük, tatlı kitapçı’ deyince akla gelen ilk isim. F. Scott Fitzgerald’ın çevirdiği kapı tokmağına dokunmak, Ernest Hemingway’in durduğu rafın önünde durmak, James Joyce’un oturduğu koltuğa oturmak... ‘Kayıp Kuşak’ yazarları için bir nevi yuva olan bu küçük kitapçıya doğru yürümek bile nefes kesici. Sadece Paris’in değil, dünyanın en ünlü kitapçısı olan Shakespeare and Company, Seine Nehri kıyısında, Notre Dame Kated-

rali’nin karşısında bulunuyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’den Paris’e taşınan ve 2011’de hayatını kaybeden George Whitman tarafından kurulan kitapçı, amatör yazarların kitapları için okuma günü yapmasıyla meşhur. Whitman’ın kızı Sylvia Whitman tarafından yönetilen kitapçı turistlerden yoğun ilgi görüyor. Paris’e yolunuz düşerse uğrayın ve bir Ulysses kopyası alın. Çünkü efsane ilk kez burada basıldı.

99

Northcote Caddesi’nin köşesinde mavi pencereleri, mavi tenteleriyle küçücük bir dükkan. Üzerinde kocaman 147 yazıyor. Tentede ise dükkanın adı ve telefon numarası var. Sade, numarasız... Fakat içeriye girdiğinizde dünya edebiyatından, seyahat kitaplarına, çocuk kitaplarından şiire aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bir kitap kalabalığıyla karşılaşıyorsunuz. Kitap fiyatları oldukça uygun, yemek kitapları bölümü çok zengin, çalışanlar asla peşinizde koşmuyor, müzik çalmıyor, havalandırma iyi ve pek turistik değil. E-kitaplar, buraya olan ilgiyi dramatik biçimde azaltmamış. Dükkanın gediklileri hâlâ sipariş vermekle, gelenleri koydukları poşetleri eve taşımakla meşgul. Bu arada Bolingbroke Bookshop’ta kitap koyulan poşetler de saklanacak türden. Milliyet SANAT Ekim 2013


EDEBİYAT

NEW YORK

Spoonbill & Sugartown, Brooklyn’de.

“Aa ne güzel,” diye önünde duracağımız kitapçı vitrinlerine sahip çok az kent var. Ve İstanbul maalesef artık onlardan biri değil. Elimizde kalan üç - beşine; gözünün içine bakmamız gerekirken huzurevi kataloglarından yer beğendiğimiz anneanne muamelesi yapıyoruz.

Spoonbill & Sugartown Amerikalı oyuncu ve senarist Lena Dunham’ın meşhur dizisi “Girls”ün bir sahnesi burada çekilince ilgi artar gibi oldu ama kitapçı bugünlerde sakin sessiz havasına geri dönmüş durumda. Brooklyn’deki bu küçük kitabevi Amerikan edebiyatı, sanat tarihi ve çizgi roman konusunda zengin bir arşive sahip. Kitapların üzerinde uyuklayan Hayes adlı siyah renkli kedi ise, kitapçının kendisinden daha meşhur.

BERLİN

Do You Read Me?

Do You Read Me? nadir bulunan eserleri okurlara sunuyor. Milliyet SANAT Ekim 2013

100

Nadir bulunan kitaplar ve dergiler burada. Berlin’in hip mahallesi Mitte’de bulunduğuna bakmayın, mütevazı bir bütçeyle bile birkaç iyi parça alıp çıkabilirsiniz, fiyatlar çok uygun. Mark Kiessling ve Jessica Reitz tarafından kurulan kitapçının kocaman camlarından içeriye dolan gün ışığı burada bütün gün oturup kitap karıştırmayı/okumayı kolaylaştırıyor. Dükkan sahipleri mesleklerini ‘profesyonel kitap satıcısı’ olarak tanımlıyor ve istediğiniz herhangi bir dergiyi on saniye içinde “İşte burada” diye havaya kaldırma özellikleriyle tanınıyor. MS


Bir iç monolog denemesi MİNE ÖZGÜZEL mineozguzel@gmail.com

BU SABAH uyandığımda hemen yataktan kalkamadım. Neden her zaman daha hızlı hareket ederken bu sabah yatağımın içinde kalmak istedim ve kendi kendime sorular sormaya başladım: Ne hissediyorsun, ne yaşıyorsun, ne ve nasıl yaşamak istersin? Daha ileri gittim sordum kendime, senin gerçeğin ne? Bu sabah mı başladım içsel konuşmalarıma, iç monoloğuma? Hayır gecmişime döndüm, hatırladığım dokuz - on yaşlarındayım. Her pazar bizim evde akrabalar toplanırdı. Halalarım, eniştelerim, annem güzel yemekler yapar, babam da bizim memleket meseleleri diye konuşmaya başlardı. Bu son derece ciddi konuşmaları bütün gün sürerdi. Saatlerce onları dinler yüzlerini, mimiklerini seyrederdim. Tabii söyledikleri hiçbir kelimeyi anlamazdım, küçüğüm çok ama onları çok ciddi seyrettiğimi, gözlemlediğimi bugün bile o kadar net hatırlıyorum ki...

BENCİL BABA Sonra kesintisiz devam ediyor sokakta, istasyonda, kalabalıklarda her yerde içimle bir bütün olarak yaşadım anlamadan, hissederek. İşte bu zamanlarda çıktı karşıma Virgina Woolf. Onun iç monoloğunu ve içsel algılarını bilinç akışında yaşamaya başladığında neler hissettiğini, neler olduğunu merak ettim. Kelimeler arka arkaya, hınçla birbiri ardına kesintisiz gelirken tüm çıplaklığıyla... Onu algılamak çıplaklıkla olur, çünkü Virginia’nın en büyük özelliği bütün kavramları, bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle

13 yaşındadır annesi öldüğünde. Akıl hastalığının ilk belirtilerini o zaman yaşamaya başlar. Onun ölümünü kendine ihanet olarak algılayan babayı fark eder.

Virginia Woolf, bütün kavramları, tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle yaşadı. Woolf, bilincin üstündeki sahteliği kavrayarak bilincin altına, gerçeği yaşamaya gitti. yaşaması. Virgina, bilincin üstündeki sahteliği kavrayarak bilincin altına, gerçek olanı yaşamaya gitti. Virginia’nın babası yazar, eleştirmen, felsefeci; muhteşem bir kütüphanesi var. Elbetteki Virgina şanslı böyle bir babaya sahip olduğu için. Öyle düşünüyor. Ürkek, çekingen, korkulu, kaygılı bir baba, çok da zeki. Duygusal yapısını tamamen bastırarak dışarıya kendini sert ve otoriter bir kabukla gösteriyor. “Babamın bencilliği benim utancım,” diyor Virgina: “Bencilliğin sancılarıydı babamın yaşam enerjisi”. Baba kendisini bu zor durumdan mizah, espri gücü ile kurtarır ancak zorluklarla baş edebilen bir yapısı yoktur. Kadınları hizmetkarları gibi görür. Bunu Virgina da çok net yaşar. Babanın ilk karısı bu görevini yaparken çok genç bir yaşta ölür. İkinci karısı, yani Virgina’nın annesi de aynı kaderi paylaşır: “Babam kendi içsel algılarından uzak olduğu için kadınları tükettiğini anlayamaz”. Virgina, annesinin varoluşunu sadece kocasına hizmet eden bir kadın olarak algılar. “Başıma gelen en büyük felaketti annemi kaybetmek,” der. 13 yaşındadır annesi öldüğünde. İlk akıl hastalığının belirtilerini o zaman yaşamaya başlar. Annenin ölümünü kendine ihanet olarak algılayan babayı fark eder. Bunun üzerine mor renkli nöbetler dediği nöbetlere girer. Bundan sonra babayla kurduğu sevgi dolu bağ yerini nefrete ve öfkeye bırakır. Artık babadan kin ve nefretle söz eder ve “Ölüm bizim aileden hiç uzak kalmadı, babama kadar,” der. “Aklımın kanseri” dediği hastalığı, nöbetler, yaratma ve delirme korkusu, yazma ve yazamama korkusu; işte onu oluşturan şeyler, uçlar... Baba, Virgina 22 yaşındayken ölmeseydi Virgina yazmaya başlayamayacaktı belki de. “Katlanamıyordum senin varlığına,” der babasına. Tobby, yani erkek kardeşinin ölümü, hayatındaki tek sevdiği erkeğin ölümü, hayatındaki hiç bitmeyen bir felakettir onun için. Art arda yaşadığı ölümler ve babanın ölümünden sonra “Artık ölüm beni korkutmuyor,” der: “Her yer karanlık, karan-

101

lığın içinde yolumu hayalgücümle, düşlerimle buluyorum”... Annenin ölümünden sonraki intihar girişimleri ve onu ölümüne götüren son intihar... Düşünüyorum Virgina’nın hayatındaki intiharlar neydi? İnsanları seyrederken hissetiği sahtekarlıkların onda yarattığı öfke, kendinden nefret etme ve suçluluk duygusunu getirdi hemen sonrasında da nöbetleri. “Şehir hayatından uzak kalmalısın, yorucu olur senin için,” dediler dinlemedi, ilaç almadı. Ne çok soru var kafamda, neler geçiyor arka arkaya insan kendi gerçeğiyle yaşamadığı müddetçe. “Ölü olarak yaşamak istemiyorum. Bu da benim yaratma gücüm” dedi. Bir de cinsel taciz var tabii George’dan, abisinden. Onu okşuyordu sevgiyle, şehvetle. Garip hissetti Virgina, şehvet miydi, sevgi mi, şefkat mi? Çok aşağılanmış hissetti. Kendi cinselliğinden soğudu, uzaklaştı. “En büyük isyanım ruha ve bedene tecavüz,” dedi. Bütün bu kavramlar onu feminizme götürdü, cinslerin özgürlüğüne.

RUH ACIR İÇ KONUŞUR Ruhunun acılarını Virgina kendi içsel dünyasında zenginliğe dönüştürdü, yolunu buldu, yine hayal gücüyle düşleriyle... “Her insan için beş metre kare yeterli,” dedi. Özgürlük ve özgünlük insan olmanın insan olarak kalabilmenin tek gücü... Bütünün özündeki çıplaklık ve gerçeklik... Hiç cinsellik yaşamadığı evliliği intihar edene kadar sürdü. Zekaların evliliğiydi bu; kocasına aşıktı, kocası da ona. Kocası ne hissetti, cinselliksiz bir hayatı nasıl kabullendi, cevapsız bir soru. Akıl hastalığı, delirme korkusu, yazamamak, yaratamamak... Bütün bunlar hem zorladı onu, hem de aynı şiddetle yaratmasını sağladı: “Yaratma benim yaşam içgüdüm, varoluşum”. Peki kibabını bitirdiği, kendini sağlam hissetiği, iyi hissettiği bir dönemde intihara gidişi bir başkaldırı mıydı? Ne yaşadı orada? Kendi içimde karışık, kuralsız, özgürce uçuşan kelimeler... Virgina bize ne verdi diye düşünüyorum, içimle konuşmaya devam ediyorum... MS Milliyet SANAT Ekim 2013


EDEBİYAT

Edebiyat ne kadar özgür? Düne bakıldığında acaba edebiyat bugün daha mı özgürlükçü? Yoksa tam tersine daha mı kısıtlayıcı? Isaac Asimov, 1964’te 2014 Dünyası’nı tasarlarken neler öngörmüştü? Öngörülerinde yanıldı mı yanılmadı mı? Hüseyin Rahmi’nin Büyükada’daki müzesi meslek lisesine dönüştürülmek istenirken Paul Valery’nin müzesinde neler yaşandı? SERPİL GÜLGÛN Umberto Eco

serpilgulgun@yahoo.com

BUNDAN TAM 41 yıl önce, 1972’de Umberto Eco, “Kitabınızı Üzülerek İade Ediyoruz” başlığı altında, dün olduğu gibi yarın da büyük bir zevkle okunacak olan nefis bir parodi yazar. Eco, nasıl yanlış okumalar yapılabileceğini imleyen, bir yandan da, aslına bakarsanız, düpedüz editörleri sarakaya alan parodiyi öyle zekice, öyle ironik bir biçimde örnekler ki hicvin dibine vurursunuz. Neyse uzatmadan söylersek, sözde bir editör vardır ortada. Güya, editörümüz kendisine verilen 12 metni okumuş, bazen de okumamış, daha doğrusu okumaya gerek bile duymadan değerlendirmiş, en sonunda da bir sonuca varmış, şimdi de olumsuz kararını iletiyordur yayınevine.

METİNLER ARASINDA YOK! Bu metinlerin içinde Homeros’un “Odysseia”sı da vardır, Dante’nin “İlahi Komedya”sı da. Cervantes’in “Don Kişot”u da, Marquis de Sade’ın “Justine”i de, Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde”si de, Kafka’nın “Dava”sı da... Bütün bu metinler gadre uğrar, editörümüzün vetosunu yerken her bir rapor o kadar grotesk bir şekilde birbirini izler ki hem ortaya çıkan bu tuhaflıktan zevk alır, gülümsemekten ve gülmekten kendinizi alamaz, hem de iyiden iyiye bu ters yüz edilmiş dünyaya -ya da iyisi mi paralel bir dünyaya diyelim - kaptırırsınız kendinizi. Bu arada parodinin pik noktası sözde editörün anonim olarak nitelediği ilk kitaptır: İncil. Eco’nun sözde editörü, “Bu metnin ilk birkaç yüz sayfasını gerçekten de soluk soluğa okuduğumu söyleyebilirim. Olaylar yerli yerinde, günümüz okurunun iyi bir öyküden bekleyeceği her şey var. Seks (zina, livata, ensest ilişkiler de içinde bol miktarda), aynı zamanda cinayet, savaş, kıyımlar ve benzeri şeyler,” diMilliyet SANAT Ekim 2013

yerek başlar raporuna. Ardından da şöyle devam eder: “Olanların suçunu meleklerin üzerine atan travestileriyle Sodom ve Gomore bölümü Rabelais’ye yakışır güzellikte; Nuh öyküleri katkısız Jules Verne; Mısır’dan kaçış beni büyük bir film yapın diye bağırıyor... Diğer bir deyişle, çok iyi kurgulanmış, bol bol düğümleri olan, özgünlüklerle dolu, dinsel saygıya yeterince yer veren, asla trajediye kaçmayan gerçek bir yapıt. Ama okumayı sürdürdükçe, bunun gerçekte çeşitli yazarları içinde toplayan, birçok - haddinden fazla- şiirsel uzantıları, açıkça tiksindirici ve sıkıcı pasajları anlamsız feryat ve figanı olan bir anto-

102

loji olduğunu fark ettim. Sonuç olarak, hilkat garibesi bir seçmeler kitabı.” Editörümüz, “Yalnızca, ilk beş bölümün yayın haklarını almaya çalışmanızı öneririm. Oralarda pek sorun yok. Ayrıca daha iyi bir başlık bulunmalı kitaba. Örneğin, ‘Kızıl Deniz Haydutları’ olabilir mi?” diyerek son noktayı koyar. Evet, başta da dediğimiz gibi Eco, neoavangart bir dergi olan Il Verri’de 1972’de yayımlamış bu parodiyi. İşte, bu parodi ya da Eco’nun deyişiyle bu pastiş, bu taklit - yazı insana ister istemez şu soruları sorduruyor: Bugünkü dünya ne kadar özgür? Ya da, daha doğru bir deyişle, ne kadar


Okurlar tweet başına!

Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın müzesi meslek lisesine dönüştürülecek.

özgürlükçü? Bırakın uzun boylu romanları, Salman Rüşdi’leri, Necib Mahfuz’ları ya da V. S. Naipaul’ları, bugün bu coğrafyada bu parodinin bir benzerini tekrarlayabilir miyiz? Ya da, bırakın kendi coğrafyamızı dünyanın başka bir yerinde gerçekten tekrarlanabilir mi?

YANLIŞ OKUMA İHTİMALİ Semavi kutsallarımızı bırakalım, Eco’nun editörü gibi, yerli edebiyatımızın kutsallarını yanlış okuyabilir miyiz? Evet, Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı ya da Necip Fazıl’ın “Kaldırımları”nı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Huzur”unu, Yusuf Atılgan’ın “Anayurt Oteli”ni, Sevim Burak’ın “Yanık Saraylar”ını, Bilge Karasu’nun “Gece”sini ya da Oğuz Atay’ın “Tutunamayanları”nı, ya da eli arttırarak söyleyelim, Yaşar Kemal’in, Orhan Pamuk’un, Adalet Ağaoğlu’nun başyapıtlarını, bir “Kara Kitap”ı, “Bir Düğün Gece”sini, bir “İnce Memed”i, yanlış okuyabilir miyiz? En basitinden, faraza, “Orhan Pamuk’un ‘Kara Kitap’ı... Şahsen, sevdim bu

romanı. Heyecanlı, serüvenlerle, arayışlarla dolu bir masal. Hem karı koca bağlılığı, hem...” diye başlayıp şöyle devam etsek: “Tek sözcükle, bu Orhan Pamuk tam aradığımız adam. Akıllı. Belki de çok akıllı... Acaba diyorum, tamamı gerçekten onu eseri mi?” Ve böyle sorsak ne olur? Evvel emirde, “Kara Kitap”a, o canım kitaba haksızlık ettik diye suçluluktan kıvranmaya başlar, azaptan kahrolur muyuz? Yoksa, “Parodi bu ya, nedir yani?” deyip yola devam eder, sonra aforozlara mı uğrarız? Velhasıl-ı kelam, edebiyat dünyası bugün özgür mözgür değil! Ne burada ne dünyada. İki kere iki dört! Soldan sağa, radikallerden siyaseten doğruculara, piyasa dayatmalarından koşullarına, yazar kısmından okur kısmına, anlayacağınız hepimiz özgürlükçüyüz ama hiç-bi-ri-miz öz-gür de-ği-liz! MS * (Meraklısına not: Eco’nun 1959’dan başlayarak aylık Il Verri dergisinde “Diario Minimo” başlığı adı altında yayımlanan pastişleri, 1997’de Türkçeye “Yanlış Okumalar’”olarak çevrildi, hala bulup okunabiliyor.)

Asimov’un 2014’ü Şunun şurasında 2014’e ne kaldı? İki aycık! İşte, bu yüzden bilimkurgunun en has üç-beş isminden biri olan Isaac Asimov’un 1964’te, 50 yıl sonrası için yaptığı öngörüleri daha bir anlamlı, daha bir iç gıcıklayıcı. Hemen söyleyelim: Asimov’un öngörüleri öyle uçuk kaçık şeyler değil. Tersine, son derece isabetli, gerçekçi önermelerde bulunmuş. Peki, neler öngörmüş derseniz. Biir, Mars’a insansız yolculukların yapılacağını. İkii, Mars’ın kolonizasyonu için hazırlıklara başlanacağını. Asimov isabetli bir şekilde robotların çok yaygın olmayacağı gibi performanslarının da yetkin olmayacağını

söylemiş. Metropollerde kısa yollar için yürüyen kaldırımlar yapılacağı, iletişimin görüntülü telefonlarla, uydularla gerçekleşeceği de öngörüleri arasında. Dondurulmuş gıdalar, hazır yemekler, otomatik kahve makineleri de cabası! Son bir not! Asimov, dünya nüfusunun 6 buçuk milyar olacağını söylemiş.(Laf aramızda, 7 nokta 2 milyar olduğumuzu göz önüne alırsak son derece isabetli bir öngörü.) Asimov nüfus artışıyla ilgili şöyle de bir not düşmüş: “Dünya nüfusunu azaltmak için iki yol var: Ya ölü sayısını arttırmak, ya da doğum oranını sınırlandırmak. Kuşkusuz, 2014 dünyası, ikinci yola gidecektir.”

103

Biri iyi, bir kötü iki haber: Önce, iyi haber. O, Fransa’dan. Magazine Litteraire’in haberine göre, 20 ile 22 Eylül tarihleri arasında Fransız Akademisi ve Ulusal Kitap Merkezi işbirliğiyle “Mahrem Aynalarında Paul Valery” başlığı altında Paul Valery kendi adına düzenlenmiş müzede çeşitli etkinlerle anılmış. Kötü habere gelince, o da bizden: 18 Eylül tarihli Milliyet’te yayımlanan Gürkan Akgüneş’in haberine göre, İBB, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Heybeliada’daki müze evi meslek kursuna dönüştürmek istiyor. Kültür Bakanlığı da bu isteğe olumlu yanıt veriyor. Bu noktada pes diyorsunuz doğal olarak. Hem de, pes ki pes! Düşünebiliyor musunuz, yalnızca yapıtlarıyla değil hayatıyla da asla göz ardı edilmeyecek bir yazarımızın, Hüseyin Rahmi’nin müze evi, meslek kursu yapılmak isteniyor. Hangi akıl, havsalayla? Nasıl bir vicdanla? Evet, bir Academie Française gibi bir akademimiz olmadı. Evet, köklü kuruluşlarımız yok. Var olanları da kadük etmekte üstümüze yok. Üniversiteler, malum... Yazar cenahı, kuşkusuz karşı çıkacak. Ya yayınevleri ne yapacak? Büyük ya da butik yayıncılar, kolları sıvasa, bu mesnetsiz girişime dur dese. Arkasından da sadece ve sadece TÜYAP Kitap Fuarları sırasında değil başka zamanda da edebiyat tarihine damgasını vurmuş yazarlarımızın hiç değilse, onlu ölüm ya da doğum günlerinde özel bir şeyler yapsalar fena mı olur? Tabii, bu arada, okurlar olarak asıl, bizim çorbada tuzumuz olmalı, o halde parmaklar boş durmasın, tweet başına!

Isaac Asimov

Milliyet SANAT Ekim 2013


EDEBİYAT

“Kapıldım bahtımın rüzgarına, öyle gidiyorum” Başar Başarır, yeni öykü kitabı “Teklifinizle İlgilenmiyorum”da, ‘ahlaki davranan; doğrudan, iyilikten yana olan temiz yürekli insanın macerası’nı dokuz farklı hikayede ele alıyor. EBRU TEPELER ebrutepeler3@gmail.com

“YAZI YAZMAK veya başka bir sanatsal üretimde bulunmak insana bahşedilmiş en büyük mutluluk. Yazmak, akıntıyla yüzen kuru bir yaprak veya ölü bir balık olmaktan çıkıp ‘ben akışı değiştiriyorum’ deme gücü veren, neredeyse Tanrısal katta bir yaratıcılık bahşediyor sana. Bu müthiş bir haz; bunu hiçbir şeyle değişmem.” Bu sözler raflarda yerini alan yeni öykü kitabı “Teklifinizle İlgilenmiyorum” Başar Başarır’a ait. Yazmanın kendisine çok büyük bir mutluluk verdiğini ifade eden yazarın yeni kitabı dokuz farklı hikayeyi bir araya getiriyor. Önümüzdeki yıl, daha önce yayımlanan altı kitabında bulunan öykülerinin Can Yayınları tarafından özel bir seçkide bir araya getirileceğini öğrendiğimiz Başarır’la yeni kitabını konuştuk. ● “Düzenboz”dan önce 8 yıllık bir ara vermiştiniz. Şimdi o kitaptan bir yıl sonra yeni kitabınız “Teklifinizle İlgilenmiyorum” çıkıyor. İki kitap arasındaki bu zaman farkının sebebi nedir? Bu bir yıl içerisinde ne oldu da yeni bir kitap ortaya çıktı? Yazı böyle bir şey işte... Yazayım diye yazılmaz ki. Gelir, yazdırır ve yazmaya başlarsın. Sonra bir çeşit transa geçersin. Yaratıcılığın hazzını alırsın ve bitene kadar gider. Ben memur değilim, yazı yazarak hayatımı kazanmıyorum. Yazmam şart değil. İlla yazacağım diye ölmüyorum. Sükûnetli, metanetli bir adam olarak bekliyorum sadece. Geldiği zaman dolduruyoruz kovayı. ● Siz gündüzleri çalışıyorsunuz, öyküleri ne zaman yazıyorsunuz?

Milliyet SANAT Ekim 2013

Geceleri yazıyorum; ama gündüzleri hep rini takip ediyorum; hatta küçük bir karikanot tutuyorum. Yıllarca defter taşıdım, son tür koleksiyonum da var. ● Sizi edebiyata yönlendiren neydi? birkaç yıldır cep telefonuma not alıyorum. Bir öyküyü yazmak bende şöyle oluyor: İlk Üniversitede şiir yazarken şimdi öykü kiönce ‘işte bu duygu’ diyorum ve ‘ana fikir’ di- tapları yazıyorsunuz. Bu geçiş nasıl geryeceğim bir şeye takılıyorum. Sonra onu na- çekleşti? Şiir yazma hevesi büyük ölçüde şiir okusıl anlatacağımı bulmaya çalışıyorum. Mesela ağaçları keserek yol yapanlar hakkında bir yarak oluştu. Türkçede yazılmış şiirleri büyük bir iştahla okudum, çok da şey anlatmak istiyorum. Süetkilendim. Divan şiirine kadar rekli bununla ilgili şeyler okugittim. Sonradan şöyle bir karar yorum, araştırıyorum. Kahverdim: Şiir yazabilmek için önramanımı gözümün önüne ce şair olmak lazım; ama bende getiriyorum. Sonra onların şair olacak format yok. Şair deortamını, olay örgüsünü düdiğin şiiri yaşayacak güce sahip şünmeye başlıyorum. Yol boolmalı, şairane bir hayat sürmeyunca da bunlar için hep not li. Ben öyle bir adam değilim, alıyorum. Bazen tamam hazıolamadım da. Cesaretim de rım deyip oturuyorum; ama yoktu. O yüzden düz yazının sodeğilmişim mesela. Zorlayağukkanlılığı bana daha iyi geldi. rak olmuyor yani. Birkaç geBir şekilde öyküde kendimi dace uğraştıktan sonra “Yok ha iyi bulabileceğimi hissettim. şimdi pişmemiş galiba, bekleÜniversite yıllarında öykü yazmem lazım,” diyebiliyorum. “Teklifinizle maya başladım. Çok da şair arArayış hep sürüyor. O yüzden İlgilenmiyorum” kadaşım vardı. Onlara bakınca hayatın içinde olmaktan çok Başar Başarır “Ben onlar gibi değilim, ben bumemnunum. Sabahtan akşaCan Yayınları nu yapabilecek miyim?” diye ma kadar evde oturup yazan Fiyatı:12 TL hissetmiş olabilirim. Kendi kenbirisi olsaydım yaşadığım birÖYKÜ dine söylenmek yerine biraz çok şeyi yaşayamazdım, bir dinlenebilir bir konuşma üretsürü insanı tanıyamazdım ve onlardan ilham alamazdım, söyledikleri söz- mek istiyorsan sanırım düzyazı daha iyi bir tercih. Keşke devam etseydim diye hiç düleri not edemezdim. ● Öykülerinizde acı verici noktalarda şünmedim. Tam bana uygun, karakterime, mizahi bir anlatım kullanıyorsunuz. İki yaşayışıma uygun soğukkanlı bir karardı. ● Peki, roman yazmayı hiç düşünmütezat durumu bir arada görebiliyoruz. yor musunuz? Genel olarak, mizahla aranız nasıl? Geldik o korkunç soruya... DüşünmüyoBunu duyduğuma gerçekten çok memnun oldum. Yapmak istediğim şey bu. Mizah rum; çünkü öyküyü çok seviyorum. Bir söycandır ya! Mizahsız bir hayat olabilir mi? leşimde söylemiştim, öyküyü olmayan kız Mizah her dönemde, her yerde insanın ha- kardeşim gibi seviyorum. Ona bağlıyım. Ben yata karşı en güçlü savunma silahıdır. Ben daha hâlâ o istediğim büyük öyküyü yazdığımizahsız bir şey düşünemiyorum. Bizim de mı düşünmüyorum. Yazacağıma inanıyoçok güçlü bir mizahımız var. Mizah dergile- rum; ama yazabildiğimi düşünmüyorum. Bi-

104


● Kitapta  dem’le Havva’n ın hikayesinden G ezi Parkı’na bi rçok farklı tema bir arad hikayeleri bir ar a yer alıyor. Bu aya getiren du ygu neydi? Birincisi çok cidd iye almama fikri Kendini kasmad an, kendini önem var. semeden yaşayabilme ar ayışı var. İkinci si, insan denen mahlûka tın zaafları, acıla rı ve bunlara karşı ço k haşin değer ya rgılarıyla yüklü bir yargıla maya girişmeden hepsini kucaklayan bir şey var. İnsan iy i bir şey değildir; insan kö tüdür. İnsanın denge noktası kötüdü r. Nerede iyi bir insan varsa onun üzerinde bi ri çalışmıştır. İy ilik doğuşsal bir özel liğimiz değildir. Ahlaki davranan, doğr udan iyilikten ya na olan temiz yürekli in sanın macerasıy la ilgileniyorum. İy iliğin ve doğruluğ un altını çizmek benim iç in bir zevk; ama kimseye de sen kötüsün demem. Aradığ ım şey de bu. Farklı haya tlardan farklı hi kayeler var. Hep aynı hikaye leri anlatsam sık ıcı olmaz mıydı? Bunu ya panlar var ve be n onları okumaktan sıkılı yorum. Hiç durm adan aynı şeyleri, aynı şekilde anlatanl ardan sıkılıyorum. Ed ebiyat can sıkıc ı bir şey değildir. Acıyı an latmanın da eğle nceli bir yolu var. ● Öyküler inizde genelde sonları okurun hayal gü cüne bırakıyors unuz. Tersini isteyen ler roman okuy acak. Öykü; başı sonu belli, başlayan ve biten, A noktasından B no ktasına giden bi r çizgi değildir. Öykü sa na o yolculuğun hazzını verir. Sen nereye gitmek istersen oraya gidersin, ona be “Öyküyü olmayan kız kardeşim gibi seviyorum. n karışmıyorum . Bu yolculuktan haz aldığın için okum Ona bağlıyım. Ben daha hâlâ o istediğim büyük alısın; yoksa B noktasın a ulaşmak için de ğil. öyküyü yazdığımı düşünmüyorum.”

rilerinin yazdığını da görmedim. Ben inatçı ve çalışkan bir adamım. Kapıldım bahtımın rüzgarına, öyle gidiyorum. ● Takip edip severek okuduğunuz öykücüler var mı? Ahmet Büke çok iyi bir renk, çok iyi bir ışık. Geçen yıl Sait Faik Hikaye Armağanı’nı alan Sine Ergün çok güzel, çok aradığım ve hoşuma giden bir ses olarak geldi kulağıma. Sonra Murat Özyaşar var. Hakkı İnanç umut veren şeyler yazıyor keza, Yavuz Ekinci de... Benim yaşıtlarımdan Cem Akaş mesela, Türkçe değil de başka bir dilin yazarı olsaydı bence dünya çapında bir yazardı. Türkçe, yazar için değil; ama edebiyat için engel. Açılamıyorsunuz. Görmüyorlar, duy-

muyorlar; ama bunlar yazıklanacak şeyler değil. Bu böyle, bununla yaşayacaksın. ● Bir röportajınızda toplumsal olaylardan etkilendiğinizi söylemişsiniz. Gezi Parkı’nı kitaba dahil etme süreci nasıl oldu? Borç gibiydi benim için. Yaşananlar çok sıcak. Sıcak bir şeye dokunmak da kolay değil; daha yaşanıyor, ne çıkacak bilmiyoruz. Öykünün kahramanı Eren de bilmiyor; hiçbir şey anlamamış uzun süre, “Ne oluyor ya,” deyip duruyor. Hiç kimse elle tutulur bir açıklamada bulunmuyor. Ben şu teşhisi koyuyorum: O çocuklar kendilerinden öncekilerden farklı olarak bir şeyin sahibi olmak yerine bir şeye ait olma arayışındalar. Oradaki motivas-

105

yon daha çok, “Ben de bir hareketin içinde olayım, ben de bu işin bir parçası olayım,” fikriydi. Siyasetçiler kendilerini olayın içinden çıkarmaya çalışıyor; ama bence mevzunun özü siyasi değil, sosyal bir hareket. Ben o haliyle ele aldım. Yaşadığım çağa, bu topraklarda yaşayanlara karşı gönül rahatlığıyla borcumu ödediğimi düşünüyorum. O yüzden sıcak olmasına rağmen elimi soktum, belki yanar elim bilmiyorum; ama şimdilik bir iç huzuru yaşıyorum. Şunu da söylemem lazım: Kitabın, Gezi Parkı ile anılmasını da istemem; çünkü ben hadiseye öyle bakmıyorum. Hikaye bunlar, bir bütünün parçaları değiller. Bugünün bir bedeli olarak onu ödememiz gerektiğini düşündüm ve öyle yaptım. MS Milliyet SANAT Ekim 2013

FOTOĞRAF: HÜSEYİN ÖZDEMİR

“İnsan iyi bir şe değildir; kötü y dür”


EDEBİYAT Mehmet Eroğlu: “Bana yazarlar kimdir, nasıl yazar olunur diye sorulduğunda, yazarlar kişisel ve toplumsal yıkımlardan, acılardan beslenir diye cevap veriyorum.”

Ölümün arşivine kaldırılanların romanı NAZAN ÖZCAN nozcan@radikal.com.tr

MEHMET EROĞLU’nun Fay Kırığı Üçlemesi’nin son kitabı 500 sayfalık “Rojin”de altını çizmek ya da aklınıza kazımak isteyeceğiniz cümle o kadar çok olacak ki, aklınızı kaçırabilirsiniz. Çünkü Eroğlu, “Rojin”de, ‘öyle bir cehennem’ anlatıyor ki, “Ölüm bile merhametli bir melek sayılır,” orada. Memleketin en genç ölümlü zamanları, gencecik bedenlerin rakamdan başka bir şey sayılmadığı, ölüm yarasının annelere aklını kaçırttığı ‘90’lar. Ve o çocukların öldüğü, annelerin yarı deli Milliyet SANAT Ekim 2013

Mehmet Eroğlu’nun “Fay Kırığı” üçlemesinin son kitabı “Rojin”, Hakkâri bölgesinde ‘93-’94 döneminde olanları kapsıyor. dolaştığı PKK-TSK savaşının en kavurucu zamanlarında Güneydoğu’nun donmuş dağlarında birbirine karşı savaşan Asteğmen Mehmet ve PKK’lı gerilla Rojin’in hikayesi, Türk edebiyat tarihine, en iyi savaş romanı olarak geçecek kitaplardan biri. Kitabın gözü ne kahramanlıkta, ne hamasette. Ne ölümü ne de savaşı ve şiddeti yüceltiyor. Mahşeri çatışmada insanın hayatta kalabilmesine odaklanıyor. Barışın yanında durarak, barış dilini koruyarak, savaşı anlatıyor Eroğlu...

106

● Üçlemeyi bitirdiğinize göre, şöyle bir soruyla başlayabilirim: Üçlemeyi başlarken meramınız neydi, neden üç parçaya bölmek istediniz? Mehmet, Emine ve Rojin’den oluşan “Fay Kırığı” üçlemesinin yazılma nedeni Türkiye’nin zenginlik-yoksulluk, Müslüman-laik, Türk-Kürt diye adlandırabileceğimiz, sınıfsal, ideolojik ve etnik kökenli üç toplumsal hat boyunca bölündüğünü ve bu bölünmelerin toplumsal gerilimlere, çatışmalara yol açacağını, ülkenin kaderinin bu


Kadınlar PKK hareketinde önemli klere

ha çok erke ına askerin karşıs n de biçilir, ne ? uz un yd ko ‘kadın gerilla’ olarak erkek PKK savaşçısı in , Rojin’i seçmem yerine bir kadını “Fay in in er kt ra ka ilk nedeni, Rojin inin ilk iki Kırığı” üçlemes . alıyor olmasıydı romanında yer tinin ke re ha K PK İkinci neden de r ın önemli bir ye içinde kadınlar ve se siz m iti eğ dını tutması. Kürt ka e zd dü , ede yaşıyorsa hele kırsal bölg r ğe de eş ğe ke ğda er hiçbir şeyken da . or uy ol y re r bi bir konumda, bi llarında varlığını Ayrıca dağ koşu bile in erkekler için sürdürebilmen na bu e rs lü nü şü dü çok zor olduğu da zorluğunu kadın olmanın aki savaşçı ğd da , ız an katars ve u daha da ilginç m kadınların duru n, dı ka ki . Dağda benzersiz oluyor eyen inde onu çevrel es öt ın an savaşm l re bakışla, kültü erkeksi egemen iği ğanın ona yükled do ve la dogmalar ücadele etmek zorluklarla da m bir likler de onu iyi el öz zorunda. Bu a rıc Ay r. yo pı anı ya roman kahram daki an m ro e yl ni de Rojin, geçmişi ne in ılık bölümlerin aşk, sevgi yaratıc ak, ar ol eş e in er rakt özünü ve Prof ka el seviyesini romanın düşüns r ktüel çatının bi le te en belirleyen r. yo ayağını oluşturu ● Savaş da

sorunların etrafında düğümlendiğini düşünüyor olmamdı. Toplumsal dinamikler açısından 1990 ile 2006 arası gibi son derece ilginç bir dönemi anlatan üçlemenin her kitabı, az önce sözünü ettiğim bu fay hatlarının birisini ele alıyordu: Mehmet, zenginlikle yoksulluk; Emine, Müslümanlıkla-laiklik; Rojin, Türk - Kürt sorunu. Yani üç fay hattı için üç kitap diyebilirsiniz. Bu üçlemenin yazılma sürecini, sağ iktidarları, haki rengin hayatımızdaki güçlü yerini, askerleri, militarizmi, şiddeti, onursuzluğu, liberalleri, zenginleşme ihtirasını, birbirinden ayrışan Müslümanları ve bu arada şehirleri, taşrayı, karanlığı, sıradanlığı, özellikle küçük burjuvaziyi roman dünyaları içinde ele alma çabası olarak da görebiliriz. ● Son kitap “Rojin”deki derdiniz ne? “Rojin”in yazılma nedeni toplumsal bölünmenin en şiddetli, en kanlı biçimde ken-

dini gösterdiği Türk-Kürt sorununu ele al- dosu sayılabilecek toplumsal kabuslar kağımak ama daha çok ülkeyi neredeyse 30 yıl- da dökülmez, toplumsal belleğe kazınmazdır altüst eden bir savaşı bütün çıplaklığı ile larsa, emin olun bir süre sonra birileri bize sergilemekti. Savaş, tarafların ağzından an- onu tatlı rüya diye anlatmaya koyulur. Salatıldığında ya da uzaktan -gazete, radyo, vaş çığırtkanlarına engel olmanın yolu, sizin televizyondan- izlenildiğinde taraflı olarak kabus dediğiniz savaşı -taraf olmanın, kutalgılanır. Ya yeniyor, ya da yeniliyorsunuz- sallığının yüklerinden kurtararak- bütün dur. Savaşanlar ya kahramandır, ya da düş- çıplaklığıyla ortaya koymaktır. Öte yandan man... Oysa savaşın gerçek yüzü, propagan- savaşlar insanı var oluşlarının kazanında da bulutu aralanarak, kutsal kavramlar de- kaynatıp biçimlendiren en önemli olaylarnilen maskelerden soyularak savaşanların dır. Savaşan insan her şeyden önce trajik ingözünden anlatıldığında ortaya çıkar. Ancak sandır ve bu yönleriyle edebiyatın ana teo zaman savaşın ne olduğu, savaşların ne masıdır. İlk edebi eser olarak tanımlayabipahasına sürdürüldüğü tam olarak kavra- leceğimiz ölümsüz “İlyada” nedir? Bir savaş nabilir. Sorunuza gelince: Derdim ve mera- romanı, yani bir kabus hikayesidir. Hafızamım, ‘toprak altında yatanlar adına konuş- mızı zorlarsak birçok başyapıtın aslında samak’ arzusuyla, toprak altına girmemek için vaşı, savaşın içine sıkışmış insanı anlattığını her gün canlıların yaşının olmadığı, sadece görürüz. ● Gerilla Rojin ve asker Mehmet’in ölümlerin yaşının hatırlandığı topraklarda hikayesini anlatırken tarafsız kalabilneler yaşandığını anlatmaktı. mek için epey çaba sarf etmişe benziyor● Üçlemede geriye giden bir örgü var. Mehmet’te 2006’yı, Emine’de 2005’i ve sunuz. Bu kitabı okuyan bir PKK ya da Rojin’de 1993’ü anlatıyorsunuz. Neden milliyetçi bir Türk, aynı tepkiyi verebilir ters bir örgü kurmak istediniz? mesela: “Yazar bir hain!” Böyle bir sıra izlemek Türkiye’nin diAslında tarafsız kalayım, yazarken dennamiklerine daha uygundu. Aslında bugün geyi tutturayım diye bir endişem olmadı. “Rojin”i başa alıp “Fay Kırığı” üçlemesini Romanda anlatılan her olay birçok kaynak Rojin, Mehmet, Emine sırasıyla okumak tarafından doğrulanmıştır ve her -insanlık hiçbir şeyi değiştirmez. Öykünün akış çiz- durumu olarak adlandırabileceğimiz- dugisi bozulmaz. Rojin serinin hem birinci, rum doğrudur ve olmuştur. Şunu da ekleyehem üçüncü kitabı olarak okunabileceği yim. Yazarın tarafsız kaldığı duygusunun bir gibi, kendi başına, bağımsız bir roman nedeni buysa, bir nedeni de savaşın yarısıolarak da okunabilir. “Fay Kırığı” so- nın bir asteğmenin, Mehmet’in, öteki yarınunda ölüm kavşağında birleşen üç ne- sının da dağda üslenmiş bir kadın gerillanın, hir gibi, hayatımız gibi, geçmiş, gelecek Rojin’in gözünden anlatılması bence. Yave şimdiki zaman gibi akıp gidiyor... zarken savaşan tarafların değil, sadece sa● “Rojin”de çok zor bir alana givaşı yaşayanların tarafını tuttum. Ders veriyorsunuz. ‘90’ların başı Güneydo- rirken hep vurgularım: Romanın odağında ğu. PKK, terör, savaş ve elbette savaşta- insan vardır ve yazarın görevi yazgısını arakiler. O dönemleri metropollerde olsa biyan bu insanı yer aldığı tople yaşamış insanlar olarak, lumsal kaneviçenin içinde bugünden bakınca, sanki kaanlatmaktır. İnsan, ölümlü busu tekrar görmek gibi. Siz olduğundan ve bunu kabulkabusu neden kağıda dökme lenememesinden dolayı zaihtiyacı hissettiniz? ten trajik bir varlıktır. Bir de Bizzat askeri sorumlular tasavaşan insanı düşünün. Harafından savaş olarak adlandırıinliğe gelince: Zaman zaman lan ve ülkenin kaderine 30 yılhain diye tanımlanmak yadır hükmetmiş büyük bir topzarların, sanatçıların değişlumsal çatışmayı anlatmamak, mez kaderidir. Bir de şaka yazarların buna eğilmemesi, bu yapayım: Hangi önemli, dealtüst oluşun odağında yer alan ğişik iş yapmaya kalkışan kiinsanların öykülerinin duyurulşi vardır ki, başlangıcında maması düşünülemez. Bana hain diye adlandırılmasın! yazarlar kimdir, nasıl yazar oluAma emin olun, asıl hainlik, “Rojin” nur diye sorulduğunda, yazarlar eyyamcılık yaparak gerçekMehmet Eroğlu kişisel ve toplumsal yıkımlarleri anlatmamak, o cehenneİletişim Yayınları dan, acılardan beslenir diye cemi yaşayanların başından Fiyatı: 28 TL vap veriyorum. Bir anlamda geçenleri tam olarak aktarROMAN acıların ve yıkımların kreşenmamaktır. Yazarken sınırla-

107

Milliyet SANAT Ekim 2013


EDEBİYAT

malara asla aldırmam. İnsanın -özellikle yazarken- ilk kurtulması gereken korku, kim ne der, korkusudur. Ve bu korku, korkuların en utanç vericilerinden birisidir. ● Savaşı nasıl bu kadar iyi biliyorsunuz? Çünkü sanki orada yaşamış gibi yazmışsınız. “Rojin” 1993-’94 yıllarını, Güneydoğu’nun en kanlı günlerini, ‘93 Temmuz’undan başlayarak yaklaşık 12 ayı anlatıyor. Bu savaşı iki cepheden, iki ayrı göz ve bakış açısından anlatabilmek için yaklaşık 30 kitap, binlerce sayfa anı, anlatı okudum. Beş binden fazla fotoğraf edindim. O dönemde bölgede bulunmuş, bizzat savaşmış kişilerle konuştum; savaşa ve gündelik hayata ilişkin yüzlerce küçük ayrıntıyı bulup biriktirdim. Savaşı bilmeye gelince. Bizim kuşak savaşı tanır. ● Savaş hep insanlar üzerinde anlatılır ama sizin kitabınızda doğayı ve hayvanları (o müthiş ayı ve yavruları sahnesi) ne kadar mahvettiği de var. Yıllardır onlara haksızlık mı ettik sizce? Savaşın ilk kurbanı masumiyetse, sonra doğa, ardından savaşa neden olan insanlar gelir. “Rojin”de doğanın ve hayvanların maruz kaldığı yıkımı ve yok oluşu özellikle yansıtmaya çalıştım. Balkaya / Gowende’nin bombalanışı, ayı ve yavrularının yer aldığı sahne ve tabii bir de kuşlar. Bu bölümleri yazmış olmaktan mutluyum. Yeri gelmişken ekleyeyim. Hatırlarsanız, “Fay Kırığı Üçlemesi”nin önde gelen kahramanlardan birisi olan Cenk, -avcılık geçmişi ve kişilik özellikleri nedeniyle- yörede pink diye adlandırılan ve nesli tükenmiş olduğu sanılan Anadolu Parsı’nı arıyordu. Geçen hafta gazetelerde haberine rastladım. Pink yıllar sonra ilk kez görüntülenmiş. Yine romanda Rojin, İkiyaka dağlarındaki kaya resimlerini görmek istediğini söyler. Yine geçen hafta, yıllar sonra bir grup dağcı, binlerce yıllık bu resimleri görmek için bir tırmanış gezisi düzenlemişler. ● Bir savaş kitabı yazarken, insanın militarizme ya da kahramanlık anlatısına kayması an meselesidir. Siz kendinizi nasıl yönlendirdiniz? Kendimi nasıl yönlendirdim? Aslında yönlendirmedim, yaptığım tek şey yazarken sadece insanın peşinden gitmek, onu izlemekti. Gözlerimi binlerce metre yükseklikte, karda kışta, cehennem sıcağının altında hayatta kalmaya çalışan inançlı, inançsız insanlardan ayırmadım. Böyle yaparsanız iki yönlü hamasetin, milliyetçiliğin ve şovenizmin tuzağına düşmezsiniz. Yazmıştım ama tekrarlayayım. Kahramanlık, Azrail’le Milliyet SANAT Ekim 2013

“Kitabı yazarken yaptığım tek şey sadece insanın peşinden gitmek, onu izlemekti. Gözlerimi binlerce metre yükseklikte, karda kışta, cehennem sıcağının altında hayatta kalmaya çalışan inançlı, inançsız insanlardan ayırmadım. Böyle yaparsanız iki yönlü hamasetin, milliyetçiliğin ve şovenizmin tuzağına düşmezsiniz.”

ikinci randevuyu da gerektirir. Çoğu kez bilinçli bir seçim değildir. Kahramanlık, korku, cesaret... Savaşan insan bunların üzerinde pek durmaz. Savaştan elde edebileceğimiz en fazla şey, hayatta kalmak, belki biraz da kendimizi anlamaktır. ● Özellikle Rojin, kendi savaşının özgürlük savaşı olduğunu iddia ediyor ama sanki olduğu ortam ‘yeni bir tutsaklık’ yaratıyor. Savaş ve özgürlük arasındaki çelişki nedir sizce? Savaş ne için yapılırsa yapılsın, varlığınızı ölüme rehin vermektir. Savaşan insanın tam olarak özgür olması düşünülemez. Ama bazen özgürlüğün yolu, şiddetten geçer. Bu ikilem trajik insanın açmazıdır. ● Kitapta hem kahraman hem de birçok karakter ‘düşünceleri’ uğruna savaştığını söylüyor. Ama savaşta en ilkel duygularla hareket ediyorlar. “Rojin” için ‘insan kalmanın romanı’ diyorsunuz. İnsan savaşta ne kadar insan kalabilir, ne kadar insanlıktan çıkabilir? Şurası açık ki, savaşan insanın temiz ve iyi kalması mümkün değil. Ama insanın savaşta insan olduğunu hatırlaması, bazen zihinsel sıçrama yapması da mümkündür. Kıyıcılık ve merhamet başka varlıklarda yan-

108

yana yer almazken, insan yaratılışının karanlık alanlarında birlikte yer alır. İnsanı karmaşık, gizemli ve yazmaya değer bir varlığa dönüştüren de bu çelişkidir. Rojin’in, Malraux’nun kitabı “Ceviz Ağaçları”nı hatırlaması ve mağaraya geri dönmesinin nedeni de bu olgu. ● “Herkes vatanı öldürmek için kullanıyor,” diye bir cümleniz var, kullanıyor dediğinize göre gerçekte bu insanların ‘derdi’ ne? Doğada her canlı yaşamak için kendine bir alan belirliyor ve orada hakimiyet kuruyor. İnsanlar da üç aşağı beş yukarı böyle davranıyor. Aslanlar, çitalar, leoparlar belirledikleri alanları koruyor, ancak fazlasını isteyip bütün Afrika benim olsun demiyor. İnsanlar çitalar gibi değil. Bırakın, bütün dünya benim olsun, diyor. Sonuç: Mülkiyetin korunması, elde edilmesi gibi her zaman şiddet gerektirir. ● ‘Ölümün provası’nı yaptığını söylediğiniz insanlar, size ne hissettiriyor? Hüzün! Çaresizlik... İnsan savaşırken ölümü bir kere değil, her gün prova ediyor. ● “Bütün kalıcı ve büyük yazarlar melek değil, şeytandır. Evet, şeytan... Yazarken şunu bileceksin: Yazmak sevaba değil, günaha yakındır,” diyor kahramanlardan biri. Ayrıca aynı kahraman “Yetenek metenek yoktur” da diyor. Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz yazar olarak? Yazar olarak kendimi yazdıklarımın tam ortasına, yani sözlerimin arkasına koyuyorum. Aslında bu romanda gözardı edilmemesi gereken, savaş dışı temalar, özellikle de Nusret’in aşk, yaratıcılık ve yazmak konusunda düşüncelerini ortaya koyduğu bölümler var. Bunu da hatırlatmak isterim. ● Ve son soru: Savaşı yazarak barışa ulaşabilir miyiz? Aşıyı bulmak için mikrobu iyi tanımak gerekir. Bu nedenle cevabım evet, savaşı yazarak barışa hizmet edebiliriz. Hem bir ülkede 30 yıldır bir savaş devam ediyorsa, bunun edebiyata yansımaması en hafif tabiriyle aymazlıktır. Savaş romanları farkındalıkları artırarak, vicdansız, adaletsiz haksız dünyaları gözler önüne serebilir. “Rojin” gibi romanlar yazılmazsa sürüp giden savaşı günlük hayatımızdan uzak bir yerde, ancak ölü sayısı arttıkça gazete ve televizyon haberi, kahramanlık öyküsü olarak izler ve dinleriz. Homeros, Shakespeare, Victor Hugo, Tolstoy, E.M. Remarque, Malraux gibi sayısız isim... Bunlar savaş romanları yazarak edebiyatı ve dünyayı yeniden oluşturan büyük yazarlar. Hepsi barışı amaçlıyorlardı. MS


8/27/13

11:26 AM

Page 1

Fiyat ı: 9

128 sayfa

TL

K

K.K.T .C

Yazar röp perde ark ortajlarının ası

8 TL EYLÜ L

“YAĞMU

R ADAM tiyatro sah nesinde”

K.K.T.C Fiyatı:

ELTON JOHN

fantastik edeb NAT ARASIN DA

SAYI: 2013

/ 9/ 12630

’un François Ozon deneyimi röntgencilik

Androidler

Türkiye’de iyat

ŞİİRLE SA

ikte Klasik müz ı ödül tartışmas

Bienal DVD Hediyeniz 40 YILLIK ROCK EFSANESİ

QUEEN

geri dönüyor 1 / 654 / 8 TL ISSN

DAFT PUNK Heykeli min Oryantaliz simya n binbir rengiAnish cısı Kapoor Salem’deki İst i anbul’da cadı müzeler

‘Duvar’ıyla konuştular: geliyor Joe Satriani

Opera baleZAZ yi kimShirin Neshat kurtarır?

13

Cihangir’e yeni sahne

Belgeseli

Rogeter ’a Wa ters Milliy Sanat

Ansen n Kesal DÜNYANI Naza N Biçer Tansu EN İLGİN Ç MÜZELERİ

Lady Di’yi neden ço k sevdik? Tülin Özen’den özeleştiri çağrısı

9 TL

2013 8 TL MAYIS 128 sayfa

BELGESEL SET

Zirvenin demirbaşı

9 TL

Saygıda kusur ede n saygı albümleri

K.K.T.C Fiyatı:

NEW WORLD ATLAS

20 DVD

128 sayfa

Sevdiklerinize ‘Sanat’ hediye edin!

8 TL AĞUSTO S

Perdeden ekr “Çalıkuşu ana ”nun yolculuğu

Jay-Z Leylâ Erbil’e veda

Yeni nesil

SAYI: 2013 5

Dünyanın dört

bir yanı

/ 653/ 8 TL

ISSN 1300-442

/ 8/ 126301

/ 650 / 8 TL

SAYI: 2013

/ 5/ 126301

oche Juliette Bin ede beyaz perd Hülya Koçyiğitı anlattı geçen 50 yılın fuarları ndan sanat

2013

Şöhret mağduru

Üksiyonerle kole ÜĞ r NSIZ ÖPÜC

IN FRA SİNEMAN

2013

Sinemanı n falcıları

Akbank Caz içim su serpec ize ek

Moda’da yeni sahne

HOLLYWO ÇETİN CEVOD’UN İZİ

Jodie Foste r

Sanatçılarla kayıp İstan bul gezisi

Alexander

Skarsgard

Milliyet Sana

t’a konuştu

Tatilini kitabını söyle söyle bana, yeyim sana

12 aylık dergi aboneliği 82 TL.

M SALL BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK

BBC VAH YA AM BELGESEL SET

ABONELİK FORMU ADI:

SOYADI:

Telefon:

e-posta: @ TESLİMAT ADRESİ Posta Kodu

Faturayı teslim adresiyle aynı İlçe

İl

İlçe

İl

FATURA ADRESİ Posta Kodu Vergi Dairesi ve Numarası veya T.C. No 1 yıllık abone olmak istiyorum Kart üzerindeki isim

Kart No:

Son Kullanma Tarihi

Güvenlik No:

Faturayı adıma kesiniz.

Visa

Master

Faturayı firma adına kesiniz.

NEW WORLD ATLAS 20 DVD BELGESEL SET

BBC VAH YA AM BELGESEL SET

ABONELİK İÇİN: Tel: (0212) 337 94 59 ve (0212) 337 96 28 SORULARINIZ İÇİN: ayilmaz@milliyet.com.tr

M SALL BÜYÜK TÜRKÇE SÖZLÜK

Faks: (0212) 337 97 69

KAMPANYA KAPSAMINDA TERC H ETT N Z ÜRÜNÜNÜZ:


EDEBİYAT

Edebiyatın moda ikonları Kitapların satır aralarını dikkatli okumayı bilenler için edebiyat paha biçilmez stil sırlarıyla doludur. Çünkü yazarların birçoğu özellikle bir dönem, kahramanlarını adeta moda editörü gibi giydirip kuşandırmış, bir yandan da yaşam boyu takip edilmesi gereken stil dersleri vermiştir. ELİF TANRIYAR elif_tanriyar@yahoo.com

Audrey Hepburn’ün “Tiffany’de Kahvaltı” filminde canlandırdığı Holly Golightly, lükse düşkün olmakla birlikte zarifti.

SONBAHARIN gelişiyle birlikte özellikle iki tür dünyaya ait insanlarda büyük bir heyecan yaşanır. Bunlardan biri yeni çıkacak kitapları iştahla bekleyen edebiyat dünyasının mensubu kitap kurtlarıdır, diğeri ise yeni kıyafetler vitrinlere henüz dizilmeden dergilerdeki her tür ayrıntıyı yalayıp yutmuş olan modakolikler... Görünürde bu iki dünya çok farklıdır. Yaşamın anlamını edebiyaMilliyet SANAT Ekim 2013

tın derinliğinde bulanlar için moda küçümsenen, sığ ve boş bir dünyadır. Yaşamın ihtişamlı, seçkin güzelliğini ve neşesini modada bulanlara göre ise edebiyat bir parça sıkıcı ve renksiz bir dünyadır, bunun dillendirilmesi en azından ‘siyaseten doğru’ bir tavır olmasa da... Bir de benim gibiler vardır: İkisinden de vazgeçemeyen, güzel bir kitaptan da, bir çift kırmızı ayakkabıdan da benzer bir

110

şekilde heyecanlanabilen... Ekim, yeni çıkan kitapların da, sonbaharla birlikte yenilenen gardıropların da heyecanının belki de en dorukta yaşanan ayı. Küçük çaplı bir moda tapınağı sayılabilecek bir mağazada, her biri de adeta ‘beni al, beni al’ diye bağıran yeni sezon kıyafetlerin arasında dolaşırken gözüme yeşil kadife bir elbise takılıyor. ‘Yeşil kadife’ benim ve eminim benim gibi tüm diğer kitap düşkünleri için biraz da “Rüzgar Gibi Geçti”nin, yokluk içinde çiftliğin gösterişli yeşil kadife perdelerinden bir çırpıda göz alıcı bir elbise ortaya çıkaran Scarlet O’Hara değil midir? Yeşil kadife elbisenin biraz ötesinde duran küçük siyah elbiselerin de tıpkı “Tiffany’de Kahvaltı”nın sevimli kahramanı Holly Golightly’si olduğu gibi... Kırmızı ayakkabılar gördüğümüzde lanetli oldukları için giyeni ölene dek dans etmeye zorlayan edebiyatın ünlü kırmızı ayakkabıları düşer aklımıza. Ya da her kürk mantolu kadın bize “Kürk Mantolu Madonna”nın kürkünü anımsatır, ‘acaba o da böyle miydi?’ diye... Bazen de kıyafetler, anımsama fiiline eşlik eden ışıltılı ayrıntılardır edebiyatta. Biz de bu anımsamalardan yola çıkarak kıyafetleriyle aklımıza kazınan karakterleri ve kitapları inceleyelim istedik...


Tilda Swinton, “Orlando”daki kıyafetleriyle dikkat çekti.

“Kıyafetler dünyaya bakışımızı değiştirir” Kurgu eserlerdeki bir elbise ya da bir eldiven asla tek bir anlam taşımaz. Rengi, dokusu ya da kahramanı tarafından kullanılış biçimiyle bize bambaşka anlamlar sunar. Bazen psikolojik verilerdir bunlar, bazense dönemin dinî ya da toplumsal politikalarına dair sayfalar dolusu yapılacak tanımlardan çok daha veciz bir şekilde sunulan simgesel bir veridir. “Kıyafetler,” der Virginia Woolf, “Orlando”da: “Bizi sadece sıcak tutmanın ötesinde önemli görevlere sahiptir; dünyaya olan bakışımızı ve de dünyanın bize olan bakışını değiştirirler.” Cervantes’in “Don Kişot”u da benzer bir fikre sahiptir; “Kıyafetlerden uzun uzun bahsetmemi gereksiz bulmayın sakın,” der: “Çünkü hikayeyle çok ilgisi var.” Evet, aslında tam da “Don Kişot” ve “Orlando”da altı çizildiği gibi gibi kıyafetlerin ‘hikayeyle’ yani dünyayı, insanları algılayışımız ve onlar tarafından algılanışımızla, kısaca tüm bir yaşamla ‘çok ilgisi’ vardır.

“Fazla sade, fazla düz” Tolstoy’un Anna Karenina’sını Keira Knightley aynı isimli filmde canlandırıyor.

Stil duygusu her zaman moda tutkusundan önde gelmelidir. Bu altın kuralı en iyi bilen yazarlardan biri de kuşkusuz Murathan Mungan’dır. Mungan’ın “Yüksek Topuklar”ının kadın kahramanı, evinde misafir olan küçük kızın alışveriş merkezi tandanslı tüketim tutkusuna, ‘stil’ duygusuyla ders vermeye çalışır ama ne fayda: “Beni şöyle bir tepeden tırnağa süzerek aynı rengin dört ayrı tonundaki pastel çeşitlemesinden oluşan giysimi gözden geçiriyor, onun için fazla sade, fazla düz, fazla sıradan göründüğümü biliyorum.”

Tolstoy’dan şıklığın sırrı Kitaplar, satır aralarını dikkatli okumayı bilenler için edebiyat paha biçilmez stil sırlarıyla doludur. Çünkü yazarların birçoğu kahramanılarını adeta moda editörü gibi giydirip, kuşandırmış bir yandan da yaşam boyu takip edilmesi gereken stil dersleri vermişlerdir. Örneğin Tolstoy ve onun “Anna Karenina”sına bir göz atalım... Romanın başlarındaki ünlü balo sahnesi öncesi hazırlanmakta olan gencecik Kiti’yi görürüz. Bir bahar kadar güzel olan Kiti, tüm saflığıyla salonun diğer genç kızları gibi kendini tülkurdele-dantel üçlüsüne boğar. Bir sonraki sahnede ise Anna Karenina’yı görürüz. Anna, yalnızca sade bir siyah kadife tuvalet giymekle yetinmiştir. Kıyafetinin tek süsü Venedik güpürleri ile diğerlerinin aksine peruk olmayan ‘doğal’ saçlarını süsleyen küçük bir hercai menekşe çelengidir. Yani Anna’nın kıya-

111

fetinin asıl süsü tüm doğallığı ve çekiciliğiyle kendi vücudunun yarattığı çekimdir. Tolstoy, Kiti’nin bakış açısıyla kadın okurlarına belki de gelmiş geçmiş en evrensel stil sırını verir: “Kiti, Anna’yı her gün görüyordu, ona hayrandı ve onu kesin olarak leylak rengi bir elbiseyle hayal ediyordu. Fakat şimdi, onu siyah bir elbiseyle görünce güzelliğinin tümünü anlamadığını hissetti. Şimdi onu kendisi için yepyeni ve hiç beklemediği bir şekilde görüyordu. Artık Anna’nın leylak rengi bir elbise içinde olamayacağını ve güzelliğinin, üzerindeki tuvaletin hiçbir zaman göze görünmemesinden kaynaklandığını anlamıştı. Kabarık dantelli siyah elbisesi de üzerinde görünmüyordu; bu sadece bir çerçeveydi ve sadece doğal, sade, zarif ve aynı zamanda neşeli ve canlı bir kadın olarak görünüyordu.” Evet, Tolstoy Coco Chanel’den yıllar önce şıklığın ve etkileyiciliğin sırrını çözmüştü besbelli, “Az çoktur ve doğal olun!” Milliyet SANAT Ekim 2013


EDEBİYAT

Flaubert’in Bovary’si, Nabokov’un Maşenka’sı

Isabelle Huppert Madam Bovary rolündeydi.

Flaubert de “Madame Bovary”de Emma’nın giyim kuşamıyla Charles’ı nasıl etkilediğini anlatır... Charles, geleceğin Madame Bovary’si Emma’ya belki de yalnızca ‘gizli’ ayakkabı ve ayak fetişi yüzünden âşık olmuştur: “(...) Ayrıca Emma’nın mutfağın yıkanmış taşları üzerinde duran minicik tahta kunduralarını da seviyordu; yüksek ökçeler, kızı biraz uzun boylu gösteriyordu, Emma önü sıra yürüdüğü zaman, tahta tabanlar çabuk çabuk kalkarak kızın ayağındaki kunduranın tabanına sert bir gürültüyle çarpıyordu.” Nabokov’un “Maşenka” romanında ise, Ganin,

Werther’in lacivert ceketi ve sarı yeleği

Bir elbise asla eğil ed yalnızca elbis

Aslında görüldüğü gibi moda ve edebiyat birbirine o kadar da uzak olmayan iki dünya. Hatta bir zamanlar şimdikinin aksine bayağı bir sıkı fıkıymışlar bile diyebiliriz. Fotoğraf ve sinema, televizyon gibi teknik imkanların olmadığı dönemlerde, günün modasını belirleyen en önemli ‘moda ikonları’ kimdi sanıyorsunuz? Tabii ki roman kahramanları! Bunun en vurucu göstergesi ise Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları”nın intihar eden kahramanının giydiği lacivert ceket ve sarı yelek takımı. Bu takım, dönemin gençleri arasında o denli moda olmuş ki, belki de tarihin ilk moda salgınını yaratmış. Moda ve edebiyatın benzer güçleri üzerinde belki de en çok kafa yormuş düşünür ise kuşkusuz Roland Barthes’tır. Özellikle moda dergilerinin geliştirdiği dil üzerinden konuyu yorumlamaya çalışır. Barthes için moda dizgesi bir anlamlandırma sürecidir, modaya ilişkin bütün anlamlar bu dizgeye aittir. Yazılı moda bir tür edebiyattır, her ikisi de göndergesi olmayan bir anlamlandırma sürecidir. Moda ve edebiyat, güçlü bir biçimde ve ustaca, gelişmiş bir sanatın bütün karmaşıklığı içinde, hiçbir şey göstermezler, var oluşları anlamlandırma sürecine aittir, gösterilen şeye değil. MS

ta pek likle de edebiyat Kıyafetler, özel le de ve bu özellikleriy çok anlam taşır an rh O ı yollar açar. yazarlara yaratıc de i”n es üz umiyet M Pamuk’un “Mas ntaya ça n de pe kü , kabıya elbiseden ayak ve aksesuarla pek çok kıyafet görünen ve lmaz, bunların ka la karşılaşmak şfederiz. lamlarını da ke görünmeyen an lnızca bir ya bir elbise alsa Pamuk için de ğu gibi o da du ol a ’d Tolstoy elbise değildir. le öyküdeki tanımlayarak bi sırf elbiselerini derinlikte uz ns ere dair so iki kadın karakt erde ze: “Sibel, o günl ipuçları sunar bi rzisi olan te gözde ve pahalı İstanbul’un en zaman un uz i sin şan elbise İpek İsmet’e ni se bi ye işti. Annemin el önce sipariş etm ini, Sibel eğ nasıl işlenec vereceği incilerin . dı ar ışl şam tartışm ile ilk defa o ak Yeşim, şı da ka ar e lis l’in (...)Akşam Sibe rkes orada şanlanıyordu; he ni a s’t la Pa ra Pe luydu, . Sibel çok mut olacaktı, gittim üzerine ile se bi el r bi k rla gümüş rengi pa bizimkine n nı şa işti, bu ni örgü bir etol giym ndüğü için her şeyle ı düşü örnek olacağın ürekli ese sokuluyor,s rk he r, yo ni ilgile ulca us an (...) Yanınd gülümsüyordu. l kızlarla ze gü ve ı ld ışı e ışıl ayrıldım. Bahç çok genç k pe , ıpkı Sibel gibi doluydu. (...) T k el rla pa k, çü klipsli kü kadın da metal ına. (...) ar nl ya dı ar ışl m çantalarından al çok şıktı. i, aşırı boyalı ve ps he rın la ın ad K ice açık, iy ı sm kı t üs uran, Pek çoğu bele ot rmış gibi la ydiği için üşüyor ince elbiseler gi ki da ka ar ı. (...) Füsun r elbise gözüküyorlard bi lı kı Orhan Pamuk’un As . tu uş a geçip oturm ın as dı. as m lıy ık ğl “Masumiyet ları çıplak ve sa giymişti. Omuz i.” ld ze Müzesi”nin kadın gü ıştı. Çok Saçlarını yaptırm

“Genç Werther’in Acıları”ndaki lacivert ceket ve sarı yelek moda olmuştu. Milliyet SANAT Ekim 2013

Maşenka’ya ilk görüşte yüzünün güzelliği için değil, arkadan gördüğü bir kurdele detayıyla âşık olur. O basit kurdele sonsuza dek bizim de zihinlerimizde bir sembol olacaktır artık: “Ganin bisikletiyle ona rüzgar gibi yetiştiğinde, yalnızca arkasından dalgalanan eteğinin mavi kumaşının kıvrımlarını ve iki kanat gibi açılan siyah ipek kurdeleyi görebildi.” Sabahattin Ali’nin eseri, “Kürk Mantolu Madonna”nın Raif Efendi’si ise Maria Puder’e bir gece vakti hayal meyal gördüğü kürk mantolu silueti ve iskarpinlerinin çıkardığı seslerle âşık olmuştur.

kahramanı Füsun’un çiçekli elbisesi.

112


Sözcüklerle yapılan resimler Cemil Kavukçu’nun 19 denemesinin bir araya geldiği “Örümcek Kapanı”, usta öykücünün öykü sanatı hakkındaki fikirlerinden oluşuyor. ORHAN TÜLEYLİOĞLU otuleylioglu@hotmail.com

CEMİL KAVUKÇU “Örümcek Kapanı”nda, ağırlıklı olarak, öykü fikrinin nereden geldiğini, nasıl geliştiğini ve okuru büyüleyen bir metne nasıl dönüştüğünü, yaşamından aktardığı kesitlerle, anılarıyla iç içe anlatıyor. ‘Yaşananlar öykülere nasıl esin olur? Her şey öykü olur mu? Öykü nasıl görülür? Öykü dekoru nedir?’ gibi her zaman merak konusu olmuş konuları ele alıyor. Cemil Kavukçu, zaman zaman arkadaşlarının, dostlarının, yaşadıkları ya da tanıklık ettikleri olayların çok iyi öykü (daha çok da roman) olacağını düşünüp yazması için ona anlattığını ve hatta bu konuda baskı bile yaptıklarını söylüyor. Kavukçu, anlatılanların trajik, üzücü ya da şaşırtıcı olduğu-

Kavukçu, yazınsal anlamda döllenmeden söz ediyor. Ona göre yazar, ortaya çıkardığı yapıtıyla üç evre yaşar. İlki, döllenme ve hamilelik dönemidir. Döllenme en baş döndürücü olanı, en haz verenidir. Bilinmeyen bir coğrafyayı keşfetmek için çıkılacak yolculuğun hazırlıklarıdır.

“Örümcek Kapanı” Cemil Kavukçu Can Yayınları Fiyatı: 10 TL Deneme

nu ama mutlu, sevindirici bir olay anlatıp da bundan iyi bir öykü ya da roman olur diyene rastlamadığını belirtiyor ve şunları söylüyor: “Sonuçta öykü kedi gibiydi, sen onu okşamak istediğin zaman değil de, o kendini sevdirmek istediği zaman yanına geliyordu.” Kavukçu başka bir denemesinde, yazınsal türlerde yazmanın, bir huzursuzluğun, iç çatışmanın sonucu olduğuna, bu türden yazmanın özünde sıkıntının var olduğuna dikkat çekiyor: “Seni arkadaşlarından, günlük yaşamdan koparır onunla baş başa kalmaya zorlayan, içinde büyüttüğün sana çok benzeyen aynı zamanda çok yabancı biridir bu. Dost mudur, düşman mıdır bilemezsin ama onsuz da yapamazsın.” Kavukçuya göre yazmak, kendi sesini aramanın serüveni ve ne olursa olsun, sıkıntıların en güzelidir: “O gelip seni bulmadıkça, açıklanması güç tuhaf dünyasına çekmedikçe, başını döndürmedikçe hiçbir görüntüden, sesten, yüzden öykü çıkmıyordu. Bir tür aşktı bu. Sen onu değil, o seni seçiyordu.”

‘BAŞKALAŞMA’ Kavukçu, yazınsal anlamda döllenmeden söz ediyor. Ona göre yazar, ortaya çıkardığı yapıtıyla üç evre yaşar. İlki, döllenme ve hamilelik dönemidir. Döllenme en baş döndürücü olanı, en haz verenidir. Bilinmeyen bir coğrafyayı keşfetmek için çıkılacak yolculuğun hazırlıklarıdır. Büyük bir coşkuyla valiz toplanır. Bütün duyargalarıyla dışa açık yaratıcı dünyanıza bir sözcük, bir tümce ya da görüntüyle, sesle, kokuyla, çağrışımla kuyruklu bir sperm giriverir. İşte o anda bir öyküye, romana ya da şiire gebe kalırsınız. Sözcüklerle başlayan bir sevişmedir bu. Döllenmenin ardından süresi belli olmayan, her yapıtta değişen bir hamilelik dönemi başlar. Hamilelik süresi birkaç saat olabileceği gibi yıllarca da sürebilir. Kendi başına buyruk bir zaman vardır artık. An, sürece yayılır. Süreç, ânı teslim alır. Bu ge-

113

belik döneminde doğmadan ölenler, hiç doğmayacak olanlar vardır. Ve onlar büyük yapıtların hazırlayıcısıdır. Ceninlerle dolu mezarlığın genişliği ile yazarın büyüklüğü doğru orantılıdır. Sonra doğum gelir. Yapıt yazardan çıkmıştır artık. Bu nedenle de cinsiyeti ne olursa olsun her yazar dişildir. Rahatlamanın yanı sıra bir boşluk da yaratır bu durum hatta hüzün verir. Ardından da ‘başkalaşma’ ve ‘yabancılaşma’ gelir: “Horozlar, nasıl ki öterek güneşi doğurduğunu, köpekler sabah yürüyüşlerinde sahiplerini gezdirdiğini sanıyorsa, yazarlar da sözcüklere hükmettiğini düşünür; hatta bununla bir biçimde övünürler. Oysa onları kışkırtıp yönlendiren, baskı altına alıp hem vezir hem de rezil edenin sözcükler olduğunun pek azı farkındadır.”

‘ÖYKÜ ÖRÜMCEĞİ’ Öyküyü, sabırla beklemek gerekiyor. Bazen yazılacak öykü bilinir, bazen de yazarken oluşur ve ortaya ne çıkacağı bilinmez. Kavukçu buna, ‘öykü örümceği’ diyor: “Yazar, yaşamın kuytusuna büyükçe bir ağ örüp beklemeye başlıyor. Sonra bir iz, öyküye dönüşebilecek bir tümce ya da gizemli bir sözcük gelip o ağa takılıveriyor. O zaman da öykü örümceği sindiği köşeden fırlıyor ve o çekirdeğin ipliksi salgısıyla bir koza örüyor.” Kavukçu, iyi öykülerin sözcüklerle yapılan resimler olduğunu söylüyor. Dinlediği ya da yaşadığı bir olayın öyküyle buluşmasını veya buluşamamasını, öykü sanatının inceliklerini, yaşamla kurgu arasındaki köprüleri ustalıkla anlattığı denemelerinde yazma yöntemlerini, okuma sevgisini, etkilendiği kitapları, sevdiği yazarları da anmadan geçmiyor. Bundan sonra kaleme alacağı öykülerin ipuçlarını veriyor. “Örümcek Kapanı”, Cemil Kavukçu’nun öykülerini aratmayacak güzellikte bir kitap. MS Milliyet SANAT Ekim 2013


EDEBİYAT

Babalar ve kızları Yan hikayelerle örülen ve hesaplaşma temasının ön plana çıktığı Yekta Kopan’ın yeni romanı “Aile Çay Bahçesi”, baba - kız hesaplaşmasını konu alıyor.

A. ÖMER TÜRKEŞ aomert@gmail.com

YEKTA KOPAN edebiyat dünyasında daha çok öykücü yanıyla tanınır. 1968 doğumlu yazar, 2000 yılında yayımlanan ilk öykü kitabı “Fildişi Karası” ile dikkat toplamış, ardından gelen “Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri”ile Sait Faik Hikaye Armağanı’na, “Karbon Kopya” ile Dünya Kitap 2007 Yılın Telif Kitabı Ödülü’ne, “Bir de Baktım Yoksun” ile 2010 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü ve Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer görülmüştü. Kopan, 2004 yılında yayımlanan “İçimde Kim Var” ile romanı da denemişti. “İçimde Kim Var”ı -özellikle bir ilk roman olarak- beğenmiştim. Aradan oldukça uzun bir zaman geçtikten sonra, Yekta Kopan ikinci romanı “Aile Çay Bahçesi”ni yayımladı. Baba-oğul hesaplaşması üzerine kurgulanmış “İçimde Kim Var”, hikayelerden oluşan bir romandı. “Aile Çay Bahçesi”nin hikayesi de yan hikayelerle örülmüş ve yine hesaplaşma teması öne çıkıyor. Ancak bu kez hesaplaşma baba-kız arasında.

ORTAK PAYDASI MUTSUZLUK Romanın giriş bölümündeki kısa sahneyi aklınızda tutun. İki kadını bir uçurum kenarında bir anlığına izlediğiniz bu sahneyle son bölümde bir kez daha karşılacaksınız ve çember kapanacak. İronik biçimde “Mutlu Çocuklar” adı konan ilk bölümün ardından roman kahramanının hikayesi başlayacak. “Benim adım Müzeyyen. Süslenmiş, güzelliklerle bezenmiş demek. Ben güzelliklerle bezeliyim. Süslenmiş bir hayat benimki. Müzeyyen’im ben. Doğmadan belliymiş adım. Müzeyyen adında bir kız olarak doğmuşum(...) Benim adım Müzeyyen. Saatçi Nejat Bey’le, ev kadını Meral Hanım’ın kızı Müzeyyen. Bir de kız kardeşim var. Çiğdem.” Evet, Müzeyyen’in hikayesi bu. Altı yaşına kadar mutsuz bir annenin sevgili kızı olarak büyümüş, altı yaşında kendisine artık büyüdüğü ve bir kız kardeşi olacağı söylenmiş. Milliyet SANAT Ekim 2013

Hayatının geri kalanını güzelliği ve sevimli- cek ve Müzeyyen babasıyla -ölüm döşeğinde liği ile onu gölgede bırakan kızkardeşi Çiğ- bile olsa- en sonunda hesaplaşacaktır. Hayadem’i kıskanmak, dahası annesinin ölümün- tının geri kalanınında sırtında taşıdığı yükden sorumlu tuttuğu Çiğdem’den nefret et- lerden, sıfatlardan kurtulmuş hisseder kenmekle geçirmiş Müzeyyen. Aslında annesini disini, artık sadece Müzeyyen’dir adı; ‘hepsi o mutsuz eden babasına duyduğu nefret daha kadar’... derin ve yakıcı. Müzeyyen’in çoktandır hayatından çıkardığı babasını ve kardeşini ha- GÜNAH KEÇİSİ tırlaması, bir telefon görüşmesinin çağrışımYekta Kopan “Aile Çay Bahçesi”nde pek larıdır. Hayriye Hanım’dan, yani üvey anne- çok kadının -hatta erkeğin- ‘tam da bunlar sinden babasının ölüm döşeğinde olduğunu geçti başımdan’ diyebileceği türden bir hayat öğrenir Müzeyyen. Belleği hikayesini özetliyor. Şaşırtıcı bir kendisini yazlık evlerine göşey yok, akşamcı bir baba, muttüren otobüs yolculuğu bosuz bir anne, genç yaşta öksüz, yunca çağrışımlar yoluyla dahası korumasız kalmış, babaharekete geçer. Mutsuz bir sının şahsında bütün erkeklerinsanın belleğidir boşalan. den nefret etmiş genç bir kadın; Müzeyyen hayatını -ne yazık anonimleşmiş hikayesiyle hiç ki hepsi de mutsuzluk ortak yabancılık çekmeyeceğimiz kapaydasında buluşan hikayerakterler var kitapta. Erkek egelerle hatırlayacaktır. men bir dünyaya doğmanın beMüzeyyen’in yaşam öydelini ödeyen kadınların sıradan küsü işte bu hatıralarla yavaş bir örneği Müzeyyen. Şaşırtıcı, dahası irkiltici olan Kopan’ın yavaş örülüyor. Böylece anböyle bir hayatın içinde biriken nesinin kadersizliğini, anne kötülüğü, söz konusu kötülüğün ve babasının iyi başlayıp ba“Aile Çay Bahçesi” doğallığını deşmesiyle çıkıyor basının davranışları nedeniyYekta Kopan ortaya. Belki de kötülük bile sale kötü giden evliliklerini, Can Yayınları yılmaz. İçinde geçen duygu ve kardeşinin doğumunu, anneFiyatı: 17 TL düşünceleri tahlil ettiğinde kötü sinin erken yaşta ölümünü, ROMAN olduğunu düşünüyor Müzeyyen. babasının umursamazlığını, Oysa onun kötülük sandığı, enbabaannelerinin kanatları altına sığınışlarını, şimdi babasını ziyaret için geldikleri aile gellenmiş insanın doğasında var olan, dile geyadigarı yazlıkta edindiği ilk cinsel deneyim- tirilmesi yasaklandığı için gerilim yaratan leri, ‘koca memeli Müzeyyen’i’ gömüp ‘göz- karmaşık duygulardan başka bir şey değil. Babasına ya da kardeşine duyduğu öfkelüklü Müzeyyen’i’ doğurmasını, üniversite yıllarını, mesleki başarısızlıklarını; aklın ko- nin gerçek kökenlerini açığa çıkarmak isterridorlarında ‘şehrin kokuşmuşluğuyla, in- sek Müzeyyen’in üzerinde biraz daha fazla sanların kabalığıyla, yolların pisliğiyle, bina- durmamız gerekecek. Geriye doğru baktığınların bakımsızlığıyla, köpeklerin havlama- da hayatının hiçbir karesinden, o karelerdeki sıyla, kedilerin çöp karıştırmasıyla, kadınla- halinden hiç memnun olmamasının sebebi rın sinsiliğiyle, erkeklerin salyalı yalanlarıyla’ ne babası ne kardeşi; o kendi rolünü oynayadidişip durmasını, sonra susuşunu, nefretini mamış, kurallarla çevrilmiş bir toplumda özkusamayışını... Kendisini kötü bir çocuk ol- gürlüğünü eline alamamış olmanın öfkesini maktan kötü bir insan olmaya götüren olay- biriktirmiş derinlerinde: “Bütün bu hikayenin içinde benim rolüm neydi diye düşünları, insanları... Bu karanlık ve kötü hatıralar her seferin- düm hep. Benim repliklerimi kim yazmıştı, de dönüp dolaşıp babasına bağlanacak, öfke- mizansenlerimi kim belirlemişti? Sahneye si her anımsama anında biraz daha büyüye- hangi taraftan gireceğime, uslu kızı oynarken

114


Yekta Kopan, “Aile Çay Bahçesi”nde de ilk romanındaki gibi parçalı bir anlatım kullanıyor.

neler giyeceğime, içimdeki kötülüğü kusmaya başladığımda nelerden soyunacağıma kim karar vermişti? Okuduğum bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya çalışırdım. Saatçi Nejat Bey’le ev hanımı Meral Hanım’ın kızı Müzeyyen’i bana anlatabilecek bir cümle.(...) Ömrüm boyunca, ikinci el eşya satan bir dükkanın vitrinine bakar gibi baktım hayatıma.”

BABA FİGÜRLERİ “İçimde Kim Var”daki baba-oğul çatışmasında oğulun bakış açısıyla babasının hayatının peşine düşüyordu anlatı. “Aile Çay Bahçesi”nde ise baba, kızının duygu ve düşünceleriyle katılıyor hikayeye. Ancak her iki romanında da baba figürleri; baba olmanın dışında, daha derin anlamlar barındırıyor. “İçimde Kim Var”da baba-oğul çatışması bireyin Tanrı kavramıyla hesaplaşmasına kadar uzanan çağrışımlara açıktı. Müzeyyen’in babasını koyduğu yer ise kadere karşılık geliyor; Müzeyyen’in kötü kaderine. Kaderine isyan -isyandan ziyade kahır- eden Müzeyyen için bir “günah keçisi”dir Altan Bey. Hayattaki bütün başarısızlıklarının, yalnızlığının, duygularını seslendiremeyişinin nedenini babasına yıkmakla, bir hayat kaçkını olmasına bahane bulur. İşin tuhafı Müzeyyen’in ruh halini en iyi anlayan kişi, nefret ettiği babasıdır. Zira, Altan Bey de hayat kaçkınıdır. “Hayat peşimizden gelirken kaç-

Yekta Kopan “Aile Çay Bahçesi”nde pek çok kadının -hatta erkeğin- ‘tam da bunlar geçti başımdan’ diyebileceği türden bir hayat hikayesini özetliyor. maktan başka çaremiz yok. Sen de aynı şeyi yapıyorsun, biliyorum. Kaçıyorsun kızım. Baban nasıl kaçtıysa sen de öyle kaçıyorsun hayattan,” diyecektir arkasını dönüp odayı terk etmek üzere olan kızına. Ve Müzeyyen’i belki de ilk kez eyleme geçirecek son sözlerini fısıldayacaktır: “Sen bana benziyorsun Müzeyyen, hiçbir farkın yok babandan...” Romanın bütün silahlarını sona saklamış Kopan. Tam gerilimin doruğa çıktığı âna geldik. Müzeyyen’in babasına cevabı çarpıcı bir eyleme dökülecek. Eylemden ziyade bilinçaltına gömülü dürtülerin tetiklediği bir refleks... Ama refleksin ardındaki dürtünün iyilikten mi, kötülükten mi kaynaklandığı belirsiz. Kopan eylem öncesini, eylem ânını, eylem sonrasını etkileyici bir dille anlatıyor ama yorumu okura bırakmış. Hikayeyi nihayetine erdirmek, Müzeyyen ve Çiğdem’in akibetleri hakkında karar vermek de yine bize düşüyor. Yekta Kopan’ın ilk romanında kullandığı parçalı anlatım tarzını “Aile Çay Bahçesi”nde de sürdürdüğünü belirtmiştim. Roman kişilerinin hayatlarında geniş boşlukluklar, karanlık köşeler bırakan, zamanın her hangi bir anından seçilmiş karakteristik ke-

115

sitlerle bütüne ulaşmayı amaçlayan, bunu yaparken okurdan oyuna katılmasını bekleyen bir anlatım tarzından söz ediyorum. Yekta Kopan’ın zaman zaman öykülerinde de kullandığı söz konusu tarz, “Aile Çay Bahçesi”nde hikayeye dinamizm katma anlamında yarar sağlamış. Ancak boşlukların genişlediği kimi yerler var ki hem hikayede hem Müzeyyen dışındaki roman kişilerinin hayatlarında kopukluklara yol açıyor. Hikayenin son bölümlerindeki yoğunluk keşke romanın tamamına yayılabilseydi. Roman bittiğinde Müzeyyen’in babası ve kardeşi üzerinden hayatla hesaplaşması sona ermiş midir dersiniz? Elbette hayır. Çatışma ve hesaplaşma hayatın ve insanın doğası gereğidir, dinginlik sağlandığında ise sona gelinmiş demektir. Mutlu sonları sevenler boşuna umutlanmasın; ne yazık ki Müzeyyen’in elinden tutacak, yanlışları düzeltecek, hayatına çeki düzen verecek bir bilge yok “Aile Çay Bahçesi”nde. Müzeyyen’in bundan sonraki hayatını zihninizde sürdürmek isterseniz bir dolu hesaplaşma daha tasarlamanız gerekir; tıpkı hepimizin yaşadığı şu yıkıcı, bitimsiz hesaplaşmalar gibi... MS Milliyet SANAT Ekim 2013


EDEBİYAT

Kısa bir sanat okulu turu “Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey”, tüm sanat dallarını kuşatan ortak bir duyguyla, sanatın yapılırlığına ve bir sanatçı gibi düşünmenin ince ayrımlarına dair yazılmış özlü açıklamalardan oluşuyor. BUKET ÖKTÜLMÜŞ buketok@hotmail.com

HARVARD ÜNİVERSİTESİ’NDE güzel sanatlar eğitimi almak, New York dâhil pek çok şehirde sergi açmak ve Brookyn Prat Institute MFA programında ders vermek... Çalışmaları çok sayıda müzenin daimi koleksiyonu içinde yer alan “Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey” kitabının yazarı Kit White’ın çoğu insana kısmet olmayacak, kariyeri böyle. White, kitabının sanat öğrencileri ve eğitmenlerine hitap ettiğini düşünse bile, “Bu kitabı okumak için ille de ‘sanat’ yapıyor olmak gerekmez,” diyor “Yazarın Notu” başlıklı giriş bölümünde. Aynı bölümde, sanat öğreniminde alınan derslerin günlük hayatta yaşadığımız hemen her şeyi ilgilendirdiğini söyleyen White’a göre, sanat yaşamdan ayrı tutulamaz ve o sürdüğümüz hayatların ta kendisini anlatır. Bu nedenle White, “Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey”in sanatı ve onun varlığımızı nasıl zenginleştirdiğini merak eden herkese hitap ettiğini düşünüyor. Bu “Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey” kulağa hiç de yabancı gelmiyor, değil mi? Bugüne dek pek çok “101 Şey” gördük sanki. Kanıksadık belki. Yeni bir “Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey” ile neden ilgilenelim, diyenler olabilir. Cevap, “Sanat okulunda yıllar yılı dirsek çürütmemek için” olabilir belki de...

NİTELİKLİ BİR EĞİTİM “Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey” öylesine bir düzen içinde sıralanmış ki yazar, okur kısa bir sanat okulu turu yapıyor adeta. Üstelik yıllar yılı okul sıralarını işgal Milliyet SANAT Ekim 2013

etmeksizin, binlerce sayfa kitabı yalayıp yutmaksızın, on binlerce resim, heykel, çizim, fotoğraf ve illüstrasyonu incelemeksizin... Denilebilir ki, bu kitap, mütevazı ölçüleri ile bir eğitim alma, içgörü kazanma ve bilgeleşme imkanı sunuyor okuruna. Kitabın düzenlenişi de okura çizimler ve metinlerle karşılıklı yürüyen bir diyaloğu izleme şansı veriyor. Sayfalar, kendi alanında çağ açıcı ressam, grafik ya da fotoğraf sanatçılarının tanınmış eserlerini içermesinin yanı sıra işe yarar ve zihin açıcı fikirlerle kurulu. Kurgunun arkasında, “Sanatsal fikirler en iyi mevcut yapılarda tecelli ettiğinden, bu kitaptaki dersleri tarihsel ve güncel sanat yapıtlarından illüstrasyonlarla örneklemeyi tercih ettim; her bir fikri, dersi ya da adına kavram dediğimiz şeyi ilintili veya uygun bir görsel imgeyle vermek istedim,” diyen Kit White var tabii. Sanatla ilgilenen, sanatı seven herkes için kitapta bir şeyler var. Kit White bu 101 madde ile okuru öğrencilik günlerine geri götürmekle kalmıyor, oturduğu yerden kalkmaksızın nitelikli bir sanat okulu eğitimini almasını sağlıyor.

“SANAT HER ŞEY OLABİLİR” “Çizim yapmayı öğrenmek görmeyi öğrenmek demektir,” diyen White’ın kitabı Marcel Duchamp’ın “Pisuvar”ı ile açılıyor. Eserin olduğu sayfada White, okurlarına ilk dersi de veriyor: “Sanat Her Şey Olabilir”. White, bu cümlesini ise şu sözlerle destekliyor: “Sanat anlatım aracıyla veya üretiminde kullanılan araçlarla değil, ‘sanat’ diye bellediğimiz bir deneyim kategorisine ait olduğuna dair müşterek bir duyguyla tanımlanır.” Perspektif çizmenin püf noktalarından ışık ve gölgenin önemine, sanatın işaret ve

116

“Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey” Kit White Çev: Volkan Atmaca YEM Yayın Fiyatı: 23 TL Sanat

“Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey” öylesine bir düzen içinde sıralanmış ki, okur kısa bir sanat okulu turu yapıyor adeta. Üstelik yıllar yılı okul sıralarını işgal etmeksizin, binlerce sayfa kitabı yalayıp yutmaksızın, on binlerce resim, heykel, çizim, fotoğraf ve illüstrasyonu incelemeksizin...

imge dili olduğuna kadar pek çok ayrıntıyı okurlarıyla paylaşan Kit White, kitabın en son maddesinde ise “Sanat okulundan mezun olan herkes başarılı bir sanatçı olamaz,” diyor. Sanat okulunda alınan eğitimin, kişinin dünyaya açılması konusunda yardımcı olabileceğini savunan yazar, sözlerini şöyle bitiriyor: “Sanat okulu bir kişiye dikkatlice gözlemeyi, eksiksiz biçimde betimlemeyi, deneyerek sorunlara çözüm bulmayı, zihnini her türlü olasılığa açık tutmayı ve henüz gerçekleştirilmemiş olanın arayışı içinde en ağır eleştirileri bile göğüslemeyi öğretir.” Kit White’ın maddeleri eşliğinde küçük bir sanat okulu gezisi yapmak isteyenlerin “Sanat Okulunda Öğrenilecek 101 Şey”e göz atması yeterli... MS


AJANDA

Oyunun karakterlerinden Bay Cızbız

TİYATRO Bosch Çocuk Tiyatrosu “La Fontaine Orman Mahkemesinde”yi sahneliyor.

Doğa sevgisi ● Perdelerini ilk olarak 21 Eylül’de Antalya’da açan Bosch Çevre Çocuk Tiyatrosu, güneyden Ege’ye doğru uzanarak, sırayla Akşehir, Burdur, Marmaris, Bodrum, Denizli, Aydın, Uşak, Manisa, İzmir, Kütahya ve Balıkesir’i geziyor ve Çanakkale’de kapanışı yapıyor. 5, 6, 26 ve 27 Ekim tarihlerinde Akşehir’de olacak olan Bosch Çevre Çocuk Tiyatrosu’nda çocuklar ve aileleri “La Fontaine Orman Mahkemesinde” adlı hayvan ve doğa sevgisi aşılayan oyun ile öğrenmeye devam edecek. (00212)339 83 25

FESTİVAL

Minicik Şehir ● Wish İstanbul organizasyonuyla, 6 Ekim ve 26 Ekim’de Caddebostan Kültür Merkezi’nde çocuklarla yeniden bir araya gelecek olan “Çilek Kız / Strawberry Shortcake” Live Show’da çocuklar, Minicik Şehir’deki bahar festivalinde dans edip sevdikleri şarkıları Türkçe seslendirecek. “Çilek Kız” ile arkadaşları “Böğürtlenli Çörek”, “Ahududu”, “Limonlu Şeker”, “Portakal Çiçeği” ve “Bay Uzun Yüz” gösteride çocuklara, dostluğun, dayanışmanın ve sevginin anlamını bir kez hatırlatacaklar. http://www.biletix.com

TİYATRO

Müzikle anlatmak ● Beşiktaş Kültür Merkezi’nin müzikli çocuk oyunu “Odada Dört Mevsim”de çocuklar, odasında nasıl vakit geçireceğini bilmeden sıkılan bir çocuğun yardımına koşan bilge sinek Bay Cızbız’la tanışacak; izleyenler Vivaldi’nin müziği eşliğinde yaratılan dünyaya tanık olacak. Danslarla ve görsel efektlerle zenginleşen oyunda çocuklar hem hayalgüçlerinin sınırsızlığını, hem de müziğin nasıl bir anlatım gücüne sahip olduğunu keşfedecek. Oyun 6 Ekim’e kadar görülebilecek. http://www.biletix.com

“Çilek Kız” adlı gösteri

117

● Çocukların en sevdiği çizgi kahraman Pepee, 27 Ekim’de Kadıköy Halk Eğitim Merkezi’nde çocuklarla buluşacak. Düşyeri Çizgi Film Stüdyoları tarafından tasarlanıp hazırlanan, 4 yaşındaki Pepee, ana hedef kitlesi olan 3-6 yaş grubunu aşıp herkesin sevgilisi haline geldi. Çizgi kahraman en sevilen şarkılarıyla sahnede olacak. http://www.biletix.com ● Dünyanın en sevilen çocuk ve aile gösterilerinden biri olan ve tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de izlenme rekorları kıran, “Disney Live! Mickey’nin Müzik Festivali” 16 - 27 Ekim tarihlerinde Kent Park Ankara’da olacak. Festivalde, Mickey Mouse ve arkadaşları Minnie, Donald ile Goofy, “Küçük Deniz Kızı”, “Aladdin” ve Disney’den “Oyuncak Hikayesi”nin yıldızlarının da aralarında bulunduğu 25’ten fazla Disney kahramanı sahnede sihirli bir dünya yaratacak. http://www.biletix.com ● Çocukların kukla yapımı ve oynatımı hakkında bilgiler edinecekleri, hayal güçlerini açığa çıkartan, özgür ve yaratıcı bir atölye programı olan “Kukla Sinema Atölyesi”nde çocuklar, farklı materyal ve tekstil malzemeleri kullanarak yapacakları el kuklalarına ve kaşık kuklalara hayat vererek onları birer film karakterine dönüştürecek. Ekim ayında gerçekleşecek, atölye danışmanlığını UNIMA (Uluslararası Kukla ve Gölge Oyunları Birliği) üyesi ve Kültür Bakanlığı sanatçısı Hakan Arısoy’un (VAVSanat) yaptığı çalışmaya katılım için en az 3 gün öncesinden rezervasyon yaptırılması gerekiyor. 0212 245 80 91-92-93 ● “Maskeli Tiyatro Çocuk Atölyesi”nde çocukların yapacakları maskeler ise sadece onlara ait, kıskanılası hayal güçlerinin ürünleri, yaratıcı dünyalarındaki sahnenin birer parçası olacak. Çocuklar, çeşitli malzeme ve boyalarla kendi maskelerini tasarlayacak ve tasarımlarından oluşacak sergiye ev sahipliği yapacak. Atölye süresinin 2 saat sürdüğü etkinliğe katılım için en az 3 gün önceden rezervasyon yapılması gerekiyor.MS (0212) 245 80 91 Milliyet SANAT Ekim 2013

AYIN İÇİNDEN

çocuklar için


DAMAK HATIRLAR ECE AKSOY

eceaksoy@gmail.com

Bir köy vardı hayallerinde artık Güldiken’in, ninesinin çok özlediği besbelli bir köy! Şırıl şırıl akan derenin kenarında...

Cam kenarı “KALABALIK ÖFKE, doğdukları yerde yaşıyamayanlardan. Hangisi istedi, küçük evlerde, göğe daha yakın, berrak mavinin altında, enstrümanları sular, kuşlar, ağaçlar, çiçeklerden orkestranın, rüzgarın maestroluğundaki şahane müziği dinlerken; pişerken, keserken de, kokusu yakın tepelerin eteklerinden duyulan has buğday ekmekli sofrayı yarım bırakıp; yıkanıp yıkanıp temizlenemeyen sokaklarda, sirenlerin gürültüsü içinde koşarken yara bere içinde yaşamayı?” Güldiken de (ismini ninesi koymuştu), annesi de köylerini görmedi. Annesi, ninesinin karnındaymış bu şehre geldiklerinde. Güldiken hastalandığında, ninesi başucuna oturur, alnına koyduğu sirkeli sulu beyaz tülbenti ısındıkça değiştirerek anlatırdı, masal gibi... Bir köy vardı hayallerinde artık, ninesinin çok özlediği besbelli bir köy! Şırıl şırıl akan derenin kenarında suya eğilmiş ağaçlar, suların ufak gölcükler yaptığı kuytularda yüzen ördekler, yaz-kış, ayrı renklerde patlayan çiçekler, küçük evlerinin biraz ilerisinde, üzeri kuru otlarla örtülü ahır, içinde ninesinin çok sevdiği koca inek... Tek inek. Ninesi onun anneannesini, annesini de büyütmüş, yalnız sütünden peynir, kurut yapmamış, hastalanarak öldüklerinde de günlerce ağladığını söylemişti. Ninenin dediklerinden inanmadığı ama inanmadığını söylemediği yalnız, söz dinleyen tavuklar, horozlar, kediler, köpeklerdi. “Hiç terbiyelemedim, ne desem anlarlar, söylediklerimi yaparlardı. Hele köpeklerim!... Yürüyüşümden, duruşumdan bilirlerdi iyi miyim? Sıkıntılı mıyım? İyi olduğum zamanlar, bayram çocuğu gibi zıplaya zıplaya çevremde oynar, sıkıntılı anlarımda bir kenara oturup mahsun bakarlardı.” Güldiken büyüdüğünde, yirmi yaşına geldiğinde, doksan yaşındaydı ninesi... Başkalarından dinlemişti onun köyünü bırakma hikayesini. Bir günde evin, evle

Milliyet SANAT Ekim 2013

birlikte hayvanların, ahırın yakıldığını, annesi karnındayken düşe kalka bir yol bulmaya çalıştığını. Nine hep güzel olanları anlatmıştı ona. Belli üzülmemesi için. Köyünde pişirdiği yemekleri de öğretmeye çalışmıştı. Çok seyrek de olsa, kendisi de özlediğinde, Güldiken evdeyse hemen alırdı onu mutfağa, yanıbaşına... Yaşlılığını, biraz yorgunluğuna bahane ederek, ölçüleri söyler ona yaptırırdı. Şimdi de kafasında, torununa eğlenceli bir şeyler öğretip yaptırmak istiyordu. Uyandığında bir süre yatağında düşünmüş ne yaptırsam, ne yaptırsam? Akşam buzdolabında yarım, yarımdan daha az kalmış muhtelif kaplarda yoğurtları görmüştü. Kurut yaptıracaktı... Çeşitli şekiller verdirip eğlendirecekti Güldiken’i... Yirmi değil çok daha küçük ufacık bir kız çocuğuydu onun gözünde. Yavaş kalktı yataktan. Duvarlara elini koyarak çıktı odadan. Odalarda yoktu Güldiken. Balkon kapısını açtı, beyaz plastik sandalyeye, poposunu uca koyarak oturmuş, ayaklarını balkonun demir parmaklığına dayamış, uzaklara bakıyordu torunu. - Günaydın gülüm. Yedin mi bişeyler? İskemlesine geri çekti kendisini Güldiken. Bacakları demir parmaklıktan düştü... - Yedim yedim. Günaydın. - Okul yok bu gün, bi yere de gitmeyeceksen gel mutfağa kurut yapalım. Ayağa kalktı Güldiken, ninesine yaklaştı. - Kurut mu? Biz yapabilir miyiz onu? Dolaptan yoğurt artıklarını çıkardı. Küçük bir tencereye koydu. - Şimdi bunu kaynatıcam. Bez torbaya koyup suyunun akmasını bekliycem. Sonra, torbada yalnız susuz tortu kaldığında bolca tuz ekleyip yoğurucam. Yok yok sen yoğurucan... İstediğin şekli verip balkonda, güneşte üzerine tülbent serip kurumasını bekliyeceksin. Buralarda güneş sanki

118

uzaklardan geliyor, çok yakmıyor. Onun için ince şekiller ver ki bozulmadan kurusun. Kolay bozulmaz ya, tuz var içinde. Güldiken söylenenleri aynen uyguladı. Hamuru yani yoğurt hamurunu, tahtanın üzerine birbuçuk parmak kalınlığında açtı, çeşitli kurabiye kalıplarıyla kesip tepsiye sıraladı. Ninesinin verdiği karbeyaz tülbenti üzerlerine örtüp, balkona güneşin fazla geldiği yere koydu. Mutfağa döndüğünde, süt kokmuş mutfakta ninesi hamur yoğurmak üzereydi. - Ben yapayım. Un koydun, bi çay kaşığı karbonat, tuz; katı bi hamur oluncaya kadar su ekleyip yoğurucam. Nine unlu ellerini dua eder gibi tutmuş bakıyordu. - Ekmek yapıcan bunu bildim, sora da üstünü kesip içini çıkarıcan, ufalayıp tekrar oyduğun yere doldurucan, üzerine sarmısaklı yoğurt, kızdırılmış tereyağ... Pul biber, biraz da kuru nane, meşhur yemeğiniz Babiko. - Aferin, öğrenmişsin sen. Ninesinin yanaklarından öptü Güldiken. - Beni annemle karıştırma. O, öğrenmek bi yana (kahkahayla güldü, başını arkaya atarak) pazıya lahana, kara lahanaya yaprak diyo hâlâ... Galiba yalnız domatesi tanıyo. Ninesi ellerini yıkarken o anlatmaya devam ediyordu. - Şu sizin Babiko var ya, ben onu değişik yapmayı düşündüm! Başını Güldiken’e döndürdü nine, elleri akan suyun altında... - Nasıl değişik? - Bak ninecim. Sizinkinin lezzeti güzel, güzel ama sonuçta ekmek-yağ-yoğurt. Ben patlıcan közleyeceğim. Küçük küçük doğrayıp yoğurtla karıştıracağım. İçini çıkardığım ekmek var ya, hepsini değil, az bişey katacağım. Patlıcanın içine tuzu, pul biberi, sarmısağı karıştıracağım. Onu dol-


Nine hep güzel olanları anlatmıştı ona. Belli üzülmemesi için. Köyünde pişirdiği yemekleri de öğretmeye çalışmıştı. Çok seyrek de olsa, kendisi de özlediğinde, Güldiken evdeyse hemen alırdı onu mutfağa, yanıbaşına... Yaşlılığını, biraz yorgunluğuna bahane ederek, ölçüleri söyler ona yaptırırdı. Şimdi de kafasında, torununa eğlenceli bir şeyler öğretip yaptırmak istiyordu. durup üzerine yoğurt ve yanar derecede bol kızarmış tereyağ dökeceğim. Ninesinin omuzlarından tuttu: - Nasıl ama? Bu da benim Babikom. - İsmini de değiştir. Babiko yaptım dediğinde bilen varsa “Bu ne?” der. Belki beğenecekken, aynı tadı almadığından yüzünü buruşturur, utanırsın, kızarsın, sıkılırsın. - Olur... Benimkine Babişko deriz... Nine biraz şaşırmış, hafif de bozulmuştu... O böyle bir şeyi akıl edemediğine sıkıldı. - Patlıcan mı vardı altı ay kar kalkmayan köyümüzde? Ben de bi keresinde yeşil mercimek yemeği doldurmuştum da, deden “İki yemeği bi etmişsin. Olur mu? Tembellik etme,” demişti. O oldu... Bilineni, yapılanı pişirdim ömür boyu... Ninenin biraz üzüldüğünü anlamıştı Güldiken. - Ninecim, çık balkona, köpüklü kahve yapıcam, karşılıklı içelim. Yavaş adımlarla, ayaklarını biraz da sürerek çıktı balkona. Güldiken, kırmızı plastik tepside kahveleri getirdiğinde, köydeki evinin bahçesindeydi o. Hayvanları oturuyordu etra-

fında, hepsi birden hüzünle bakıyordu yüzüne. - Sağ ol! - Ninecim, sen, ben küçükken hep köyünü anlatırdın. Ben de çeşit çeşit masallar yazardım kafamda. Son zamanlarda hiç hatırlamıyorsun? Öfkeli baktı Güldiken’e. - Kim söyledi sana hatırlamadığımı? Oralardan gelenlerden kim döndü ki geri? Kim dönebildi ki? Dikkat etmedin mi, ölünce götürüyorlar, kendi toprağında huzurla yatsın diye. Ben de oralardan konuşursam ölürüm, götürürler diye korkuyorum galiba... Ama gitmek, bahçemizde yürümek istiyorum. İnekleri alnından öpmek, tavukları beslemek, yürüyerek gitmek istiyorum. Tahta kutu içinde değil! - Söyleme öyle... Bu baharda gidelim mi? - Nasıl gideriz? - Gideriz. Ben de görmek istiyorum çocukluğumda dinelyip, masallar yazdığım yerleri. Hem de çok istiyorum. Ayağa kalktı, ninesinin önünde dizlerinin üstüne oturup, - Dört ayımız kaldı bahara... Biriktirdiğim paralar yola yeter, daha da biriktiririm, gider gezer geliriz.

119

- Trenle mi? - Tren oraya kadar gitmez... - Hem tren, hem otobüs... - Bakına bakına... Gözlerinin içi güldü ninenin. Adeta koşarak, hiçbir yere tutunmadan çıktı balkondan. - Dur sen burda, şimdi gelicem. Odasına gitti. Yangından, karnındaki bebekle birlikte kaçırabildiği, yatağının altında duran küçük tahta kutuyu açtı, burnuna yaklaştırdı kokladı, alnını kutunun içinde gezdirdi, bir süre öylece kaldı, sonra yavaşça kaldırdı başını, kutunun kenarında duran gümüş kemeri aldı. Beline tuttu, - “Allahım buncacık mıymış belim” - sadece yarısını bile kaplamamıştı kemer. Yeşil kesenin içinde duran üç altını çıkardı. Köye giderken boynuna takacaktı kemerini, altınlarla balkona geldi. - Al gülüm, bunlar da benim biriktirdiklerim. Cam kenarında al yerimizi trende de otobüste de... - Nine! Daha dört ay var... - Elli sene geçip gitmiş kızım dört ay ne ki hemen geliverir son gün, ya cam kenarı bulamazsan? Şimdiden al, şimdiden al biletlerimizi. MS

Milliyet SANAT Ekim 2013


İAŞE HÜLYA EKŞİGİL

heksigil@yahoo.com

Yemekle olan ilişkimizde bir dolu nedenle köklü değişiklikler var. Yapılan araştırmaların sonucunda sadece obezleri değil beslenmesine özen gösteren herkesi ilgilendiren veriler çıkıyor ortaya.

Neleri, nasıl, niçin tüketiyoruz? HAYATTA sanki her konuda aldatıldığımız yetmiyormuş gibi, bir de yemek konusunda kandırılıyoruz. Daha da fenası, kendi kendimizi de kandırıyoruz. Gün geçmiyor ki insanoğlunun yeme alışkanlıkları üzerine yeni bir araştırmanın sonuçları yayımlanmasın. Özellikle de her dört kişiden birinin obezite sınırında sayıldığı Amerika, birçok konuda olduğu gibi bunda da kendi yarattığı dertlerle cebelleşiyor. Tabii yarattığı ve

dünyaya yaydığı demek daha doğru. Amerika’nın sadece McDonald’s’ını, Coca Cola’sını değil, bol kremalı kahvelerden üzeri şekerli soslarla kaplı keklerine kadar başka bir dolu ‘zararlısını’ da aldık tükettiğimiz yiyeceklerin arasına. Neticede yemekle olan ilişkimizde bir dolu nedenle köklü değişiklikler var. Yapılan araştırmaların sonucunda ise sadece obezleri değil beslenmesine özen gösteren herkesi ilgilendiren veriler çıkıyor ortaya. Peşpeşe okuduğum bazı yayınlarda benzer konular karşıma çıkmakla kalmadı, son derece ilginç bulduğum söyleşi ve makalelerden hepimizin beslenmesinde yol gösterici olabilecek bilgiler de çıktı.

AMBALAJIN ETKİSİ Duyularımız aldanmaya öylesine açık ki, kulaklıktan gelen bir çıtırtı eşliğinde yendiğinde, patates cipsini daha lezzetli buluyoruz. Bir damla kırmızı gıda boyasıyla renklendirilmiş beyaz şarabı afiyetle kırmızı şarap olarak -deneyimli şarap uzmanları dahil!- içebiliyoruz. Kırmızı bir tabakta sunulan yiyecekleri daha az tüketiyoruz. Kare bir peynirin tadını, aslında birebir aynı olsa bile, yuvarlak bir peynirinkinden daha keskin buluyoruz. Lezzet dediğimiz olguyu belirleyenler dilimizle damağımızın çok çok ötesinde unsurlar. Ve bize gıda pazarlayanlar, bunun böyle olduğunu bizden çok daha iyi biliyor. Yiyecek alışkanlıkları sadece dev üreticilerin şeytanı deli-

Milliyet SANAT Ekim 2013

120

ğinden çıkaracak yöntemleriyle değişmiyor tabii. Ki gerçekten uyguladıkları yöntemler bazen şeytanın aklına gelmez! Örneğin aynı marka iki kutu kraker düşünün. Birinin üzerinde iki- üç tane kraker resmi var, diğerinde ise 25-30 tane. Deneklere iki kutuyu da verip diledikleri kadar yemeleri söylendiğinde, üzerinde çok sayıda kraker resmi olan kutudan daha çok sayıda kraker yiyorlar. Bir şeker altı ayrı renkte üretiliyorsa, dört renkte üretildiği durumdan yüzde 40 daha fazla tüketiliyor. Az yağlı olduğunu iddia eden yiyeceklerin çoğu tam yağlı olanları tüketmiş kadar kalori alacağımız miktarlarda tüketiliyor. Üzerinde organik ibaresi olan yiyeceklerin daha az kalorili olduğunu varsayıyoruz. Aynı miktarda patlamış mısırı iki ayrı boy kutuya koyduğunuz zaman, daha büyük olan kutunun içinden daha fazla miktarda mısır yeniyor. Yediğimiz her şeyi daha lezzetli ve dayanıklı kılmak için hazır gıda üreticilerinden lokantalara kadar, birçok şeyi gereğinden çok daha fazla şeker / tuz / yağ ekleyerek üretenleri saymıyorum bile. Ve bu üçlüyü birbirini dengeleyecek şekilde kullandıkları için fazla olduklarını çoğu zaman ruhumuz bile duymuyor. Bu tür örnekleri sayfalarca uzatmak mümkün. Bir önceki yüzyılda bile karnını doyurabilmek konusunda ne çileler çekmiş, son derece sınırlı bir miktar ve çeşitle yetinmeye alışmış insanoğlu bugün her ürünü birden çok çeşidiyle, üstelik de çoğunu erişilebilir fiyata elinin altında bulmaya alıştı. Gıda uzmanlarının yakınmaları haklı: Her an ya bir markete, ya bir lokantaya ya da bir buzdolabına olmamız gerekenden çok daha yakın


yaşıyoruz. Bu noktadan geriye dönüş, en azından şimdilik mümkün görünmediğine göre, ne yapmalıyız da bu sahte ve gereksiz bolluğu düşmana dönüştürmekten kurtulmalıyız?

KARŞI YÖNTEMLER Şeytanla baş etmenin yolu şeytan olmaktan geçmeli! Karşı yöntemler geliştirmekten başka çare yok. Yine araştırmalar gösteriyor ki, porsiyonluk bir hazır gıda alırken elimizdeki ürünün genişliği değil boyuyla karar veriyoruz. Az içmek istediğimizde uzun bir kutu kola yerine, yanında duran kısa ama geniş kutuyu alıp, yarısını tüketeceğimizi sanırken, uzun olana çok yakın bir miktar kola tüketebiliyoruz. Dolayısıyla göz kararından çok ml. ve gram ölçüleriyle hareket etmek gerekiyor. Dört yaşındaki çocuklar da dahil, her zamankinden daha büyük bir kaseyle yiyecek servis edildiğinde yüzde 28 ile yüzde 50 arası daha fazla tüketildiği belirlenmiş. Daha küçük tabaklar, daha küçük kadehler ve çatal kaşıklar günümüzün modern sofra düzeninde pek revaçta olmasa da aslında daha insani ölçüler. Uzmanlar, kullanmayacak olsak bile gözümüzün önünde daima küçük tabaklar, küçük kadehler bulundurmamızı öneriyor, böylece giderek daha da büyük servis araçları kullanmaktan kaçınacağımızı iddia ediyorlar. Çok ufak bir şarap kadehini sürekli göz önünde bulunduranlar, daha büyük bir kadehle içseler bile, bardaklarını daha az dolduruyor. Açık büfelerde aklımıza bile gelmeyecek etkiler altında kalabiliyoruz. Örneğin büfe düzenlenirken düşük kalorili yiyecekler ilk sıradaysa, genel olarak tabakların son halinin de daha az kalori içerdiği saptanmış. Erkekler birbirinin tabaklarındaki yiyecekten etkilenmiyor, ama kadınlar kesinlikle birbirlerini gözlüyor- evet, bu konuda da! Büfede birbirlerine bakarak daha az ya da daha çok yiyecek alıyorlar. Yıllarca ortalık niye Louis Vuitton çantalara bulandı diye düşünmeyin, cevabı açık büfe tabaklarında yatıyor! Yemeğin nasıl bir ortamda yendiği de çok belirleyici. Bir araştırmada deneklere aynı miktarda yemek vererek bir grup loş ve hafif bir caz müziğinin çaldığı bir ortama, diğer grup ise aydınlık ve rock müziği çalınan bir ortama alınıyor. Romantik ortamdakiler lokantada daha uzun kalıyor ve tabaklarında da yüzde 18 daha çok yiyecek bırakıyor. Ve insanlar her zaman lokantada yedikleri yemeklerin kalorisini gerçekte olduğundan en az yüzde 25 daha eksik tahmin

Açıkbüfelerde düşük kalorili yiyecekler ilk sıradaysa, tabakların son hali daha az kalori içeriyor.

Küçük boy tabak ve bardak kullanmak her zaman daha faydalı.

ediyorlar. Servis edilen yemek mutfağa geri dönmeyip masada kalırsa genellikle sofradan erkekler yüzde 29, kadınlar ise yüzde 10 daha fazla yiyerek kalkıyor. Çalıştığı yerde masasının üzerinde ya da çekmecesinde yiyecek bulunduranlarla, aynı yiyecekleri iki metre mesafedeki bir dolapta bulunduranlar arasında ikinci grup lehine günlük en az 100 kalorilik bir fark var. Çok aç değillerse, ara öğünlerde ilk bir, iki lokmadan sonra kendilerine 10 dakikalık

121

Duyularımız aldanmaya öylesine açık ki, bir damla kırmızı gıda boyasıyla renklendirilmiş beyaz şarabı afiyetle kırmızı şarap olarak -deneyimli şarap uzmanları dahil!içebiliyoruz.

bir iş yaratanların genellikle yemeye devam etmedikleri görülmüş. Uzmanlar iki lokma atıştırmakla beş lokma atıştırmak arasında, tatmin olmak açısından aslında bir fark olmadığı görüşünde. Yukarıdaki örneklerden de anlaşıldığı üzere, bu konuda antenleri açık tutarak fazladan alınan birçok kalorinin önünü kesmek mümkün. Gıda ve beslenme ilişkisi üzerinde çalışan uzmanların ısrarla üzerinde durduğu noktalar birbirine hiç de uzak değil aslında. Önemli olan sevdiğimiz yiyecekleri hayatımızdan tamamen uzaklaştırmamızı gerektirecek noktaya gelmeden önlem almak. Günlük basit tedbirlerle, biraz dikkat göstererek, makul olanın sınırları içinde kalarak yiyip içmek. ‘Sürdürülebilirlik’ sadece doğayla ve üretimle ilgili bir kavram değil. Günümüzün vahşi arz koşullarında, keyfimizi bozmadan yiyip içmeye devam etmenin baş koşulu da sofralarımızdaki tüketimi sürdürülebilir sınırda tutmaya gayret etmekten geçiyor. MS

Milliyet SANAT Ekim 2013


AYIN İÇİNDEN

ekim

REHBERİ

1 EKİM SALI SERGİ ● Inez & Vinoodh’un sergisi 23 Ekim’e kadar İstanbul ‘74’te. (0212) 243 39 00 ● Mediha Didem Türemen’in sergisi 10 Ekim’e kadar Galeri Selvin’de. (0212) 263 74 81 KONSER ● Kurt Rosenwinkel konseri saat 21.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 TİYATRO ● “Rain Man” adlı oyun saat 20.30’da Bo Sahne’de. (0216) 556 98 00 2 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● Emel Nurhan Ogan ve Atölye Grubu öğrencilerinin sergisi 5 Ekim’e kadar Beyoğlu Sanat Galerisi’nde. Milliyet SANAT Ekim 2013

Inez & Vinoodh ikilisinin sergisi Istanbul'74 ve Gagosian Gallery işbirliğiyle açıldı.

(0212) 249 26 10 KONSER ● Nicholas Payton konseri saat 21.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 TİYATRO ● “Türkiye Kayası Bir Göç Hikayesi” adlı oyun 6 Ekim’e kadar Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde. (0212) 455 39 34 3 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● Ceren Fındık’ın sergisi 11 Ekim’e kadar Galeri Artist Çukurcuma’da. (0212) 251 91 63 ● Aysun Akbulut’un sergisi 2 Ekim’e kadar NG Nişantaşı’nda. (0212) 240 81 13 KONSER ● Sophie Hunger konseri saat 21.30’da

122

Babylon’da. (0212) 292 73 68 ● Cem Adrian konseri saat 20.00’de Adana Doğal Park Amfi Tiyatrosu’nda. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Aşk’a 103 Adım” adlı oyun saat 20.00’de Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 4 EKİM CUMA SERGİ ● Hasan Gürsoy’un sergisi 4 Ekim’e kadar Dibeklihan Sanat Köyü’nde. (0532) 527 76 49 KONSER ● Tortured Soul konseri saat 23.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 ● “Melihat Gülses’le 7 Renk” saat 21.00’de Bostancı Gösteri Merkezi’nde.


SERGİ (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Tahir ile Zühre” adlı oyun saat 20.30’da Şermola Performans’ta. (0216) 556 98 00 ● “Yüksek” adlı oyun 26 Ekim’e kadar Dot’ta. (0216) 556 98 00 5 EKİM CUMARTESİ SERGİ ● Sibel Yücel’in serigisi 11 Ekim’e kadar Bakraç Sanat Galerisi’nde. (0216) 362 18 26 KONSER ● Submotion Orchestra konseri saat 23.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 ● Moddi konseri saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● “Bremen Mızıkacıları Çocuk Müzikali” saat 15.00’de Mersin Kültür Merkezi Opera Sahnesi’nde. (0324) 238 37 52 ● Ebony Bones konseri saat 23.00’te Ghetto’da. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Aşk Köpekliktir” adlı oyun saat 20.30’da Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 6 EKİM PAZAR SERGİ ● “Deneme III: Buradayız” başlıklı sergi 20 Ekim’e kadar RenArt’ta. (0212) 241 38 90 KONSER ● WeeD konseri saat 18.30’da

Mehmetcan Mincinozlu, Onur Öztay ve Aykut Akdere “Yüksek”te bir arada.

Babylon’da. (0212) 292 73 68 ● Yasmine Hamdan saat 20.00’de Salon’da. (0212) 334 07 12 ● Leyla the Band konseri saat 20.00’de İzmir Arena Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Yaşamaya Dair” adlı oyun saat 21.00’de Ali Paşa Hanı’nda. (0212) 519 00 27 7 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● Bülbül San’ın sergisi 13 Ekim’e kadar Hobi Sanat Merkezi’nde. (0216) 565 35 72 TİYATRO ● “Küçük” adlı oyun saat 20.30’da İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 8 EKİM SALI SERGİ ● Esra Rotthoff’un sergisi 2 Kasım’a kadar The Empire Project’te. (0212) 292 59 68 KONSER ● In The Country konseri saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● “Circus, Cinema and Spagetti- SexMob plays Fellini” projesi saat 21.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 TİYATRO ● “Ben Bertolt Brecht” adlı oyun saat 20.30’da Yunus Emre Kültür Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 9 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● Ernesto Pujazon’un sergisi Sabancı Üniversitesi SBF Sanat Galerisi’nde. (0216) 483 90 97 KONSER ● İlhan Erşahin’s Istanbul Sessions” projesi saat 21.30’da Babylon’da. (0212) 292 59 58 ● Die Slow konseri saat 22.00’de Babylon Lounge’da. (0212) 292 73 68 TİYATRO ● “Yüzleşme” adlı oyun 13 Ekim’e kadar Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi’nde. (0212) 455 39 34 10 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● Can Yeşiloğlu’nun sergisi 13 Ekim’e kadar Galeri G-Art’ta. (0212) 296 08 76 KONSER ● Rova Saxophone Quartet saat 21.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 ● Mor Karbası konseri saat 21.30’da

123

Sanatçı Rebecca Horn’un sergide yer alan çalışması.

Horn’dan geniş sergi Galeri Artist, 1 Kasım’a kadar “A Chemical Wedding in Istanbul” adlı sergisiyle, çağdaş sanatın enstalasyon ustalarından Alman sanatçı Rebecca Horn’a ev sahipliği yapıyor. Heykel, performans, film, çizim, fotoğrafik çalışmalar, şiirden oluşan geniş bir yelpaze sunan sanatçının İstanbul sergisinde bu şehir için yaptığı “Mirrored Light in a Desert Tree” isimli eseri de yer alıyor. İlk kez 1995’te İstanbul’da 4. İstanbul Bienali için bir sergiye katılan sanatçının “A Chemical Wedding in Istanbul” adlı sergisi, Horn’un İstanbul’daki ilk kişisel sergisi olma özelliği taşıyor. (0212) 227 68 52

Salon’da. (0212) 334 07 12 TİYATRO ● “Öğüt” adlı oyun saat 20.30’da İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 11 EKİM CUMA SERGİ ● Doğu Çankaya’nın sergisi 14 Ekim’e kadar Galeri Miz’de. (0212) 241 76 66 TİYATRO ● “Şekersiz” adlı oyun saat 20.30’da Şermola Performans Sahnesi’nde. Milliyet SANAT Ekim 2013


AYIN İÇİNDEN Iyoeka Babylon’da sahne alacak.

(0216) 556 98 00 ● “Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” 13 Ekim’e kadar Kağıthane Sadabad Sahnesi’nde. (0212)455 39 34 12 EKİM CUMARTESİ SERGİ ● Gazi Sansoy’un sergisi 22 Ekim’e kadar CKM’de. (0216) 467 36 00 KONSER ● OBG saat 23.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 TİYATRO ● “Yatak Odası Diyalogları” adlı oyun saat 20.30’da Kozzy Kültür Merkezi Gönül Ülkü- Gazanfer Özcan Sahnesi’nde. (0212) 219 61 20 13 EKİM PAZAR SERGİ ● Emin Çizenel’in sergisi 31 Ekim’e kadar Kare Art Gallery’de. (0212)240 44 48 TİYATRO ● “Arsız Davet” adlı oyun saat 17.00’de Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 14 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● Nilhan Sesalan’ın sergisi 19 Ekim’e kadar Narart Sanat Galerisi’nde. (0216) 557 72 07 15 EKİM SALI SERGİ ● Şeli Abut Benhabib’in sergisi 20 Ekim’e kadar Memorial Sanat Galerisi’nde. (0216) 570 66 66 16 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● Gülderen Depas’ın sergisi 17 Ekim’e kadar Gama Gallery’de. (0212) 245 69 22 Milliyet SANAT Ekim 2013

KONSER ● Yazz& Jazz Festivali 19 Ekim’e kadar Palmarina Bodrum’da. (0216) 556 98 00 17 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● Erdal Ateş’in sergisi 11 Kasım’a kadar Mim Hotel İstanbul’da. (0212) 231 28 07

18 EKİM CUMA SERGİ ● Volkan Kızıltunç’un sergisi 19 Ekim’e kadar Merkür’de. (0212) 231 69 87 TİYATRO ● “Ben Sinema Artisti Olmak İstiyorum” adlı oyun 20 Ekim’e kadar Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi’nde.

Şeli Abut Benhabib'in “Yolculuk 1” başlıklı sergisi 20 Ekim’e kadar görülebilecek. 124


(0212) 455 39 34 ● “Para” adlı oyun 20 Ekim’e kadar Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde. (0212) 455 39 34 19 EKİM CUMARTESİ SERGİ ● Ceylan Dökmen’in sergisi 15 Kasım’a kadar Cevahir Otel Asia’da. (0216) 500 00 00 KONSER ● Four in the Pocket konseri saat 23.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 TİYATRO ● “Cyrano de Bergerac” adlı oyun saat 20.30’da Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 20 EKİM PAZAR SERGİ ● “Şen Bilge” başlıklı sergi 20 Ekim’e kadar Rezan Has Müzesi’nde. (0212) 533 65 32 21 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● Drew Tal’un sergisi 31 Ekim’e kadar Rezan Has Müzesi’nde. (0212) 533 65 32 22 EKİM SALI SERGİ ● “Basın Fotoğrafçılarından” başlıklı sergi 31 Ekim’e kadar Fotoğrafevi’nde. (0212) 249 02 02 23 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● Ekin Onat ve Touma’nın sergisi 27 Ekim’e kadar Merhart Galeri’de. (0212) 244 84 24 KONSER ● Garanti Caz Yeşili: Snarky Puppy konseri saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● Ludovico Einaudi& Ensemble konseri saat 20.00’de Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde. (0212) 270 52 32 ● Jehan Barbur konseri saat 21.30’da Passage Pub Ankara’da. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” adlı oyun 27 Ekim’e kadar Ümraniye Sahnesi’nde. (0212) 455 39 34 ● “İstanbul Hatırası” adlı oyun 27 Ekim’e kadar Üsküdar Kerem Yılmazer Sahnesi’nde. (0212) 455 39 34 24 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● Pınar Yoldaş’ın sergisi 26 Ekim’e kadar Ekavart Gallery’de. (0212) 252 81 31

KONSER ● Iyeoka konseri saat 21.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 TİYATRO ● “Van Gogh’tan Theo’ya Melodilerle Mektuplar” adlı oyun saat 19.30’da İKU Akıngüç Oditoryumu ve Sanat Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 25 EKİM CUMA SERGİ ● Mehtab Kardaş’ın sergisi 19 Kasım’a kadar Denta Line’da. (0212) 230 53 53 KONSER ● Replikas konseri saat 22.30’da Salon’da. (0212) 334 07 12 ● Emancipator konseri saat 23.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 ● Duman konseri saat 22.00’de Jolly Joker Ankara’da. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Arsız Davet” adlı oyun saat 20.30’da Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 26 EKİM CUMARTESİ SERGİ ● “Sanatuar” başlıklı karma sergi 21 Aralık’a kadar Swissotel Büyük Efes’te. (0232) 414 51 76 KONSER ● “Kavafis Projesi” konseri saat 21.00’de Zorlu Center Performans Sanatları Merkezi’nde. (0212) 270 52 32 ● “Charles Bradley and His Extraordinaires” konseri saat 23.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 ● Hayko Cepkin konseri saat 22.30’da Kadıköy Sahne’de. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● “Tanrı” adlı oyun 20.30’da Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 27 EKİM PAZAR SERGİ ● Michel Setboun ve Sylvie Dauvillier’nin sergisi 31 Aralık’a kadar FKM’de. (0212) 393 81 11 28 EKİM PAZARTESİ SERGİ ● “20. YY.’dan 21. YY.’a Fırçalar III” başlıklı sergi 30 Ekim’e kadar Peker Sanat’ta. (0312) 493 30 03 29 EKİM SALI SERGİ ● “Pierre Loti fotoğrafçı İstanbul: 1903 1905” başlıklı sergi 14 Aralık’a kadar Notre Dame De Sion FL Sanat Galerisi’nde. (0212) 219 16 97

125

TİYATRO

Kukla atölyesi başlıyor Uluslararası pek çok festivale katılan ve ödüller alan Ahşap Çerçeve Kukla Tiyatrosu’nun kurduğu atölyede yeni sezon dersleri 9 Ekim’de başlıyor. Kukla sanatçısı Çağrı Yılmaz eşliğinde gerçekleşecek atölyelerde katılımcılar, kendi tasarladıkları kuklalarını kesecek, oyacak, boyayacak, giydirecek ve oynatmaya hazır hale getirecekler. (0212) 252 88 35

TİYATRO ● “Aşk Köpekliktir” adlı oyun saat 20.30’da Tiyatro Ak’la Kara’da. (0216) 541 43 59 30 EKİM ÇARŞAMBA SERGİ ● Chema Madoz’un sergisi 9 Kasım’a kadar Milli Reasürans Sanat Galerisi’nde. (0212) 230 19 76 KONSER ● Wire konseri saat 21.30’da Babylon’da. (0212) 292 73 68 TİYATRO ● “Yolcu” adlı oyun 3 Kasım’a kadar Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde. (0212) 455 39 34 ● “Yalnızlar Kulübü” adlı oyun saat 20.30’da İkinciKat’ta. (0216) 556 98 00 31 EKİM PERŞEMBE SERGİ ● Nur Koçak’ın sergisi 2 Kasım’a kadar Galeri Nev’de. (0312) 437 93 90 KONSER ● Regina Carter konseri saat 20.00’de Zorlu Center Gösteri Sanatları Merkezi’nde. (0212) 270 52 32 Milliyet SANAT Ekim 2013


D Ü N YA D A N S A N A T

BERLİN

AVUSTURYA SERGİ Ekim ayının ilk beş günü başta Innsbruck olmak üzere Avusturya’nın hemen tüm şehirlerinde sanat bayramı yaşanacak. 1 - 5 Ekim tarihleri arasında aralarında Tiroler Landesmuseum, Volkskunstmuseum ve Moderne Kunst gibi Avusturya’nın en önemli sanat mekanlarının da bulunduğu yüzlerce müzede özel olarak düzenlenmiş sergiler gece 02,00’ye kadar indirimli bir biletle gezilebilecek. 12 yaşından küçüklere bedava olan etkinlikler esnasında festival biletini ibraz edenlere toplu taşıma da ücretsiz. www.innsbruck.info

Helmut Newton

SERGİ Helmut Newton fotoğraf sanatı denince şüphesiz ilk akla gelen ustalardan. Moda fotoğrafçılığı da Newton’un işleri arasında önemli bir yer tutuyor. Newton ‘60’lar, ‘70’ler ve ‘80’ler boyunca Paris, Saint Tropez, Los Angeles, Milano, Berlin ve Londra’da çektiği unutulmaz moda karelerini 1984 yılında “Erkeksiz Dünya” başlığıyla kitaplaştırmıştı. Şimdi bu kitap ilk defa eksiksiz olarak bir sergi haline getirilirken kimi fotoğraflar Berlin’de Museum für Fotografie’de 13 Ekim’e kadar sergileniyor. www.visitberlin.de

NEW YORK

Nine Inch Nails

Milliyet SANAT Ekim 2013

HELSİNKİ

Cirko Pimmolo

SAHNE SANATLARI Finlandiya sirk ve benzeri sahne etkinliklerine ilginin yoğun olduğu bir ülke olarak tanınıyor. Cirko adlı organizasyon bu ilginin hakkını vermiş, mayısta büyük bir sirk festivali düzenlemişti. Ağustosta sirkle tiyatroyu harmanlayan Cirko Pikkolo Finlandiya’yı şenlendiren ikinci büyük organizasyon olarak hayli ilgi görmüştü. Helsinki’de düzenlenen sirk temalı organizasyonların üçüncü ve son ayağı 5-3-1 Yeni Jonglörlük Festivali adını taşıyor. Ekim boyunca devam edecek festival kapsamında dünyanın önde gelen jonglörleri maharetlerini yarıştıracaklar. www.cirko.fi

ST. PETERSBURG TİYATRO St. Petersburg’da yer alan Baltic House Tiyatrosu her yıl olduğu gibi bu yıl da ekim ayı boyunca sahnelerini Rusya’nın ve Baltık ülkelerinin deneysel tiyatrocularına tahsis etmiş durumda. Çağdaş tiyatroda yabana atılmayacak bir ağırlığı olan Rus ve Baltık tiyatrosunu merak edenler için 9 - 20 Ekim tarihleri arasındaki bu festival kaçırılmayacak bir festival fırsatı var.

KONSER 1988 yılında Trent Reznor tarafından kurulan endüstriyel Rock grubu Nine Inch Nails, 1992 tarihli ikinci albümleri “The Downward Spiral” ile büyük başarı yakalamış, hatta 1999 tarihli kült film “The Fight Club”ın uyarlandığı aynı adlı romanın yazarı Chuck Palahniuk kitabın esin kaynağının bu albüm olduğunu dile getirmişti. Bir süredir konserlere ara veren Reznor ve ekibi 15 Ekim’de Prudential Center’da New York’u sallamaya hazırlanıyor. www.eventful.com

126

Festivalde yer alan oyunlardan bir görüntü.

www.baltic-house.ru

LONDRA TİYATRO Dünya tiyatrosunun dev ismi William Shakespeare’in tiyatrosu The Globe Theatre usta yazarın klasiklerinden “Macbeth”i 22 Ekim’e kadar yorumlamaya devam ediyor. Perdelerini haziran sonunda açan yapıt yaz boyunca sergilendiği Londra’da gerek eleştirmenlerden gerekse tiyatro izleyicilerinden hayli olumlu eleştiriler aldı. Ekim ayının ikinci yarısından itibaren turneye çıkacak olan toplam iki buçuk saatlik yapım ünlü oyuncu Eve Best’in ilk yönetmenlik deneyimi. www.shakespearesglobe.com


SERGİ Musee D’orsay arka arkaya açılan sergilerle kış sezonuna hızlı giriyor. Bu sergilerden biri de erkek bedenine odaklanan “Masculin” adlı sergi. Kadın bedeninin çıplaklığının resmedilmesi ve sergilenmesi hayli kanıksanmış bir tutum olmakla birlikte erkek bedeninin sergilenmesi için aynı yargıda bulunmak zor. Modern sanatın temellerini oluşturan bu deneyimi farklı ressamların yaklaşımlarını örnekleyen büyük ölçekte bir sergiyle gözlemlemek hayli ilginç. Sergi 2 Ocak’a kadar görülebilecek. www.musee-orsay.fr

GÖTEBORG FESTİVAL Kuzey ülkeleri uzun kış aylarına kültür ve sanat festivalleriyle hazırlanıyor. Bu etkinliklerden biri de her yıl ekim ayında İsveç’in Göteborg şehrinde düzenlenen Kulturnatta. Kültür ve sanat gecesi olarak nitelendirebileceğimiz festivalde Göteborg’un tüm sanat galerileri, tiyatroları ve kafeleri sabahın ilk ışıklarına kadar açık kalıyor. 11 Ekim’e kadar sürecek festivalde onlarca serginin yanı sıra yine birçok edebiyat okuması, tiyatro, dans gösterisi ve caz konseri gerçekleşiyor. www.kulturnatta.goteborg.se

BARCELONA SERGİ Barcelona’nın popüler mekânlarından çağdaş sanat müzesi MACBA, bu defa da Barcelona’ya odaklanıyor. Avangart sanat akımlarıyla modernite arasında yaşanan gerilimden yola çıkarak hazırlanan “Sanat İki Nokta Üst Üste: Barcelona Güncel Sanatı Yaşıyor” başlıklı sergi önce mimariye sonra da ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda özellikle resimde yaşanan post modern dalgaya odaklanıyor. Sergi 6 Ocak’a kadar görülebilecek. www.macba.cat

PROUST ANKETİ

PARİS

Aydan Şener Proust Anketi’nin konuğu Tiyatro Kedi’de “Bana Esmeyi Anlat” oyununda rol alan oyuncu Aydan Şener. ● Sevdiğiniz karakteristik özelliğiniz nedir? Dürüstlüğüm ve samimiyetim. ● Bir kadında aradığınız en önemli özellik? Bakımlı olmak... ● Bir erkekte aradığınız en önemli özellik? Bakımlı olmak. Ama tek bir şey yok ki... ● Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Kararsızlığım. ● Mutlu olmak için ne yaparsınız? Mutluluk çok âna göre değişen bir şey... Dostlarımla, ailemle birlikte olmak. ● Sizi en çok ne mutsuz eder? Benim ya da birilerinin haksızlığa uğradığını görmek. ● Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? İstanbul, kesinlikle! ● Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? Nâzım Hikmet, Ayşe Kulin diyelim. ● Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Çalıkuşu. ● İsminiz ne olsun isterdiniz? İsmimi çok seviyourm, anlamı da güzel. ● En nefret ettiğiniz şeyler neler? Yalan söylenmesi ve hakaret edilmesi. ● Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? Tabii isterdim.

127

● Nasıl ölmek isterdiniz? Uyurken, huzur içinde. ● Sevdiğiniz bir söz var mı? “Kendine yapılmasını istmediğin bir şeyi sen de başkasına yapma.” ● Sevdiğiniz müzisyenler kimler? Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Nilüfer... ● Sizin için en değerli şey nedir? Kızım... ● Yaptığınız en büyük savurganlık? Sanırım alışverişin ucunu biraz kaçırıyorum. ● Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Gitmediğim yerleri görmeyi seviyorum. ● Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Birini kırmamak adına söylerim. ● En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? “Canım” diyorum galiba en çok... ● En büyük pişmanlığınız nedir? Bir sürü pişmanlığım var ama ‘en büyük’ pişmanlığım yok. ● Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/kim olurdunuz? Yine kendim olmak isterdim. ● Şu anki ruh haliniz nedir? Huzurlu... ● Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Kızım. ● En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Hatırlayamadım... Demek ki çok mutlu olamamışım yakın zamanda.

Milliyet SANAT Ekim 2013


BULMACA İLKER MUMCUOĞLU

mumcuogluilker@gmail.com

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10 11 12 13 14 15

1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12

SOLDAN SAĞA

13

1. Gladyatör ve Gemileri Sayan Kedi adlı romanları da olan yazar. 2. “Woody ...” (sinema sanatçısı) - Küçük kitap, broşür “Dedi gördüm ... habibin anesin” (Süleyman Çelebi). 3. Soru sözü - “... Günyol” (yazar) - Bir soru eki - “Endre ...” (Macar şair). 4. Tibet öküzü - Barbar Conan’ın korsan sevgilisi - Kırgız destanı. 5. “... Fedaileri” (John Wayne’inyönettiği film) Bayağı, kaba biçimde. 6. İthalat - “... Sağtürk” (balet) - “... West” (1930’ların seks simgesi aktris). 7. Yetersiz Saka destanı “Nezihe ...” (yazar) - Telgraf alfabesi. 8. Karın doyurma işi - “Gülten ...” (şair) - Bayan. 9. “... Bergman” (aktris) - “The ... Cut” (Pink Floyd albümü) - Bir nota. 10. Kemik ucu - “Cem ...” (yitirdiğimiz şarkıcı) Nâzım Hikmet’in bir oyunu. 11. Zihin Derinliği aynı olan sığ su alanı - Yaşar Kemal’in bir romanı. 12. Carmen operasının bestecisi - “... Hanımın Denizleri” (Ece Ayhan’ın bir şiir kitabı). 13. Atıf Yılmaz’ın bir filmi - Hint kadını alın süsü - “... Thurman” (aktris). 14. Kanıt - Emile Zola’nın bir romanı - “Martin ...” (Jack London’ın romanı). 15. Şerif Gören’in bir filmi - Sarma, kuşatma.

14

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Anton Çehov’un bir oyunu - Behçet Necatigil’in bir şiir kitabı. 2. Paradokslarıyla

Milliyet SANAT Ekim 2013

15

tanınan eski Yunanlı filozof - Kan. 3. Klorün simgesi - Antalya’nın bir ilçesi ABD’de bir film yapım şirketi - Estetik dans sanatı. 4. Tibor Dery’nin bir romanı - Toplum - Düşünce. 5. Kastamonu’nun bir ilçesi - “... Tepeler” (David Lynch’in bir filmi) - “Jet ...” (aktör). 6. Bir bağlaç - “... Ağaoğlu” (yazar). 7. Karakterize etmek Gözdeki ağtabaka. 8. Tartım - “... Ilgaz” (yazar) - “Dil hayret-i gamla ... kaldı” (Şeyh Galib). 9. Bir işte önde gelen kimse - James Cameron’ın bir filmi - Kanaat. 10. Sırça - Albert Camus’nün bir deneme yapıtı - Düşünüp söyleme yeteneği. 11. Mutedil - Baryumun simgesi - Bir kara yumuşakçası. 12. “Kenzaburo ...” (Japon yazar) - Tarla sınırı Ingeborg Bachmann’ın bir romanı - Fena değil. 13. Dağ lalesi - Şilili bir şair. 14. Küme, yığın - Bir tür sedef - Çelik çomak oyunu. 15. James Joyce’un bir romanı - Japon çiçek düzenleme sanatı. MS

128

GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1

2

3

4

5

1

M

O

Y

A

N

2

İ

N

A

L

3

Y

O

L

7

8

O

L

A

R

A

S

T

S

E

L

İ

O

U

R

Y

T

E

K

E

M

E

D

S

E

C

İ

R

İ

4

A

M

A

D

E

5

G

A

Z

E

L

6

İ

7

T O

L

O

T

İ

S

8

E

P

İ

K

9

P

E

R

A

A

N

T

10

İ

11

K

E

12

E

T

13

R

İ

14

E

K

15 M

A

6

V

S

M D

A

K

İ L

A

D

O

V

A

Z

N

U

M

E

Y

A

L

İ

M

V

İ

T E

K

A

R

9

10 11 12 13 14 15 A

N

İ

R

A

İ

D

A

D

İ

N

A

L

L

C

F

E

T

A

T

T A

N

R

A

O A

L

A

A

F

T

U S

K

B L

İ Ş

A

İ

E

M

R

A

N

T

İ

L

O

A

K

A

M

E

A

K

O

V

A

S

E

K

T

İ

A

N

R

E

E

L

A

N

L

I

K

D İ T




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.