Milliyet Sanat Dergisi Mart 2013 No: 648

Page 1

2/26/13

4:09 PM

Page 1

128 sayfa

K.K.T.C Fiyatı: 9 TL

648-milsanat-KAPAK

8 TL MART 2013

Antalya’da “Umut” veren bale ÇAĞDAŞ SANATTA DVD DEVRİ

J.K. Rowling’den büyüklere roman

SAYI: 2013 / 3/ 126301 / 648/ 8 TL ISSN 1300-4425

CAZİBELİ CADI

Rachel Weisz

Uğur Polat: “Bütün metodların canı cehenneme”

Mehmet Güleryüz’ün ‘kayıp’ İstanbul’u

Rahmaninov

nasıl dinlenir?

DEPECHE MODE YAPINCA OLUYOR Erdal Beşikçioğlu yeni tiyatrosunu anlattı SANATÇILARIN GÜLÜMSETEN HALLERİ


648-milsanat-ONKAPAKIC

2/25/13

2:02 PM

Page 2


648-milsanat-01

2/26/13

5:04 PM

Page 1

AYD A B İ R FİLİZ AYGÜNDÜZ

filiz.aygunduz@milliyet.com.tr

Mart 2013 Sayı 648 / 126301

Yayın Sahibi MİLLİYET GAZETECİLİK VE YAYINCILIK A.Ş. Genel Yayın Yönetmeni

DERYA SAZAK Yayın Yönetmeni

FİLİZ AYGÜNDÜZ Tüzel Kişi Temsilcisi

İSMAİL ERALP Sorumlu Müdür ve Yayın Sahibi Temsilcisi

ALİ NAZIM ONARAN EDİTÖRLER Sahne sanatları ve müzik

ASU MARO Plastik sanatlar ve edebiyat

YASEMİN BAY Sinema

NİL KURAL Yazı işleri

GÜLDEN ÖKTEM Görsel Yönetmen

AYLA DÜNDAR Sayfa Sekreteri

ATİLLA ŞEN Reklam Grup Başkanı SAVAŞ YILMAZER Reklam Grup Başkan Yardımcısı

AYGÜL ERÖZÜ Reklam Direktörü

CENGİZ EKEN Reklam Müdürü

DORUK DAĞDELEN Reklam Rezervasyon Direktörü

GÜVEN ÖNEMLİ Sıra 854 / 8 TL Kıbrıs’ta satış fiyatı 9 TL Yurt içi abonelik bedeli 82 TL ISSN 1300-4425

YÖNETİM YERİ: İzzetpaşa Mah. Abide-i Hürriyet Cad. No: 162 Çağlayan / İstanbul Tel: (0212) 337 93 41 / 42 Fax: (0212) 337 93 48 e-mail: milsanat@milliyet.com.tr Reklam Rezervasyon: (0212) 337 97 32 Abonelik Müşteri Hizmetleri: (0212) 337 94 59 - 337 96 28 Basıldığı Yer: Uniprint Basım Sanayi ve Ticaret A.Ş. Hadımköy-İstanbul Caddesi, Ömerli yolu No: 159 Arnavutköy-İstanbul Tel: (0212) 798 28 40 Milliyet’in ayda bir yayımlanan ücretli kültür sanat dergisidir. Milliyet gazetesi ve eklerinde yayımlanan yazı, haber ve fotoğrafların her türlü telif hakkı Milliyet Gazetecilik ve Yayıncılık A.Ş’ye aittir. İzin alınmadan kaynak gösterilerek dahi iktibas edilemez Yayın türü: Yerel süreli www.milliyetsanat.com /

“Hayatta olmayı kutlamak gerek” BUGÜNE DEK kapak kızı olduğu dergilerde özellikle zekası vurgulanıyor Rachel Weisz’ın. Biz kendisini “Oz: The Great and Powerful - Muhteşem ve Kudretli Oz” nedeniyle kapağımıza taşıdığımızdan, filmdeki cadı rolünü öne çıkardık ama söyleşilerini okuduğumuzda bu vurgunun pek de haksız olmadığını görüyoruz. Ne yaptığının farkında bir kere. Kendisini bilenlerden. Ünlü olmak, kadın olmak, anne olmak; her biriyle mesafesi kararında. Öyle ‘şöhretten bunaldım’ triplerine girmiyor. “Zaten” diyor, “Asıl önemli olan sizin, oyunculuğu seçmiş olmanız, ünlü olmayı değil”. “Ben bir hikaye anlatıcısıyım” diye tanımlıyor kendisini. Görevinin bu hikayelerle izleyicinin derisinin içine nüfuz etmek olduğunu söylüyor. Misal, İstanbul Film Festivali’nin açılışında izlediğimiz Terence Davies’in “The Deep Blue Sea / Aşkın Karanlık Yüzü”nde hakim William Collyer’ın (Simon Russell Beale) güzel ama mutsuz eşi Hester rolü... Hester’ın Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde görevli pilot Freddie Page’e (Tom Hiddleston) duyduğu takıntılı aşk izleyenin aklından kolay çıkacak türden değildi. Gerçekten de bu zorlu hikayeyi derilerimizin altına nüfuz ettirmişti. Akademi kıymetini bilemedi o da başka bir hikaye... Bu arada eklemek gerek, seyircisini epeyce ciddiye alan oyunculardan Rachel Weisz. İnsanların artık farklı ve yeni şeyler görmek istediğinin farkında. Onları çok zeki ve sofistike buluyor. 43 yaşında. Yaşla, yaşlanmakla ilgili bir derdi yok. “Ne kadar yaşlanırsanız hayatınızı o kadar kontrol altında tutmayı başarırsınız,” diyor. Bu iyi mi kötü mü, tartışılır elbet. Ama her şey gibi, kontrolörlük konusunda da dengeyi tutturabilecek biri izlenimi veriyor.

30’lu yaşlardan itibaren biraz daha sakinleşmiş. Artık daha kararlı bir insan olduğunu söylüyor. Gerçek arkadaşlarının kimler olduğunu, ne yapmak istediğini biliyormuş. Öyle sıra dışı hayalleri yok. En büyük fantezisi karavanda yaşamak, sayısız çocuk doğrumak, festivallere gitmek, flüt çalmak şeklinde özetlediği bir hayat yaşamak. Evcil bir kadın; seyahatlerden hoşlanmıyor, evde olmayı seviyor. Bazı konularda batıl inançları da varmış. Mesela ayakkabı seçimi konusunda. Eğer yanlış ayakkabı giydiyse tüm günü kötü geçiyormuş. Ya da eğer sokak kapısı kapanmadan önce merdivenlerin sonuna gitmişse rahatsız oluyormuş. Merdiven altından geçmek de bunlardan biri... Annelikle birlikte daha önce haberi bile olmadığı bir parçasıyla tanıştığını söylüyor. Öyle çocuk özlemiyle yanan bir kadın olmamış ama anne-çocuk arasındaki ilişkiyi büyüleyici buluyor. Sürekli şikayet eden, sızlanan insanlardan haz etmiyor. Mutlu bir kadın o; söylediği bu. Kapak seçimi için yüzlerce fotoğrafına bakmış biri olarak söyleyebilirim ki, gözleri de bunu doğruluyor. Sektörel kanı da Daniel Craig’le mutlu bir evliliği olduğu yönünde. Sevgiliyle, kocayla aynı politik görüşe sahip olunması gerektiğine inanmıyor bu arada. Rol yaparken biraz aptal olunması gerektiğini düşünüyor. Ölüm ve ondan sonraki hayat hakkında ne düşüneceğini bilmiyormuş. Bildiği hayatın kısa ve sınırlı olduğu: “Kısacası, hayatta olmayı kutlamak gerek!” Dahası da var tabii... Hikayesi uzun. Kapak olması hasebiyle geniş bir Rachel Weisz dosyası hazırladık. Kariyerinden, özel hayatına merak ettiğiniz her şeyi bulacaksınız. Milliyet Sanat’ın geneline gelince... Onun da hikayesi uzun. Her zaman olduğu gibi; iyi yazı farkıyla... MS

@Milliyet_Sanat

1

Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

2:54 PM

Page 2

K.K.T.C Fiyatı: 9 TL

İÇİNDEKİLER

648-milsanat-02-03

8 TL MART 2013

Antalya’da “Umut” veren bale

Uğur Polat: “Bütün metodların canı cehenneme”

Mehmet Güleryüz’ün ‘kayıp’ İstanbul’u

ÇAĞDAŞ SANATTA DVD DEVRİ

Rahmaninov

J.K. Rowling’den

nasıl dinlenir?

DEPECHE MODE YAPINCA OLUYOR

büyüklere roman

CAZİBELİ CADI

Rachel Weisz

Erdal Beşikçioğlu yeni tiyatrosunu anlattı

6

mart

O şimdi cadı

SANATÇILARIN GÜLÜMSETEN HALLERİ

Rachel Weisz KAPAK 6

Dramanın ‘muhteşem’ yüzü Rachel Weisz bu ay “Muhteşem ve Kudretli Oz” ile sinemalarda.

72 Mehmet Güleryüz yeni sergisini anlattı.

46

54

Depeche Mode son albümüyle karşımızda.

Nilüfer’den yeni düetler.

SİNEMA 12 Asu Maro bu ay Uğur Polat ile konuştu. 19 Nurgül Yeşilçay ve Tayanç Ayaydın ile “Aşk Kırmızı” üzerine... 22 Emma Stone “Suç Çetesi”nde kalp ağrıları çekiyor! 26 Tom Hooper’dan “Sefiller” uyarlaması. 30 Reha Erdem’in “Jin”i... 34 Atilla Dorsay’ın kaleminden “Ölümcül Fırtına”. 40 Beyaz perdedeki makyaj faciaları!

MÜZİK

106 Ferhat Özgür atölyesini bize açtı.

85 “Mojo”dan CerModern’de.

104 Selim İleri’den “Mel’un”... Milliyet SANAT Mart 2013

43 Rahmaninov’un 60. ölüm yıldönümü... 46 Depeche Mode’tan yeni albüm: “Delta Machine”... 48 Eric Clapton “OId Sock” ile bit pazarına nur yağdırıyor. 50 The Strokes’tan “Comedown Machine”. 52 Feridun Düzağaç “Flu” diyor. 54 Nilüfer ‘düet’lere devam ediyor. 58 Genç müzisyen Zeynep Gedizoğlu’nu tanıma zamanı... 62 Naim Dilmener’in ‘Müzikal Günce’si...

2

PLASTİK SANATLAR

66 Ferhat Özgür’ün atölyesindeyiz... 69 Yeni sergilerinde Fatma Tülin “33”, Ceren Oykut “Hayal Meyal” diyor. 72 Güleryüz’den dumanı üstünde işler... 74 Turan Aksoy’un ‘huzursuz portre’si. 76 Türk sanatının gizli kalmış ustası: Tosun Bayraktaroğlu 78 Çağdaş sanat artık DVD üzerinde! 80 Monaco ve büyülü yapıları...

SAHNE SANATLARI

82 Meltem Cumbul ve öğrencileri... 85 Erdal Beşikçioğlu’ndan yeni tiyatro 88 Kemal Başar “Hiç”te tiyatronun garipliklerini anlatıyor. 90 Cirque de Soleil’in ‘Michael Jackson’ şovunun koreograflarından Travis Payne ile konuştuk. 92 Seçkin Selvi “Inishmorelu Yüzbaşı” ve “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” oyunlarını eleştirdi. 98 Edebiyattan resme, sanat dünyasının ünlü aktörlerinin bilinmeyen ‘yüz’leri!

EDEBİYAT

104 Selim İleri ile yeni kitabı üzerine... 107 JK Rowling “Boş Koltuk” ile bu kez büyüklere hitap ediyor. 110 Goldman, kaybettiği eşinin ardından yazdığı “Sevgiliye Veda”yı anlattı. 112 Yekta Kopan ile sanat kulisi 114 Ece Aksoy’dan damağın unutmadığı ‘öyküler’


648-milsanat-02-03

2/26/13

2:54 PM

Page 3


2/26/13

3:09 PM

Page 2

AFİŞTEKİLER

648-milsanat-04-05

Jennifer Lawrence, 85. Akademi Ödülleri’nde “Umut I ı ım”daki performansıyla Oscar kazandı.

“Amour / Aşk” ile yılın favori yönetmenine dönüşen ve Cannes’dan ikinci Altın Palmiye’sini kazanan Michael Haneke’nin 21 filmlik filmografisi İstanbul Modern’de izleyiciyle buluşacak. 28 Şubat - 14 Mart tarihleri arasında gerçekleşecek “Haneke Hakkında Her Şey” başlıklı programda, yönetmenin aralarında “Yedinci Kıta”, “Piyano Öğretmeni”, Michael Haneke “Saklı” ve “Beyaz Bant”ın da olduğu 10 sinema filmi gösteriliyor. Programda Haneke’nin yakalaması çok daha zor bir dönemine de yer veriliyor: Michael Haneke’nin 1973 tarihli “Liverpool’dan Sonra” ile başlayan televizyon kariyerinde çektiği 11 uzun metrajlı filmi de izleyici karşısına çıkacak.

Aksu, Atakoğlu ve Dinkjian aynı sahnede

Lawrence dünyanın sonunu görecek! Yılın sevilen romantik komedilerinden “Umut Işığım / Silver Linings Playbook”ta birlikte çalışan yönetmen David O. Russell ve aktris Jennifer Lawrence yeni bir projede yeniden bir araya gelecekler. “The Ends Of The Earth” adlı filmde bir petrol imparatorunun hayatının gizli bir ilişki yüzünden alt üst olması konu alınıyor. Filmin senaryosunu ise “Argo”nun senaristi Chris Terrio yazacak. Russell, yaptığı açıklamada Lawrence için, “Jennifer bütün ekibi rahatlatan bir mizah duygusuna sahip olmasının yanında gördüğüm en nazik ve en kendisini adayan insan. Oyunculuğu doğal ve her şeyi çok kolaymış gibi gösteriyor,” dedi. Sezen Aksu

Livaneli’nin “Serenad”ı 34 ülkede

Bu yıl dördüncüsü gerçekleştirilen “Avea Sıra Dışı Müzik” konserleri mart ayında Sezen Aksu, Fahir Atakoğlu ve Ara Dinkjian’ı aynı sahnede buluşturacak. Müzik hayatlarının farklı dönemlerinde ortak çalışmalara imza atmış olan üçlünün konserleri 16 Mart’ta İstanbul Kongre Merkezi Harbiye Oditoryumu’nda, 18 Mart’ta ise Congressium Ankara’da izlenebilecek. Vaye İletişim Organizasyonu’nun düzenlediği konserde Aksu, Atakoğlu ve Dinkjian, birlikte oluşturdukları ortak bir repertuvarı sunacaklar. www.aveakonserleri.com

Itzhak Perlman geliyor

Zülfü Livaneli’nin Mart 2011’de Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan romanı “Serenad”ın çeviri hakları 34 ülkeye satıldı. Bugüne kadar Almanya, Çek Cumhuriyeti ve Yunanistan’da basılan “Serenad”, yakında Amerika başta olmak üzere 31 ülkede daha yayımlanacak. R “Serenad” okuru Nazilerin toplama kamplarından İstanbul Üniversitesi’ne sığınmış Yahudi profesörlerin yaşantılarına dair önemli ve ilginç bir yolculuğa çıkarıyor. Milliyet SANAT Mart 2013

Michael Haneke, tüm filmleriyle geliyor

4

20. ve 21. Y.Y’ın en üstün kemancılarından biri olarak gösterilen Itzhak Perlman 28 Mayıs’ta İstanbul’a geliyor. Dünyanın en önemli orkestraları ve isimleriyle birlikte konser veren Perlman, “Schindler’in Listesi” isimli filmin müziklerini yapmıştı. Perlman Haliç Kongre Merkezi’nde vereceği konserde 1714 yapımı, 20 milyon dolarlık Soil Stradivarius’u ile sahnede olacak. (0216) 556 9800


648-milsanat-04-05

2/26/13

3:09 PM

Page 3

Murakami yazı masasından kalktı Son romanı “1Q84”ü Japonya’da 3 yıl önce yayımlayan ve kitabı geçtiğimiz yıl Türkçeye çevrilen Haruki Murakami okurlarıyla buluşmaya hazırlanıyor. Yazarın Japon yayıncısı Bungeishunju’dan gelen açıklamaya göre, Murakami’nin yeni romanı Nisan ayında raflarda olacak. Murakami “İmkansızın Şarkısı”, “Sahilde Kafka”, “Zemberekkuşunun Güncesi”nin de aralarında olduğu romanlarıyla tanınan Murakami’nin adı, birkaç yıldır Nobel Edebiyat Ödülü’nde geçiyor. Yazar, 2012 yılı için pek çok eleştirmen tarafından favoriler arasında gösterilse de ödülü Çinli yazar Mo Yan almıştı.

Topluluk, Martin Klusmann, Thomas Gabriel ve Gunnar Polansky’den olu uyor (soldan sa a).

James Franco’nun Berlin’deki sergisinden...

James Franco’nun ‘Gay Town’ sergisi Oyuncu, senarist, film yapımcısı, yönetmen, yazar ve ressam olarak sanatın neredeyse her dalında etkin olan James Franco, Peres Projects ile gerçekleştirdiği Berlin’deki 2. sergisi “Gay Town”ı açtı. Kaliforniyalı sanatçının Karl-Marx-Allee 82 sergi alanında sergilenen koleksiyonu, gençlik, ün, medyayla yaşanan sorunlar ve kişisel alan gibi konular üzerine eğiliyor. Franco, sergisinde yer alan fotoğraf, çizim ve video enstalasyonlarını son 2 yılda yaptı.

Thomas Gabriel Trio ile Bach’ın ‘caz’ hali 30 yılı aşkın bir süredir Bach’ın eserlerine getirdikleri caz yorumlarıyla hem klasik müzik hem de caz severlere hitap eden Thomas Gabriel Trio, 7 Mart saat 20.00’de Cemal Reşit Rey (CRR) Konser Salonu’nda olacak. Thomas Gabriel (piyano), Gunnar Polansky (bas) ve Martin Klusann’dan (davul) oluşan topluluk konserde Bach ve Vivaldi’nin eserlerini caz yorumuyla izleyiciye sunacak. Konser biletlerine Biletix veya CRR gişesinden ulaşılabilir.

Leyla Gencer “Salome” ile anılacak

Christian Bale Everest’e tırmanıyor

Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası (BİFO), Leyla Gencer anısına vereceği konserinde, 28 Mart saat 20.00’de Lütfi Kırdar’da Richard Strauss’un “Salome” eserinin konser versiyonunu sunacak. BİFO’yu sanat yönetmeni ve sürekli şefi Sascha Goetzel’in yöneteceği konserde, Salome rolüne Nadja Michael hayat verecek.

İngiliz aktör Christian Bale, “Everest” adlı filmde rol almak için anlaştı. Film, 1996 yılında Everest’in zirvesine tırmanmaya çalışırken çıkan fırtınada hayatını kaybeden 8 dağcının hikayesinden yola çıkıyor. Filmin yönetmenin ise “Son Vurgun”un İzlandalı yönetmeni Baltasar Kormakur olacak.

Nadja Michael

5

Milliyet SANAT Mart 2013


2/25/13

12:45 PM

Page 2

SİNEMA

648-milsanat-06-09

“Muhteşem ve Kudretli Oz”da Weisz’ı üç cadı kardeşin en büyüğü Evanora olarak izleyeceğiz.

Muhteşem ve kudretli aktris

Rachel Weisz Bu ay “Muhteşem ve Kudretli Oz”da izleyeceğimiz Rachel Weisz, filmografisindeki seçiciliğini yitirmeden yoluna devam etmeyi başaran, dramaya yatkın oyuncuların en tepesindeki isimlerden biri.

BURÇİN S. YALÇIN burcyalc@hotmail.com

ŞU SIRALAR Rachel Weisz için mart kapıdan baktırıyor, gönülleri yaktırıyor olsa gerek. 7 Mart onun yaşgünü. 8 Mart ise “Oz the Great and Powerful / Muhteşem ve Kudretli Oz”un tüm dünyadaki vizyon tarihi. Onu ilk Michael Winterbottom’ın 1998 tarihli “I Want You / Seni İstiyorum”unda keşfetmiş olanlar, bugünkü yaşını öğrendiğinde zamanın ne çabuk geçtiğine iyiden iyiMilliyet SANAT Mart 2013

ye kanaat getirecek. İnanması güç ama güzel aktris, bu ay 43 yaşına basıyor. Bertolucci’nin 1996’da çektiği “Stealing Beauty / Çalınmış Güzellik”indeki kısa rolü daha dün gibi akıllarda. O günden bugüne onca yıl geçmiş ama Rachel Weisz’ın bedenindeki yakıcılık ve kırılganlığın o benzersiz bileşimi hiç değişmemiş. Daha önce yine Milliyet Sanat sayfalarında Julianne Moore vesilesiyle dile getirdiğimiz gibi, bazı oyuncuların dramaya katıksız bir yatkınlığı oluyor. Bu yatkınlık üzerinden Hollywood’daki aktrisler arasında bir sıralama yapsak, Rachel Weisz kesin başa güreşir.

6

Avusturyalı psikanalist annesi Edith ve Macar mucit babası George, II. Dünya Savaşı patlak vermeden önce Naziler’den kaçmış, İngiltere’ye kendilerini dar atmışlardı. Yahudilerdi. Anne babasının zaman zaman Almanca konuştuğu evlerine bir de kız kardeş geldi: Bugün fotoğrafçılık ve küratörlükle meşgul Minnie... İki kız da aileleri tarafından sanatın çeşitli dallarına daha küçük yaşta yönlendiriliyorlardı. Rachel 14 yaşında modellik yapmaya başladı. Fakat asıl göz diktiği oyunculuktu. Cambridge’deki Trinity Hall’a İngiliz Dili ve Edebiyatı okumak üzere girdiğinde bile ilk fırsatta arkadaşlarıyla öğrenci drama grubu


648-milsanat-06-09

2/25/13

12:45 PM

Page 3

Weisz’ın geçen sezon rol aldığı “The Deep Blue Sea”deki performansı eleştirmenler tarafından övgüye boğuldu.

Onu sinema takipçilerinin radarına sokan Michael Winterbottom’ın “Seni İstiyorum”u oldu. Bu mütevazı başyapıtın başrolünde sadece endamını değil, oyunculuk yeteneğini de gösterme fırsatı buldu. kurdu. Adı Cambridge Talking Tongues (Cambridge Konuşan Diller) idi. Birkaç yıl süren birliktelikleri boyunca katıldıkları tiyatro festivallerinden ödüller kazandılar.

İLK İŞİ MCGREGOR’LA Daha sonra İngilizlerin dünyaya armağan edeceği bir başka isimle, Ewan McGregor’la rol aldığı 1993 yapımı BBC mini dizisi “The Scarlet and the Black” ilk ciddi işiy-

di. İlk sinema filmi küçük bir rolde göründüğü 1994 tarihli “Death Machine”di. Aynı anda hem Hollywood’un hem Bernardo Bertolucci’nin dikkatini çekti. 1996’da “Chain Reaction / Tepki” ve “Çalınmış Güzellik” arka arkaya vizyona çıktı. Özellikle ikincisinden sonra ondan ‘İngiliz gülü’ diye bahsedilir oldu. Teklifler ve roller arka arkaya gelmeye başlamıştı. Onu bizim radarımıza sokan

7

Winterbottom’ın “Seni İstiyorum”u oldu. 1998’in en iyi filmlerinden biri olduğu konusunda eleştirmenlerin birliğine vardığı bu mütevazı başyapıtın başrolünde sadece endamını değil, oyunculuk yeteneğini de gösterme fırsatı buldu. Çekingen adımlarla dolaştığı Hollywood diyarlarına bir kez daha “The Mummy / Mumya”yla konuk oldu. Müthiş bir gişe başarısı oldu film. Eleştirmenler ise burun kıMilliyet SANAT Mart 2013


2/25/13

12:45 PM

Page 4

SİNEMA

648-milsanat-06-09

Hollywood diyarlarına “Mumya”yla konuk oldu. Variety’de çıkan eleştiride aktrisin filmdeki komik sahnelerin altından hiç kalkamadığı yazıldı. Geçen seneki “Bourne’un Mirası”nı saymazsak bir daha da benzer bir gişe canavarına tenezzül etmedi.

Jeremy Renner’la rol aldığı “Bourne’un Mirası”nda bilim kadını rolündeydi.

vırdılar. Variety’de kaleme alınan eleştiride aktrisin filmdeki komik sahnelerin altından hiç kalkamadığı yazıldı. Zaten onun da Hollywood’un aptalca klişelerine saplanıp kalmayacak kadar ele avuca sığmaz bir yapısı vardı. Sanki o da dramaya yatkınlığının farkındaydı. Nitekim “Mumya”nın devamında rol aldıktan sonra üçüncüsünü reddedecekti. Geçen seneki “The Bourne Legacy / Bourne’un Mirası”nı saymazsak bir daha da benzer bir gişe canavarına tenezzül etmedi. Tam tersine, vizyonu olan yönetmenleri tercih edecek şekilde bir filmografi inşa etmeye başladı.

LA CARRE OSCAR GETİRDİ

Weisz “Cennetimden Bakarken”de ünlü yönetmen Peter Jackson’la çalıştı.

“Arka Bahçe”deki Tessa karakteri Weisz’a Oscar kazandırdı. Milliyet SANAT Mart 2013

2000’li yılların başındaki bu dönemde rotasına ağırlıklı olarak uyarlamalar çıktı: Nick Hornby uyarlaması “About A Boy / Bir Erkek Hakkında”, John Grisham uyarlaması “Runaway Jury / Jüri”, Neil LaBute’un kendi oyunundan uyarladığı “The Shape of Things” ve çizgi roman uyarlaması “Constantine”... Nitekim Oscar’ı da bir roman uyarlamasıyla kazandı: John le Carre uyarlaması “The Constant Gardener / Arka Bahçe”... İlaç endüstrisinin Afrika’da imza attığı vicdansızlıkları sergileyen filmle büyük takdir topladı ve bileğinin hakkıyla bir Oscar kazandı. Bu filmin Brezilyalı usta yönetmeni Fernando Meirelles’le yönetmenin 2011’de çekeceği çok karakterli “360”ta da tekrar çalışacaktı. Fakat elbette uyarlamalara hapsolduğunu söylemek çok yanlış olur. Vizyon sahibi genç yönetmenlerin muhayyilelerine de katkıda bulundu. O dönemki nişanlısı Darren Aronofsky’nin “The Fountain / Kaynak”ı, Wong Kar Wai’nin ilk Amerika macerası “My Blueberry Nights / Benim Aşk Pastam”ı, Rian Johnson’ın “The Brothers Bloom / Bloom Kardeşler”i hep özgün vizyonlardı. Alejandro Amenabar ise onu “Mumya”dakinden daha sağlam bir gerekçeyle Antik Mısır’a taşıdı ve “Agora”da tarihin ilk kadın matematikçisi Hypatia’nın bedenine soktu. Peter Jackson’ın “The Lovely Bones / Cennetimden Bakarken”i, ona hayat arkadaşı Daniel Craig’i kazandıran Jim Sheridan filmi “Dream House / Korku Evi” ve onu bu sene Oscar podyumuna ikinci kez taşıyacağına kesin gözüyle bakıldığı halde Akademi’nin görmezden geldiği “The Deep

8

Blue Sea / Aşkın Karanlık Yüzü”... Son dönemine ait tüm bu filmlerin pek azı iyi eleştiriler topladı. Hatta ondan da azı iyi gişe yaptı. Fakat bir şekilde neredeyse hepsinde Weisz alkış toplamayı başardı.

ÜÇ CADIDAN BİRİ Nihayet yeniden geliyoruz “Muhteşem ve Kudretli Oz”a. Sam Raimi’nin üç cadısından Evanora’yı canlandıran Rachel Weisz (diğerleri Mila Kunis’in Theadora’sı ve Michelle Williams’ın Glinda’sı), içine girdiği bu fantastik aleme kuşkusuz ki yakışmıştır. Son yıllarda, muhtemelen hiç istemediği biçimde, özel hayatıyla gündemde. Bunda Darren Aronofsky’yle iki yıl önceki şaşırtan ayrılığından çok Bay Bond Daniel Craig’le sürpriz ilişkisi ve evliliğinin payı daha büyüktü. Aronofsky’yle dokuz yıldır birliktelerdi. Hatta henüz ilişkilerinin başında “Requiem For A Dream / Bir Rüya İçin Ağıt”ın !F Bağımsız Filmler Festivali’ndeki gösterimi için İstanbul’a Aronofsky’yle beraber o da gelmişti. 31 Mayıs 2006’da oğulları Henry Chance dünyaya geldi. Gelgelelim, ne olduysa “Korku Evi”nin setinde oldu ve Darren Aronofsky’yle yolları ayrıldı. Daniel Craig’le ilişkisi 22 Haziran 2011’de evliliğe dönüştü. İşin ilginci Craig de onun için film yapımcısı uzatmalı nişanlısı Satsuki Mitchell’ı geride bırakmıştı. New York’ta az sayıda davetli (gelinin oğlu ve damadın kızının da olduğu dört kişi) önünde Rachel Weisz o içten gülümsemesini bir kez de “Evet” derken yineledi. Özellikle Daniel Craig’le evliliğinden sonra çevresindeki mahremiyet duvarına bir kat daha çıktı. Söyleşi vermez oldu, verdiklerine de telefonla veriyor, ‘Daniel Craig’le ilgili soru istemediğine dair’ şartlar koyuyordu. 1,5 yıl önce The Observer’a verdiği söyleşi aynen böyleydi. Gizemini karakterlerine de taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Ya da şöyle söyleyelim: Karakterlerini de birtakım dolaplar çeviren gizemli tiplerden seçmesi tesadüf olmasa gerek. Son sözü ona bırakalım: “Gizemli olmak bence harika bir şey. Ne Bette Davis, ne Katharine Hepburn ne de Ava Gardner hakkında bir şey bilirim. Filmlerini izlemeyi severim çünkü onlar benim en sevdiğim film yıldızları. Fakat ne yerler, eğitmenleri kimlerdir, hiç bilmem.” MS


648-milsanat-06-09

2/25/13

12:45 PM

Page 5


2/25/13

12:51 PM

Page 2

SİNEMA

648-milsanat-10-11

“İyi rol, içinde

kaybolduklarınızdır” Rachel Weisz, yeni filmi “Oz: The Great and Powerful”la karşımıza çıkarken, oyuncunun kariyerini derlediğimiz söyleşilerle kendi cümlelerinden öğreniyoruz.

NİL KURAL nil.kural@milliyet.com.tr

Milliyet SANAT Mart 2013

RACHEL WEISZ’I “Oz: The Great and Powerful”da az sayıdaki büyük bütçeli filmlerinden birinde izlemeye hazırlanıyoruz. Ülkesine dönünce İngiliz aksanıyla konuşan oyuncular için ünle baş etme yollarının sırrını veren ve ‘çok kötü bir cadı’yı canlandıracak olmanın heyecanını yaşayan oyuncunun çeşitli söyleşilerini derledik. ● Kariyerinizde büyük çıkışınızı “Mumya / The Mummy”yle yakaladınız. Bu filmin kazandığı başarı sizi nasıl etkiledi? Maddi anlamda başarıdan bahsediyoruz. Bu da kendi istediğim filmleri çekebilmem anlamına geldi. Üzerine hemen “Beautiful Creatures” adında düşük bütçeli bağımsız bir film yapabildim. “Mumya”dan önce riskli, tuhaf projeleri seçebilmek büyük bir lükstü. ● Ününüzü borçlu olduğunuz filmlerden biri de Michael Winterbottom’ın

10

“I Want You”su. Bu film hakkında ne düşünüyorsunuz? O filmi gerçekten çok seviyorum. Biraz Nicolas Roeg psikolojik seksüelliği, Theresa Russell havaları var. Bu tür filmler pek çekmedim ama bu alanda iş teklifi gelirse ben varım. Bu cümleyi büyük harflerle basın. ● Arada sırada uğradığınız Hollywood hakkında ne düşünüyorsunuz? Hollywood’un zehirli olduğunu düşünüyorum. ● Mesleğiniz konusunda ailenizin size karşı tavrı nasıl oldu? Genellikle beni kıyasıya eleştirdiler. Sürekli, “Bu berbat bir film, sen de bir felaketsin” derlerdi. Babam 1997 tarihli “Swept from the Sea”de beni Amy Foster rolünde izleyince ilk kez “Galiba bir gün iyi bir oyuncu olacaksın,” dedi. ● Aktörlerin rol modeli olması size doğru geliyor mu? Aktörlerin insanların örnek aldığı kişi-


648-milsanat-10-11

2/25/13

12:51 PM

Page 3

“Hırs duyduğum konu, farklı rolleri, farklı karakterleri canlandırmak; harika yazılmış senaryolarla ve harika yönetmenlerle çalışmak. Bunun olmasını sağlamak için de azim şart çünkü açıkçası sıkı bir rekabet var.”

“İnsan arada bir eğlenceli filmlere de ihtiyaç duyuyor” ● Yeni filminiz “Oz: The Great and Powerful” hakkında ne söyleyebilirsiniz? Oz’un Emerald Şehri’ne varmasını ve bizim bildiğimiz Oz Büyücüsü’ne dönüşmesini konu alıyor. Ben filmde Doğu’nun Kötü Cadısı’nı canlandırıyorum ve bu rolle bütün filmlerimde olduğundan çok

Rachel Weisz, performanslarında Janis Joplin’i Woodstock’ta izlemek gibi bir etki yaratmayı hedefliyor.

lere dönüşmesi beni bazen endişelendiriyor. Ama mesela öğretmenler ve doktorlar insanlar için gerçekten önemli şeyler yapıyorlar ve asıl kahramanlarımız onlar olmalı. Halbuki biz oyuncuları dergi kapaklarına koyuyorlar. ● Size Oscar kazandıran, “Arka Bahçe / The Constant Gardener”da canlandırdığınız Tessa karakteri hakkında ne düşünüyorsunuz? Hayatlarını başkalarına yardım etmeye adayan, bunun için Hindistan’a veya Afrika’ya giden, bazı durumlarda inandıkları uğruna kendi hayatlarını tehlikeye atan insanlar bana büyüleyici geliyor. Onları bu kadar sürükleyen, derilerini kalınlaştıran nedir? İşte Tessa’da da ilgimi çeken böyle bir insan olması oldu. Karakter için asıl ilham ise Afrika’da geldi. Kalbim bu karakterle doldu. Özellikle kendisi de 12 yıldır AIDS hastası olan ve HIV’li Afrikalılara danışmanlık yapan bir kadınla bir süre gettoları dolaştım. Bu, tam karakterimi deneyimleyeceğim bir şeydi.

çok daha kötü bir roldeyim. Üç cadının en büyüğüyüm. Açıkçası kötü bir karakter oynamayı dört gözle bekliyordum ve onu canlandırırken çok kötü bir karakter olduğunu düşünmemeye çalıştım. ● Küçük filmlerle büyük bütçeli filmleri karşılaştırır mısınız? Küçük bağımsız filmleri tercih

● Rolü kolay aldınız mı? Hayır, çok ısrarcıydım. ABD’den birkaç saatliğine Londra’ya gidip yönetmen Fernando Meirelles görüştüm. Onunla bir saat geçirip ABD’ye döndüm Diğer oyuncularla görüşmeyi sürdürüyordu. Ona tutkulu bir mektup yazıp rolü ne kadar istediğimi anlattım. Telefonlar ettim. Rolü ne kadar istediğimi belli ettim. ● Hırslı olduğunuzu söyleyebilir miyiz? Kesinlikle! Ama bu İngiltere’de kötü bir kelime gibi algılanıyor. Hırs duyduğum konu, farklı rolleri, farklı karakterleri canlandırmak; harika yazılmış senaryolarla ve harika yönetmenlerle çalışmak. Bunun olmasını sağlamak için de azim şart çünkü açıkçası sıkı bir rekabet var. ● “Arka Bahçe” ile Oscar kazandığınız anda neler hissettiniz? O zaman 8 aylık hamileydim ve düşüncelerimin büyük bölümünü bu konudaki rahatsızlıklarım meşgul ediyordu. İlk kez Oscar’lara katılmak konusunda büyük miktarda heyecan ve endişe duydum. Elbise seçiminde de müthiş bir zeka örneği sergileyip beni tanımayanların hamile değil, tombul olduğumu düşünecekleri bir seçim yaptım. Şimdi olsa hamile olduğuma şüphe bırakmayan bir elbise seçerdim. ● İyi rol sizin için nedir? İçinde kaybolacağınız rollerdir. Ne kadar kaybolsanız o kadar iyi. Janis Joplin’i Woodstock’ta izlemek gibi bir şeyden bahsediyorum. Hedefim bu! ● Sık sık Amerikan aksanıyla filmlerde rol alıyorsunuz. Zor oluyor mu? Bir karakteri canlandırırken Amerikan aksanı kullanıyorum. Ama İngiltere’ye

11

ediyorum. Çünkü bu tür filmler hikayeden veya hikaye örgüsünden çok karakterle ilgili oluyor. Ama insan arada bir Oz gibi eğlenceli, işin hayal gücü yönüne ağırlık veren bir filme de ihtiyaç duyuyor. Çünkü bu tür filmlerde yeşil ekranın önünde oynayan küçük bir çocuk gibi oluyorsunuz.

döndüğümde hemen İngiliz aksanına dönüyorum. Her oyuncu aksan koçuyla çalışır. Çalışmıyorum diyen varsa yalan söylüyordur. ● Ünle nasıl başa çıkabiliyorsunuz? Deneyimlerime göre sesi kısıp yükseltmek sizin elinizde. Eğer ünlü biriyseniz bu konuda ne kadar gürültü çıkaracağınızı ayarlayabilirsiniz. Oynuyorum yani çok sevdiğim işimi yapıyorum; sonrasında da o işin promosyonunu yapmam gerekiyor. Ve bu tanıtımı yaparken de, bir ünlü gibi giyinmem gerekiyor. Evinize dönüp, makyajı çıkardığınızda yine eski hayatınıza dönüyorsunuz. Bu formülü böyle uyguluyorum ve herkes beni rahat bırakıyor. ● Geçen sezon sizi “Bourne Legacy”de izledik. Bourne serisinin sevdiğim yönü gerçekçi aksiyonlar olmaları. Bu filmde de bir aksiyon kahramanını değil, gayet normal bir bilim kadınını canlandırıyorum. Hiçbir şekilde fiziksel açıdan üstün bir tarafım yok. Kahramanım aksiyonun ortasında kalınca korkuyor, dehşete düşüyor ama süper kahraman gibi davranmıyor. ● Geçen sezon Terence Davies’in yönettiği “Deep Blue Sea”de çok beğenilen bir performansa imza attınız. Bu filmi kabul etmenizde etkili olan neydi? Kendisini rezil etmekten utanmayan birini canlandırma fikri çok hoşuma gitti. Rol arkadaşım Tom Hiddleston buna tutkunun entelektüalite karşısındaki zaferi diyor. Bu karakteri, kendisini bir erkeğin ayakları altında ezdiren tipik kadın modeli diye değerlendirebilirsiniz. Ama ben sadece böyle görmüyorum. Benim yorumuma göre kendisini aşka teslim eden biri. MS Milliyet SANAT Mart 2013


AYIN SÖYLEŞİSİ

648-milsanat-12-19

2/26/13

3:11 PM

Page 2

“Dilimin acısını çok çektim hayatta” asu.maro@milliyet.com.tr

“Kayıp Şehir” dizisi vakitsiz final yapıyor ama Uğur Polat’ı bu ay “Eve Dönüş : Sarıkamış 1915” filminde izleyeceğiz. Tam da tiyatroya bir süre ara vermişken, Polat’la filmden, diziden; biraz geçmişteki, biraz da geleceğe dair ideallerinden söz ettik.

ASU MARO BU AY VİZYONDA epeydir beklediğimiz bir film var: “Eve Dönüş : Sarıkamış 1915” İlk sinema filmini çeken bir yönetmenin; Alphan Eşeli’nin filmi... 1. Dünya Savaşı’nda Ruslar’a karşı yapılan ve 90 bin askerin ‘donarak’ şehit olduğu Sarıkamış Harekatı‘nı anlatıyor film. Daha doğrusu bu felaketin sonrasında korkunç kış koşullarının sürdüğü bölgede, Hariciye Nazırlığı mensubu Saci Bey’in, Bakü’de görevli Kalem Müdürü’nün eşini ve kızını sağ salim Erzurum’a ulaştırma çabasını... Muazzam görüntüleriyle insanın tüylerini ürperten filmde Saci Bey’i Uğur Polat oynuyor. Türkiye’de iyi oyuncu denince akla gelen ilk isimlerden biri olması bir yana; kadınların çok sevdiği, erkeklerin de bunu metanetle kabul ettiği bir aktör, Uğur Polat. Nitekim fotoğraflarını çekecek arkadaşım Hüseyin Özdemir, önce karısı Gülizar için Uğur Polat ile fotoğraf çektirdi. Çünkü Gülizar, Polat’a hayrandı. İkisini telefonla konuşturmayı da denedi. Gerçi o konuşma gerçekleşemedi ama Uğur Polat’ın bütün bu süreçte ne kadar sıcak, nazik, dostça olduğunu anlatamam. Bu kadar sevilmesi boşuna değil, özetle... Maalesef son bölümlerini izlemekte olduğumuz “Kayıp Şehir”in iyi mi kötü mü karar veremediğimiz Ethem’i, kendisini ‘iyi aile terbiyesi almış, büyüklerini sayan, küçüklerini seven bir adam’ olarak Milliyet SANAT Mart 2013

tanımlıyor ki doğru. Aynı zamanda içinde sivri dilli bir sokak çocuğu var, ki bu da doğru... ● Epey zorlu bir çekim süreci geçirmişsiniz, izlediğimize göre. Nerede çekildi film, Divriği’de mi? Sivas’ın muhtelif yerleri; Divriği, Suşehri, Zara ve oraların ormanlık, dağlık kesiminde. Ben “Son” dizisini çekiyordum o sırada, epey yoğun bir yolculuk dönemi yaşadım, Sivas - İstanbul - Urfa arasında. Ama fittik çünkü hava çok soğuktu, her sabah 5’te uyanıyorduk, erken yatıyorduk, çok oksijen soluyorduk. Özel hayatımız hiç yoktu, “Gidelim de bu gece şurada içelim,” gibi bir şansımız zaten yoktu. Ama yani iyiydik, o kadar ıslanmamıza rağmen kimse hastalanmadı ve kimse şans eseri düşüp bir tarafını kırmadı, çünkü her taraf kar ve buzdu. Ama çok yorulduk, çok üşüdük ve çok ıslandık. Hep hayal ederdim bir kar filmi çekmeyi. ● Niye hayal ediyordunuz böyle zahmetli bir durumu? Çünkü çok sinematografik geliyor bana kar. Onun içinde olmak bir oyuncu olarak çok hoşuma gidiyordu. Öyle hayallerim vardı benim küçükken, kovboy filminde oynamak, James Bond olmak, kendimi öyle görürdüm. Bu da onlardan biriydi. Ama karda yürümek zormuş gerçekten. Saatlerce yürüyorsunuz, tekrar çekmek gerekiyor ve aynı yere izleri bozmadan başka bir yoldan gitmek gerekiyor. Bayağı efor sarf ettik,

12

FOTOĞRAFLAR: HÜSEYİN ÖZDEMİR

ben dört beş kilo verdim. ● Seyrederken bizim çok içimiz daraldı. Yoğun bir çaresizlik duygusu basıyor insana, siz de hissettiniz mi bunu? Çaresizlik, sıkışmışlık, açlık, üşüme, hayatta kalma dürtüleri, sahiden yaşamak lazım bunları ama biz o psikolojiye girdik. Belli bir süre sonra açlık psikolojisine girdik ki, yediğimiz önümüzde, yemediğimiz ardımızda, kuş sütü eksikti, her türlü konforumuzu sağlamıştı Böcek Yapım o dağ başında bile olsa. Odalarımız vardı, sobalarımız vardı, ısınıyorduk, yemek yiyorduk, gülüyorduk, eğleniyorduk ama çekim başladığı an herkes başka bir havaya giriyordu. Ben bir kere Serdar Orçin’i gördüğüm anda o havaya girdim, onun o makyajı, 40 kilo verdi neredeyse kardeşim benim, kaburgaları sayılsın diye. Psikolojik olarak çok etkilendik sahiden, uzun süren bir açlığın sonunda bir et yediğimiz bir sahne var, o etin bir özelliği var. Bize sanat grubu en güzel bonfileyi hazırladı, defalarca biz o eti ye-


648-milsanat-12-19

2/26/13

3:11 PM

Page 3

Uğur Polat, Alphan Eşeli’nin “Eve Dönüş: Sarıkamış” filminde Saci Bey’i canlandırıyor.

“Kaş’ta dalış sınavını şiir okuyarak geçtim” ● Şiir okur musunuz?

mek zorunda kaldık ve her defasında kustuk. Aslında bonfile yediğimizi bilsek de, filmde ne yediğimizi düşünmek bizi çok irite etti. ● Daniel Day-Lewis “Lincoln”ün setinde yönetmen dahil herkesin dönem giysileriyle dolaşmasını istemiş, ya da “Sol Ayağım”da mesela çekimler boyunca elini kullanmamış... Onun gibi olsanız sizin de aç kalmanız gerekirdi günlerce. Ama Daniel Day-Lewis müthiş bir metod aktörüdür. Bir anekdotunu da biliyorum, Londra’da “Hamlet” oynarken Hamlet babasının hayaletini görür ve onunla konuşmaya başlar; gerçekten ölen babasının hayaletini görüyor ve sahneyi terk ediyor. Allah öyle şeylerden korusun bizi. Tabii çok beğendiğim bir aktör, çok sıkı bir metod oyuncusu olmasının oyunculuğuna katkısı çok büyük tabii ama yetenek olmazsa hiçbiri işe yaramaz. O yüzden bütün metodların canı cehenneme bence. ● Size genellikle ‘psikolojik derinliği

olan roller’in aktörü diyorlar. Saci Bey’de öyle bir durum yok, fazla bir şey bilmiyoruz hakkında... Evet, değil, Saci bildiğimiz Osmanlı kültürünü almış, o zamanki Dışişleri Bakanlığı’nda katip olarak çalışan bir adam. Nasıl otoriter, muhafazakar, statükocu olduğunu anlatan bir takım sahneler de var. Kendimce bir öykü yazdım, “Muhtemelen,” dedim, “Mektebi Sultani mezunu, evli, çocuklu, Osmanlı’ya tutkuyla bağlı, tipik bir devlet memuru”. Ama tabii bütün bunlar yerle yeksan oluyor bu süreç boyunca. Açlık, hayatta kalma savaşı, bir de emaneti var, bir kadın ve bir çocuk... Eminim Sarıkamış’ta tek kurşun atılmadan 90 bin insanın donarak öldüğünü de bilmiyor. O süreçte bunların hepsini yaşıyor, kendi gençlik günlerine dönüyor ve allak bullak oluyor. Sürekli tedirgin. Bir türlü yola çıkamıyorlar, çetelerin onları gafil avlamasından korkuyor, kendi canında da korkuyor, emanetlerinin canından da, böyle kompleks bir karakter

13

“Ben Ruhi Bey Nasılım?”a kadar, Nâzım Hikmet ve Orhan Veli’yle kısıtlıydı şiir bilgim ve dağarcığım, Edip Cansever’le tanıştıktan sonra onun bütün şiirlerini okudum, sonra bütün İkinci Yeni’yi okudum ama bir şiir müptelası değilim. ● Yüksek sesle şiir okuyan insan olur musunuz bir ortamda? Asla, en nefret ettiğim şeydir, “Hadi bir şiir oku” diye. Çok başıma geldi. Şiir iman gibi, din gibi yazanla okuyan arasında olmalı. Ama şunu söyleyeyim: Kaş’ta dalış sınavına giriyorsun dalgıç olmak için. İki yıldız almak için de iki tane kurs görüyorsunuz. Ve her seferinde de size o bröveyi vermeleri için hocanız tarafından bir teste tabi tutuluyorsunuz. Dalış hocam, oyunumu izlediği için, önüme bir Edip Cansever kitabı attı ve “Lütfen şu şiiri okur musun? Bu senin geçiş sınavın,” dedi. Ben o şiiri okudum ve ikinci yıldızı öyle taktım. Milliyet SANAT Mart 2013


AYIN SÖYLEŞİSİ

648-milsanat-12-19

2/26/13

3:12 PM

Page 4

olduğu zamanla çıkıyor. Ama şartlar onu buna zorluyor yoksa ilk ağızda ‘şöyle derinliği olan, böyle bir psikolojisi olan biri’ diyemiyoruz, giderek tanıyoruz adamı. ● Aslında insan doğasını tanıyoruz... Aynen öyle. O açlık, insana yamyamlık yaptırabilir mi? Belki de buradan bir tartışma başlayabilir. O psikolojiyi yaşamak çok zor olsa gerek. ● Sarıkamış harekatı sizin bildiğiniz bir dönem miydi? Bildiğimiz bir dönemdi, üstüne de bir sürü belgesel izledik. Çekilen iki tane falan Türk filmi vardı, onlara da baktık. Alphan birkaç kitap verdi, onları okuduk, bir sürü DVD verdi, onları seyrettik beraber, okuduk, tartıştık. Fakat beni asıl etkileyen çektiğimiz bu film oldu. Çünkü bir dönemi, bir savaşı yedi kişi üzerinden ve savaşı göstermeden anlatıyor. Evet, Sarıkamış’ta tek bir kurşun sıkılmamış ve 90 bin kişi şehit olmuş. Ama bizim filmimizin sonunda bir silah patlıyor. Bu film benim Sarıkamış’a dair bildiklerime farklı bir kapı açtı ki tamamen kurgu. Böyle şeyleri daha çok seviyorum ben. Belki de buralarda gizli yaratıcılık, sanat, neyse o. Yoksa 100 tane figürana asker kostümü giydirir yürütürsün ve “Hadi şimdi donun” gibi bir yol seçebilirsin, çok etkileyici olmaz. O yüzden etkilenmedim daha önce izlediğim filmlerden. ● Alphan Eşeli ilk filmini çeken bir

“Kayıp Şehir bile bu durumla karşı karşıya kaldıysa ben gene yanılmadım. Bu iş böyle, hiçbir şey uzun soluklu, istikrarlı olamıyor maalesef.” yönetmen. Ona güvenmenizi sağlayan ne oldu? Öncelikle Böcek Yapım sundu bu filmi bana. Ömer Faruk benim ta Ankara’dan arkadaşım, onun TRT’de çalıştığı dönemlerden, onun olması zaten bir kapıyı araladı. Sonra Alphan’la tanıştık, çektiği reklam filmlerini, klipleri izledim, kamerayı nasıl kullandığını, açılarını, kurgusunun nasıl hızlı ve iyi olduğunu gördüm. Filmle ilgili düşüncelerini anlattı, bu da etkiledi beni. O yüzden hiç düşünmeden evet dedim, çalışırken de duygularımda yanılmadığım çıktı ortaya. Kendini çok iyi donatmış bir arkadaşımız, önü çok açık, onu biliyorum. İlk film olarak böylesine zor bir filmin altından bence kalktı. Çok çekti tabii. Kimi yönetmen vardır, sadece kullanacağı planı çeker, zaten kafasında kurgusunu yapmıştır ama bu tabii bir ustalık da gerektiriyor, sinema gerçekten sette çeke çeke öğreniliyor. Hem çeke çeke, hem çile çeke çeke. 40 saate yakın film çekti, bundan 2 saatlik bir film kurguladı, onun işi de çok zor montaj masasında çok zor, kıyamazsın çektiğin sahnelere. Hiç unutmam, Serdar Akar’la “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ filminde bir sahnemiz vardı, “Baba bu sahneyi niye attın?” diye sormuştum, “Baba kolum olsa keserim,” dedi: “Hiçbir şey filmimin bütünlüğünden

önemli değil”. Doğru. ● Peki sizde bir hayal kırıklığı oluyor mu sevdiğiniz bir sahnenin montaj masasında atıldığını görünce? Olmaz mı? Benim de saatlerim geçiyor, bütün gün o sahneye konsantre oluyorsun, olmadı bir daha çekiyorsun, seyrettiğinde o sahne yok. Hayatımın o dönemi atılmış. Ama dediğim gibi yönetmen kolu da olsa kesebiliyorsa, bize de o konuda saygı göstermek düşer. ● Böyle bakınca tiyatro daha cazip değil mi bir oyuncu için? Hiç değilse kimse yaptığın şeyi kesemez... Tiyatronun cazibesi bence, bunu defalarca söylediğim için belki artık temcit pilavı oldu ama, o prova süreci. Ondan sonra başka bir yalan başlıyor. Her gece aynı şeyi yapmak, tekrarlamak kendini, o çok cazip değil. Evet, her gün yeni bir seyirci var, seyircinin tepkisi, alkışı, nefesi, öksürüğü, gülmesi, nidaları, bunlar çok zevkli şeyler ama bir oyunu yedi yıl ve 350 kere oynamış bir aktör olarak söylüyorum, dünyanın en sıkıcı şeyi. Onun için sinema dünyanın en güzel şeyi, başlıyor ve bitiyor. Başını biliyorum, so-

“Artık sadece dostluklar, rakı, roka, balık” ● Nazım şiiri okurken gözaltına alındığınızda kaç yaşındaydınız? 18, lisenin bittiği yıl, Ankara Sanat Tiyatrosu’nda kursiyerdim. ● Şimdi o 18 yaşındaki çocuğu görseniz ona ne demek isterdiniz? “Şiir öyle okunmaz,” derdim. Nazım’ın ajitatif şiiri de olsa, öyle bağıra bağıra şiir okunmazmış. Ama çok güzeldi ya, Kızılay’da Gima’nın önünde, bir şeye inanıyorsun, inandığın şeyi haykırıyorsun. “Dört nala gelip Uzak Asya’dan Akdenize’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket bizim” demiş adam, ne kadar güzel tarif etmiş. Ona inanmışsın ve onu haykıra haykıra söylüyorsun ama sonra yaka paça karakola götürülüyorsun. ● O zamanlar umutlu bir çocuk muydunuz?

Milliyet SANAT Mart 2013

Çok umut vardı, çok ideallerim vardı. Zaten bir ideolojiye inanmak, ideallerin var demektir. Benim de bu memleketi nasıl olur da daha ilerici, daha aydınlık bir ülke yapabiliriz, bu sınıf eşitsizliği nasıl ortadan kalkar gibi, boyumu aşan aslında, ideallerim vardı. Sonra AST’ta bir takım ideallerim vardı, ‘hayatım boyunca burada olacağım’ gibi, ama hayat beni İstanbul’a savurdu, konservatuvardayken ideallerim vardı, ‘burayı bitireceğim ve AST’a dönüp oranın bayrağı olacağım’ gibi ama hayat bir tokat attı, Adana’ya gittim bir anda, Devlet Tiyatrosu’na. İdealler de yok oldu, kurduğum bütün planlar da alt üst oldu. Zaten plan yapmamak gerekiyor, hele bu ülkede. Şimdiki idealime gelince efendim, artık belli bir yaşı aldım ben, 50’yi devirdik, vakti geldi artık, kendime daha çok yatırım yapmanın. Yatırım

14

derken maddi anlamında değil, ruhen. Huzurlu ve keşmekeşten uzak, kaostan uzak, yalanlardan dolanlardan, riyadan uzak, kabuğuna çekilmek değil ama başka bir ufuk açmak istiyorum kendime. Daha denizle, doğayla haşır neşir olmak, daha kendimi dinlemek istiyorum. Sadece müzik, kitap, dostluklar, rakı, roka, balık.


648-milsanat-12-19

2/26/13

3:12 PM

Page 5


AYIN SÖYLEŞİSİ

648-milsanat-12-19

2/26/13

3:12 PM

Page 6

nunu biliyorum, duygu devamlılığına sahip çıkabiliyorum, olaya hakimim. Çünkü duygu devamlılığı çok önemli bir aktörün. Karışık çekildiği için sahneler, öncesi, sonrası, on beş sonrası, yirmi öncesi, o duygu devamlılığını sağlamak çok zor. Ama onu kendi matematiğinizle yerleştirebiliyorsunuz, biraz da obsesif bir aktörseniz sahne numaralarıyla bilebiliyorsunuz. ● Ki siz öyle misiniz? Biraz öyleyim, 57’yi çekiyoruz deyince onun ne olduğunu biliyorsanız, sete öyle gelirseniz, daha da kolay oluyor hayatınız. Ama ben bunu tabii ustalarımdan gördüm. ● Kimdir ustalarım dedikleriniz? Rutkay Abiler (Aziz), Aytaç Arman’lar; Memduh Ün’den tutun Yavuz Özkan’a, Osman Seden’den Ömer Kavur’a, hep usta yönetmenlerle çalıştım. Bu işin matematiği öyle, 57 nedir bilmemiz lazım. ● Tiyatro daha cazip değil mi diye sorma nedenim, “Artık sadece sinemayla yaşayabilirim,” gibi bir açıklama yapmış olmanız, Radikal’e. Ciddi misiniz bunda? Yani en azından bir süre, tiyatrodan biraz uzak olmak istiyorum. Çünkü 28-29 yıldır her sene tiyatroda oynadım ve Devlet Tiyatrosu’nda çok fazla özlemiyorsunuz oyun oynamayı. Bir oyuncu bir oyunu özlemeli diye düşünüyorum, bizde öyle olmuyor, haftada yedi oyun oynuyoruz, fabrikasyona dönüyor iş. O biraz beni yıldırdı açıkçası. Oynamak zorundayız, bu zorundalık benim hevesimi kırıyor. Şimdi bir süre ara verdim ben tiyatroya. ● Emekli mi oluyorsunuz? Emekliliğim geldi, istesem her an olabilirim ama tiyatro kabul etmiyor şimdi bunu. “Gitme,” diyorlar, çünkü çok lokomotif oyuncu emekli oldu şu ara. Şu an beklemedeyim yani. Yoksa tabii ki tiyatro her zaman olacaktır hayatımda ama yavaş yavaş. ● Radikal’deki röportajınızda Devlet Tiyatrosu’ndan aldığınız cezaları çerçevelettiğinizi söylediniz. O açıklamadan sonra yeni cezanız oldu mu? Artık onlar da herhalde “Ya tamam,” demişlerdir, şimdilik yok. ● Bu sizin elinizi kolunuzu bağlayan bir şey miydi yıllardır? Herhalde pek bağlamamış ki bir sürü cezanız olmuş... Ama bir gün kötü niyetli birinin eline bu koz geçerse bir anda sözleşmemi feshedebilir. O verdiğim 28 yıl emek boşa gidebilir, hiçbir sosyal güvencem olmadan ortada kalabilirim. Ki Türkiye şartlarında öyle bir şeye bir gün muhtaç olabiliriz maalesef, bir emekli maaşına. Bakın, “Kayıp Şehir” pat Milliyet SANAT Mart 2013

“Oyuncu olmasam bana kim dönüp bakar?” ● Sizin kadar çok sevilen az oyuncu vardır, “Bir rolün başına gelecek en iyi şey onu Uğur Polat’ın oynamasıdır” gibi yorumlar gördüm. Bunlar sizde “Evet ya, ben şahaneyim” gibi bir duygu yaratıyor mu hiç? Yok canım, ben bunlardan çok sıkılan bir adamım aslında. Mahçup oluyorum, bunlar beni yükseltmiyor, aksine sıkılıyorum. Ben işimi yapıyorum ve beğeniliyorsam bu da zaten benim yaptığım işle doğru orantılı, ekstra kaşım, gözüm, yüzüm, boyum, fiziğim olduğu için değil. ● Kadınlar bayılıyor ama... E bu işle alakalı, oyuncu olmasam kim döner bakar? Oyuncu olduğum için, tanındığım için falan yani bu. Ben neyin ne olduğunun çok farkındayım.

Polat “Devlet Tiyatrosu’nda çok fazla özlemiyorsunuz oyun oynamayı,” diyor.

diye bitti. Üstelik bu kadar güzel başlamış, hatta gün birincisi olmuş bir diziden bahbediyoruz, o bile bu sorunla karşı karşıyaysa, bu ülkede hiçbir şeye güvenmemeniz lazım. Hep iyi niyetli insanlara denk geldiğim için şükrediyorum. ● Niye böyle oldu dizinin durumu sizce? Valla birkaç şey var galiba, kanalın bir

16

türlü gün ve saat konusunda istikrar sağlayamaması, birincisi bu, ikincisi belki de hikaye seyircinin pek istemediği bir kanala girdi, iki kardeş bir kadına âşık oluyor. ● Ama bu hepsinde oluyor zaten... Aynen öyle ama bizde öyle bir şey yoktu, bizimki daha farklı bir şeyle başlamıştı, daha sert bir hikayeydi, daha sokağı anlatıyordu, gerçekten kayıp şehri anlatıyordu, ‘öteki’leri anlatıyordu... Dertlerimiz daha naifti. Çok büyük laflar etmeden bir şeyler yapıyorduk, sonra giderek çok daha büyük laflar edilmeye başlandı belki. ● Bu konuda biraz dayatma olmuştur gibi geliyor bana... Bence de öyle oldu. Biraz sertlik belki rahatsızlık yaratmış olabilir. Çünkü bu dizi izleniyor, ben bunu biliyorum. Yüz yıldır bu işi yapıyorum ve sokaktaki geri dönüşten bu işin izlendiğini ve çok beğenildiğini biliyorum. Onun için reytinglerin düşük gelmesi bir gösterge değil ama maalesef reklam veren, kanal patronları o rakama bakıyor. ● Sizin karakteriniz de seviliyordu değil mi, size ‘kötü adamları sevdiren aktör’ diyorlar. Öyle diyorlar, “Bir kötü adam bu kadar sevimli olamaz”. Ama tabii kötü değil Ethem. Çok iyi bir adam ama çok büyük zaafları var hayatta. Onların altında ezilmiş, o da tutunamamış. Her türlü gücü var, çevresi var, parası var, pulu var ama becerememiş hayatı, kıvıramamış. Bir takım takıntıları var, saplantı halinde Aysel’e aşık, gözünün önünde elinden avucundan kayıyor, bunu kabul edemiyor, bunun için çırpınıyor ama bunu hep bir mizah duygusuyla yapıyor. “Dışı seni yakar, içi beni yakar. Benim içimde bir volkan patlıyor şu an, ama sen bunu asla öğrenemeyeceksin, ben hayata böyle takılıyorum”u oynuyor. Ben böyle oynadım, başka bir aktör farklı yorumlardı. Kendimden de çok şey kattım, çok şey uydurdum aslında, senaryoya da çok bağlı kalmadım, bunu itiraf ediyorum Tuğrul Bey’lere (Eryılmaz), Tomris Hanım’lara (Giritlioğlu). Ama hani onlar da kızmadılar, aksine benim açtığım kulvardan gittiler, benim kullandığım bazı kelimeleri artık onlar da yazmaya başladılar. ● Mesela hangileri? Mesela İrfan’a Lazio dedim ben bir sefer. İrfan futbolcu olduğu için ve Karadenizli olduğu için, İtalya’da da Lazio diye bir takım var, öyle bir espri yaptım, sonra onlar da yazmaya başladılar. Kızdırmak için Karadeniz şivesiyle konuşmaya başladım ki asla öyle bir şey yok senaryoda. Ben de kendimce eğlenmeye çalıştım. Çünkü dizi çek-


648-milsanat-12-19

2/26/13

3:13 PM

Page 7


AYIN SÖYLEŞİSİ

648-milsanat-12-19

2/26/13

3:13 PM

Page 8

mek, Asu hanım, dünyanın en sıkıcı şeyidir. ● Tiyatrodan da mı sıkıcı? Çok sıkıcıdır. Saatler sürer, her hafta sürer, aylar sürer, tutarsa iki yıl sürer. Ve beklemek, beklemek, beklemek... Bir süre sonra aynı şeyi oynamaya başlarsınız, bir sürpriz olmaz, cepten oynamaya başlarsınız, onun için eğlenmek lazım. ● Dizinin kalkması sizde bir yılgınlık yarattı mı? Zaten on senedir röportajlarınızda çok karamsar bir tablo çiziyorsunuz. Bunlar beni hep doğruluyorlar. “Kayıp Şehir” bile bu durumla karşı karşıya kaldıysa ben gene yanılmadım. Bu iş böyle, hiçbir şey uzun soluklu, istikrarlı olamıyor maalesef. Ama hayat devam ediyor, ne yapalım, bu hele benim gibi tecrübeli bir aktörün başına çok sık gelen bir şey. Güzel bir proje gelene kadar bekleyeceğim, kafamı dinleyeceğim, okuyacağım, gezeceğim, tatil yapacağım. İnşallah güzel bir sinema senaryosuyla karşılaşırım. ● Sizi hayata bağlayanlar, yeniden yaşama sevinci verenler nelerdir? İşte küçük mutluluklar yaşıyoruz, ömrümüz boyunca küçücük mutluluklarla avunuyoruz. Dostluklarımızla ayakta durmaya çalışıyoruz, geçmişimizle övünüyoruz, geleceğe umutla bakmaya çalışıyoruz, bir şeyler yapmaya çalışıyoruz ama hep engel olunuyor, hayal kırıklığı yaşıyoruz. Ne yapacağız, inadına çalışacağız, inadına sinema yapacağız, inadına tiyatro yapacağız. Belki hayata tutunma şansımızı böyle yakalayabiliriz. Ben çünkü 12 Eylül’ü yaşamış bir kuşaktan geliyorum. Çok acılar yaşadım ben gerçekten; arkadaşlarımı kaybettim, yoldaşlarımı kaybettim. Bunun acısı tarif edilemez. En iyi arkadaşını uzun bir süre görmüyorsun ve sonra öğreniyorsun ki idam edilmiş. Ve gazeteden öğreniyorsun ya da televizyonda gözü bantlı, altında ismi geçerken görüyorsun. Çok travmatik bir durum bu. 18-19 yaşında bunu yaşadım ben. Karartmaların yaşandığı bir çocukluğum oldu benim. Sokağa çıkma yasakları, gözaltılar, şunlar bunlar... ● Nasıl bir aileniz vardı? Ankara’da, annem ev hanımıydı, babam üst düzey bir bürokrattı. Tipik bir küçük burjuva aileydik biz, abim mimar, ben oyuncu oldum. Sokak çocuğuydum her zaman, sokakta büyüdüm, hiçbir zaman anasının kuzusu olmadım ama çok iyi de bir eğitim aldım ailemden. Ankara’nın da kendine özgü bir disiplini vardır, kokusundan alırdınız o yıllarda. Hem o, hem Milliyet SANAT Mart 2013

aile terbiyesi, büyüklerimi sayarım, küçüklerimi severim gerçekten. Ama sokak çocuğu yanım hep daha ağır basmıştır, dilim sivridir, haksızlığa hiç tahammül edemem. O sokak çocukluğu hiç bitmez, o da biterse zaten ben ben olmam. Dilimin acısını çektim ama. O çerçeveletip duvara astığım cezalar da sivri dillilikten. Yoksa asla bir disiplinsizlik, provayı aksatma, oyuna geç kalma, öyle bir şey yok. Ben sete bile bir saat erken gidiyorum. “Niye?” diyorlar, “Ben tiyatrocuyum,” diyorum: “Ankaralıyım ve tiyatrocuyum.” ● Konservatuvara kadar Ankara’da mıydınız? Tabii ‘80’ darbesinden sonra ailece İstanbul’a taşındık. Ben zaten İstanbul’da Gazetecilik’te okuyordum, ‘İstanbul’da olmam gerekir benim de’ mantığıyla hareket ettik ama olmadı. Ankara Sanat Tiyatrosu’nda aldığım hazdan sonra “Başka bir şey yapamam,” dedim. ● Bir yandan gazetecilik okurken AST’ta oynadığınıza göre niyet belliymiş... Tabii canım, o bir yere girmek içindi, yoksa askere gidiliyordu. Sınavlara gidip geliyordum İstanbul’a, zevksiz bir öğrencilikti, konsantre olamadan, bir de böyle kalın ciltli kitaplar vardı. Ben üniversiteyi tekerlemeler söyleyerek, oyunlar oynayarak okudum, dünyanın en keyifli öğrenciliğini yaptım. Yoksa ben mimar olmak istiyordum abimden dolayı. İyi bir mimar olurdum ama iyi bir gazeteci olmazdım. İşsiz kalırdım. Hele bu dönemde kesin işsiz kalırdım. ● Niye baştan konservatuvara girmediniz peki? Valla o zaman bana çok burjuva geliyordu konservatuvar, daha böyle devrimci tiyatro, ajit prop tiyatro, sosyalist tiyatro, onlara inanıyordum ben. İçine girdikçe işin, daha farklı kitaplar okumaya başladıkça, bu konudaki en önemli hocalarımdan biridir Rutkay Aziz, onun kütüphanesiyle tanıştıkça bu literatürü bilmek lazım geldiğini, Brecht evet çok önemli ama tiyatronun ondan ibaret olmadığını, dünyada Shakespeare diye bir adamın yaşamış olduğunu öğrendim. ● Birlikte oynamayı sevdiğiniz oyuncular var mı? Mesela Zuhal Olcay’la çok yakıştırılırsınız... Evet evet Zuhal’le iki iş yaptık biz. Onunla her zaman oynamaktan büyük keyif alıyorum, aynı dili konuşuyoruz, aynı tiyatro dilini, aynı eğitimi almışız, onlar çok önemli alışverişte.

18

“Yavuz Turgul’un okulundan geçmek isterim, canım yansa da. El bebek gül bebek nereye kadar? Şımartılmak bir oyuncu için en tehlikeli kuyu.”

● Bir de şöyle bir ortak yönünüz var: İkinize de hüzünlü adam-hüzünlü kadın imajı yapıştırılmış durumda. O da çok sıkılır bundan... Çok sıkılır tabii çünkü aslında ne kadar matrak ve çatlak bir kadın olduğunu ben bilirim, yakın dostları bilir. İsmail Hacıoğlu’nu çok beğeniyorum ben bir de, o elimize doğdu bizim. Onun gelişimini de izliyorum, çok doğal, samimi, hiçbir kirlenmişliği yok, oyuncu kirliliği oluyor çünkü zamanla. ● Sizde var mı? Olmaz mı? 30 yıl nerdeyse. İlk başladığımdaki o primitif halim yok, bir takım şeyler kambur kambur kaldı içimde, ruhumda. Zamanla oluyor, hiç inanmadan bir şeyi yapar hale geliyorsun, kendini öyle görüyorsun bir anda. “Aaa ben bunu mu yapıyormuşum?’ diyorsun. ● O zaman tecrübesiz zamanlarınız daha mı iyiydi yani? Daha primitif, tabii daha samimi, daha inandırıcı. Şimdi biraz profesyonellik de giriyor işin içine. Ben kamerayı tanıyorum artık. “Şu objektifi takıyorum,” dediği zaman “Ben onunla nasıl oynanması gerektiğini biliyorum,” gibi triplere giriyorsun ister istemez. Halbuki “Sis” filminde öyle değildi işte, bilmiyordum, içimden nasıl geldiyse öyle oynuyordum. O daha doğal oluyordu. ● Birkaç röportajınızda “Çalışmak isteyeceğim yönetmenler” diye saydığınız isimlerle daha çalışamadınız değil mi? Nuri Bilge mesela, evet. Olmadı ama denk gelmedi. Artık oyuncularla çalışmaya başladığı için bana da sıra gelir diye düşünüyorum. Sonra Yavuz Turgul var, çalışmak istediğim. Onun okulundan geçmek isterim, canım yansa da. Canımı acıtacak biliyorum ama belki de böyle bir tecrübeye ihtiyacım var. Her şey el bebek gül bebek, aman çok iyi, pohpoh pohpoh, nereye kadar? Şımartılmak bir oyuncu için en tehlikeli kuyu. Oraya çok düştük çıktık. MS


648-milsanat-12-19

2/26/13

3:13 PM

Page 9


SİNEMA

648-milsanat-20-21

2/26/13

3:31 PM

Page 2

“Libidosu yüksek bir aşk filmi!” CEYDA AŞAR ceydaasar@gmail.com

Bu ay gösterime girecek “Aşk Kırmızı”, erkeğin yaşadığı çatışmalardan iki kadına bakan bir aşk filmi... Tayanç Ayaydın ilk kez bu kadar ‘erkeksi’. Nurgül Yeşilçay ise çifte ‘cazibeli’.

“AŞK BAYAĞI bir şeydir,” diyordu Haneke “Amour / Aşk” filmi hakkında konuşurken. Şimdi, Osman Sınav’ın yönettiği “Aşk Kırmızı”da karşımızda allanmış pullanmış, estetize edilmiş ‘bir aşk’ var. Nurgül Yeşilçay’ın Nazlıgül karakteri ile Ezgi Asaroğlu’nun canlandırdığı Zeynep arasında kalan ‘erkek’in sadakatsizliği; ‘dişi’ kadın ile ‘çocuksu kadın’ ayrımı; erkek için değişen, kendini ‘öteki kadınla’ karşılaştıran ‘aldatılan kadın’; ‘hayat kadını’ ile ‘aşk’ın bir arada olamama hali, bunun çatışması mevcut. Osman Sınav ‘cilalı bir şiir’ yazmaya çalışırken merkeze, ilk gençliğin masumiyetine yaslanan bir ‘aşk’ı koyuyor. “Bu masumiyet hali de masum çağlarımız Yeşilçam’ı anımsatıyor,” diyerek, ilk sorumuzu “Vesikalı Yarim” ile açıyoruz. ● “Vesikalı Yarim” deki kadın hayat kadınıdır ama âşık olunan kadındır. Sinemada ‘kötü yola düşen kadın’ imgelerinin peşinden sürükleniyoruz halen, neden sizce? Nurgül Yeşilçay: Ben aslında bizim filmle Türkan Şoray’ın “Metres” filmi arasında daha çok özdeşlik kuruyorum. “Aşk Kırmızı” erkek bakış açısına sahip. Filmin aşk tarafını, oynadığım karakterin aşkını, aşkı nedeniyle pek çok şeyi göze almasını anlıyorum ama filmin genelinin çok erkek bakış açısında olduğunun da farkındayım. Zaten kötü yola düşen kadını kurtarmak, hayata dahil etmek gibi bir düşünce de çok erkeksidir. Tayanç Ayaydın: Ben Nurgül gibi ‘erkek bakış açısına sahip bir film’ diyemem. Erkek olduğum için sadece ‘bakış açısı’ var diyebilirim. Osman Sınav’ın kaleminden çıkan, onun bakış açısının baskın olduğu bir proje bu. Ancak bilindik, ilk akla gelen erkek bakış açısı da yok. Erkeğin, kendine bile iti-

Milliyet SANAT Mart 2013

Nurgül Yeşilçay: “Kadın dostluğunu da seviyor erkek yönetmenler. Ben bu filmde iki kadının aşkını anlıyorum, sadece erkeğin aşkını anlamıyorum.” raf edemediği ama yine erkeğe ait bir bakış açısından yaklaşıyor konuya. ● “Erkek bakış açısı ama...” cümlenin devamında bir şey var ki bu projede yer aldınız. Nurgül Y.: Aşk filmlerini izlemeyi çok seviyorum çünkü. En beğendiğim filmler hep aşk filmleridir. Filmin kurmaca kısmı ne kadar fazlaysa o kadar keyif alıyorum.

20

Yıllar içinde ‘çok gerçekçi’ sinema sevmediğimi fark ettim. Gerçekçi sinemada oynamaya devam edeceğim evet ama görselimizin, dilimizin estetik olmasını seviyorum. İlle de gerçekçi bir şekilde, salya sümük oynamayalım hep. Tayanç A.: Zaten Osman Sınav da bir şiir anlatacağız demişti. Nurgül Y.: Evet, Osman Sınav’ın nasıl bir film çekmek istediği kafasında çok netti. Işık, oyunculuk, çekim biçimi, kostümler ve diyaloglar o şiire uygun olarak yaratılmıştı ve bütün ekibe çok iyi aktardı aklındakileri. Çok sakin ama hızlı bir şekilde çalışan, ne istediğini bilen bir yönetmendi. Hiç karşılıklı oynamadığımız halde sanki Tayanç’ı da yıllardır tanıyorum gibi hissettim. Tayanç A.: Evet, üç ana oyuncu çok iyi anlaştık. Üstelik de okuma provası bile yapmadan sete çıktığımız halde. ● O kadar mı az zaman vardı? Senaryoyu okuyup kabul ettiniz, kaç gün sonra setteydiniz? Nurgül Y.: Ben beş gün sonra! Tayanç A.: Ben iki! ● Ne kadar profesyonel olursanız olun, zorlu sahneler var. Sevişmeler, ağlamalar, öfkeler. Zorlanmadınız mı? Nurgül Y.: Osman Sınav, bir gözümden yaş isterken, diğer gözümden yaş istemedi. Yapamadım uzun süre, ara verdik, olmadı. Sonunda becerdim. Kullanıldı mı bilmiyorum. Tayanç A.: Bocaladığım bir an vardı. Ya düşecektim ya kalkacaktım. Nurgül’ün kulağına gidip “Zorlanıyorum, yardımcı ol,” dedim. “Hadi gel gebertelim şu filmi,” dedi. O enerji ile başladık ve o enerji hiç kaybolmadı. ● Bir de iki kadının dostluğuna gelelim. “Aşk Kırmızı”da ve bir başka şekliyle “Vicdan”da da izlemiş olduğumuz... Nurgül Y.: Kadın dostluğunu da seviyor


648-milsanat-20-21

2/26/13

3:31 PM

Page 3

“Orta direk’ sinemamız yok”

Nurgül Yeşilçay ve Tayanç Ayaydın, filmin bir şiire benzetildiğini aktarıyorlar.

erkek yönetmenler. Ben bu filmde iki kadının aşkını anlıyorum, sadece erkeğin aşkını anlamıyorum. Kadınların aşkı çok net. Başka kimse yoktur. Erkekteki sorun, çok eşlilik değil, çok eşliliği söylememesi. Gidip, söyleyeceksin, taraflardan biri kabul etmiyorsa vazgeçeceksin birinden. Erkeğin yaşadığı “Ay o kadınla mı olsam, ay yoksa bu kadınla mı?” hali bana çok ergen bunalımı geliyor. Tayanç A.: Erkek karakter kendisine her soruyu soruyor. Tek bir soru hariç: “Onunla mı devam edeyim, karımla mı devam edeyim?” Aslında iki kadın arasında kalmış bir erkek değil bu. İki kadını da bambaşka dünyalar olarak birbirinden ayırmış ve bir tercih yapmak zorunda da hissetmiyor. Bir de sadakat kavramı onun için çok önemli. “Birini bir daha bu kadar çok seversem asla aldatmayacağım,” diye söz vermiş bir adam bu. Bilinen anlamda bir ‘aldatma’ ve ‘kafa karışıklığı’ değil bu. Karşısına çıkan “herhangi bir kadın” değil çünkü. ● Bunlar karakterin sorunları, bir de oyuncunun sorunları var. Nurgül Yeşilçay’ın fragmandaki ‘seksi’ hali ya da magazine düşen parçalar gibi. Nurgül Y.: Fragmanı kim yaptı bilmiyorum ama sadece öyle sahnelerin olduğu bir film değil bu. Kadına bir karakter yaratıp, “Öyle bir kadın nasıl âşık olur”u düşünerek oynadım. İzleyenler de görecekler ki erotik bir film değil bu, aşk filmi. Tayanç A.: Bence libidosu yüksek bir aşk filmi. Aşkın olduğu yerde de elbette

öpüşme, temas vardır. En kuvvetli sahnelerimiz de birbirimize dokunmadan oynadığımız sahneler. ● Filmin ve karakterlerin sizin duygusal dünyanıza bir etkisi oldu mu? Tayanç A.: Ben uzun süredir yalnız bir adamım. Bu filmdeki gibi karmaşaları uzun süredir yaşamıyorum. Sakinlik erkekleri rahatsız eder. Mesela, bela, “Ben gidiyorum” der, o belanın gitmesini istediğin halde, ensesinden tutup geri çekersin. Nedense erkeklerde böyle mazoşist bir tutum vardır. Bu karmaşaları filmde yaşadığım için, hemen yeni bir hata yapmaktan alıkoyabilir beni. Nurgül Y.: Ben sadece unuttuğumuz bir şeyi yeniden hatırladım. Kadın kadın gibi olsun, erkek erkek gibi olsun. Postalları giyiyoruz, erkek gibi... Giyinelim, güzel olalım. ● Farklı yönetmenlerle çalıştınız. Her seferinde yönetmenler sizi şaşırtabildi mi? Ayrıca ‘kulağınıza küpe’ bir sözleri kaldı mı aklınızda? Nurgül Y.: Tek öğrendiğim şu, bu meslekte profesyonellik yokmuş. Her seferinde sanki ilk defa sete çıkıyor gibiyim. Sette beynim alınmış gibidir. Sete kadar masa başında çok çalışırım, sete çıktığımda ise yönetmen ne derse onu yaparım. Bu senaryoyu okuduktan sonra dedim ki “Çok şiir, kimse böyle konuşmuyor. Hele kadınlar kendi aralarında hiç böyle konuşmaz!” Osman Sınav da bana “Bu senin kadar doğal bir kadın değil, böyle konuşacak,” dedi ve beni ikna etti. Bu sözü sette hep aklımdaydı.

21

● Sinemamızdaki gidişatı nasıl buluyorsunuz? Nurgül Y.: Ben Türk sinemasındaki gidişatı beğeniyorum ancak şimdi yeni bir sorunumuz var: Aynılaştık. Herkes, Berlin, Cannes ve Venedik için aynı filmleri yapıyor. ‘Kurmaca’ taraf gittikçe azalmaya başladı. “Pi’nin Yaşamı”, “Düşler Ülkesi” gibi filmler olağanüstü. Bence Batılı bizi beğensin diye bir kısırdöngüye girdik. Özgün bir şey çıkaramaz hale geldik. ‘Büyü’ yok, hep çok gerçekçiyiz. Tayanç Ayaydın: Ben Türk sineması diye bir şey olduğuna inanmıyorum. İran sineması denilince aklımızda çakan bir sürü flash, bizim sinemamızda yok. Türk sineması geçmişte oluşmaya başlamıştı, sonra yerle yeksan oldu. Şimdi ya ‘çok art house’ ya da ‘çok gişe’ işler var. Belki de bir sinemanın dilini belirleyen ‘orta direk’ sinemamız yok.

Tayanç A.: Kulağıma küpe, doğru bir uyarı, “Pazar- Bir Ticaret Masalı” zamanı Ben Hopkins’ten gelmişti: “Çok düşünme!” dedi. Müşfik Kenter de “çok ciddi bir şaka yapıyoruz,” demişti. Bu ikisini hiç unutmadım. MS Milliyet SANAT Mart 2013


SİNEMA

648-milsanat-22-25

2/26/13

3:32 PM

Page 2

Hollywood’un yeni ‘altın kızı’

Emma Stone Bu ay “Suç Çetesi / Gangster Squad”da suç aleminin sert erkekleri arasında kalp ağrıları çeken bir kadın rolünde izleyeceğimiz Emma Stone, genç yaşında meslektaşlarının övdüğü bir yıldıza dönüştü. Ki bu yıldız giderek parlıyor.

ESİN KÜÇÜKTEPEPINAR esin@sinema.com

Genç Hollywood yıldızlarındaki işini iyi yapma hevesi Emma Stone’da da ziyadesiyle mevcut.

Milliyet SANAT Mart 2013

22


648-milsanat-22-25

2/26/13

3:33 PM

Page 3

“The Help”te Stone, Viola Davis ve Octavia Spencer (üstte). “Easy A”de Penn Badgley ile birlikte...

“Suç Çetesi”nde rol aldığı Ryan Gosling’le “Stupid, Crazy, Love”da da birlikte çalıştı.

ŞİRİNLİK muskası olsa da iç baymayan bir hoşluğu var. Şık elbiseler içinde kendinden emin pozlar verdiğinde dahi geniş gülümsemesiyle durumu hafifletiyor. Zeki, komik, güzel ama bir türlü ideal erkeğini bulmayı beceremeyen dolayısıyla sempatik, en çok da kara komedilerin sevilen karakteri. İlla da ‘aile kızı’ imajı yok ama ailecek sevilesi halleri var. Şimdilik popüler bir figür, ‘ciddi’ oyunculuk dediğinde nerelere gideceğine dair bir yol çizelgesi henüz kendisinde de yokmuş. Son iki yıldır herkes onu konuşuyor. Kısa filmografisine rağmen bir aralar piyasanın aradığı genç yetenek ilan edildi, ‘mucize kız’ olarak her medyada yer buldu. Henüz 25 yaşında ve Hollywood patronlarının gözbebeği. Şimdilerde bu yoğun ilginin sonucunu izliyoruz. Yani art arda filmleri geliyor. Bir iki komedi derken şimdilerde dev macera ve aksiyonlarda rolü var. Bu ay “Suç Çetesi / Gangster Squad”daki şahane kırmızı elbisesiyle suç aleminin sert erkekleri arasında kalp ağrıları çekiyor. Sean Penn, Ryan Gosling, Josh Brolin derken kallavi bir ‘erkek’ kadrosunda yer bulmuş ama filmin 1930’ların Amerikan mafya efsanelerine yeni bir hoşluk getireceği şüpheli.

SES VE GÖRÜNTÜ YERİNDE Emma Stone’u ‘genç, güzel, sempatik ve yetenekli, istikbali de zaten açık’ diyerek raflayabilirdik. Böylece işimiz hemen biterdi. Ama Truman Capote’nin bir zamanlar yazdığı ‘Bir kusuru vardı, aksi tak-

dirde mükemmeldi,’ cümlesine nazire bir şey onu benzerlerinden ayırıyor; gülümsemesi. Dışa eğik üst dişleri estetik açıdan yüzüne kusurlu bir hal veriyor. Hani köşeden dönmüş bir mükemmellik hali bu. Ki bu durum da onu tornadan çıkmış bir örnek güzellerden farklı yapıyor. 2007’deki “Superbad”in ardından geçen yılın sansasyonu “İnanılmaz Örümcek Adam / Amazing Spider Man” derken, kariyeri popüler zeminde ilerliyor. Işıltı dedikleri böyle bir şey olsa gerek, ama istikbalinin bu şekilde çabucak parlamasından o da rahatsız, “Şansım yaver gitti ama çok çalıştım. Yine de bu tür yakıştırmalar feci tehlikeli. Her an yeni birisi çıkabilir, yeni ‘altın kız’ olabilir. Kalıcı olmanın yollarını arıyorum,” diyor. Bir nevi süper popüler olmanın meşakkati işte, bu yaşta uyku kaçırıyor ama o kadarı da olacak. Kendisi de zaten her daim ‘minnettarım’ demeyi bir borç biliyor. Kalın, hafif boğuk ve cızırtılı sesi ise bu güzelim imajı benzerlerinden ve yaşıtlarından ayıran en şahane özelliği. Gariptir, bu ses incecik, narin bir kızdan çıktığında özel bir şey oluveriyor. Koyu veya açık ama illa da kızıl saçlarıyla edindiği hayran kitlesi sarışın haline itiraz etse de, şimdilik her renk ve modelle kabul görüyor. Gelgelelim komşu kızı olamayacak kadar başına buyruk gibi. Daha doğrusu ağzına geleni söylüyor havasında. Oysa ki çok dikkatli. Genç Hollywood yıldızlarındaki işini iyi yapma hevesi onda da ziyadesiyle mevcut. Gerektiğinde sözü yanındaki ‘bü-

23

yüğüne’ bırakmak da dahil sırası geldiğinde mevzuya ciddiyetle sarılıyor. Yine de iki yıl önce “Duyguların Rengi / Help” filmi vesilesiyle Londra’da yaptığımız söyleşide sürekli yanındaki Viola Davis’in gözünün içine bakarak feyz almaya çalışması şaşırtıcı gelmişti. Emma Stone ile dünya yüzüyle karşı karşıya geldiğinizde ilk şaşıracağınız şey belki ‘beyazperdede göründüğünden daha güzelmiş’ hissiyatı olacaktır. “Duyguların Rengi”nde hayatını kerhen zenginlere adayan siyahi bir hizmetçinin yazdıklarını kitaplaştırmak için elinden geleni yapan genç kız rolündeydi. Doğrusu dönemin ırkçı ortamına itiraz eden, ayrıca kadın olarak da kendine biçilenleri reddeden hevesli bir üniversiteli olarak gayet hoştu.

ÇOCUKLUKTAN STARLIĞA Ayrıca ince endamı, pudrayla rahatlıkla kapatılabilen bir iki sivilce hariç porselen cildi, kocaman ve parlak yeşil gözleriyle mükemmelen çelişen boğuk kıkırdamalarının sadece ‘poz’ olmadığı da ortada. Kendi deyişiyle ‘gelişime, öğrenmeye açık olmak ilk şart’ . Hem insan hem de oyuncu olarak büyümenin sonsuzluğunu anlamanın aslında bir rahatlık getirdiğini söylerken yalandan kıvırmıyor. Zen mi, hayır, o kadar uzun boylu değil ama genç yaşta başarı yakalayan ve başı dönen yaşıtları gibi tepe üstü düşmemek için ‘sürekli büyüklerine danışıyor’. Ama bir yanıyla da genç ve hevesli, doğal olarak kendini tutamıyor. Ultra lüks bir otel suitinde “DuyMilliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

3:33 PM

Page 4

SİNEMA

648-milsanat-22-25

Stone’un “Superbad”de rol arkadaşlarından biri de Jonah Hill’di.

guların Rengi” filmindeki zencilerin yoksulluk içindeki hallerini anlamak için nasıl da ders çalıştığını anlatırken ‘büyüğü’ yani rol arkadaşı Viola Davis uyarıyor: “Ben de kimim deme! İşte bak nasıl da bol kepçe konuşuyorsun!” Bu biraz da haksız laf bölüşle sarsılsa da hemen ekliyor: “Zengin bir aileden değilim. Kendi halimizde geçiniyorduk! Ben de anlamasam kim anlayacak ki!” Arizona, Phoenix’de doğmuş, çok sıcak havalar nedeniyle yazları kumsala giderlermiş, en şahane çocukluk anıları da bu dönemlerden kalmaymış. Kendisine göre Amerikan rüyasının ta kendisini yaşıyor.

KÜÇÜKKEN ALDIM SAZI ELİME Zaten küçük yaşta koymuş kafasına oyuncu olmayı. Bir ara müzisyenliği düşünmüş, kolu yettiği kadar gitara uzanmış, şan dersleri almış. Sonuçta en çok sahnede, komedi oyunlarında başarılı olduğunu görmüş. Ailesini ikna ederek 15 yaşında gittiği Los Angeles’ta özellikle aile komedilerinin hareketli ve komik kızı olarak deneme çekimlerine girmiş ve hiç birisinde rol alamamış. Derken eskilerin ünlü dizisi “Partridge Family”nin reality şov versiyonunda iş bulsa da proje çok geçmeden iptal edilince ortada kalmış. Yine de oyuncu seçimlerine katılabilmek adına ailesini evde eğitim almaya ikna etmiş. Malum beklenen çıkış, Hollywood’un muzır çocuklarından olan Seth Rogen’ın yazıp oynadığı “Superbad” (2007) filmiyle oldu. Bu liseli seks komedisindeki küçük rolüne seyirci bayıldı. Başrollerdeki Jonah Hill ve Michael Cera gibi gösterişsiz ve dolayısıyla ‘şanssız’ oğlan çocuğu tiplemeleri arasında sivrildi. Ama “Easy A”yi izleyenler de izlemeyenler de duymuştur; bu filmle anında cümle alemin ilgisini topladı. Bu görece küçük bütçeli komedide baştan sona filmi taşıyor. Formül akıllıca. Kısacık şortu, tişörtü kısa kalmış gibi açıktaki göbeği ve Milliyet SANAT Mart 2013

Beklenen çıkışı, Hollywood’un muzır çocuklarından Seth Rogen’ın yazıp oynadığı “Superbad” (2007) filmiyle oldu. Bu liseli seks komedisindeki küçük rolüne seyirci bayıldı ve Stone filmde sivrildi.

hafif şapşal hareketleriyle bu güzelim kız öğrenci tüm lise klişelerini tersine çeviriyor. Onu, etrafındakileri memnun etmeye kafayı takmış, ezik erkek öğrencilerin şanına katkıda bulundukça kendi ‘namuslu’ imajı paramparça olan birisi olarak izlemesi gayet keyifliydi. “Easy A”, popüler kültürün ikiyüzlülükleriyle dalga geçse de mutlu sona erişiyle herkesi memnun edici bir film olarak gişede de hasılatı topladı. Geriye kalan ise bu canlı ve heyecanlı genç kız rolünde filmi baştan sona sürükleyen Emma Stone’un başarısı oldu.

JIM CARREY’NİN SEVDASI “Easy A”in başarısı alemde konuşulurken Hollywood’un baba komedyenlerinden övücü görüşler de eksik kalmadı malum. Gelgelelim Emma Stone’u dünyanın gündemine taşıyan ‘tuhaf’ bir olayın müsebbibi olarak Jim Carrey ortaya çıktı. Filmi henüz izlemeyen benim gibilerin dahi bu genç oyuncudan haberdar olmasının nedeni ünlü komedyen ve aktör Carrey’nin özel olarak yaptığı bir videoyu internete koyması ve burada ona aşkını ilan etmesiydi. 50 yaşındaki aktörün o dönem 22 yaşında olan bir genç kadına sevdalanma esprisi hoş karşılanmadı ve skandal koptu. Gerçi yaşlı erkek-genç kız romantizmini her filmde kendine yontan Hollywood’un resmen ikiyüzlülüğüne örnek olsa da bu aşk ilanı, Jim Carrey’nin niyetini aşan bir durum olarak kayıtlara geçti. Carrey özür diledi, Stone büyük açıklamalar yapmadan durumu geçiştirdi.

‘ALTIN KIZ’IN DERDİ Özel hayatını gayet skandalsız yaşadığı ortada. Kendisini ‘mazbut’ buluyor, hatta sıkıcı olarak nitelendiriyor. Sabahlara kadar partilemiyor, arada sevgilisi Andrew Garfield ile elinde kahve termosuyla sokakta yürürken sevimli pozlar veriyor. Evde DVD izlemek, hoş bir yemek yetiyormuş. “İşinizi iyi yapmak için çoğu as-

24

“Örümcek Adam”da Andrew Garfield’la...

ker gibi disiplinli olmanız gerekiyor, özel hayata vakit kalmıyor zaten,” diyor. Andrew Garfield ile de yeni “Örümcek Adam” (2012) filminde tanışmış. Ne de olsa Peter Parker‘ın yani bu roldeki Andrew Garfield’in ilk aşkı. 2007’deki “Superbad”den bir yıl sonra gelen “The Rocker” ve “The House Bunny”nin vasatlıklarından sonra bir ara morali bozulsa da “Örümcek Adam”a seçilmesinin hayatının fırsatı olduğunu söylemesi şaşırtıcı değil. Bağımsız komedi draması “Paper Man”nin de bekleneni vermediği düşünülürse korku komedisi “Zombieland”deki (2009) başarısı kayda değer. Ama esas şıklık bu filmde birlikte oynadığı Bill Murray’nin hakkında söyledikleri: “Bu kız geçici filan değil! Gerçekten ‘altın bir kız’ var karşımızda”. Her genç starın böyle tasdikli oyunculardan onay almaya itirazı olmaz tabii. Kendisi de sette ne şahane vakit geçirdiğini her sohbet programında ballandırarak anlatıyor. “Murray’den aldığım eğitim dünyaya bedel. Ama beni kasıyor çünkü sürekli ışıldamak, bu beklentileri karşılamak zor. Nasihatleri dinlemek gerek” derken kendini kalıcı olmaya adamanın yolunu arıyor. MS


648-milsanat-22-25

2/26/13

3:33 PM

Page 5


SİNEMA

648-milsanat-26-29

2/26/13

3:16 PM

Page 2

Bir rüya gördüler...

“Sefiller”deki performansıyla Hugh Jackman Oscar’a aday olurken, film Anne Hathaway En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandı.

Tom Hooper iki yıl önce “Zoraki Kral” ile Oscar ödül töreninden zaferle ayrılmıştı. Acaba bu ay Türkiye’de gösterime giren “Les Misèrables / Sefiller” uyarlamasıyla da aynı derecede ses getirebilecek mi? Hazır yeni bir “Sefiller”le karşı karşıyayken eskileri de hatırlayalım, “Sefiller” efsanesinin ayrıntılarını gözden geçirelim istedik. SEVİN OKYAY sevino@gmail.com

Milliyet SANAT Mart 2013

1832 HAZİRAN’INDA Fransız Devrimi’nin eriyip gitmesinden şikayetçi öğrenciler, göçmenler ve isyancılar Paris sokaklarına çıkıp değişim talep etmişti. Derme çatma barikatlarla şehrin yarısını işgal ettiler. Gerçi bu ayaklanma ertesi gün sona ermişti ama bu kısa süre bile Victor

26

Hugo’nun kurşunlar uçuşurken ortada kalmasına yetmişti. Bu olaylar, onun şaheseri “Les Miserables / Sefiller”i yaratmasını sağladı. Kitabın 1815’te başlayan hikayesi, 1832’de sona eriyordu. Bundan neredeyse bir buçuk asır sonra, “Sefiller” Alain Boublil ile Claude-


648-milsanat-26-29

2/26/13

3:16 PM

Page 3


2/26/13

3:16 PM

Page 4

SİNEMA

648-milsanat-26-29

Anneden kalma Fantine Anne Hathaway, kendisine Oscar getiren rolüyle ilgili olarak TIME’ın kendisiyle yaptığı söyleşide anneliğin kutsallığından söz ediyordu. “Ben anne değilim ama bu konuda annemle konuştum,” demiş: “Annem Fantine’i oynamıştı, biliyorsunuz.” Gerçekten de çocuğu var diye fabrikadan atılan, fahişeliğe itilen, dişlerini ve saçlarını satmak zorunda kalan Fantine’de Hathaway’in modeli annesi Kathleen (McCauley) Ann olmuş. Aktris, “Oyunu

ikinci görüşümdü,” diyor: “İlk seferinde fabrikada çalışan kızlardan birini oynamıştı. Ama ikinci izleyişimde, Fantine’di. Anne olmak için oyunculuğu bırakmadan önceki son rolü oldu bu. Onun için de, annelerin olağanüstü fedakarlıklar yaptığını biliyorum.” Hathaway, hep kendisinin de büyüyünce Cosette’i oynayacağını düşünmüş. Fantine rolü için konuşurken, annesine söylemeye çekinmiş. Oysa annesi çok mutlu olmuş.

Fantine rolünde Anne Hathaway.

Michel Schönberg’in aynı adlı müzikallerine ilham kaynağı oldu. 1980’de, Paris’teki prömiyerinden beri müzikal sekiz Tony kazandı, 21 dile çevrildi, 42 ülkede 60 milyonu aşkın kişi tarafından izlendi. Pek çok prodüksiyonun anası oldu, Susan Boyle’un “I Dreamed a Dream” ile bir anda kavuştuğu şöhretin de ortağıdır. İngiliz yönetmen Tom Hooper da, bu müzikalden etkilenerek, yarısından çoğu tiyatro sahnesinde geçen “Anna Karenina” ile aynı yılda, enerjik bir “Les Miserables / Sefiller” uyarlamasıyla seyirci karşısına çıktı. “Sefiller”in dünyasını yeniden yarattığı söylenebilir. Hooper’ın yönettiği “The King’s Speech / Zoraki Kral” En İyi Film ve En İyi Yönetmen dahil, dört dalda Oscar ödülü alalı, şunun şurasında iki yıl olmuş. Bu film de bize doğrudan Oscar törenlerini hatırlatıyor zaten. “The King’s Speech”in Kraliçe Elizabeth’i ile En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu adayı Helena Bonham Carter, burada tamahkâr, kötücül Madame Thénardier’i oynu-

yor. İkisi de Oscar töreninde evsahipliği yapmış (biri daha başarılı), ikisi de o sahnede şarkı söylemiş, hatta bir ara birlikte bile söylemiş Hugh Jackman ve Anne Hathaway, hem geçmişin süper kahramanları (Wolverine ile Cat Woman), hem de bu filmin yıldızları.

HERKESİN BİLDİĞİ ÖYKÜ Victor Hugo’nun klasiğinin, Fransızca bilsin bilmesin, okumayı sevsin sevmesin herkesin aşina olduğu bir hikayesi var. Hikayeyi, hem kitaptan hem de çeşitli sahne ve perde uyarlamalarından, hemen hemen herkes bilir. Özetleyelim: Jean Valjean (Hugh Jackman) bir eve girip ekmek çaldığı için yediği hapis cezasını tamamlamak üzeredir. Özgür olduğunu düşünür, ama Müfettiş Javert’in (Russell Crowe) kontrolu altında sert bir şartlı tahliye dönemi bekler onu. Eski mahkum olduğu için iş bulamaz. Ona kucak açan bir piskoposun gümüşlerini çalar, yakalanır. Ne var ki, din adamı

polise gümüşleri Jean Valjean’a kendisinin verdiğini söyler. Valjean yeni bir başlangıç yapmaya karar verir. Ne de olsa piskopos onu kötülükten kurtarmış, gümüşlerle de bunun karşılığını ödemiştir. Jean Valjean artık Tanrı ile meleklerin safındadır. Yıllar sonra yeniden rastladığımızda, onu fabrika sahibi ve küçük bir kentin belediye başkanı olarak, sahte bir kimlikle yaşarken buluruz. Derken kendisinin fabrikasında çalışırken çocuğu olduğu gerekçesiyle işten atılan işçi/fahişe Fantine’e (Anne Hathaway) rastlar. Fantine hapistedir ama Valjean ona, zalim Thenardier (Sacha Baron Cohen) ile karısına (Helena Bonham Carter) emanet ettiği küçük kızı Cosette’e (Isabelle Allen) göz kulak olma sözü verir. Fantine ölünce de gider, para karşılığı küçük kızı kurtarır. Gene yıllar geçer, Cosette büyür (Amanda Seyfried olur) ve tam bir gençlik aşkıyla Fransız Devrimci Marius’a (Eddie Redmayne) tutulur. Marius,

“Sefiller” her yerde “Les Misérables” uyarlamaları arasında 30 kadar sinema filmi, TV yapımları, sahne müzikalleri ve Orson Welles’in 1937 yazındaki radyo dizisi var. Hatırlayabileceğimiz en eski “Sefiller” versiyonları arasında 1952 Hollywood yapımı, Lewis Milestone’un yönettiği “Les Miserables” var. Valjean’ı Michael Rennie, Javert’i Robert Newton oynuyor. 1935’teki Darryl Zanuck yapımında ise Fredric March ile Charles Laughton’ı, Richard Boleslawski yönetmişti. 1958 tarihli Fransız filmi ise, büyük ihtimalle en iyi hatırlanan “Les Misérables”

Milliyet SANAT Mart 2013

uyarlamasıdır. Jean-Paul Le Chanois’ın 3 saat 8 dakikalık filmi aslına en sadık uyarlamalar arasında. Valjean ve Javert’i iki büyük aktör, Jean Gabin ile Bernard Blier, Thenardier’i de komedyenlerin şâhı Bourvil oynamıştı. 1934 yapımı Raymond Bernard imzalı 4 buçuk saatlik filmin kahramanları ise Harry Baur ile Charles Vanel’di. Daha yakın zamanlardan ise Jean-Paul Belmondo, Gerard Depardieu, Liam Neeson’ı (Javert’i Geoffrey Rush) hatırlıyoruz. Hatta, Javert’i John Malkovich’in oynadığı bir “Sefiller” bile var.

28

1958 tarihli uyarlamada büyük aktör Jean Gabin rol alıyordu.


648-milsanat-26-29

2/26/13

3:17 PM

Page 5

Victor Hugo gördüğü, bildiği şeyleri yazdı. Onun daha iyi bir dünya, değişim isteyen gençleri, günümüz dünyasında aynı şeyleri isteyen gençlerden farksız. Belki de kitaba her devirde evrensellik kazandıran, bu duyguların evrenselliği.

Victor Hugo “Zoraki Kral”la Oscar kazanan yönetmen Tom Hooper, “Sefiller”in setinde...

Hugo’nun gözüyle “Sefiller” Victor Hugo, romanın sonuna doğru romanın yönelimini şöyle açıklıyor: “Okurun şu anda önünde duran kitap, başından sonuna kadar, bütünlüğü içinde ve ayrıntılarıyla... Kötülükten iyiliğe, adaletsizlikten adalete, yozlaşmadan yaşamaya bir gelişimdir; canavarlıktan görev, cehennemden cennete, hiçlikten Tanrı’ya. Başlangıç noktası: Madde, varış noktası: Ruh. Başlangıçta çokbaşlı yılan, sonunda melek.” Hugo, yayıncısına kitabı şu cümlelerle ifade ediyordu: “Bilmiyorum herkes okur mu, ama herkes okusun diye yazıldı. İngiltere kadar İspanya’ya, İtalya kadar Fransa’ya da hitap ediyor, kölelere kucak açan cumhuriyetlere ve serfleri olan imparatorluklara. Toplumsal sorunlar sınırları aşar.” Hugo’ya göre erkeklerin umutsuz olduğu, kadınların ekmek için kendini sattığı, çocukların sıcak bir ocakları olmayan her yerde “Sefiller” kapıyı çalar ve der ki: “Aç kapıyı, senin için geldim.”

barikatlar çarpışmasının liderlerindendir. Hooper’ın göze aldığı bir risk, oyunculara dublaj, kelimelere göre oynayan dudaklar kolaylığını tanımaktansa, şarkılarını bizzat, canlı olarak söyletmesi. Bu durum hem oyunculukların çok doğal olduğu, hem de etkileyici bazı şarkıların akıldan çıkmaz bir hale geldiği anlamına geliyor. Bir de, filmin ses miktaj ekibine çok iş düştüğü anlamına, tabii. Onlar da Oscar adayı. Gerçi “The King’s Speech” ile “Les Miserables”ın Oscar adayı ses miksaj ekipleri farklı ama, “Les Miserables”ın oyuncuları, özellikle Anne Hathaway, bu filmin ekibi, hele hele Simon Hayes’i dillerinden düşürmüyor. Hooper, eski filminin ekibinin, Colin Firth’ün konuşmasındaki minik sesleri, belli belirsiz iç çekişleri, çıtırtıları, tıkırtıları da kaydederek, o konuşmaya gerçeklik kattıklarını, kralın kekemeliğini belli etmeden saptadıklarını fark etmiş. “Canlı kaydın gücüne o zaman saygı duymaya başladım,” diyor. “Les Miserables”da da, ses miksajcısı Simon Hayes, sadece Jackman’ın her fısıltısını kaydetmekle kalmamış, o fısıltıların yankılarını da yakalamış.

BUNCA YIL SONRA Tabii, dokuz hafta prova yapmanın da

29

faydasını görmüşler. Ayrıca, efsanevi ses hocası Joan Lader’le çalışmak da onlara çok yardımcı olmuş. Broadway’e aşina, hatta bir Tony sahibi Jackman, “On yıl önce Jean Valjean’ı böyle söyleyemezdim,” diyor. Tekniğim yetmezdi, büyük şarkıcıların kopyacısı olmaya çalışırdım. Ama Joan bana ses skalamın tepesine çıkıp altına inmeyi öğretti.” Bu arada, filmin ses konusundaki hakiki yıldızlarının sahne versiyonlarından, Londra ve Broadway’deki ““Les Miserables”lardan gelen Samantha Barks (Eponine), Aaron Tveit (Enjolras) ve Daniel Huttlestone (Gavroche) olduğunu belirtelim. Peki, nasıl oluyor da Victor Hugo’nun romanı bunca yıl sonra gene insanları duygulandırıyor, karakterleriyle ilgilenmelerini sağlıyor? Her şeyden önce, Hugo gördüğü, bildiği şeyleri yazdı. Elbette idealizm de söz konusu ama 20 yaşında olup da dünyayı değiştirmek istemeyen var mı? Onun daha iyi bir dünya, değişim isteyen gençleri, günümüz dünyasında aynı şeyleri isteyen gençlerden farksız. Belki de kitaba her devirde evrensellik kazandıran, bu duyguların evrenselliği. Tom Hooper’ın “Les Miserables”ına gelince, duygusal olarak da yazarına yakın olduğu söylenebilir. MS Milliyet SANAT Mart 2013


SİNEMA

648-milsanat-30-31

2/26/13

3:17 PM

Page 2

‘Gerçek’ mi ağır, ‘Jîn’ mi?

Filmde Jîn’i canlandıran Deniz Hasgüler, Reha Erdem’in uzun bir kast sürecinin sonunda bulduğu yeni bir yüz...

Reha Erdem, “Jîn”de Kürt gerilla bir kadının hikayesine odaklanıyor. Yönetmenin kendi içerisinde tutarlı ama farklı anlatım biçimleri kullandığı sinemasıyla ‘Kürt sorunu’na nasıl yaklaşacağı sorusu proje açıklandığından beri sinema takipçilerinin gündeminde. ŞENAY AYDEMİR sinesenay@gmail.com

“YENİ BİR FİLM çekmiş. Üstelik bu sefer Kürt gerilla bir kadının hikayesini anlatıyormuş,” şeklinde bir cümle bu ülkede sinema yapan birçok yönetmen ile ilişkilendirildiğinde sakin karşılanabilir. Ama böyle bir film Reha Erdem’in elinden çıkıyorsa, memleket sinemasıyla teşrik-i mesaide bulunmuş herkes için merak ve beklenti kaçınılmaz hale gelir. Çünkü Reha Erdem, hiç kuşku yok ki kendi içinde tutarlı ama anlatım yöntemleri açısından birbirinden çok farklı biçimlerde ele alıyor konularını ve açıkçası filmler Milliyet SANAT Mart 2013

izleyenlerin kafalarına oturmasa da yer ediyor. “Jîn”, tam da Reha Erdem’den beklenebilecek bir çarpıcılıkla karşılıyor seyircisini. Daha önce “Beş Vakit” ile işaretlerini verdiği, “Hayat Var” ile ileriye taşıdığı ve “Kosmos” ile ilan ettiği ‘doğa tanrı’nın ‘mucizeleri’ karşılıyor bizleri. İzlandalı viyolonselist Hildur Gudnadottir’in “Without Singing” albümünden eşsiz müzikler eşliğinde ‘doğa tanrı’nın yarattıklarıyla tanışıyoruz. Bir mucizenin içindeymişçesine ormanda özgürce dolaşan geyikler, yılanlar, böcekler, ayılar, kuşlar... Bu kusursuzluk, gökten yağan bombalarla kesiliyor ve canlılar birer birer çekiliyor kovuklarına. Bu etkili girişin ardından yine doğayı kendilerine ‘mesken’ olarak tutmuş bir gerilla grubu karşılıyor bizi. Tıpkı karanlık bir ormanda tedirginlikle

30

yol alan ‘Kırmızı Başlıklı Kız’ı hemen tanıdığımız gibi, kırmızı eşarbıyla Jîn’i ayırt etmemiz zor olmuyor.

DOĞANIN BİR PARÇASI Belki savaşmaktan yorulduğu için, belki merak ettiği için, belki başka bir hayata özlem duyduğu için, hangisi olursa olsun, bir nedenden Jîn gruptan ayrılıyor. Jîn, ormanda tek başına yol alırken saklandığı bir kaya dibinde aynı kadrajın içinde bir ceylanla birlikte perdede belirdiği anda Reha Erdem’in ona yüklediği anlam da netleşiyor. Jîn, bir ayıyla elmasını paylaşıyor, bir şahinin yumurtasıyla karnını doyuruyor, dereden su içiyor, mağaralarda saklanarak yol alıyor. Ama hedefi olan İzmir’e ulaşması için insanların arasına karışması, bir anlamda görünür olması gerekiyor. O da yiyecek


648-milsanat-30-31

2/26/13

3:18 PM

Page 3

Jîn’in doğadan çıkıp ‘sosyal hayat’ın içine karıştığı, sıradan insanlarla etkileşimde bulunduğu anların, filmin genel gidişatında sorun yarattığını söylemek zor. Çünkü bütün bu ortam Reha Erdem’in daha önce acımasızca saldırdığı ‘tanıdık’ bir alan.

Reha Erdem, filmde insanın (erkeğin) doğa üzerindeki tahakkümünün yıkıcılığını çıkartıp koyuyor masaya.

ve giyecek almak için girdiği bir köy evinin küçük kızı Leyla’nın kimliğini ödünç alıyor. Jîn olmayı bırakıp Leyla olduğu andan itibaren “Kırmızı Başlıklı Kız” hikayesinde olduğu gibi kurtlar (erkekler) sarıyor etrafını. Jîn’in doğadan ayrılıp insan dünyasında (erkek dünyası da denilebilir) kurtlar tarafından taciz edilmesi, kovalanması bir biçimde onu yeniden doğanın kalbine döndürüyor. Jîn’in Kürtçe’de ‘hayat’ anlamına geldiği düşünülürse filmin “Hayat Var”ın başka türlü bir versiyonu olduğu söylenebilir belki de. “Hayat Var”ın Hayat’ı kentte yaşayıp kurtlar arasında var olmaya çalışırken, kendince bir dünya yaratıp oraya kaçmayı deniyordu. Ama araya “Kosmos” girdi. Reha Erdem, “Kosmos”ta dünyayı (hatta evreni) biraz da paganca bir yorumla ele alıp, insan ile hayvan arasındaki mesafeyi mümkün olduğu kadar azalttı. Burada ise Jîn üzerinden bu mesafenin tamamen kapandığını, insanın (kadının) tıpkı ceylanlar, tıpkı şahinler gibi doğanın içinde kaybolup gitmeye eğilimli, hatta doğasının bu olduğunu anlatıyor bizlere. Reha Erdem filmlerindeki gibi burada da insanın (erkeğin) doğa üzerindeki tahakkümünün yıkıcılığını çıkartıp koyuyor masaya. Jîn, doğanın içindeyken gökten bomba olup gelen bu yıkıcılık, Leyla’nın çıktığı yolculukta taciz, tehdit ve korku olarak kendisini ifade ediyor. Reha Erdem, hiç kuşku yok ki, açık bir siyasal bildiriyle ya da politik bir dokümanı referans alarak, hukuk, din, ahlak gibi yaratılmış kavramların eril iktidarın devamı için oluşturulduğunu yüksek perdeden anlatmıyor. Ama tıpkı “Kosmos”ta olduğu gibi bütün bunların ‘insan doğası’na aykırı olduğunu ve insan soyunun ancak bunlardan kurtulup ‘özüne’ döndüğünde kendisini bulacağını hissettiriyor. Bu bakımdan Jîn’in doğada bağımsız ve bağlantısızca hareket ettiği anları hem görsel olarak hem de yukarıda anılan göndermelerle sınırsız bir biçimde dolduruyor.

GERÇEKTEN KAÇARKEN Reha Erdem sinemasının alamet-i fari-

Film, Kaz Dağları’nda ve Toros’larda çekildi.

kası biz ölümlülerin ‘gerçek’ diye algıladığı dünyayı, bu dünyanın ilişki biçimlerini, kurumsallaşmış değerlerini bir tür yapı bozuma uğratması. Gerçek dünyanın içine atılan ‘gerçeküstü’ bir karakter bütün taşları yerinden oynatmaya, izleyicinin kafasında sorular oluşmasına yetiyordu. “Korkuyorum Anne”de Ali, “Hayat Var”da Hayat, “Kosmos”ta Kosmos bu işlevleri yerine getiriyordu: Bildiğimiz dünyanın aslında bize öğretilmiş olduğunu... Bu filme kadar kusursuzca işleyen bu yöntem, “Jîn” de ise filmin en büyük ‘kusuru’ haline geliyor maalesef. Reha Erdem de bunun farkında olacak ki, geçen ay Berlin Film Festivali sırasında Nil Kural’a verdiği röportajda “Filmde hikâyeyi masala yönlendirmeye çalıştım... Zaten gerçekliği, sosyalliği o kadar ağır ki meselenin... Her yönüyle ağır ve vahim. Gerçekçilik gibi derdim de yok, hoşlanmıyorum da,” diyor. Erdem’in bu sözlerindeki iki cümle filmin iki yönünü de göstermesi bakımından kilit önem taşıyor. Erdem, malzemesini masala yönlendirdikçe “Jîn” büyüyerek büyüleyici bir film halini alıyor. Ancak tam da Erdem’in söylediği gibi meselenin gerçekliğinin, sosyalliğinin ağırlığı, bu alanlarla temas ettiği anlarda filmi aşağı çekiyor, ahengini bozuyor. Jîn’in doğadan çıkıp ‘sosyal hayat’ın içine karıştığı, sıradan insanlarla etkileşimde bulunduğu anların filmin genel gidişatında sorun yarattığını söylemek zor. Çünkü bütün bu ortam binlerce yıllık geleneklerin, ahlakın vs. oluşturduğu ve Reha Erdem’in

31

daha önce acımasızca saldırdığı ‘tanıdık’ bir alan. Ama filmin en basit haliyle ‘Kürt sorunu’ olarak tanımlayacağımız konuları ele aldığı bölümler aynı etkiyi yaratmaktan uzak olduğu gibi filmin gücünü de akamete uğratıyor. Erdem’in bahsettiği meselenin kaskatı gerçekliği ve ağırlığı maalesef “Jîn”in masalsı dünyasını paramparça ediyor. Reha Erdem, günlük hayatın içinde anonimleşmiş kurumsallıkları parçalamaktaki becerisini, belki de artık kendisi de ‘gerçek üstü’ bir noktaya taşınmış bu sorun karşısında gösteremiyor. Hal böyle olunca daha önce bu meseleye dair filmlerde birer iyi niyet temennisi olarak kendisini fazlaca yer bulan klişelere yaslanmakta buluyor çareyi. Gerillaya Kürtçe bir ağıt, ormanda dinlenen askere bir Neşet Ertaş türküsü söyletmek; “Işıklar Sönmesin”den 17 yıl sonra bir gerilla ile bir askeri (farklı bir biçimde olsa da) aynı mağaranın içinde bir araya getirmek gibi sahneler bir şeylere derman olmadığı gibi, filmi de yaralıyor. Ama bir noktaya kalın çizgilerle dikkat çekelim: Böylesine ‘sert’ bir meseleyi katı gerçeğinden ayrıştırıp, bir masalın malzemesi haline getirme cesaretini ve bunu yapacak sinema estetiğini Reha Erdem’den başka kimseden beklemiyorduk zaten. Reha Erdem kendi sineması içinde bir miktar geriye gitmiş gibi görünse de, elimizde Türkiye sinemasının yine çok ayrıksı ve özel bir örneği var. İnsanın doğa ile bütünleştiği bir evren yaratmayı hayal etmek ve bunu gerilla bir kadın üzerinden anlatmaya cesaret etmek tam Reha Erdem’lik bir iş! MS Milliyet SANAT Mart 2013


SİNEMA

648-milsanat-32-33

2/25/13

2:17 PM

Page 2

Başka bir “Yolda”

Neil Cassady (solda) ve Jack Kerouac, “Yolda”nın ana karakterleri...

Jack Kerouac’dan yola çıkan karakteri filmde Sam Riley canlandırıyor.

Jack Kerouac’ın ‘Beat Kuşağı’nın varlık sebebi haline gelen efsane romanı “Yolda”, ‘orijinal rulo’suyla bir süredir raflarda. Brezilyalı yönetmen Walter Salles’in bu ay vizyona giren beyazperde uyarlamasıysa ‘yeni bir kuşak’ın algısını test etmeye yönelik bir çalışma havası taşıyor. Milliyet SANAT Mart 2013

MURAT ÖZER cinemozer@gmail.com

II. DÜNYA SAVAŞI’NIN hem fiziksel hem de ruhsal açıdan ‘mahvedici’ etkilerini tıka basa yaşayan toplumların (en azından toplumların tepki verebilen kesimlerinin), inşa edilmeye çalışılan yeni ‘çarpık’ dünya düzenine karşı sesini yükseltmesi kaçınılmazdı. Kapitalizmle beslenen ‘materyalist’ söylemlerin ayyuka çıktığı, baş tacı edildiği savaş sonrası Amerikan toplumunun edebiyat aracılığıyla isyanınıysa ‘Beat Kuşağı’ yazarları üstlendi. William S. Burroughs’un başını çektiği bu yazarlardan ikisiyse (Jack Kerouac ve Allen Ginsberg) ‘genç isyan’ın sesi olmayı başardılar. Tümüyle ‘özgür irade’ üzerinde yapılanan, doğaçlamayı öne çıkaran, sokak deneyimleriyle hayat bulan ve tabii ki ‘reddeden’ bir akımdı bu. Sonraları ‘hippiler’in ortaya çıkışında da önemli roller üstlendi ‘Beatnik’ler; ‘68 kuşağının da tutunduğu dallardan biri haline geldi. Toplumun bireyi hapseden dinamiklerine karşı isyan bayrağını açan, cinsel özgürlüğe geniş bir alan ayıran,

32

uyuşturucu ve alkolle ilişkiyi sınırlarından arındıran bu akım, kendi içinde kimi ‘kutsal kitaplar’ da yarattı kuşkusuz. Bunların en değerli ve ‘dokunulmaz’larından biriyse Jack Kerouac’ın “On The Road / Yolda”sıydı.

SERBEST VEZİN Kerouac’ın otobiyografik işaretlemelerle dolu romanı “Yolda”, yazarın çevresindeki alabildiğine geniş halkanın sayfalara dökülmüş hali bir bakıma. 1947-1951 yılları arasında yazılmış olmasına karşın 1957’de basılabilen bu roman, Kerouac’ın arkadaşlarıyla ‘yollarda’ geçen gençliğinin ‘serbest vezin’ bir yansıması. Kağıtları bantlayarak bir rulo haline getirip bu romanı daktilo eden edebiyatçı, neredeyse bir tür ‘zihin akışı’ biçiminde, paragraf vermeden yazdığı eseriyle biçim olarak da ‘başka’ bir boyuta ulaşıyor. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan elimizdeki baskı da Kerouac’ın ‘orijinal rulo’sunu getiriyor önümüze. Değişik baskılarda bu durumun farklılaştığını ve karakter isimlerinin değiştiğini de belirtelim. Gerçek karakterlere ev sahipliği yapan roman, kitlelere ulaşan baskılarda bunları fiktif karakterlere dönüştürmüştü.


648-milsanat-32-33

2/25/13

2:17 PM

Page 3

Gene bir ‘yol filmi’ olan “Motosiklet Günlükleri / Diarios de Motocicleta”yla Che Guevara’nın serüvenine el atan Brezilyalı sinemacı Walter Salles, “Yolda” projesi için de doğru bir isim gibi duruyor. Jack Kerouac’ın, temelde Neal Cassady ile tanışması ve onunla birlikte ‘yollara’ düşmesinin yarattığı resmi aktarıyor bu roman. Beat Kuşağı’nın sembol isimlerinden biri olan, ‘serbest düşüş’ halindeki Cassady’nin Kerouac üzerindeki etkisinin ipuçlarıyla dolu bir metin bu. Amerika’nın yollarını arşınlayan karakterlerin, bu serüven boyunca yaşadıklarıysa materyalist baskının bünyeden atılması temeline dayanıyor. Konfora teslim olmanın tam karşısında duran metin, ‘özgürlük’ü tarif ederken sınırları iyice genişletiyor, toplumsaldan bireysele yönelen bir form oluşturuyor. Özellikle erkek karakterler ekseninde bireysel gelişimin de altını çizen roman, büyürken özgürleşen kahramanlarla tanıştırıyor bizleri. Özgür seks, bol miktarda uyuşturucu kullanımı, alkolün dibine vurmak gibi ‘toplum dışı’ eylemlerin içinde yeşeren ‘genç isyan’, Amerika’nın hiçbir zaman ‘rüya’ kavramıyla yan yana duramayacağını da kanıtlıyor. “Yolda”nın değeri, edebiyat dünyasına

kattığı dilsel zenginlikten ziyade, kaçınılmaz bir ‘tepki’nin sayfalarda hayat bulmasından kaynaklanıyor kuşkusuz. 20. YY.’ın en önemli romanlarından biri olarak kabul görmesinin altında yatan temel neden de bu. ‘Yol’ kavramına o güne kadar pek düşünülmemiş anlamlar yükleyen Kerouac, kendi kuşağının özgürlüğünü tarif ederken, bir yandan da sonraki kuşakların ‘yol göstericisi’ haline geliyor bu romanla. Hesaplı hiçbir cümlenin olmadığı, edebiyat matematiğinin de kendine yer bulamadığı “Yolda”, karakterleri gibi ‘kulvarsız’ bir metin. Nereye gideceği tahmin edilemeyen ‘akış’, ayaklarını yerden kestiğinde ‘kopuk uçurtma’ gibi özgürleşebileceğini işaret ediyor bir yandan da. Metni kaleme aldığı için aslan payı Jack Kerouac’ta olsa da, Neal Cassady’nin payını es geçmemek lazım. O olmasaydı, bu roman da sayfalara yansımazdı kuşkusuz...

MEŞAKKATLİ BİR UYARLAMA Kerouac’ın “Yolda”sını sinemalaştırmaksa epeyce meşakkatli bir iş, bu tartışılmaz. Gene bir ‘yol filmi’ olan “Motosiklet Günlüğü / Diarios de Motocicleta”yla Che Guevara’nın serüvenine el atan Brezilyalı sinemacı Walter Salles, “Yolda” projesi için de doğru bir isim gibi duruyor. Filmi izlediğimizde de bu görüş az çok karşılığını buluyor. Romanın ‘orijinal rulo’sunu temel almıyor Salles’in filmi, bölümlenmiş ve fiktif karakterli baskısına el atıyor. Dolayısıyla buradaki karakterler, Sal Paradise (Jack Kerouac) ve Dean Moriarty (Neal

Yönetmen Salles (en solda), başroldeki Sam Riley ile çekimler sırasında yollarda...

33

Cassady) isimlerini taşıyor. Diğer karakterler de aynı değişiklikten paylarını alıyor; örneğin Allen Ginsberg’i Carlo Marx adıyla izliyoruz. Tabii ki, böylesi efsane bir metni sinemalaştırmanın zorlukları göze çarpıyor bu uyarlamada. Romanda okurken çarpıldığımız birçok şey, beyazperdede kanlı canlı karşımıza çıktığında aynı etkiyi yapamıyor. Bu noktada belirgin bir ‘ruh eksikliği’nden söz etmek mümkün. Walter Salles, metne saygıda kusur etmemeye çalışıyor film boyunca, ancak sinemanın isteklerini de karşılamak zorunda olduğunu biliyor. Böylesi bir ikilem, zaman zaman gerektiğinden fazla dağınıklık yaratıyor ve hikayede ipin ucu kaçıyor. Öte yandan, ‘dönemsel etki’nin sürdürülebilir olmamasından da kaybediyor film. Kuşakları peşine takmış, öncülük etmiş Kerouac’ın romanı, bugünden bakıp değerlendirilmesi çok zor bir metin çünkü. Örneğin, bir Tolstoy ya da Dostoyevski metni gibi değil, ‘zamansız’ okumalar yapmak alabildiğine güç. Zaaflarına (dezavantajlarına diyelim) karşın, Walter Salles’in uyarlamasını izlerken büyük rahatsızlıklar yaşamadığımızı belirtelim. Sal ve Dean’in, içinde bulundukları toplumun kurallarından bağımsız yolculuklarındaki ‘özgürlük çığlığı’ duyulabiliyor. Dean’i canlandıran Garrett Hedlund da karakterinin ‘kuralsız’ doğasını aktarma konusunda son derece başarılı. Keza, Sal Paradise’da Sam Riley de sırıtmıyor. Genç aktörü, Anton Corbijn’in “Control” filminde Ian Curtis olarak izlemiş, orada da benzer bir ‘özgür ruh’ haline tanık olmuştuk. Oyunculuklarda bizi rahatsız eden ya da fazla gelen tek unsursa, Kristen Stewart’ın canlandırdığı Marylou karakteri. Tabii ki bu durum karakterden değil, oyuncudan kaynaklanıyor. “Alacakaranlık / Twilight” serisinin Bella’sını burada görmek, en hafif deyimiyle ‘yabancılaştırıyor’ bizleri. Walter Salles’in filmini başka bir “Yolda” olarak tanımlamak da mümkün. Temel aldığı ‘efsane’nin rotasını takip ediyor gibi görünmesine karşın, ‘yeni bir kuşak’ tarafından izleniyor/izlenecek olması, her şeyi baştan aşağı değiştiriyor. Filmin tortusu, bu kuşak için çok daha farklı şeyler ifade edecek kuşkusuz. Zaman değişirken öncelikler de değişiyor, dolayısıyla algılar da. Bugünün gençlerinin gördüklerine yükledikleri anlamlar, 20. YY. gençliğinden epeyce farklı... Belki de yanılıyoruz, kim bilir! Bizi haklı ya da haksız çıkaracaksa, akıp giden zaman olacak... MS Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-34-35

2/25/13

2:19 PM

Page 2

SİNEMANIN HAZİNELERİ ATİLLA DORSAY

aldorsay@yahoo.com

Frank Borzage’nin “The Mortal Storm / Ölümcül Fırtına”sı dönemi için önemli bir yerde duruyor. Çünkü bu filmle Hollywood ilk kez Naziliğin gerçek yüzüne böylesine açıklıkla yaklaşıyor.

Hollywood’un ilk önemli Nazi eleştirisi

James Stewart, Margaret Sullivan ve dönemin ünlü aktörü Robert Young (soldan sağa). “The Mortal Storm / Ölümcül Fırtına” Yönetmen: Frank Borzage, Senaryo: Claudine West, Andersen Ellis, George Freschel, Görüntü: William Daniels, Müzik: Edward Kane, Oyuncular: Margaret Sullavan, James Stewart, Robert Young, Frank Morgan, İrene Rich, Robert Stack, Bonita Granville, Marie Ouspenskaya, Wiliam T. Orr, Ward Bond, Dan Dailey, Gene Reynolds, MGM, 1940.

Milliyet SANAT Mart 2013

FRANK BORZAGE, sinema tarihine bir duygusal komedi ustası olarak geçmiştir. Borzage (1893- 1962), sessiz dönemde başladığı Hollywood’da ilk Oscar’ların ödüllü filmi “The Seventh Heaven / Yedinci Cennet” (1927) ile parlamış, ardından Hemingway uyarlaması “A Farewell to Arms/ Silahlara Veda”, “Little Man What Now?/ Küçük Adam, Sana Ne Oldu?”, “Desire / Arzu”, “History Is Made at Night / Tarih Gece Yazılır”, “Three Comrades / Üç Arkadaş”, “Strange Cargo/ Esrarengiz Gemi”, “The Spanish Main / Korsanlar Kralı” gibi filmlerle yıllar boyu MGM’nin en şık ve popüler kimi filmlerine imza atmıştır.

34

Ama kader onu daha ciddi filmlerin sahibi de yaptı. Kadın yazar Phyllis Bottome’nin ikinci savaştan hemen önce yayımlanan romanı ilgi çekince, yapımcı Sidney Franklin projenin başına geldi. O tarihte ABD savaşa girmemişti, Nazi suçları (özellikle toplama kampları faciası) bilinmiyordu ve Almanya ‘resmi düşman’ değildi. Ve Hollywood’un o ülkeye ve Nazizm’e karşı toptan savaşımı henüz başlamamıştı. Hikaye, bir küçük kuzey Alman kasabasında, üniversite hocası saygın bilim adamı profesör Victor Roth ve ailesini anlatır. Film, insanlık üzerine cafcaflı (ama biraz kof) sözlerle açılır. Özetle ‘İnsanoğlu acaba


648-milsanat-34-35

2/25/13

2:19 PM

Page 3

ne zaman hemcinsini yok etmek hırsından vazgeçecek?’ filan diyen... Hemen ardından mutlu, sakin (ve Time Out’un deyişiyle ‘tipik Amerikan gözüken’) bir Alman kasabasına ve orada, Roth ailesinin şömineli sıcacık evine gireriz. Yahudi kökenli profesör, Alman karısı, kızı Freya, iki yetişkin üvey oğlu ve küçük oğluyla birlikte bu evde yaşamakta, okulda ise müthiş sevilmektedir: Derse girdiğinde bir film yıldızı gibi alkışlanacak kadar...

ÖNGÖRÜLÜ AİLE 1933 yılının o gecesi de, yaklaşan yeni yıl için sofrada buluşmuşlardır. Okuldan birkaç öğrencinin de katılmasıyla... Ama birden radyodan haber gelir: Adolf Hitler, 85 yaşındaki başkan Hindenburg tarafından ‘şansölye’ olarak atanmış, yani fiilen iktidara gelmiştir. Sofradakiler sevinir: Çöküş içindeki Almanya nihayet güçlü bir lidere kavuşmuştur. Sevinenlerin arasında iki üvey oğul ve Freya’yı zoraki bir evliliğe sürüklemeye çalışan Fritz de vardır. Oysa profesör, karısı, kızı ve de aile dostu Breitner ailesinin genç oğlu Martin, bu sevince katılmazlar. Onlar Hitler’in gelecekte ülkeye ve dünyaya neler getireceğini öngörmüş gibidir. Ve bölünme daha o gece, o evde başlar. Gücün peşinde koşan ve ülkenin ancak demir yumrukla yönetilebileceğine inananlar, ‘bizi zafere götürecek’ dedikleri Hitler’e körükörüne bağlanacaktır. Ancak ne kadar soyut gözükse de fikir özgürlüğünün ve hoşgörünün önemine iman etmişler için, bu mümkün değildir. Aile ve çevresi ikiye bölünmüştür bile... Veteriner olmaya hazırlanan ve çiftliğinde hayvanlarla uğraşan Martin, doğanın ve yaşamın yanında yer alacak ve gizliden gizliye sevdiği Freya’nın da gönlünü çalacaktır. Profesör Roth ise, birden artan kaba güç hayranlığını, yükselen ırkçılığı, meydanlarda yakılan Einstein ve Heinrich Heine kitaplarını hüzün içinde izlerken Aryan (Cermen) kanıyla diğer kanlar arasında bilimsel olarak hiçbir fark olmadığını anlatan sözleri yüzünden, ‘vazgeçilmez hoca’ statüsünden çıkıp mahpus statüsüne girecektir. Hem de bir toplama kampında... Artık herkes tarafını seçmeye, giderek Parti’ye girmeye zorlanacaktır. Terör başlamıştır.

‘30’LAR ALMANYA’SI TASVİRİ Film, bir yandan hafif stüdyo koksa da yeterli bir ‘30’lar Almanya’sı tasviri sunarken, öte yanda etkili bir aşk hikayesi anlatır.

Filmi na edinirsinsıl iz? Filmin

DVD’si www.wa rne sitesinde rbros.fr/tresors n İngilizc e sözlü / Fransızc aa sağlanab ltyazılı olarak ilir.

Elbette Nazi yöneticiler filmin gücünü fark etmekte gecikmedi. Ve filmi yasaklamakla kalmadılar, rejimin propaganda uzmanı Dr. Göbbels, MGM şirketinin tüm filmlerinin Almanya gösterimini yasakladı.

Hollywood’un çok sevdiği biçimde, savaşın ve dehşetin imkansız kıldığı bir aşk (Yani yine “Casablanca” sendromu!). Freya’nın gönlü faşizmi seçen Fritz’den özgürlüğü seçen Martin’e kayarken, mesaj açıktır: Aşk ancak doğru davaların gölgesinde yeşerir. Ve yanlış, üstelik körükörüne bağlanılan bir ideoloji, aile, aşk, vefa, dostluk demeden her şeyin üzerinden bir tank gibi geçer. Elbette insan yaşamlarının da... Oyunculardan Margaret Sullavan (Freya) 1911-1960 arasında yaşadı. Sinemaya 1933’de başladı, on yıl sonra bıraktı. Bu kısa sürede oynadığı 16 filmde, Leslie Halliwell’e göre ‘özel ve tuhaf bir büyüleyicilik’ gösterdi. Borzage’nin gözdelerindendi: Birlikte 5 film yaptılar. James Stewart’la hemen öncesinde Ernst Lubitsch başyapıtı “The Shop Around the Corner / Köşebaşındaki Dükkan” (daha yakın yılların “You’ve Got Mail / Mesajınız Var” filminin atası!) bir araya gelmişlerdi. Bu filmde başarılarını yinelediler. James Stewart bilinen büyük kariyerine devam ederken, Sullavan dört film daha çevirip bıraktı. 1950’de tek bir film için döndü, ama sonra yine uzaklaştı. 1960’da ise intihar ederek hayatına son verdi. O sorunlu ve mutsuz kişiliklerden biriydi.

TOPLAMA KAMPLARI Profesörde Frank Morgan, uzun (35 yıl) sürmüş karakter oyunculuğu kariyerinin en iyi rollerinden birinde. Dönemin tanınmış oyuncusu Robert Young, aşk üçgeninin sevimsiz köşesini ustalıkla canlandırıyor. Profesörün eşinde Irene Rich, büyük üvey oğulda Robert Stack, Nazi komutanda western erbabı Ward Bond, görevlerini yapıyorlar. Martin’in annesinde, tam 60 yaşında vatanı

35

Efsane aktör James Stewart başrolde.

Rusya’dan ABD’ye gelen tanınmış karakter oyuncusu Maria Ouspenskaya, aksanlı İngilizcesiyle yine harikalar yaratıyor. Genç ve atılgan SS askeri rolünde ise Dan Dailey perdeye ilk adımını atıyor. Onun hemen sonrasında müzikallere atlayacağını ve özellikle Betty Grable’e iyi bir komedi ve de dans partöneri olacağını bilenler için, bu hayli şaşırtıcı. Film, bugün biraz aşırı idealist ve naif gözükse de, dönemi içinde oynadığı rol itibarıyla önemlidir. Çünkü Hollywood ilk kez Naziliğin gerçek yüzüne böylesine açıklıkla yaklaşıyor; bu ideolojinin içerdiği özgürlük ve hayat düşmanlığını kesin biçimde sergiliyordu. Ünlü toplama kampları ise ilk kez bu filmde gösteriliyordu: Her ne kadar dehşetin asıl yüzü çok daha sonra ortaya çıkacak ise de... ABD’nin savaşa katılması 1941 yılını bulacaktı, ama bu filmden sonra sinema başkentinde Nazi-karşıtı filmler mantar gibi çoğalacaktı. Elbette Nazi yöneticiler filmin bu gücünü fark etmekte gecikmedi. Ve filmi yasaklamakla kalmadılar, rejimin propaganda uzmanı Dr. Göbbels, MGM şirketinin tüm filmlerinin Almanya gösterimini de yasakladı. Gerçekten de, duygusal bir düzeyde kalsa ve radikal bir eleştiri içermese de, filmin nasıl güçlü bir Nazizm-karşıtı silah oluşturduğunu gayet iyi fark etmişti. MS

Milliyet SANAT Mart 2013


SİNEMA

648-milsanat-36-37

2/25/13

2:21 PM

Page 2

Suç ve şiir “Suç Çetesi”nde Los Angeles’a bir dönem damgasını vuran azılı bir mafya patronunun peşine düşen polislerin hikayesi ‘yorumsuz’ sunuluyor. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği “Kelebeğin Rüyası”nda ise Kıvanç Tatlıtuğ, seyirciyi ele geçiriyor.

Polisin gangsterlik yöntemleri! ALİ ULVİ UYANIK ali.ulvi.uyanik@gmail.com

‘MELEKLER KENTİ’ Los Angeles, 1940 ve ‘50’lerdeki öyküleriyle, Amerikan Sineması’ndaki ‘kara film’ (film noir) türünün önemli oyuncularından biri olmuştur. Yeni yüzyıla yaklaşıldığında, Büyük Buhran’ın yarattığı suçlulara ait dramların seksi yıldız adaylarının/yıldızların yazgılarıyla kesişmesindeki çekicilik, ‘neo noir’ için de ideal hale gelmiştir. Örneğin 1997’de Curtis Hanson, James Ellroy’un romanından uyarlaMilliyet SANAT Mart 2013

Ryan Gosling, Michael Pena ve Robert Patrick (soldan sağa) filmde polis ekibinin üyelerini canlandırıyorlar.

nan “Los Angeles Sırları / L.A. Confidential”da, janrın tüm tiplerine yer vermiş, çekici kentin ‘50’lerdeki kirli ruhunu tam olarak aktarabilmişti. Bir zencinin polisler tarafından dövülmesinden sonra meydana gelen ve altı gün sürüp 53 kişinin ölmesiyle sonuçlanan 1992 ayaklanması hafızalara kazınan LA ile suç/ suç örgütleri arasındaki sıkı bağlar bazen gevşese de, biçim ve metot değiştirerek bugüne dek sürmüştür. 2012 verilerine göre, nüfusu iki milyonun üzerindeki ABD kentleri içinde en güvenlisi LA olmuş; ancak cinayet sayısı düşerken, hırsızlık ve tecavüz artmıştır... İşte “Suç Çetesi / Gangster Squad” , bu kentin suç karşısında en zayıf

36

“Suç Çe tesi / Gangste r Squad ” Yönetm en: Rub en Fleische r. Senary o: Will Beall. O yuncula r: Sean Penn, Jo sh Broli n, Ryan Gosling , Emma Stone. Görüntü : Dion B eebe. Müzik: S teve Jab lonsky.

olduğu yıla 1949’a giderek, nasıl kurtarıldığını anlatıyor. 2. Dünya Savaşı sonrası kenti tümüyle ele geçirip hükümranlığını ilan etmesine ramak kalmış azılı, olasılıkla ruh hastası bir patronun, Yahudi mafyasının önemli üyesi Mickey Cohen’in (Sean Penn) yakalanması için onun yöntemleriyle hareket eden, kendini adamış altı polisin hikayesi. Bugsy Siegel’ın yardımcısıyken, Bugsy (bu isimde 1991 yılına ait filmi anımsatalım) Las Vegas’a gittikten sonra, oyuncu olmak isteyen taşralı kızları tuzağa düşüren fuhuş işi ile uyuşturucu ticareti ve kumar gibi faaliyetlerine düzinelerce cinayeti de ekleyen Cohen, tüm kenti ele geçirmesinin kaderi


648-milsanat-36-37

2/25/13

2:21 PM

Page 3

Sinemamızda, bu ülke insanının öykülerine değer vererek kalite çıtasını yükselten Yılmaz Erdoğan, olumsuz koşullarda bile yaratabilen / üretebilen duyarlı yüreklere dokunuyor.

Oyuncu Kıvanç Tatlıtuğ’un doğuşu!

Filmin oyuncuları arasında Belçim Bilgin, Mert Fırat ve Kıvanç Tatlıtuğ var.

YAKLAŞIK 78 milyon kişinin öldüğü 2. Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye yansımaları koyu bir yoksulluk ve yoksunluk haliydi elbet. ‘Milli Şef’ savaştan uzak durmayı başarsa da, milletin fertleri arasında adaleti sağlayamamıştır... Yılın 1941, yerin Zonguldak, emrin de “Köylerdeki, 15-65 yaş arası her erkek madende çalışmak zorundadır!” olduğu ve şeker kıtlığına rağmen davetlerde dondurma yiyebilen bürokrat-tüccar zümresinin ayrıcılıklarının sürdüğü bir dönemde, açlık çeken şair olmak ise ölüme sevdalanmak gibidir. ‘Şiirlerin sihirbazı’, edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil’in(Yılmaz Erdoğan) destekleyip yüreklendirdiği iki genç adam, iki arkadaş, Muzaffer Tayyip Uslu (Kıvanç Tatlıtuğ) ile Rüştü Onur (Mert Fırat), şiirleriyle, tutku, umut ve neşeleriyle yoksulluğu zengin kılmaktadırlar: “Kelebeğin Rüyası”, onların hikayesi. Sinemamızda, bu ülke insanının öykülerine değer vererek kalite çıtasını yükselten Yılmaz Erdoğan, yazıp yönettiği filmde, dünya sinemasında örneklerine sık rastladığımız, sosyal-siyasal fonun belirlediği olum-

burada bir oyuncunun filsuz koşullarda bile yarata“Kelebeğin Rüyası” me damga vurduğunu rabilen / üretebilen duyarlı Yazan ve Yöneten: hatlıkla söyleyebiliriz: Kıyüreklere dokunuyor. ÖnYılmaz Erdoğan. vanç Tatlıtuğ! celikle, bir arkadaşlığın öyOyuncular: Kıvanç küsü bu: Aynı kıza ilgi duyDaha önce tek bir siTatlıtuğ, Belçim Bilgin, malarını bile şiirler üzerinnema filminde rol alan Mert Fırat, Farah den tatlı bir rekabete döTatlıtuğ’u bugüne dek ilk Zeynep Abdullah. nüştürebilen, doğanın ve indefa seyrettim: Fiziği ve Görüntü: Gökhan sanların küçük mucizeleriruhu role cuk oturan, kuTiryaki. Müzik: ne inanan, bir gün mutlaka sursuz bir seçim. Slav Rahman Altın. Varlık Dergisi sayfalarında oyuncularının havasında, yer alacaklarına inanan iki tabii ki Erdoğan’ın katkıarkadaş. Sonra, prologdaki sıyla ince ayrımlı ve ‘deetkileyici uzun plan-sekanstaki gerçeğin, kö- rinlikli’ bir performans... Bulunduğu her mür karasına bulanmış tüm o ifadesiz yüz- sahne değerleniyor. Ve filmin sorunu da, lerin izlerini süren... Varoluşa dair, aşka da- tam bu noktada işte: Tatlıtuğ, seyirciyi ele ir ve doğaldır ki ölüme dair bir öykü (biraz geçiriyor; karşısında yepyeni ve büyülü kısaltılması, bazen fazlasıyla ağırlaşan ritim oyuncular olmadığından, filme damgasısorununu çözebilirdi). nı kolaylıkla vuruyor. Doğru tercih, ya“Kelebeğin Rüyası”, yoksullukları ve bancı yönetmenlerin yaptığı gibi, Tatlıtuğ hastalıkları tarafından dibe doğru çekildik- ile birlikte diğer iki ya da üç oyuncunun da, çe, göz kamaştırıcı şekilde parlayan kalple- belki ilk filmlerini çeken oyunculardan seriyle sözcüklerin dünyasında tutkulu yolcu- çilmesi olabilirdi. Ancak Erdoğan böyle luklara çıkan iki genç erkeğin hikâyesi ara- karar vermediği için, film ister istemez, en cılığıyla seyircinin dünyasını aydınlatacağı fazla Tatlıtuğ’un oyunculuğuyla hafızalara için, oyuncular birincil öneme sahip. Ancak, kazınacaktır.

olduğuna inanmaktadır. Çavuş John O’Mara (Josh Brolin) ise, savaştan dönmüş ve bu ahlaki çöküşün ortasında yeni bir savaşa gözü kara girmeye hazırdır; hatta girmiştir. Şef Parker onu destekler; her biri sıra dışı özelliklere sahip adamlarıyla birlikte gangsterlerin yansımaları gibi onlara savaş açar.

netimi, yapım ve kostüm tasarımında, kentin dokusunun, canlı - cansız tüm figürlerinin, hatta şiddetinin, kanlı gösterilerinin bile hareketlendirilmiş bir tablo çekiciliğinde oluşturulmasını sağlamış. Yanı sıra, zenginleştirilmiş görselliğe ve hikayeye, özellikle oyuncuları vasıtasıyla çağdaş dinamikler getirmiş. Mesela, çapkın tatlı serseri havasındaki Çavuş Jerry Wooters’da Ryan Reynolds ile Cohen’in ‘nezaket öğretmeni’ , hep yanı başında yer alan alımlı genç kadın Grace rolündeki Emma Stone, sette, neredeyse, yine birlikte oynadıkları “Çılgın Aptal Aşk / Crazy, Stupid, Love” rüzgarını estirmişler. Ekibin teknoloji uzmanında Giovanni Ribisi ya da ağır

TANIDIK ÖYKÜ AKIŞI Los Angeles Times yazarı/ yazı işleri müdürü Paul Lieberman’ın kitabından uyarlanmış filmin yönetmeni Ruben Fleischer, mizahi zombi filmi “Zombieland”deki farklı ‘buluşları’ kadar olmasa da, “Suç Çetesi”ne modern fırça darbeleri vurmuş. Görüntü yö-

37

makyajıyla Sean Penn, evet rollerini giyinmişler; fakat bir şekilde de ‘kara film’ türünden ziyade, günümüz suç gerilimlerinden birinde oynuyor gibiler. Genel olarak da, tanıdık öykü akışı içinde o yılları hissediyor, ancak fazla mamul olduğu duygusundan kurtulamıyorsunuz. Ve bence filmin sorunu, bir gazete haberi kuruluğunda olayları aktarması ama makale lezzetine, yani yoruma ulaşamaması... Karakterlerin sorunu ise, görüntülerinde/eylemlerinde kusursuz çizilmiş olsalar da, içtenliklerini seyirciye geçirememeleri! Yani, 1997 yılını temel alırsak, “Los Angeles Sırları”nı aşan bir film hâlâ yok! MS Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-38-39

2/25/13

2:23 PM

Page 2

DVD gurel.selin@gmail.com

“The Story of Film / Sinemanın Hikayesi”

BA Ğ IM S I Z S U LA R D A

BU FİLM E D İ K K A T !

SELİN GÜREL

Her sinemaseverin mutlaka edinmesi gereken “Sinemanın Hikayesi” belgeseli, sinemanın yolculuğunu adım adım takip ediyor ve 15 saatlik süresi boyunca sinema üzerine bilmeniz gereken her şeye bir bir değiniyor. Filmin yönetmeni İrlandalı film eleştirmeni Mark Cousins, 1895’ten başlattığı hikayesini 2000’lere ulaştırıncaya kadar yüzlerce filmin üzerinden geçiyor.

“Araf” (2012)

Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu Oyuncular: Neslihan Atagül, Barış Hacıhan, Özcan Deniz Öykü: Bir yol üstü istasyonunda çalışan Zehra ve Olgun’un sadece hayal kurmasına izin vardır. Genç bedenlerine fazla gelen bir yoğunluğun içinde çırpınırken, tek tesellileri dışarıdaki dünyaya adım atabilme ihtimalleridir. Ve günün birinde istasyona bir yabancı uğrar... Çarpıcı yönü: “Araf” herkes için gelip geçicilik ve sıradanlık ifade eden bir mekanda sıkışıp kalmış ana karakterleriyle sarsıcı bir yolculuk vaat ediyor. Film, Yeşim Ustaoğlu’nun kontrollü yönetmenliğiyle dikkat çekiyor.

2

“Faust” (2011)

Yönetmen: Aleksandr Sokurov Oyuncular: Johannes Zeiler, Anton Adasinsky, Isolda Dychauk Öykü: 19. YY.’da geçen hikaye, bilginin sınırlarını merak eden Heinrich Faust’un saplantılı bir ilgi duyduğu genç Gretchen’la bir gece geçirmek için ruhunu şeytana satması üzerine kurulu. Çarpıcı yönü: 2011 Venedik Film Festivali’nden Altın Aslan ile dönen “Faust”, “Aleksandra”dan beri kurmaca film çekmeyen Sokurov hayranları için tam bir nimet. Yönetmen, “Faust”a getirdiği yorumla insanın doğasını ve güç karşısındaki dönüşümünü incelemeye devam ediyor. Milliyet SANAT Mart 2013

38

Ti West’in 2009’da ‘80’ler sineması estetiğiyle çektiği filmi “Şeytanın Evi”ni izlemek harika bir deneyim. Sadece ‘70’ler ve ‘80’lerin korku filmlerine saygı duruşunda bulunduğu için değil, ‘80’lerde çekildiğine tartışmasız bir şekilde inandırdığı için de. Film, gecenin bir vakti tekinsiz bir eve kazançlı bir çocuk bakıcılığı işi için giren genç Samantha’nın başına gelen ürkütücü olayları anlatıyor. “Şeytanın Evi” 2000’lerde korku türünde çekilmiş en çığır açıcı işlerden biri.

10

Ayın en gözde 1

“The House of the Devil / Şeytanın Evi”

DVD’si

3

“Cesare deve morire / Sezar Ölmeli” (2012)

Yönetmen: Paolo Taviani, Vittorio Taviani Oyuncular: Cosimo Rega, Salvatore Striano, Giovanni Arcuri Öykü: Roma’daki bir hapishanenin mahkumları, Shakespeare’in “Julius Caesar”ını sahneye koymak için çalışmalara başlar. Çarpıcı yönü: Gerçek mahkumlarla çalışan Taviani Kardeşler, belgeselvari bir tarzda sanat adına hiç tanık olmadığımız bir manzara çıkarıyorlar ortaya. Uzun zaman akıllardan çıkmayacak bir gösteri izlemeye hazır olun.

4

“Killer Joe / Katil Joe” (2011)

Yönetmen: William Friedkin Oyuncular: Matthew McConaughey, Emile Hirsch, Juno Temple Öykü: Borç içindeki uyuşturucu satıcısı Chris, içine girdiği beladan kurtulmanın tek yolunun annesini öldürüp sigorta bedelini almak olduğunu düşünmektedir. Bu amaçla kiralık katil Joe ile bir anlaşma yapar. Çarpıcı yönü: Yine bir oyun uyarlamasıyla karşımıza çıkan William Friedkin, “Katil Joe”da son yılların en absürt, tekinsiz ve kokuşmuş aile portresini çiziyor. Sert, şoke edici ve cüretkar sahneler, filmin her köşesine saçılmış durumda.


648-milsanat-38-39

2/25/13

2:23 PM

Page 3

X YENİ BO

SETLER

A R Ş İ V G Ü ZE Lİ

“Tirez sur le pianiste / Piyanisti Vurun” (1960) Karısının ölümünden sonra gerçek yeteneğini köhne bir barın piyanosunun ardına saklayan usta bir piyanistin, kardeşi yüzünden bulaştığı belalı olayları konu alan film, François Truffaut için küçük bir deney görevi gördü. Hem sessiz sinemaya öykünen tarzı hem de daldan dala atlayan senaryosuyla izleyici de bu deneye tanık olmaktan hâlâ sıkılmış değil.

5

Prometheus To Alien: Evolution Box Set / Prometheus & Alien: Evrim Box Set

“Vücut” (2011)

8

“Rhino Season / Gergedan Mevsimi” (2012)

9

Yönetmen: Bahman Ghobadi Oyuncular: Behrouz Vossoughi, Monica Bellucci, Yılmaz Erdoğan Öykü: İran İslam Devrimi sırasında karısı Mina ile birlikte hapse atılan İranlı Kürt şair Sahel, uzun yıllar hapishanede kaldıktan sonra bir gün ansızın serbest kalır. Çarpıcı yönü: Bahman Ghobadi’nin yazdığı senaryo, karanlık ve hüzünlü bir film çıkarıyor ortaya.

“The Angels’ Share / Meleklerin Payı” (2012)

Yönetmen: Ken Loach Oyuncular: Paul Brannigan, John Henshaw, Gary Maitland Öykü: Başı beladan kurtulmayan Glasgow’lu Robbie, işlediği bir suç yüzünden kamu hizmeti cezası alır. Onunla aynı kaderi paylaşan suçlularla viski tatma organizasyonlarına katılan Robbie, bir yeteneğini keşfeder. Çarpıcı yönü: “Meleklerin Payı” tepeden tırnağa bir Ken Loach filmi olsa da, bu kez her zamankinden daha eğlenceli bir tonda ve umut katsayısı alıştığımızın üzerinde.

“Frankenweenie” (2012)

Yönetmen: Tim Burton Seslendirenler: Winona Ryder, Catherine O’Hara, Martin Short Öykü: Küçük Victor, bilimin nimetlerinden faydalanarak ölen köpeği Sparky’yi yaşama döndürmeyi başarır. Çarpıcı yönü: Tim Burton’ın kısa filminin uzun metraj versiyonu olan “Frankenweenie” yönetmenin düşüşteki kariyerini yeniden toparlayan, özel bir animasyon. Burton’a dair sevdiğiniz ne varsa “Frankenweenie”de bulabilirsiniz.

“Take This Waltz / Bu Dans Senin” (2011)

Yönetmen: Sarah Polley Oyuncular: Michelle Williams, Seth Rogen, Luke Kirby Öykü: Margot, aynı sokakta oturduklarını keşfettiği Daniel ile tanışır. Genç adamdan hemen etkilenen Margot’nun çok sevdiği kocası ile âşık olduğu komşusu arasında bir seçim yapması gerekecektir. Çarpıcı yönü: “Bu Dans Senin”in hem öyküsü hem de sanat yönetmenliği bağlamında ilginç bir çekiciliği var.

7

Bütün “Alien / Yaratık” filmleri ön bölüm “Prometheus” ile aynı kutuda. “Prometheus”u sevenler için çekici bir toplama.

Clint Eastwood Western Koleksiyonu

Yönetmen: Mustafa Nuri Oyuncular: Hatice Aslan, Hakan Kurtaş, Cengiz Bozkurt Öykü: Eski bir porno film oyuncusu olan Leyla, İzzet ile yaşadığı aşk sayesinde yavaş yavaş kabuğunu kırrar. Çarpıcı yönü: İlk filmi “Vücut”ta kalburüstü bir iş çıkaran yönetmen Mustafa Nuri, başrol oyuncusu Hatice Aslan’a çok şey borçlu. Hem ödül sezonunda hem de vizyonda görmezden gelinen bu filmi en azından raflarda yakalamakta fayda var.

6

KOLE KSİYON E R LE R İ Çİ N

10

“Hope Springs / Aşk Yeniden” (2012)

Yönetmen: David Frankel Oyuncular: Meryl Streep, Tommy Lee Jones, Steve Carell Öykü: Uzun yıllardır evli olan Kay ve Arnold, birbirlerini sevmelerine rağmen zaman içinde aynı evde yaşayan iki iyi dosta dönüşmüştür. Bu duruma daha fazla katlanamayan Kay, Arnold’ı bir haftalık yoğun bir evlilik terapisi programına katılmaları yönünde ikna eder. Çarpıcı yönü: İki usta oyuncuyu başrole taşıyan film, kolay özdeşleşilebilir bir öyküye sahip.

39

Milliyet SANAT Mart 2013


SİNEMA

648-milsanat-40-45

2/25/13

2:25 PM

Page 2

Sinemada makyaj vezir de eder rezil de! Sinemada son birkaç yıldır makyaj konusunda birbiri ardına vahim örnekler çarpıyor gözümüze. Ayın filmlerinden “Hitchcock” ve “Suç Çetesi / Gangster Squad”, Anthony Hopkins ve Sean Penn’i ‘dönüştürürken’ bize bu konuyu irdelemek için vesile oluyor. İşte yakın dönemden, öne çıkan makyajzedeler... SELİN GÜREL gurel.selin@gmail.com

Makyaj sınavı “HITCHCOCK” Anthony Hopkins gibi yüz hatlarını ezbere bildiğimiz bir oyuncuyu, Alfred Hitchcock gibi fiziksel olarak fazlasıyla aşina olduğumuz bir yönetmene benzetmeye çalışmak, “Hitchcock”un verdiği en büyük sınav olarak görülüyor. Fiziksel olarak belirli sınırları olan bir kostümün içinde, ağır bir Hitchcock makyajının altında Hopkins’in işi hayli zor. Filmin Oscar’a aday olan makyaj çalışması, kimileri tarafından çok başarılı bulunurken, bazı izleyiciler de tek görebildiklerinin Hitchcock kostümü içindeki Hopkins olduğunu söylüyor. Normalde bu tür dönüşümlerden çok hoşlanan Hollywood, Hopkins’in performansından tatmin olmuşa benzemiyor. Toby Jones’un da kısa bir süre önce pek iyi eleştiriler almayan “The Girl” adlı TV filminde daha hafif ve sıradan bir makyaj çalışması eşliğinde canlandırdığı Hitchcock, belki de akıllarda onu hatırladığımız gibi kalmalıydı.

Sean Penn, “Suç Çetesi”nde bir uzaylı türünü temsil ediyor sanki.

Makyaj sancısı “SUÇ ÇETESİ / GANGSTER SQUAD”

Hopkins’in bu makyajla işi zor... Milliyet SANAT Mart 2013

Gösterim tarihinin ertelenmesi sebebiyle uzun zamandır fragmanıyla haşır neşir olduğumuz “Suç Çetesi / Gangster Squad”ın hiçbir özelliği, Sean Penn’in gülünç makyajı kadar konuşulmadı. ‘40’ların Los Angeles’ında hüküm süren mafya babası Mickey Cohen’i canlandıran Sean Penn, kaldırılmış kaşları, sahte ve abartılı burnu, kırışıklıklarından arındırılmış suratı ve ekstra küçültülmüş gözleriyle, filmde bir uzaylı türünü temsil ediyor sanki. İşin ilginç yanı, Penn’in kime benzetilmeye çalışıldığı da meçhul. Zira canlandırdığı Cohen, perdedeki Penn’e uzaktan yakından benzemediği gibi, gayet sıradan yüz hatlarına sahip bir adam. Penn, en zor koşullarda abartılı performanslar vermeye alışık bir aktör olsa da, “Suç Çetesi”ndeki gibi bir makyajın altından kalkabilecek güce o bile sahip değil.

40


648-milsanat-40-45

2/25/13

2:25 PM

Page 3

Makyaj vahameti DERSİMİZ: ATATÜRK

“Dersimiz Atatürk”te ağır makyajıyla Atatürk’ü canlandıran Halit Ergenç...

Makyaj mağduru “J. EDGAR” Leonardo DiCaprio, Clint Eastwood’un kanatları altında son zamanların en talihsiz makyaj çalışmasına maruz kaldı. Zira bir J. Edgar Hoover biyografisi çekmek üzere kolları sıvayan Eastwood, yapılabilecek en büyük hatayı yaptı ve fiziksel olarak Hoover’la uzaktan yakından alakası olmayan başrol oyuncusunu makyaj yoluyla ona benzetmeye çalıştı. DiCaprio, Edgar’ın genç olduğu sahnelerde performansıyla kötü makyajın önüne geçmeye çalışırken, karakterinin yaşlılık döneminde eli kolu bağlanmış bir halde kalakaldı. Ancak bu çileyi çekerken yalnız değildi. Rol arkadaşı Armie Hammer onunkinden hiç de aşağı kalmayan fenalıkta bir makyaj çalışmasının kurbanı olmaktaydı. DiCaprio’nun sinemaya uzun bir ara verme isteğinin altında yatan sebeplerden birinin de bu “J. Edgar” faciası olmadığını kim iddia edebilir ki?

Türk sinemasında, Atatürk’ün de bir karakter olarak dahil olduğu bir film çekilecekse, mavi gözlü, talihsiz bir aktörü makyaj yardımıyla kendisine benzetmek adettendir. Bu yolda insanüstü bir çaba sarfediliyor dersek abartmış olmayız. Neyse ki son yıllarda bu eğilim yavaş yavaş etkisini kaybetmekte. Ancak çok değil, birkaç yıl önce sinemalarımızda gösterilen Hamdi Alkan filmi “Dersimiz: Atatürk” bu konuda keli-

menin tam anlamıyla ‘vahim’ bir tablo çiziyordu. Halit Ergenç, bir görenin bir daha unutamayacağı, sadece mavi gözlerini açıkta bırakan, ağır bir makyajın altında kaldı, film boyunca adeta can çekişti. Sarının en yapay tonuna boyanmış saçları, nedense bronza dönmüş ten rengi ve köşeli hale getirilmiş suratıyla, Ergenç Atatürk’ten çok mezarından fırlamış bir mumyayı veya temiz yüzlü bir zombiyi andırıyordu.

Yönetmen Rian Johnson, Joseph Gordon-Levitt’i Bruce Willis’in gençliğine benzetme işinden sınıfta kaldığını itiraf etmişti.

Makyaj heveslisi “TETİKÇİLER / LOOPER”

DiCaprio, fiziksel olarak uzaktan yakından alakası olmayan Edgar Hoover’a benzetilmeye çalışıldı.

“Tetikçiler / Looper”ın dünya prömiyerinin gerçekleştiği Toronto Film Festivali’nde, filmin basın toplantısında yönetmen Rian Johnson, kendisine yöneltilen bir makyaj sorusu üzerine, Joseph Gordon-Levitt’i Bruce Willis’in gençliğine benzetme işinden sınıfta kaldığını itiraf etmişti. Aynı karakteri canlandıran Gordon-Levitt ve

41

Willis’i birbirine benzetmeye çalışmak gibi anlamsız bir uğraşa girdiğini söyleyen yönetmen, böyle bir işe kalkışmadan da seyirciyi ikna edebileceğini biliyordu, ama basitçe kendine hakim olamamıştı. Johnson, durumun vahametini o kadar iyi açıklıyor ki, ekleme yapmaya gerek yok. Kalın kaşlı, mavi lensli Gordon-Levitt’i unutun gitsin. Milliyet SANAT Mart 2013


SİNEMA

648-milsanat-40-45

2/25/13

2:25 PM

Page 4

Makyaj çılgını “CLOUD ATLAS” “Cloud Atlas”ın kapanış jeneriğinde, oyuncuların, bir kısmı belki de izleyici tarafından fark edilmemiş dönüşümlerine arka arkaya, büyük gururla yer verilirken, filmin makyaj çılgınlığı karakterlerle oyuncuları eşleştirme gibi bir oyuna da vesile olmuştu. Ancak film ortaya sürdüğü büyük iddiaya rağmen, öyküsünün belkemiğini oluşturan makyaj sınavını geçememiş, kimi sahnelerde verdiği büyük falsolarla bu açıdan ciddiye alınma ayrıcalığını kaybetmişti. Filmde ön plandaki Asya kökenli erkek karakterlerin Asyalılar tarafından canlandırılmaması, bunun yerine müthiş ‘makyaj hileleri’ne başvurulması Asyalı-Amerikalılar’ın hem alaylarına hem tepkilerine neden oldu. Diğer yandan Olacak O Kadar’daki Levent Kırca makyajlarını andıran kimi Tom Hanks makyajları da hafızalarda silinmesi imkansız izler bıraktı.

Streep’in “Demir Leydi”deki makyajı Thatcher rolüne katkı sağladı.

“Bulut Atlası”nın Asyalı karakter yaratma çalışmaları tepki gördü.

Diğer makyajzedeler

Kate Winslet’ın yaşlanma makyajı filmin inandırıcılığını zedeledi. Milliyet SANAT Mart 2013

Yakın geçmişi biraz daha irdelersek, karşımıza daha uzun bir liste çıkıyor elbette. “Okuyucu / The Reader”da Kate Winslet’ın makyajla yaşlandırılması nasıl bir sonuç vermişti, hatırlıyor musunuz? Stephen Daldry, “Okuyucu”da karakterinin yaşlı halini başka bir oyuncuya oynatmak yerine, yine Winslet’tan medet umunca ortaya pek iç açıcı olmayan bir tablo çıkmış, filmin inandırıcılığı ciddi bir zarar görmüştü. Mesele yaşlandırma makyajı olunca, akla hemen iki film daha geliyor. “Love in the Time of Cholera”da da Giovanna Mezzogiorno ile Javier Bardem’i yaşlandırma girişimleri, müsamereye çıkmış iki küçük öğrencinin fiziksel dönüşümü kadar dikkat çekiciydi. Karakterlerini gençlik günlerinde teslim alan ve onlara yolun sonuna kadar refakat eden oyuncular, bu arızalı planı yürütmek için ellerinden geleni yaptılar, ama nafile. Bünyesinde topladığı birçok arızanın yanı sıra, benzer bir makyaj arızasına “Prometheus”ta da rastladık. Bir ağacın yaşını hesaplar misali, bütün katmanları tek tek sayılabilecek tuhaf makyajıyla Guy Pearce tanınmayacak hale getirilmişti. Pearce’ın bu halde filme nasıl katkı sağladığı hâlâ gizemini koruyan sorulardan biri.

42

Karşı kıyıdakiler Bütün bunların üzerine, makyaj çalışmalarıyla hayranlık uyandıran, son dönemden birkaç örneği de zikretmek şart. Aralarında en taze olanı, şüphesiz “Kutsal Motorlar / Holy Motors”. Leos Carax’ın kelimenin tam anlamıyla hipnotize edici filmi, öyküsü gereği makyajı birincil değişken olarak kullanıyor ve ortaya çıkan sonucun payesini de yine makyaja vermekten çekinmiyordu. “Lincoln”da Daniel Day-Lewis’e uygulanan ölçülü makyajın da aktörün performansına ne kadar olumlu bir katkı sağladığını inkar edemeyiz. Yukarıdaki tartışmalı örneklerin aksine, “Lincoln”ın makyaj çalışması filme ve karaktere yabancılaştırmaktan ziyade, onu daha inandırıcı kılmayı beceriyordu. Aynı ayrıcalığı “Hizmetkar Albert Nobbs / Albert Nobbs” ve “Demir Leydi / The Iron Lady” de de yaşadık. Hatalı yapılması halinde öyküye ağır darbeler indirecek Glenn Close ve Meryl Streep makyajları, filmlerle müthiş bir uyum içinde, gerektiği kadar gösteriş malzemesi olarak kullanılıyor, sonra sessizce köşelerine çekiliyor, sahneyi oyunculara bırakıyordu. “Marilyn ile Bir Hafta / My Week with Marilyn”de ise daha farklı bir yoldan sonuca ulaşıldı. Marilyn Monroe ile fiziksel benzerlik taşımayan Michelle Williams, “J. Edgar” örneğinde olduğu gibi direkt olarak Monroe’ya benzetilmek yerine, makyaj yoluyla onun aurasını ödünç aldı. Böylece öyle bir an geldi ki, izleyiciye gerçek Monroe’nun yüzünü unutturdu. Sanki Monroe en baştan beri Williams’ın suretindeydi. İşte doğru makyajın gücü tam da böyle bir şey. MS


2/25/13

2:25 PM

Page 5

Rahmaninov

MÜZİK

648-milsanat-40-45

yazılmaz, dinlenir Coşkun yükselişlerin, trajik patlamaların müziğini yazmış geç Romantik besteci Rahmaninov’un kıymeti ancak yüzyıl sonuna doğru anlaşılmıştı. Ondan sonra kimi eleştirmenlerce ‘gelmiş geçmiş en iyi besteci’ ilan edilen Rahmaninov’un hayatını gözden geçirmek için 60. ölüm yıldönümünü fırsat bildik. UFUK ÇAKMAK ufuk.cakmak@gmail.com

tım. En çok iten, henüz onun enginliklerinde salınmamış birkaç okur ihtimali oldu. Ya yazıyı ben üstlenmesem ve Rahmaninov yarım ağızlı bir yazarın eline düşse… Pişmanlıkla yaşayamazdım.

İKİNCİ VATANI AMERİKA

44’ündeki Rahmaninov 1917 devriminden hemen sonra İskandinav ülkelerine kaçmış, 1 yıl sonrasında da oradan yaşamının geri kalanını geçireceği Amerika’ya gitmişti...

MİLLİYET SANAT editörleri Rahmaninov üzerine bir yazı istediğinde başta çok sevinmiştim. İşe koyulduğumda ise sevincin yerini sancı aldı. İnsanın çok sevdiği sanatçıyı anlatması ne zormuş. Çiziktirdiğim cümleler eksik, yavan, olmamış geliyordu. Bir kere o güzellik karşısında yetersizsiniz; ifadeleriniz de öyle. Sonra yağmur gibi kavram ve bilgi yağıyor ama 2 sayfaya sığma kuralı var. Sayfa sayısı bir yana, en coşkun yük-

selişlerin, trajik patlamaların müziğini yazmış besteciyi yazıda temsil edecek sözcükleri bulabilir miyim? Söze gerek mi kalmış? Uzunca kıvrandım. Yarım paragraf bile çıkaramıyordum. Yok, ben bu işi yapamayacaktım. Editörlere kararımı bildirmek üzere bir konuşma hazırladım. Vazgeçtim. Tekrar git-geller… Derken, en azından 3. bir sayfa daha verirler mi, diye sordum. ‘Evet’ gelince, gücümü toplayarak yazmaya çalış-

43

Dün, Kaliforniya’dan, New York’tan kent manzaralarına, sokak fotoğraflarına göz gezdiriyordum. Sergey Vasiliyeviç Rahmaninov’un ikinci vatanı, Rusya’ya veda edişi sonrasında yaşamını geçirdiği, geçirmek durumunda kaldığı, yaşarken sevdiği topraklardı bunlar. Birden onları daha çok sevdim. 44’ündeki Rahmaninov 1917 devriminden hemen sonra, mülklerine el konmuş eski aristokrat sülale mensubu olarak önce İskandinav ülkelerine kaçmış, 1 yıl sonrasında da oradan yaşamının geri kalanını geçireceği Amerika’ya gitmişti. Acaba, İskandinav sularından Batı’ya açılırken, kocaman yıllarını geçirdiği, bağırtılı, çığırtılı, bazen ölümüne sessiz aile mülkü Ivanovka villasını düşünmüş müdür, bir daha hiç göremeyeceğini seMilliyet SANAT Mart 2013


MÜZİK

648-milsanat-40-45

2/25/13

2:25 PM

Page 6

Dört sağlam Rahmaninov albümü zerek? Babaannelerle, teyzelerle dolup taşan, kalabalık, kuzenlerin kahkahalarıyla inleyen, çiftlik köpeklerinin gezdiği, bahçelerinde, gölgeli parklarında, kokulu vahşi bitkilerin cirit attığı, bir Rus bozkır evi idi Ivanovka. Sakinliği, enginliği, vahşiliği, tek başınalığı ile Rahmaninov’un uçsuz bucaksız vatanını ne de güzel özetliyor. O yalnızlık ve hüzün ülkesini. 17’sinden 44’üne çoğu zamanı burada geçen Rahmaninof, kâh inek sürüsü ıslah etmiş, kâh yeni bahçe aletleri denemiş, kâh motorlu kayıkla gölde sürat yapmış. Mekan, devrim sonrası aristokrasinin her türlü eşyasına yapılan saldırıdan, yerden bitmiş yaban otları sayesinde korunmuş ve bulunduktan sonra ancak 1973’te müzeye dönüştürülmüş. Şimdi fotoğraflarına bakıyorum da, tavan aralarından içi Slav hüzünleriyle bezeli “3. Piyano Konçertosu”nun nâmeleri sızmaya devam ediyor. Ömür boyu konserlerde bis olarak istenecek, herkesin bayıldığı ama kendisinin sonunda çalmaktan nefret eder olduğu, Rus haşinliği ve trajedisinin emsalsiz minyatürü “Do diyez minör prelüd” buradaki bahçe masalarında doğmuş. Bence hâlâ orada duruyor. Başka nerede olabilir? Rahmaninov, misafir vatanında ölümüne kadar geçirdiği sürede (1918 – 1943), yazma esininin azalışı sorusuna, kayıplarla yanıt vermiş. Kopuş, bitiş, ümitsizlik. O Amerika’dayken, ruhunun yarısı, yalnızlık ve hüzün ülkesinde kalmış.

Günümüz genç-orta yaşlı kuşağın en iyi Rahmaninov yorumcusu su götürmez bir kesinlikle, Rus piyanist Nikolay Luganski’dir. Yorumları dünya çapındaki tüm Rahmaninov fanları tarafından haklı olarak göklere çıkarılan Luganski, bestecinin dizginsiz coşkusu, geniş soluklu ifadeleri ve hiper-virtüozitesini akıl almaz bir bütünlük içinde, tek ama tek kelimeyle mükemmel bir şekilde veriyor. En agresif pasajlarında son derece net duyulabilmeyi başarıyor. En parlak şekilde tınlattığı notaları besteciye sadakatle yüklü ve egosuz. Evet, böyle bir yorumcu, sevgili okurlar, çok ender gelir. Önünde eğiliyorum. (Buna katılmayan okur varsa, onu 19. yy Rus usulü bir tarzda düelloya davet edeceğim.) Diyebilirim ki “Eski kuşağın dört dörtlük yorumcuları gibisi artık çıkmıyor” diyenleri bir tek Luganski haksız çıkarıyor. Rahmaninof çok severler olarak, diğer besteci fanlarından, Luganskimiz olduğu için şanslıyız. Lugansky, Warner Classics'ten çıkan "Rachmaninoff, Piano Concertos 1 - 4, Paganini Rhapsody, Corelli Variations, Chopin Variations" adlı ses getiren albümünden sonra, son olarak, Rahmaninov'un çalınamaz zorluktaki sonatlarını kaydetti (Rachmaninoff Piano Sonatas 1 - 2, Ambroisie). Eski kuşağın altın piyanistlerine döndüğümüzde, o grupta onca birbirinden sağlam piyanist olmasına rağmen, Rahmaninof’un 4 konçertosu ve rapsodisinde, Aşkenazi’nin dengeli parlaklığına, hem coşkulu hem ölçülü olabilen lirizmine, şaşmaz ayrıntıcılığına erişebilen başka piyanist yok ya da sayıca çok az. Eğer ‘yüzyılın ikinci yarısından bir Rahmaninov yorumu edineyim’ diyorsanız, Aşkenazi'nin, Previn yönetimindeki Londra Senfoni eşliğinde seslendirdiği Decca etiketli albümü öneriyorum. Gelelim bestecinin kendisini nasıl çaldığına. Birçok besteci için, kendi eserini çalışını duyma lüksümüz yok. 20. yüzyılın kimi bestecilerinin böyle bir şansı var işte ve Rahmaninov’un böyle kayıtları var. Fakat o da nesi! Beklediğimiz kaplanın yerinde, mırıldanan, homurdanan, düşünceli, adeta doğaçlama bir piyanist var. Birçok Rahmaninov-sever, bestecinin kendi eserlerini çalışını sevmez. Az sayıda eleştirmen ise bu çalışın çok derinlerinde sezilebilecek asaletten dem vurur. Meraklıları RCA Victor etiketli "Rachmaninoff plays Rachmaninoff" albümüne bakabilirler.

NATALİA’YA KAVUŞAMAYINCA Ivanovka başka şeyler de görmüş. Besteci, 20’lerinin ortasındayken kuzeni Natalia ile evlenmek istemiş. Ailesi ve Rus Ortodoks kilisesi karşı çıkmışlar. Moskova Konservatuvarı’nda genç bir öğrenciyken tanışıp hayran olduğu ve melodik coşkunluğunu, ölesiye kabarışını içinde yaşattığı Çaykovski’nin ölümü ardından yazdığı “Trio Elégiaque No. 2”yi burada bestelemiş. Lermontov dizelerindeki göz yaşlarını oluk oluk akıttığı iki piyano süitlerini burada yazmış. “1. Senfoni”si, Rus milli ekolünün baş bestecilerinden Cui tarafından yerlere çalındığında ve onu en karanlık kuyuların dibine attığında, yine Ivanovka’daymış. Besteci, Natalia mevzusunun üzerine “1. Senfoni” eklenince, 3 yıl süren bir depresyona giriyor ve eline kalem almıyor. Ta ki Doktor Nikolay Dahl’ın uzun süreli terapisiyle yazma blokajı düzelene ve Natalia ile evlenmesine izin verilene dek. Terapiyle gelen geri dönüş, biz müzikseverlere ve dünyaya çok büyük bir başyapıt armağan etmiştir: Bestecinin minnettarlık duygularını da doya doya ifade eden, melodilerle dolu, dünyanın en liMilliyet SANAT Mart 2013

rik ve coşkulu, en virtüozca ve kişisel eseri, o güzelim “2. Piyano Konçertosu”nu. Diyebilirsiniz ki “Rahmaninov’da neşe de vardır ama; hep çok canlı, kıpraşık, yükseltilmiş armoniler ve kromatik kontrpuanlarla karıştırılmış oynak ritimler bulunur”. “Hesapsız, hafif neşe olamamıştır hiçbir za-

44

man ama,” diye yanıt vereceğim. Hüzün fondadır. Son başyapıtlarından, Paganini’nin ünlü kapris teması üzerine “Rapsodi”yi ele alalım. Şenliği nevrotik gölgeler taşır. (Ve, “Rapsodi”nin 18. varyasyonundaki taşkın lirizm unutulabilir mi dostlar?) Amerika’ya kaçış sonrası tamamlayabildiği 6


648-milsanat-40-45

2/25/13

2:25 PM

Page 7

İstanbul’daki Rahmaninov yarışması İlki 2011’de, Kültür Bakanlığı, Rusya başkonsolosluğu, Türkiye Rahmaninov Derneği ve Türk Rus Kültür Vakfı tarafından düzenlenen organizasyon, Türkiyeli piyanistleri yarıştırırken, bir yandan da Türk-Rus ilişkilerini güçlendirme amacı güdüyor. 2011’de jüriye, dünyaca meşhur piyanist ve hoca, Moskova Çaykovski Konservatuvarı Piyano Bölümü Başkanı Viktor Merjanov başkanlık etmiş. Yine aynı bölümden Slesarev ve Didenko, Rusya’nın diğer okullarından Rozum, Hohlum gibi birinci sınıf piyanist ve hocalar jüriyi oluşturmuş. Türkiye’den de İdil Biret ve Ayşegül Sarıca vardı. Yarışma, ilk turunda katılımcılara çeşitli bestecilerden seçme eserler seslendirmeyi şart tutarken, sonraki turlarda Türk eserlerini ve en zorlu turunda da Rahmaninov’tan bir seçkiyi zorunlu tutuyor. Başvurular yılın ilk ayları toplanırken, seçmeler martın son günlerinde yapılıyor. Yarışma finali ise Rahmaninov’un doğum günü olan 1 Nisan gecesi gerçekleştiriliyor. 2013 jürisine Mikhail Voskresensky başkanlık edecek. Kazanan katılımcı, para ödülünün yanı sıra imgesi tüm klasik müzik severlerin zihnine kazınmış bir mabette, Moskova Konservatuvar Salonu’nda konser verme hakkı kazanacak.

Elleri dillere destan genç Sergey Vasiliyeviç Rahmaninov (üstte, soldan ikinci) Ivanovka’da. Önde oturanlardan soldaki kuzeni ve eşi Natalia.

Rahmaninov çağının en iyi piyanistlerinden biri sayılması nedeniyle sayısız konser teklifine evet demiş, bestelerindeki azalmanın bir nedeninin de hayat gailesi olduğu söylenir hep.

Piyanist Horowitz (sağda) ve Walt Disney ile Amerika günlerinde.

eserden biridir bu.

GURBETTE DAYANIŞMA 1932’de İsviçre’de kendine, Ivanovka benzeri, Bauhaus tipli bir ev yaptırıyor maddi durumu iyileşince: Lucerne göl kenarındaki Villa Senar. “Rapsodi” 1932-39 arası yazlarını geçirdiği bu evde tamamlanıyor. Evin adı Sergey ve Natalia isimlerinin ilk iki harfinden. Besteci, Amerika’da Rus ortamını sürdürmeye çalışmış. “3. Konçerto”nun en iyi yorumcusu ilan ettiği bir başka göçmen, ef-

sane piyanist Vladimir Horowitz’le burada dost olmuş. İki Rus gurbette birbirlerine destek olmuşlar. Son evi, Kaliforniya’daki Beverly Hills’e girerken, “Burada öleceğim” demiş. Uzunca bir süre Horowitz ile, Rus ve Amerikalı dostlardan oluşan ahaliye iki piyano konserleri vermişler bu evde. Rahmaninov, Amerika’da kimi korumalara rağmen, az çok kendi parasını kazanmak zorundaymış. Çağının en iyi piyanistlerinden biri sayılması nedeniyle sayısız konser teklifine evet demiş, bestelerindeki azalmanın bir nedeninin de hayat gailesi olduğu söyle-

45

nir hep. Rahmaninov’un elleri de dillere destandır. Beş parmağını do-mi bemol- soldo-sol tuşlarına basacak kadar açabilirmiş. Kim bilir, eserlerindeki o zengin ve ayrık akorların bir nedeni fiziğiydi belki. Rahmaninov 1960’lara kadar değersiz sayıldı; belki de atonalite çağında, melodi ve armoniye yaslandığı için. Değerinin anlaşılması, hatta kimi eleştirmenlere göre (bir tanesi İlhan Mimaroğlu) gelmiş geçmiş en iyi besteci ilan edilmesi yüzyılın sonlarına doğrudur. Okurlar, Rahmaninov yazılmaz, dinlenir, hissedilir. Harika orkestra ve çalgı renkleri eşliğinde, eşi bulunmaz bir melodisine kaptırılır, okyanusta bir damla gibi yükselinir, alçalınır. Çoğunlukla gri bir yağmur fırtınası hüküm sürer, ama güneş açtı mı altın sarısı ışıklarla, hiç görülmemiş türden bir gösteriş yapar ki doyamazsınız. Ben orada eridim. MS Milliyet SANAT Mart 2013


MÜZİK

648-milsanat-46-47

2/25/13

2:26 PM

Page 2

Her zaman 1-0 önde Her devre ayak uydurmayı başaran gruplardan Depeche Mode, martta yeni albümleri “Delta Machine”i yayınlıyor. Grup, mayısta da yeni albümün turnesi kapsamındaki konseriyle konuğumuz olacak.

ASLI ONAT aslionat29@gmail.com

YAPTIKLARI her yeni albümle dinleyicilerini heyecanlandırmayı başaran nadir gruplardan biri Depeche Mode. Ve oldukça uzun zamandır bizimleler. Biz ‘70’lerde doğanlar, zaman zaman kendimizi hâlâ ‘90’larda sanıyoruz. O nedenle grubun 30 yılı devirmiş olması, kağıt üzerinde bir tuhaf görünüyor insanın gözüne. Depeche Mode’da da bu tür istikrarlı grupların yapısındaki formül işliyor aslında; müziklerine katkıda bulunan iyi müzisyenlerin yanı sıra sağlam bir şarkı sözü yazarları (Martin L. Gore) ve ses rengiyle hep farklı olagelmiş bir solistleri (Dave Gahan) var. Grup, ‘80’lerde dört kişi olarak çıktığı yola uzun süredir üç kişilik kadroyla devam ediyor. Abartısız, dünyanın en iyi şarkı sözü yazarlarından biri olan Martin L. Gore, vokalde Dave Gahan ve konserlerde heykel gibi durup klavyede mucizeler yaratan Andy Fletcher. Martta yeni albümleri “Delta Machine”i yayınlayacak grup, albümün tanıtım turnesi kapsamında, 17 Mayıs 2013’te Maçka Küçükçiftlik Park’ta konser verecek. Biletleri Biletix’te satışta olan konseri kaçırmamanızı tavsiye ediyoruz. “Never Let Me Down”da kollarınızı binlerce insanla aynı anda sallamayı daha önce tecrübe etmediyseniz, zaten çok şey kaçırmışsınız demektir.

WİLDER DA DÖNSE Martin L. Gore için dünyanın abartısız en iyi şarkı sözü yazarlarından biri derken, abartısız kelimesinin altını çizmekte fayda var. Kaç kişi “Sanırım tanrının garip bir mizah anlayışı var, öldüğümde onu bana gülerken bulmayı bekliyorum,” sözlerini (“Blasphemous Rumours”) yazabilir ki? Depeche Mode’un gerek söz gerekse müzikalite anlamında kendini sürekli yenilemeMilliyet SANAT Mart 2013

yi başaran ve asla olduğu yerde saymayan bir grup olmasında payı çok büyük Gore’un. ‘80’li yıllarda kurulmuş pek çok grubun ‘90’lara ve hâlâ ayakta kalmayı başarmışlarsa 2000’lere geçişte yaşadığı sancıları, en azından müzikal açıdan rahatça atlattı DM. Çünkü vizyon sahibi müzisyenler ve ‘gelecek geldiğinde’ o zamanın da ötesine geçmeyi, daha modern bir anlayışla müzik yapmayı başarıyorlar; böylece zamana yenilmeyip her zaman 1-0 önde olmayı beceriyorlar. Öte yandan en son efsanevi “Violator” albümünün kayıtları sırasında kadroda bulunan eski dördüncü eleman Alan Wilder hâlâ grupta olsaydı, DM çok daha iyi bir yerde olurdu, diyenlerin sayısı da az değil. Wilder, klavyedeki ustalığının yanı sıra DM şarkılarına yaptığı özgün düzenlemelerle grubun başarısını perçinlemişti. “Enjoy the Silence”ı sıradan bir pop şarkısı olmaktan kurtarıp, DM’ye ABD’deki en büyük liste başarısını getiren de Wilder’dı aslında. Yakın zamanda Depeche Mode’un resmi Facebook sayfasında müzisyenin bir fotoğrafı yayınlanınca, gönderi tam 20 bin kişi tarafından beğenildi ve “Wilder gruba geri mi dönüyor, çok sevindik,” yorumları yapıldı. Grup bu konuda resmi bir açıklama yapmadı ama Wilder, DM’nin geçen yılki canlı performanslarına da katkıda bulunmuştu. Gruba dönüşü resmileşse, gerçekten hiç fena olmaz... Yıllar içinde elektro-pop grubu kimliğinden giderek uzaklaşan ve müziğinde gitar ve davula ağırlık vermeye başlayan Depeche Mode’un kısmen köklerine döndüğü yeni albümü, Santa Barbara, Kaliforniya ve New York’ta, Ben Hillier prodüktörlüğünde kaydedildi. “Delta Machine”in hem standart hem de 28 sayfalık bir kitapçık içeren deluxe versiyonu, 17 Mayıs 2013’te gerçekleşecek olan İstanbul konseri öncesi, mart ayında müzikseverlerle buluşacak.

BOLCA BLUES TINISI “Delta Machine”den yayınlanan ilk single olan “Heaven”ın ilginç video klibi, Ter-

46

Depeche Mode / Heaven / Sony Music

rence Mallick’in 2011 tarihli filmi “Tree Of Life”dan (Hayat Ağacı) ilham alınarak çekilmiş. Bu oldukça sakin parça, coşku ve sevgiyle dolup taşıyor. Grup, albümün “Violator” ve “Songs of Faith and Devotion”a daha yakın olduğunu ve bolca blues tınısı içerdiğini belirtiyor. “Heaven”daki “All That’s Mine”, yoğun elektronik altyapısı ile bu iki albümü de hatırlatıyor gerçekten. Öte yandan “Delta Machine”in miksi de grupla söz konusu iki albümde çalışmış olan ünlü prodüktör Flood’a ait. Dave Gahan’ın deyişiyle “Delta Machine”, bir blues albümü değil ama ‘ruhu’ olan bir albüm. Aslında grup “Ultra” sonrasında sıkça ‘elektronik blues’ icra eder oldu. Bu ne menem şey demeyin; Depeche Mode yapınca oluyor. Ne de olsa en ruhsuz gözüyle bakılan enstrümanlarla çok duygusal şarkılar üretebilmiş bir gruptan söz ediyoruz. “Heaven”a dönersek... “Şarkılar kulağımıza ‘normal’ geldiği anda tersyüz ettik onları,” diyor Gahan. Martin Gore da “Şimdiye kadar yazdığımız en iyi şarkıların bazıları bu albümde,” diyerek bizi daha da meraklandırıyor. Gore, “Delta Machine” için yazdığı şarkıların ‘çok modern olmasını ve insanda huzur hissi yaratmasını’ amaçlamış. Yazı yayına hazırlanırken “Heaven” ve “All That’s Mine” dışındaki şarkılar henüz medyaya sunulmamıştı. Ancak albümün kayıt aşaması, oldukça eğlenceli geçmiş gibi görünüyor. Anton Corbjin’in karelerinde hep cool ve ciddi duruşlar sergileyen DM’nin ‘güle oynaya’ kayıt yapan hallerini http://www.youtube.com/DepecheModeVEVO linkine tıklayarak izleyebilirsiniz. MS


648-milsanat-46-47

2/25/13

2:26 PM

Page 3

niyor!

e Biletler tük

de konserinin Depeche Mo lanırken yayına hazır zı ya , ri le et bil Gahan, teydi . Dave ek m en k tü la hız her, ve Andy Fletc Martin Gore e in ika turnes Kuzey Amer pa önce 25 Avru başlamadan 5 1. e il konser ülkesinde, 34 a hayranına zl fa milyondan k ulaşacaklar. ıs’ta başlayaca ı, Grup, 7 May at Stad erlin Olimpiy B e d in es rn tu oskova e France, M d e d ta S is ar P Roma Stadyumu ve ve ti o m co o L i tadı gibi tarih Olimpiyat S . Avrupa ak ac al a sahne rd la m yu ad st insk emmuz’da M turnesi 29 T e Gahan av D . a erecek Arena’da son “Yeni m hakkında turne ve albü m ve k heyecanlıyı albüm için ço çıkmayı dört gözle eye yeniden turn onları diyor. Biz de !” m bekliyoru le çekiyoruz. bilet dinlemeyi ip de konserinin Depeche Mo e: fiyatları şöyl 0.00 TL IP Teras - 53 V e x Delu TL cle - 371.00 Diamond Cir TL cle - 371.00 Diamond Cir L - 295.00 T VIP Platform 45.00 TL e-2 Golden Circl TL kta - 120.00 Normal Aya

Martin L. Gore, Dave Gahan ve Andy Fletcher (soldan sağa) grupta yer alan isimler.

Aslında grup “Ultra” sonrasında sıkça ‘elektronik blues’ icra eder oldu. Bu ne menem şey demeyin; Depeche Mode yapınca oluyor. Ne de olsa en ruhsuz gözüyle bakılan enstrümanlarla çok duygusal şarkılar üretebilmiş bir gruptan söz ediyoruz. 47

Milliyet SANAT Mart 2013


MÜZİK

648-milsanat-48-49

2/25/13

2:27 PM

Page 2

Clapton’dan pamuk gibi bir albüm Eric Clapton’ın yeni albümü “Old Sock”, son anda bir değişiklik olmaz ise 12 Mart’ta satışa sunulacak. İçinde sadece iki tane yeni halis muhlis Clapton şarkısı olan albüm, yine bit pazarına nur yağdırıyor.

METİN SOLMAZ metin@solmaz.net

ça pakça beyaz. Bu kadar beyazlığın müziğine sinmemesine olanak var mı? Blues beyazlarla beraber yıkanabilir. Ama elbette beyaz değildir.

ERIC CLAPTON, kendisini hep blues gi- SEZAR’IN HAKKI SEZAR’A taristi olarak tanımlamayı sevmiştir. Gelin Bir yandan da Sezar’ın hakkını Sezar’a görün ki hiçbir zaman da blues çevrelerinde vermek lazım. Eric Clapton blues müziğin kabul görmemiştir. Uzun yıllardır yayınla- işine pek çok bluescudan daha çok yaranan Living Blues dergisi web sitesinde ara- mıştır. Bugün blues kitlelere mal olmuşsa, dım. Sadece bir tek kayıtta, o da Buddy Guy 1960’lardan beri bluescular İngiltere’de konserine iştirakiyle geçiyor adı. Mississip- ABD’den daha çok ilgi görüyorlarsa bunda pi’de T-model Ford’la muonun payı büyüktür. habbet ederken sormuştum. Bence en orijinal blues Ford, Clapton’u “Early In işini de Roger Waters’ın The Morning” yahut “Doub“Pros and Cons of Hitch le Trouble” ile değil, “Tears Hiking” albümünü muhtein Heaven” ile hatırlamıştı. şem gitarıyla bir blues alSokaktaki adam kadar yani. bümüne çevirmekle yapKanadalı bir babadan mıştır. doğma ağır aksanlı bir İngiliz O her ne kadar bluesyahut beyaz olduğu için değil culuğu gitarcılığından öntabii. Yoksa, Rory Gallagher ce gelsin istese de her zayahut İngiliz Peter Green man tersi olmuştur. Hele “Old Sock” blues camiasında nasıl kabul 1960’larda, Cream ile yapEric Clapton görebilirdi? Sebep basit bentıklarının kredisi ona ölene Bushbranehl Surfdog ce. Bluescular düz insanlarkadar yeter. Rolling Stone 10 Dolar dır. Clapton ise sadece zendergisinin epey muteber gin değil, aşırı beyaz da. Kanbir jüriyle seçtiği En büyük kası Stevie Ray Vaughan gibi beyaz değil. 100 gitarist listesinde Jimi Hendrix’le Çevresinde timsahlar dolanan şatosunda ya- Jimmy Page’in arasında ikinci sırada Eric şayıp “Bu İngiltere de amma kalabalık oldu, Clapton var. Onsuz bir ‘büyük gitarcılar’ lisşu göçmenler gitsin artık” diye mavra yapan tesi düşünülemez ayrıca. Tescilli iyi gitarcinsten bir beyaz. Hatta en ünlü şarkıların- cıdır yani. dan birisi (“I Shot the Sheriff”) Bob MarTipiyle, konuşmasıyla, yaşamıyla, sahley’e, müziğinin yarısı siyahlara ait olduğu nedeki tavırlarıyla bir bütün olarak ‘imahalde Araplara, siyahlara ve Jameikalılara jıyla’ düşündüğünüzde Eric Clapton’ın giaçıktan küfür eden, “İngiltere beyazdır beyaz tar çalıyor olması size de tuhaf geliyor mu? kalacak” naraları atan, bunları “ben politika- Adının beraber anıldığı diğer isimlere bir dan filan anlamam yahu şaka yaptım,” diye bakın. Hendrix, Page, Van Halen, Duane yalanlarken dahi faşist politikacıları destek- Allman... Hepsinde bir fırlamalık, bir zibilediğini söylemekten geri duramayan bir ak- dilik, bir ‘şekil’ mevzubahisken Clapton daMilliyet SANAT Mart 2013

48

ha çok gri eşofmanlarıyla Varan tesislerinde kahvaltı yapan aile babasını hatırlatmıyor mu? Nasıl anlatayım bilemiyorum. Güneri Cıvaoğlu’nun sipsi çalması gibi bir şey bu bence. Ama çalıyor. Üstelik mükemmel de çalıyor. Gerektiği zaman sofistike yahut sert, ama hep anlaşılır, melodik, akılda kalıcı. Sanki Clapton bütün bu maharetlerini, son yıllarda eski kankası, “After Midnight”, “Cocaine” gibi kariyerinin en ünlü şarkılarının sahibi J.J. Cale’e iyice yanaşarak yeni bir zemine oturtuyor. Yani, biraz blues, biraz rock, epey sakin, ABD’li, hatta Güneyli ama öyle Mississippili ya da Alabamalı filan değil. Çok da köylü değil yani. Daha çok Oklahomalı yahut Arkansas’lı. Ve tabii pamuk gibi. Ve yine pamuk gibi bir albüm geliyor Clapton’dan: “Old Sock”. Clapton albümleri 1960’ları saymaz isek genellikle pamuk gibidir. Ama 2006’da J.J. Cale ile yaptığı “The Road to Escondido” albümünden beri iyice sakinledi Clapton. Erdi erecekmiş gibi albümler yapıyor. İyi de oluyor. “Tears in Heaven” kadar ağlak değil. “Cream” kadar enerji zaten yok da ne bileyim “Tulsa Time”da olan kadar da yok. Sakin işte. J.J. Cale ile hep yapageldiği blues arasında bir yol buldu kendisine, yürüyor. Ben şahsen 2010 Clapton albümünden de çok memnundum. Yaygın muhalefetin aksine “Autumn Leaves” dahil olmak üzere. Yeni albümü “Old Sock”, son anda bir değişiklik olmaz ise 12 Mart’ta satışa sunulmuş olacak. Albüm yine bit pazarına nur yağdırmış. Bu albümün “Autumn Leaves”i ‘30’ların popüler şarkısı “The Folks Who Live on the Hill”. William Bell’in “You Don’t Miss Your Water”ı da yine yumuşacık şarkılarından.


648-milsanat-48-49

2/25/13

2:27 PM

Page 3

Eric Clapton, her ne kadar bluesculuğu gitarcılığından önce gelsin istese de tam tersi olmuştur.

Clapton, müziğinin yarısı siyahlara ait olduğu halde siyahlara açıktan küfür eden, bunları “Ben politikadan anlamam yahu şaka yaptım,” diye yalanlarken dahi faşist politikacıları desteklediğini söylemekten geri duramayan bir beyaz. AĞLAK AMERİKAN ARABESKİ Albümün en sürpriz şarkısı bence Ruth Etting’in sesiyle ünlenen 1931 tarihli romantik caz standardı “All of Me”. Bakalım şarkı Clapton eliyle neye benzeyecek? Bir başka caz standardı, Gershwin bestesi ve benim Fitzgerald yorumuna bayıldığım “Love Is Here to Stay”. 1930’lar tükenmiyor albümde. En sürprizsiz 1930’lar şarkısı Johnny Cash’ten Sinatra’ya onlarca insanın söylediği Lead Belly şarkısı “Goodnight, Irene”. Çünkü daha önce de ve mükemmel bir şekilde yorumlamıştı. Youtube’dan bulunabilir.

Albümde iki tane yeni halis muhlis Clapton şarkısı var: “Every Little Thing” ve “Gotta Get Over.” Kadro önceki albümdeki kadar kalabalık değil ama süper. Davulda yine Steve Gadd, basta da Willie Weeks var. “Angel”da vokal ve gitarda J.J. Cale, “Get On Over”da geri vokalde Chaka Khan var. “All of Me”de bas gitar ve vokalde Paul McCartney... Ama fakat o da ne? Albümde bir de çakma blues şarkı var. “Still got the Blues” albümüyle blues alemine göbekten dalmaya teşebbüs edip, blues çevrelerinde ciddiye alınmasa da iktisadi olarak epey yolunu bulmuş Gary Moore’un bu albüme

49

adını veren arabesk şarkısı. Düğün salonu çağrışımlı ağlak Amerikan arabeski. Üstelik kankası Steve Winwood da Hammond B3 org çalıyor şarkıda. Clapton bu şarkıyı daha önceden de söylemişti. Ve orijinaliyle kıyasla şarkı bir miktar güzelleşmişti dahi. Ama stüdyo albümüne almak tabii başka bir şey. Yaptığım saçmalıkla bitireyim yazıyı. Epey naif bir hareket yapıp Eric Clapton’a e-posta attım. Dedim ki “Ben 40 yıldır dinlerim sizi. Tilki avcılığını desteklediğiniz, siyahlara küfür ettiğiniz zamanda bile bu kadar kızmamıştım. Ayıp ettiniz. Çıkarın şu ‘Still Got the Blues’u albümden.” MS Milliyet SANAT Mart 2013


MÜZİK

648-milsanat-50-51

2/26/13

3:35 PM

Page 2

New York’un kıymetli evlatları 2000’lerle birlikte müzik dünyasına dahil olan genç gruplar arasında en rock yıldızı kumaşından dokunmuş ekiplerden biriydi The Strokes. Mart sonunda beşinci albümleri “Comedown Machine” ile 12 yıldır iyice yerli yerine oturttukları kendilerine özgü rock’larını bir kez daha dinleyeceğiz gıcır gıcır besteleri eşliğinde.

EGEMEN LİMONCUOĞLU egelimon@yahoo.com

YILLARDAN 1976... ADLARI ‘The’ ile başlayıp ‘s’ ile biten genç grupların büyük taaruzuna maruz kalmıştık 2000’lerin gelişiyle birlikte. Ortak özellikleri tıpkı onlardan 40 yıl önce yine başı ‘the’lı, sonu ‘s’li grupları kuran nesil gibi müzik dünyasını hareketlendirme kabiliyetlerindeki yükseklikti. O gruplar farkında olmadan, yepyeni bir müzik türünün sınırlarını beliryecek sesleri yakalayıp kayda almış, bugün rock adı altında dinlediğimiz müziklerin genel kurallarını koymuştu. 2000’lerle birlikte gelenler keşif peşinde koşmaktansa, muhtaç oldukları rock & roll kudretini geçmişte yapılanlarda bulmuştu. Müziklerini, görünümleri, tavırlarını bir karışık kaset hazır-

Mini The Strokes sözlüğü Colin Lane: Grubun ilk albümü “Is This It”in bazı müzik perakendecileri tarafından sansürlenen, ama rock tarihinin gelmiş geçmiş en iyi kapaklarından biri olarak da sıklıkla anılan kapak fotoğrafını Lane çekmiş. Kapaktaki hanımefendiyse Lane’in o vakitlerdeki kız arkadaşı. Decibel: Doğuştan moda kazanına düşmüş Julian Casablancas’ın Azzaro ürünü parfüm markası. Dwight School: The Strokes’un kuruluşundaki yeri, Julian, Fabrizio ve Nick’in tanışmasına vesile olmasıyla yadsınamayacak Manhattan’daki eğitim yuvası. A Kind Of Dream: Nikolai Fraiture’nin eşi Illy ile birlikte rol aldığı, aynı zamanda müziklerini de

Milliyet SANAT Mart 2013

larcasına 40 yıllık geleneğin belli anlarından çekip çıkarmış, güzelce bir araya getirmişti.

bizzat yaptığı kısa metraj film. Drew Barrymore: Davulcu Fabrizio Moretti’nin Drew Barrymore’la geçirdiği 5 yıl grubu dedikodu sütunlarının da epey gözdesi haline getirmişti. Little Joy: Fabrizio Moretti’nin yine bir gönül ilişkisi vesilesiyle doğan, vokalde Binki Shapiro’nun sesini işittiğimiz grubu. Kaydettikleri tek albümün hayranları arasında ünlü yazar Nick Hornby de bulunuyor. Albert Hammond: ‘60’ların ikinci yarısında besteleyip söylediği şarkılarla hatırı sayılır bir ilgi gören, ‘70’lerle birlikteyse yeteneğinin bestecilik tarafına ağırlık verip, Diana Ross’tan Tina Turner’a ve Julio Iglesias’a bir dizi şarkıcıya şarkılar yazan Albert Hammond jr.’ın babası.

50

1973 yılında New York’ta, Manhattan’da açılan bir kulüp, tam adıyla CBGB & OMFUG (Country, Bluegrass, Blues and Other Music For Uplifting Gormandizers) zamanla yeni yeteneklerin sahne almasına izin vermeye başlıyor. İzin vermek diyoruz çünkü mevzubahis gruplar ve sanatçılar, henüz birer plak şirketiyle anlaşmamış, ama ekseriyetle kendilerine özgü tarzlara sahip isimler. Bir bakıma Bob Dylan’ın doğumuna sahne olan Greenwich Village’daki kafelerin New York’a ettiğinin benzerini CBGB 15 yıl kadar sonra yapıyor şehre. Suicide, Television ve Blondie, CBGB sahnesinde pişiyor, kokusunu duyan geliyor. Patti Smith ve Lenny Kay, Patti Smith Group adı altında sahne alıyor. David Byrne, Talking Heads’iyle ilk konserini yine CBGB’de veriyor. Ve tabii, tüm bu isimlerin yanında adı her daim CBGB ile birlikte anılacak ve punk’ın İngilizlerin icat etmediği kısımlarının mucitleri olarak adlandırmaktan geri durmayacağımız The Ramones da. Bugün new wave ve punk olarak kategorize ettiğimiz, rock’un bu iki özel kanadının rafineleşmesindeki payı büyük CBGB’nin. Rock tarihinin bir dolu anından ilham alsa da The Strokes’u oluşturacak 5 genç adam, kendilerini ve gruplarını en çok CBGB’nin 1975-1980 arasındaki döneminde buluyorlar. Tom Verlaine’in Television’daki gitarvokal numaralarını, Blondie’nin punk’la pop’u bir araya getirişini, Talking Heads’in ‘farklı’ seslere kapısının açık oluşunu ve The Ramones’un umursamaz hal ve tavırlarını toplayıp The Strokes’ta birleştiriyorlar.

ROCK’I DİRİLTMEK 1999, The Strokes’un bir grup olarak resmen aktif hale geçtiği, şarkılarını yazıp, besteleyip prova ettiği, ufak ufak da New York’un havalı mekanlarında boy göstermeye başladığı yıl oluyor. İngiltere’ye Ro-


648-milsanat-50-51

2/26/13

3:35 PM

Page 3

Nikolai Fraitur, Nick Valensi, Julian Casablancas, Albert Hammondjin, Fabrizo Moretti (soldan sağa) the Strokes’un üyeleri.

Albümde, internetten görücüye çıkan ilk şarkı “One Way Trigger” oldu. A-ha’nın ısrarla tek bilinen şarkısı muamelesi gören “Take On Me”sini andıran şarkı Julian Casablancas’ın fütüristik ama bir o kadar da retro ‘atari sound’u takıntısına selam çakıyor. ugh Trade’e gönderilen bir demo kayıt ve kaydın NME dergisinin (evet, her zaman olduğu gibi NME bir şekilde yine burnunu sokuyor bu öyküye de) dikkatini çekmesi bir anda hızlandırıyor ‘ad duyurma’ sürecini. Ardından ilk albüm “Is This It” dikkat çekici ‘seksi’ kapağı ile birlikte müzik dükkanlarının (hayır, henüz her müziğin ilk önce iTunes’tan satışa çıktığı yıllarda değiliz) raflarına kuruluyor. The White Stripes’la birlikte rock’ın dirilişinde ilgi odağı olma görevi isteseler de istemeseler de üstlerine yapışıveriyor. Kısa aralıklarla iki albüm daha kaydediyorlar; “Room On Fire” ve “First Impressions of Earth”. Müziklerindeki pop ve new wave dozunu yükselttikleri, ama ticari anlamda ivme kaybettikleri bu yıllar, bıkkınlık hikayeleri ve keyif verici maddelere dair metinler kaleme aldırıyor müzik dergilerine. 2011 martında çıkacak ‘geri dönüş’

albümleri “Angles”a kadar sürecek ‘biraz ara veriyoruz’ları da bu metinleri doğru çıkartıyor. “Angles” ise grubun beş elemanının da solo albümler ve farklı projelerde geçirdiği zamanın (5 yıla yakın bir süre ‘yok’ yazılıyorlar) işe fazlasıyla yaradığını, Julian’ın ilk solo albümündeki fütüristik havanın da, Albert Hammond’un prodüksiyon konusunda ulaştığı noktanın artık The Strokes’un vazgeçilmez birer parçası olduğunu fazlasıyla hissettiriyor.

37 DAKİKA 49 SANİYE Hayal kırıklığına uğratma makinesi anlamına da gelebilecek “Comedown Machine” ismini uygun görmüş The Strokes beşinci stüdyo albümü için. Tek bir istisna dışında, hep olduğu gibi yarım saati ‘azıcık’ geçen bir albüm dinliyor olacağız mart sonunda. ‘İki türlü mutluluk vardır’ diyerek öğre-

51

ten adamlığa büründüğünde de ‘geçen gece...’ diye başlayıp olan biteni anlattığında da eşit inandırıcılıktaydı Julian Casablancas’ın sözleri, “Comedown Machine”de de farklı bir şeyle karşılaşmayacağız. Albümden internet üzerinden görücüye çıkan ilk şarkı “One Way Trigger” oldu. A-ha’nın ısrarla tek bilinen şarkısı muamelesi gören “Take On Me”sini andıran şarkı Julian Casablancas’ın fütüristik ama bir o kadar da retro ‘atari sound’u takıntısına selam çakıyor. Albümün ilk resmi single’ı (ya da arzu edenler için single yerine ‘teklik’ de diyebiliriz) “All The Time”ın sürpriziyse klasik rock şarkı formlarına epeyce yakın duruyor oluşu. Belli ki yine “Angles” da olduğu gibi Casablancas patentli synth melodileri işitecek, metronom tutan davulları ritim sektirmeyecek, biraz funk, biraz da psikedelik sesler duyacak, içimize sinmezse elimizi derhal yine ilk albümlerinden birine gidecek, ya da belki bir süre daha zaman tanıyacağız ‘bakalım dinledikçe mi açılıyor’ diyerek. Belki de ilk dinleyişte aşk yaşayacağız “Comedown Machine”le. Öyle ya da böyle, artık rock&roll’u kurtarmıyorlar, ondan eminiz. Ama kesinlikle rock&roll adına iyi şeyler yapmaya devam ediyorlar. Ondan daha da eminiz. MS Milliyet SANAT Mart 2013


MÜZİK

648-milsanat-52-53

2/25/13

3:47 PM

Page 2

“Yeterince yaşayamadığım için aşkı yazıyorum” Feridun Düzağaç, yeni albümü "Flu" ile yedi yeni FD şarkısı sunuyor onu hasretle bekleyenlere. Kendi tanımıyla ‘güzel bir filmin ortasında çalan şarkılar gibi’ bu albümdekiler. MELİSA KESMEZ kesmezmelisa@yahoo.co.uk

SIRTIMIZDA depresyon hırkaları, yatağa yüzükoyun çaprazlama atlayıp giden sevgiliye ağladığımız anların fonunda çaldı onun şarkıları. Ayrılıkların, dönmeyen sevgililerin, yüzümüze gülmeyen talihin, çok ama çok âşık olmanın şarkılarıydı onunkiler hep. Hayat neden şekil yapıyordu ve biz neden mütemadiyen ağlıyorduk? Cevabını galiba hiçbirimiz bilmiyorduk. Feridun Düzağaç'la yeni albümü "Flu" için buluştum. Yeni şarkılarına en yakışan yorum onun ağzından: "Güzel bir filmin ortasında çalan şarkılar gibi". ● Keyifler nasıl, öyle başlayalım. Albümü bitirmenin tatlı yorgunluğu var üzerimde. Soranlara "Memleketten iyiyim," diyorum. ● Nasıldı albümün kuluçka süreci? Ben bu albüme ikna edildim. Bir önceki albüm "İyilik Güzellik Spor" beni çok üzdü. Rakamsal olarak bir şey satmadı zaten ama sosyal medyadaki yansımaları da can sıkıcı oldu. Feridun Düzağaç'ın şarkılarını başkası söylemesin, kendisi söylesin sesleri yükseldi ve projenin asıl amacı görmezden gelindi. Gerçekten çok gergin bir gündemimiz var. Olan biten anlamsız gelebiliyor insana. Yine de memleketteki sevgisiz ortamın içinde benim kırılgan ve içe dönük hikayelerimin ne önemi var ki noktasına geldim bir gün ve ikna oldum. ● Yeni bir şeyler var mı bu yeni albümde? Albümün aranje ve kayıt yükünü Can Alper ve Arıkan Sırakaya sırtlandılar. Ben başta onlara bir şeyleri değiştirmek istedi-

Milliyet SANAT Mart 2013

ğimi, bulunduğum yerden duymak istediğim sesin çeşidi ve şiddeti ile alakalı sıkıntılarım olduğunu söyledim. Bunları ciddi ciddi konuştuk. ● Radikal bir değişiklik yok ama. Evet, radikal bir değişiklik yok ama yine de yeni bir şeyler var. Daha kolay dinlenecek bir albüm oldu. Feridun Düzağaç deyince insanın aklına acı çeken ama devinen şarkılar geliyor. O tatta şarkılar da var. Bu albümün referansı şuydu; güzel bir filmin ortasında çalan bir şarkı gibi olsun şarkılar. Enstrümanlara tapındık bu albümde, onları öne çıkardık. İnsanların gözüne sokulacak bir albüm değil ama yerini daha hızlı ve daha geniş bir alanda bulacak gibi. ● Sıfır kilometre şarkılar mı bunlar? Epeydir üzerinde çalıştığım, yarım kalmış, bir kenarda beklettiğim şarkılar da var bu albümde. Çıkış parçası çöp kutumda bekliyordu mesela. 'Kedi kafesi' diye bir twitter kullanıcısının tweet'i üzerine tahrik olup tamamladım o şarkıyı. Tweet "Senden sonra beni kim öptüyse sebebi sensin," gibi bir şeydi. ● Bir Fikret Kızılok şarkısı var bir de. Evet, "Tek Başına". Bu benim kendime

verdiğim bir sözdü; bir Kızılok şarkısı söylemeyi hep çok istedim. Benim için çok özel bir yerde duruyor Fikret Kızılok. ● Başka neler var albümde? Esmeray'ın sesinden bildiğimiz "Unutama Beni"yi söyledim. Çok basit belki ama çok güçlü bir şarkı bence. Naif bir beddua var içinde. Bir de kariyerine “Merdiven”le başlayan Murat Hasarı'nın bir şarkısı var. O hep sitem ederdi, ne zaman bir şarkımı söyleyeceksin diye. Önceki albümlere yetiştiremedim. Buna kısmet oldu. Yedi şarkı da bana ait. Toplamda on şarkı. 11 totemini bozduk. ● Feridun Düzağaç şarkıları ayrılık şarkılarıdır ya biraz. İçinizde önce giden sevgiliye ama aslında dünyanın türlü haline üzülen bir adam var sanki... Ben üzgün bir adamım zaten, orada bir sıkıntı yok. Ama sanıldığı gibi acı çekmek üzere yaşamıyorum. Çünkü bununla beslendiğim, sanki acı çekmezsem yazamayacakmışım gibi bir algı var. Aşkı çok iyi bilen bir adam deniyor benim için, bu büyük bir övgü aslında ama alakası yok. Ben belki yeterince yaşayamadığım için aşkı yazıyorum. Onun acısını yazarak çıkarıyorum. Haya-

"Ben açıkçası korkuyorum başbakandan" Neden böyleyiz sizce? Bu bence yönetim biçimimizle alakalı. Bizim başbakanımız öfkeli bir adam. Ben açıkçası korkuyorum başbakandan. Beni vatandaş olarak korkutmaya hakkı yok oysa. Bir intikam siyaseti yürütülüyor ve eli sopalı bir siyaset bu; nefretten besleniyor. Bastırılmış duyguların coğrafyası burası. Twitter da o duyguları kendini bir nebze saklayarak

52

ortaya dökebileceğiniz kusursuz bir yer. Sosyal medya kimliği insana anlamsız bir cesaret ve cüret yüklüyor. Ama her konuda fikrimiz olmasa da olur. Bilip bilmeden her konuda yorum yapmasak da olur. Bir de seni de içine çeken, farkında olmadan kapılabileceğin şizofren bir ortam. Kimse kimseye hayat mühendisliği yapmasın. Var olan kıt aklımızı kendimize saklasak daha iyi olur sanki.


648-milsanat-52-53

2/25/13

3:47 PM

Page 3

“Flu”, Feridun Düzağaç’ın 13. albümü.

"Hayatımdan çok az kadın geçti ve hepsi gitti. Hepsi çok mutlu şu anda, öyle özlenen ve vazgeçilemeyen bir adam da değilim. Aşkı yazmak çok tahrik edici!" tımdan çok az kadın geçti ve hepsi gitti. Hepsi çok mutlu şu anda, öyle özlenen ve vazgeçilemeyen bir adam da değilim. Aşkı yazmak çok tahrik edici benim için. ● Yalnız biri misiniz? Her zaman. Böyle çok daha huzurluyum. Sadece benim için değil, pek çokları için yalnızlık bir yaşam biçimi artık. Benim için epey vazgeçilmez. Ben hayatı başkasıyla birlikte yaşama defterini kapadım sanırım. ● Bir 'kent ozanı', 'şair' yorumu var sizin için. Bu nasıl hissettiriyor? Ben 44 yaşındayım ve bugüne kadar en çok yaptığım şey yazı yazmak oldu. Bahsettiğin şair, ozan yorumları çok hoşuma gitse de, bunu duyunca bir sorumluluk hissediyorum. Bu şekilde şımartıldığım zaman, eve gidip Edip Cansever, Turgut Uyar okuyorum. Popüler müzikle ilişkili birinin beni şair olarak görmesi sanırım çok da acayip bir şey değil. Hem haddimi bilirim, hem kıymetimi bilirim. Burada anlamsız bir tevazu gibi algılanmasın.

● Kelimeleri çok seviyorsunuz. Evet, kelimelerle çok fazla oynayarak yazıyorum. Belki haddimi aşıyorum bazen. Yine de bir şair olarak değil bir sokak çocuğu olarak şarkı yazdığım hatırlansın isterim. Benim kendimle yarışım bu yönde. ● Şarkılar size nasıl geliyor? Yataktan fırlıyor musunuz gecenin bir yarısı? Öyle de oluyor. Ama oturup çalıştığım zamanlar da var. Ama kağıt kalemle değil, gitarla oturuyorum şarkıların başına. Benim kelimeler konusunda algılarım biraz açık galiba, bugün seninle yaptığım konuşmadan bile bir şey cımbızlayıp şarkı yazabilirim. Müzik teorisini külliyen bilen birisi değilim, benim şarkılarım daha antrenmansız, daha gelişine çıkıyor. ● İlk besteniz Özdemir Asaf'ın "Lavinya"sı. Şarkıya sözüm yok ama nasıl cesaret edebildiniz böyle bir şeye o yaşta? Cahil cesareti işte! Ama o şarkı miladım oldu, hâlâ her konserde mutlaka çalarız. ● Reklamlara heba edilen cânım şar-

53

kılar konusundaki hisleriniz nedir? Hem üzülüyorum hem sinirleniyorum. Reklamla bir derdim yok, ama keşke şarkıları orijinal halleriyle kullansalar, sözlerini değiştirmeseler. Sevdiğimiz şarkıların bu hale gelmesi, insanın gönül telini titreten bir şey. ● Bir twitter gerçeği var hayatlarımızda artık, sizin de yüz bin küsur takipçiyle içinde aktif olarak yer aldığınız bir gerçek. Twitter'a inan sabretmeye çalışıyorum. Albüm için biraz destek isteyeceğim dinleyicilerimden, sonra hesabı kapatacağım. Benim en mustarip olduğum şey twitter'da yazdıklarımla yargılanıyor olmak. Ben muhalif bir kimlik değilim, vatandaşım. Sırça köşklerde yaşayan bir sanatçı da değilim, sokak çocuğuyum. Orada çok hazin bir ortam var. Küfür, hakaret, nefret. Benim paralize olmam için bir tane negatif geri dönüş yetiyor. Gerçekten nefret etmek üzere programlanmış bir ahali var. Bu sadece twitter'da değil. Sokakta da öyle. MS Milliyet SANAT Mart 2013


MÜZİK

648-milsanat-54-55

2/26/13

1:01 PM

Page 2

Düşman kardeşlerin barış çubuğu En kritik dönemeçlerde, alışageldiğimiz müzikal tavrına küçük rötuşlar yaparak kendini güncellemeyi başaran Nilüfer, 2010 çıkışlı “12 Düet” albümünün devamı niteliğindeki “13 Düet” albümüyle bir kez daha taptaze karşımıza çıkıyor. YAVUZ HAKAN TOK yavuzhakantok@gmail.com

KENDİNİZİ bildiniz bileli hayatınıza eşlik etmiş sesler vardır. O seslerin sahipleri, hiç tanışmamış olsanız dahi, en yakınınızdan daha yakındır size. Şahittirler yaşadıklarınıza çünkü; yol arkadaşlarınız, sırdaşlarınız, dert ortaklarınız olmuşlardır hiç bilmeden. Sonra bir gün onlardan biriyle bir yerde karşılaşırsınız. Oracıkta boynuna sarılmak, kucaklamak istersiniz olanca iyi niyetinizle. Onun sizi tanımadığı gerçeğini aklınıza dahi getirmezsiniz o an. Karşılıksız, hesapsız kitapsız, öyle derin bir sevgidir çünkü beslediğiniz. Nilüfer onlardan biridir işte benim için... Ve elbette bu ülkede yaşayan sayısız insan için. ‘Soğuktur’ derler gıyabında, ‘Ne nemruttur, aksidir o!’ derler. Bilmezler ki hayatını orta yere döküp saçmadığı, her an, her yerde, bıktırana kadar karşımıza çıkmadığı, sesi ve şarkılarıyla yıllardır ruhlarımıza yaptığı büyüyü böylece koruduğu/sakındığı için kıymetlidir aslında; bir tanedir. Hastalandığını duyduğumuzda yürekten üzülmemiz bu yüzdendir. Mutlu devam eden beraberliğine, yıllar sonra sahip olduğu kızının hayatına kattığı neşeye sevinmemiz de... Telefonlarımızı bile her yeni çıkan modelle güncellediğimiz bu devirde, sapla samanın hiçbir vakit ayırt edilemediği popüler müzik arenasında 40 yılı devirip de güncel kalabilmenin formülünü çok az kişi bulabildi bu memlekette. Saysanız bir elin parmaklarını geçmez. Tamam, her adı anıldığında ‘büyük sanatçı’ deriz, saygıda kusur etmeyiz ama konseri olsa gitmez, albümü çıksa satın alıp dinlemeyiz bir türlü. Öyle de bir göstermelik vefadır bizimkisi. Neyse ki Nilüfer, o bir elin parmaklarından biri olabilenlerden. Milliyet SANAT Mart 2013

Gripin düzenlemesi bu. En kritik dönemeçlerde, alıHemen ardından Nilüşageldiğimiz müzikal tavrına fer’in ‘70’li yıllarda ‘hit’ olküçük rötuşlar yaparak kenmuş ilk şarkılarından biri dini güncellemeyi, her yeni olan “Başıma Gelenler”in kuşağın müzikal beğenisine eni konu ‘rock’n roll’ yeni hitap edebilmeyi başardı bir yorumunda son dönemin şekilde. Aranjman şarkılar dikkat çekici yeni gruplasöyleyerek çıktığı yolda, rından biri olan Gece’yi ‘70’lerin sonunda alaturka ve dinliyoruz Nilüfer’le birlikarabeske göz kırpması, “DÜET” te. Nilüfer’in 1994 çıkışlı ‘80’leri Kayahan ortaklığı ile Nilüfer albümünde ilk kez seslenzirvede kapayıp, ‘90’larda dirdiği “Son Perde”, koyu Onno Tunç marifetiyle yeni DMC kıvam dramatik yapısı neyetme pop yıldızlarının raki19.90 TL deniyle, Emre Aydın ve Nibi olacak tempoyu yakalalüfer düeti için biçilmiş kafması, 2010’lu yılların başında müziğini ‘rock’ sosuyla çeşnilemesi hep tan olmuş. Bu düzenlemenin bir önceki albirer güncellemeydi aslında. Bütününde bümde yer alan Şebnem Ferah - Nilüfer düeüzerimizde yarattığı Nilüfer algısına hiç za- ti “Erkekler Ağlamaz”la muadil olduğu ve bu rar vermeden, dozunu kolaya kaçmaya var- bakış açısıyla albümde en çok ses getirecekdırmadan günü yakalamak, yarına çıkış ka- lerden biri olduğu rahatlıkla söylenebilir. 1965 yılında hem Adamo hem de Ajda pısını aralamaktı. Araladı da nitekim. Ve şimdi 2010 çıkışlı “12 Düet” albümünün de- Pekkan tarafından plak yapılarak ortalığı kavamı niteliğindeki “13 Düet” albümüyle bir sıp kavuran “Her Yerde Kar Var”, Nilüfer’in 1987 tarihli “Geceler” adlı albümünde yer kez daha taptaze karşımıza çıkıyor. Tıpkı bir önceki albümde olduğu gibi bu almıştı. Fecri Ebcioğlu’nun Türkçe sözlealbümde de eski şarkılarını günün popüler riyle naif ve tüm Ebcioğlu sözleri gibi sinek‘rock’ şarkıcıları/gruplarıyla birlikte ve ‘rock’ ten yağ çıkaran kafiyesiyle gülümseten, eski düzenlemelerle seslendiriyor Nilüfer. Her nesil bu romantik şarkıyı Nilüfer bu defa biri kendi kulvarında yol almış, ‘rock’ ve al- Türkçe ‘rock’ın en kendine has gruplarından ternatif müzik sularında farklı eğilimlere Bulutsuzluk Özlemi ile birlikte seslendiriyelken açmış 13 şarkıcının/grubun Nilüfer yor. Nejat Yavaşoğulları’nın müdanasız vokariyerine bir saygı duruşu bu. Aynı zaman- kali, şarkıdaki boynu bükük adama/kadına da ‘düşman kardeşler’in yani ‘rock’ ve pop okkalı bir tokat atar gibi. Beklenen sevgilinin müziğin Nilüfer’in güçlü gölgesi altında yak- gelmeyeceğine, bu versiyondan sonra tamamen ikna olmanız çok mümkün. Nilüfer’in tıkları barış çubuğu. ilk kez 1992 yılında seslendirdiği “Kavak BULUŞMALAR Yelleri” ise bir Feridun Düzağaç düeti için Albüm “Hatıralar Hayal Oldu” ile başlı- en doğru seçim olmuş. Yine bir ‘60’lı yıllar yor. İlk kez 1967 yılında Dario Moreno’nun Ajda Pekkan şarkısı olan ve Nilüfer tarafınsesinden dinlediğimiz, Nilüfer’in ise 1982 yı- dan 1987 yılında plağa okunan “Yaşamak Ne lında plağa okuduğu bu aranjman klasiği şar- Güzel Şey”, bu albümde Kargo ve Nilüfer kıyı albümde Nilüfer - Gripin düetiyle dinli- düetiyle, hâlâ o yıllarda kalmış, her nasılsa yoruz. Ne bir eksik, ne bir fazla; standart bir bugüne gelememiş bir düzenlemeyle çıkıyor

54


648-milsanat-54-55

2/26/13

1:01 PM

Page 3

karşımıza. Hemen ardından gelen ve 1992 tarihli bir Onno Tunç şaheseri olan “Dokun Bana” ise Mor ve Ötesi ile Nilüfer’in doğru şarkıda buluşamadığı duygusunu uyandırıyor dinleyende.

ALBÜMÜN EN DİŞİ ŞARKISI Bu albümdeki tek kadın eşlikçi Deniz Özbey’i Nilüfer - Vega düeti “Ta Uzak Yollardan”da dinliyoruz. 1982 yılında hem Nilüfer, hem de Selçuk Ural tarafından farklı Türkçe sözlerle plak yapılan bu adaptasyon şarkının Nilüfer versiyonu fazla arabesk öğeler içerdiği için TRT denetiminden geçememiş, “Affet” adını taşıyan Selçuk Ural versiyonu ise siyah beyaz ekranda bir hayli sıklıkla karşımıza çıkmıştı. Dinlerken şarkının bu hali o vakitler yapılsaydı denetimden geçer miydi diye düşünmedim değil. Özbey’in diksiyonu nedeniyle geçemezdi muhtemelen ama ne gam; “Ta Uzak Yollardan” en çok da o vokalin etkisiyle albümün en dişi şarkısı olmuş. ‘90’lı yılların dans şarkılarından biri olarak hafızalara kazınan “Şov Yapma”nın 2013 versiyonunda Model ve Nilüfer’i birlikte dinliyoruz. Albümün en dinamik, en modern düzenlemelerinden biri bu. Ardı sıra gelen Nilüfer - Manga düeti ise, daha önce kulağımıza eğlenceli bir pop şarkısı olarak takılan “Eğrisi Doğrusu”dan depresif ve bir parça da provakatif bir ‘electro-rock’ şarkı çıkarıyor. Henüz iki albüm ve bir tekli yayımlamış olmasına karşın çok parlak bir ivme göstermiş Zakkum’un yakın zamanda “Anason”la girdiği, sonrasında “Ben Böyle Değildim”le içmeye devam ettiği meyhane meğerse “Agora Meyhanesi” imiş; bunu da bu albümde öğreniyoruz. Zakkum bir kez de Nilüfer’le birlikte efkâr dağıtıyor ama ‘rock’ı alaturkalaştırmıyor bu defa, albümün konsepti gereği alaturkayı ‘rock’laştırmaya soyunuyor. Sonuç bir önceki albümde yer alan “İntizar”dan çok da farklı olmuyor ne çare; olmuyor, olamıyor... Eski şarkıları yeniden seslendirirken vokal partisyonlarının oktavlarından yola çıkarak alışageldiğimiz melodilerinin ters yüz edilmesini yaratıcılık ve farklılık olarak kabul ederseniz, Pinhâni marifetiyle yenilenmiş “Dünya Dönüyor”u albümün en farklı ve yaratıcı düzenlemesi kabul edebilirsiniz. Ben edemedim bir türlü. Ama Pinhâni’dir, ne yapsa orijinaldir, ne söylese yeridir derseniz bu ‘rock’ albümün ayrık otu “Dünya Dönüyor” olabilir pekala. Neden sona saklandığını bilemediğim Çilekeş - Nilüfer düeti “Değişir Dünya” ise albümün en iyilerinden biri olarak ilk dinleyişte kulağa çarpıyor. Sonuç olarak Nilüfer ne söylese dinleriz; dinledik, bunu da dinleyeceğiz. Ama bir üçüncü ‘rock’ albüm daha ister miyiz? Sanırım istemeyiz. MS

Nilüfer, Gripin, Emre Aydın, Model ve Bulutsuzluk Özlemi’nin arasında olduğu isimlerle düet yaptı.

Sonuç olarak Nilüfer ne söylese dinleriz; dinledik, bunu da dinleyeceğiz. Ama bir üçüncü ‘rock’ albüm daha ister miyiz?.. Sanırım istemeyiz. 55

Milliyet SANAT Mart 2013


MÜZİK

648-milsanat-56-57

2/25/13

3:54 PM

Page 2

Mavi mavi masmavi Tuluğ Tırpan’ın eserleri dünyanın en önemli konser salonları ve festivallerde seslendirildi.

Özgün doğaçlamaları ile Balkan ve Türk şarkılarına, klasik müzik eserlerine getirdiği benzersiz yorumuyla tanınan Tuluğ Tırpan, Volkan Hürsever ve Ediz Hafızoğlu’ndan oluşan Tuluğ Tırpan Trio, taze albümü “My Blue Color”ı çıkarttı. Albümün ilk konseri 18 Mart’ta. ERAY ERTİMUR erayaytimur@gmail.com

MEVSİMSEL duygu bozukluğumu yüzüncü kez konu etmek istemem ama durum böyle. Eylül’den nisana kadar her günü tek tek sayıp kışın bitmesini bekleyen biriyim. Başta kendim olmak üzere herkesten ve her şeyden çok sıkıldığım şu günlerde sıkılmadığım birkaç şeyden biri ise “My Blue Color”ı evire çevire dinlemek... Tuluğ Tırpan Trio’nun masmavi tınıları yüreğime bulutsuz gökyüzünün, fırtınasız denizin ılıklığını serpiyor. Ve bu aşırı dokunaklı cümleyi kurabildiğime bakılırsa, “My Blue Color”ı şöyle bir güzelce anlatmam gerekiyor ki, önce bir Tuluğ Tırpan biyografisi vereyim kısaca. Milliyet SANAT Mart 2013

Tırpan, Bilkent Üniversitesi’nin ardından Viyana Konservatuvarı ve Viyana Akademisi’nde piyano, kompozisyon ve oda müziği eğitimi aldı. 2002 yılında George Orwell’in “1984”ünden esinlenerek bestelediği “Hearts” müzikali Musical Coctail dergisi tarafından son yıllarda Almanca konuşulan ülkelerde bestelenmiş en iyi müzikal olarak değerlendirildi. 2004 yılında müzik direktörlüğünü yaptığı Scherzo Yaz FestivaliKlagenfurt’da Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü” operasının temalarından yola çıkarak bestelediği caz stilindeki ikinci müzikali “Figaro” büyük beğeni toplayıp sonraki sene Bloch & Erben Yayınevi tarafından satın alındı. 2007 yılında bestelediği “Mevlana Senfonik Şiiri” ile eleştirmenlerden ‘sıra dışı, nefes kesen ve yılın en dikkate değer eseri’ övgüsünü alan Tuluğ Tırpan, 21. Ankara Film Festivali’nde “Büyük Oyun” filmi ile en

56

iyi müzik ödülüne layık görüldü. Jazzeit tarafından yılın en ilgi çeken albümlerinden biri olarak gösterilen “My Red Color”ı 2007’de kaydeden sanatçı 2009’da ikinci albümü “My Green Color”ı çıkarttı; Sertab Erener ve Fahir Atakoğlu ile Carnegie Hall ve Kodak Tiyatrosu’nda iki konser verdi. Eserleri dünyanın en önemli konser salonları ve festivallerinde seslendirilen Tırpan, “My Red Color” ve “My Green Color”ın ardından renkler serisini kontrbasta Volkan Hürsever ve davulda Ediz Hafızoğlu ile kaydettiği “My Blue Color” ile noktaladı. Esasında ilk albümü “My Red Color”a başlarken bir üçlemeden öte gökkuşağının tüm renklerini kaydetmeyi amaçlıyordu. Nitekim şu anda elimizde bir üçleme var ama ileride diğe renkleri de kaydetmesi kuvvetle muhtemel. Gökkuşağına yeni renkler eklenene dek kırmızı, yeşil ve mavi-


648-milsanat-56-57

2/25/13

3:54 PM

Page 3

Tuluğ Tırpan piyanoda, kontrbasta Volkan Hürsever ve davulda Ediz Hafızoğlu (soldan sağa) Tırpan Trio’da.

nin evveliyatına ve hangi müzikleri temsil ettiğine de dilerseniz değinelim.

“ÜSKÜDAR’A GİDER İKEN”

Esasında Tuluğ Tırpan ilk albümü “My Red Color”a başlarken bir üçlemeden öte gökkuşağının tüm renklerini kaydetmeyi amaçlıyordu. Nitekim şu anda elimizde bir üçleme var ama ileride diğer renkleri de kaydetmesi kuvvetle muhtemel.

2000’lerde sıkça Viyana’daki Brezilyalı müzisyenler ile çalışan Tırpan bu süreçte İzabel Padovani, Ronaldo Saggiorato, Fernando Paiva gibi isimlerden Brezilya müziğinin akıl almaz zenginlikteki dünyasını öğrenmiş ve onların teşvikiyle kendi renkleri çaldılar’ demesi idi. Ben de bu küçük meloile bir dünya yaratacağı pusulayı edinmiş. diyi alıp farklı dillerde farklı kıyafetler giyAnnesine ithaf ettiği ilk albümü “My Red dirdim ve çok başarılı bir prömiyer oldu. ArColor”la başlayan yolculuğun devamını ken- dından albümde de iki farklı dilde -Türkçe disi şöyle anlatıyor: “Aynı dönem Laço Tay- ve Boşnakça- bu şarkıyı kullandım. fa, Mehmet Ali Sanlıkol ve Aydın Esen’in ‘Yeşil’i evlendikten ve Türkiye’ye dönbenzeri çalışmalarındanda çok etkilendim. dükten sonra kaydettim. Benim için kök salHatta öyle ki en büyük hayalim bir Türk Ira- mayı temsil eden bir albümdür. Yine bu topkere’si yaratmaktı. İşte bu heyecanla ilk al- rakların rengini aktarmaya çalıştığım bir çabümün repertuvarını oluşturdum. Tesadü- lışma idi. Virtüöz bir davulcu olan Antonio fen bu dönemde Viyana Halk Müzikleri Sanchez ile çalıştım. Başta beni tanımadığı Araştırmaları Enstitüsü bana ‘Üsküdar’a Gi- için çok istemediğini ama besteleri duyunder iken’ teması üzerine çeşitlemeler yaz- ca çok ilgilendiğini söyledi. İki gün gibi kısa mam için sipariş verdi. Nasıl yaparım ede- bir zamanda kaydedip bitirdik, herkes kenrim derken, Bulgar yönetmen Adela Pee- di yoluna gitti. Beni zenginleştiren, cesaretva’nın ‘Wem gehört das lendiren bir iş oldu”. Lied’ yani ‘Bu Kimin MeÜÇ RENK: MAVİ lodisi’ isimli çok ilginç bir belgeselini izledim. YöVe nihayet geliyoruz “My netmen zararsız gibi göBlue Color”, maviye... Doğaçzüken bu minik melodilamanın en üst seviyede oldunin kimi zaman bir aşk ğu bu albüm Balkan şarkılarışarkısına, kimi zaman dinın dünyasında geziniyor. Çani bir ilahiye, kimi zaman la çala bulunmuş bu repertuda askeri bir marşa dövarda öyle aman aman bir nüşmesini traji komik bir aranjman ya da beste yer almışekilde işliyordu. ‘Üsküyor ve üçlünün samimi çalımı “My Blue Color” dar’a ...’ melodisi Türkiye, sayesinde kağıtta yazmayanı Tuluğ Tırpan Trio Yunanistan, Makedonya, bulma riskini başarıyla atlatOMüzik Arnavutluk, Bosna, Sırmışa benziyor. 14.90 TL bistan ve Bulgaristan’ı Tuluğ Tırpan, Volkan kaplayan upuzun bir yolHürsever ve Ediz Hafızoğlu culuk yapmıştı. Aynı şaryaklaşık iki sene önce birlikte kı ama farklı şarkı sözleri, farklı anlayış. De- birtakım enteresan sesler çıkardıkları, birğişmeyen tek şey Peeva’nın gittiği her yerde birlerini oraya buraya ittirdiklerini, gülüp insanların ‘Bu şarkı bizim şarkımız, bizden ağladıklarını fark edince sırf keyif aldıkları

57

için provalar yapmaya başlamışlar. Birlikte müzik yapmanın hazzı, işte bütün mesele bu. Bu trio sonuçta bir EST değil ama çok dengeli paslaşıyor. Bu denge ve paslaşma kısmını dinlemeden-dinletmeden nasıl anlatırım bilemiyorum ama bir caz trio’sunun her türlü tınısal zenginliğe ve deneyselliğe çok açık olduğunu biliyoruz. Ve tüm triolardaki ana prensip birbirini dinleme. İşte böylesi bir ortak dil yaratma çabası ve her çalışta birbirini keşfetme hali Tuluğ Tırpan Trio’yu çekici hale getirmiş. Son zamanlarda caz arşivlerimizi şenlendiren markalardan Lin Records etiketiyle yayınlanan “My Blue Color ”ın açılış parçası “Eski Ev” yıkılıp giden değerlere, belleklerimizin değiştirilmesine bir öykünme. Dört ana bölümden oluşan, yazılı bir besteden ziyade doğaçlama haritası diyebileceğim bir parça. Ardından gelen “Jovana Jovanke” ise Bosna halk şarkısı. Gözümüzün önünde yitip giden Balkanlar’a içinden Bach, Gurdjieff, Ligeti’den etkileşimler içeren bir ağıt niteliğinde. “Ajde Jano” tam tersi. Düğün dernek coşup taşma parçası. Bir Makedon şarkısı olan “Veco Davno”nun melankolisinin devamında “Tuluz Buluz” da efsanevi caz piyanisti ve besteci Thelonious Monk’a saygı sevgi niteliğinde bir küçük parçacık. Durumlar böyleyken bendeniz de Tuluğ Tırpan Trio’ya sevgi ve saygı niteliğinde bir küçük yazıcık yazabildiğim için çok mesudum. Bundan sonra “My Blue Color”la konserlerde buluşmayı umuyorum, sık sık ve bol bol. Bunun için ilk durağım da 18 Mart’ta Nardis olacak. Beni seven arkamdan gelsin... MS Milliyet SANAT Mart 2013


MÜZİK

648-milsanat-56-57

2/26/13

1:03 PM

Page 2

Mavi mavi masmavi Tuluğ Tırpan’ın eserleri dünyanın en önemli konser salonları ve festivallerde seslendirildi.

Özgün doğaçlamaları ile Balkan ve Türk şarkılarına, klasik müzik eserlerine getirdiği benzersiz yorumuyla tanınan Tuluğ Tırpan, Volkan Hürsever ve Ediz Hafızoğlu’ndan oluşan Tuluğ Tırpan Trio, taze albümü “My Blue Color”ı çıkarttı. Albümün ilk konseri 18 Mart’ta. ERAY ERTİMUR erayaytimur@gmail.com

MEVSİMSEL duygu bozukluğumu yüzüncü kez konu etmek istemem ama durum böyle. Eylül’den nisana kadar her günü tek tek sayıp kışın bitmesini bekleyen biriyim. Başta kendim olmak üzere herkesten ve her şeyden çok sıkıldığım şu günlerde sıkılmadığım birkaç şeyden biri ise “My Blue Color”ı evire çevire dinlemek... Tuluğ Tırpan Trio’nun masmavi tınıları yüreğime bulutsuz gökyüzünün, fırtınasız denizin ılıklığını serpiyor. Ve bu aşırı dokunaklı cümleyi kurabildiğime bakılırsa, “My Blue Color”ı şöyle bir güzelce anlatmam gerekiyor ki, önce bir Tuluğ Tırpan biyografisi vereyim kısaca. Milliyet SANAT Mart 2013

Tırpan, Bilkent Üniversitesi’nin ardından Viyana Konservatuvarı ve Viyana Akademisi’nde piyano, kompozisyon ve oda müziği eğitimi aldı. 2002 yılında George Orwell’in “1984”ünden esinlenerek bestelediği “Hearts” müzikali Musical Coctail dergisi tarafından son yıllarda Almanca konuşulan ülkelerde bestelenmiş en iyi müzikal olarak değerlendirildi. 2004 yılında müzik direktörlüğünü yaptığı Scherzo Yaz FestivaliKlagenfurt’da Mozart’ın “Figaro’nun Düğünü” operasının temalarından yola çıkarak bestelediği caz stilindeki ikinci müzikali “Figaro” büyük beğeni toplayıp sonraki sene Bloch & Erben Yayınevi tarafından satın alındı. 2007 yılında bestelediği “Mevlana Senfonik Şiiri” ile eleştirmenlerden ‘sıra dışı, nefes kesen ve yılın en dikkate değer eseri’ övgüsünü alan Tuluğ Tırpan, 21. Ankara Film Festivali’nde “Büyük Oyun” filmi ile en

56

iyi müzik ödülüne layık görüldü. Jazzeit tarafından yılın en ilgi çeken albümlerinden biri olarak gösterilen “My Red Color”ı 2007’de kaydeden sanatçı 2009’da ikinci albümü “My Green Color”ı çıkarttı; Sertab Erener ve Fahir Atakoğlu ile Carnegie Hall ve Kodak Tiyatrosu’nda iki konser verdi. Eserleri dünyanın en önemli konser salonları ve festivallerinde seslendirilen Tırpan, “My Red Color” ve “My Green Color”ın ardından renkler serisini kontrbasta Volkan Hürsever ve davulda Ediz Hafızoğlu ile kaydettiği “My Blue Color” ile noktaladı. Esasında ilk albümü “My Red Color”a başlarken bir üçlemeden öte gökkuşağının tüm renklerini kaydetmeyi amaçlıyordu. Nitekim şu anda elimizde bir üçleme var ama ileride diğe renkleri de kaydetmesi kuvvetle muhtemel. Gökkuşağına yeni renkler eklenene dek kırmızı, yeşil ve mavi-


648-milsanat-56-57

2/26/13

1:04 PM

Page 3

FOTOĞRAF: CEYLAN ERTEM

Tuluğ Tırpan piyanoda, kontrbasta Volkan Hürsever ve davulda Ediz Hafızoğlu (soldan sağa) Tırpan Trio’da.

nin evveliyatına ve hangi müzikleri temsil ettiğine de dilerseniz değinelim.

“ÜSKÜDAR’A GİDER İKEN”

Esasında Tuluğ Tırpan ilk albümü “My Red Color”a başlarken bir üçlemeden öte gökkuşağının tüm renklerini kaydetmeyi amaçlıyordu. Nitekim şu anda elimizde bir üçleme var ama ileride diğer renkleri de kaydetmesi kuvvetle muhtemel.

2000’lerde sıkça Viyana’daki Brezilyalı müzisyenler ile çalışan Tırpan bu süreçte İzabel Padovani, Ronaldo Saggiorato, Fernando Paiva gibi isimlerden Brezilya müziğinin akıl almaz zenginlikteki dünyasını öğrenmiş ve onların teşvikiyle kendi renkleri çaldılar’ demesi idi. Ben de bu küçük meloile bir dünya yaratacağı pusulayı edinmiş. diyi alıp farklı dillerde farklı kıyafetler giyAnnesine ithaf ettiği ilk albümü “My Red dirdim ve çok başarılı bir prömiyer oldu. ArColor”la başlayan yolculuğun devamını ken- dından albümde de iki farklı dilde -Türkçe disi şöyle anlatıyor: “Aynı dönem Laço Tay- ve Boşnakça- bu şarkıyı kullandım. fa, Mehmet Ali Sanlıkol ve Aydın Esen’in ‘Yeşil’i evlendikten ve Türkiye’ye dönbenzeri çalışmalarındanda çok etkilendim. dükten sonra kaydettim. Benim için kök salHatta öyle ki en büyük hayalim bir Türk Ira- mayı temsil eden bir albümdür. Yine bu topkere’si yaratmaktı. İşte bu heyecanla ilk al- rakların rengini aktarmaya çalıştığım bir çabümün repertuvarını oluşturdum. Tesadü- lışma idi. Virtüöz bir davulcu olan Antonio fen bu dönemde Viyana Halk Müzikleri Sanchez ile çalıştım. Başta beni tanımadığı Araştırmaları Enstitüsü bana ‘Üsküdar’a Gi- için çok istemediğini ama besteleri duyunder iken’ teması üzerine çeşitlemeler yaz- ca çok ilgilendiğini söyledi. İki gün gibi kısa mam için sipariş verdi. Nasıl yaparım ede- bir zamanda kaydedip bitirdik, herkes kenrim derken, Bulgar yönetmen Adela Pee- di yoluna gitti. Beni zenginleştiren, cesaretva’nın ‘Wem gehört das lendiren bir iş oldu”. Lied’ yani ‘Bu Kimin MeÜÇ RENK: MAVİ lodisi’ isimli çok ilginç bir belgeselini izledim. YöVe nihayet geliyoruz “My netmen zararsız gibi göBlue Color”, maviye... Doğaçzüken bu minik melodilamanın en üst seviyede oldunin kimi zaman bir aşk ğu bu albüm Balkan şarkılarışarkısına, kimi zaman dinın dünyasında geziniyor. Çani bir ilahiye, kimi zaman la çala bulunmuş bu repertuda askeri bir marşa dövarda öyle aman aman bir nüşmesini traji komik bir aranjman ya da beste yer almışekilde işliyordu. ‘Üsküyor ve üçlünün samimi çalımı “My Blue Color” dar’a ...’ melodisi Türkiye, sayesinde kağıtta yazmayanı Tuluğ Tırpan Trio Yunanistan, Makedonya, bulma riskini başarıyla atlatOMüzik Arnavutluk, Bosna, Sırmışa benziyor. 14.90 TL bistan ve Bulgaristan’ı Tuluğ Tırpan, Volkan kaplayan upuzun bir yolHürsever ve Ediz Hafızoğlu culuk yapmıştı. Aynı şaryaklaşık iki sene önce birlikte kı ama farklı şarkı sözleri, farklı anlayış. De- birtakım enteresan sesler çıkardıkları, birğişmeyen tek şey Peeva’nın gittiği her yerde birlerini oraya buraya ittirdiklerini, gülüp insanların ‘Bu şarkı bizim şarkımız, bizden ağladıklarını fark edince sırf keyif aldıkları

57

için provalar yapmaya başlamışlar. Birlikte müzik yapmanın hazzı, işte bütün mesele bu. Bu trio sonuçta bir EST değil ama çok dengeli paslaşıyor. Bu denge ve paslaşma kısmını dinlemeden-dinletmeden nasıl anlatırım bilemiyorum ama bir caz trio’sunun her türlü tınısal zenginliğe ve deneyselliğe çok açık olduğunu biliyoruz. Ve tüm triolardaki ana prensip birbirini dinleme. İşte böylesi bir ortak dil yaratma çabası ve her çalışta birbirini keşfetme hali Tuluğ Tırpan Trio’yu çekici hale getirmiş. Son zamanlarda caz arşivlerimizi şenlendiren markalardan Lin Records etiketiyle yayınlanan “My Blue Color ”ın açılış parçası “Eski Ev” yıkılıp giden değerlere, belleklerimizin değiştirilmesine bir öykünme. Dört ana bölümden oluşan, yazılı bir besteden ziyade doğaçlama haritası diyebileceğim bir parça. Ardından gelen “Jovana Jovanke” ise Bosna halk şarkısı. Gözümüzün önünde yitip giden Balkanlar’a içinden Bach, Gurdjieff, Ligeti’den etkileşimler içeren bir ağıt niteliğinde. “Ajde Jano” tam tersi. Düğün dernek coşup taşma parçası. Bir Makedon şarkısı olan “Veco Davno”nun melankolisinin devamında “Tuluz Buluz” da efsanevi caz piyanisti ve besteci Thelonious Monk’a saygı sevgi niteliğinde bir küçük parçacık. Durumlar böyleyken bendeniz de Tuluğ Tırpan Trio’ya sevgi ve saygı niteliğinde bir küçük yazıcık yazabildiğim için çok mesudum. Bundan sonra “My Blue Color”la konserlerde buluşmayı umuyorum, sık sık ve bol bol. Bunun için ilk durağım da 18 Mart’ta Nardis olacak. Beni seven arkamdan gelsin... MS Milliyet SANAT Mart 2013


2/25/13

3:34 PM

Page 2

MÜZİK

648-milsanat-58-59

“Kayıp Sessizliğin Anısına Rağmen” eserinin dünya prömiyeri 12 Ocak’ta gerçekleştirildi. Konserin şefi Gürer Aykal’dı...

Dünya tanıyor, sıra bizde 2012’de müziğin Nobel’i kabul edilen Ernst von Siemens Besteci Ödülü’nü kazanan genç müzisyen Zeynep Gedizlioğlu, son eseri “Kayıp Sessizliğin Anısına Rağmen”in dünya prömiyerini Borusan Filarmoni Orkestrası ile gerçekleştirdi. Dünyanın önemli festivallerinden eser siparişleri alan bestecimizi bizim de tanımamızın zamanı gelmedi mi? FİLİZ ALİ ayvalikmusic@gmail.com

YARATTIĞI ürünlerle sınırlarımızın ötesinde tanınan, değeri kazandığı burslar ve ödüllerle tescillenmiş kimi insanımızın ismine gazetelerin manşetlerinde, dergi kapaklarında, twitter ve facebook polemiklerinde sık sık rastlayamazsınız. İçinde yaşadığımız şu zamanda ciddi kültür ve yaratıcı sanat ürününün ancak polemik veya skandal söz konusu olduğunda haber değeMilliyet SANAT Mart 2013

ri vardır da ondan. İşte bu nedenden 1977 İzmir doğumlu Zeynep Gedizlioğlu, Almanya’da 2012 Ernst von Siemens Besteci Ödülü’nü kazandığında memleket basınında kendisine ancak ufacık bir yer bulabilmiştir. Evin İlyasoğlu ve Serhan Yedig gibi müzik yazarları da olmasa Zeynep’in ödül haberi kaynayıp gidecektir sürekli gündemi değişen basınımızda. Zeynep Gedizlioğlu ne yapmıştı da müziğin Nobel’i diye kabul gören bu ödüle layık görülmüştü? O, müzik yeteneğini erkenden fark eden ve müzikle ilgili her şeyi öğrenmek isteğini destekleyen bir ailenin

58

çocuğuydu bir kere. Çocuğunun müziğe yeteneğini fark edemeyen veya fark etse bile desteklemeyen, hatta engel olan onbinlerce aileden birinin kızı olmadığı için çok şanslıydı Zeynep. O, deneysel tiyatrocu Şahika Tekand’ın kızıydı. Serhan Yedig ile yaptığı uzun söyleşide: “Baba kabul ettiğim Esat Tekand iyi bir müzik dinleyicisidir.” diyordu.

ÖNCE OBUA, SONRA PİYANO TRT3 radyosunun devamlı açık olduğu bir evde büyümüştü. Müziğin ABC’sini, dilini, tekniğini öğrenmeye meraklıydı.


648-milsanat-58-59

2/25/13

3:34 PM

Page 3

Çok güçlü bir müzik yaratmıştı Zeynep, ‘sert’ değil ‘güçlü’. 2005 ile 2010 yılları arasında bestelediği eserleri bir arada dinleyebileceğimiz “Kesik” başlıklı CD’sindeki toplam eserlerinde de bu ‘gücü’ hissetmek mümkün. Zeynep Gedizlioğlu, Berlin’de yaşıyor ve hayatını bir besteci olarak kazanıyor.

MSGSÜ Devlet Konservatuvarı’na girdiğinde en çok solfej derslerini sevmişti. Önce obua gibi bir orkestra çalgısını öğrenmeye, ardından da piyanoya başlayınca kendi müzik dilini araştırmaya ve beste denemelerine girişmişti. Çok şanslıydı, çünkü Türkiye’deki bestecilik geleneğinin farklı ekollerinin temsilcileri, Alman/Avusturya/Orta Avrupa ekolünden Necil Kâzım Akses ile Fransız ekolünü temsil eden Cemal Reşit Rey ve Ahmet Adnan Saygun’un öğrencileri konservatuarda hocaydılar. Zeynep, Adnan Saygun’un öğrencisi olan Cengiz Tanç ile başladı bestecilik öğrenmeye. Ama İlhan Usmanbaş, Erçivan Saydam, Babür Tongur, Meliha Doğuduyal ve Hasan Uçarsu’dan da dersler alıyor, bestecilik öğrenimini sağlam temeller üzerinde yükseltiyordu. Aynı zamanda yukarıdaki sıralamada görüldüğü üzere Adnan Saygun ile başlayan ve tek tek halkalarla devam eden usta çırak zincirinin son halkalarından biriydi Zeynep Gedizlioğlu. Çok iyi yetişmiş bir genç besteci olarak Avrupa’ya adımını attığında da şansı yaver gitmişti Zeynep’in. 2000’den 2012’ye kadar geçen 12 yıl boyunca kazandığı burslar, ödüller ve eser siparişleri sayesinde bağımsız bir besteci oldu. Konservatuar arkadaşlarından birinin tavsiyesi üzerine İstanbul’dan kalkıp Almanya’nın Fransız sınırına yakın Saar bölgesindeki Saarbrücken Konservatuarı’na gittiğinde şans karşısına bu kez Theo Brandmüller gibi önemli bir hoca çıkarmıştı. Mauricio Kagel ve Olivier Messiaen’ın öğrencisi olan, Alman yeni müzik akımı içinde tanınan, organist ve eğitimci Brandmüller, Zeynep’in ufkunu genişletmişti.

Zeynep’in bu aşamada birbiri ardına değişik burslar kazandığını, Almanya’dan Fransa’ya geçip Strasbourgh Konservatuvarı’nda Ivan Fedele’nin bestecilik derslerine devam ettiğini görürüz. Ivan Fedele (d. 1953), İtalya’nın Franco Donatoni’den sonra gelen en parlak bestecilerinden biridir. Sanatta yeterlik programı için Zeynep yine Almanya’nın Fransa ve İsviçre sınır kentlerinden uzaklaşmaz ve bu kez Karlsruhe Yüksek Müzik Okulu’nda Wolfgang Rihm’in (d.1952) bestecilik sınıfına devam etmeye başlar. Rihm, dağarında 400’ü aşkın eser ile son elli yılın en verimli Alman bestecisidir. Rihm, Boulez ve Stockhausen’in avant-garde çizgisine tepki gösteren ‘yeni sadelik’ anlayışı taraftarıdır. Zeynep, yeni hocası adına verilen Wolfgang Rihm bursunu da kazanır bu arada. Öğrenmenin ve araştırmanın sonu yoktur düsturu ile yola devam eder Zeynep ve sonunda 2010 yılında Paris’e ulaşır. Paris’te, ister yolun başında, ister ortasında hatta sonunda olan bestecilerin mutlaka hayatlarının bir aşamasında uğradıkları o meşhur IRCAM vardır. 1970’de Fransız Başbakanı Pompidou’nun daveti üzerine Pierre Boulez tarafından kurulan bir müzik araştırma merkezidir Institut de Recherche et Coordination Acoustique/Musique, yani IRCAM. Zeynep, bir yıl IRCAM ses, elektronik ve elektro-akustik müzik laboratuvarlarında çalışır. Bir yıl boyunca kulaklarında kulaklıklarla araştırdığı bu sınırsız ses dünyası onun bir süre sonra beyninin içinde sürekli devam eden si ve do diyez seslerinin devamlı tınlamasına hatta hiç kaybolmamasına neden olur. Sessizliği kaybetmiştir Zeynep!

59

KAYIP SESSİZLİĞİN İZİNDE “Kayıp Sessizliğin Anısına Rağmen” adlı büyük orkestra eseri işte böyle dünyaya gelmiştir. Eseri Zeynep Gedizlioğlu’na Borusan Kültür Sanat ısmarlamıştı. “Bazen sessizlik, ki hiç varolmamıştır, kayıptır...” diyor Zeynep eserini anlatırken ve devam ediyor: “Kayıp sessizliğin anısına rağmen orkestra bağırır. Kayıp sessizliğin anısıyla orkestra susar, bekler, bağırır, tekrar bağırır, tekrar susar, bekler...Bekler... Susar.” Çok uzun zamandır sessizliğin ne olduğunu unuttu bu dünya ve sessizlik sadece Zeynep için kayıp değil aslında. Bağıran, hiç durmadan bağıranların saldırısından kaçacak, sığınacak hiç bir yer kalmadı ama yine de müziğe sığınabiliriz, ki Zeynep işte bunu yapıyor. Eserin dünya prömiyeri 17 Ocak 2013’de Lütfi Kırdar Salonu’nda Borusan Filarmoni Orkestrası tarafından gerçekleştirildi. Şef Gürer Aykal’dı. Çok güçlü bir müzik yaratmıştı Zeynep, ‘sert’ değil ‘güçlü’. Zeynep’in müziğinin sırrı da buradaydı. 2005 ile 2010 yılları arasında bestelediği eserleri bir arada dinleyebileceğimiz “Kesik” başlıklı CD’sindeki toplam eserlerinde de bu ‘gücü’ hissetmek mümkün. Hrant Dink’in anısına bestelediği ”Susma”, Yılmaz Güney’in “Yol” filminden ilham alan “Yol”, “Akdeniz”, “Duvar Boyunca”, “Beni Duyuyorsan, İki Kere Çal”, ve “Kesik”te bestecinin büyük orkestra ile elde ettiği insanı sarsan güçle burada da karşılaşıyoruz. Zeynep Gedizlioğlu hikayesi devam ediyor, o şimdi Berlin’de yaşıyor ve hayatını bir besteci olarak kazanıyor. MS Milliyet SANAT Mart 2013


2/25/13

3:35 PM

Page 2

Son kullanma tarihi geçmiş opera anlayışı

FOTOĞRAFLAR: SERDAR AYDIN

SAHNE SANATLARI

648-milsanat-60-61

“Lale Çılgınlığı”, 21 Mart’ta Haşim İşcan Kültür Merkezi’nde, saat 20.00’de sahnelenecek.

Antalya Operası, Şefik Kahramankaptan’ın yazdığı librettoyla “Lale Çılgınlığı” adlı eseri sahneliyor. Onca emek, içtenlikli müzik, sanatçı teri... Peki sonuç? KEMAL KÜÇÜK kemalkucuk@ttmail.com

Milliyet SANAT Mart 2013

“IV. MURAT”, “Cem Sultan”, “Muhteşem Süleyman” derken birden “Lale Çılgınlığı” çıkageldi Antalya Opera Sahnesi’ne. Tarihi kişilikleri operanın konusu yapmak, Barok dönemden beri çok revaçta. Yunan mitolojisi yanında doğuya ilgisi de fazla ünlü bestecilerin. Vivaldi’nin “Beyazit”i, Handel’in

60

“Timurleng”i, Verdi’nin “Attila”sı ilk akla gelenler. Tabii üçüncüsü ile ilk ikisi arasında yaklaşık 100 yıllık zaman aralığı var. Buna koşut olarak da çok değişen bir opera anlayışı... Barok dönemin da capo aryalarıyla bezeli durağan sahneleme kalıplarından, romantik patlamalarla o günün seyircisinin gö-


648-milsanat-60-61

2/25/13

3:35 PM

Page 3

züne giren, melodram kalıpları içinde yerlerde sürünen âşıklara uzanan bir süreç... Ama hepsinin ortak noktası, trajik bir olay ve onun tarafları olan güçlü tarihi kişilikler... Bestecilerin konuyu bulduktan sonra libretistten istedikleri, akıllarındaki genel müzikal fikirleri sahnedeki karakterlerle olayların niteliklerine uygun bir ‘lirik’le daha küçük parçalara bölüp ‘özelleştirmek’ ve ‘sözelleştirmek’. Bunu yaparken de söz ve müziğin anlamsal uyumunu olabildiğince gözetmek zorundalar. Ama 20. YY’da işin içine yepyeni bir ‘sorun’ daha giriyor: Sahneleme... Eskiden müzik yanında sahnenin de tek hakimi olan orkestra şefi, artık gücünü sahne yönetmeni ile paylaşmak zorunda. Artık sahnelemeyi öne alan güçlü librettolar kaçınılmaz. Ve operanın başyapıtlarını bile günümüz insanına seyrettirebilmek için yepyeni sahneleme düşüncelerini devreye sokmak gerekiyor. Saydığım tüm tarihi konulu operalar, tarihi kişiliklere dayandığı ve trajik olayları konu aldığı için, ama asıl bestecilerin sanatsal gücü nedeniyle günümüzde de izlenebiliyor. Bunun yanında, “Saraydan Kız Kaçırma” ya da “Zaide” gibi tamamen hayali konularıyla günümüz insanı için son derece naif hatta çocuksu konuları içeren librettoya sahip yapıtlar, Mozart’ın müthiş müziğinin gücü ile istisna olarak ayakta duruyor. O librettoyu ortalama bir bestecinin müziği ile bugün kimseye izlettiremezsiniz. Peki biz ne yapıyoruz? 21. YY’da, bir ikisi hariç, tarihi konuların ardına sığınıp, son derece amatör, edebi yönü olmayan, sahneleme biliminden nasibini almamış, teknik olarak zorlama librettolar üzerine, ‘opera müziği’nin temel kurallarını (dramatik müzikal kavramlarını) bile bilmeden yazılmış demode ve sanatsal olarak zayıf müziklerle Türk operalarını çoğaltmaya çalışıyoruz. Ve Adnan Saygun’a, Nevit Kodallı’ya (“Gılgamış” bir başyapıttır) Ferit Tüzün’e ayıp ediyoruz. (Tabii Güngör Dilmen’e de.)

HOLLANDA’DAN OSMANLI’YA Librettoyu yazan Şefik Kahramankaptan, tarihteki ilginç bir dönemi, Hollanda’da 1620’lerde yaşanan ‘Tulipomania’ (Lale Çılgınlığı) ile İstanbul’daki Lale Devri’ni (Aralarında 100 yıllık zaman farkı olsa da) ilişkilendiriyor. Her sınıftan ve her meslekten Hollandalılar işlerini bir yana bırakıp nadir bir lale yetiştirip zengin olmak peşindedir. Lale borsasında, gelecek baharda açması beklenen, henüz ortada olmayan laleler için spekülatif satışlar yapılır. Bir ev ya da çiftlik fiyatına tek bir özel yetiştirilmiş cins lale satılır. Ancak bir süre sonra bu bor-

sa çöker, spekülatif satışlar yasaklanır. Laleler para etmez olur. Bu konuda Türkçeye çevrilmiş “Lale Çılgınlığı” adında iki ayrı kitap var. Kahramankaptan, Türk- Hollanda ilişkilerinin 400. yılı için, konjonktüre uygun bulup, iki ülkeyi birleştiren en önemli ortak değer lale olduğu için, böyle bir libretto yazıp, opera geleneğinin tersine kendisi besteci arayışına girdiğini söylüyor. 1949 doğumlu Gazeteci Şefik Kahramankaptan’ın bu sahnelenen ilk opera librettosu. İlki 1998’de ikincisi yeni sahnelenen iki bale librettosu var. Bale librettosu ile opera librettosu arasında ters bir ilişki vardır. Opera bestesi libretto üzerine, bale librettosu ise çoğunlukla müzik üzerine yazılır. Üstelik, bale librettosu, koreografa yol gösteren bir kılavuz niteliğinde daha basit bir metindir. İş dramatik yapı ve ‘lirik’e gelince zayıflıklar “Lale Çılgınlığı”nda kendini gösteriyor. Yapıt, öncelikle opera türünü belirleyememiş. Libretto yazarı ‘halk operası’ olarak belirtse de, opera seria (ciddi opera) ile opera buffa (komik opera) arasında ortada kalmış. Konu seria için hafif, buffa için yer yer ciddi. Besteci de müzikal anlatımda ortada kalmış. Ali Hoca, beğendiğim yetenekli bir genç bestecimiz. Tonal anlayışla ama samimiyeti olan, kişiliği olan bir müzik yazmaya çalışmış. Ancak librettonun izin verdiği dramatik yapı ve şiirsellik ölçüsünde.

ESERİN ŞANSI, YÖNETMENİ Konu kısaca şu: Değerli eşyaları macera için çalan Fink Van Broot, Lale Borsası Başkanı, Van den Boyl’un bahçesinde ‘Büyük Amiral’ adlı çok değerli bir lale büyüttüğünü öğrenir. Kızını kendine âşık eder ve davet edildiği gece içkilerine uyku ilacı koyarak, lale soğanını çalıp kaçar. Ama aynı gün Lale Borsası çöker ve kağıt üzerinde değerli laleler artık değersizdir. İkinci perdede, çaldığı lale ile Fink Van Broot İstanbul’a gelmiştir. Burada da lale devri yaşanmaktadır. Kendi de lale yetiştiren Damat Paşa, Van Broot’u duyar ve adamlarına yakalattırır. Paşa, değerli bir lalesi olduğunu söyleyen Van Broot’un lalesini özel bahçesine eker. Baharda lale açarsa Van Broot’un yaşamı kurtulacaktır. Van Broot Paşa’nın cariyesiyle aşk yaşar. Baharda lale açar ve hayatı kurtulur. Ödül olarak hem cariye ile evlenir hem de bahçıvanbaşı olur! Böylesine naif bir kurgunun içinde ne bir yan konu ne de girift bir entrika var. Ama iki kısa perde içinde zaman-mekan değişimi gerektiren 6 ayrı tablo var. Böylesine bir eserin şansı, Murat Atak gibi, iyi bir tiyatro

61

Tarihi konuların ardına sığınıp, son derece amatör, edebi yönü olmayan, sahneleme biliminden nasibini almamış, teknik olarak zorlama librettolar üzerine, ‘opera müziği’nin temel kurallarını bile bilmeden yazılmış demode ve sanatsal olarak zayıf müziklerle Türk operalarını çoğaltmaya çalışıyoruz.

rejisörüne teslim edilmesi olmuş. Atak, yaptığı eklemelerle bağlantıları kurmaya çalışırken, mekan ve olay değişimlerini, oyuncuları dondurup döner sahneyi çevirerek sağlamayı başarmış. Bir dramatik gerilimin çözümü olmayan, çocuksu finalde, lalelerin açmasını dans eden balerinlerle simgeleyip, ‘Büyük Amiral’ adlı laleyi simgeleyen dansçıyı iyi bir buluşla tavana yükselterek, finali ortaokul müsameresi olmaktan kurtarmış. Çağda Çıtkaya’nın çok sempatik, hareketli ve hafif dekorları ile Nursun Ünlü’nün pastel ağırlıklı, iyi stilize edilmiş dönem kıyafetleri çok başarılı. Müzik, ilk perdedeki anlayışını, librettonun zorlaması ile ikinci perdede sürdüremiyor. Darbukanın da olduğu (ki o dönemde darbuka kullanılmazdı) bir alaturka zorlaması, gereksiz bir kontrast yaratıyor. Oysa çok daha soyut bir İstanbul esinlenmesi ‘opera’ anlayışına yakışırdı.Yine ‘lirik’in karakterler üzerine değil, hızlı geçen olay üzerine yoğunlaşması nedeniyle, tonal yazılmış bir yapıtta, akılda kalıcı bir arya yer almıyor. Lotte rolünde soprano Burcu Kuru, Sadrazam Damat Paşa’da bas Şafak Güç ve Gülendam rolünde Ebru Kaptan, rollerine yakışan ses renkleri ve oyunculukları ile başarılılar. Ancak, onca emeğe, içtenlikli müziğe, sanatçıların terine, iyi dekora, iyi rejiye karşın; tarih konulu opera yazmakla, tarihte kalmış bir anlayışla opera yapmayı birbirine karıştırırsak, “Lale Çalgınlığı”ndaki gibi opera sanatı adına ‘çağ dışına’ düşeriz. Hem de opera librettosu yazarlığı halen amatör düzeyde olan bir ülkede, çok fena düşeriz! MS Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-62-63

2/25/13

3:36 PM

Page 2

MÜZiKAL GÜNCE NAİM DİLMENER

naimdilmener@gmail.com

46 müzisyenden ortak paydası insan olan 46 şiir... Ragga Oktay’ın ritim ile savaşı... Defans’ın albümünü kendinizi hırsız hissetmeden indirebilirsiniz... Bilal Karaman’ın yeni albümü... Can Atilla: Adlı adınca bir ‘derya’... Birsen Tezer’den insanı esir eden “İkinci Cihan”...

Bir kısım insanın hâlâ umudu var 1 ŞUBAT CUMA Kimi eleştirmenler ciddiye almaz Ragga Oktay’ı. Ben ise çok severim, ta başından beri. O ve Mansur Ark, ‘90’lı dalga içinde ritim ile en fazla oynamış isimlerdir ve bu arayışlar da her seferinde işe yarar (hatta bazen, adlı adınca ‘parlak’) sonuçlar vermiştir. İkisine de saygım/sevgim bundandır. “Normal mi?” adlı son albümde de, Ragga Oktay’ın ritim ile savaşı sürüyor. Bu sefer de parlak sonuçlar elde edilmiş. Şarkılar (tabiri caiz) ‘yağ gibi’ kayıyor baştan sona. Melodi konusunda da az yaratıcı değildir zaten ve yeni/eski melodi fark etmez, arar/bulur, kullanır ve bambaşka bir şey elde eder, YEPYENİ bir şey. Her seferinde öyle olmuştur, bu sefer de öyle. Uyum da emsalsiz; eksik yok yani, şarkılar kapı gibi... Yıldız Tilbeli düet (Altan Çetin ve Destan düetleri de mevcut) “Gitme Kal”ı özellikle sevdim, dört başı mamur bir şarkı.

3 ŞUBAT PAZAR (Müziği seyretmeyi değil dinlemeyi tercih eden biri olarak) YouTube’ta gezinmek pek adetim değildir ama twitter’dan gelen bir link’e bakayım derken Kırmızı’nın video’suna denk geldim. İlk single’larından beri sevdiğim ve çok ciddiye aldığım bu grup, saygı duyulası (hatta önlerinde yerlere kadar eğilesi) bir şey yapmış ve “Araf” adlı şarkılarının video’sunu, “Türkiye’deki milyonlarca şiddet mağduru kadına adanmıştır” cümlesiyle başlatmış. http://www.youtube.com/watch?v=hk

Milliyet SANAT Mart 2013

2QaggE3g0 link’ine, özellikle vurarım/kırarım/asarım/keserimci erkeklerin tıklamasını isterdim. Utanmaya/yüz kızarmasına, ardından da kendine gelinmesine ihtiyaç büyük. Hürriyet’in “Aile İçi Şiddete Son” kampanyası dahilinde yapılan bu şarkı/video ile meseleye dikkatler, biraz daha çekilmiş olacak.

4 ŞUBAT PAZARTESİ Genç yaşına rağmen memleketin en mühim gitaristlerinden biri haline geldi Bilal Karaman. Çocuklukta başlayan gitar tutkusu/takıntısı, müzisyeni buralara kadar taşıdı işte. Muhtelif müzisyenlerin de el verdiği yeni albümü “Patika”da, hem müzisyenin kendi besteleri, hem de başka bestecilerinkiler yer alıyor. Ayrıca anonim ezgiler de var, (iyi anlamda) arabeskin başyapıtlarından “Tanrı İstemezse” de. Böylesine farklı kaynaklardan oluşturulmuş mükemmel bir repertuvar, enstrümanına tutkun bir müzisyenin eliyle mükemmel ötesi bir albüme dönüştürülmüş. Dinlerken kendimi patikalarda da buldum, sonsuza kadar uzanıyormuş gibi duran geniş ve ferah yollarda da. “Tanrı istemezse yaprak düşmezmiş”, müzisyen isterse ama ‘duble yol’ sakaletine hiç ama hiç bulaşmadan dünyalar kurabilir/kapılar açabilirmiş; kendisi için de, bizim için de.

5 ŞUBAT SALI İzmir kökenli rock (‘n roll) grubu Defans (kurulduklarında “Punch”mış adları), kendi

62

Defans, ilk albümünü dinleyicilerine internetten ulaştırıyor. Bilal Karaman

adlarını taşıyan ilk albümlerini defans.tv adlı, internet sitelerinden ulaştırıyor sevenlerine. Bu çağda dahi, takdir edilesi bir davranış biçimi. “Bizimle ilgiliyseniz, gelin ve alın” diyorlar; para yok/kart yok. İndirenin de kendisini ‘hırsız’ hissetmeyeceği/saymayacağı bir imkan. Bunu Zardanadam başlatmıştı kaç yıl önce; “Biz konserlerden, canlı performanslardan para kazanıyoruz; albüm


648-milsanat-62-63

2/25/13

3:36 PM

Page 3

jürinin bazen birini, bazen ikisini birden devreye sokabiliyorlar. Bakalım bu sene durum nedir? Yarışanlar arasında hiç tanıdık yok. Bir tek Max Gazze tanıdık ama o dahi genç kuşak sayılır benim için. Belli ki Nada, Anna Oxa ve benzerleri bu yarışmadan umutlarını kesmiş durumdalar. Hayırlısı.

15 ŞUBAT CUMA

Her şarkı bir çığlık 8 ŞUBAT CUMA Mabel Matiz’in ikinci albümü “Yaşım Çocuk”, kendi adını taşıyan ilk albümü gibi. Çok farklı, hatta tamamıyla kendine özgü, her şarkı ayrı birer çığlık. Hem toplumsal hem de bireysel olarak iyi olmadığımız, artık yedi cihanın malumu. Kayar, düşer ve hatta batarken atılabilecek her çeşit ya da biçimdeki çığlıkların, şarkı karşılıkları var bu albümde. İlk albümden farklı olarak, Yıldız Tilbe (“Aşk Yok Olmaktır”) ve Mete Özgencil (“Zor Değil”) imzaları da var albümde ve her iki isim de, Matiz’in karanlığını daha da koyultmuş.

de, bizi gelip dinleyenlere/seyredenlere hediyemiz olsun,” diye özetlenecek bir gerekçe ile ücretsiz dağıtmıştı. Ardından da Bandista; bu grup, her albümünü bu yolla ulaştırdı, hala da öyle yapıyor. Yeni çağa/yeni yollar gerekiyor. Bu yeni yolları da daha çok, kendilerini mutlaka farklı bir yerde gören/farklı bir yere konumlayan rock ve alternatif gruplar deniyor. Son örneği de Defans. Başta albümü açan şarkıları “Aşk Diyorlar” olmak üzere, tamamı ortalamanın üzerinde şarkılardan oluşan derli/toplu/tutarlı bir albüm yapmışlar. Hedefimiz defans nokta tv.

10 ŞUBAT PAZAR Birsen Tezer’in “İkinci Cihan”ı, aynen birinci “Cihan” gibi esir aldı beni. Demesi gerekenlerden en ufak bir tavizde bulunmadan ama yine de olabildiğince sakince, bağırmadan/çağırmadan söyleyebilen kaç ozan ya da kaç yorumcu var ki? ‘Ben’ ya da ‘sen’ demeden, mutlaka ‘biz’ demeye getirerek dahil ediyor şarkılara insanı. Bu nedenle de şarkı-

Birsen Tezer

daki ‘mutluluk’ da (benim de dahil olduğum) ‘bizim’ oluyor; ayrılık, ihanet, acı ve hüzün de. Bazı şarkılar, bazı dizeler özellikle müthiş, “Boşver”deki şu dizeler gibi: “Boşver, boşver bize iç/İç, bizi boşver/Boşver, boşver/Ben de öyle yaptım zaten...” Belki bitmiş/belki bitmemiş ama kesinlikle yürü(tüle)memiş bir ilişki, bundan daha güzel, bundan daha zekice anlatılabilir mi?

11 ŞUBAT PAZARTESİ Can Atilla’nın yeni albümü “Leyla ile Mecnun”, sanatçının önceki albümleri gibi; çok derin/çok hikayeli/çok katmanlı... Can Atilla’nın yaptığı müzik (en azından bağlı olduğu firma tarafından) ‘elektronik new age’ olarak adlandırılıyor ama ben her albümünde/her seferinde, bundan çok daha fazlasını görmüş ya da hissetmişimdir. Bence tanımlar/etiketler üstü bir müzik Can Atilla’nın yaptığı. İnsan ruhunun/dimağının bin bir halini/şeklini katıyor yaptıklarına. Aslında demek istediğim tam da şu: Sanatçının her yaptığının içinden/arasından romanlar/ filmler akıp duruyor. Bir kısmı, onun bize gösterdiği işaretler ile görülebilir/anlaşılabilir olmakta. Ama bir kısmı da, hayal dünyamızın gücü ile orantılı olarak bize görünür olmakta. Adlı adınca bir ‘derya’ Can Atilla.

12 ŞUBAT SALI 63. Sanremo bu akşam başladı. Heyecanla açtım Rai 1’i ama öyle çok konuşan (1 erkek+1 kadın) 2 sunucu koymuşlar ki bir türlü şarkılara geçemediler. Geçtiklerinde de anladım ki bu sene yine kural değişikliği yapmışlar; her yarışmacı 2 şarkı söylüyor ve bunlardan biri, o saniye yapılan oylama sonucunda eleniyor, finale diğeri kalıyor. Finalde de oylama metodu değişmiş olabilir. Halk (telefon ve SMS’lerle) ve profesyonel

63

Serdar Ayyıldız’ın “Dualis”inde tek şarkı var ama 7 (re)mix boyu 48 dakikaya yakın müzik de var. Müzik piyasasındaki (sonu gelmez) kriz nedeniyle single’a doğru bir kayma başlamasına başladı ama hepsi de azalmış bütçeler nedeniyle fazla şarkılı/mixli değildi. Bir kısmı zaten yasak savma kabilinden (ya da “Aman unutulmayayım, bir şeyler yapmış görüneyim” mealinde) şeylerdi ama üstünde ciddi ciddi durulmuş single’larda dahi bu çapta/sürede iş (ya da müzik) yoktu. Ayyıldız’ın yaptığı, Prince’ın “Gett Off” ile ‘90’ların başında ortalığı birbirine katan single’ında yaptığı ile aynı. Tek şarkılık bir single’da, bu kadar çok müzik mucize gibi. Popüler müziğimizin başladığı günden bugüne kadar yapılan albümlerin büyük bir kısmının süresinden daha uzun bir süre bu. Single ama albümden uzunÖ Kimileri biraz oradan/biraz buradan kısmaya meraklı değil demek ki. Yapınca, layıkıyla yapıyorlar. Bizim buralarla başka yerleri iç içe geçirmiş “Dualis” çok da güzel bir şarkı. Her mix’inde ayrı bir tat var. Ayyıldız kadar, prodüktör Cihan Sezer de elleri patlatırcasına alkışı hak ediyor.

21 ŞUBAT PERŞEMBE “Akustik Şiirler” adlı kitapta, 46 müzisyen (ya da yorumcunun) 46 şiirini aynı kitapta yan yana getirmiş Kadri Karahan. Yıllardan beridir kendi internet sitesinde müzik üzerine söz alan, farklı çerçeve ve bakış açılarıyla kendine özgü bir eleştiri biçimi yakalayan Karahan; aralarında Doğan Canku ve İlhan İrem gibi evladiyelik, Nazan Öncel ve Sezen Aksu gibi kalplerin anahtarlarını elinde tutmuş, Birsen Tezer ve Mehtap Meral, Çiğdem Erken, Züleyha gibi günümüzün en iyilerinden bir kısım ismi tek kitapta ve (şarkılarıyla değil) şiirleri ile birleştirmiş. Ortak payda ‘insan’. Giderek ciddiye al(ın)mayan, giderek yokuş aşağı kayan ‘insan’ üzerine/için yazmış bütün kalemler. Çoğunluk ne derse desin, ne düşünürse düşünsün, ne yaparsa yapsın, farketmez; bir kısım insanın, hem kendilerinden, hem de geri kalandan yana hâlâ umudu var. MS

Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-64-65

2/25/13

3:39 PM

Page 2

ALBÜM

yerli

ALİŞAN ÇAPAN

alisancapan@hotmail.com

“Gelecekle Randevum Var” – Kargo (DMC Müzik) ★★★

Can Gox

Rock müziğimizin kıdemli gruplarından Kargo 20. yılını yeni bir albümle kutlamaya hazırlanıyor. “Gelecekle Randevum Var” adlı albümün kayıtları Los Angeles, Marşandiz Stüdyoları ve Erekli/Tunç Stüdyoları’nda gerçekleştirilmiş. Toplam dokuz şarkılık albümde 1 cover, 4 de düet yer alıyor. Yıllar önce Semiramis Pekkan’ın seslendirdiği “Bana Yalan Söylediler” oldukça başarılı bir Kargo yorumu olmuş. Deniz Özbey’le beraber seslendirilen “Beni Bırakma”, Zuhal Olcay’la “Bize Ait”, Özge Fışkın’la “Kendine İyi Bak” ve Ömer Ahunbay’la “Akvaryum” albümün düetleri. 19.90 TL.

“Gece” - Hazal Selçuk (Odeon) ★★★

“Yalnızım Ben” Can Gox (EMI) ★★★ Son dönemin yetenekli müzisyenlerinden Can Gox’u (Can Göksun) Blues-Mobil grubunun solisti olarak tanımıştık. Gox önce “Kaybedenler Kulübü” filminin soundtrack albümüyle, daha sonra da “Kuzey Güney” dizisinde yayınlanan Seyyid Nesimi’nin türküsü “Haydar Haydar” yorumuyla kısa sürede kitlelere mal oldu. Şimdi sırada ilk albümü “Yalnızım Ben” var. Can Gox’un caz ve blues kökenli kendine has uslübuyla besteleyip icra ettiği şarkılar mevsimin en iyi albümlerinden birinin habercisi. 14.90 TL.

klasik Itzak Perlman

Hazal Selçuk, “Gece” adlı ikinci albümünü geçtiğimiz günlerde Odeon etiketiyle yayınlandı. Albümde yer alan 11 şarkının da bestesi Hollanda’da yaşayan Selim Doğru’ya ait. Selçuk on şarkının sözlerini kaleme alırken bir şarkıda da ünlü İspanyol şair Federico Garcia Lorca’nın “Yeşil Göğün Üstünde” şiirini kullanmış. Hazal Selçuk 1989 yılında katıldığı 34. Eurovision Şarkı Yarışması’yla popüler müziğimize hızlı bir giriş yapmış ancak daha sonra tiyatro çalışmalarına yoğunlaşmayı tercih etmişti. 2. albümde müzikseverlerin karşısına Selim Doğru eşliğinde çıkan Selçuk dört başı mamur bir çalışmaya imza atmış. 16.90 TL.

“Bruch & Mendelssohn: Violin Concertos” / Itzhak Perlman (EMI Classics) ★★★★★ Klasik müzik tarihinin en önemli keman virtüözlerinden Itzak Perlman’ın benzersiz yorumuyla taçlandırdığı Mendelssohn’un E Minor keman konçertosu ile Max Bruch’ün G Minor keman konçertosu, hemen hemen tüm klasik müzikseverlerce bugüne kadar bestelenmiş en güzel keman konçertoları olarak kabul ediliyor. Biraz da bu nedenle Perlman’ın ilk defa 1984 yılında LP formatında yayınlanan kayıtları, gelmiş geçmiş en iyi 100 klasik müzik kaydı listelerinde her daim üst sıralarda yer buluyor. Klasik müziğe tutkun olmayanların bile kayıtsız kalamayacağı bu CD mutlaka arşivinizde yer almalı. 29.90 TL.

Milliyet SANAT Mart 2013

64


648-milsanat-64-65

2/25/13

3:39 PM

Page 3

yabancı

caz

“Antologia 1987” – 2007 / Madredeus (EMI) ★★★★★ Portekiz’in son yirmi yılda çıkardığı en önemli grup olarak nitelendirilen Madredeus dünya çapındaki ününü biraz da ünlü Alman yönetmen Wim Wenders’in 1994 tarihli “Lisbon Story” adlı filminin müziklerini yapmasına borçlu. Adını provalarını yaptıkları Lizbon’un kenar mahallelerinden birinde yer alan Madredeus (Tanrının Anası) kilisesinden alan grup, yıllar içinde Wenders sayesinde hayli popüler olan “Ainda” albümünün yanı sıra “Existir”, “O Espirito da Paz” ve “O Paraíso” gibi çok başarılı albümlere imza attığı bu dönemde İstanbul’da da iki konser verdi. Fado ile güncel müziği kendine özgü uslubuyla harmanlayan grubun seçkisi 29.90 TL.

“Girl Who Got Away / Dido (SONY Music) ★★★ 1971 Londra doğumlu Dido’yu müzikseverler ilk defa Eminem’in 2000 tarihli hit single’ı “Stan”de kullandığı “Thank You” sample’ı ile tanıdılar. Eminem’in rüzgârıyla 1998 yılında yayınladığı ilk albümü “No Angel” 2001 yılında tekrar piyasaya sürüldü ve hem İngiltere’de hem de dünya çapında yirmi bir milyon satışla yılın en çok satan albümü oldu. Dido 4. stüdyo albümü “Girl Who Got Away” ile karşımızda. Şimdilik “Go Dreaming” ve “Let Us Move On” şarkılarının single’ı yaynlanan albüm, sezonun en başarılı pop çalışmalarından biri olmaya aday.

“Mahler: Symphony No. 5” / David Zinman & Tonhalle Orchestra Zurich (Sony Music Classical) ★★★★ İsviçre'nin en köklü orkestralarından The Zurich Tonhalle Orchestra, ABD’li şef David Zinman yönetiminde Gustav Mahler’in 5. senfonisini yorumluyor. Ünlü Avusturyalı bestecinin beşinci senfonisi müzikseverler arasında yorumlanması hayli zorlu, çetin ceviz bir çalışma olarak nam salmış. Kayıt kalitesi ve olağanüstü final bölümüyle ilk dörtte kendine yer bulabileceği konusunda hem fikir. 49.90 TL.

Ece Göksu’nun albümündeki düzenlemeler kendisine ve Can Çankaya’ya ait.

“Masal” Ece Göksu (A.K. Müzik) ★★★ Ece Göksu, şarkıların birçoğunun sözü ve bestesinin kendisine ait olduğu “Masal” adlı albümün prodüktörlüğünü de üstlenmiş. “Masal”da piyano ve tuşlu çalgıları Can Çankaya, kontrbası Scott Colberg ve davulu da Mehmet İkiz çalıyor. Albümün konuk sanatçıları ise trompette İmer Demirer, tenor saksofonda Engin Recepoğulları ve trombonda Bulut Gülen. Albümde Ece Göksu’nun özgün parçalarının yanı sıra bir Bill Evans bestesi “Very Early”, iki de anonim türkü düzenlemesi “Bugün Ayın Işığı” ve “Mavilim” bulunuyor. Albümdeki düzenlemeler ise Ece Göksu ve Can Çankaya’ya ait. 17.90 TL.

“90 Years” - Toots Thielemans (Challenge) ★★★★★ Geçtiğimiz günlerde doksan yaşına basan caz müziğinin abide isimlerinden Belçikalı armonika virtüözü Toots Thielemans ilerleyen yaşına rağmen konser vermeye ve albüm yayınlamaya tam gaz devam ediyor. Thielemans’a şimdilik en yeni yapıtı “90 Years”da üç Hollandalı müzisyen eşlik ediyor; piyanoda Karel Boehlee, basta Hein Van de Geyn ve davulda Hans van Oosterhout. Konserlerin yanı sıra Thielemans’ın en meşhur parçası “Bluesette” de yer alıyor. CD’ye eşlik eden DVD’yi seyrettiğinizde ise büyük ustanın karizmasına bir defa daha şapka çıkartıyorsunuz. 36.90 TL.

65

Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

4:03 PM

Page 2

ATÖLYE

648-milsanat-66-71

Asıl atölye zihninde! Video çalışmalarıyla sadece bizlerin değil dünyanın da dikkatini çekmiş bir isim Ferhat Özgür. İstanbul Kültür Üniversitesi’ndeki atölyesi ise videolarla desenlerin, yağlıboyalarla suluboyaların yan yana durduğu, adeta bir çağdaş sanat müzesi!

YASEMİN BAY yasemin.bay@milliyet.com.tr

“Âşık Kadınlar”da genç yaşta evlendirilmiş ve kocalarının şiddetine maruz kalmış iki kadın, artık hayatta olmayan eşlerini anlatıyorlar bir çay sohbetinde. Biri her şeye rağmen kocasını çok özlüyor diğeri ise ona hâlâ öfkeli... Milliyet SANAT Mart 2013

66

FERHAT ÖZGÜR, günümüz sanatının kuşkusuz en üretken ve özgün dillerinden biri. Video çalışmaları özellikle yurtdışında büyük ses getiriyor; arka arkaya sergiler açıyor. Mesela en son MoMA PS1’da kişisel bir sergiye imza attı. Merak ettik; acaba güncel bir sanatçının, üretim dilinin en önemli noktasında videonun durduğu bir sanatçının atölyesi nasıldır? Hal böyle olunca Özgür’ün, İstanbul Kültür Üniversitesi’ndeki atölyesinin kapısını çaldık. İki ayrı odadan oluşan


648-milsanat-66-71

2/26/13

4:03 PM

Page 3

FOTOĞRAFLAR: OZAN GÜZELCE

“Benim hep sokakta, hayatın içinde olmam lazım. Dışarıdan içeriye geldiğimde ise topladığım izlenimleri somutlaştıracağım bir alana ihtiyacım var; o da tabii ki atölye.”

geniş bir atölye burası. İlk bölümde kendi adıma söyleyeyim Özgür’ün daha önce hiç görmediğim yağlıboyalarının yanı sıra desenleri, suluboyaları kaplıyor bu bölümü. Kocaman yuvarlak bir masada desenlerini çiziyor; suluboyalarını üretiyor. Ferhat Özgür kadar üretken bir sanatçı söz konusu olunca haliyle her yer eserlerle kaplı... İkinci odada video kurgularını yapıyor Özgür. Aynı zamanda bir öğretim elemanı olarak çalıştığı alan burası. Özgür’ü tam da beklediğim gibi, yeni bir

Özgür’ün 2006’da yaptığı “Ağlayan Kadınlar” adlı videosu banyo yaparken ağlayan kadınları gösteriyordu. Bu videodan beğendiği sahneleri desen olarak da üretmiş sanatçı (sağda).

videosunun kurgusunu yaparken yakaladık. “Âşık Kadınlar” adlı son videosu, önceki dönemlerinde ürettiği 5 işiyle birlikte İsveç’te Marapouparken Sanat Merkezi’ndeki kişisel sergisine taşındı; 7 Nisan’a kadar da orada izlenebilecek. Yoğun bir programı var sanatçının şu sıralar; Hollanda’daki sergisi sürüyor, arka arkaa Paris’te, Barcelona’da, Tel Aviv’de ve Münih’te sergilere katılacak. Özgür için esas atölye aslında zihinde. Çünkü o sokaktan, hayattan kopamayan biri: “Atölye, özel zaman dilimleri içerisinde

67

bulunulan bir mekan değil aslında benim için. Daha çok soyut bir kavram. Neresi atölye dediğimde bir yanıt bulamıyorum. Sokak da bir atölye benim için. Evimin bir köşesi de, hatta gardrobun içi de.” Sanatçının hayattan topladığı izlenimleri somutlaştırdığı bu atölyesinin yanı sıra Kadıköy’deki evinde de mini bir atölyesi var. Orada daha çok Özgür’ün biriktirdiği kartpostallar, gazete kupürleri, fotoğraflar ve eskizlere ayrılmış durumda. Onun hiçbir zaman vazgeçmeyeceği yazıya da... Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

4:04 PM

Page 4

ATÖLYE

648-milsanat-66-71

“Son 10 yıldır tuval resminden epeyce uzağım,” diyen Özgür’ün atölyesinde yağlıboyalarını keşfediyoruz. Sanatçının “Marmaris Manzaraları” adını verdiği serisinden 2003 tarihli işi (altta).

“Desen ve suluboyayı resmin genelinden ayrı düşünmüyorum. Bunlar da benim için resim.” Ferhat Özgür’ün malzeme olarak suluboyayı kullandığı serilerinden biri de militarizm eleştirisi getiriyor; aslında tabiri caizse militarizmle kafa buluyor! (altta)

2011’de Torino’da bir sergi açmıştı Özgür. Sergi kapsamında 11 sanatçı İtalya’nın 11 farklı bölgesi üzerine çalışmıştı. Özgür İtalya’da tanık olduğu bir dinsel töreni desenlemişti sergi için. O sergiden örnekler de yer alıyor atölyesinde (üstte). Töreni anlatan fotoğraflardan yola çıkarak, rapido kalemlerle, nokta nokta yaptığı desenler bunlar: “Kutsal sahneler canlandırılmıştı törende. İnsanlar dini figürlerin kılıklarına girmişti. Bu desenlerde gördüğünüz her figür, her sahne gerçekten sokağa taşıntı. Çocuklar mesela havada asılı duruyorlardı desendeki gibi. Onları tasvir eden 12 ayrı desen sergilemiştim.” MS Milliyet SANAT Mart 2013

68


648-milsanat-66-71

2/26/13

4:04 PM

Page 5

“Zencefille insan gövdesi arasında hiçbir fark yok” Fatma Tülin

Sanatsal yolculuğunun en başından beri doğal nesnelerle ilgilenen Fatma Tülin, 2011 - 2013 yılları arasında Paris’te ürettiği çalışmalarından özenli bir seçkiyi “33” başlıklı sergisinde bir araya getiriyor. Sanatçı bu sergisinde yeni bir teknik deniyor; çini mürekkebi ile akriliği tablolarında buluşturuyor. Her zamanki teknik titizliğiyle...

EVRİM ALTUĞ evrimaltug@gmail.com

● Son iki yıllık Paris üretimlerinize ‘çağdaş natürmort’ diyorsunuz. Üslup arayışınızdaki bireysellik ve merak duygusu, yapıtların özgürlükleri için çok önemli, bu konudaki düşünceniz nedir? Yıllar önce bembeyaz bir boşluk içine ilk kez tek başına kocaman bir elma yerleştirdiğimde, hiperrealizm konusuyla ilgili hiçbir şey duymamıştım. Zamanın ruhunun, yeterince gelişmiş bir farkındalık dozuyla yakalanabileceğine inanıyorum; birbirinden tamamen habersiz bir biçimde, yeryüzünün değişik coğrafyalarında sen-

Fatma Tülin’in ‘çağdaş natürmort’ olarak tanımladığı işlerinden.

69

Milliyet SANAT Mart 2013


PLASTİK SANATLAR

648-milsanat-66-71

2/26/13

4:04 PM

Page 6

Tülin’in sergisinde yer alan, son dönem ürettiği çalışmalarından...

kronize işler üretildiğine tanık oldum. Sanat yaptığımızı düşünüyorsak, çağdaş olmak zorundayız. Başından beri doğal nesnelerle ilgilendim, form ve estetik olarak daha etkileyici bir model yok bence. Tüm oluşumu, çözdüğümüz ve henüz çözemediğimiz evrenin tüm gizemini örneğin bir şeftali çekirdeğinde bulmak... Sanatsal seçimlerimde hep çok özgür oldum; başkalarının yaptıkları üretimim bağlamında beni hiç ilgilendirmedi. Akademik çalışmaları itip birdenbire kendi resimlerimi yapmaya başladığımda, güvendiğim ustalar bana kendi yolumu bulduğumu ve bildiğim gibi sürdürmemi önerdi. ● Yapıtlarınız insanın doğaya ne denli yakın ve aynı zamanda yabancı olduğunu da belgeliyor. Peki, eserlerinize sizin yabancılaştığınız oluyor mu? Bir resmin bittiğine karar vermek benim için zor iştir. Elimi çekmek, bazen devam etmekten daha güç olabiliyor; ama işi de yormamak gerekir, tazeliği bozmamak... Her şeye rağmen son noktaya gelindiğine karar vermişsem, o anda yabançılaşma süreci başlar. Planlama aşamasında olduğum, henüz gerçekleştirmediğim işlere yakınımdır hep; heyecan orada. Yabancılaşma süreci esasında sergi aşamasında doruğuna ulaşır. Sergi açmak zaten bir bakıma eserleri atölyeden, yani tanıdık ortamdan çıkarmak, yeniden görmek, uzaklaşmak, nesnelleşmek anlamına gelir. Başka bir sanatçının işleri gibi bakma sürecidir bu. ● Son dönem işlerinizde ışığın, rengin, gizem ve detayın adeta daha kadınsı bir bereket ve neşe ile çalışmalara boşaldığını düşünmek yanlış mı olur? İşlerimin her zaman yorum zenginliğine açık olduğunu, yapıtlar ne kadar farklı çağrışımlar getirirse, bunun beni o derece sevindirdiğini söylerim. Sanat eseri sanatçının düşündüğünden fazla olmalıdır belki de. Bu bağlamda, sorudaki yorum konusunda bir doğru/yanlış yargısı olamaz. Ancak, ben şahsen, herhangi bir Milliyet SANAT Mart 2013

işi cinsiyet açısından tariflemediğimi söylemek isterim. Kadın/erkek arasındaki biyolojik farktan daha önemli olanın, toplumsal olarak şartlandırılmaktan kaynaklandığına inanıyorum; bu açıdan kadın/bereket/ışık/renk denklemleri bana pek yakın değil. ‘Tülin’ ve ‘sanatçı olmak’ dışında benim için yapılabilecek her tür toplumsal tarif ve aidiyet duygusuna tümüyle kapalıyım; aile, din, millet, cinsiyet gibi... Çünkü ben kendimi ve yaptığım işi bu tür bağlamlar içinde tariflemiyorum. ● Doğanın değil, insanın doğaya benzerliği, sergide ve birçok yapıtınızda sürekli hissettiğimiz bir olgu. Bu koşullarda, günümüzde giderek bozulan doğa ve buna bağlı bozulan insan doğa ilişkisi üzerine neler söylersiniz? Benim için resimsel açıdan, zencefille insan gövdesi arasında hiçbir fark yok; her ikisine de form kaygılarıyla bakıyorum. Işık ve karanlığın kaygan dağılımı... İnsan gövdesinin işime girdiği dönemlerde de gözükür bu olgu. İnsan, doğayı tüketen, yok eden, kendi türüne ve diğer canlı türlerine sürekli zarar veren tahrip gücü kuvvetli bir yaratık... Bazı doğal nesnelerin beni büyülediği kesin; her karşılaştığımda aynı etkilenmeyle seyrettiğimi, onlar aracılığıyla bir gerçekle ilişkilendiğimi farkediyorum. Yalnız nesneler resmimin ana damarı olmakla beraber sık sık yan yollara saptığım oldu; belki daha rasyonel, kurgusal diye nitelendirebileceğim ara sapmalar... ● Bunca yıldır resim sanatı üzerine düşünen ve üreten biri olarak, bir resmin izleyicisi ile kurduğu ilişkiyi nasıl tanımlarsınız? Yaşadığımız dönemin sanat açısından her zamankinden daha zengin ifade olanaklarına sahip olduğunu düşünüyorum. Çağdaş sanat kapsamı içinde fotoğraf, film, video, enstalasyon, heykel, resim, hepsi bir arada sürüyor. Tüm bu anlatım yolları içinde belki resmin alanı hepsinden daha az olanaklı gibi geliyor bana. Yani resim daha sessiz, suskun, ancak çağrışım yollarıyla iletişim kurabiliyor. Resim konusunda başka bir konuya daha işaret etmek gerek: Toplumun bu alanla ilişkiye açık olup olmadığı... ‘Ne?’ sorusunu ‘nasıl’ın önüne alan bireylerden oluşan bir toplulukta resimle iletişim kurmanın pek de kolay olduğu söylenemez. Kare Sanat Galerisi 26 Mart-30 Nisan 2013 (0212) 240 44 48

70

Gündelik olanın büyüsü Ceren Oykut, el işçiliği kadar göz işçiliğinin de öne çıktığı yeni sergisi “Hayal Meyal”de defalarca yıkılıp yeniden kurulmuş, şiddet ve otoriteyle beraber yaşamaya alışık şehrin gündelik halini anlatıyor; tüm sakinleriyle birlikte. İroni ve dram yüklü çizgileriyle... ● “...Hayal meyal akıp giden zaman boyunca asla kurulamayacak bir kenti ve kopamayan kıyameti desenledi,” deniyor, serginizle ilgili metinde. İstanbul bir mahşer provası olarak hangi tarafa daha yakın? İstanbul’u zemin olarak Troya’ya benzetiyorum. Altında çok fazla katman var. Salınıp duran milyonların içinde birden tarihe karışmak, Amerikan ‘looser’lığına pek benzemiyor; enkaz oluyorsunuz. Ve anında üstünüze bir katman daha ekleniyor. Evliyâ’nın anlattığı efsanede kehanet belli zaten, ne kadar uğraşsan boşuna, illa ki yine yıkılacak, yine yapılacak, yani buradan benim okuduğum, bu mahşer ortamı, doğası gereği böyle sürgit devam edecek. Bu şehir kimseye ait değil. Sahipsiz bir vicdani ortam var, ciddi ve derinlere inen eleştirel bir ortam yok, hayat hep iki tarafa da eşit uzaklıkta, hareketli görünse de özünde durağan, arafta salınıp duruyor. ● İşlerinizdeki figüratif seviyede, insanın acıklı güldürüsü hep ön planda. Yapıtlarınızın heykele evrilmesinin nedeni nedir? Evet bu bir sahne gerçekten, heykellerde biraz yapmacıklı bir yan da var. Maske-


648-milsanat-66-71

2/26/13

4:04 PM

Page 7

Ceren Oykut

leri, kostümleri andırıyorlar. İnandırıcı olmaya çalışıyorlar, bu da hallerini acıklı yapıyor. Mizah başrolde olsun istiyorum ama hep dramayla kavruluyor. Aslında bunlara ‘heykel’ demeye dilim varmıyor. Polyester çamuru ile ortaya çıkan bu işlere ‘modelleme’ demek isteyebilirim. Bunlar da tıpkı ilk çizimlerim gibi eskizleri andırıyor. Beraber güçlü duruyorlar, tekil halleriyle zayıflıyor olsalar da, ifade yüklendikleri için iletişim kurabiliyorlar. Yıllar içinde çizimlerimde oluşan bir ortam vardı, şehirde var olan mekanlara göndermeler yapmış olsalar bile, her zaman kurgu bir ortamdı bu. Son çıkan üç boyutlu karakterler, şehirdeki yaşam izlerini bize miras bırakmış olan insanları, bugün evleri olmayanları, kovulmuşları sahnelemek üzere rol yapmaları için parayla tutulmuş, mahşer provası esnasında sağa sola yerleştirilen figüranlar gibi. ● Gündelik keyfi veya şiddeti detaylarla belgeleyen görsel biçim zenginliğiniz, beyaz üzerindeki siyah izi, mürekkebi bir ses gibi kullanmanıza yol açıyor. Bu sesin yüksekliği, nazikliği, terbiyesi, hoşgörü ve kalitesini belirlemenizde seçtiğiniz konuların etkisi çok mu büyük? Konu olarak bazı sıradan anlık halleri seçtiğim için evet, ses, zaman, akış gibi unsurlar da devreye girdi sanki. Ayrıca bugünlerin gündelik düşük kalite görsel kayıt alışkanlığı da kafamı kurcalıyordu. Bu söz konusu ‘an’ı nasıl bir karakterin yaşadığı ile ilgili kısacık bir sinematografik hikayeye eğilmeyi denedim. Her gün tekrarlanabilen tipik ve sıradan bir an, her şeyiyle tasvir edebileceğimiz bir şeydir. Hızla geçip gidişin izini taşıyan anlık detayları, hareketi ve duyguyu istiyordum. Fırça ve siyah mürekkep beni bu konulara cesaret etmeye yöneltti. Sert kalemin sınır çizgileri ve denetim ihtiyacı sıkıntı yaratıyordu. ● “Hayal Meyal” derken, yaşamın

“Anıt”, kağıt üzerine mürekkep, 2012.

uçuculuğu ve bizdeki hafızasızlık ile indirgemeciliğin de altını eleştirel olarak çizdiğinizi düşünebilir miyiz? Evet biraz ‘geveze’ işler bunlar; gündem sıkışık, olan bitenlerin üzerimdeki etkisi üretme biçimime, seçtiğim konulara yansıyor. Her gün bir katliam, faili meçhul, suikast vs yıldönümü. Çoğunluk nasıl bir durumda olduğumuzu yok saymaya eğilimliyken, her defasında hatırlayan, düşünen, yüzleşen, tartışan insanlar da var. Bu kadar çok şeyi unutmak isteyen, yok sayan bir çoğunluk da var ve onların içinde yaşarken kendime bakışım değişkenlikler gösteriyor, kendimi önemsemek istemiyorum. Bu isteksizlik yoğunlaşmamı ve yaptığım şeye inanmamı engellemiyor. Tam tersi, hikayeler, imgeler ve kavramlarla olan ilişkimi berraklaştırıyor. Sergi ismi için uzun zaman düşündüm. Aklıma gelen, bu olsun diye düşündüğüm birçok başlık sonradan belirleyici, daraltıcı geldi. “Hayal Meyal” açık, havadar bir ifade. Anca orada huzur buldum...

71

● Kariyerinizde figür ustalarından referanslarınız oldu mu? Çocukluktan üniversite yıllarına kadar grafik sanatların üzerimdeki etkisi yoğundu. Bende siyah beyaz çizgiye açlık vardı hep, çizgi roman, karikatür incelemek, tipografi, yazı kitapları bugün hala bambaşka bir zevk verir. Resim bölümüne girdiğimde, yakınlarındayım sanıyordum, ama bu başka bir dünya. Genel olarak kuzey ve kuzeybatı Avrupa resminden etkilendim diyebilirim. Miro’nun meşhur “48” adlı tablosunun isminin aslında oturduğu evin penceresinden görülen karşı evin kapı numarası olduğunu öğrendiğimde çok heyecanlanmıştım. Zihin içinde gezinti bu kadar basit ve derin olabilirdi. Gündeliğin büyüsü denen şey bu olsa gerek. Mehmet Siyah Kalem’in resimleri ve geçmişteki bazı minyatür ustalarının yanı sıra Cihat Burak ve Yüksel Arslan’a da ilgim büyüktü. MS x-İst Galeri / Bitiş tarihi: 30 Mart 2013 (0212) 291 77 84

Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

1:14 PM

Page 2

PLASTİK SANATLAR

FOTOĞRAF: HÜSEYİN ÖZDEMİR

648-milsanat-72-73

Ezeli ve ebedi bir muhalif

Mehmet Güleryüz ressam, yazar ve oyuncu olarak yaratmaya ve üretmeye aralıksız bir şekilde devam ediyor.

Muhalif tavrını, çevresindeki her şeye, kendine dönük eleştirel tutumunu tüm yönleriyle izleyiciye yansıtan usta ressam Mehmet Güleryüz “Göz Göre Göre” adlı son sergisinde bu kez de yaşadığı zamanı irdeliyor, derinlemesine sorguluyor. EVRİM ŞENER evrimsener@gmail.com

SANATLA GEÇEN, sanata adanan tam 55 yıl... Mehmet Güleryüz yazar, oyuncu, ressam titrlerini bir ömürde taşımış, yüceltmiş. Yaratmaya, üretmeye aralıksız bir şekilde devam ediyor. Sanki bundan gayrısını bilmezmiş gibi. Son sergisi “Göz Göre Göre”de yağlı boya tablolar, desenler, desen baskıları ve “İtalyan Defterleri”nden oluşan çalışmalarını sunuyor izleyicilerine. Bu sergide yine önceki çalışmalarında olduğu gibi onun mutlak doğaçlama anlayışından ve iç enerjisinden kaynaklanan kusursuz ritminde birleşen çalışmalarını izleyebileceğiz. Günün ritmini yakalayan yapıtları tıpkı içinde olduğumuz zaman gibi kışkırtıcı, yaratıcısının politik tavrı ve mizah anlayışını da yansıtır nitelikteler. Milliyet SANAT Mart 2013

Sanatçının bu sergideki çalışmalarını iki başlıkta incelemek daha doğru olur. Kent soyutlamaları başlığı altında incelenebilecek işlerde sanatçı yine kendine has üslubuyla günümüz şehirciliğiyle ve kentleşme politikalarıyla hesaplaşmaya girişmiş. Kendi deyişiyle bir tarafta doğada insansız insan varlığını keşfe çıkarken diğer tarafta yapıların altında sıkışıp kalmış şehr-i İstanbul’u resmediyor. Sanatçıya göre ‘Bugün var ederken tüketen bir sitemin inşasını’ izliyoruz. “İstanbul masumiyetini yitirdi,” diyor. Geçmişin izleri, yaşanmışlıkları kentin üzerinden sıyrılıp atılıyor. Yerine yeni, apayrı, provası başka şehirler üzerinde yapıldığından kalıbının uyup uymayacağı şüpheli bir giysi giydiriliyor. Kalabalıklaşıyor, kendine ama en çok da içinde yaşayanlara yabancılaşıyor. Sanatçının deyişiyle “Şehir adeta yapıldıkça çürüyen bir karkas gibi.” Güleryüz şehrin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan deprem tehlikesini de oldukça iro-

72

nik buluyor. Sanki İstanbul üstüne kurulu şehri üzerinden söküp atmakla tehdit ediyor sakinlerini. Sanki ilahi adalet gibi, bir gün gerçekleşecekmiş gibi.

KAYIP GİDEN İSTANBUL Sergide yer alan “Şehre Doğru” diptik bir yapıt. Devinim içinde yaşayan bir organizma olarak gördüğü şehrin, iki yakasına doğru büyüyen metropolün çelişkilerini ve ‘kentleşme’ sorunsalını ele alıyor. Bu çalışma 1987 tarihli “Su”, 1991 tarihli “Karşı Rüzgar” serileriyle Sotheby’s müzayedesinde satılan “İki Yaka” adlı 2011 tarihli yapıtların da devamı niteliğinde. Sanatçının sergide yer alan ve her ikisi de 2013 tarihli “Akşam Güneşi” ve “Uzak” adlı yapıtları da kent sakini aleyhine gelişen kentsel büyüme ve yalnızlaşan yapılar arasında sıkışıp kalmış kent insanını yansıtıyor. Aslında ‘tahribin inşası’ sadece kentsel dokuda değil metropol insanının bedeninde ve ruhunda da ken-


648-milsanat-72-73

2/26/13

1:14 PM

Page 3

“Şehir adeta yapıldıkça çürüyen bir bir karkas gibi” diyen Mehmet Güleryüz İstanbul’un üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanan deprem tehlikesini ironik buluyor. Sanki İstanbul üstüne kurulu şehri üzerinden söküp atmakla tehdit ediyor sakinlerini.

Mehmet Güleryüz’ün “Akşam Güneşi” adlı eseri de sergide görülebilir.

dini gösteriyor. Bu çok yönlü tahrip sadece doğa, tarih ve kültürel değerlerin yok olmasında kendini göstermiyor. Bir şehrin varlığını ve geçmişini yok etmekle birlikte sakinlerinin ruhlarında da onulmaz yaralar açılıyor. Sanatçı her ne kadar mesaj kaygısı gütmese de eserler, ellerimiz arasında kayıp giden İstanbul’a bir kez daha dönüp bakmamıza, olan bitene seyirci kalmakla dahil olmak arasında bir karar vermemize imkan tanıyor. Bünyesindeki dışavurumcu, heyecanlı, aktif yapıyı tiyatro ile harekete geçirmiş Güleryüz: “Resimde ne yapmak istediğimi tam olarak anlama ve uygulama bağlamında tiyatronun çok yardımı oldu.” Sanatçı resimde tıkandığı, anlamadığı noktalarda tiyatroya yüzünü çevirmiş. Tiyatrodayken resmin sınırlarını sorgulamış. Tiyatronun metin çözümlemeleri, sahneye koyuştaki görsel yapısı sanatçının resimdeki meseleleri anlamlandırmasına çok yardım etmiş. Bu nedenledir ki, sanatçının olayları ele alıştaki eleştirel yaklaşımı, komedi unsurlarını kullanışı teatral bir ustalık taşır. Sergide yer alan eserler ikinci başlığı desenler için açabiliriz. Sergide görülecek desenlerin bir kısmı daha önce Hollanda Stedeljik Müzesi’nde 15 Eylül 2012- 13 Ocak 2013 arasında izlenen

“Hikayemi Hangi Dilde Anlatsam” isimli Türkiyeli sanatçıların çalışmalarından oluşmuş karma sergide sergilenmiş. Sanatçının bu sergi için yaptığı 30 desenlik seri ise “Resm-i Geçit” adını taşıyor.

“Uzak”, yağlıboya, 2013.

KİŞİSEL İZLER Sanatçı desenlerinde zamanla ve kendiyle olan hesaplaşmasının kaydını tutarken gündelik hayata, kişisel dünyasına dair izleri de bu yapıtlarına aktarıyor. Her ne kadar doğaçlama süreç desenlerinde de kendini gösterse de Güleryüz’ün deyişiyle “Resim yapıldığı süreçte görülür. Görülmediği süreçte oluşur.” Dolayısıyla gerek resimleri gerek desenleri, doğaçlamanın sürprizlerini, sanatçının oyuncu yapısının dürtülerini içinde barındırsa da, Güleryüz’ün köklü birikiminin ve disiplinli çalışmasının izlerini de taşıyor. Sergide alışılagelenin aksine oldukça sade bir ustalıkla görselleşmiş bu desenlerde Shakespeare, Marlowe, Johnson gibi 1. Elizabeth dönemi oyun yazarlarının tiplemelerine de bolca rastlanıyor. Sanatçının yağlıboya tablolarının yanı sıra desenlerinden oluşan 25 edisyonlu setler ve 1999-2005 yılları arasında yaptığı desen ve notları içeren, çizimde yeni yolları arayışını yansıtan “İtalyan Defterler”inden

73

164 edisyon da ayrıca sergide yerini alıyor Nietzsche’nin deyişiyle “Kendi alevinle yakmaya hazır olmalısın kendini: Önce kül olmadan nasıl yeni olabilirsin ki?” Mehmet Güleryüz’ün kendi kendisiyle kavgası belki de bundan. Zaten kendisiyle bir derdi olduğundan sanatı bir ifade aracı olarak seçiyor. Ona kavgacı, sert yapılı, uzlaşmaz diyebilirler ama hayatı boyunca adil olmaya, inandıklarını dillendirmeye çalışmış. Artık daha sakin belki ama halen inandıklarını dillendirmekten vazgeçmiyor. “Sanatçı, kendini dokunulabilir bir yerde tutsa da kendisiyle ilgili ipuçları verse de yapıtta ifade ettiğinden daha çoğunu söyler. Dışarıdan birinin hatta kendisinin bile bunları tek tek ayrıştırması imkansızdır,” diyor. MS Empire Project 7 Mart - 27 Nisan 2013 (0212) 292 59 68 Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

3:40 PM

Page 2

PLASTİK SANATLAR

648-milsanat-74-75

“Toplumsal

hafıza hepimizin üzerinde bir baskı...” Turan Aksoy, yeni sergisinde ‘huzursuz bir portre’ sunuyor izleyiciye; kurumların bireyler üzerinde yarattığı travmayı, izleri yorumluyor.

NİHAN BORA nihanbr@gmail.com

TURAN AKSOY, “Bir Portre: Huzursuz”da önceki sergilerinde olduğu gibi, kimi can alıcı konulara parmak basıyor. Toplumsal kurumların birey üzerinde işkence, taciz ve baskı yoluyla yarattığı izleri, toplumsal hafızanın taşıyıcısı kurumlarla birlikte yorumluyor. Aksoy, daha önce olduğu gibi, kapalı ve kişisel olarak adlandırılabilecek bir hikâye ve irrasyonel ilişkilerdirmelerle düşüncelerini görselleştiriyor. Bireyin aile, din, devlet gibi kurumlarla, bugüne özgü çatışmaları ve travmaları üzerinden bir portre oluşturmayı amaçlıyor. Sanatçının birey-toplum-sanatçı olmak üzere, üç katmanlı bir toplumsal anlatıya dönüştürmeye çalıştığı sergisi 30 Mart tarihine kadar Pi Artworks Galatasaray’da görülebilecek. Turan Aksoy ile atölyesinde buluştuk, “Bir Portre: Huzursuz”u konuştuk...

Aksoy’un (üstte) “Ters, Aşağı ve Öne Doğru” adlı işi (en üstte). Milliyet SANAT Mart 2013

74

● Ankara’da uzun yıllar yaşadınız. Sanat hayatınızdaki etkisi nedir Ankara’nın? Öğrencilik yıllarımız epeyce sıkıntılı bir dönemdi, çünkü tam 12 Eylül sonrasıydı. Baskının yoğunlaştığı bir zaman. Özgür hareket edebildiğimizi söyleyemiyoruz ve bu, bizim ürettiğimiz şeyleri ya da üretme yol-


648-milsanat-74-75

2/26/13

3:40 PM

Page 3

larımızı etkiledi bence. Hatta bunu bir yazımda da belirtmiştim. “Piç bir kuşağız” derim. Gerçekten bir anda ortalıkta bırakıldık aslında. Gençtik, bunu daha çok cinsel ve siyasal kimliğin gelişmesiyle ilgili bir şey olarak söylüyorum. Bunun için sınırlar var, bir şeyler yapsanız sosyal ortamdan beslenecekseniz ama o sosyal ortamdan beslendiğiniz şeyleri anlatacak yolları tıkayan bir ortam var. Çünkü onları anlatmaya kalkarsanız ister istemez tepkilere neden olabilecek bir şey. Hatta hocalarımız belli oranda sansür uyguladı, siz de otosansür uygulayabilirdiniz. Dolayısıyla sıkıntılı bir dönemdi. ● Çalışmalarınızda ilk olarak ne zaman düşündüğünüz sorunları dışavurmaya karar verdiniz? Çocuklukta bir sorun çerçevesinde kendinizi bir dil üzerinden anlatmak gibi bir düşünce olmuyor, olacağını da pek sanmıyorum. Ama resim yaparken mutlu olduğumu hatırlıyorum ve bunun da aslında epey önemli olduğunu düşünüyorum. ● Yeni serginizin konusu, toplumsal hafızayla bağlantılı bir portre çalışması. Biraz açar mısınız? Üç katmanlı bir toplumsal portre yaratmak istediğimi söylüyorum. Burada bir birey; yaptığım çalışmanın konusu olan, toplumsal kurumlar, ki toplumsal hafızanın taşıyıcısı olan şey toplumsal kurumlardır, ve sanatçı olarak ben varım. Tabii ki, bireyin üzerinde travmaları yaratan şey, ister istemez toplumsal kurumlar, buradan devlet de aile de din de, hepsi sorumlu. Belli baskılar,

bireyler üzerinde travmalara neden oluyor. Ben de böyle bir şeyi konu olarak seçerken ister istemez kendimi de dahil ediyorum. Tabii ki böyle bir ortamın içerisinde ben de belli travmalar yaşıyorum ve bunu kendime konu olarak aldığımda, aslında kendimi nasıl bir pozisyona koymuş oluyorum? Dolayısıyla üç katmanlı bir portre denemesi diyelim. ● Portre neden huzursuz? Tarihin her döneminde huzursuz bir portre yapılabilir ya da bir toplum huzursuzluk üzerinden tanımlanabilir. Bugün de kendine özgü koşullardan kaynaklanan huzursuz bir ortamdan söz edebiliriz. Portre yapmak, aslında bir fiildir. Birisinin portresini yaptığınızda da bir kişiyi tanımlamaya çalışırsınız. Dolayısıyla o kişiyi; annesinin kuzusu olarak da, huzursuz olarak da, hırsız olarak da tanımlayabilirsiniz. Siz bir kişiyi nasıl tanımlayacaksanız onun için de uygun görsel yollar bulmak zorundasınız. ● Nasıl bir süreçti sizin için? 2010’un sonunda başladı çizimler. Ben genellikle önden epeyce kağıt çalışması yapan birisiyim. Çizimler, gerekirse bazı şeyleri canlandırmak için fotoğraflardan faydalanırım. Tabii bu ön çalışmalar birçok şey için gerekiyor. Hangi medyumla çalışacağınızı belirlemek için, hangisinin daha uygun olacağını saptayabilmek için. Eğer birden fazla temsili eleman kullanacaksanız, bu temsili elemanların düzeninin nasıl olacağı ile ilgili çalışma yapmanız gerekir. Büyüklük meselesi var, ne büyüklükte bir şey ya-

“Sanatçılar büyük özveriyle çalışıyor” ● Türkiye’de sanatçıyı ayakta tutan şey yaptığı işle mutlu olma ve o işe inanmışlık hali. Yoksa maddi getirisi fazla değil, en azından kendinizi ispat edene kadar. Sizce de öyle mi? Bununla ilgili iki şey söylemek isterim. Birincisi, tabii ki her iş için böyle. Kimi çocuk 7-8 yaşındayken bir şey alıp birine bir lira fazlaya satmaya çalışmaktan mutlu oluyor, dolayısıyla işadamı oluyor. İkincisi ise çok genç yaşlarda çok iyi para kazanan sanatçılar da var. Hiçbir zaman doğru dürüst bir şey kazanamayan sanatçılar da var. Asıl konuşulması gereken konu, Türkiye’de sanatçıyı desteklemek için herhangi bir sistemin olmamasıdır bence.. ● Nasıl bir sistem olmalı sizce?

Sonuçta neredeyse bir trilyona dayanmış bir milli gelirden söz ediyoruz. Bütçe hazırlanırken sanatçılara ayrılabilecek bir miktar ve bunun kamuoyunu ikna edecek de yolları olmalı tabii ki. Bunun için danışma kurulları veya sanatçı birliklerinin olması gerekir vs. “Alın size para,” diye dağıtılacak değil ama yollarının oluşturulması, bir paranın ayrılması ve bu paranın da belli bir şekilde aktarılması gerekir. O anlamda hiçbir sistemin olmadığı, yerel yönetimlerin hiçbir katkısının bulunmadığı bir ülkede aslında sanatçılar büyük bir özveriyle çalışıyor. Çok fazla bireysel çabayla ortaya çıkan bir sanat ortamından bahsetmek mümkün.

75

“Tarihin her döneminde huzursuz bir portre yapılabilir ya da bir toplum huzursuzluk üzerinden tanımlanabilir. Bugün de kendine özgü koşullardan kaynaklanan huzursuz bir ortamdan söz edebiliriz.” pacaksınız ki düşündüğünüz etki izleyiciye ulaşabilsin. Bu açıdan önemli bir süreç. ● Kullanacağınız boyut ve medyuma neye göre karar veriyorsunuz? Günlük yaşamda pek çok şey üzerine düşünür ve konuşuruz. Bu düşündüğümüz şeylerden bazılarının sanatımızın konusu haline gelmesi zihinsel bir sıçramadır ve o sıçrama, o konuyu kelime dışında bir medyumla düşünmeye başlamamızla ilgilidir. Bu anlamda bir düşünceyi temsil eden bir iş yaparken, ister istemez belli bir boyutta, belli bir medyumda düşünürsünüz ama bunu gerçekte de yakalamanız gerekir. Başka bir şekilde onu istediğiniz biçimde temsil etmek çok da mümkün değildir. Tabii ki farklı malzemelerle düşünebilmek, ister istemez onlarla ilişkiye girmiş olmayı gerektirir. Medyum olarak ayrılık, daha çok düşünceyi temsil edebilecek materyal özelliği üzerinden gitme düşüncesinden kaynaklanıyor. ● İşlerinizi hangi tekniklerle ürettiniz? Sekizi tuvale boyanmış resim, ikisi alçı dökümden küçük üç boyutlu iş, bunlara heykel demekten kaçınıyorum; çünkü heykel disiplini içinde yapılmış işler olmuyor yaptığım üç boyutlu işler. Bir de hazır malzemeyle yapılmış “Sığmayan” adında bir enstalasyon var; serginin girişinde yer alan, büyük bir bayrak direğinden oluşan bir enstalasyon. ● Türkiye’deki toplumsal hafıza dediğimiz şey gittikçe yok mu oluyor? Ele aldığım biçimiyle toplumsal hafıza korunması gereken bir şey değil zaten. Travmalardan söz ediyorum. Bir bireyden yola çıkarak böyle bir sergi yaptığım için, bireyin çektiği sıkıntının önemsiz olduğunu söyleyemem ve toplumsal hafıza, aslında biz fark etmeden hepimizin üzerinde belirleyici bir baskı unsuru olarak duruyor. Dolayısıyla acı çeken bir toplum olduğumuzu düşünüyorum. MS Pi Artworks Galatasaray Bitiş tarihi: 30 Mart 2013 (0212) 293 71 03 Milliyet SANAT Mart 2013


2/25/13

4:28 PM

Page 2

PLASTİK SANATLAR

648-milsanat-76-77

Bayraktaroğlu’nun (altta) İstanbul Modern’e bağışladığı eserinin (üstte) Türkiye’ye getirilme masrafını Murat Ülker karşıladı.

Türk sanatının bilinmeyen yüzü Henüz ‘happening’in adı bile yokken, ABD’de bu alanda çok ses getiren, çarpıcı işlere imza atan Tosun Bayraktaroğlu’nun önemli eserlerinden biri artık İstanbul Modern’de.

OĞUZ ERTEN oguzertenn@gmail.com

GEÇTİĞİMİZ günlerde İstanbul Modern’in koleksiyonuna sessiz sedasız bir eser katıldı. Sanatçının ismini bugüne kadar sanatla derinlemesine ilişki kuranların bile bildiğini sanmıyorum. Evet, belki oldukça iddialı bir söylem oldu, ancak yazının sonuMilliyet SANAT Mart 2013

na gelindiğinde sanatçının 1960’lı ve 1970’li yıllarda gerekleştirdiği çalışmalara oranla tanınırlığının doğru orantıda olmadığını göreceksiniz. Sözünü ettiğim isim Tosun Bayraktaroğlu. 1926 doğumlu ve şu an Amerika’da yaşıyor. 1980’li yıllardan sonra sanata bir süre ara verse de son yıllarda New York ve Paris’teki atölyelerinde tekrar resim üretmeye başladı. Yahşi Baraz’ın çabasıyla ve Murat Ülker’in desteğiyle İstanbul Modern Koleksiyonu’na katılan yapıtı ise

76

1960’lı yılların sonunda yaptığı “Tosun Bayraktaroğlu’nun Amerikanlaşması” ismini taşıyor. Türkiye’de pek tanınmayan Tosun Bayraktaroğlu’nun sanat geçmişine bakmakta fayda var. Tosun Bayraktaroğlu, 20 yaşında gittiği Berkley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nde eğitimini yarıda bırakıp Paris’e sanat okumak için gitti. Andre Lhote ve Fernand Leger’in atölyelerinde çalıştı, dünyanın en meşhur sanat tarihi okulu olan Londra’da


648-milsanat-76-77

2/25/13

4:28 PM

Page 3

Grece Glueck: “Riverside Müzesi’nin önündeki parkta içinden bağırsaklar sarkan bir otomobil görürseniz, polise haber vereceğinize, müzeye girip Türk sanatkârı Tosun Bayraktaroğlu’nun karanlık odasında diğer korkunç eserlerini görün.” Courtault Enstitüsü’nde sanat tarihi okumaya başladı. Ev arkadaşları Bülent Ecevit ve Can Yücel’di. Daha sonra aşkının ardından Fas’a gitti. 1956’da Fas’ın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra orada yaşayamayacak duruma gelerek ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etti ve Bayraktaroğlu’nun sanat tarihsel süreçteki önemi de bu yıllarda ortaya çıkmaya başladı.

GUGGENHEIM MÜKÂFATI 1961’de Fairleigh Dickinson Üniversitesi’nde sanat tarihi hocası olarak ders vermeye başlaması, üniversite bünyesinde “International Artist Seminar” isimli bir programı yürürlüğe koymasına olanak sağladı. Programa göre çeşitli ülkelerden sanatçılar üniversiteye çağrılıp yaz ayları süresince yapıt üretmeleri sağlanacaktı. Bu bağlamda Bedri Rahmi Eyüboğlu da Amerika’ya davet edildi. Bayraktaroğlu, 1965 yılında profesör oldu. Aynı yıl Amerika’nın en büyük ödüllerinden Guggenheim Mükâfatı’nı kazandı. 1961 yılında European Gallery’de, 1962’de World Gallery’de sergiler açtı. 1964 yılında ise New York Madison Avenue’deki Angeleski Gallery’de Bedri Rahmi, Eren Eyüboğlu ve Erol Akyavaş ile “Dört Türk Ressam” isimli karma sergiye katıldı. Bayraktaroğlu, Amerika’da sanat çevrelerinde giderek bilinen bir sanatçı olmaya başlasa da asıl ününü 1968 yılında Riverside Müzesi’nde açtığı “Bir Araba’nın Ölümü” isimli sergi ile yaptı. O güne kadar tuval resmi yapan sanatçı, bu sergi ile birlikte kan, sakatat, et ve canlı hayvanlarla happeningler gerçekleştirmeye başladı. New York Times Gazetesi sanat yazarı Grece Glueck, 25 Şubat 1968 tarihli makalesinde Tosun Bayraktaroğlu’nun Riverside Müzesi sergisi hakkında şunları yazdı: “Riverside Müzesi’nin önündeki parkta içinden bağırsaklar sarkan, kan akan parçalanmış bir otomobil görürseniz, polise haber vereceğinize, müzeye girip İstanbul doğumlu Türk sanatkârı Tosun Bayraktaroğlu’nun karanlık odasında diğer korkunç eserlerini görün. Odanın havası ağır, sıcak, çiçek kokusuyla karışık ceset kokusu, uğultu sesleri arasında canlı bir papağan arada sırada ‘What?’ diye çığlık atıyor... Amerikan havacılarının giydiği bir çift çizme sanki bir balta ile kesilmiş, kana bulanmış, içinde kopmuş bacağın et ve kemiği. Ve bunlar gibi birçok göreni ürküte-

cek şekiller...” Bayraktaroğlu, birçok kişinin görmekten imtina edeceği bu manzaraları, insanları şaşırtmaktan çok, yaşamakta oldukları yapay mutlu dünyaların dışında başka dünyalar da olduğunu göstermek için düzenledi. Riverside Müzesi’ndeki sergi Bayraktaroğlu’nu büyük üne kavuşturdu. 1970’teki çalışması ise çok daha görkemliydi. ‘Happening’ tabiri daha yaygınlaşmadığı için Tosun Bayraktaroğlu gösterisini ‘Sokak Tiyatrosu’ olarak tanımladı. Belediye’den alınan izinle New York’ta bir cadde trafiğe kapatıldı. Cadde 100 metreyi aşkın büyük beyaz kâğıt tabakaları ile kaplandı. Sanatçı kocaman bir bıçak ile sokağın başından itibaren kâğıdı yırtmaya başladı. Kağıt yırtıldıkça önce altından çıplak bir erkek çıktı. Sonra bir erkek ve bir kadının belden aşağısı kâğıdın dışına çıktı ve sevişmeye başladılar. Ardından kana boyanmış domuz yavruları, kana boyanmış onlarca kocaman sıçan çıktı kağıdın altından ve bembeyaz caddede seyircilerin arasından kayboldu. Sanatçı kâğıdı deştikçe altından kâğıdın üzerine doğru kanlar fışkırdı, bağırsaklar ciğerler gün yüzüne çıktı. Sokağın her iki yanındaki binaların üzerinden Bayraktaroğlu’nun üniversiteden öğrencileri fıskiyelerle caddeyi kana buladı. Öğrencilerin kan yağmurunun hemen ardından Amerikan askeri marşları yüksek seslerle sokakta yankılanmaya başladı. İzleyiciler büyük bir şok yaşadı, zaten Bayraktaroğlu da kendi sanatını ‘Shock Art’ dalgası içinde değerlendirir. Vietnam Savaşı’nın en çetin zamanlarıydı ve gösteri savaş karşıtları arasında bir efsaneye dönüştü, günlerce gazetelerde yankı buldu.

LİTRELERCE KAN, SAKATAT 1971 yılında ise Soho’ya taşınmaya başlayan galerilerden biri için çok ses getiren “Harpte Ölmüş Bir Askerin Cenaze Töreni” isimli happeningi gerçekleştirdi. Sanatçı, Vietnam Savaşı’nın devam ettiği dönemde, 1972’de, eşinin atölyesinin Amerikan taraftarı zengin bir Vietnamlıya satılması nedeniyle çarpıcı bir çalışmaya daha imza attı. Happeningin ismi “Yaşayan Bir Atölyenin Ölümü”ydü. Atölyenin içindeki eserleri dışarı çıkardıktan sonra duvarlarını delerek içine litrelerce kan, sakatat, bağırsak, fare ve sıçan yerleştirdirdi ve sonra duvarları alçı ile kapattı. Döşemelere ise üzerine kan dökül-

77

Bayraktaroğlu’nun 1968’te açtığı “Bir Arabanın Ölümü” adlı sergisinden.

müş beyaz güvercinler koyup üzerini örttü. Ertesi gün afişler ile gösteriyi duyurdu. İzleyiciler atölyeye gelince elindeki baltayla duvarları delmeye başladı. Her vuruşunda duvarlardan kan ve bağırsak parçaları ortalığa yayıldı. Döşemeleri söktükçe sıçan ve fareler etrafa dağıldı. Aynı anda kanlı güvercinler camdan uçup kaçtı. Çok kısa bir süre içinde tertemiz atölye kana bulandı ve polisin gelmesiyle gösteri son buldu. Tosun Bayraktaroğlu’nun happeningleri bu gösterilerle bitmedi. 1974’te “Çocukların Haçlı Seferi” adı altında başkan Nixon’ın görevinden ayrılması için sadece çocukların olduğu büyük bir yürüyüş düzenledi, çocukların hepsinde de Nixon maskeleri vardır. Aynı gün Vietnam Savaşı’nda ölen askerlerin isimlerinin yazılı olduğu haçları Washington Meydanı’na dikilti; park bir anda askeri mezarlığa döndü. Aynı yılın işçi bayramı olan 1 Mayıs gününün gecesinde ise öğrencileriyle New York sokaklarının isimlerini değiştirdi. Soho 1 Mayıs sabahı “Lenin Avenue”, “Karl Marx Street”, “Stalin Street” gibi isimlere büründü. Soğuk savaşın devam ettiği bir dönemdi ve halk tam anlamıyla şokta girdi, polis ise ne yapacağını bilemedi. Bu happening Tosun Bayraktaroğlu’nun son happeningiydi. Bu tarihten sonra kendini dış dünyadan biraz daha soyutlayarak yeni bir hayat biçimine yöneldi. Resim yapmayı bir süre bıraktı. Ardından tekrar tuvale geri döndü. Bu dönüşün en büyük ateşleyicilerden biri de 1960’ların sonunda gerçekleştirdiği “Tosun Bayraktaroğlu’nun Amerikanlaşması” isimli yapıttı. Sanatçı, son yıllarda gerçekleştirdiği yapıtlarını önümüzdeki ekim ayında açacağı bir sergi ile sanatseverlerin karşısına çıkarmayı planlıyor. MS Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

3:41 PM

Page 2

PLASTİK SANATLAR

648-milsanat-78-79

Art21’de bugüne kadar yer alan sanatçılar arasında Rockstraw Downes da var.

DVD üzerinde çağdaş sanat Sanat DVD’leri, sanat etkinliklerinin uluslararası arenada bilinirliğini artırmanın en kolay yolu. Kalıcı bir nesne olan DVD’ler sayesinde insanlar ulaşamadıkları etkinlikleri istedikleri anda izleme imkanına sahip. Şimdilerde çağdaş sanat da DVD formatında karşımıza çıkmaya başladı. ASLI AÇIKGÖZ asli.acik@hotmail.com

SANATÇI ve eserlerin ölümsüzleşmesi için mükemmel bir arşiv niteliği taşıyan DVD üzerinde sanat, çeşitli konuları içerebiliyor. Kitapçılardan, müzelerden veya internetten kolaylıkla ulaşılan sanat DVD’leri arasında en yaygın olanlar genellikle hayatta olmayan usta sanatçıların biyografileri; bir döneme veya bir ülkenin sanatına odaklanmış sanat tarihi, fotoğrafçılık, resim Milliyet SANAT Mart 2013

teknikleri gibi eğitim videolarından oluşuyor. Nadiren, Vogel Koleksiyonu gibi bir kütüphaneciyle bir postacının dar gelirleriyle oluşturdukları dev sanat koleksiyonunun ilginç hikayesini konu alan belgesellere veya sanatçılar hakkında çekilen film nitelikli yapımlara da rastlıyoruz. Son on yıldır çağdaş sanatın tüm dünyada giderek artan bir ilgiyle izlenmesi ise çağdaş sanatçı belgesellerinin, hatta çağdaş sanat sergilerinin karşımıza çıkmasını sağladı.

ABRAMOVİÇ’TEN KOONS’A Çağdaş sanat hakkında hazırlanan, tüm

78

dünyada en bilinir dijital videolar, ART21’in hazırladığı 21. YY.’da çağdaş sanatı konu alan belgesel nitelikli çalışmalar. Son on yıldır, kâr amacı gütmeyen bir grup olarak, dijital medyanın gücünü kullanan ve tamamen çağdaş sanata adanmış, çağdaş sanat ve uluslararası çağdaş sanatçılar hakkında hazırladıkları belgesellerin amacı, çağdaş sanatçıları daha geniş kitlelere tanıtmak. Ayrıca çağdaş sanatın yaratıcı süreci hakkında da her yaştan izleyiciyi bilgilendirmek. Farklı formatlarda üretilen çalışmalar sanatçının profesyonel yaşamı ve atölyede yaratıcılık süreçlerinden, eğitimciler için sınıfta kul-


648-milsanat-78-79

2/26/13

3:41 PM

Page 3

lanmak üzere hazırlanan çağdaş sanatı keşif DVD’lerine kadar çeşitli yayınlar içeriyor. Art21 DVD’lerinin bir kısmı ise dünya çapındaki galeri ve müzelerde yer alan yerleştirme, sergi ve performansları belgeleyen çalışmalardan oluşuyor. Televizyon ve kitap alanında da yayınları bulunan Art21, çağdaş sanat alanında şimdilik en yaygın ve en fazla izlenen, oldukça kaliteli çağdaş sanat DVD’leri hazırlıyor. Yüzlerce uluslararası çağdaş sanatçı ve çağdaş sanat çalışması hakkındaki DVD’ler izleyiciyi kimi zaman sadece New York, bazen de Sao Paulo, Berlin gibi farklı ülkelerdeki çağdaş sanat etkinliklerine gezintiye çıkarıyor. Art21 DVD’lerinde bugüne dek yer alan sanatçılar arasında Yugoslav sanatçı Marina Abramoviç, Çinli Ai Weiwei, Ganalı sanatçı El Anatsui, Amerikalı sanatçı Jeff Koons, Bahamalı sanatçı Janine Antoni, İngiliz sanatçı Rackstraw Downes’u saymak mümkün. Hepsi de kendi farklı tarzında desenden yerleştirmeye, performanstan farklı alanlarda yaratıcılıklarını sergileyen sanatçıların DVD’lerini, Art21’in web sitesine girerek, sanal ortamda da izlemek mümkün.

TÜRKİYE’DEN SANATÇILAR Zürih Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ve Karşılaştırmalı Edebiyat eğitimi alan ve sanat tarihi, çağdaş sanat; teori dersleri veren Susann Wintsch, İsviçre’nin Aargau eyaleti Kamusal Sanat Komisyonu üyesi, aynı zamanda Zürih Performans Festivali Stromereien’in başkanı. Wintsch, ZHDK’nin uluslararası araştırma projesi adına sanatçılar için hazırladığı “Compiler” isimli DVD’yi daha sonra “Teribsand DVD Üzerinde Güncel Sanat Alanı”na dönüştürdü. “Treibsand” kapsamında hazırlanan “Devam Etmeye Devam: İstanbul’da Güncel Sanat” ise Susann Wintsch’in DVD üzerinde hazırladığı ve tamamen Türkiye güncel sanatına odaklanan bir sergi. Sergide Ahmet Öğüt, Banu Cennetoğlu, Bashir Borlakov, Bengü Karaduman, Burak Delier, Cengiz Çekil, Cengiz Tekin, Ender Gelgeç, Extramücadele, Fahrettin Örenli, Ferhat Özgür, Fulya Çetin, Füsun Onur, Gözde İlkin, Gülçin Aksoy, Gülsün Karamustafa, Hale Tenger, Hasan Salih Ay, İrfan Önürmen, Nancy Atakan, Nazım Hikmet Richard Dikbaş, Necla Rüzgar, Neriman Polat, Nevin Aladağ, Nil Yalter, Nilbar Güreş, Orhan Pamuk, Özlem Günyol & Mustafa Kunt, Pınar Yolaçan, Servet Koçyiğit, Şükran Moral, Yasemin Nur, Yasemin Özcan’ın işleri yer alıyor. Türkiye güncel sanatını ele alan DVD, 2012’de yayınlandı. İngilizce “Keep On Keeping On” başlıklı “Devam Etmeye Devam” sergisi, 33 sanatçının geleceğin tarihi, adalet ve birlikte var olmanın yolları üzerine sorular soran, farklı kuşaklardan sanat-

DVD üzerinde hazırlanmış sergide Nilbar Güreş’in de işleri bulunuyor.

Susann Wintsch’in hazırladığı “Devam Etmeye Devam: İstanbul’da Güncel Sanat” adlı sergi / DVD’de aralarında Cengiz Çekil, Bashir Borlakov, Füsun Onur, Gülsün Karamustafa, Nilbar Güreş’in de bulunduğu 33 sanatçının eserleri yer alıyor.

Yugoslav sanatçı Marina Abramoviç de Art21’de yer alan isimlerden.

çıların güncel sanat estetiği ve fikriyle ele alınan eserlerini içeriyor. Politik, şiirsel, kavramsal ve hikayesel anlatımlardan oluşan eserler, Hacettee Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde Doçent olarak çalışan Necla Rüzgar’ın yakın işbirliğiyle seçilmiş. Susann Wintsch, bu projeyi hazırlama sürecinde çok sayıda sanatçı atölyesi ve kurumu gezmiş. Sonunda ortaya, iki yıla yakın bir süreçte hazırlanan

79

sergi çıkmış. Her sanatçının fotoğraf, ses, video, resim, desen, heykel, yerleştirme ve performans gibi bir dizi eser üzerine kurgulanan DVD, eserler hakkında İngilizce, Almanca ve seçilen metropol dilinde bilgi içeren bir kitapçık eşliğinde sunuluyor. DVD’ye, müzelerden, kitapçılar ve internet üzerinden www.treibsand.ch <http: //www.treibsand.ch> adresinden ulaşmak mümkün. MS Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

2:15 PM

Page 2

MİMARİ

648-milsanat-80-81

Le Grand Casino de Monte Carlo, 1858’de kuruluyor ve bu küçük ülkenin yapısı yeni bir boyuta geçiyor.

Monaco’nun masalsı yapıları Hâlâ kraliyetle yönetilen Monaco’nun saray, kale ve katedralden sonra gelen iki majör yapısı: Le Grand Casino de Monte Carlo ile Deniz Bilimleri ya da Oşinografi Müzesi ve Enstitüsü... İREM MARO KIRIŞ iremk@bahcesehir.edu.tr

MONACO hâlâ kraliyetle yönetilen, Fransızca konuşulan, 35 bin nüfusa, 4 km. sahile sahip bir küçük Akdeniz ülkesi. Bir zamanlar prensleri prensesleri ile sık sık gündemde olduğunu çoğumuz anımsarız. Artık pek öyle değil. Bugün Monte Carlo’da gezerken dahi Prens II. Albert ile karısı Charlene’in (nedense hep aynı) fotoğraflarına pek az yerde rastlanıyor ve onları zorlukla tanıyabiliyoruz. Bu küçük deniz ülkesi, bu sahil, sarp kayalıklarda yükselen yapılar, bana kuvvetle “Annabel Lee” şiirini düşündürüyor. Edgar Allan Poe’nun 1849 tarihli bu son şiirinde sözünü ettiği deniz ülkesi burası sanki. OriMilliyet SANAT Mart 2013

Grace K

jinal şiirde zaten, “deniz kıyısındaki krallık” der şair. “Bulutla gelen rüzgar”, Melih Cevdet Anday çevirisinde betimlendiği üzere ‘azgın deniz’. Poe’nun bu doğa, bu sahne için ilham kaynağı, büyük olasılıkla Güney Caroline’da Charleston’dı. Böyle düşünülüyor ama yine de tüm bu motifler ve Poe’nun dünyadaki en şiirsel tema olarak gördüğü ‘güzel kadının ölümü’, hep bu sahille buluşuyor zihnimde. Rüzgarın üşüttüğü, ölüm diyarına uçurduğu, büyük aşkla sevilen güzel, narin kadını, deniz kıyısının ona mezar olmasını, Monaco Prensesi’nin trajik öyküsüyle birleştirmiş olmalıyım. Hollywood’un en güzel kadınlarından Grace Kelly (1929-1982), 1955 Cannes Film Festivali’nde tanıştığı Monaco Prensi III. Rainier ile bir yıl içinde evlenerek masalsı bir yeni hayata adım atmıştı. Yıllar sonra Monaco yakınında La Tur-

80

elly ve Mona

co Prens

i III. Rain

ier.

bie’de geçirdiği araba kazasıyla virajdan uçarak yaşama veda etti. Müthiş bir rastlantı: Hitchcock’un “To Catch a Thief” (1955) filminde bir sahne var; aynı lokasyonda, aynı manzaralı virajda çekilmiş bu sahne. Grace Kelly şoför koltuğunda, yanında Cary Grant, fonda deniz, peyzaj, yapılar ve tabii bir de korkunç uçurum!

TRAJİK YAN Monaco’nun saray, kale ve katedralden sonra gelen iki majör yapısı: Le Grand Casino de Monte Carlo ile Deniz Bilimleri ya da Oşinografi Müzesi ve Enstitüsü... Monaco’yu ve Monte Carlo’yu sarıp sarmalayan masalsı, büyülü ve belki trajik yan, bu yapılarda da var... Bizim ‘kumarhane’ diye Türkçeleştirdiğimiz ‘casino’ sözcüğü, aslında ‘randevu evi’ anlamına gelen ‘casina’dan türemiş ve ilki


648-milsanat-80-81

2/26/13

2:16 PM

Page 3

Belçika’da Spa kentinde kurulmuş. Monaco ‘casino’ları ise bir yüzyıl sonrasına tarihleniyor, 1856’dan başlayarak bu ülkede kumarhane işletiliyor. Le Grand Casino de Monte Carlo, 1858’de kuruluyor. Kumarhane ve demiryolu yapımının bütünleşmesiyle bu küçük ülkenin ekonomisi yeni bir boyuta geçiyor. Deniz Bilimleri Müzesi ve Opera binalarını, çok sayıda otel ve kuyumcu mağazasının yapımı izliyor. Monaco vatandaşlarının vergiden muaf, varlıklı hayatlarının, doğası, tatil olanakları, otomobil rally’leri ile ünlü Cote d’Azur sahillerinin, hemen hepsi bir saat tren ve araba yolculuğu uzaklığındaki Cannes, Monaco, Nice ve aralarındaki daha küçük yerleşmelerin altyapısı, belli ki 19. YY. ortalarına uzanıyor. Dökme demir saçağı, seramik kaplı kubbeleri, saatlerinden biri Monaco, diğeri Paris zamanını gösteren kuleleriyle, heykelleriyle tanımlanan ana yapı, zamanla eklerle büyütülüyor. Bugün kumarhaneden daha geniş kapsamdaki bir eğlence kompleksine dönüşmüş olan yapılar, süreç içinde, aralarında Paris Opera Binası’nın tasarımcısı Charles Garnier’nin de bulunduğu farklı mimarların çalışmaları sonucunda biçimleniyor. Casino de Monte Carlo’yu tarihi bir sinema mekanı olarak da görüyoruz. Birden fazla Bond filminde ve son dönem fütüristik filmlerinden “In Time / Zamana Karşı”da önemli roller oynuyor. Deniz Bilimleri ya da Oşinografi Müzesi ve Enstitüsü, denizle karanın sert çizgilerle buluştuğu bu doğa parçasında, sarp kıyıda yükseliyor. Monaco kayalıklarının üzerinde, uçurum yüzeyiyle birlikte denizden 85 m. yükselen yapı, 100 m.’lik neoklasik cephesi, yüksek katları, geniş pencereleriyle, engin Akdeniz manzarasına, gelip eteklerine vuran dalgalara alabildiğine açık. Bu olağandışı, etkileyici konumda, bir yüzyılı aşkın süredir denizleri seyrediyor. La Turbie’den çıkarılan 100 bin ton taşın kullanıldığı, yapımı 11 yılda tamamlanmış olan yapı, büyük çaplı yenileme çalışmaları yapılarak özenle bakılıyor, sağlam tutuluyor. Bugünkü Prens II. Albert’in büyük büyük dedesi, modern oşinografinin öncülerinden I. Albert (1848-1922) tarafından kurulduğunda belirlenen “uygarlığın iki itici gücü olan sanat ve bilimi bir araya getirme” hedefi, görünüyor ki hâlâ geçerli. Müze kapsamında çağdaş sanatçıların sergilerine yer veriliyor. Aynı yapı, Deniz Bilimleri / Oşinografi Enstitüsü olarak da adlandırılıyor ve Akdeniz Bilim Komisyonu’nun da mekanı. Burada Jacques-Yves Cousto 1957’den başlayarak uzun yıllar yöneticilik yapmış.

Deniz Bilimleri / Oşinografi Enstitüsü’nde 18 metre uzunluğundaki bir balina iskeletinin de yer aldığı The Whale Room.

Casino de Monte Carlo’yu tarihi bir sinema mekanı olarak da görüyoruz. Birden fazla Bond filminde ve son dönem fütüristik filmlerinden “In Time / Zamana Karşı”da önemli roller oynuyor.

Monaco, 4 kilometrelik sahile sahip küçük bir Akdeniz ülkesi.

SÖZÜMONA DOĞAL ORTAM Monaco’nun bu ünlü yapısı, barındırdığı kurumlar ve etkinlikler; tarihsel, fiziksel, mimari özellikleri, uluslararası bilimsel ve sanatsal niteliği açılarından gerçekten dikkate değer. Öte yandan, başka deniz müzelerinden, benzer akvaryumlardan bir farkı yok. Olsa olsa diğerlerinden daha büyük. Akvaryumunda, 6 bin metrekare alanda 6 bin kadar tutsak deniz canlısı, sözümona doğal ortamlarında sergileniyor. Doldurulmuş hayvanların müze koleksiyonuna dahil olması ise cabası. Biraz bilimsellik-dışı bir düşünüş ya da hissiyat olsa da, kanımca korkunç.

81

Neyse ki sergilenenler arasında, Akdeniz ve tropik deniz ekosistemlerinin temsillerine, teknelere, maketlere, balıkçılık ve dalış malzemesine, kitaplara, fotoğraflara, denize dair farklı objelere de yer veriliyor. Bu arada yapı, yalnız içinde sergilenenlerle değil, cephe süslemeleri, kaplamaları, iki ve üç boyutlu hayvan figürleriyle bezenmiş mimarlık öğeleriyle de deniz dünyasından dolaylı ve doğrudan izler taşıyor ve bu yanıyla da ilginç. Akdeniz, Avrupa, Afrika ve Asya arasında 2,5 milyon kilometre kare büyüklüğünde bir alana yayılıyor. Biyolojik çeşitliliği bugün ne yazık ki büyük tehdit altında. Tüm denizler dünyasının varlığını, sağlığını giderek ve hızla büyüyen tehlikelerin beklediğini biliyoruz. Onlar bizim ‘uygarlığımız’ın yan ürünleri, belki de bedeli. Sözü şuraya getiriyorum; kentlerde inşa ettiğimiz akvaryumlar, deniz müzeleri, durumun ciddiyetle farkında olmak, doğanın yardım mesajlarına kulak vermek, duyarlılık geliştirmek konularında işe yarıyor mu? Buna gerçekten inanmalı mıyız? MS Milliyet SANAT Şubat 2013


SAHNE SANATLARI

648-milsanat-82-87

2/25/13

4:33 PM

Page 2

Faşizme aşk dolu bir direniş Genç tiyatro ekiplerine bir grup daha katıldı: D22. Ekip açılışı, Hamursuz Fırını’nda, Meltem Cumbul’un yönetmenliğinde, eşcinsellere yapılan baskıyı anlatıp faşizm eleştirisi getiren “Bent” ile yapıyor. BAHAR ÇUHADAR bahar.cuhadar@radikal.com.tr

KULEDİBİ’NDEKİ Şair Ziya Paşa yokuşundan kendinizi aşağı doğru bırakmaya başladığınızda az ileride solda karşınıza çıkar, Yahudiler’den kalma Hamursuz Fırını. Demir kapısı, küçük avlusu ve genişçe salonu ile bu mekan bir süredir çeşitli kültür sanat etkinliklerine sahne oluyordu. Son olarak Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali takipçilerinin oyun izlemek üzere ziyaret ettiği eski fırının ana kapısında kocaman bir D22 yazısı var artık. D22, Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndan yeni mezun üç genç oyuncunun kurduğu çiçeği burnunda bir tiyatro topluluğu. Seyirci koltuklarının D sırasının 21’de bittiğini varsayarak, ‘D22’nin ulaşamadıkları ama ulaşmak istedikleri ilk insan olarak açıklıyorlar, isimlerini. Bu ay itibariyle Amerikalı yazar Martin Sherman imzalı ilk oyunları, Türkiye’de daha önce sahnelenmemiş “Bent” ile seyirci karşısındalar. Çarpıcı bir tesadüfle, Türkiyeli Yahudiler’in yıllarca kullandığı fırında; Nazi Almanyası döneminde eşcinsellerin yaşadığı baskıyı, dönemin faşist uygulamalarını eleştiren bir oyun izleyeceğiz. Her türlü baskıya karşı bireyin özgürlüğünü ve Milliyet SANAT Mart 2013

Berkay Ateş, Meltem Cumbul, Can Kulan ve Emir Çubukçu (soldan sağa) 1 Mart’ta prömiyeri olan “Bant” isimli oyun için çalışıyorlar.

aşkı savunan, 1976’da kaleme alınan oyunun yönetmenliğini üstlenen isim, Meltem Cumbul. Bu, Cumbul’un ilk tiyatro yönetmenliği denemesi. Berkay Ateş, Can Kulan, Emir Çubukçu, Sercan Sungur, Necati Kutlu ve Mesut Özkeçeci’nin rol aldıkları “Bent”te Reha Özcan konuk oyuncu. Metnin çevirisi Mesut Özkeçeci’ye, müzikler Nurkan Renda’ya, koreografi Berk Sarıbay’a, dövüş koreografisi Filin Yang’a, dekor tasarımı Barış Dinçel’a ait. Oyunun sponsorluğunu Hilal Erdoğan üstlenmiş. 1 Mart’ta prömiyer yapacak oyun öncesi, prova esnasında ziyaret ettik ekibi. Şu kadarını söyleyelim, gayet sıkı çalışılmış performanslar ve sağlam bir metin bekliyor bizi. Ekibin öyküsünü D22’yi oluşturan üçlü Berkay Ateş, Can Kulan, Emir Çubukçu ve

82

Meltem Cumbul’dan dinledik. ● Nasıl bir araya geldi bu ekip? Emir Çubukçu: Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndan 2012 haziranında mezun olduk. İki senedir aklımızda mezun olduktan sonra bir tiyatro grubu kurmak vardı. Haziranda hayata geçirmeye başladık, aralıktan beri de oyunu çalışıyoruz. ● Meltem Cumbul’la yollarınız nasıl kesişti? Emir Ç.: Bir sene boyunca hocamız oldu, derslerinden büyük keyif alıyor ve çok şey öğreniyorduk. ● Ne dersi veriyordunuz? Meltem Cumbul: Eric Morris metodu. Berkay Ateş: Son dersi yapmıştık. Meltem Hoca’yla bahçede otururken “Birlikte


648-milsanat-82-87

2/25/13

4:33 PM

Page 3

çalışsak çok güzel olabilir,” dedim. Meltem Hoca da kabul etti. Meltem C.: Önce oyunu bulmak gerekiyordu. Üçüne de oyunculuklarını gösterebilecekleri, şimdiye kadar hissetmedikleri bir sürü şeyi hissedebilecekleri bir metin düşünürken Craft’ta yaptığımız bir workshop’ta Mesut Özkeçeci, “Bent”i çevirdiğini söyleyip okumamı rica etti. Okuduğumda bu oyunun onları bayağı yoracağını ve deneyimlemedikleri alanlarda oyuncu olarak zorlayacağını hissettim. Kendim için de bütün bunlar geçerli. Ve “Bir okuyun bakalım” dedim. ● Hem fiziksel olarak zorlayıcı bir oyuna benziyor gördüğüm kadarıyla hem de içsel olarak… Emir Ç.: Hep derste çalışıyorduk Eric Morris metodunu. Ve bununla ilgili bir soru

işareti vardı; “Oyun çalışırken metot nasıl çalışılır?” diye. ● Metodu artık oyunda uyguladığınıza göre farkını nasıl anlatırsınız? Emir Ç.: Konservatuvar eğitimi boyunca deneyimlediğimiz şeyin üstüne bambaşka bir şey koymak bu. Daha çok tatmin oluyorum, buradayken gerçekten başta bir adam olma ve hayattan kopma durumunu daha çok yaşıyorum. Can Kulan: Kişisel olarak kendi deneyimlerimizle var oluyoruz, yaratımı o yüzden çok daha benden oluyor. Berkay A.: Metot, keşfettiğimi sandığım ama gerçekte keşfedemediğim bir süreci açıyor. Hem korkutucu, hem güzel... ● Oyunun başındaki seyirciye açık bir ısınma sahnesi var, bu metodun bir parçası mı?

83

Meltem C.: Enstrüman açma ve sonra kişiliğe geçme... Oyuncuyu yaratım sürecine dahil eden bir çalışma. Her alanı görerek, işiterek, hissederek dahil etmiş oluyorsun. Bu da karakter yaratırken en gerçek noktada, en fütursuz haline ulaşmanı sağlıyor. ● Metin en temelde bir faşizm eleştirisi… Meltem C.: En küçük aile topluluğu içinde bile var olabilen; kendi cinsel kimliğini bile açıklayamamaya, yalan bir dünya yaşamak zorunda bırakılmaya neden olan faşizme karşı duran bir eser bu. Bunun en büyük noktası Hitler ve onun benzeri liderlerin kıyımlarıdır. Bunların bir de sosyal alanlar içindeki halleri de var. Daha da önemlisi insanın kendi yapısındaki labirenti var. ● Cinsel yönelimleri nedeniyle şu anMilliyet SANAT Mart 2013


2/25/13

4:33 PM

Page 4

SAHNE SANATLARI

648-milsanat-82-87

“En küçük aile topluluğu içinde bile var olabilen; kendi cinsel kimliğini bile açıklayamamaya, yalan bir dünya yaşamak zorunda bırakılmaya neden olan faşizme karşı duran bir eser bu.”

“Bu eser bir iç savaş benim için”

da da baskı altında yaşıyor bir çok insan. Tekstle tanıştıktan sonra sizlerin meseleye bakışınızda nasıl bir değişim oldu? Can K.: Bazı sorular sordum kendime. Ben eşcinsellik hakkında ne düşünüyorum? Onlara nasıl bakıyorum? Bunları daha önce sormamıştım. Onlar var, ben de varım. Bu problem değil benim için. Ama şimdi daha derinden sorular sormaya başlayınca enteresan bir yolculuk oldu. Emir Ç.: Çok daha fark ederek bakma durumu var. Evrensel olarak eşcinseller ya da ötekiler var ama evrensel olarak aşk da var. İnsana dair bir şeyi deneyimledik, en temelinde. Berkay A.: Sınıfsal ayrım, ötekiler vs. konusunda, sanatla uğraşan insanlar ya da belli bir kesimde herkes herkesi anladığını söyler. Ama bence bu koskocaman bir yalan. Derininde gerçekten anlıyor mu, paylaşıyor mu? En azından bunu sorduk. Bu konuşmayı provaların başına alsak, biz de deriz ki “Tabii ki eşcinsellik doğaldır vs…” ama arada denediğiniz zaman… En basiti; oturma biçimini bir otobüste yapmaya kalktığınızda baskının nasıl lokale indiğini, faşizmin yukarılarda bir yerlerde olmadığını toplumun içinde organik olarak dokunduğumuz, kokladığımız bir şey olduğunu fark ettik. Sevmenin gerçekten nasıl bir sıkıntı yarattığını, âşık olmanın o baskı altında nasıl yaşanamadığını biliyor muyuz? Bunu soruyoruz. Oyun, her cumartesi ve pazar saat 20.30’da. MS Milliyet SANAT Mart 2013

84

Berkay Ateş, Can Kulan ve Emir Çubukçu (yukarıdan aşağıya) D22’nin kurucuları.

● İlk yönetmenlik deneyiminizmiş, nasıl hissediyorsunuz? Meltem Cumbul: İlk kez bütünden sorumlu hissediyorum. Genelde bir parçada var olan alan içerisinde görevlerimi yerine getirmişimdir. Bütüne hakim olma hali ilk kez deneyimlediğim bir şey, heyecanlı... Müzisyeniyle, koreografıyla çalışırken, oyuncularla bir aradayken, video çekimlerinde diğer yönetmen arkadaşlarımla çalışırken, her gün bir başka duyguyu hissettiren bir duygu. Oyuncuların hepsinin yapısında var olan özellikleri keşfetmelerine kapı aralamaya çalıştım. Bu kapıları açtıkça o karakterlerin neler hissettiklerini içselleştirerek yaşamaya çalıştık hep beraber. “Bent”, Eric Morris metodunu çok hak eden bir eser. Yazarın çok incelikli, tek tek söylediği her cümlede, bütün bunları çok iyi verebildiğine inanıyorum. Hakkını verebilmek için metodu, işçiliğiyle, enstrüman çalışmalarıyla dahil etmeye çalıştık, daha iyi nasıl hissederiz diye. ● Aklınızda olan bir şey miydi bir gün oyun yönetmek? Meltem C.: Yok, hayır. Berkay söylediğinde de bir durdum. “Becerebilir miyim?” diye düşündüm. Bütün bunlar “Hadi Meltem bir cesaret” diye başladı. Bu eser bir iç savaş benim için. Bireyin kendi iç savaşıyla başlayan ve sosyal durumların baskıyla ortaya çıkabilecek sonuçlarının nelere mal olabileceğini, bir kavgayı anlatıyor. Ama bunun derdine derman olabilecek şeyin sevgi ve aşk olabileceğini de... Hayat görüşümü çok iyi anlatan bir eser.


648-milsanat-82-87

2/25/13

4:33 PM

Page 5

Cinayet büro sahnede

Erdal Beşikçioğlu Stüdyo CER’i, “Konservatuvar öğrencilerinin ve yeni mezunların profesyonel sahne yaşamına başlamadan evvel staj yapacakları bir sahne” olarak tanımlıyor.

Erdal Beşikçioğlu, Ankara’da sokağın ruhunu savunan yeni bir tiyatro kurdu. Stüdyo CER, sorgulayıcı metinlerin ‘yaramaz çocuk’ edasıyla sahneleneceği çiçeği burnunda bir tiyatro. Yeni oyunu “Mojo”da “Behzat Ç”nin oyuncuları da rol alıyor. EZGİ ATABİLEN eatabilen@hurriyet.com.tr

● Bundan birkaç yıl önce ‘daha sert oyunlar oynamak’ için bir sahne kuracağınızdan söz ediyordunuz. Stüdyo CER, o sözlerin somutlaşmış hali olmalı. ‘Daha

sert’, oyuncusu olduğunuz Devlet Tiyatrosu’nun disiplininden farklı bir sahne dili mi demek? Devlet Tiyatrosu’nda uzun yıllar geçirdiğiniz için oyunları bir salon disiplininde oynuyorsunuz ister istemez. Sokak kültürünü maalesef kaçırıyorsunuz. Halbuki dünya her yerdir. Bizim bir sokak kültürümüz var. Salonumuza girdiği zaman bizi biraz iğ-

85

reti bırakıyor. Ama ona da bir tarafından bakmak gerekiyor. Bu kültürde sosyal eleştiri var, evet. Ama birey, oyuncuyla empati kuran seyirci, kendisiyle hesaplaşıyor. Bu biraz daha sert ve katlanılması zor duygu durumlarını doğurabilir. Seyirci ya oyunu terk ediyor ya da bu terapiye katılmayı kabul ediyor. O lafı söylerken de zannedersem bunu ima etmeye çalıştım. İyi ki söylemişim Milliyet SANAT Mart 2013


2/25/13

4:33 PM

Page 6

SAHNE SANATLARI

648-milsanat-82-87

Cinsellik, şiddet ve uyuşturucu: “Mojo” Aslında Jez Butterworth imzalı “Mojo”nun asıl metninde, tüm olaylar bir ofiste, bir masa ve birkaç sandalye etrafında gelişiyor. Ama yönetmen İlham Yazar oyunu Stüdyo CER’in hangar formundaki mekânına uyarlarken, tüm mizansen ve parantez içi kurgusunu değiştirip yeniden yorumlayarak, hikayeyi orijinal metinde hiç görülmeyen bar kısmına taşımış. Olaylar, Londra Soho’da Atlantik adlı gece kulübünde geçiyor. Sokakta şarkı söylerken keşfedilen 17 yaşındaki Parlak Johnny, kulübün sahibi Ezra tarafından himaye edilir. Ancak hayran kitlesi giderek genişleyen Johnny için başka planları olan diğer kulüp sahipleri Ezra’yı şiddet kullanarak saf dışı bırakır. Kulüp çalışanları Ezra’nın gidişiyle

bak, o zaman söylediğimi bu zaman yapmaya çalışıyorum. İyiymiş de yani. ● Stüdyo CER’i kurma fikri ne zamandır vardı aklınızda? Çok uzun zamandır. DOT kurulduğunda orada ilk oyunları oynuyorduk. Tabii İstanbul’da böyle bir işin yapılması çok daha kolay. Bana soracak olursanız İstanbul’un kültürünü oluşturan varoşlardır aslında. Ama Ankara’da Devlet Tiyatroları’nın hakimiyetiyle bilet fiyatları ucuz da olsa salon kültürü devam eder. Ben buna karşı çıkmak gerektiği inancını taşıyorum. ● Ne zaman başladı ilk girişimler? 2000’li yıllarda. Aslında ben askerden döndükten sonra başladı hikaye. Güneydoğu’da yaptım askerliği. Oraya girdiğimde başkaydım, çıktığımda bambaşka. Milliyet SANAT Mart 2012

sahipsiz kalınca yüz yüze oldukları tehlikeyle baş etmeye çalışırken, Ezra’nın oğlu Bebe babasının şüpheli ölümünü aydınlatmak için planlar yapmaya başlar. Erdal Beşikçioğlu, “Behzat Ç” dizisindeki rol arkadaşları İnanç Konukçu, Berkan Şal ve Engin Öztürk’ü de projeye dahil etmiş. İlham Yazar’ın rejisini üstlendiği “Mojo”da Nusret Şenay ‘Mickey’, İnanç Konukçu ‘Bebe’, Ali Yoğurtçuoğlu ‘Şekerci’, Ferhat Doruk Nalbantoğlu ‘Potts’, Berkan Şal ‘Sıska’, Engin Öztürk ise ‘Parlak Johnny’ rollerini canlandırıyorlar. Ali Yoğurtçuoğlu ve İlham Konukçu’nun performanslarıyla öne çıktığı oyuna bambaşka bir enerji katan harika müzikler Ali Erel imzalı. Işık tasarımıysa Mustafa Bal’a ait.

● Bu başkalık mesleğe yaklaşımınızı da değiştirmiş olmalı... Değiştirmez mi yani? Tiyatro camiasında sınırlı bir çevrem vardı. Askerde Anadolu’yla karşılaştım. Her yerden insanı tek tek gözlemleme şansım oldu. Askerlik sürecinin eksilerinin yanında çok büyük bir artıydı bu. Perspektifimi daha da geliştirdim. Bir sosyal problemi tek başına anlatmaktansa, bireyin kendi içinde yaşadığı problemden yola çıkılabilir diye düşündüm. Ve bunun arayışı doğdu. Gerçi biz yeni bir şey de keşfetmedik. Zamanında İngiltere’de de ‘in yer face’ dedikleri bir akımla bunu seyirciyle buluşturmuşlar. Bizim de böyle bir araştırmamız başladı. ● Daha önce de yine Ankara’da Dib Sahne’yi kurmuştunuz. Ne oldu ona?

86

Berkan Şal’ın (solda) ‘Sıska’yı, Nusret Şenay’ın (sağda) ‘Mojo’yu canlandırdığı oyunun müziklerini Ali Erel yapıyor.

Benim bir fantezim vardı. Ülkede halk evleri kapandı ya, bu arada da kasaba ve köylerdeki arkadaşların çoğu kente göç etti. Bende bu şehirlerde mutlak suretle kent evleri olması gerektiği inancı doğdu. Kendi gücümüzle böyle bir şey yapabilir miyiz diye düşünerek, Dib Sahne diye bir oluşum çıkardık. Orada konserler veriyor, tiyatro metinlerini sahneliyorduk. Birtakım sokak ressamlarının sergilerini açıyorduk. Tabii bu süreç cebinizdeki maddi olanakla ilgiliydi. Sponsorların desteği İstanbul’daki gibi olmuyor Ankara’ya. Dip Sahne’yi kurduğumuz zaman da “Mojo”yu yine İlham’a (Yazar) verdik. Bir gece kulübündesiniz “Mojo”da. Gece kulübü esas mekan olarak değerlendirilerek seyirciden bir oyuna tanıklık etmesi isteniyor. Ankara gibi salon tiyatrosunun hakim olduğu bir şehirde oyun tabii ki sarsıntıyla karşılandı ve sorgulandı. E öyle olunca ve bizim de cebimizdeki para bitince, devamını getiremedik. İçimizde patladı açıkçası. ● Yani Stüdyo CER’le Dip Sahne’nin kuruluşundaki niyet aynı aslında. Stüdyo CER’de neler olacak, nasıl oyunlar izleyeceğiz? CER Modern’i inşaatından beri takip ediyordum. Kafamda proje oluşmuştu. Sonra gelip buradaki arkadaşlarla konuştum. Halk Bankası’nın sponsorluğunda, klasik metinleri çağdaş anlayışla yorumlayarak veya farklı bir estetikle seyirciyle buluşturarak birtakım ekol arayışı içine girdik. Ankara Modern Dans Topluluğu’nun kurucularından Binnaz Dorkip de bizimle beraber. Burada performans tiyatrosuna yönelik, biraz


648-milsanat-82-87

2/25/13

4:34 PM

Page 7

“Burası nefes aldığım yer” ● “Bir Delinin Hatıra Defteri” altıncı sezonunda. Bir yandan “Behzat Ç.” devam ediyor, yakında filmi de çekilecek. Şimdi bir de Stüdyo CER var. Ciddi bir yoğunluk. Hepsine birden nasıl yetişiyorsunuz? Burası benim sosyalleşme yerim. Bütün arkadaşlarım, eşim dostumla gelip burada yemek yiyor, üretiyor, eğleniyorum. Başta söyledim ya hani, kent evi olması gerekiyor. İşte gerek sergileri, genç düşüncelerin buradaki amatör sergileri, oyunlar, konserler ve seminerlerle bir kent evi. O yüzden vaktimin çoğunu burada geçiriyorum. Setten biraz hava almak için buraya geliyorum. Bir de sahnede olduğunuz zaman daha dinamik bir iş yapıyorsunuz. İnsanla uğraştığınız için. O yüzden burası nefes aldığım bir yer. Oluyor yani bir şekilde. “Bir Delinin Hatıra Defteri” de bu temponun hepsine karşı rahatladığım, deşarj olduğum bir oyun. Kendi içinde dengelenip gidiyor işte. ● “Bir Deli...” altıncı sezonunda, bugüne dek 330 kere oynadınız. Devam edecek mi? - Edecek. O performansa yetişebildiğim ölçüde devam edecek.

daha avangart işler yapmaya çalışıyoruz. Devlet Tiyatrosu’na alternatif olmayı becerebilirsek eğer, istediğimize ulaşacağız sanırım. Çünkü devletin parasıyla bizim yapacağımız işleri sahnelemek mümkün değil. Onun kendi içinde ahlaki bir değeri var ve bu ahlaki değer de devletin ahlaki değeri. Düşünce konusunda istediğiniz tandansta işler yapabilirsiniz. Büyük bir özgürlük alanı vardır Devlet Tiyatrosu’nda. Ama bizi olgunlaştıracak ahlaki değerleri de sorgulayan bir yerin olması gerekiyor. ● Stüdyo CER’de Türkiye’de ilk kez uygulanan bir sistem uyguluyoruz, diyorsunuz. Nasıl bir sistem bu? Genco Erkal, Haluk Bilginer, o, bu veya şu kendi tiyatrosunu kurar. Ama biz kendi tiyatromuzu kurmadık burada. Yarın öbür gün ben buradan gittiğim zaman da devam edecek bir sistem yaratmaya çalıştık. Evet atölyeyi destekleyici profesyonel çalışmalarımız da var burada. Tıpkı İngiltere Royal Court’taki upstairs ve downstairs gibi düşün. Kendi içinde sosyal sorumluluğu olan bir yer, Stüdyo CER. Konservatuvar öğren-

“Emekli olduğum zaman Stüdyo CER’de sahneye çıkacağım. Az kaldı. Devlet Tiyatrosu’nda 7 liraya seyirciyle buluşuyorum, burada adam 40 lira verip beni seyredecek. Haksızlık gibi geliyor.” cilerinin ve yeni mezunların profesyonel sahne yaşamına başlamadan evvel staj yapacakları bir sahne burası, aynı zamanda. Beni baştan beri okuldan mezun olan arkadaşların direkt profesyonel bir oyuncu gibi değerlendirilmeleri çok rahatsız ediyordu. Çünkü daha sahne tecrübesi yok adamın. Bunun üzerine dedim ki; öğrenci ve yeni mezun arkadaşlara staj imkanı sağlamamız lazım. Öğrenciler de yıl boyunca öğrendiklerini tatbik edecekleri bir sahneye sahip olmalı. Hacettepe Devlet Konservatuvarı’nın ben okula girdiğimden beri böyle bir tatbikat sahnesi projesi vardır. Ben 45 yaşına geldim. Bunu duyduğumda 18 yaşındaydım. Devlet de maalesef bir yere kadar yani. ● Öğrenci kadronuz kaç kişi? 17 kişilik bir öğrenci kadromuz var. Daha sonra teknik manada 22 kişi oldu toplam. Bir tiyatroları var. Dekorundan tut, kostümü ve ütüsüne kadar her şeyi onlar yapıyorlar. Bunu koklamaları ve yapmaları gerektiğine inanıyorum. Yarın kendisinden daha küçükler tarafından yapılacak bunlar. Böyle bir desturun oluşması niyetindeyim. Tiyatroda bunun olması gerekir. Bir dahaki yıl 17 kişi daha alacağız. ● Öğrenci seçmelerini kulaktan kulağa duyurmayı tercih etmişsiniz. Kaç kişi başvurdu seçmelere? Adaylarda hangi özellikleri aradınız? 160 kişi başvurdu. Biz ne kadar yetenekli bir öğrenci, diye seçmedik. Her oyuncu sorsanız kendi içinde dünyanın en yetenekli oyuncusudur. Bizi ilgilendirense, bir projeyi eline aldığı zaman sonuna ulaşacağı süreç içerisinde geçireceği yolculuğa katlanabilir mi, hırsı yeterli mi, tiyatroyu hayatının neresine koyuyor, gibi soruların yanıtları. Ona göre çocuklar aldık. İşe başladığımız zaman 14 kişiyle yaparız diyorduk. 21 kişi almıştık. 25 kişi başladık ama bayağı bir süreçten sonra elendiler, 17 kişi kaldı. ● Hangi süreçlerden geçtiler? 1 buçuk ay süreyle çok ciddi bir bedensel eğitim süreçleri başladı, Binnaz Dorkip’le beraber. Mesleğe karşı çabasına, aldığı figürü nasıl yorumladığına, disiplinine falan hep bakıyorsun. Zaten başladıklarında eleme olacağını biliyorlardı. Dinamizm açısından da yararlı oldu bu. Sonuçta kimse bırakmadı ve sonuna kadar devam etti yani. Çok enteresan bir şey bu. ● Ankara’da Devlet Tiyatrosu’na alternatif Ankara Sanat Tiyatrosu gibi bir-

87

kaç tiyatro var. Stüdyo CER, bunlar arasında nerede duracak? İkisinin de bilet fiyatları çok ucuzdur. Çünkü onların kâr etme amaçları yoktur. Bu çok ciddi bir çelişki tabii. Zaten sanatla uğraşıyorsanız bunu kâr etmek için yapmazsınız. Beğensinler diye yaparsınız. Beğenirlerse adam biletini alır oyunu izler, sen de paranı kazanırsın. Ama Devlet Tiyatroları o hizmeti vermekle sorumludur. Yoksa çok pahalıdır tiyatro. Bir kişiyi görüyorsanız, yirmi kişi arkadadır tiyatroda. Bunlardan kıstığınızda kaliteden de kısar, çadır tiyatrosuna dönüşmeye başlarsınız. Bizim isteğimiz böyle bir algının oluşmasını sağlamak. ● Stüdyo CER oyunlarının bilet fiyatları daha yüksek öyleyse. Ne kadar? Yüksek, evet. İstanbul’daki DOT’a göre düşünme tabii. Burası Ankara. Bizim atölyede biletler 15-30, normal oyunda 20-40 lira. Ama ben gençleri ve öğrencileri istediğim için böyle tabii. Benim istediğim 18-35 yaş arası bir seyirci kitlesi. Biz şu anda fazla diyoruz biletlere de Avrupa’daki bilet fiyatlarının 4’te 1’i yani. Düşünün bir de Devlet Tiyatrosu biletleri fiyatının yüzdesini. Ama siz oyuncunuzu beslemek zorundasınız neticede. Besleyemezseniz ne yapacaksınız? Bilet fiyatını 5 lira yapalım. Birbirimizi sevindirelim. Oh, ne güzel. Salonumuz da dolsun. Yok böyle bir şey yani! O yüzden Devlet Tiyatrosu mutlak suretle şarttır. Hem örnek olma hem de işletme sistemi bakımından. ● Stüdyo CER’de sizin sahneye çıkmanız ciddi bir seyirci kitlesini buraya getirebilir. Bunu düşünüyor musunuz? Emekli olduğum zaman. ● Ne kadar kaldı? Az kaldı. Doğru olmayacağını düşünüyorum öteki türlüsünün. Şimdi Devlet Tiyatrosu’nda 7 liraya seyirciyle buluşuyorum. Burada adam 40 lira verip beni seyredecek. Haksızlık gibi geliyor bana. Emekli olana kadar Devlet Tiyatrosu’ndaki görevimi icra etmek, seyirciyle daha fazla buluşmak istiyorum açıkçası. Daha sonra tabii burada da oynayacağım oyunlar var ya… Deli gibi hem de yani! O konuda da çok sabırsızlanıyorum. ● Hangi metinler, belli mi? Belli tabii canım! Ya sorma ama o kadar… Yani şöyle söyleyeyim sana… Yok söylemeyeyim. Söylersem sihri kaçar. MS Milliyet SANAT Mart 2012


2/25/13

4:35 PM

Page 2

SAHNE SANATLARI

648-milsanat-88-89

Oyunda Meltem Coşkun, Aytaç Öztuna ve Füsun Kostak başrolde (soldan sağa).

İdeallerin ‘hiç’e sayıldığı bir düzen Kemal Başar’ın Sadri Alışık Alternatif Tiyatro bünyesinde sahnelediği “Hiç”, tiyatronun eleştiri, eğitim ve yapım mekanizmalarındaki gariplikleri anlatıyor. ECE BAKTIAYA ecebaktiaya@gmail.com

BOMBOŞ bir sahne düşünün, neredeyse sıfır ışık. Oyun izlemek üzere salona doluşmuş insanlar. Pek de parlak olmayan bir ses “Somewhere Over The Rainbow”u söylüyor. Şarkı oyunun başlamasına işaret kabul ediliyor, izleyici hazırlanıyor. Şarkı bitiyor derken tekrar başlıyor, sonra tekrar. Şarkı da, beklemek de işkenceye dönüyor. Ve bu işkence tam 10 dakika sürüyor. Beklemekten sıkılan izleyici huzursuzlanıyor, homurdanıyor... Sonunda hepimizi saran bıkkınlığa bir izleyici ses oluyor: “Ne bu? 10 dakikadır bekliyoruz ortada bir şey yok. Paramı verin gideceğim.” Arkadan gelen sesle anlıyoruz Milliyet SANAT Mart 2013

ki, bizim göremediğimizi gören ve beklemekten yana şikayeti olmayanlar da var aramızda. Uyaran bir tondan “Farkında değil misiniz sanatın?” diye soruyor ve tartışma başlıyor. Fısıltıyla da katılan oluyor tartışmaya hararetle de... Salondakiler gergin... Artık hepimiz bir oyunun içindeyiz ama henüz farkında değiliz... Uyanışımız ise, oyuna dahil olan yapımcı ve polisle başlıyor. Sözünü ettiğim oyun Sadri Alışık Alternatif Tiyatro bünyesinde sahnelenen “Hiç”. Yunan yazar Evdokimos Tsolikadis’in yazdığı interaktif oyunu, çevirip sahneye koyan isim ise Kemal Başar. Oyunu, üyesi olduğu tiyatro örgütü Fence’in bir projesi sayesinde keşfetmiş: “Avrupa’nın yeni yazılmış oyunlarını seçip, 4 ayrı dilde bastırıp prodüktörlere sunma üzerine bir proje gerçekleştirdik. Bu sırada jüri üyesi olarak benim elime yeni yazılmış 200 civarında metin geçti. Onların

88

içinde enteresan bulduklarımı, biraz bencilce davranarak kendim yönetmek üzere Türkçeye çevirdim. ‘Hiç’ de onlardan biri.”

SANAT DEĞİL TİCARİ KAYGI “Hiç”, tiyatronun eleştiri, eğitim ve yapım mekanizmalarındaki gariplikleri anlatıyor. Çoğu ülkede hakim olan sanatın es geçilip ticari kaygının öne çıkma durumunu konu alıyor aslında biraz da. Anlatmak istediğini de yalın bir dille, allayıp pullamadan anlatıyor. Oyunun yönetmenini de işte bu yanıyla cezbetmiş. Şöyle anlatıyor Kemal Başar: “Bu oyun, tiyatronun sanat yanının değil de ticari yanının düşünülmesi durumunu açık bir dille anlatıyor. Bu oyunu, bir ödenekli tiyatro yapmak istedi. Metnin süslenmesini, değiştirilmesini istemediğim için istemedim. Türkiye’de ilk kez oynanacak oyunun, bütün yalınlığıyla sahnelenmesini


648-milsanat-88-89

2/25/13

4:35 PM

Page 3

Kemal Başar: “Hancı ile yolcu arasında, ki biz hancıyız, bir saygı olması gerekir. Eleştirmenlerin kimisi, tiyatronun tekniğine, nasıl yapılması gerektiğine, oyuncunun ve yönetmenin hassasiyetine aldırmadan ‘ne olmamış’ı kolluyor.”

istedim. İş başa kalınca da korktum. Çünkü ‘Hiç’, interaktif ötesi bir oyun.” Başar’ın ‘interaktif ötesi’ dediği kadar var. Oyunun neredeyse tamamı seyirci arasında geçiyor. Seyirciyi tahrik, hatta rahatsız ediyor. Ama istenilen de zaten bu. Oyun izleyicisini rahatsız edebildiği ölçüde, oyuncular da başarısına inanıyor. Oyuncular demişken, her birinin oyunculuğu gerçekten çok etkileyici. Metin Coşkun, Aytaç Öztuna ve Füsun Kostak gibi profesyonel oyunculara başrolde Sadri Alışık Akademi oyuncularından Nihan Ekitöz eşlik ediyor. Nihan Ekitöz’ün oyunculuğu da oldukça inandırıcı. Hatta öyle ki, bir oyunda Ekitöz’ün ‘parasını isteme’ çıkışı, bir izleyicinin oyuncuyu duvara vurmasına sebep oluyor. O gün bugündür izleyicilerin arasında artık okuldan

3-4 oyuncu da bulunuyor. Hani gerekirse diye... Genç oyuncunun yaşadığı travma birkaç oyun biraz tutuk oynamasına neden olsa da seyirci arasındaki gizli ‘bodyguard’ların varlığı eski performansına dönmesini sağlamış. Bu olay, Nihan Ekitöz’ün oyunculuğunun sağlaması olduğu kadar izleyicinin vahametine dair tüyolar veriyor kanımca... Oyunculuklar iyi, metin kendi çevirisi olunca fazla çalışmasına gerek kalmamış Kemal Başar’ın. Hazırlık aşamasını şu sözlerle anlatıyor: “Oyunun tartımı, zamanlama ve oyunculara ufak tefek şeyler söyleme dışında hiçbir şey yapmadım. Sadece izledim. Metnin, bir müzik gibi iyi bir zamanlamayla doğru dürüst sahnelenmesini sağlamaya çalıştım. Tam bir rejisörlük diyemeyiz buna, biraz gözetmenlik gibi...” Öğrendim ki, başta yumuşatarak ‘pek de parlak olmadığını’ söylediğim, Başar’ın tabiriyle ‘Somewhere Over The Rainbow’u söyleyen o berbat ses,” Başar’ın ta kendisi. Neden kendisinin seslendirdiğini sorduğumda ise cevabı net: “Daha kötü söyleyecek kimse olmadığı için”. “Hiç”te dört ana karakter var; tiyatro eleştirmeni, tiyatro yapımcısı, seyirci ve polis. Piyasanın gereklerinden eğitmenlerin ne kadar habersiz olduğunu, yapımcı-eleştirmen arasındaki ‘danışıklı dövüş’ü anlatıyor oyun. 45 dakika boyunca hiçbir şey demiyormuş gibi yapıp çok şey diyor. Beklemekten isyan eden seyirciye arka sıralardan müdahale eden tiyatro eleştirmenine oyunda destek tiyatronun yapımcısından geliyor. Yapımcı, Yeşilçam filmlerinden fırlamış gibi sanki... Bir sonraki sahneye dahil olan gü-

“Hiç”, piyasanın gereklerinden eğitmenlerin ne kadar habersiz olduğunu, yapımcı-eleştirmen arasındaki ‘danışıklı dövüş’ü işliyor.

89

zel polis memuruyla, yapımcının çapkın yanı ortaya çıkıveriyor. Oysa polis tanımadığı biri değil. Bir süre sonra anlıyoruz ki, konservatuarı birincilikle bitiren genç kızın oyunculuk kariyerini başlamadan bitirenlerden biri kendisi. Geçmişle hesaplaşılırken bir yandan da dünyadaki eğitim sisteminin de aslında ne kadar bozuk olduğuna gönderme yapılıyor. Konservatuvar ile yapım sektörünün ilişkilerinin organik olması gerekirken ne kadar kopuk olduğunu gösteriyor.

RAHATSIZ EDİYOR Oyun birilerini rahatsız eder mi diye soruyorum Kemal Başar’a, “Beni de rahatsız ediyor,” diyor ve ekliyor: “Ben de eğitmenlik yapıyorum, zaman zaman tiyatro yapımcısı gibi de oluyorum. Bu oyuna bir özeleştiri diyelim. Birilerini yargılamıyorum, kendim de dersler çıkarıyorum. Kimse üzerine alınsın diye bir düşüncem yok. Kimseye tepeden bakayım, akıl öğreteyim gibi bir isteğim yok. Ben de tiyatro dünyasının içindeyim. Aynayı kendimize çevirdiğimizde, gördüklerimiz bunlar. Kimseye işini öğretmek değil ama herkesin de tiyatro çarşısının bazen böyle olduğunu bilmesi gerek diye düşünüyorum.” Başar, eskiden tiyatroya bir tarafından bulaşmış, tiyatroyu seven ya da estetikten keyif alan insanların o dünyanın içinde olmak için eleştiri yazdıklarını söylüyor. “Hancı ile yolcu arasında, ki biz hancıyız, bir saygı olması gerekir. Eleştirmenlerin tiyatroyu destekler taraftan bu işe bakmaları gerekir. Hepsi değil ama kimisi, tiyatronun tekniğine, nasıl yapılması gerektiğine, oyuncunun ve yönetmenin hassasiyetine aldırmadan, oyun nasıl çıkarılır, ekip için önemi nedir düşünmeden, ‘ne olmamış’ı kolluyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde yönetmen ve eleştirmen sayısı azdır. Bizde öyle değil. Eleştirmenlik mekanizmasının çok sağlam işlediğini düşünmüyorum.” Çuvaldızını kendimize batırdığımız, bolca gerildiğimiz, iyi oyunculuk izlediğimiz kısa bir oyun “Hiç”! İdeallerin, gerçeklerin, değerlerimizin ‘hiç’e sayıldığı bir düzenin yansıması... MS Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

3:42 PM

Page 2

SAHNE SANATLARI

648-milsanat-90-91

“Michael Jackson: The Immortal World Tour” pop müziğin kralına bir saygı duruşu niteliğinde.

Michael’ın ateşi

sirkte ölümsüzleşiyor SELAY SARI selay.sari@milliyet.com.tr

TÜRKİYE’YE EN SON geçen sene Barok temalı şov “Alegria” ile gelen, Kanada’nın dünyaca ünlü performans topluluğu Cirque du Soleil, bu sefer bambaşka bir gösteri ile karşımızda: “Michael Jackson: The Immortal World Tour”. 2009 yılında hayata veda eden Jackson’ın gösteri dünyasına getirdiği yeniliklere bir saygı duruşu niteliği taşıyan şovun koreograflarından, Jackson’la daha önce defalarca birlikte çalışmış ve sanatçının gerçekleşemeyen son konser serisi “This Is It”in koreografı olan Travis Payne ile Cirque du Soleil’in gösterisini konuştuk... ● “The Immortal World Tour” proje-

Milliyet SANAT Mart 2013

“Michael Jackson: The Immortal World Tour” koreograflarından Travis Payne: “Cirque du Soleil’in şovu hem Jackson’ın büyük hayranlarına, hem de sanatçıyı tanımak isteyenlere hitap ediyor.” si kimin fikri olarak ortaya çıktı? Daha önce Michael Jackson’ın “Dangerous” Dünya Turu’nda ikimiz de dansçı iken tanıştığım ve o tarihten beri arkadaşım olan Jamie King, bana Cirque du Soleil için böyle bir proje oluşturduğunu ve bu projede yer almamı çok istediğini belirtti. Ben de Jamie’nin, Michael’ın ruhunu bu şekilde bir şovda sahneye en iyi yansıtabilecek isimlerden biri olduğunu düşündüğümden teklifini kabul ettim... ● Daha önce Michael Jackson, Madonna, Beyoncé ve Lady Gaga gibi isimlerle çalışmıştınız. Cirque du Soleil’in Michael Jackson şovunu sahnelemek, Jackson’ın ya da diğer şarkıcıların konser performanslarını sahnelemekten da-

90

ha mı zordu? Zor yerine ‘farklı’ kelimesini kullanabilirim bu deneyim için. Sonuç olarak Cirque du Soleil’in isminin de ortaya koyduğu bir sirk altyapısı var ve her ne kadar benim işim asıl dansçılarla olsa ve sirk sanatçılarının ayrı koreografları da olsa, bir şekilde bu öğelerin beraber yürüyebilmesi için birçok yapının birlikte çalışması gerekiyor. Ayrıca saydığınız isimlerin konserleri o isimleri odak alıp, onlar üzerinde şekillenirken, burada bir topluluk işi söz konusu, herhangi bir öğenin diğerinden daha fazla öne çıkmaması gerekiyor. Bu gibi açılardan bakınca ikisi birbirinden farklı türde zorluklar içeriyor. ● “Michael Jackson: The Immortal World Tour”u nasıl tanımlarsınız?


648-milsanat-90-91

2/26/13

3:42 PM

Page 3

Tek bir cümlede şöyle ifade edebilirim: “Cirque du Soleil’in fantastik ve akrobatik dünyasıyla Michael Jackson’ın ateşini ve enerjisini bir araya getiriyor”. Bu şov için gerçekten dünya çapında bir arayışa çıktık, Michael’ın artık alamet-i farikası haline gelmiş figürlerini yapabilecek dansçıları bulabilmek adına. Ancak amacımız sadece Michael’ın taklitlerinden oluşan bir ordu yaratmak değildi; dansçılar daha çok onun farklı yönlerini yansıtıyor. Her zaman için temel amacımız buydu: Michael’ın yerine birini koymaya, bir Michael Jackson konseri yaratmaya çalışmıyoruz, asıl amaç onun sanatını, dans ve şov dünyasına kazandırdıklarını anabileceğimiz şekilde bir iş çıkartmak. Bunu başardığımıza inanıyorum. Beni duygulandıran bir şeyi de paylaşmak istiyorum: “The Immortal World Tour” için dansçı seçmelerini başlattığımızda rekor sayıda başvuru aldık. Genç, Michael hayranı dansçılar elendiklerinde bile sonraki gün gelip denemeye devam ediyorlardı. Bu bizi gerçekten çok etkiledi. ● Cirque du Soleil’in şovunda dünya çapında tanınmış on koreograf yer alıyor. Bu kadar kalabalık bir ekiple çalışmak zor muydu? Genelde şovlar üzerine tek başıma çalıştığımdan, benim için alışılmış bir durum değildi. Ancak kesinlikle beklediğim kadar zor olmadı. Yaratacağımız performans üzerine fikir çatışması olabilir mi diye düşündük, ama gerçekten çıkan tek sorun programlarımızın çakışmasıydı, onu da halletmenin yollarını bulduk. ● Jackson’ın ölümünden önce hazırladığı son proje olan “This Is It” konser serisinin de koreografıydınız. O projedeki çalışmanızın ne kadarı “The Immortal World Tour”a aktarıldı? Projeler, en azından kullanılan şarkılar açısından benziyor, evet. Ama tabii “This Is It” sonuçta bir konser olarak tasarlanmıştı ve Michael dans etmenin yanı sıra şarkılarını da söyleyecekti. Burada da canlı bir müzik performansı var ama LED ışıklı kostümler, dansçıların şarkılara katılmıyor oluşu ve sirk sanatçılarının gösterileri de eklenince, bambaşka bir deneyimden bahsetmek zorundayız. Ben Cirque du Soleil’in şovunun hem Michael’ın en büyük hayranlarını tatmin edeceğini, hem de kendisinin sanatıyla daha yeni tanışacak insanlar için iyi bir başlangıç noktası olacağını düşünüyorum. ● Bu biraz garip bir soru olacak ama, dans dünyası dışındaki insanların aklında bir koreografın tam olarak ne yaptığına dair net bir fikir yok. Acaba bir şovda ne yaptığınızı bize biraz açıklayabilir misiniz? Koreograflar için ‘hikaye dili ile

“Bu şov için dünya çapında bir arayışa çıktık, Michael’ın artık alamet-i farikası haline gelmiş figürlerini yapabilecek dansçıları bulabilmek adına. Genç, Michael hayranı dansçılar geliyor, elendiklerinde bile bir sonraki gün gelip denemeye devam ediyorlardı, bu bizi çok etkiledi.”

Travis Payne, Michael Jackson ile 15 sene boyunca çalışmış.

“Tarkan çok profesyonel ve ilginç bir insan” ● “This Is It” belgeselinde Michael Jackson mükemmelliyetçi kişiliğinden ödün vermeyen ama ekibiyle de yakın bir ilişki kuran bir patron görüntüsü veriyordu... Michael’ın sert bir patron olduğunu söyleyebilirim, ama ben onu bir patron olarak görmüyordum, başkalarının da ona öyle baktığını düşünmüyorum. Benim için bir akıl hocası, bir yol gösterici gibiydi ve sonuçta akıl hocanızdan da takdir görmek istersiniz. Beni ve başka birçok kişiyi bu kadar çok çalışmaya iten onun bu akıl hocası durumu, insanüstü disiplini ve işine verdiği büyük önemdi. Şovlarıyla yarattığı etkinin yanı sıra iş disiplininin de şu anda aktif olarak bu alanda çalışan ve gelecekte çalışmayı hedefleyen insanlara örnek olması gerektiğini düşünüyorum. ● Duyduğumuza göre Michael Jackson’ın ailesi de “The Immortal Show”u izlemiş... Evet, bu bizi son derece mutlu etti.

dans dili arasında çevirmen’ tanımını kullanabilir miyiz? Olaya hiç bu yönden bakmamıştım! Evet, ‘çevirmen’ yaptığımız işi tanımlamak için doğru sözcük olabilir, ancak biz bunu sadece dans şovları için yapmıyoruz. Hareket içeren herhangi bir yerde, örneğin bir bilgisayar reklamından Cirque du Soleil’in şovuna kadar her türlü performansta yer alacak kişilere, bir olayı hareketlerle anlatabilme,

91

Michael’ın çocukları, kardeşleri ve annesi şovu izlediler ve çok beğendiklerini ilettiler. Onların desteğinin bizim için apayrı bir önemi var çünkü onlar Michael Jackson’ın mirasına ilk elden sahip olan ve onu koruyan kişiler. Bu yüzden ailesinin, Cirque du Soleil’in bu şovunu beğenmesi, Michael’ın mirasını korumak adına Cirque’in ve bizim işimizi doğru yaptığımızı gösteriyor. ● Daha önce Türkiye ile ilgili bir deneyiminiz oldu mu? Evet, Tarkan ile beraber çalıştık bir projede. Gerçekten çok profesyonel ve ilginç bir insan kendisi. ● Tarkan için de Türkiye’deki dans ve gösteri anlayışında çığır açmış bir sanatçı denilebilir, Ortadoğu’nun MJ’i gibi... Sanırım ben sahnedeki kişiliğini ve şov anlayışını daha çok Ricky Martin’e benzetiyorum, onda da Ricky’nin yaydığı bir ‘Akdeniz Ateşi’ hissi var. Kendisiyle çalışmak çok zevkliydi.

bunu gerektiğinde eşzamanlı olarak yapabilme yolunu gösteriyoruz. Bir şampuan reklamında oyuncuya saçını savurma şeklini göstermek de işimizin bir parçası, 150 dansçının birlikte hareket etmesini sağlamak da. Buna bir hikayenin, ya da günlük hayattaki sıradan bir davranışın estetik bir dille yeniden yorumlanması diyebiliriz. Ki bu durumda biz de bu iki olgu arasında çevirmenlik yapmış oluyoruz. MS Milliyet SANAT Mart 2013


SAHNE SANATLARI

648-milsanat-92-93

2/25/13

4:53 PM

Page 2

Umut için bir bale

“Umut” balesi, 6 Mart’ta Muğla’da, 28 Mart’ta Antalya’da sahnelenecek. MUTLU TANBERK zmtanberk@yahoo.com

Başkoreograf Risima Risimkin. Milliyet SANAT Mart 2013

Antalya Devlet Balesi, bu ay başkoreografları Risima Risimkin’in sahneye koyduğu “Umut” balesi ile seyirci karşısına çıkıyor. Risimkin, Beethoven’ın “9. Senfoni”sini kullandığı eseri “Daha iyi bir yaşam için duygularımızı ifade ettiğimiz bir bale,” diye anlatıyor. ANTALYA DEVLET BALESİ bir süredir benim için sessizdi. Gerçekten çok başarılı bir prodüksiyon olan “Anna Karenina” sonrasında, üst üste Devlet balelerini gezen eserleri sahnelediler. Devlet balelerini gezen eserler nedir derseniz, genelde Türk koreograflar tarafından koreografisi yapılmış -bir istisna Lorca Massine’in “Zorba”sı- özgün eserlerin, örneğin İstanbul Devlet Balesi’nden sonra İzmir Devlet Balesi ya da Mersin Devlet Balesi tarafından sahnelenmesinden bahsediyoruz. Yanlış anlaşılmasın, baleye ayrılan kısıtlı bütçeler nedeniyle, gezen eserler bence çok doğru bir uygulama. Çünkü yabancı koreografların eserleri, telif anlamında daha pahalı. Mesela benim 3 sene

92

boyunca, İzmir’de, her sezon seyrettiğim Marc Ribaud’nun keyifli “Don Kişot”u maalesef telif yüzünden repertuvardan kaldırıldı. Doğru bir uygulama ancak tabii, gezen eserlerin, kaliteli prodüksiyonlar ve dansçıları geliştirecek eserler olması şart! Dürüst olmak gerekirse, birkaç tanesini, bir yerde seyrettikten sonra bir daha seyretmek istemedim. Benim için, müzikal eser koreografisini andıran “Zorba” da bunlardan biri. Antalya Devlet Balesi’ne geri dönecek olursak, “Umut” isimli bir balenin prömiyerini yapacaklarını duyduğumda sessizlik bozuldu. Geçtiğimiz kasım ayında, Antalya Devlet Balesi’nin başkoreografı olan, Makedon koreograf Risima Risimkin sahneye koyuyor


648-milsanat-92-93

2/25/13

4:53 PM

Page 3

“Dansçılarınız yetenekli ve de son derece profesyonel bir şekilde çalışıyor. Antalya’da herkes çok çalışıyor, çok iyi sonuçlar alınıyor ve seyircinin ilgisi de gayet güzel. Ben dansa kendini adayarak yaşayan herkesi ailemden sayarım!”

“Umut”u. Beethoven’ın “9. Senfoni”sini kullandığı eserin, dekoru Tayfun Çebi, kostümleri Blagoj Micevski, ışık tasarımı ise Mustafa Eski’ye ait. Eleştirmenler tarafından ‘Makedon Pina Bausch’ olarak tanımlanan Risimkin, aynı zamanda Üsküp Dans Festivali, Üsküp Dans Tiyatrosu ve Üsküp Dans Akademisi’nin artistik direktörü. Otuzun üzerinde koreografiye imza atmış olan Risimkin birçok ödül sahibi ve UNESCO’nun bünyesindeki CID (Uluslararası Dans Konseyi)’nin yönetim konseyi üyesi. Risima Risimkin’le dans, Antalya Devlet Balesi ve “Umut” üzerine konuştuk. ● Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Üsküp’te klasik bale okulunu bitirdim, Ukrayna’da Shevchenko Devlet Balesi’nde eğitim aldım. 19 yıllık bir eğitim sürecim var. Üsküp’teki Makedonya Devlet Balesi’nde

22 yıl dans ettim. Londra’da Royal National Theater’ın misafiri olarak kalışım esnasında, çağdaş dans tekniklerini tanımaya başladım ve birçok toplulukla çalıştım. Makedonya’da çağdaş dansı geliştirmeye çalışıyorum ve Rotterdam Üniversitesi’nin CODARTS bölümlerinden biri olan Rotterdam Dans Akademisi ile işbirliği içinde, üniversite seviyesinde bir dans akademisini yönetiyorum. Koreograf olarak da çalışmalarım devam ediyor. Kendi tarzım dans tiyatrosuna yakın ve birçok dans tekniğini birleştirerek oluşturmaya çalışıyorum. Ben düşüncelerimi bu tarzla ifade edebiliyorum. ● Size esin kaynağı olan koreograflar kimler? Bana ilham vermiş koreograflardan biri kesinlikle Pina Bausch. Maurice Bejart’ı da çok severim. Ve Jiri Kylian ile Hans van Manen. Bana gore, 20. YY, çağdaş dansın yüzyılı. Bu yüzyılda çağdaş dans ile koreografik yaratıcılık anlamında çok fazla yenilik keşfedildi ve gerçekleştirildi. 20. YY’da çağdaş dansın izlediği yol, benim için başlıbaşına bir esin kaynağı. ● Antalya Devlet Balesi ile nasıl tanıştınız? Makedonya’daki en önemli bale ve dans festivali Üsküp Dans Festivali’nin başındayım. Daha evvelki senelerde, Modern Dans Topluluğu, İstanbul Devlet Balesi gibi topulukları birçok kez festivalde konuk ettik. Sanırım Türk dans dünyası beni festival sayesinde tanıdı. Daha sonra da Antalya Devlet Balesi’nden başkoreograf olmak üzere bir teklif aldım. ● Başkoreograf olarak planlarınız nedir? Neleri değiştirmeyi düşünüyorsunuz? Bence böyle bir göreve başlamak, bir şeyleri değiştirmenizi gerektirmiyor. Zaten farklı ve sizin için yeni enerjileri olan dansçılarla çalışmaya başlıyorsunuz. Önemli olan, çalışmalarda, sezon programını oluştururken ya da topluluk için eserler yaratırken imzanızın olması ● Türkiye’deki diğer Devlet Opera ve Balesi bünyesindeki toplulukları seyrettiniz mi? Evet, tabii ki seyrettim. Daha evvel

93

bahsettiğim gibi Üsküp Dans Festivali’nde Türkiye’den devlet balelerini büyük bir mutlulukla konuk ettik ve ben de seyrettim. Çok iyi topluluklar olduklarını düşünüyorum. Hem şahane bir tarzları var. Hem de artistik yorumları başarılı. ● Türk dansçıları konusunda ne düşünüyorsunuz? İlk izlenimlerim çok pozitif. Bence dansçılarınız yetenekli ve de son derece profesyonel bir şekilde çalışıyor. Nilay Genç Çebi yönetimindeki Antalya’da hem opera, hem bale çok iyi organize edilmiş. Herkes çok çalışıyor, çok iyi sonuçlar alınıyor ve seyircinin ilgisi de gayet güzel. Dansçılar da bu ruha sahipler ve kendilerini iyi bir iş çıkarmaya adamışlar. ● Biraz da Antalya Devlet Balesi’nin sahneleyeceği eseriniz “Umut”tan bahsedelim. “Umut” için esin kaynağınız neydi? “Umut” aslında daha iyi bir yaşam ve kendimizi daha iyi anlamak için, kendimizin farkındalığına varmamız için duygularımızı ifade ettiğimiz bir bale. Yani umut için bir bale. Benim için Beethoven inanılmaz bir ilham kaynağı oldu ama tabii böyle bir müzikle çalışmak aynı zamanda çok da zor. “9. Senfoni”yi her dinleyişim, benim için bir şölen niteliğindedir. Içimde büyük bir pozitif enerji patlamasına neden olur. Ben bu enerjiyi, değişik stil ve teknikleri kullanarak oluşturduğum hareket mimarisi ile büyülü imajlar çerçevesinde sahneye uyguladım. ● Türk seyircisi sizce “Umut”u beğenecek mi? Ben yeni bir eser yaratırken, yaratma sürecinin kendisi beni sihirli bir şekilde yönlendirir ve bu süreçte benim için önemli olan kendimi ifade edebilmektir. Seyircinin beğenisi o süreçte beni yönlendirmez. Türk seyircisinin de beğeneceğini ümit ediyorum çünkü Antalya Devlet Balesi’nin dansçıları ile “Umut” çalışmalarımız hem ilham verici, hem de çok verimli geçiyor. Yaşadığımız her günün güzelliğinin verdiği motivasyon ile yaratılmış çok samimi bir eser “Umut”. ● “Umut” için gelecek planlarınız nedir? Öncelikle “Umut”un başarılı bir eser olmasını diliyorum. Sonra da sadece Antalya seyircisinin değil, Türkiye’deki diğer şehirlerdeki seyircilerin de “Umut”u görmesini istiyorum. MS Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-94-95

2/26/13

3:43 PM

Page 2


2/26/13

3:44 PM

Page 3

SAHNE SANATLARI

648-milsanat-94-95

Bir aile içi şiddet oyunu Ankara Devlet Tiyatrosu, gerilim romanları ustası Stephen King’in aile içi şiddeti konu alan “Dolores Claiborne”unu saneliyor. ATİLA SAV milsanat@milliyet.com.tr

GAZETELERİN üçüncü sayfalarında (kimi zaman birinci sayfalarında) her gün birkaç şiddet olayı haberi var. Aile içi şiddet, kimi zaman ‘ensest ilişkiden’ kaynaklanan şiddet, aile namusu cinayetleri , kasap bıçağı ile saldırı ve adam yaralama olayları. (Sporda şiddeti şimdilik bir kenara bırakalım). Okur meraklı... Sinema ve giderek TV’de bir zamanların westernleri, gangster ve kanlı savaş filmleri de şiddet yüklü. Canlandırma sineması da giderek şiddetlendi. Ekranda oynanan çocuk oyunları da adam kırma üzerine. Günümüz seyircisi şiddete bayılıyor. Ankara Devlet Tiyatrosu, arka arkaya üç gerilim oyunu sahneye çıkardı. Üçü de şiddet kokuyor; “Yastık Adam”, “Jerry ve Tom”, “Dolores Clairborne”. Üçü de ilginç yapıt. Aslında tiyatroda şiddetten çok gerilim olmalı.

KİNG’DEN AİLE DRAMI Korku romanları yazarı olarak ün yapmış, kitapları ‘çok satan’ listelerinde hep başta giden bir yazar Stephen King. Bu kez aile içi şiddete yönelmiş. 1992’de yazdığı romanı, David Joss Buckley sahneye uyarlamış. Dolores, oyun kişisi olarak da ilginç bir karakter. Aile içi şiddet kurbanı. Alkolik kocasının hırpaladığı (ne söz dü-

Serap Sağlar ve Fulya Koçak “Dolores Claiborne”da (soldan sağa).

pedüz işkence boyutundaki dayak) bir eş. GERİLİM AZALMIYOR Ne var ki kocası kızına da yönelince barJoss Buckley, dar kadrolu bir kişilendirdak taşıyor. Dolores, kocasını öldürüyor. me (5 oyun kişisi ve 1 tv spikeri) ile zaman Ensest ilişki çok yönlü ‘psikolojik ve sosiçinde gidiş-dönüşlerle eşzamanlı bir deyal’ bir sorun. Sözlükte ‘aralarında akrabalık korla dramı kurguluyor. Dolores’in anlatı(kan bağı) ilişkisi nedeniyle yasalar, ya da sıyla oyun kişileri boyutlanıyor. Dolores’in geleneklerle evlenmeleri dramını paylaşıyoruz. yasaklanan kişiler arasınBu kurguda kuşkusuz daki cinsel ilişki (yasakssanatçılara büyük görev “Dolores Claiborne” evi)’ diye tanımlanıyor. düşüyor. İyi bir kadro, Yazan: Stephen King. Öyle ki bilim bile “Odipus yönetmen Hakan ÇiOyunlaştıran: David Joss Kompleksi”ni konu başlımenser’in yönetmenliBuckley. Çeviren: Sinemis ğı yapmış. ğinde başarılı bir oyun çıCandemir. Yöneten: Hakan Gelir ve eğitim düzekarıyor. Ali Cem KöroğÇimenser. Dekor Tasarımı: yi ne olursa olsun topAli Cem Köroğlu. Giysi lu’nun döner sahneli talumda kadına yönelik Tasarımı: Ceren Karahan. sarımı, doğal çevreye olşiddet, aile içi şiddet ve Işık Tasarımı: Şükrü masa da, kişilerin can‘yasaksevi’ dünyanın her Kırımoğlu. Oynayanlar: landırılmasında ve olayyerinde her kültürde koTolga Çiftçi, Serap Sağlar, ların akışında verimli lay çözülemeyen bir soTolga Tuncer, Fulya Koçak, run. Günümüzde ulusoluyor. Merak azalmılararası hukuk düzeyinDeniz Gökçe Kayhan, yor, gerilim kaybolmude bir ‘temel insan hakkı’ Ahsen Mutlu yor. olarak kabul ediliyor. Başta Fulya Koçak Dolores giderek azYeşilkaya (Dolores) olgınlaşan kocasını öldürmeyi göze alıyor. mak üzere tüm kadro çok başarı bir oynaAile içi dramın doruk noktası. Herkesin yış düzeyi tutturuyor. Tolga Tuncer (Joe), nefret ettiği Joe’nun ölümüne kimse de Serap Sağlar (Vera Donovan), Deniz üzülmüyor. Suçlusu da aranmıyor. Dosya Gökçe Kayhan (Selena) ile Tolga Çiftçi rafa kaldırılıyor. Dolores yıllar sonra, ba- (TV habercisi) dengeli ve duyarlı bir kıcılık ettiği yaşlı kadının kaza sonucu ölü- oyunculuk çıkarıyorlar. Özellikle Fulya münden sorumlu tutuluyor, yargılanıyor. Koçak oyun boyunca sahne üzerinde kalHiçbir suç cezasız kalmaz! Mı acaba? dığı halde duygusal tamperemanını yitirStephen King usta bir yazar. Bu ikilemi meden Dolores’i yaşıyor, yaşatıyor. okuyucusuna kabul ettiriyor. Asıl sorun, Bir gerilim oyunu da Şinasi Sahnesi ile romanı oyunlaştırmada. Akün Sahnesi konusunda oynanıyor galiba. Kamu mülkünü satma alışkanlığı bu iki güzel ve yararlı sahneyi tutsak almasa bari. Beyoğlu’nun sanat merkezindeki binaların akıbeti Şinasi ve Akün’ü beklemiyordur inşallah. Sanat işlerimiz ‘inşallah ve maşallah’a mı kaldı? Hayırlısı. MS

Dolores giderek azgınlaşan kocasını öldürmeyi göze alıyor. Herkesin nefret ettiği Joe’nun ölümüne kimse de üzülmüyor. Suçlusu da aranmıyor. “Hiçbir suç cezasız kalmaz!” mı acaba?

Şinasi Sahnesi / 1 ve 2 Mart 2013 (0312) 467 1744

95

Milliyet SANAT Mart 2013


2/25/13

5:18 PM

Page 2

SAHNE SANATLARI

648-milsanat-96-97

zbaşı” orelu Yü “Inishm onagh, D rtin Mc a M : n a Yaz rgen, ehmet E M : n e ir v Çe arasu, Murat K : n te e si: n Yö ora, Giy em Özb th E ın r: k o Dek , Işık: A eklioğlu , Yıldız İp es Kuzu zik: O.En ü M , l/ z a a k Yılm ngiz Bay nlar: Ce / Oynaya a Özcan hin/ Reh a Ş / in in h g En an Şa as/ Hak lm / E lı ğ iz a n De y Akd pçu/ İlka to z Ö n Ca ülşen. Orkun G

“Inishmorelu Yüzbaşı”, Bir İrlanda milliyetçi örgütünün aşırılıklara sapan üyesi Padraic’in (ortada - Reha Özcan) ekseninde örülüyor.

Inishmore’da kan gövdeyi götürüyor

İstanbul Devlet Tiyatroları’nın oyunu “Inishmorelu Yüzbaşı”nın en büyük talihsizliği salon... Oyun, fazlasıyla yakın plan oynanıyor ve bu, seyirciyi irkiltmesi gereken kesip biçme sahnelerinde başarıyla uygulandığı halde butafor çalışmalarını gülünç duruma sokuyor. SEÇKİN SELVİ seckinselvi@canyayinlari.com

1970 LONDRA doğumlu, İrlanda asıllı ve her iki ülkenin vatandaşı olan Martin McDonagh, 20. YY sonları ile 21. YY başlarının önde gelen oyun yazarlarındandır. Bu dönemin en çarpıcı sanat akımlarından suratına-tiyatronun (in-yer-face) ilk büyük üç ismi Sarah Kane, Mark Ravenhill ve Anthony Neilson’ı izleyen yazarların başında gelir. Yazarı, ülkemizde 2003’te Kent Oyuncuları’nın sahnelediği ilk McDonagh yapıtı olan “Inishmorelu Yüzbaşı”, daha sonra Devlet Tiyatrosu’nun en başarılı yapımlaMilliyet SANAT Mart 2013

rından “Leenane’in Güzellik Kraliçesi”, “Inishmaan’ın Sakatı” ve yeni oyunun yönetmeni Murat Karasu’nun Talimhane Tiyatrosu’nda oyuncu olarak yer aldığı “Yastık Adam” adlı oyunlarıyla tanıyoruz. “Leenane’in Güzellik Kraliçesi”, “Connemara’da Bir Kafatası”, “Yalnız Batı” oyunlarından oluşan (sonradan Leenane Üçlemesi olarak tanınan) Galway Üçlemesi ve “Inishmaan’ın Sakatı”,” Inishmore’lu Yüzbaşı”, “Inisheer’in Ölüm Perileri” adlı oyunlarla tasarlanan Aran Adaları Üçlemesi McDonagh’ın önemli çalışmalarıydı. Ancak son oyun yayınlanmadığı için Aran Adaları Üçlemesi tamamlanamadı. Tiyatroseverleri üzen bir gelişme ise yazarın oyun yazmaktan vazgeçip sinema dalında (başarılı) bir senarist ve yönetmen olmayı seçmesi oldu.

96

SALON TALİHSİZLİĞİ İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun en son yapımlarından olan “Inishmorelu Yüzbaşı”, Bir İrlanda milliyetçi örgütünün, IRA’nın bile ilişkisini kesmek isteyecek kadar aşırılıklara sapan üyesi Padraic’in ekseninde örülür. Oyun kahramanının bu kişiliği başlangıçta oyunun İngiltere’de oynanmasını engelledi, ancak IRA ile İngiliz Hükümeti arasında ateşkes ve barış antlaşması imzalandıktan sonra Royal Shakespeare Company oyunu repertuvarına aldı. IRA militanlarının acımasız eylemlerini kara mizah diyebileceğimiz bir yaklaşımla aktaran “Inishmorelu Yüzbaşı”, bir yanda acımasızca insan öldürenlerin bu tutumları ile bir kedinin ölümü üzerine yaşadıkları acı ve öksüzlük duygusu arasındaki zıtlıktan doğan


648-milsanat-96-97

2/25/13

5:18 PM

Page 3

Biri bizi gözetliyor fabrikası “Dar Ay akkabıy la Yaşam Yazan: D ak” uşan Ko vaçeviç, Bilge Em Çeviren in, Reji v : e sahne M.Nuru tasarım llah Tun ı: cer, Kos tasarım tüm ı: Gamz e Kuş, Iş Fatih M ık tasarı ehmet H mı: aroğlu, Oliver J Müzik: osıfovsk i, Efekt ta Ersin Aş sarımı: ar, Canla ndırma-v Aksel Ze ideo: ydan Gö z, Oyun Bora Se cular: çkin/ M üge Aky İbrahim amaç/ Can/ Nih at Alpte Gerçek/ k in/ Yeliz Bennu Y ıldırımla Yıldız/ V r/ Tankut olkan A yhan, Ça ğrı Hün/ Uskan Ç elebi.

İBB Şehir Tiyatroları’nın yorumu, abartısız oynandığı zaman, kendi kara mizahını zaten ortaya koyacak olan “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” oyununu başarısızlığa mahkum ediyor. DAHA ÖNCE “İntiharın Genel Provası”, “Buluşma Yeri”, “Profesyonel” oyunlarını izlediğimiz Sırp yazar Duşan Kovaçeviç’in son oyunu “Dar Ayakkabıyla Yaşamak” da İBB Şehir Tiyatroları sahnesine çıktı. Kovaçeviç çok zekice bir kurguyla kapitalist düzene sıkı bir eleştiri getiriyor. Kapitalist rejimin işçiye yaklaşımını gösterdiği kadar, grev kırmak, işçilerin haklarını gasp etmek, hatta kendilerini ortadan kaldırıp kendi huzur bahçesinde yaşamaya devam etmek için medyayı nasıl kullandığını, medyanın da buna reyting, yani reklam uğruna nasıl boyun eğdiğini irdeliyor. Haklarını alabilmek için son çare olarak açlık grevine ve sonra da ölüm orucuna başvuran işçilerin üzerine bir televizyon kanalı salınıyor. Kanalın, ar perdesini reklam spotlarına kaptırmış yöneticisi, işçilere bu ölüm orucu sürecini canlı yayın olarak izleyiciye sunmak istediklerini söylüyor. Bir tür “Biri Bizi Gözetliyor” planı ya da daha yaygın adıyla ‘reality show’, hani insanların koltuklarına kurulup, (aslında tıpkı kendileri gibi olan) başkalarının budalalıklarını, hırslarını, ahlaki zaaflarını, katakullilerini izleyerek eğlendikleri programlar. Saf işçiler de canlı

müthiş bir ironiyi içerir. Yönetmen Murat Karasu da bu ironiyi en çarpıcı biçimde yansıtacak bir oyun düzeni kurmuş. Gelin görün ki, Devlet Tiyatrosu’nun AKM ve Taksim Sahneleri’nin yok edilmesinden sonra yaşadığı salon sorunları bu oyunu da olumsuz etkiliyor. Sinema salonundan tiyatroya dönüştürülen Cevahir sahneleri, ancak çok sınırlı sayıda oyunun oynanmasına olanak veriyor. Sahne derinliği olmaması, Ethem Özbora’nın özenli dekor tasarımını, ne yazık ki perspektif duygusu vermeden izleyicinin adeta yüzüne yapıştırıyor. Sahne ile salonun yakınlığı da bir başka olumsuz etmen. Bu yakın plan, seyirciyi irkiltmesi gereken kesip biçme sahnelerinde, başarıyla uygulandığı halde butafor çalışmalarını gülünç du-

Oyunun yazarı Kovaçeviç, kapitalist düzene sıkı bir eleştiri getiriyor.

yayın sayesinde seslerini kitlelere duyuracaklarına, bu yolla belki haklarını alabileceklerine inanarak TV kanalının önerisini kabul ediyorlar. Yazar, gerçekten incelikli bir kurgu yapmış.

SIKAN AYAKKABILAR Gelin görün ki, bırakın işçilerin seslerini duyurmalarını, yazar bile sesini seyirciye duyuramaz oluyor oyunun bu yorumunda. Alabildiğine karanlık bir dekor, başlarında nedenini bir türlü kestiremediğim önü fenerli madenci şapkalarıyla işçiler. Abartısız oynandığı zaman, kendi kara

ruma sokuyor. Olaylarla sağlanması gereken irkiltme, sadece seyircinin elle tutabileceği kadar yakındaki iğrenç kusma sahnesi ve yapay kan kokularıyla gerçekleşiyor. Buna karşılık Padraic’i canlandıran Reha Özcan, yaşı itibariyle biraz emekliliği yaklaşmış militan görünümünde olsa da, çok başarılı oyunculuğuyla inandırıcı oluyor. Başarı skalasında Cengiz Baykal, Özcan’ı izliyor. Keşke ‘kelle koltukta’ gibi birkaç gereksiz tülzata da kaçmasaydı çok daha iyi olurdu. Oyunun kendi kara mizahı, eklemelere ihtiyaç yaratmıyor. Deniz Elmas, militan olmanın ve örgüt kurmanın karikatürize edilebilecek özelliğini toyluğuyla olması gerektiği gibi vurguluyor. Militanlaşma ve yüzbaşılaşma sahneleri, sevgili Erkan Yücel’in, “Bir virgül farkından yeni bir

97

mizahını zaten ortaya koyacak oyuna, kadın şapkalarını iskarpinden yapmaktan tutun da TV program menajeri ve sunucusunun çığırtkanlığına kadar, zorlama ne varsa yerleştirilmiş. Acaba yönetmen Nurullah Tuncer, seyircinin algı düzeyini bu kadar mı düşük görüyor? Oyuncular kendilerine biçilmiş rollere ellerinden geldiğince sığmaya çalışıyorlar. Ne yazık ki, bütün çabaları o karanlık dekorun içinde boğulup gidiyor. Hadi seyirciyi bir yana bırakalım, ama yazara da, oyuna da, oyunculara da yazık oluyor. İBB Şehir Tiyatroları (0212) 455 39 34-35

fraksiyon doğuyor” sözünü anımsattı. Doğru bir saptama. Davey’de Engin Şahin’in oynadığı karakteri çok iyi çizdiğini düşünmüyorum. Mizah ögesi olmakla komik olmaya çalışmak farklı şeyler. Aynı durum Hakan Şahin, Can Öztopçu, İlkay Akdağlı ve Orkun Gülşen için de geçerli. Rolleri oynamak yerine, daha çok replikleri oynuyor gibi görünüyorlar. Ama bu tür aksaklıklara karşın, dediğim gibi oyunun asıl talihsizliği salondan kaynaklanıyor. AKM sahnesinde oynansa, bu aksaklıklar bu kadar göze batmayabilirdi. Yine de emeği geçen herkesi, yanlışları doğrularıyla verdikleri emek için kutluyorum. MS İstanbul Devlet Tiyatroları (0212) 292 39 00/111/142 Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

4:13 PM

Page 2

FOTOÄžRAF

648-milsanat-98-103

Milliyet SANAT Mart 2013

98


648-milsanat-98-103

2/26/13

4:13 PM

Page 3

Onları hiç böyle görmediniz! Yazarlar, ressamlar, tiyatrocular; kısacası sanatçılar nedense hep ciddi yüzleriyle tanınır geniş kitlelerce. Oysa pek çoğu hiç tahmin etmeyeceğiniz kadar eğlencelidir. Bulundukları ortamı neşeleriyle, kahkahalarıyla ve zeki esprileriyle bambaşka bir hale çevirir. Sanatçıların pek bilinmeyen bu hallerini, ilginç anlarını gün yüzüne çıkaralım dedik...

Burhan Doğançay GEÇTİĞİMİZ ocak ayında kaybettiğimiz Türk resminin büyük ustası Burhan Doğançay’ın bu fotoğrafının altındaki imza bir diğer ustaya ait: Ara Güler. Doğançay Müzesi’nin müdürü Bergin Azer bu fotoğrafın hikayesini şöyle anlatıyor: “Burhan Doğançay için öğleden sonra küçük bir şekerleme yapmak çok önemliydi. Bunu aksatmamaya özen gösterirdi. Çünkü bu minik ara, günün geri kalanı enerjik olarak geçmesini sağlardı. Bu fotoğraf Doğançay Müzesi’nde çekilmiş. Ara Güler, ziyarete geldiğinde, Burhan Doğançay’ı müzede, onun ünlü serisi ‘Kurdeleler’in sergilendiği birinci katta, 10 - 15 dakikalık kestirmesinde görünce, hemen fotoğrafını çekmiş.”

Burhan Doğançay şekerlemelerinden birinde; ne bilsin karşısında Ara Güler olduğunu...

99

Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

4:13 PM

Page 4

FOTOĞRAF

648-milsanat-98-103

Komet’in meşhur kahkahasını hiçbir maske saklayamaz!

FOTOĞRAF: FETHİ İZAN

Komet

Tarlabaşı sokaklarında ‘yazar’dan bir ‘karakter’: Elif Şafak!

Elif Şafak GÜNÜMÜZ Türk edebiyatının en okunan isimlerinden biri olan Elif Şafak, Tarlabaşı’nda yakalanmış objektife: “Bu fotoğrafı çok seviyorum. Tamamen sürpriz bir kare bu. Planlanmamış, kendiliğinden. Bir gün İstanbul’un ara sokaklarında dolaşırken çekildi. Kentsel dönüşümün yoğun olarak yaşandığı Tarlabaşı’nda. Bu şehrin sokaklarını seviyor, insanlarla hep sohbet ediyorum; balkonlardan bakan kadınlar, top oynayan çocuklar, dükkân önünde çene çalan Milliyet SANAT Mart 2013

esnaf, yoldan geçenler, duvarlardaki grafitiler... Tüm bunların arasında, böyle sakin bir öğleden sonra sokak çekimi yaparken aniden bir koyun sürüsü köşeyi dönüverdi. Çobanlar, koyunlar, sürüye göz kulak köpekler... Şehrin içinde köy adeta. Her şeyin birbirine karıştığı bir an... Bu şehir ne kadar şehir ne kadar köy, ne kadar modern ne kadar geleneksel? Bütün tezatları ve kendine has sentezleriyle biricik İstanbul karesi, benim için bu koyunlu fotoğraf.”

100

TÜRK resminin en eğlenceli, hınzır, en deli dolu isimlerinden biri kuşkusuz Komet. Bu fotoğrafı da onun bu özelliklerinin bir kanıtı adeta. Komik mi komik gözlükleriyle kameranın önüne geçmiş. Fotoğraftaki muhteşem kahkahasının nedenini şöyle anlatıyor: “Bu fotoğrafın tarihi sanıyorum1996. Eşim Zeynep’le ikinci senemiz... Büyükada’da Dr. Akil Muhtar’ın evinde oturuyorduk. Şimdi o güzel evi apartmana çevirdiler. O gün bir büyük grup arkadaşı çağırmıştık; yazar ve ressam taifesinden bir sürü arkadaş... Hatta yakınlarda kaybettiğimiz Seyhan Erözçelik, Hüseyin Baş, Zümrüt Pekin de vardı. Büyük balkonda oturuyorduk. Bahçeye o gün bir sürü plastik çiçek dikmiştim; doğal olarak uzaktan gerçekmiş gibi duruyorlardı. Ve bir arkadaşımız onları sulamaya çalışınca foyamız meydana çıkmıştı.”


648-milsanat-98-103

2/26/13

4:13 PM

Page 5

Selçuk Demirel İNCE espriler, mizah ve ironiyle dolu çalışmalara imza atan bir isim Selçuk Demirel. Yaşamını ve çalışmalarını Paris’te sürdüren Demirel’in bu fotoğrafı 2003 yılından. Hikayesini ondan dinliyoruz: “Paris’te, bir yemek davetindeyiz. İyice içilmiş... Gecenin devamında Tagine (Tajin) yemeğinin yapıldığı toprak kabın üstüne kapatılan huniye benzer yie topraktan bir kapak geldi masaya. Fotoğrafta da görüleceği üzere kapağın ne işe yaradığını anlamaya çalışıyorum. İlk iki denemenin sonunda, üçüncüde kapağın ne işe yaradığını anlıyorum. Halimden memnun bir halde olduğum fotoğraftan da anlaşılıyor!”

Ne yapsa yakışır Serra Yılmaz’a...

Serra Yılmaz TİYATRO ve sinemasının nevi şahsına münhasır isimlerinden biri olan Serra Yılmaz, İtalya’da yaşadığı ‘mutlu’ bir anı paylaşıyor bizlerle: “Yıllar önce Piccolo Teatro’da ilk kez sahneye çıktım. Her ay düzenledikleri bir şiir resitali vardı; yaşadığı ülkenin dilinde yazan şairlerdi o seneki tema. Seçilen şair sevdiği bir şairi seçiyor ve seçilen şairin şiirlerini bir oyuncu okuyordu. Piccolo’da sahneye çıkmak çok heyecan verici bir durumdu. Milano’dan sonra bizi Floransa ve Roma’ya da götüren yolculukta bana görüntü yönetmeni dostum Gökhan Atılmış eşlik etti ve sürekli fotograf çekti. İşte o anlardan biri: Lokantada maskaralık yaparken...”

Selçuk Demirel, çizdiği bir illüstrasyonda gibi...

101

Milliyet SANAT Mart 2013


2/26/13

4:13 PM

Page 6

FOTOĞRAF

648-milsanat-98-103

Fatma Girik TÜRK SİNEMASININ unutulmaz isimlerinden biri olan Fatma Girik, “Babalar ve Evlatlar” dizisinin çekimleri sırasında sıcaklarla baş edemeyince çareyi vantilatörde bulmuş: “Geçtiğimiz yaz ‘Babalar ve Evlatlar’ dizisinin setinde 30 - 35 dereceyi bulan aşırı sıcaklara bir de spot ışıkları eklenince çareyi vantilatörlerle aşk yaşamakta buldum. Setteki arkadaşlar fazla yaklaşmama izin vermiyorlardı ama ben serinlemek için önünden ayrılmıyordum. Bir vantilatöre bu kadar yakınlık duyacağımı hiç düşünmezdim. Eğlenceli ve güzel günlerdi.” Dört yapraklı yoncanın mavi boncuğu Fatma Girik, sıcağa gelemez pek...

Yüksel Aksu

Bakışlarda bir kendine güven... Yüksel Aksu’nun elinde çift okey var gibi... Milliyet SANAT Mart 2013

102

YÜKSEK Aksu “Entelköy Efeköy’e Karşı” filminin setinden kaçmış lakin objektiflere yakalanmaktan kaçamamış: “Setten kaçıp tebdil-i kıyafet okey oynarken çekilmiş bir fotoğraf. Yönetmen ve entelektüel kimliğinden kaçan Yüksel Aksu, siyah gözlük ve bürümcek ile saklanarak doyasıya ve heyecan içinde pür dikkat okey oynarken... Halbuki ona briç ya da satranç yakışırdı” diyor Aksu ve ekliyor: “Oysa biraz önce yönetmen vizörü ile karizmatik biçimde objektif ve mizansen vermişti.”


648-milsanat-98-103

2/26/13

4:13 PM

Page 7

Hülya Koçyiğit TÜRK SİNEMASININ yıldızlarından Hülya Koçyiğit, yıllar önce kızı Gülşah ile birlikte kamera önüne geçtiği filmi hiç unutmuyor. Bu fotoğraf da o seti ölümsüzleştirenlerden biri. “Şimdi dönüp baktığımda ne kadar çok şanslı bir anneyim diye keyifleniyorum,” diyor Koçyiğit ve ekliyor: “Dünyada kaç anneye nasip olmuştur kendi kızıyla film çevirmek? Bu fotoğraf ‘Gülşah’ adlı filmimizin setinde çekilmişti. İkimiz de mutlu bir heyecan içindeyiz. Film günümüzde de defalarca gösteriliyor televizyonlarda. Bugünkü çocuk seyirciler izledikleri filmdeki yaşımda zannedip ‘Hülya Teyze, Gülşah’ı da getirsene oynayalım,’ diye selamlıyorlar beni. Ben de çok gülüyorum. Çünkü şimdi Gülşah’ımın biri 23 diğeri 19 yaşınlarında kızları var.”

“Annelerin en güzeli” sözü Hülya Koçyiğit için söylenmiş sanki...

Mustafa Alabora’nın İsmet Ay hali. Sahiden de özlemişiz...

İplikçi’nin heykeltıraşlıkla imtihanı...

Müge İplikçi TÜRK edebiyatının özgün seslerinden biri olan Müge İplikçi’yi çamurlarla haşır neşir görüyoruz bu fotoğrafta: “Bu fotoğraf Kızıltoprak’taki Patika Seramik Atölyesi’nde çekildi. Kybele (Bereket Tanrıçası Sibel) hayalim epey çamura mal oldu ama emeklerime değdi. Onu yaparken çok eğlendim ve orjinaline pek sadık kalamadım! Fırından nasıl çıkmışsa öyle saklıyorum onu! Seramik, gençliğimden beri hep denemek istediğim bir alandı. Kybele’den sonra ufak tefek çalışmalarım oldu ama onun yeri başkadır!”

Mustafa Alabora TÜRK tiyatrosunun en önemli isimlerinden Mustafa Alabora her ne kadar çok ciddi görünse de dışarıdan, aslında çok eğlenceli ve neşeli biri... Bu fotoğraf da onun bir kanıtı adeta: “2012 yılbaşında Haldun Dormen, Göksel Kortay, Nedret Güvenç, Banu Zeytinoğlu’nun da aralarında bulunduğu 15 kişilik dost grubuyla Barselona’daki yılbaşı yemeğindeyiz. Müzik yerel, tatlar yerel, keyif gırla... Biz, Haldun’la ne zaman bir araya gelsek muhakkak İsmet Ay’ı özler, onunla anılarımızı, hikayelerimizi anlatır, her seferinde zekasına bir kez daha hayran kalır, kahkahalarla masamızda onu ağırlarız. İşte bu sefer de yine söz İsmet Ay’a geldi. Yine gülündü, yine hasretle ‘Ah canım!’ dendi ve kadehler İsmet Ay için kalktı. Ve ben birden masadaki yılbaşı maskelerinden birini gördüm. Yüzüme o gözlüğü, şapkayı, burnu yerleştirip İsmet Ay’ın huysuzlandığı andaki duruşu ve bakışıyla onun anısına Banu’ya poz verdim. Ah canım İsmet Abim ne muhteşem zeka, ne tatlı adamdın sen..” MS

103

Milliyet SANAT Mart 2013


EDEBİYAT

648-milsanat-104-109

2/26/13

3:20 PM

Page 2

Kendi gibi olamamış insanların hikayesi Selim İleri’nin yeni romanı “Mel’un”da kahramanımız Sayru Usman’ın eşliğinde Cahide Sonku’yu, Muhsin Ertuğrul’u, kardeşlerini boğduran padişahları, Doğu’yu ve Batı’yı, arada kalmışlığımızı, taklitçiliğimizi ve ‘olamayışımızın hikayesini’ okuyoruz. SİBEL ORAL

FOTOĞRAF: GARBİS ÖZATAY

sibelo@gmail.com

Selim İleri. romanın kahramanı Sayru Usman’da kendisinden çok parça olduğunu söylüyor.

SELİM İLERİ ile söyleşimizden döneli sadece birkaç saat oldu. Son romanı “Mel’un”un kahramanını düşünüyorum; adı Sayru Usman. Lanetlenmiş. Adı gibi Sayru, hasta. Türk edebiyatının yeni roman kahramanı o. Ya da şöyle diyeyim; akıl ayazında donan, memleketin ölülerinden ve vicdan çivisi çıkmış bu cemiyette yazarak kendini tedavi eden Milliyet SANAT Mart 2013

bir adam, bir us... Yazıyor evet, ama yazdıklarını yayın dünyasının ‘yelloz’ ve ‘et kafalı’ editörleri beğenmiyor. Edebiyat dünyasını yandan yandan çalkalayacak, diğer yazarları (rakipleri) orta yerinden çatlatacak romanlar lazım onlara. Düzen bu! Ama yine de istediği gibi yazıyor Sayru Usman. Cahide Sonku’yu, Muhsin

104

Ertuğrul’u, Nurullah Ataç’ı, kardeşlerini boğduran padişahları, Hürrem’i, Şark’ı, Garp’ı, Abdülhak Hamit Tarhan’ın Finten’ini, süpermarketlerde sebzeler arasında satılan o şahane romanları, geçmişi ve nasıl yalancı olduğumuzu yazıyor. Yetmedi; taklitçiliğimizi, tezatlarla dolu tarih yazıcılığımızı, edebiyat ve sanat hayatımızın çalıntılar


648-milsanat-104-109

2/26/13

3:20 PM

Page 3

üzerine nasıl kurulduğunu... Ağır bir roman “Mel’un”. Alt başlığı gibi “Bir Us Yarılması”. Ama ne yarık! Söyleşiye giderken vapurda Sayru Usman için üzülüp ona acımalı mıyım diye düşünmüştüm. Bu satırları yazarken karar verdim; acınacak bir hali yoktu. Acınacak hali olan bizdik. Marcellus gibi “Çürümüş bir şeyler var burada!” diye haykıramıyorduk. Hep tezatlıklar arasında, Doğu ile Batı arasında, o muamma kuyusunda kalmış, debeleniyorduk. “Mel’un” romanını size burada anlatamam ama şöyle diyebilirim; “Mel’un” aslında bir olamayış hikayesi. Ama Sayru Usman’ın değil, bizim olamayış hikayemiz. Sözü uzatmayayım; söz Selim İleri’de...

ama bayağı bir kadındı,” der ama benim çok güvendiğim Gazanfer Özcan, Sadri Alışık gibi isimler de Cahide’nin çok büyük bir aktris olduğunu söylerdi. Bu tezatlar da belki beni çok etkiledi. Düşünün; ona marş yapıyorlar ‘15 milyonun sevgilisi Cahide’ diye. Öylesine sevilmiş ve yüceltilmiş bir kadının bir gün kendi kararıyla her şeyi elinin tersiyle itebilmesi beni çok etkilemişti. Düşüşü tercih etmişti. E Sayru’ya da saplantılı bir aşk düşündüğüm vakit kendimdeki saplantıyla Cahide’den başka bir şey gelmedi. ● Sayru Usman’ın kafasında Cahide Sonku ile Sarah Bernhardt’ı sürekli karşılaştırdığı ve belki yarıştırdığı hissine kapıldım. Sarah kadın olmasına rağmen Hamlet’i oynamıştı Cahide neden oy● Tuhaf biri Sayru Usnamasın diyor mesela... man... Nasıl yarattınız onu? Doğu ve batı yarışı, kıyasAslında önce onu şizofrelaması da var burada. nik bir yaradılış olarak düşünBelli bir noktadan sondüm. Belki bu saçma bir söz ra bizim siyasi ve kültürel ama bir roman şizofrenisi olhayatımız da hep batı ölmasının daha iyi olacağı kaçektir. Cahide de olsanız “Mel’un, naatine vardım. Şizofreniyle batıda sizden daha bir üsilgili yıllardır birçok şey okuBir Us Yarılması” tün olanın arandığı yıllarda dum, tuhaf bir gönül bağım yaşadık. Cumhuriyet’in ilk Selim İleri var. yılları, 1930’ların dünyaEverest Yayınları sında ve hatta bugün de bu ● Yazması da zor aslında böyle. Mutlaka daha üstüöyle bir ruh halini... Başlarda bir üslup aradım. Bu nasıl ol- nü batıdadır. Çok iyi bir romancı olun ama malı, zaman kaymaları nasıl yedirilmeli, iç mutlaka batıda sizden iyisi vardır, batı hep içe geçişler nasıl olmalı, algılama tipik şi- kıstastır. Evet, dediğiniz gibi Sarah Bernzofren gibi mi olmalı yoksa zaman zaman hardt batıydı, Cahide doğu. Temelinde o mantığa mı geri dönmeli gibi soruları çok vardı. İki ayrı dünya iki ayrı kültürel yapıdüşündüm. İlk zamanlar zorlanmıştım nın ayrı ayrı değerler olduğunu bir türlü ama sonra o kendi kendini yazdırdı. İpler kabul edemeyen bir toplumu da yorumlabenim elimdeyken, bir süre sonra ipler maya çalıştım. ● Sayru Usman, Muhsin Ertuğrul’a onun eline geçti. Onu kukla olarak düşünmeye başlamışken, onun kuklası yazar ol- karşı öfkeli. Yakın zamanda Ayşegül Çelik’in yazdığı “Ölmeyi Bilen Adam dum. Muhsin Ertuğrul” kitabı çıktı, okudu● Çatıştığınız zamanlar oldu mu? Yok, bu sırada ben kendi içimdeki şi- nuz mu? Roman bittikten sonra çıktı, evet. O kizoid tarafı yakalamaya başladım. Yer yer kendimden çok parça var muhakkak Say- tap emek ürünü bir kitap fakat bakış açıru Usman’da. Ama ben miyim? Hayır, ben larımız Ayşegül Hanım’la çok tezat. Genelde Türkiye’de o konuda anlaşılmaz. değilim. Henüz o halde değilim. Kimileri Muhsin Ertuğrul’u her şeyin ku● Sayru Usman’ın büyük aşkı Cahide... Yani Cahide Sonku ki siz daha ön- rucusu olarak değerlendirir, kimileri de ce de Sonku ile ilgili çok yazdınız... tam tersine bir adaptasyon devrinin simFizik olarak beni çok etkileyen bir ka- gesi olarak görür. dındır. Ben Cahide Hanım’ı gördüm ama ● Siz adaptasyon devrinin simgesi son zamanlarıydı, alkolün hayatında çok olarak görüyorsunuz anladığım... büyük rol oynadığı, çökkün döneminde Romanda da çok yerde vurgulanıyor gördüm ama o zamanlar bile çok etkileyi- biliyorsunuz. O Sayru Usman’ın fikridir ciydi. Bazı insanlar “Güzel bir kadındı diye de geçebilirim ama kendi fikrim de

105

“Satış yazarı oldu Tanpınar” ● Peki, ne olacak bu süper marketlerde kabaklar ve havuçlar arasındaki sözde tarihi roman kitapları? Çok satıyorlar, yayıncılar çok mutlu. Evet, yayıncılara sorarsanız hepsi çok memnun. Okunuyor olmalarının da bir ölçek olduğunu düşünmüyorum. Edebi bir çaba değil bunlar. Hiçbir şey değil. Burada acı olan yalnız onun olması. Bestseller tüm dünyada var ama edebiyat da var. İlk Ayfer Tunç kullanmıştı galiba “Migros Kitapları” diye... Bir süre sonra sadece o marketlerde satılan bestseller kitaplar olacak. Koca bir edebiyat; düşünün büyük şairler yetiştirmiş bir ülke burası. Necip Fazıl’ı, Nazım Hikmet’i herkes biliyor rolünde ama ben onların da bilindiğini düşünmüyorum. ● Peki ya Ahmet Hamdi Tanpınar? Hayır. Satış yazarı oldu Tanpınar. Hakkında incelemeler yazılıyor, tamam onlar emek ürünüdür ama ben Tanpınar’ı ölçüt alan bir okurun başka şeyleri beğenmesine imkan olduğunu düşünmüyorum. Biri “Tanpınar’ı okudum, filanın kitabını da çok beğendim,” diyor mesela. Mümkün değil. Tanpınar’ın hazzına varabilen bir insan öteki kitabı okuyamaz.

biraz öyledir. ● Çekinceleriniz olmadı mı? Bunu soruyorum çünkü yer yer ağır bir şekilde Muhsin’i eleştiriyor Sayru Usman. O Sayru’nun intikamı. Vaktiyle Hamlet’i o oynayacakken Muhsin oynamış. O uydurma tabii ama bir intikamın o cümleleri gerektirdiğini düşündüm. Fakat kendim de benzer düşünceler içindeyim bir yandan da. Muhsin Ertuğrul’un yaptığı büyük işlere rağmen genelde sinemada hep uyarlama yaptığını görüyoruz... Özgün olana karşı bir gayreti yok, olmamış. Her biri emek, bunu kabul ediyorum ama o emek yararlı mı olmuş bilemiyorum. Gerçekten tiyatroyu kurmuş ve tiyatro sevgisi aşılamış mı yoksa resmi bir tiyatro anlayışı içerisinde tiyatro seyircisini ürkütmüş mü? Buna ben şahsen karar veremiyorum. ● Biliyorsunuz bizde dokunulmaz Milliyet SANAT Mart 2013


EDEBİYAT

648-milsanat-104-109

2/26/13

3:20 PM

Page 4

isimler vardır ve Muhsin Ertuğrul da onlardan biridir... Uyarlama meselesi ve başkasından alıp kendimize özgü bir şey yapmamaya kalkışma romanın kahramanı için de geçerli, hepimiz için geçerli. Bir türlü kendi gibi olamamış insanların hikayesi bu. O vakit de o kadar saldırganlığın hoş görüleceğini umuyorum. Sadece Muhsin Ertuğrul için değil, başka şeylerle de ilgili tepki alacak tarafları var. ● Özellikle de Osmanlı tarihi yazımı, tarihi kitaplarla ile ilgili eleştiriler çok... Evet. Bir kitapta “Cariyeler havuzun başında oynaşıyorlar, kahkaha atıyorlar,” diye yazıyor yazar ama bir sayfa sonra “Zavallı Slav kızları, yurtlarından edilerek karanlık Osmanlı sarayında bedbaht insanlar haline getirilmiş” diyor... Bu ne perhiz? Şizofrenik kısım Sayru Usman’dan mı kaynaklanıyor yoksa bugüne kadar bizim okuduklarımızın bizde yarattığı şizofreni mi? Ben buna bir türlü karar veremiyorum. ● “Bizim tarihimiz aynı zamanda bir muamma kuyusudur,” diyor Sayru Usman. Tarih konusunda benim de kafam çok karışmıştır... Benim ilk okuduğum kitap ablamın kütüphanesinde bulduğum, 1930’lu yıllarda yazılmış “Osmanlı Padişahları” adlı bir kitaptı. Kitapta padişahlar yarı cüce, yarı sapık, alkolik, sefil olarak resmedilmişti. Ya sefil sapıklardı ya da yobaz... Aradan yıllar geçiyor, okumaya devam ediyorsunuz ve başka bir şeyle karşılaşıyorsunuz. Mesela bizim tarihimizde iki tane Abdülhamit vardır. Biri karanlık, kötülüklerle dolu diğeri ise Ulu Hakan’dır. Hep tezat, hep birbirinin karşıtı... ● Hazır tarihe gelmişken; “Muhteşem Yüzyıl” desem... Küçümsemek istemem, çok büyük bir emek ürünü. Olağanüstü oyunculuklar görüyorsunuz. Başta “Bu bir kurgudur,” diye yazıyor ama birçok insan o yazıyı okumasına rağmen o devrin o olduğunu sanıyor. Halbuki öyle değil, alakası yok. Olmasın mı, olsun? Ben asla kaldırılsın filan demiyorum ama o dönemi oymuş gibi zanneden sayısız insan var. ● Başbakan Recep Tayip Erdoğan’ın “Muhteşem Yüzyıl” çıkışına ne diyorsunuz? O dönemde Nebahat Çehre harikulade bir açıklama vermişti basına. Dedi ki; “Ellerinde her türlü imkan var, onlar da bir dizi yaparlar biz de seyrederiz...” Fikirle cevap vermenin sansürlemekten daMilliyet SANAT Mart 2013

“Muhsin Ertuğrul’un yaptığı büyük işlere rağmen genelde sinemada hep uyarlama yaptığını görüyoruz... Özgün olana karşı bir gayreti yok, olmamış. Gerçekten tiyatroyu kurmuş ve tiyatro sevgisi aşılamış mı yoksa resmi bir tiyatro anlayışı içerisinde tiyatro seyircisini ürkütmüş mü?” ha doğru olduğunu düşünüyorum. O ticari bir dizidir, öyle olur. TRT denedi, olmadı. O dizide de filmin başrol oyuncusu adeta İspanya’da bir şatoda yaşıyor gibiydi. ● “Mel’un”u tek bir cümleyle anlatmanızı istesem. Son bir feryat! ● Yok, son demeyin! E bundan sonra defterim dürülecek herhalde... ● Kitapta yayın ve edebiyat dünyasını alaşağı etmişsiniz. Yayıneviniz “Ne oluyor?” demedi mi? Kolay değil, çok sapkın bir kafadan da çıksa yayın dünyasını çok olumsuz şekilde eleştiriyor roman. Ama yayınevim müthiş bir tolerans ve hoşgörüyle karşıladı romanı. ● Buradaki eleştiriler aslında sadece yayınevlerine değil diye düşünüyorum. Bir bütün olarak sanat gazetecileri de dahil edebiyat- yayın camiası topa tutuluyor, e tabii tepkiler olacaktır... Sevgili Ahmet Ümit okudu ve çok büyük bir sevgiyle yaklaştı. Tepkiler olabilir mi bilmiyorum ama onu göze aldım. Alınması gerektiğine de inanıyorum. Hakikaten orada meseleyi benim, sizin meselesi olarak görmüyorum. Bütün sanatın, edebiyatın ciddi bir meselesi bu. Tehlike çanlarının çaldığı bir dönemdeyiz. Sadece satış, sadece seyirci şeklinde yaklaştığınız vakit sanatta hiçbir şekilde bir ilerleme kaydedemeyiz. Sanatın doğasında aynı şeyi anlatsa bile bir yenilenme olmalıdır. Bizim ülkemizde bunun önü tıkandı. ● Peki ya eleştiri? Ya da tanıtım yazısı mı desek? Öyle bir hale geldik ki her şey olumlayıcı tanıtım yazıları oldu. Mesela eskiden gazetelerde tiyatro eleştirileri çıkardı. Şimdi yok. Hem bir yandan Türk tiyatrosunun yaşamasını arzu ediyoruz hem de ona ayrılacak bir sütunu bile esirgiyoruz. ● Belki eleştiriyi hazmedemeyen bir toplum olduk? Elbette, özellikle de biz yazarlar başta olmak üzere... Semih Gümüş’tü galiba, bundan 10 sene önce “Yazarlardan ürkerek bir şey yazılamıyor” demişti. Tabii

106

dergilerin, kitap eklerinin büyük yayınevleriyle göbek bağları var. Tam sayfa ilanı olan bir kitabın yanına o kitabı eleştiren bir yazıyı koymak da kolay değil. ● Aslında herkes birbirinden korkuyor. Tanıtım yazısını yazan yazardan; yazar yayıncıdan; dergiyi yapan hem yazardan hem yayıncıdan korkuyor belki. Olan da okura oluyor... Evet, ama okur da geri çevirmeyi bilmiyor. Öyle bir okur çıktı ki neyi dayatırsanız onu alıyor. Zamanında bir okulda ders veriyordum, kimse Behçet Necatigil’i bilmiyordu. Sonradan hepsi kitaplarını aldı. Biraz da okuru beslemek gerekiyor. ● Nurullah Ataç’a gelmek istiyorum. Neden Sayru Usman’ın en büyük takıntılarından biri? O sadece Sayru Usman’ın meselesi mi yoksa benim de biraz var mı bilmiyorum. Hem sonsuz bir hayranlık duyduğum hem de bazı sivri fikirleri dolayısıyla beni dehşet içerisinde bırakmış bir yazar. “Kapalıçarşı yıkılsın, artık hiçbir işe yaramaz” diyor. İnsan böyle bir şeyi nasıl düşünebilir. Bir de tabii Türkçe meselesi. Ben asla öz Türkçeciliğe karşı değilim ama o asla yer edemeyecek kelimeleri, kalem yerine ‘yazak’ demeyi anlamadım. Ama yine de söyleyeyim; öz Türkçe konusunda ona gizli gizli bir hayranlık duymuşumdur. İlke insanı olmayı her zaman tercih etti. Tıpkı Cahide’nin para, iktidar yerine düşüşü tercih etmesi gibi... Ataç’ın da anlaşılmamayı tercih ederek bildiği yolda gitmesine hayranlık duyuyorum. ● “Ben memleketin ölüsüyüm” diyor ya Sayru Usman. Çok düşündüm, acı geldi... Ben de orayı yazdığım vakit çok düşünmüştüm. İşte; keder ve kıyım cemiyeti... ● Bu romandan okura ne kalsın istersiniz? Küçük şehzadeye* şefkat... Şefkatini kaybetmeye mahkum bir toplum olmadığımızı düşünmek istiyorum. Bizim toplumuzda var o şefkat, biliyorum. MS * Selim İleri’nin bu yanıtındaki ‘küçük şehzade’ romanın tamamı okunduğunda anlaşılacaktır.


648-milsanat-104-109

2/26/13

3:20 PM

Page 5

Zincirsiz Rowling! J.K. Rowling’in tüm dünyada olay yaratan ilk erişkin romanı “Casual Vacancy”nin Türkçesi “Boş Koltuk” adıyla bu ay Doğan Kitap’tan çıkacak. Kitap, bir İngiliz kasabasında yaşanan ani bir ölümün, diğer kasaba sakinleri üstündeki etkilerini anlatıyor.

ELİF TANRIYAR elif_tanriyar@yahoo.com

Utangaçlığıyla bilinen Rowling’in kendinden beklenmeyecek bir cesaretle, bir yetişkin romanını kaleme almayı soyunduğunu söyleyebiliriz.

107

NEW YORK’TA bir yayınevinin ofisi... Önde gelen eleştirmenler odalara kapanmış, hararetle bir kitabı okuyor. Bırakın kitabı alıp dışarıda okumaları, hakkında küçük notlar dahi almaları yasak. Hepsi son derece ağır para cezaları içeren, titizlikle hazırlanmış anlaşmalara imza atmışlar ve hiçbiri vaktinden önce kitaba dair en küçücük bir yorumda dahi bulunamazlar. Bir filmin hafif abartılmış bir sahnesini izlediğinizi sanmayın sakın. Tüm bunlar geçtiğimiz sonbahar başında gerçekten yaşandı. Tüm dünyada daha çıkmadan büyük patırtılar koparan, etrafında yaratılmış gizem halkasıyla okurların merakını iyice tavana vurduran bu kitap, tüm zamanların en çok satan yazarlarından JK Rowling’in son romanı “Casual Vacancy”di. Rowling’in her kitabı (daha doğrusu yazdığı her bir Harry Potter kitabı) zaten yeterince ilgi çekiyordu ama söz konusu yeni kitap Rowling’in yetişkinler için Milliyet SANAT Mart 2013


EDEBİYAT

648-milsanat-104-109

2/26/13

3:20 PM

Page 6

“Rowling iyi bir hikaye anlatıcısı” yazdığı ilk roman olunca, beklentilerin ve merakın yüksek olması doğaldı elbette. Bir de üstüne bu yasaklarla çevrili, gizemli ön sessizlik dönemi eklenince tüm zamanların en başarılı kitap pazarlama operasyonlarından biri de yaşanmış oldu haliyle.

MAHLASLA YAYIMLAMA Aslında, utangaçlığıyla bilinen Rowling’in kendinden beklenmeyecek bir cesaretle, bir yetişkin romanını kaleme almayı soyunduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla. Çünkü başarı garantili Harry Potter’larını yazdığı sürece başarı-takdir-tanınırlık üçlüsünden oluşan güven verici bir halkayla yaşamanın rahatlığı içindeki Rowling’in, bu halkanın dışına adımını atar atmaz haklı ya da haksız bir saldırıya uğraması neredeyse kaçınılmaz görünüyordu. Nitekim bir parça öyle de oldu. Eleştirmenler, bunca yıl hakkında övgünün dışında bir şey yazamamış oldukları, bu neredeyse dünya dışı bir güçle ani bir başarı kazanmış yazara karşı birikmiş duygularını bir anda boca etmekten çekinmediler yazılarında. Başta New York Times’ın efsanevi eleştirmeni Michiko Kakutani olmak üzere bir grup eleştirmen Rowling’in ilk yetişkin romanını bir hayli hırpaladılar, bir başka grup “Eh fena değil ama işte” şeklinde yuvarlak yorumlarda bulundular. Hayranları ve sadık yetişkin okurları ise romanı hayli başarılı buldu. Onlar için yaygın kanı ‘meyve veren ağaç taşlanır’ şeklinde. Kitaptan bir hayli hoşlanıp, onu ‘Dickensvari’ bulduklarını söyleyen eleştirmenler de mevcut yine bu arada. Bence en doğru ve hakkaniyetli yorum ise kalan azınlıktaki eleştirmenlerden geldi “Bizce gayet başarılı bir roman, tek handikapı JK Rowling imzasıyla çıkmış olması... Eğer bir başkası yazmış olsaydı büyük ihtimalle şimdi tebrik ve övgüleri kabul ediyor olurdu!” Zaten Rowling’in çevresindekiler de bu durumun farkında olsa gerek kitabı önce mahlas bir adla yayımlamasını önermiş. O ise gelecek tüm eleştirileri karşılamaya hazırlıklı bir şekilde, kendi adını kullanmayı yeğlemiş. “Çok şükür faturalarımı nasıl ödeyeceğimi düşünmeyecek kadar çok para kazanıyorum, dolayısıyla bu kitabın başarısı için de kaygılanmamak gibi bir lükse sahibim,” diye düşünmüş. Gelelim bizde de bu ay içinde “Boş Koltuk” adıyla Doğan Kitap tarafından yayımlanacak olan “Casual Vacancy”ye... “Casual Vacancy”, kısaca küçük bir İngiliz kasabasında yaşanan ani bir ölümün, diğer kasaba sakinleri üstündeki etkilerini anlatıyor diyebiliriz. Öykü sarsıcı bir şekilde Barry Fairbrother’ın ani ölümüyle başlıyor. Aynı zaMilliyet SANAT Mart 2013

“CASUAL Vacancy”yi Türkçede okurla buluşturacak olan Doğan Kitap’ın Yayın Direktörü Deniz Yüce Başarır ile konuştuk... ● “Boş Koltuk”u yayımlama süreciniz nasıl başladı ve gelişti? J. K Rowling’in bir yetişkin kitabı yazdığını duyar duymaz ajansına ilgilendiğimizi duyurduk. Bu işin en kolay ve en normal kısmıydı. Sonrasında süreç hiç alışık olmadığımız bir biçimde ve çok heyecanlı bir şekilde gelişti. Tekliflerin ne şekilde ve hangi tarihte gönderilmesi gerektiği gibi detaylar ajans tarafından belirlendi ve tüm yayıncılara iletildi. Kitabın alımını takip eden süreç de farklı bir deneyim yaşattı bize. Bu süreçte izlememiz gereken yol tüm detaylarıyla tarafımıza iletildi. Metin, kitabın İngilizcede yayımlanacağı gün özel bir şifreyle gönderildi. Güvenlik nedeniyle (Almanya, Avustralya, Kanada, Fransa hariç) hiçbir yabancı yayıncıya bu tarihten önce gönderim yapılmadı. Metin elimize geçince çevirmenimize ilettik. Kitabın Türkçe adı, kapağı, pazarlama planı dahil pek çok konu onaydan geçti. Frankfurt Kitap Fuarı’nda tüm yabancı yayıncılar için düzenlenen kutlama kokteylinde ajans sahibi de dahil olmak üzere tüm yetkililerle tanıştık. Yani Rowling’in yayıncı ailesi olarak bir bütün olduk diyebiliriz. ● Ön çalışma süreci hakkında neler söyleyebilirsiniz? Çevirmen seçimi de çok hassas bir konuydu. Ne de olsa JK Rowling, “Harry Potter” serisiyle ve çok iyi çevirilerle tanışmıştı Türk okurlarla. Hem bizim rahat çalıştığımız, güvenebileceğimiz biri hem de Türkçeye çok hakim bir çevirmen

manda kasaba meclisinin üyelerinden biri olan Barry’nin meclisteki dengeci pozisyonu ortadan kalkınca kasabanın muhafazakar eski sakinleriyle, onların nefret ettiği, kasabanın yeni yerleşime açılan bölgesinde yaşayan düşük gelirli insanlar arasındaki görünmeyen savaş ve yıllara dayalı nefret bir anda su yüzüne çıkıyor. Boş kalan koltuk için kıyasıya bir mücadele başlıyor. Bu durumdan da ebeveynlerden çocuklara dek herkes etkileniyor. Görünürde son derece iyi ve düzgün insanların yaşadığı kasabada

108

bulmamız gerekiyordu. Bu aşamada aklımıza Dost Körpe geldi. Ve onunla iletişime geçtik. Kitabın edit edilme süreci de çok önemli elbette. İngiliz edebiyatına en yatkın editörlerimizden biri olan Handan Akdemir üstlendi bu zor görevi. Çok yoğun bir okuma süreci geçti. Çünkü bizde kitaplar, doğal olarak, birkaç kez okunuyor. Ben de okuyorum ve görüşlerimi muhakkak söylüyorum. Bizim için önemli olan yazarın dilini korumak ama bu arada da Türkçenin inceliklerine de hakim olmak. ● Türkiye baskısı orijinal baskı, cilt ve fiyat bakımından nasıl olacak? Kitap orijinal kapağıyla çıkacak Türk okurların da karşısına. Belli sayıda sert kapaklı da basılacak. Fiyatıyla ilgili henüz bir şey söylemem mümkün değil. Tabii ki sert kapaklı daha pahalı olacaktır. ● Siz kitap hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben romanı çok severek okudum. Rowling’in daha ilk sayfasından itibaren istediği atmosferi çok etkili ve sağlam bir biçimde yarattığını düşünüyorum. Gerçekçi, sert ama çok akıcı bir roman “Boş Koltuk”. İnsani zaaflarımızı, iktidarla olan inişli çıkışlı, itiş kakışlı ilişkimizi, küçük yerlerde yaşamanın o dayanılmaz kısıtlılığını, insanların birbirlerine karşı ne kadar zalim olabildiklerini çok vurucu bir şekilde anlatıyor. “Harry Potter” serisinden çok başka bir dünya var bu romanda. Ama yine çok sağlam bir dünya var. Ben “Harry Potter” serisinin ilk kitabına özellikle çok vakıfımdır. Çünkü romanı sesli kitap olarak baştan sona okumuştum. Ve yazarın hikaye anlatıcılığına yüksek sesle okurken bir kez daha hayran kalmıştım. Bence bu yazarın değişmez bir özelliği.

kapalı kapılar ve maskeli yüzler ardında yaşananlar tüm çıplaklığıyla anlatılırken, öykünün sonunda bir anlamda hemen herkes payına düşen cezayla da karşılaşmış oluyor. Tabii arada kalan ise her zamanki gibi en masumlar ve suçsuzlar! Rowling’in yıldızı Harry Potter serisinde bir grup çocuğun hikayesi, özellikle ana karakter Harry’nin üstünden anlatılıyordu. “Casual Vacancy”de ise öne çıkan tek bir karakter yok. Sırayla tanıştığımız ve eşit derecede etkilendiğimiz pek çok karakter, hiçbi-


648-milsanat-104-109

2/26/13

3:20 PM

Page 7

Romanın tüm dünyada asıl patırtı kopartan kısmı, konusundan çok dili ve kimi karakterlerinin özelliği... Erişkinler kadar kasabadaki sorunlu ergenlerin de hikayesini anlatan romanda cinsellik, uyuşturucu bağımlılığı, argo cüretkarca işleniyor.

“Boş Koltuk” J. K. Rowling Çev: Dost Körpe Doğan Kitap

Rowling’e romanıyla ilgili yöneltilen en büyük eleştiri öykünün sıkıcı, karakterlerin sıradan ve anlatımın ise son derece ağır olduğu yönünde...

ri ön plana çıkmayacak bir eşitlikte anlatılıyor. Öte yandan her ne kadar bu bir erişkin romanı olsa da Rowling tanıdık bir şekilde bol bol kasabanın ergenlerinin okul ve kasaba arasında geçen hayatını da anlatıyor. Ve belki de asıl ustalığını onları anlatırken gösteriyor yine.

‘SİHİRLİ’ DURUMLAR Rowling’e romanıyla ilgili yöneltilen en büyük eleştiri öykünün sıkıcı, karakterlerin sıradan ve anlatımın ise son derece ağır olduğu yönünde... Üstelik ondan beklenen ‘sihirli’ durumlar da haliyle bu öyküde yok. Öte yandan romanı okuyan biri olarak diyebilirim ki yazara büyük bir haksızlık yapılıyor. Bir kere her şeyden önce öykü sıkıcı değil, yavaş yavaş ilerleyen bir anlatımla, yazarın sindire sindire anlattığı, bir kasabanın tüm çıplaklığıyla önümüze serilen öyküsü tam tersine bir kez içine girildikten sonra hipnotize edici bir sakinlikte akıyor. Sonuçta bu soluk soluğa okunacak bir ‘katil kim?’ tarzı polisiye öykü değil. İçsel çözümlemeye dayalı bir durum romanı... Sert, çarpıcı ve zaman zaman mizahi bir tona bürünen bir melodram.

Karakterlerin sıkıcılığı ise son derece göreceli bir yorum. Çünkü görünürde son derece sıradan insanlardan oluşan karakterlerin yüzlerindeki maskeyi tamamen çıkararak, artlarında saklı duran gerçek kişilikleriyle tüm çıplaklığıyla karşılaştığımızda en sıradan görünümlü olanların bile sahip olduğu ihtiraslar nedeniyle değme parıltılı roman karakterine pabuçlarını çıkartabileceğini görüyoruz. Rowling bu anlamda Harry’nin sahip olduğu sihri bizzat kendisi kullanıyor ve değneğini dokundurduğu her bir karakteri bizim için şeffaflaştırıyor. Öte yandan bir ölümle başlayan hikayesiyle “Desperate Housewifes”ı da anımsatan roman, toplumdaki aniden oluşan bir boşluğun, birbirine görünmez bağlarla bağlı olan tüm bir topluluğu nasıl dominovari bir etkiyle dönüştürebileceğini de gösteriyor. Bu romanın tüm dünyada asıl patırtı kopartan kısmı ana konusundan çok dili, nasıl işlendiği ve kimi karakterlerinin özelliği... Erişkinler kadar kasabadaki sorunlu ergenlerin de hikayesini anlatan romanda cinsellik, uyuşturucu bağımlılığı, argo gibi öğeler cüretkarca işleniyor. Örneğin bir ergenin düşüncelerinde bir kız arkadaşı için ‘muciz-

109

evi bir şekilde korunmasız vajinası’ gibi bir tanımlamada bulunduğuna şahit oluyoruz. Ya da çimlerin arasında duran bir prezervatiften bahsedilmesine, uyuşturucu bağımlısı bir annenin sefaletine, internet pornosuna... Rowling’e bu konuda sayısız soru sorulmuş. İçlerinden en çarpıcı olan ise “En büyük hayranınız olan çocukların yeni kitabınızın onlara uygun olmadığını bilmeden internetten indirip okumalarından korkmuyor musunuz?” Rowling her zamanki serinkanlılığıyla cevaplamış soruyu: “Ben kendimi hiçbir zaman bir çocuk bakıcısı ya da öğretmen olarak tanımlamadım. Ben öncelikle bir yazarım ve istediğim her şey hakkında yazabilirim.” Her zaman ahlaki değerlerden ve sorumluklardan bahseden bir yazar için biraz şaşırtıcı bir yanıt yine de... Görülen o ki “Harry Potter” serisinde kullanamadığı dili ve konuları ‘zincirsiz’ bir özgürlük içinde burada sıralıyor Rowling; yeni kavuştuğu özgürlüğünün yüksek temposuyla... Öte yandan çocukluğu benzer bir küçük kasabada, romandaki babalarıyla sorunlu ergenleri anımsatan bir biçimde geçen Rowling’in, yalnızca çocukluğu ve genç kızlığından değil sanki bugünkü halinden de izler var romanda... Yaptırdığı estetik müdahalelerle güzelleşip, gençleştiği ve dış görünümüne büyük önem verdiği bilinen Rowling’in romanındaki estetik yaptırma hayalleri kuran, kasabanın yakışıklı doktorunu gördüğünde edası değişen, en büyük güvenini göğüs dekoltesinden alan kadın kahramanı sizce de biraz onu çağrıştırmıyor mu? Ya da kasabanın yoksulluk sınırında gezinen istenmeyen yeni sakinleri, sanki bir parça Rowling’in geçmişinde hâlâ unutamadığı bir dönemi oluşturan yoksulluk günlerine dair bir tür terapi yazımından çıkıp gelmiş olabilirler mi? MS Milliyet SANAT Mart 2013


EDEBİYAT

648-milsanat-110-111

2/25/13

5:21 PM

Page 2

Kelimeler sevgiliyi döndürebilir mi? Ünlü yazar Francisco Goldman ve eşi Aura Estrada evliliklerinin ikinci yılında gecikmiş bir balayına çıkarlar. Fakat Aura Estrada sörf yaparken boynunu kırarak hayatını kaybeder. Goldman eşinin kaybıyla depresyona gider; sonrasında ise büyük aşkını, tarifsiz kaybını anlatmak ister. Ve ortaya “Sevgiliye Veda” çıkar. TÜLİN ER tuliner@gmail.com

ÇOK SEVDİĞİ bir yakınını kaybeden herkes belli bir boşluğa aşinadır. Çekilen bir diş gibi hayatın örgüsünden bir ilmek kaçmış, giderken peşinden bütün yapıyı sökülmeye bırakmıştır. Ama hayat yapısı gereği mutlaka hız kesmek ister. Akıntıda sürüklenen geminin yerinden sökülmüş demiri, takılacak bir kaya bulur mutlaka. Sonsuza dek durmak nasıl mümkün değilse, sonsuza dek sürüklenmek de mümkün değildir. Francisco Goldman, karısı Aura Estrada’yı 2007’de trajik bir sörf kazası sonucu kaybettikten sonra, yapısı bir anda sökülmeye başlayan hayatında açılan o koca boşluğa, kontrolsüz akışa bırakmış kendini. Birazdan okuyacağınız röportajda yazarın söylediği gibi, “Her roman bir yapı arayışıdır” ve Goldman da bir noktada, bu boşluğun içinde bir yapı oluşturabilmek, karısını büyülü bir biçimde yeniden var edebilmek için elindeki tek malzemeyle, kelimelerle “Sevgiliye Veda”yı inşa etmeye başlamış. Milliyet SANAT Mart 2013

Francisco Goldman, kitabı “Sevgiliye Veda”yı 3 yılda yazmış...

Goldman “Sevgiliye Veda”da, Freud’un “Matem ve Melankoli” makalesinden söz edip şunları söylüyor: “Freud, matemin ‘hayatta kalan kişinin hatıralarının ve umutlarının ölen kişiyle olan bağlantısının kesilmesi işlevi’ gördüğünü açıklamıştı. Durumu kabullenip bunun üzerinde çalışmak gerekiyordu. Freud sürecin bir-iki sene kadar sürmesi gerektiğine inanıyordu.

110

Fakat bağlantımı kesmek ya da kabullenmek istemiyordum, bunu kesinlikle istemiyordum. Neden ‘tedavi edilmeyi’ istemem gerekiyordu ki?” Francisco Goldman, karısı Aura Estrada’nın ölümünün ardından kendisini tedavi etmek değil, bir anlamda onu yeniden bu yaşadığı, algıladığı, onunla paylaştığı hayata döndürme çabasıyla kaleme almış “Sevgiliye Veda”yı. Bir


648-milsanat-110-111

2/25/13

5:21 PM

Page 3

neceği konusunda hiç endişelenmedim, benim tek niyetim ‘kendi Aura’mı çizmekti. Ama kitabı Meksika’da yayımlamaktan korktum ve bu yüzden bir yıl erteledim; daha iki ay önce çıktı orada ve çok inanılmaz tepkiler aldı; bu hayatımın en harika sürprizlerinden biridir. Aura’nın yakın arkadaşları ve ‘teyzeleri’ gibi ona yakın olan insanlar, “Auramızı bize geri getirdiğin için teşekkürler,” gibi şeyler söylediler ya da böyle mesajlar gönderdiler. Elbette onu tanıyan herkesin kendine ait bir ‘Aura’sı var ve Aura kimseye geri dönmüş değil, ● “Sevgiliye Veda” gerbu sadece bir kitap; kaybettiçek yaşama dayanan bir roğimiz şeylerle ve kişiyle karşıman. Gerçek ve kurgu aralaştırılınca son derece önemsındaki ilişki konusunda ne siz bir şey. düşünüyorsunuz? Gerçeklik nerede bitip kurgu nere● Kitabı yazmak ne kade başlıyor? Kesin bir çizgidar vaktinizi aldı? Son si var mı bunun? cümleyi yazdığınızda neler Tam anlamıyla gerçeklere hissettiniz? “Sevgiliye Veda” dayanan bir anlatım, sizin ifaKitabı yazmak üç yılımı Francisco Goldman de etmek istediklerinize yet- Çeviren: Sevinç Kayır aldı. Son cümleyi yazdığımda mediğinde ve bir yalan veya neler hissettiğimi hatırlamıKolektif Kitap sadece hayal gücü bu arayışta yorum. Gerçekte son cümleyi Fiyatı: 22 TL ilerlemenizi sağlayabildiğinde, asla yazamazsınız çünkü kio noktada ‘gerçeklik’ -bir gazetecinin bu ke- tap baskıya gittiğinde bile bir sürü detayla limeyi kullanacağı şekliyle- bitiyor sanırım. uğraşıyor ve kafanızda hâlâ bir şeyleri de● Aura’yı şahsen tanıyan insanların ğiştirip duruyor olursunuz. Ama genelde bir kitaba tepkisi ne oldu? kitabı bitirdiğim zaman, bir tükenme, bitAura’yla tanıştığım gece yanımda olan, kinlik ve biraz boşlukta kalma duygusu hisMeksikalı yazar Jose Borgini -kitaptaki sederim; özellikle de bu kitapta öyle oldu. Meksikalı yazar karakterinin gerçekten da● Kitaplarınızı nasıl yazarsınız? Büyandığı kişi- bana şöyle bir e-posta gönder- tün yapıyı önceden planlar mısınız yoksa di: “Kitabını okuyana dek dirilişe inanmaz- bunlar siz yazarken mi ortaya çıkar? Ve dım. Aura bu! Beni anlatma şeklini hiç sev- bu kitabın özel durumunu göz önüne medim elbette.” Sevgili Jaja, tam bir bey- alırsak, “Sevgiliye Veda”yı yazarken her efendidir. zamanki yazma rutininizi izlediniz mi? Kitabı yazarken başkalarının ne düşüBence her roman bir yapı arayışıdır; bir hesaplaşma, gözlemleme, eleştiri ve özeleştiri çemberinde yazar, Aura’yla olan hayatına yönelttiği içeriden ve dışarıdan bakışı “Sevgiliye Veda”da harmanlıyor. Büyük bir aşkla başlayan ve sadece iki yıl sürebilen bir evliliğin muhasebesi olmanın çok ötesine geçip korkunç bir kazanın ondan ayırdığı sevgilisini hayata döndürmenin; yaşadığı büyük kederi iyileştirmektense Aura’nın izini dünyaya iyice kazımanın bir yolu olarak edebiyatı seçmiş Goldman.

Kadın yazarlar için Aura Ödülü ● Karınızın onuruna Aura Estrada Ödülü başlattınız. Bu ödülden biraz bahseder misiniz? Bu bizim iki yılda bir Oaxaca Kitap Fuarı’nda, İspanyolca dilinde yazan bir kadın yazara verdiğimiz harika bir ödül. 35 yaşında veya altında olan, Meksika’da veya ABD’de yaşayan yazarlara veriyoruz. Ödülü kazanan yazar 10 bin dolar alıyor ve yazarlar tercihlerine göre, aralarında Tuscany’deki Santa Maddalena’nın da bulunduğu üç yazar rezidansından birinde kalma hakkı

kazanıyor. Bunun yanı sıra kitapları İspanyol Granta tarafından basılıyor. Ayrıca her yıl Oaxaca Kitap Fuarı’na İngilizce yazan, tanınmış yazarları “C·tedra Aura Estrada” dediğimiz, halka açık bir okuma ve/veya konuşma yapmak üzere davet ediyoruz. Şimdiye kadar, ilk yılda Paul Auster ile Siri Hustvedt, ikinci yılda Jon Lee Anderson ile Alma Guillermoprieto, ardından Junot Diaz, Nicole Krauss ile Rivka Galchen, bu yıl ise Colm Toibin’i misafir ettik. Önümüzdeki yıl Richard Ford gelecek.

111

Goldman, karısı Aura Estrada ile...

“‘Sevgiliye Veda’yı travmatik bir keder içindeyken yazdım. Delilik, halüsinasyonlar, bunların hepsi gayet gerçek; Aura’yı bir şekilde, kelimeler aracılığıyla hayata döndürebileceğime dair duyduğum ‘büyülü’ inanç da öyle.” tarz, bir görüntü kalıbı, anlatı içinde bir mimari -nihayetinde “Sevgiliye Veda” da böyle bir dalganın biçimini almıştır- her şeyden önemlisi de bu kitap ancak bir romanla anlatılabilecek bir şeyin ve ancak romanın kendi anlamı olabilecek birinin arayışı. “Sevgiliye Veda”yı son derece travmatik bir keder içindeyken yazdım. Delilik, halüsinasyonlar, bunların hepsi gayet gerçek ve kitabın örgüsünün bir parçası; Aura’yı bir şekilde, kelimeler aracılığıyla hayata döndürebileceğime dair duyduğum ‘büyülü’ inanç da öyle. Her gün bu romanı ortaya çıkarmak için çalışmak, sanıyorum o devasa boşluğa bir tür baş kaldırma şekliydi. ● Aynı zamanda gazetecisiniz. Sizce bu mesleğin kitaplarınıza büyük bir etkisi oldu mu? Bir gazeteci-romancı olmayı nasıl tarif edersiniz? Bence çok büyütülecek bir şey yok; romancılar bazen para kazanmak için, kurgularını oluşturmak için, macera olsun diye, kelimelerde kaybolmak için veya sadece çok önemsedikleri bir şey için gazete yazıları yazar. Her ne kadar çoğunlukla aynı araçları kullansanız da bunların aslında birbirinden çok farklı işler olduğunu düşünüyorum. Bunu dile getirmek benim için çok zor ama “The Art of Political Murder” kitabımda ‘adli’ bir üslup benimsemem, “Sevgiliye Veda”nın çok ıstıraplı bir bölümünü yazmama yardım etti. O bölümde, Aura’nın ölümünü mümkün olduğunca gerçeğe yakın bir şekilde vermek istedim. MS Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-112-113

2/25/13

5:21 PM

Page 2

NOKTALI VİRGÜL YEKTA KOPAN

yekta.kopan@gmail.com

twitter.com/yektakopan

Rihanna’nın ‘kapalı’ fotoğrafı... Boş geçen ücretsiz konserler... Seslendirme sanatçılarının hakları... Nardis Genç Caz Vokal Yarışması’nın caz dünyasına kazandırdığı müzisyenler...

Hafiflemenin dayanılmaz çekiciliği Rihanna’nın Avrupa Turnesi afişi, Türkiye’de “açıklık” nedeniyle izin alınamayınca kullanılmadı.

;

Popüler müzik takipçileri haberi sevinçle karşıladı: Rihanna, 30 Mayıs Perşembe akşamı İnönü Stadyumu’nda sahne alacak. Üstelik Türkiye, 26 Mayıs’ta İspanya’da başlayacak olan Diamonds Avrupa turnesinin Avusturya’dan sonra üçüncü ayağı; yani Rihanna İstanbul’a uzun bir turnenin yorgunluğuyla gelmeyecek. Bilet fiyatları 250-750 TL olarak belirlenmiş. İngiltere fiyatlarıyla yakın diyebiliriz. Konser öncesi akla takılan soru ise Diamonds Avrupa Turnesi’nin afişiyle ilgili. Afişte şarkıcının ‘yarı çıplak’ bir fotoğrafı var. Zaten Rihanna’nın ‘marka tanımlamasında’ bu görüntülerin özel bir yeri var; neyse, bu ayrı bir konu. Avrupa’daki bütün noktalarda, İspanya, Avusturya, Belçika, Finlandiya, Fransa, Almanya, Hollanda, Norveç, Portekiz, İsveç ve İngiltere’de bu afiş kullanılacak. Ama turnenin görseli olan bu fotoğraf, Türkiye’de sadece yazılı basında ve internet reklamlarında kullanılabildi. Gerekli izin ‘açıklık’ nedeniyle alınamayınca reklam panolarındaki ve duvarlardaki görselde ‘kapalı’ bir fotoğrafa yer verildi. Uygulamanın altında başka niyetler aramaya gerek yok. Durum bu.

Boş geçen ücretsiz konserler

;

Bir süredir Millî Reasürans Konser Salonu’nda güzel şeyler oluyor. İş Sanat’ın düzenlediği “Parlayan Yıldızlar” konser serisinde ulusal ve uluslararası alanda türlü başarıya imza atmış genç müzisyenler sahneye çıkıyor. Buraya kadar güzel. İşin bir de üzücü yönü var. İlgilenenlerin ‘bir şekilde’ ulaşıp izlediği bu konserler, yazıktır ki klasik müzik dünyası üstüne yazan kalemlerin sayfalarında bile çokça yer bulamıyor. Yer numarası olmayan, ücretsiz konserlerin bazısı boş geçiyor. Keşke bazı şeyler için söylenmek, dövünmek yeterli olsa... Milliyet SANAT Mart 2013

112

Emre Engin


648-milsanat-112-113

2/25/13

5:22 PM

Page 3

Bir çeşit sansür

;

“Bir gazeteden ya da bir televizyondan görüş istediklerinde neler söylemem gerektiğini iyi biliyorum artık, yoksa laflarımı oradan buradan kırpıyorlar, hatta bazen tümden çöpe atıyorlar,” dedi. Bu sözün üstüne ne denir ki? ‘Sıradanlaştırma’ konusunda tartışılmaz bir başarısı olan merkez medyaya, kültür-sanat alanındaki yorumları da hale yola koyduğu için kocaman bir alkış. Bu noktada yönlendirmenin de sansürün bir çeşidi olduğunu söylemek gerekir. Artık görüşüne başvurulan kişi, izlediği film-okuduğu kitap-gittiği konser hakkında, montaja kurban gitmeyecek, programcının bakış açısına ters düşmeyecek, yayın organının duruşuna zarar vermeyecek yorumlar yapacak. Hafifleyelim bayanlar-baylar, ne kadar hafifleyebilirsek o kadar hafifleyelim.

Ankara Film Festivali bu yıl 24. kez düzenlenecek.

Sesi hâlâ gür çıkmıyor

;

14-24 Mart arasında gerçekleştirilecek olan 24. Ankara Uluslararası Film Festivali’nin ana teması ‘Doğu İmgeleri’ olarak belirlenmiş. Orta ve Yakın Doğu ülke sinemalarından, Arap Baharı’ndan ‘Oryantalist Bakış’a, göç olgusundan toplumsal sorunlara uzanan kapsamlı bir seçki sunulacakmış. Güzel haberler. Ancak ne ya-

lan söyleyeyim, 24. kez düzenlenmesine rağmen, ülke festivalleri arasında bile yeterince etkili değil başkentin film festivali. Dünya Kitle İletişim Araştırma Vakfı büyük bir çaba gösteriyor ama festivalin sesi hâlâ gerektiği kadar gür çıkmıyor. Nedenlerinin düşünülmesi gerekir. Sadece düzenleyenler tarafından değil, izleyiciler tarafından da...

Caz hareketi!

; Cihan Ünal

Vizyona girmeden internette

;

İnternet üstünde dizi film ve sinema filmi izlenebilen çok sayıda site olduğu bilinen bir gerçek. Yasal düzenlemelerin dışında çalışan bu sitelerin biri kapansa ya da kapatılsa bir diğeri devreye giriyor. Türkiye’de ulusal kanallarda, dijital platformlarda yayınlanmayan çoğu diziyi meraklıları bu sitelerden sezonlar boyu takip ediyor. Altyazılı olarak izlenebilen diziler için siteler hem zamana karşı, hem birbirleriyle yarışıyor. Ama iş bu kadarla da kalmıyor. Daha yeni vizyon görmüş, hatta vizyon görmemiş kimi filmler Türkçe seslendirilmiş olarak bu sitelerde yerlerini alıyor. Yanlış anlaşılmasın; sinemaya

Türkçe olarak girmemiş, DVD için seslendirilmiş filmlerden söz ediyorum. Akla pek çok soru geliyor tabii: DVD’ler raflara çıkmadan seslendirilmiş kopyalar nasıl internete düşebiliyor? Seslendirme sanatçılarının hakkı nerelere gidiyor? Bu filmler için seslendirmecilere sözleşmeler imzalatan o şirketler ne yapıyor? Seslendirmecilerin hakları için ter döken derneklerin bu konudan haberi var mı? Mikrofon başı oyunculuğu telifleri konusunda bakanlık ne düşünüyor? Aslında şöyle sormak daha net olacak; ilgili bakanlıklar, sinema-televizyonsahne-mikrofon oyuncularının her türlü hakkı konusunda ‘gerçekten’ ne düşünüyor?

Nardis Genç Caz Vokal Yarışması, 2005 yılından beri yapılıyor. 4 Mart’ta dokuzuncu kez aynı heyecan yaşanacak. İyi de bu heyecanın sonunda ne oluyor, bütün o olağanüstü caz vokalleriyle ne kadar ilgileniyoruz? Gelin o isimleri şöyle bir hatırlayalım. 2005 yılının birincisi Evrim Özşuca, 5. International Nomme Jazz Jüri Birincisi oldu. 2006 birincisi Ferhat Öz, 6. International Nomme Jazz Halk Birincisi oldu. 2006 ikincisi Sezgi Olgaç, Finlandiya Lady Summertime’da harikalar yarattı. 2007 yılından vokalistler Özge Pınar, Serkan Çakıt, Ülkü Aybala Sunat ve saksofoncu Meriç Demirkol halen müzik yaşamlarına konserlerle devam ediyorlar. Meltem Ege’yi 2012’de Önder Focan ile yaptığı albümden sonra tanımayan yok artık. 2008 yılındaki yarışma Sırma Munyar, Yaşam Hancılar, Başak Yavuz gibi vokalistleri ve Cem Tuncer gibi bir gitaristi caz dünyasına hediye etti. 2009, 2010, 2011 yılları İpek Dinç, Cansu Meltem Aslan, Ceren Koçak, Canan Duran, Ege Bilge Susar, piyanist Ercüment Okur ve trompetçi Utku Akyol isimleriyle geldi. Geçen yıl Cemre Necefbaş, Pulawy’ye workshopa katıldı. Berklee’den burs kazandı, gitmek için çabalıyor. Ve geçen yılın birincisi Ceyda Köybaşıoğlu, Litvanya’daki Jazz Voices’da Türkiye’yi başarıyla temsil edip ikinci oldu. Bu yarışmayı ve Türkiye’deki caz hareketini takip etmekte fayda var.

113

Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-114-115

2/25/13

5:22 PM

Page 2

DAMAK UNUTMAZ ECE AKSOY

eceaksoy@gmail.com

Çok sevinçli olduğunda evine erken gider, karısı Hediye’ye aktarırdı neşesinin hepsini. Artık anlıyordu Hediye kocasının eve geliş saatlerinden, tamirciden mi yoksa işten mi geldiğini...

Tamirci ANNESİ, artık umudunu tamamen kesip eve altıncı yavru sokak kedisini getirdiğinin ertesi günü hamile olduğunu öğrenmişti. Mucize! Emin olduktan sonra da Hediye ismini vermişti daha karnındayken, kız doğuracağını bilmeden. Yavru kediyi öpmüş, ısınmış göğsüne bastırmış, onun da ismini Hediye koymuştu. Çocukken Hediye diye seslenildiğinde kediyle beraber koşarlardı çağrılan yere. Hediye! Hediye gibi yaşatıyordu çevresindekileri. Koyu mavi gözleri engin denizdi. Onlara gizlemeyi öğretemedi bir türlü. Acıda, sıkıntıda gözlerini karşısındakinden kaçırır, herhangi bir eşyaya bakardı. İnce, uzun parmaklı elleri, iki yanına sarkıp durmadı hiç. Limon çiçeklerinin üstünden esip gelen rüzgarla, uzaklara da ulaştı her zaman. Beyaz saçları tek örgü, ensesinden beline sarkmış, girdi odaya. Odanın apartmana bakan penceresinin önündeki, içinde onlarca kurdun beslenirken sessiz olamadıkları yıpranmış masada ders çalışan, lise öğrencisi torunu Gülderen’e yaklaştı, elini omzuna koyup saçlarını öptü. Gülderen, ninesinin yüzüne bakmadan, yanağını ince, uzun parmaklara bıraktı. Konuşmadılar. Bir daha öptü, odadan çıktı. Mutfak tezgahında sabah otçu kadının getirdiği karışık otlar duruyordu. Bir de mavi, pembe, mor, kırmızı anemon tomurcuklarından küçük demet. Çiçekleri aldı, kokmayanları bile burnuna götürdü, öptü, gülümseyerek torununun masasına koydu. Çığlık attı Gülderen.

“HİÇ SORMADIM” “En sevdiğim, canım, şu tomurcuklara bak!” “Çalışırken sıkılma diye...” Ayağa kalktı, ninesine sıkı sıkı sarıldı. “Baharı koydun masama, bi tanecik ninem benim.” “İlk uğradığımda canın sıkılmış gibiydin. Günaydın bile diyemedin. Çiçekler tamir etti seni.” “Tamir mi? Ne laflar buluyorsun niMilliyet SANAT Mart 2013

ne(?)” “Benim değil dedenin lafı bu. Sana anlatmadım mı tamirci hikayesini?” “Anlatsana...” “Ders çalışıyorsun.” “Olsun, çalışırım ben. Anlat n’olur...” Ninesinin cevap vermesini beklemeden bir iskemle alıp, masanın yan tarafına koydu... “Hadi ninecim,” Oturdu Hediye, derin bir nefes aldı. “Dedenin işinden çıktığı saati bilirdim, eve gelinceye kadar geçen zamanı da eklediğimde... Hiç o saatte olmadı evde. Devamlı değişirdi. Geldiğinde de sormazdım, nerde kaldın diye. Hiç sormadım...” “Sormanı isterdi belki...” “Yok. Evlendiğimizden bir iki ay sonra soracak oldum, ‘Bak Hediyem’ dedi bana; ‘Yalan duymak istemiyorsan kimseye soru sorma. Hele bir şey anlatırlarken... Söyledikleri yetsin sana.’ O oldu. Bi daha sormadım. Taa annenle babanı o kazada kaybedene kadar. Yanımda olsun, işe bile gitmesin istiyordum. İçimdeki yangına su serpiyordu, söndürüyordu birazını, ne bileyim. Onunla konuşurken başka oluyordu her şey. Komikti, bilgiliydi. Hep güldürürdü beni. (Sesi boğuklaştı, gözlerinde dalgalar.) Neyse; (durakladı, Gülderen sessiz dinliyordu) fazla kalmadı yanımda ya, o da gitti kızının arkasından. Hep, sen iyi ki küçüktün, fazla kavrayamadın acıyı diye teselli oluyorum.” Yutkundu, karşı evlerin çatılarına atılan ekmekleri kapışan martılara baktı. “Tutamadım kendimi... Bi akşam epey gecikince ‘Nerde kaldın?’ deyiverdim. Şaşırdı. Durdu. Yüzüme uzun uzun baktı. Utandım, başımı önüme eğdim. Elimden tuttu, divana yan yana oturduk. ‘Gözlerime bak bakayım. Tamircideydim,’ dedi. Şaşırdım. ‘Ne tamir ettiriyorsun?’ diye sordum. ‘Kendimi, yarın 5’te büroya gel, göstericem tamircilerimi’. Merakımdan gece bitmek bilmedi. Gündüz, akşamı zor buldum. 5’e birkaç dakika kala, ben büroya girmeden o çıktı. Elimden tuttu. Biraz utanmıştım. O

114

yaşta, el ele... Denize doğru yürüdük. Eski yapı iskelenin biraz ötesindeki kahvenin terasına oturduk. Beyaz gemiler geçiyordu önümüzden; takalar, kayıklar, renk renk... Yaz akşamıydı, güneş tepedeydi daha... Çay içtik, uzun uzun denize baktık. ‘Burası benim küçük yaralarımın tamircisi,’ demişti. ‘Altından, zor ama kalkabileceğim davalarda, şileplere, denize yüklüyorum açmazları. Daha zorlarında da -masaya çay parasını bırakıp kalktık- biraz sonra göreceksin. Çekiç, çivi, testere, iğne, iplik yok ama basbayağı tamirci işte.’ Az yürüdükten sonra, dışı mavi boyalı, küçük pencereli binanın önünde durdu. ‘Burası iyi tamirci. Kusura bakma içeri giremeyiz birlikte... Açıldığından beri yalnız erkekler geliyor, masası yok. Uzun bir tezgah, dirseklerini yaslıyorsun, bir kadeh, iki kadeh, cesaretlenip eve güçlü dönüyorsun. Yapamayacağın iş yok gibi... Basbayağı tamir edilmiş olarak’...” “Harika adammış dedem! Filozof gibi, şair gibi.”

ŞAİRDİ O “Gibi değil, şairdi o. Çok sevinçli olduğunda erken gelir, bana aktarırdı neşesinin hepsini. Artık anlıyordum geliş saatlerinden tamirciden mi yoksa işten mi geldiğini... Belki de pişman oldu anlattığına, hiç üzülmemi istemedi, fazla da yaşamadı anlattıktan sonra. Sevdiği, ona iyi gelen her şeye tamirci derdi. Rüzgara, dağa, denize, ağaca, ihtiyacı olduğunda da gidemedi onlara. (Masadan kalktı.) Öğrendin işte dedenin hikayesini. Herkesin tamircisi olmalı,” deyip mutfağa girdi. Onun da tamircisi mutfak olmuştu. Acılarından kırılıp döküldükten sonra. İki saat önce ıslattığı incir ve kayısıları sudan çıkarıp küçük küçük doğradı. Bir çorba kaşığı tarçın, yarım paket kabartma tozu, iki yumurta, üç tepeleme kaşık un ekledi. Karıştırdı, bir kaşık daha un koydu. Tavada, kızdırdığı tereyağında iki tarafını da kızarttı. Kahve kaşığı ile atıyordu tavaya... Kağıt üzerinde biraz yağlarından kurtarıp pudra şekeri ve tarçına buladı.


648-milsanat-114-115

2/25/13

5:23 PM

Page 3

Soğuyan birini ağzına attı, beğendi. Beyaz porselen kayık tabağa sıraladı. Gülderen mutfağa geldiğinde otları temizliyordu: Rezene, ebegümeci, ısırgan. “Çok etkilendim. Şahane adammış dedem. Ne mutlu. Böyle bir adam sevmiş seni...” Otlara karışan gözyaşlarını göstermek istemiyordu Gülderen’e. Ona dönmeden, sesini de düzgün çıkarmaya çalışarak... “Git dersine, işim var şimdi.” “Ne yemek yapacaksın ninecim?” “‘Kış bitti’ yemeği.” “Bunun adını da dedem koymuştu. Hatırladım. Serin bir kış akşamı eve gelince, sofrada bu varmış, ‘Oh, kış bitti’ demiş. Sen anlatmıştın, unuttun mu?” “Dersine döner misin? İşim var. Bugün bu kadar yeter.”

Gülderen de hassastı. Komşuya benzeyecek değil ya... Ninesinin arkasından masmavi gözlerinden, masmavi suların aktığını anladı. Sessiz, odasına döndü. Hediye ağlayarak ayıkladı otları. Eliyle küçük parçalara ayırdı. Biraz tuz ve zeytinyağı ile ovaladı. Kasedeki ot karışımı yarıya inene kadar ovarak karıştırdı. Çıkan suya koyulaşıncaya kadar un koydu. Otlarla karıştırdı. Mutfak girişinde duran küçük fındık çuvalından kabuklu fındık çıkardı, kırdı. O hiç soyulmuş, ayıklanmış malzeme kullanmazdı. Bademi, cevizi, fındığı, hep kabuklu bulundurur, kullanacağı zaman kırardı. Ayıklanmış dururlarsa etraftaki kokuları içine alır, esaslarını kaybederler diye ödü kopardı. Baharatlarını da öğütülmüş almaz, baharat değirmeninde çekerdi. Bir kaşık tane kimyon öğüttü, ufaladığı fındıkları ve

kimyonu kaseye koydu. İki yumurta ekleyip karıştırdı. Dikdörtgen kek kalıbını yağlayıp karışımı döktü. Eşit yaydı kalıba. 170 derecede elektrikli fırına atıp 35 dakikaya ayarladı. Biraz ısırgan kalmıştı. İnce kıyıp zeytinyağında, koyu kahverengi oluncaya kadar kavurduğu bir kaşık una ekledi. Karıştırdı. Otlar da iyice ısınınca, soğuk su katıp kaynayıncaya kadar yavaş yavaş karıştırdı. Kaynayınca yumurta sarısını bir limon suyuyla çırpıp tencereye döktü. Ocağı kapadı. “Bahar çorbası”ydı bunun adı da... Lezzetli ve sağlıklı olduğundan hepsi çok severdi. Arada kendisi tadını beğenmediğinde “İsmi için mi seviliyor?” diye düşünmeden edemezdi... Yumurtaya buladığı bayat ekmeklerle balkona çıktığında (mantıyı çok severek yediği için adını Mantı koyduğı martı), Mantı, küçük adımlarla ekmeğe yaklaştı. MS


EDEBİYAT

648-milsanat-116-117

2/25/13

5:23 PM

Page 2

Filmlerdeki gibi değildi yaşam... 44 kadın yazarı buluşturan “Kadın Yazarlardan Kadın Öyküleri”, soru soran, gerçekçi, özgür, buruk, bir o kadar da coşku dolu öyküleri bir araya getiriyor. ORHAN TÜLEYLİOĞLU otuleylioglu@hotmail.com

TÜRKİYE’DE yaşayan 44 kadın yazarların öyküleri, “Kadın Yazarlardan Kadın Öyküleri” adlı kitapta bir araya geldi. Halil Gökhan ile Şebnem Atılgan’ın hazırladıklaı Kafekültür Yayıncılık’ın tamamını edebiyat çalışmalarına ayırdığı Mühür dizisinden çıkan kitabın bir özelliği de her baskıda yazarlarının artacak olması... Kitapta en az öyküler kadar yazarlarının yazarlık durumları da göze çarpıyor. 44 yazar arasında Jale Sancak, Müge İplikçi, Jaklin Çelik, Sibel Atasoy, Raşel Rakella Asal, Semra Topal’ın da aralarında bulunduğu bilinen yazarların yanı sıra ilk öykülerini bu kitap için yazmış ya da yayımlanmamış öykülerinden seçmiş birçok yazar var: Modacı Berrin Akyüz, Devlet Tiyatrosu sanatçısı Esen Özman, medya iletişim direktörü Fecir Alptekin, Vedat Sakman’ın kızı Tomris Sakman, eğitim koçu Bahar Varol, kardiyolog Meral Saklıyan, genetikbilimci Melis Olçum; çevir-

Kadını kuşatan toplumsal sorunların her ayrıntısını sorgulamaya çalışan kitap, yaşananları tüm güzelliği ve çirkinliği, tüm çıplaklığı ve şiddetiyle cesurca ortaya koyuyor. Milliyet SANAT Mart 2013

kabullenmek zorunda kaldığı yaşamı; aşkına karşılık bulamayıp intiharı seçen Seval; titizlikle hazırlanan bir akşam yemeği ve geceyi kusursuz yapmak için verilen onca çabanın sonunda karşılaşılan kötü sürpriz; Gülbahar’ın gözlerine işleİLK DENEYİM yen hüzün; evli bir adamla evlendirilmek istenen ZüListe uzayıp giderken öyhal; görücü usulü bir tanışkülerin ele alınış biçimleri, ma, ilk randevu ve ardından neredeyse ilkyazım biçimleyaşanan şok; kızının gözünrinin korunması, çoğu yaza“Kadın Yazarlardan den bir anne; giyotine dönürın ilk denemesinin ilk deneKadın Öyküleri” şen nikah masası; parça etyime dönüşmüş olması da kiHazırlayanlar: Halil kili bir ayrılık; bir trafik katabın ilginç özellikleri arasınGökhan-Şebnem zası; Mehmet ile Zeynep’in da... Atılgan sıra dışı aşkı; neşeli başlayan Kadını kuşatan toplumsal Kafekültür Yayıncılık bir yılbaşı partisinin hüzünsorunların her ayrıntısını sorFiyatı: 30 TL lü sonu; gözü hep uzağa dagulamaya çalışan kitap, soru lan Eflan; bir kadının yıllar soran, gerçekçi, özgür, buruk, bir o kadar da coşku dolu öyküleri bir ara- sonra ilk aşkıyla karşılaşması; bir kara ya getiriyor. Yaşamın renkleri ardında giz- sevda öyküsü; Bodrum’da bir balayı, öylenen gerçekleri bir bir ele alıyor; yaşamın külere yansıyan çarpıcı konulardan sadeaslında filmlerdeki gibi olmadığını anım- ce birkaçı. Kısacası yaşam, ölüm, şiddet, satıyor. Bir diğer hamleyi bir sonraki öy- yıkım, kıskançlık, gurur, nefret, aşk, sevgi, küye bırakıyor; yaşananları tüm güzelliği güzellik, iyilik, kötülük... Evrensel ve herve çirkinliği, tüm çıplaklığı ve şiddetiyle kes için geçerli olan bu kavramlar, kadın cesurca ortaya koyuyor. Dünyayı en az er- yazarların bakış açısıyla daha da bir dekekler kadar tutkuyla kucakladıkları hal- rinlik kazanıyor. Bütün kadın meslek ve kimliklerine de neden daha çok özveri ve acıyla karşı karşıya kaldıklarını; akılları ve yürekleri açık olan kitapta yer alan öykülerde aslınher şeyi anlayıp duyumsadıkları halde ne- da durgun bir tevazu da öne çıkıyor. Kaden ikincil konumda olduklarını soruyor. dınların susmayı; asıl eylemi anlatmaya Yaşadıkları her türlü baskıya, yoksunluğa, bıraktıkları masum bir tevazu bu... Göstezorbalığa, cinsiyetçiliğe, sınırlamalara ve rişsiz, bağırmadan, seslenmeden, yarışengellere karşı çıkıyor. Bir anlamda, eşit- madan ve yarıştırılmadan yani erkekler liğin örtülü kalmış anlamını yorumlamaya gibi yapmadan da bazı öykülerin dile getirilebileceğinin altını çiziyor “Kadın Öyçalışıyor. küleri”. DURGUN BİR TEVAZU Anlatanlar kadın, anlatılanlar kadın, On beş yaşında evlendirilen Mavi’nin yaşayanlar kadın... MS

men Nurcan Onaran, melek terapisti Selma May, “10 Bedri” kitabının yaratıcısı Suna Baykam; hekim ve oyuncu Şirin Parkan, tiyatrocu Gökçe Tuncer, yazar, çevirmen, eğitimci Nuriye Yiğitler...

116


648-milsanat-116-117

2/25/13

5:24 PM

Page 3

Perec’ten bir ilk roman “Uyuyan Adam”, “Kayboluş”, “Doğdum”, “Bahçedeki Gidonları Kromajlı Pıdpır da Neyin Nesi?”, “Şeyler” ve “Yaşam Kullanma Kılavuzu”nun yazarı Georges Perec, bu kez ilk romanı “Paralı Asker” ile Türkçede...

SERPİL GÜLGÛN serpilgulgun@yahoo.com

“OMZUNDAKİ melek neler mırıldanıyordu? Koruyucu melek. Hadi dostum, vazgeçmek yok. Haklısın, haksızsın. Özgürlük ya da ölüm. Basamak basamak. Adım adım. Cellatlığı kurbanlığa tercih ederim. Adım adım. Bir adım Ma için. Bir adım De için. Bir adım Ra için. Bir adım Hadi bir adım Öl bir adım Dür bir adım Ma bir adım De bir adım Ra bir adım Yı için. Hadi Öl Dür Ma De Ra Yı. Hadi Madera’yı Öldür. Ma De Ra.” Ma De Ra. Bu sayıklamayla, evet, Nabokov’un “Lolita”sını çağrıştırır Georges Perec’in “Paralı Asker”i . Nasıl Humber Humbert, Dolores Haze’i her anışında bir tutulmaya uğrar ve kendini yitirirse Gaspard Winckler de kurbanı Madera’nın adını her anışta kendinden geçer. Bu yanıyla da okuyanını kendi kaosuna, kendi sorunsalına, kendi arayışına çeker. Aslına bakarsanız Gaspard Winckler’le ilgili olarak söylenecek o kadar çok şey var ki. Herhalde bunlardan ilki: Gaspard Winckler’in ilkliği! Evet, Gaspard Winckler, Perec’in yarattığı ilk roman kişisi. Pek

Yaratıcısının ölümünden tam otuz yıl sonra gün ışığına çıkan Gaspard Winckler’in, gerçeği arayan, cehennemin dibini gören bu kalpazan, bu sahteci ressamın hikayesi, bir edebiyat tarihi dersi olarak da okunabilir rahatlıkla.

daha 18 yaşındayken yazar olmayı kafaya koyan Perec’in ilk romanı değil. Perec, 1955’te bugün kaybolmuş, yayıncı önüne hiç çıkmamamış “Gezginler” adlı romanının yanı sıra iki roman daha yazmış: “Sarayevo Suikasti” ve sonradan “Paralı As“OKUYACAK OLANIN...” ker”e dönüşecek olan “Gece”. Perec’in ‘Akrabasızlığın romanı’ dediBu arada, “Paralı Asker”in ilk versiyoği “Paralı Asker”, birçok açıdan karmaşık nu 350 sayfaymış. Seul Yayınevi reddebir yumak gibi. Arapsaçı gibi ipleri birbidince Perec, “Paralı Asker”i yeniden yazrine karışıyor, düğümleniyor, kaybolup gimaya koyulmuş. “Gaspard Pas Mort” diyor. Her şey ressam Antonello (“Gaspard Ölmedi”) adli de Messina’nın 1475’e doğru ikinci yazımda, yani biyaptığı ‘Paralı Asker’in portrezim hiç okuyamayacağısiyle başlıyor bu arada. mız yazımda, Antonello Evet, sanat nedir? Sanatsal da Messina’nın yerini Giidealin canlanışı nedir? Gerçekotto’ya bırakır. 1960’ta çiliğin kusursuzluğu nereden bugünkü halini, (daktilo kaynaklanır? Modelden mi? edilmiş haliyle 157 sayfa) İmago’dan mı? Kurmaca olan alır. Kitap, bu kez Gallinedir? Ne gerçektir? Sanat mı mard’a yollanır! Kasım hayat mı? 1960’da gene reddedilir. 15 yılın ardından kendine bu İşte, bunun üzerine, büminvalde soruları sormaya başyük bir düş kırıklığına uğlayan bir sahtekar, bir kalpazan rayan Perec, dostlarından ressamdır Gaspard Winckler. birine, Lederer’e şöyle “Paralı Asker” Derken, bir gün, nedensiz Mayazar: “Paralı Asker’e geGeorges Perec dera’yı, ısmarladığı sahte-yapılince, onu okuyacak olaÇeviren: Esra Özdoğan tı, Messina’nın taklidini, bir türnın da kafasına sı.ayım.” Sel Yayıncılık lü bitiremediği, tamamlayamaGene de Gaspard Fiyatı: 14 TL dığı, (aslında Gaspard tamamlaWinckler’den kolay kolay vazgeçmez Perec. Winckler, bir hayalet gibi, mıştır ‘Paralı Asker’i. Ama artık o ‘Paralı “Yaşam Kullanma Kılavuz”unda ve “W. Ya Asker’ değildir. Artık, o Gaspard’dır. Çünda Bir Çocukluk Hatırası”nın satırları ara- kü hiçbir sahtekarın cesaret edemediğini sından kimi zaman ‘Gaspard Wickler’i ha- başarmaya kalkmıştır Gaspard Winckler. tırlıyor musunuz’ cümlesinde arz-ı endam Orijinali olan tabloyu yeniden orijinallişeder. Kuşkusuz, alter-ego Winckler açısın- tirerek!) ‘Paralı Asker’i denetlemeye gedan işin en acısı ilerleyen zamanla birlikte, len otoriteyi, Antoine Madera’yı öldürür. yaratıcı Perec’in de “Paralı Asker mi? Doğ- Sonra da niçin bu anlamsız cinayeti işlerusu, o kötü bir kitaptı,” demiş olması olsa diğini anlamaya girişir. Uzun sözün kısası: Yaratıcısının ölügerek. Sonra da bir köşede unutulup kalmış olması. (Meraklısına not: 1966 yılında bir münden (yani 3 Mart 1982’den) tam otuz taşınma sırasında valizlerden birine kaldırı- yıl sonra gün ışığına çıkan Gaspard Winckler’in, gerçeği arayan, cehennemin lır “Paralı Asker”.) dibini gören bu kalpazan, bu sahteci resAKRABASIZLIĞIN ROMANI samın hikayesi, bir edebiyat tarihi dersi Yalnız şu da var: Doğrusunu isterseniz, olarak da okunabilir rahatlıkla, a la Perec “Paralı Asker” ya da Gaspard Winckler, tadında bir polisiye olarak da... MS

çok yazar ilki gibi Gaspard Winckler de talihsiz bir ilk. Hayat bulmasına hemen hayat bulmuş. Ne var ki yayıncılar “Paralı Asker”i beğenmeyip yayımlamayınca bir türlü okur karşısına çıkamamış.

117

Milliyet SANAT Mart 2013


EDEBİYAT

648-milsanat-118-119

2/26/13

3:21 PM

Page 2

Ölümüne bakan insan Murat Gülsoy yeni romanı “Nisyan”da ölümü bekleyen yaşlı bir yazarı ana karakter olarak seçiyor. Bu karakter üzerinden yaşlılık ve ölüme içeriden derin bir bakış sunuyor.

BUKET ÖKTÜLMÜŞ buketok@hotmail.com

“BEDENİMİZİN değiştiği çok açık, ama bir de sosyal yönden bakalım: Çevremizdeki insanların benliğimizin üzerinde belirleyici etkilere sahip olduğunu biliyoruz, bu insanların ne kadarı değiştiğinde biz biz olmaktan çıkar başka birine dönüşürüz?” diye soruyor Murat Gülsoy blogunda yer alan “Benlik” adlı yazısında. İnsanı belirli bir kişi yapan nedir? O kişi olduğuna dair düşüncesi mi? Bu, tıpkı 24 kare fotoğrafın kesintisiz bir hareket oluşturması gibi. ‘Ben’ fikri, bir yanılsama. Aslında hareketsiz fotoğrafın hareket ediyormuş sanılması gibi bir yanılsama. “Ama bir de bellek var; hem benliğimizin garantisi hem de en güvenilmez anlatıcı. İşler git gide ilginç bir hal alıyor: Her hatırlanışta değişen dinamik bir süreç bellek dediğimiz. Bu yüzden de unuttukça yok oluyoruz, yavaş yavaş soluyoruz, kendimiz olmaktan çıkıyoruz. En sonunda bir kaç tane çocukluk anısı kalıyor geride. Hüzünlü bir son. Yine de soru yanıtını bekliyor: Ben ne zaman ben olmaktan çıkar, başka birine dönüşür?”

ÖLÜMÜ BEKLEMEK Bu alıntıları neden yaptım? Murat Gülsoy’un son romanı “Nisyan”ı anlamlandırmak için belki de. Roman, yaşlılık ve ölüme içerden, derin bir bakış sunuyor ve omurgasını Theseus paradoksu oluşturuyor: “Ben ne zaman ben olmaktan çıkar, başka birine dönüşür?” Ben, hafızadır aslında. İnsan her nefesle dağılır ve birleşir. Dağılmış parçaları birleştiren hafızadır. İnsan, her nefesle var olur ve yok olur. İnsan, her nefeste ölür ve yeniden doğar. Bu bir açılıp kapanma hareketi gibiMilliyet SANAT Mart 2013

dir. Yüreğin atışı gibi... Hafıza önemlidir. İnsan ölümlüdür ve bunu unutması ölü‘Ben’i etrafında toplar. Unutuş, dağılmanın mün de onu unuttuğu anlamına gelmez. varlıkta yerleşmesidir. Ben yavaşça çözülür. Buncacık şeyi anlamaz insan. DNA kopyaKorkutucudur. lar. Canlı yaratır. Uzaya gider. Atom çekir“Nisyan”da ölümü bekleyen yaşlı bir değini patlatır. Çok zekidir. Çok akıllıdır. yazar var: “Bir zamanlar, diye fısıldıyorum, Gücü neredeyse her şeye yeter ama ölüm karanlığın içinde, kelimelere hükmeder- karşısında çaresizdir. Günü gelince, ölüm, dim; şimdi onların oyuncağı oldum.” Bir nazikçe kapıyı çalar ya da sertçe yumruklar. zamanlar gençti; tanınır, bilinirdi. Sözü Nasıl ve ne şekilde gelir, tam bilmiyorum. sohbeti değerli idi. Şimdi ise: Ama mutlaka gelir. Gelmediği “Yaşlı bir adamım artık. Çok olmamıştır. uzun zamandan beri yaşlı. DİPSİZ BİR ACI Yine de bir çocuğun yüreği gibi korku.” “Nisyan” budur. İnsan “Tüm sesler çekildikten unutuşla yazgılıdır. Geldiği sonra” başlar korku: “Penyeri unutur. Buna doğum decerenin önünde oturmuş nir. Gideceği yeri hatırlamak zamanı ören biri var; başımı dahi istemez. Hiç gitmeyeondan yana çevirmeden de cekmiş gibi davranır. Ölüm varlığını hissedebiliyorum.” ona dokunmayacakmış gibi. Ölümün bekleme odasında, Hayat belirsizdir, oysa ölüm hayattan çalınmış anlarla belirlidir. Ölüm kesindir ve dokunmuş bir roman bu. insan doğduğu an, ölmeye de “Nisyan” “Fırtınalı bir havada yolbaşlamıştır: “Kaptanı olduğuMurat Gülsoy culuk ediyoruz sanki. Dünmu sandığım bu gemi devinen Can Yayınları yanın sınırları üzerimize bir ağaç. Beşik, gemi, tabut.” Fiyatı: 10 TL yaklaşıyor. Süre daralıyor.” Yaşlılık gelir. Hayat, acıya, Oysa ölüm, hep başkasına dipsiz bir acıya dönüşür. aittir. Başkasının ölümüdür. Seyredilir. Ta- Ölüm gelir, insan olmanın anlamı ile olnık olunur. Duyulur. Hep başkasıdır ölen. gunlaşmamış ve fakat kuruyup kalmış bir “Nisyan” budur. Oysa her ölüm bir hatırla- ürün hasat eder. Gerçek sanat bu sürece ma fırsatıdır. Kendi ölümünü hatırlama fır- bakmaktır, belki de. Gözünü dikip kendi satı. Ölümlü olduğunu hatırlama fırsatı. İn- ölümüne bakmak, tanık olmaktır. Yaşlasan ölümü hatırlamak istemez. Ölümlü ol- nan, unutma hastalığı ile yaralanan, ölduğunu unutmayı tercih eder. Çünkü insan mekte olanı yüreğinde hissetmektir. Hissedişini söz ya da başka ifade araçları ile hafızası nisyan ile yaralıdır. aktarmaktır. Murat Gülsoy bunu yapmış işte. “Nisyan” romanı bir başyapıt. İnsan, tüm varlığı ve yokluğu ile bu kitapta. Yaşlı insan. Ölmekte olan insan... Kendi yaşlılığına, kendi ölümüne bakan insan... Hayatın anlamı, yaşlılığın anlamı, insanın yeryüzü serüvenin anlamı, ölümün anlamı... Roman bütün bunları düşündürttü bana. MS

“Nisyan” romanı bir başyapıt. İnsan, tüm varlığı ve yokluğu ile bu kitapta. Yaşlı insan. Ölmekte olan insan... 118


2/26/13

3:21 PM

Page 3

AYIN İÇİNDEN

648-milsanat-118-119

çocuklar için AJANDA

MÜZE “Dünya Masalları” atölyesinde çocuklar kağıt kuklalar yapacak.

Oyuncak müzesinde bol seçenek var ● İstanbul Oyuncak Müzesi, mart ayında da çocuklara geniş bir yelpazede birbirinden ilginç atölye çalışmaları sunuyor. Bunlardan ilki Faber-Castell tarafından düzenlenen “Dünya Masalları”. Bu atölye kapsamında mart boyunca çocuklar kimi zaman masallardaki kahramanların kağıt kuklalarını, maskelerini, heykellerini üretecek kimi zaman hareketli resim yapmayı öğrenecek. Öte yandan çocuklar mozaik ya da origami atölyesini de tercih edebilir. Müzede çocuklara yönelik etkinlikler sadece atölye çalışmalarıyla sınırlı değil. UNESCO’nun yaşayan insan hazinesi unvanına layık gördüğü Tacettin Diker’den Karagöz ve Hacivat’ın hikayesi, geleneksel kukla tiyatrosu İbiş’in yeni oyunu,”Bremen Mızıkacıları” adlı müzikli oyun ve illüzyon gösterisi de çocuklarla buluşuyor. Ayrıca her hafta salı günü 11.30-13.30 saatleri arasında müzenin kafesinde Yasemin Sungur eşliğinde ‘Kitap ile Sohbet’ adlı etkinlik de düzenleniyor. (0216) 359 45 50-51 / www.istanbuloyuncakmuzesi.com

● İstanbul Modern, 28 Nisan’a kadar süren “Prix Pictet: Güç” adlı fotoğraf sergisi kapsamında, 7-12 yaş grubundan çocuklar için bir atölye programı tasarladı. “Çevreci Atölye” adlı bu programda çocuklar, sergide yer alan fotoğrafları yorumluyor ve ardından çevreye duyarlılıklarını yansıtan sanat çalışmaları yapıyor. www.istanbulmodern.org

Çocuklar sergideki fotoğrafları yorumluyor.

● Strawberry Shortcake (Çilek Kız), ABD’den Brezilya’ya kadar pek çok ülkede sahnelenen gösterisi “Live Show” ile 2-17 Mart tarihleri arasında Mustafa Kemal Merkezi (MKM) Attila İlhan Salonu’nda olacak. http://www.mkmonline.com ● Akbank Çocuk Tiyatrosu’nun yeni oyunu “İçerisi Dışarısı”, mart ayı boyunca cumartesi günleri 11.30’da izlenebilir. www.akbanksanat.com ● Murat Altınok’un yazıp yönettiği müzikli çocuk

oyunu “Sinbad ve Adalar Prensesi”, 16 Mart Cuma günü saat 13.00’te TİM Fettah Aytaç Salonu’nda izlenebilir. http://www.timshowcenter.com ● Ali Poyrazoğlu Çocuk Tiyatrosu tarafından sahnelenen “Bir Yaz Masalı” adlı oyun 3 Mart saat 13.00’te Caddebostan Kültür Merkezi’nde, 9 ve 10 Mart’ta 12.00’de Gazanfer Özcan Sahnesi’nde seyirciyle buluşuyor. www.biletix.com ● Atlantis Sirki, fanatik köpeklerin şovu, köpekbalıkları, akıllı foklar ve sevimli penguenlerle birlikte 10 Mart’a kadar Florya Flyinn AVM’de olacak. www.biletix.com

Bilim ve tasarıma dair ● İstanbul Fulya’daki Bilim Merkezi, mart ayında çocuklara yönelik düzenlediği atölyelerde bilim ve tasarımı bir araya getiriyor. Yaşları 5 ile 13 arasındaki çocuklara yönelik olan ve 2 Mart Cumartesi günü başlayacak atölyelerin ilkinde soğuk havalarda yem bulmakta güçlük çeken kuşlara özel yemler hazırlanacak. 9 Mart’taki “Alçı ile Yeni Yüzler - Tasarım Atölyesi”nde çocuklar portakal kabuğundan gece

119

ATÖLYE

lambası hazırlayacak. 16 Mart’ta “Kil Atölyesi”nde kilden heykeller yapılacak. 23 Mart’ta “Eğlenceli Deneyler Atölyesi”nde katılımcı çocuklara evde de yapabilecekleri pratik deneyler öğretilecek. 30 Mart’ta ise Einstein, Newton, Leonardo da Vinci, Mimar Sinan gibi önemli bilim ve sanat insanları, çalışmaları, kostümler ve eğlenceli skeçlerle öğrencilere tanıtılacak. www.bilimmerkezi.org.tr Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-120-121

2/25/13

5:26 PM

Page 2

İAŞE HÜLYA EKŞİGİL

heksigil@yahoo.com

Bugün dünyada elma ve portakaldan bile çok tüketilen muz, yetiştiği birçok ülkede temel besin maddesi sayılıyor. Muzun kanlı tarihi kadar, geleceğine yönelik kehanetler de etkileyici.

Dünyanın meyvesi: Muz GENELLİKLE bir yiyecek hakkında yazmaya karar verdiğimde araştırma sürecinde beni nelerin beklediğinden habersiz oluyorum. Kimi zaman o malzeme hakkında bulabildiğim kaynaklar beni zaten bildiğim şeylerin çok da ötesine götürmüyor. Kimi zaman da tam tersi, kendimi birbirinden ilginç hikayelerin arasında buluyorum. Bu kez de öyle oldu. Muz hakkında yazmaya karar verdiğimde, karşıma bu kadar çok kapı açılacağını, yarı tropik meyvelerden biri olarak her daim varlığını bildiğimiz bir lezzetin bu kadar zengin bir politik bagajı olacağını tahmin etmedim. Nereden, hangi yollardan geçerek önümüze geldiğini düşünmeden tükettiğimiz muzun kanlı ve uzun tarihi kadar, geleceğine yönelik endişe ve kehanetler de etkileyici. 7 bin yıl öncesine ait arkeolojik buluntular muzun ilk atalarının Papua Yeni Gine ve Güney Asya’dan geldiğini gösterdi. İlk muzlar çok çekirdekli ve yenmesi güç meyvelerdi ve meyvesinden çok çiçeğinin içindeki nişastalı kısımdan yararlanılıyordu. Uzun yıllar pişirilerek tüketildi. Muzun bugün de sadece pişirilerek

yenmeye uygun bir türü olan ‘plantain’ biraz daha uzun, kalın kabuklu ve koyu yeşil. Birçok tropik ve yarı tropik iklime sahip ülkede, soğan, patates kadar yaygın kullanılıyor. Bütün yıl yetişen muz her anlamda çok verimli bir meyve. Yaprakları bile birçok işleve sahip. Su geçirmez özellikleri nedeniyle tabak olarak da şemsiye niyetine de kullanılabilmeleri bir yana, muz yetişen birçok ülkede yiyecekleri muz yaprağından kesilmiş kalın şeritlerin içine koyup paketleyerek pişiriyorlar. Kendi buharında pişen malzemenin lezzetine muz yaprakları da aromalarıyla katkıda bulunuyor. Meksikalıların tamale’leri bu tür yemeklerin en ünlülerinden.

MAUZ, ‘MUSA’ OLDU 2 bin 500 yıl önce Hindistan’da bugünküne yakın türde muzlar yetişmeye başlamıştı. Suriye, Mısır, Güney Çin de muz yetişen ülkelerdendi. Muz, Batı’ya Büyük İskender ile geldi ve Latince adı Arapça ‘mauz’dan devşirilen ‘musa’ oldu. Bütün çeşitleri de birkaç ana türden türedi. Bugün bütün dünyada tüketilen cinsin adı Cavendish. Tabii ki Amerika tarafından geliştirilmiş bir tür. Zaten Amerikalılar muz

Muz, uzun yıllar pişirilerek tüketildi.

Milliyet SANAT Mart 2013

120

Paul Gauguin’in “The Meal” adlı eseri.

ticaretinin tekelini yüzyıllardır, karşılığında ülkelerin kaderini bile değiştirmek pahasına ellerinde tutuyor. Avrupa’nın muzla tanışması 15. YY.’da oldu. Portekizli ve İspanyol denizciler Afrika’da buldukları muzu Kanarya Adaları’na getirdiler. İngilizcede ve birçok dildeki adı olan ‘banana’yı da Afrika ülkelerinde bu meyve için kullanılan ‘banema’, ‘banaana’ gibi sözcüklerden türettiler. 16. YY.’da İspanyol misyonerlerle Amerika kıtasına giden muz kısa bir süre içinde bütün Orta ve Güney Amerika’da yetişen bir meyve haline geldi. 1800’lerde Avrupa’da yaygınlaşmaya başladıysa da, üretimi de tüketimi de aslen Yeni Dünya’nın elindeydi. Dalından koparıldıktan sonra olgunlaşmaya başlayan muzu bozulmadan Amerikan pazarına ulaştırabilmek için dev yatırımlar yapılması gerekiyordu. Bunların arasında Orta Amerika ülkelerinde uzun demiryolları inşa etmek de vardı. Binlerce cana mal olan bu inşaatların ardından bu ülkelerdeki rejimi Amerikan dostu kılmak ve muz işçilerini ucuza çalıştıracak düzeni koruyacak hükümetlere arka çıkmak da söz konusu olunca, romanlara, filmlere konu olacak ölçüde


648-milsanat-120-121

2/25/13

5:26 PM

Page 3

kan döküldü. ‘Muz Cumhuriyetleri’ deyiminin de ortaya çıkmasına neden olan bütün bu itiş kakışın sonunda United Fruit Company -Chiquita markasıyla- ve Standart Fruit -Dole markasıyla- muz pazarını elinde tutan iki şirket olarak bizim marketlerimize kadar bile ulaşmayı başardı. Polisiye bir roman kadar sürükleyici ve iyi yapılmış bir belgesel kadar etkileyici olan Dan Koeppel imzalı “Banana: The Fate of the Fruit That Changed the World”ü, İngilizce okuyan ve muzun olağanüstü öyküsünü detaylarıyla öğrenmek isteyen herkese öneririm. Muz tür olarak sandığımız gibi bir ağaç değil, otsu bitki. Nane gibi, fesleğen gibi bir ot. Ama o bitki ailesinin boyu beş metreye çıkabilen tek örneği. Melezleştirilerek çekirdeklerinden arındırılan muzun üremesi insan gücüne bağlı. Sürgünlerinin kırılıp dikilmesiyle ve çok kolaylıkla üreyen bir meyve. Bitkiler, ‘el’ tabir edilen 10-15 muz kümesi oluşturuyor. ‘El’i oluşturan meyvelere de ‘parmak’ deniyor. Henüz yeşilken toplanan muzlar olgunlaştıkça içlerindeki nişasta şekere dönüşüyor. Olgunlaşırken etilen gazı salgılayan birçok meyve var fakat muzda bu çok yüksek oranda gerçekleşiyor. Muzu yeşil bir domates ya da ham bir avokado ile bir kutuya koyarsanız, ertesi gün domatesi kızarmış ve avokadoyu yenecek kıvama gelmiş bulabilirsiniz. Dalında olgunlaşma fırsatı verilmiş bir muzu tatmak da farklı bir lezzetle tanışmak demek. Oda sıcaklığında kıvamını bulan muzu yeşilken buzdolabına koyarsanız, olgunlaşma sürecini bozmuş olursunuz. Olgunlaşan muz dolapta saklanabilir. Kabuğu kahverengiye dönüşür ama bu lezzetini etkilemez. Muzu dondurmak istiyorsanız soyduktan sonra kararmasını önlemek için üzerine limon suyu serperek streç folyoya sarmalısınız. Püre haline getirilerek dondurulan olgun muzlar da daha sonra kek ve pastalarda kullanmak için çok kullanışlı hale gelir.

ÖZEL TAT Yeşil ve sarının dışında pembe, mor ve siyah kabuklu ya da yassı, şişman, meyvesi turuncu renkli muz çeşitleri de var. Tahiti, Fiji gibi yerlerde, tadanların çok özel lezzetlere sahip olduğunu söylediği özel türler, ticari olmayan ama yetiştiği ülkelerde yaşayanların tadabildikleri pek çok farklı ve leziz muz var. Türkiye’de artık çok zor karşı-

Çubukta çikolatalı muz Malzemesi: ● 150 gr. sütlü veya sütsüz çikolata ● 2 muz ● 6 bambu şiş ● 2 yemek kaşığı kaşık ufak doğranmış fındık, fıstık ve badem Yapılışı: Bir tepsiyi yağlı kağıtla kaplayın. Şişleri makasla ikiye kesin. Her bir muzu soyup, verev olarak altı parçaya kesin. Şişleri muzlara geçirin ve tepsiye koyup yarım saat dondurun. Çikolatayı küçük parçalara kırıp benmari usulü eritin. Kuruyemişi yayvan bir kaseye koyun. Muzları önce çikolata sonra fındık fıstığa batırıp tekrar tepsiye koyun ve servis edeceğiniz zamana kadar buzlukta tutun.

Muz, tür olarak sandığımız gibi bir ağaç değil, otsu bitki. Nane gibi, fesleğen gibi bir ot. Ama o bitki ailesinin boyu beş metreye çıkabilen tek örneği. 121

mıza çıkan Anamur muzu da bunlardan biri. Çikita öncesinin bu mis kokulu muzu artık bir hafiye gibi peşine düşerek elde edebileceğiniz bir lezzet. Türkiye’de muz yetiştiriciliği gelişen bir sektör olsa da etkin değil. Alanya, Anamur ve Yatağan muz tarlalarıyla karşılaşabileceğiniz yerler. Hindistan, Çin, Filipinler, Brezilya, Ekvator ve Endonezya muzun en çok üretildiği ülkeler. Avrupa’da ise akla hayale gelmeyecek bir yerde, İzlanda’da toprağı sıcak su kaynaklarıyla ısıtılarak muz üretimi yapılıyor. Bugün dünyada elma ve portakaldan bile çok tüketilen, yetiştiği birçok ülkede temel besin maddesi sayılan bu meyve, bazı bilim adamlarına göre büyük tehlike altında. Cavendish’ten önce bütün dünyada yaygın olarak tüketilen Gros Michel türü, Panama hastalığı diye bilinen bir bulaşıcı mantarla yok olmuştu. Şimdi Cavendish için de aynı tehlikenin başladığını ve bazı ülkelerdeki muzlarda hızla yayıldığını söyleyen bilimadamları laboratuvarlarda harıl harıl hastalıklardan etkilenmeyecek -tabii ki genetiğiyle oynayarak!- muz üretmek peşindeler. Amerika muz ticaretinde bir numaraysa, Hindistan da üretimde bir numara ama kendi üretip kendi tüketiyor. Muz yemeklere, soslara eklenen bir lezzet olmanın ötesinde kültürel bir öneme de sahip. Damatlar gelinlere bereketin ve üremenin sembolü olarak muz veriyor. Sonsuz kullanım alanı var muzun bu ülkede. Domates yerine ketçaba konabiliyor. Kabuğu rendelenip kızartıldıktan sonra kuru börülceyle karıştırılıp yeniyor. Muzlu irmik helvası, muzlu lokmalar yapılıyor. Arap dünyasına kadar mutfaklarda kendine yer bulan muz 10. YY.’da Iraklı şair Ali-al Masudi’nin kaleme aldığı ‘kataif’ tarifinde bal ve badem ile birlikte kullanılıyor. Malzemenin taş kadayıfı andıran minik kreplere doldurulup kızartıldığı bir tatlı bu. Çinlilerin en gözde tatlılarından biri de kızartılıp bala bulanmış muz. Afrika’da birası da yapılan muz Batı’da daha çok ekmek, kek ve krep malzemesi olarak kullanılıyor. İçine girdiği hamur işine nemli ve yumuşak bir doku kazandıran bu meyve, daha az şeker kullanmak isteyenler için de doğal bir tatlandırıcı alternatifi. Tariflere eklediğiniz her bir muz karşılığında bir çorba kaşığı daha az şeker kullanabilirsiniz. Ve muzun eklendiği her tatlıya, onun kendine özgü lezzetinin tamamlayıcıları olan tarçın, zencefil, Hint cevizi gibi baharatları da eklemelisiniz.MS

Milliyet SANAT Mart 2013


AYIN İÇİNDEN

648-milsanat-122-125

2/26/13

5:56 PM

Page 2

mart

REHBERİ

1 MART CUMA SERGİ ● Mustafa V. Koç ve Süha Derbent’in sergisi 27 Mart’a kadar İstanbul Atlı Spor Klübü’nde. (0212) 286 3840 ● Süleyman Çağlıyan’ın sergisi 9 Mart’a kadar Doruk Sanat Galerisi’nde. (0212) 252 05 35 KONSER ● Melis Danişmend saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73 ● Wovehand saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 08 41 TİYATRO ● ”Gündüz Niyetine” 18.00’de Cüneyt Türel Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Uğrak Yeri” saat 20.30’da İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 2 MART CUMARTESİ SERGİ Milliyet SANAT Mart 2013

“Yaşamın Ta Kendisi” adlı sergide Mustafa V. Koç ve Süha Derbent’in çektikleri vahşi doğa fotoğrafları bulunuyor.

● Nebihe Göl ve Mehmet Tapka’ın sergisi 12 Mart’a kadar Bindallı Sanatevi’nde. (0212) 252 79 66 ● Ergin İnan’ın sergisi 10 Mart’a kadr Peker Sanat’ta. (0312) 439 30 03 KONSER ● Zülfü Livaneli saat 20.00’de Bursa AKM’de. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Altın Ejderha” saat 20.00’de DOT’ta. (0216) 556 98 00 ● ”Biz Küçükken Babamla Oyunlar Oynardık” saat 20.30’da Cüneyt Türel Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 OPERA ● ”Macbeth” saat 14.00’te Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 3 MART PAZAR SERGİ ● Günseli Yetkin Bozoğlu’nun sergisi 11

122

Mart’a kadar Şevket Sabancı KSM’de. (0252) 382 47 37 ● Pınar Selimoğlu ve Tülin Yiğit Akgül’ün sergisi 28 Mart’a kadar Art 212’de. (0212) 240 22 82 KONSER ● Calexico saat 21.30’da Salon’da. (0212) 334 08 41 4 MART PAZARTESİ SERGİ ● Mehmet Ali Doğan, Sertap Yeğin ve Engin Korkmaz’ın sergisi 13 Mart’a kadar Galeri Soyut’ta. (0312) 438 86 70 ● ”Tarihi Hayallemek: Sagalassos” başlıklı sergi 10 Haziran’a kadar Anamed’de. (0212) 229 87 86 TİYATRO ● ”Lulabay: Bir Cihangir Hikayesi” saat 20.00’de Salon’da. (0212) 334 08 41 ● ”Korku Tüneli” saat 20.30’da İkinci


648-milsanat-122-125

2/26/13

5:56 PM

Page 3

Kat’ta. (0216) 556 98 00 OPERA ● ”Saraydan Kız Kaçırma” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 5 MART SALI SERGİ ● Rana Sirkecioğlu ve Birsel Karcıoğlu’nun sergisi 12 Mart’a kadar Aphrodisias Sanat Merkezi’nde. (0232) 422 30 15 KONSER ● Yinon Muallem & Rast Ensemble saat 20.00’de Salon’da. (0212) 334 08 41 TİYATRO ● ”Can” saat 20.00’de İzmir AKM’de. (0216) 556 98 00 ● ”Barcelo” saat 20.30’da İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 6 MART ÇARŞAMBA SERGİ ● Burcu Pehlivan’ın sergisi 12 Mart’a kadar Kursart Sanat Galerisi’nde. (0312) 475 44 99 ● İlke Yılmaz’ın sergisi 13 Nisan’a kadr Sanatorium’da. (0212) 293 67 17 TİYATRO ● ”Human Profit” saat 20.00’de SGKM’de. (0212) 338 10 00 OPERA ● ”Karyağdı Hatun” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 7 MART PERŞEMBE SERGİ ● Nafi Çil ve Nazan Kuşçu’nun sergisi 13 Mart’a kadar Galeri Espas’ta. (0212) 227 70 17 KONSER ● Radio Moscow saat 20.00’de Salon’da.

Bedri Rahmi’nin görülmemiş eserleri Sanat Akmerkez’de...

Süleyman Çağlıyan’ın resim sergisi 9 Mart’a kadar Doruk Sanat Galerisi’nde.

(0212) 334 08 41 OPERA ● ”Notre Dame’ın Kamburu” 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 8 MART CUMA SERGİ ● Çağatay Gökhan Çekiç’in sergisi 9 Mart’a kadar Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde. (0312) 468 21 05 ● Şükrü Karakuş’un sergisi 12 Mart’a kadar Mine Sanat’ta. (0212) 232 38 13 KONSER ● Trio Lichtblick saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73 9 MART CUMARTESİ SERGİ ● Şener Taciroğlu’nun sergisi 9 Mart’a kadar Beyoğlu Belediyesi Sanat Galerisi’nde. (0212) 249 26 10 ● Nazlı Arman’ın sergisi 11 Mart’a kadar Galeri Fe’de. (0216) 368 03 78 KONSER ● Mono saat 22.30’da Salon’da. (0212) 334 08 41 TİYATRO ● ”Gün Eksilmesin Penceremden” saat 20.00’de Profilo Kültür Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 10 MART PAZAR SERGİ ● Burcu Şahin’in sergisi 20 Mart’a kadar Turkuvaz Sanat Galerisi’nde. (0312) 439 14 79 ● ”Beyaz, Sessiz ve Hareketsiz” başlıklı karma sergi 14 Mart’a kadar 44A Sanat Galerisi’nde. (0212) 233 33 80 TİYATRO ● ”Küçük Adam Ne Oldu Sana” 20.00’de Şinasi Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 11 MART PAZARTESİ SERGİ ● Ahmet Öğreten’in sergisi 15 Mart’a

123

kadar Ziraat Bankası Tünel Sanat Galerisi’nde. (0212) 251 42 48 ● ”Mutual/ization” 17 Mart’a kadar Pera Art Gallery’de. (0212) 245 30 08 KONSER ● Yansımalar saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 TİYATRO ● ”Aut” saat 20.30’da İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 ● ”Dertsiz Oyun” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0216) 556 98 00 12 MART SALI SERGİ ● Funda İyce’nin sergisi 26 Mart’a kadar Gazi Üniversitesi Resim Heykel Müzesi’nde. (0312) 202 20 21 ● ”Piri Reis & 1513 Dünya Haritası” 31 Mayıs’a kadar Tophane-i Amire Kültür ve Sanat Merkezi’nde. (0212) 293 46 48 KONSER ● Bora Çeliker saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 TİYATRO ● ”Ben Bertolt Brecht” saat 20.00’de ENKA’da. (0216) 556 98 00 BALE ● ”Kuğu Gölü Balesi” saat Bahçeşehir KSM’de. (0212) 252 11 11 13 MART ÇARŞAMBA SERGİ ● ”Kış Mahmurluğu” başlıklı karma sergi 16 Mart’a kadar Valör Sanat Galerisi’nde. (0312) 442 00 72 ● Naci Kalmukoğlu’nun sergisi 28 Nisan’a kadar Arkas Sanat Merkezi’nde. (0232) 464 66 00 KONSER ● Yaz Baltacıgil Trio saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 TİYATRO ● ”Yanlışlıklar Komedyası” saat Milliyet SANAT Mart 2013


AYIN İÇİNDEN

648-milsanat-122-125

2/26/13

5:56 PM

Page 4

20.00’de Afife Jale Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 ● ”Gerçek Hayattan Alınmıştır” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0216) 556 98 00 14 MART PERŞEMBE SERGİ ● M. Müfit İşler’in sergisi 17 Mart’a kadar Karşı Sanat Çalışmaları’nda. (0212) 245 71 53 ● Serdar Yılmaz’ın sergisi 23 Mart’a kadar Pi Artworks’te. (0212) 245 40 87 TİYATRO ● ”Üstü Kalsın” saat 20.00’de CKM’de. (0216) 556 98 00 ● ”Babaannem 100 Yaşında” 20.00’de Afife Jale Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 15 MART CUMA SERGİ ● E. Figen Parlaktaş ve Tayfun Demircan’ın sergisi 16 Mart’a kadar Talih Kuşu Sanat Galerisi’nde. (0312) 418 11 29 KONSER ● Louis Sclavis Atlas Trio saat 21.30’da Borusan Müzik Evi’nde. (0212) 336 31 73 TİYATRO ● ”Asi Kuş” saat 20.00’de Gazanfer Özcan Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 16 MART CUMARTESİ SERGİ ● Gültekin SErbest’in sergisi 24 Mart’a kadar Mustafa Ayaz Sanat Galerisi’nde. (0312) 285 89 98 KONSER ● İpek Dinç Band saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Hakan Kurşun saat 22.00’de Salon’da.

(0212) 334 08 41 TİYATRO ● ”Jeanne d’Arc’ın Öteki Ölümü” saat 20.00’de Sahne 3’te. (0216) 556 98 00 BALE ● ”Sevginin Bedeli” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10

(0212) 243 37 67 TİYATRO ● ”İntihar mı Cinayet mi?” saat 20.00’de Sahne Hal’da. (0216) 556 98 00 ● ”Sezua’nın İyi İnsanı” saat 20.00’de ENKA’da. (0216) 556 98 00 20 MART ÇARŞAMBA

17 MART PAZAR

SERGİ ● Orhan Ersoy’un sergisi 23 Mart’a kadar Yaşar Resim Müzesi ve Sanat Galerisi’nde. (0232) 422 65 32 ● Serkan Yüksel’in sergisi 20 Mart’a kadar Kare Art Gallery’de. (0212) 240 44 48 KONSER ● Jef Giansily Group saat 21.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Frank Gambale Natural High Trio saat 22.00’de Salon’da. (0212) 334 08 41 TİYATRO ● ”Basit Bir Ev Kazası” saat 20.00’de SGKM’de. (0212) 338 10 00 ● ”Öfke” saat 20.00’de Trump Towers Mall’da. (0216) 556 98 00 OPERA ● “Wolfgang ve Lorenzo” saat 20.00’de Süreyya Operası’nda. (0212) 252 11 11 21 MART PERŞEMBE

SERGİ ● Ali Emir Tapan’ın sergisi 23 Mart’a kadar Galerist’te. (0212) 244 82 30 ● Pelin Avşar’ın sergisi 18 Mart’a kadar Eldem Sanat Galerisi’nde. (0222) 234 86 86 TİYATRO ● ”Bütün Bunlar Bize Özgü” saat 20.00’de İzmir Hasan Tahsin Sahnesi’nde. (0216) 556 98 00 18 MART PAZARTESİ SERGİ ● ”Salt Soyut” başlıklı karma sergi 24 Mart’a kadar Mixer’de. (0212) 243 54 43 ● ”Prix Pictet: Power” başlıklı sergi 28 Nisan’a kadar İstanbul Modern’de. (0212) 334 73 00 TİYATRO ● ”Lulabay: Bir Cihangir Hikayesi” saat 20.00’de Salon’da. (0216) 556 98 00 19 MART SALI SERGİ ● Christopher Thomas’ın sergisi 30 Mart’a kadar Elipsis Galeri’de. (0212) 249 48 92 ● ”Haset, Husumet, Rezalet” başlıklı sergi 7 Nisan’a kadar Arter’de.

Hasibe Eren (solda) ile Tevfik Şahin “Yalnızlar Kulübü”nde... Milliyet SANAT Mart 2013

124

SERGİ ● Elif Karadayı’nın sergisi 30 Mart’a kadar Galeri G-Art’ta. (0212) 296 08 76 ● ”1+8” başlıklı sergi 7 Nisan’a kadar Salt’ta. (0212) 334 22 00 OPERA ● ”Harem” saat 20.00’de Opera Sahnesi’nde. (0312) 324 22 10 22 MART CUMA SERGİ ● Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun eserleri 24 Mart’a kadar Sanat Akmerkez’de. (0212) 282 01 70 ● ”Caroline de Boissieu’nün sergisi 14 Nisan’a kadar Gama Galeri’de. (0212) 245 69 22 KONSER ● Gypsy Swing Unity saat 22.30’da Nardis’te. (0212) 244 63 27 ● Mustafa Avkıran & Serhoş Komünite saat 22.00’de garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Evaristo” saat 20.30’da Kumbaracı50’de. (0216) 556 98 00 23 MART CUMARTESİ SERGİ ● Ayşe Öykü’nün sergisi 23 Mart’a kadar


648-milsanat-122-125

2/26/13

5:56 PM

Page 5

“Romazo di una Strage” festivalde izleyiciyle buluşacak.

Başkent’te film zamanı Bu yıl 24. kez sinemaseverleri bir araya getirecek Ankara Film Festivali 14 - 24 Mart tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Ana teması “Doğu İmgeleri” olan festivalde, İsviçre sinemasının en önemli isimlerinden Daniel Schmid retrospektifi izleyiciyle buluşacak. Festivalin “Yakın Uzaklar: Kolombiya Sineması” bölümünde de 5 film gösterilecek. Pek çok panel ve söyleşinin düzenleneceği festivalde Elfe Uluç’un “Aziz Ayşe”si, Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan’ın “Babamın Sesi” filmi, Hüseyin Tabak’ın “Güzelliğin On Par’Etmez”i, Erden Kıral’ın “Yük”ü, Selim Evci’nin “Rüzgarlar”ı, Dilek Keser ve Ulaş Güneş Kacargil’in “Evdeki Yabancılar”ı ile Belmin Söylemez’in “Şimdiki Zaman” filmi Ulusal Uzun Metraj kategorisinde yarışacak yapımlar. (0312) 468 7745 C.A.M. Galeri’de. (0212) 248 81 49 ● Jeong Min Suh’un sergisi 23 Mart’a kadar Galeri Linart’ta. (0212) 347 47 29 24 MART PAZAR SERGİ ● Mustafa Ayataç’ın sergisi 3 Nisan’a kadar Galeri İdil’de. (0212) 283 23 83 TİYATRO ● ”Venedik Taciri” saat 20.00’de Tiyatro Pera’da. (0216) 556 98 00 25 MART PAZARTESİ SERGİ ● Serdar Arat’ın sergisi 30 Mart’a kadar Galeri Nev’de. (0212) 252 15 25 ● Osman Kerkütlü’nün sergisi 22 Nisan’a kadar Operation Room’da. (444) 3 777 KONSER ● Spin Reunion saat 21.30’da Nardis’te.

(0212) 244 63 27 TİYATRO ● ”Karabahtlı Kardeşlerin Bitmeyen Şen Gösterisi” saat 20.00’de Salon’da. (0212) 334 08 41 26 MART SALI SERGİ ● Hale Güngör’ün sergisi 31 Mart’a kadar Pg Art Gallery’de. (0212) 252 80 00 ● Hüsamettin Koçan’ın sergisi 30 Mart’a kadar İş Sanat Kibele’de. (0212) 316 15 80 KONSER ● Çiğdem Erken saat 20.00’de ENKA’da. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Pragma” saat 20.00’de garajistanbul’da. (0216) 556 98 00 27 MART ÇARŞAMBA SERGİ ● Damla Özdemir’in sergisi 31 Mart’a kadar Galeri İlayda’da. (0212) 227 92 92 ● Özlem Kalkan Erenus’un sergisi 10 Nisan’a kadar Mask Müzesi’nde. (0232) 465 31 07 KONSER ● Phronesis saat 20.00’de Salon’da. (0212) 334 08 41 TİYATRO ● ”Cam” saat 20.00’de Bursa Tayyare Kültür Merkezi’nde. (0216) 556 98 00 28 MART PERŞEMBE SERGİ ● Ceren Oykut’un sergisi 30 Mart’a kadar X-İst’te. (0212) 291 77 84 TİYATRO ● ”Disosya” saat 20.00’de İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 29 MART CUMA SERGİ ● Ebulfez Ferecoğlu’nun sergisi 10 Nisan’a kadar Alta Sanat’ta. (0212) 282 69 65 KONSER ● The Tiger Lilies saat 22.00’de Salon’da. (0212) 334 08 41 ● Nev saat 22.00’de Beyoğlu Hayal Kahvesi’nde. (0216) 556 98 00 TİYATRO ● ”Dur Bir Dakika” saat 20.00’de Duru Tiyatro’da. (0216) 556 98 00 ● “Sarı Ay” saat 20.00’de DOT’ta. (0216) 556 98 00 30 MART CUMARTESİ SERGİ ● Güçlü Öztekin’in sergisi 30 Mart’a

125

kadar Rampa’da. (0212) 327 08 00 KONSER ● A Hawk and a Hacksaw saat 22.30’da Salon’da. (0212) 334 08 41 TİYATRO ● ”Babamın Cesetleri” saat 20.00’de Krek’te. (0216) 556 98 00 ● ”Yalnızlar Kulübü” saat 20.30’da İkinci Kat’ta. (0216) 556 98 00 31 MART PAZAR SERGİ ● İrem Tok’un sergisi 27 Nisan’a kadar Pilot Galeri’de. (0212) 245 55 05 Milliyet SANAT Mart 2013


D Ü N YA D A N S A N A T

648-milsanat-126-127

2/25/13

5:28 PM

Page 2

DUBAİ

LÜKSEMBURG

Ali Alışır’ın “Sanal Mekanlar” serisinden.

SERGİ Türk fotoğrafının usta isimlerinden biri olan Timurtaş Onan’ın “Işık ve Gölgeler Şehri İstanbul” adlı fotoğraf sergisi Lüksemburg Palace Guillaume meydanında izleyici karşısına çıkıyor. Türkiye - Lüksemburg Kültürlerarası Sanat Diyalogları başlıklı etkinlik dizisi kapsamında düzenlenen sergi 15 Mart - 6 Haziran tarihleri arasında izlenebilecek. www.timurtasonan.com

SERGİ İstanbul Akaretler’deki artON İstanbul sanat galerisi, dünyaca ünlü Opera Gallery’nin Dubai’deki mekanında “The Istanbul Portfolio” adlı bir sergiye imza atıyor. 14 Mart’a kadar izlenebilecek olan sergide galeri sanatçılarından Hayal İncedoğan, Olcay Kuş, Ali Alışır, Sencer Vardarman ve Kemal Seyhan’ın çalışmaları yer alıyor. Serginin Dubai’nin ardından dünyadaki diğer Opera Gallery’lerde de izleyiciyle buluşması bekleniyor. www.operagallery.com

Onan’ın sergide yer alan fotoğrafı.

TOKYO Bacon’ın sergisi bedene odaklanıyor.

BERLİN TİYATRO Friedrich Schiller’in “Aşk ve Entrika”sı Almanya’nın en önemli tiyatro topluluklarından Das Berliner Ensemble yorumuyla görücüye çıkıyor. 21 Mart’a kadar izlenebilecek oyunu Jutta Ferbers ile Hermann Beil ikilisi sahneye koymuş. Soylu bir ailenin oğlu ile orta sınıf mensubu bir müzisyenin kızının aşklarını anlatan oyunda başrolleri Antonia Bill ile Traute Hoess paylaşıyorlar. www.berliner-ensemble.de

“Aşk ve Entrika” 21 Mart’ta izlenebilir.

RIO DE JANEIRO

SERGİ Francis Bacon, resim eleştirmenlerince 20. YY.’ın Picasso’dan sonra en önemli ressamı olarak kabul ediliyor. Yapıtlarının büyük bir çoğunluğu müzelerde olan, özel koleksiyonlardaki eserleri ise milyon dolarlara müzayedelerle satılan Bacon, retrospektif sergisi yapılması hayli güç bir ressaml. Bu nedenle Bacon’ın ilki 1983 yılında sağlığında açılan Japonya’daki ikinci kişisel sergisini düzenlemek yetkililerin tam otuz yılını almış. Beden kavramına eğilen sergide sanatçının otuz beş yapıtı yer alıyor. Sergi 26 Mayıs’a kadar Tokyo Modern Sanat Müzesi’nde açık olacak. www.momat.go.jp

NEW YORK

Alejandro Sanz

Milliyet SANAT Mart 2013

126

KONSER Latin pop’un en sevilen yıldızlarından biri olan 1968 Madrid doğumlu Alejandro Sanz geçtiğimiz günlerde yayınladığı yeni albümü “La Musica No Se Toca”nın dünya turnesi kapsamında Brezilya’da sahne alıyor. Sanatçının konseri 20 Mart’ta Rio de Janeiro’daki Citibank Hall’de izlenebilecek. www.eventful.com

TİYATRO Tom Hanks Broadway’deki ilk oyunuyla izleyici karşısına çıkmaya hazırlanıyor. Nora Ephron’un kaleme aldığı “Şanslı Adam” Hanks, McAlary’i adlı tek kişilik oyun, canlandıracak. skandallarla dolu 1980’li yılların New York’unda bir bulvar gazetesinde köşe yazarlığı yapan Mike McAlary’nin hikâyesine odaklanıyor. Oyun 31 Mart’a kadar Broadhurst Theatre’da. www.newyorkcitytheatre.com


2/25/13

5:29 PM

Page 3

MİLANO

“Köpek Kalbi”, La Scala’da...

OPERA Theatre de Complicite, Rus yazar Mikhail Bulgakov’un 1928 yılında kaleme aldığı, dönemin Sovyet toplum mühendisliğini hicveden kısa romanı “Köpek Kalbi”nin opera uyarlamasıyla La Scala’da sahne alıyor. Complicite’nin Hollanda Ulusal Opera Topluluğu işbirliğiyle hayata geçirdiği eser, 5 Nisan’a kadar izlenebilecek. www.complicite.org Mumford & Sons

PARİS KONSER 2007 yılında Londra’da kurulan folk rock grubu Mumford & Sons ilk albümü “Sigh No More”u 2009 yılında yayınladı. İngiltere listelerinde ikinci sıraya kadar yükselen albüm grubun ABD’de de tanınmasını sağladı. Grubun 2012’nin Eylül ayında yayınlanan ikinci albümleri “Babel” hem İngiltere’de hem ABD’de listelere birinci sıradan girmekle kalmadı, geçtiğimiz günlerde kendilerine 2013 Grammy Ödüleri’nde “Yılın En iyi Albümü” dalında birincilik ödülü kazandırdı. Topluluğun konseri 26 Mart’ta Paris, Le Trianon’da gerçekleşecek. www.songkick.com

LONDRA SERGİ ABD’li sanatçı Man Ray, sanat dünyasında daha çok avangart fotoğrafçılığıyla tanınmış, farklı araçlar kullanarak büyük işler üretmiş ve kendisini en başta bir ressam olarak görmüştü. Londra’nın ünlü Ulusal Portre Galerisi’nde açılan sergide sanatçının 150’den fazla yapıtı 27 Mayıs’a kadar görülebilecek. www.npg.org.uk

PROUST ANKETİ

648-milsanat-126-127

Görkem Yeltan Proust Anketi’nin bu ayki konuğu “Define Bahçesi” ve “Kaplumbağa ile Eşek” isimli çocuk kitaplarını yayımlayan oyuncu ve yazar Görkem Yeltan.

● Sevdiğiniz karakteristik

özelliğiniz nedir? Hayal dünyası olmadan yaşayamayacağımı bilmem. ● Bir kadında aradığınız en önemli özellik? İnsan olması. ● Bir erkekte aradığınız en önemli özellik? İnsan olması. ● Kendinizde bulduğunuz kusurlar neler? Programlı çalışma, kolay kolay vazgeçememe, inat etme. ● Mutlu olmak için ne yaparsınız? Mutlu olmamak için yaptığım bir şeyi fark ettiğim anda dururum. ● Sizi en çok ne mutsuz eder? Ölüm. ● Yaşamak istediğiniz ülke/şehir neresi? Olmayan bir yer. ● Sevdiğiniz yazarlar, şairler kimler? O kadar çok ki... ● Sevdiğiniz kitap/kurgu kahramanı (erkek/kadın) var mı? Sevdiğim binlerce hayali karakter var. ● Gerçek hayatta sevdiğiniz ‘kahramanlar’ kimler? Savaş, kahraman kelimesiyle birlikte geldiğinden sevdiğim kahraman yok. ● İsminiz ne olsun isterdiniz? İsmimi verenlere ayıp etmek istemem. ● En nefret ettiğiniz şeyler neler? Nefret mi? Nefret söyleminin çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. ● Doğaüstü bir gücünüz olsun ister miydiniz? Evet. ● Nasıl ölmek isterdiniz?

127

Ölüyorsam, fark etmez. ● Sevdiğiniz bir söz var mı? “Başka bir dünya mümkün”. ● Sevdiğiniz müzisyenler kimler? Saymakla bitmez. ● Sizin için en değerli şey nedir? Yaşam. ● Yaptığınız en büyük savurganlık? Hak etmediğini düşündüğüm birine aldığım tablo. ● Seyahat etmeyi sevdiğiniz yerler? Gideyim de nereye olursa... ● Hangi durumlarda yalan söylersiniz? Yazarken ve oynarken her zaman. ● En çok kullandığınız kelimeler ya da cümleler neler? “Peki madem”. ● En büyük pişmanlığınız nedir? Gitmemiş olmak ● Eğer ölseydiniz ve bir insan ya da bir nesne olarak geri dönseydiniz ne/kim olurdunuz? Her şey ve herkes olmak denenebilir. Nasıl olacağını bilmediğime göre... ● Şu anki ruh haliniz nedir? Daha iyilerini de gördüm. ● Hayatınızın en büyük aşkı kim ya da nedir? Hep değiştiğine göre bilmem mümkün değil. ● Kendinizde onaylamadığınız davranışlarınız neler? Avansı bol verip, hesabı kolay kesebilmem. ● En son nerede ve ne zaman çok mutlu olmuştunuz? Babamın ameliyatının iyi geçtiğini öğrendiğimde. ● Kendinizde bir şeyleri değiştirebilseydiniz neler olurdu? İnat ettiğim iyi ya da kötü her şey.

Milliyet SANAT Mart 2013


648-milsanat-128

2/25/13

5:29 PM

Page 1

BULMACA İLKER MUMCUOĞLU

mumcuogluilker@gmail.com

1

2

3

4

5

6

7

8

9

10 11 12 13 14 15

1 2 3 4 5

SOLDAN SAĞA

6

1. Jacques Brel’in bir şarkısı - Orhan Hançerlioğlu’nun bir romanı - Charlie Parker’ın lakabı. 2. Oğuz Atay’ın, “Tutunamayanlar” adlı romanındaki Turgut Özben karakterinin ikinci beni - İrtical. 3. Almanca evet - Ingeborg Bachmann’ın bir romanı - Şair Cummings’in önadlarını simgeleyen harfler - Ali Özgentürk’ün bir filmi. 4. Osman Nuri Karaca’nın sahibi olduğu telif ajansı - “Vefa ...” (Rakı yazarı) “Öname” (Charles Cros’un ünlü şiiri). 5. Kabartmalı pamuklu kumaş - Asaf Halet Çelebi’nin bir şiir kitabı - “... Özyalçıner” (öykü ustası). 6. “... Baker” (Boney M’in bir şarkısı) - Gene Kelly ve Fred Astaire’nin de temsilcileri olduğu dans türü Arapça ben - “Akşam, yine akşam, yine akşam, / Göllerde bu ... bir kamış olsam!” (Ahmet Haşim). 7. Değerli bir taş - Zülfü Livaneli’nin bir filmi - Ulama. 8. “... Bir Kadın” (Atıf Yılmaz’ın bir filmi) - Şifalı otlarla tedavi - Jüpiter’in bir uydusu - Bir hayvan. 9. Hadise - “Yalnız ...” (Ömer Seyfettin’in bir yapıtı) - “... Naci” (ressam). 10. “... Telli” (“Soluk Soluğa” adlı şiiri de yaratan şair) - Bir sinema filmini televizyonda göstermeye yarayan aygıt. 11. Almanca “1” - “... Aydemir” (şair, öykü yazarı, yayımcı) - “Jet ...” (aktör). 12. “... Bo” (Çin’in en ünlü şairi) - Avrupa’da bir ırmak - Ünlü bir çizgi dedektif - Milan Kundera’nın bir yapıtı. 13. Antrakt - Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yapıtlarındaki temel izlek - Eskiden mest üzerine giyilen sarı pabuç. 14. Dantel - Alışkanlık, huy. 15. “Ak Liman” adlı romanı da olan Azeri yazar - “Sadi Yaver ...” (Türk halk müziği uzmanı ve halkbilimci) - ABD’de yayımlanan ünlü mizah dergisi.

7

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Jacques Brel’in bir şarkısı - Claude Sautet’nin bir filmi - Uçurum. 2. Fahişe, Baş-

Milliyet SANAT Mart 2013

8 9 10 11 12 13 14 15

kanın Adamları, “Eve Gelen Atlı” ve “Sophie’nin Seçimi” adlı filmleri de yaratan Amerikalı film yönetmeni - “Can ...” (müntehir şair). 3. Bir otomobil markasını simgeleyen harfler - Bir bağlaç - Tanrıça - Maksim Gorki’nin bir romanı. 4. Roma’nın eski adı - İzmir’deki bir spor kulübünü simgeleyen harfler - Eski İskandinav mitolojisinde, evrenin yaradılışında oluşan ilk canlı - Türkiye’nin plaka işareti. 5. Diploma - Cılız, zayıf, güçsüz. 6. Bir nota - Güzeli en üstün, en yüce değer sayan kişi - Emile Zola’nın bir romanı. 7. Kaldırım Serçesi - “Bir ... zamanı gökyüzü kurşunla örtülü / Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi” (Y. K. Beyatlı). 8. Blake Edwards’ın bir filmi - “Satılmış Nişanlı” adlı operasıyla tanınan Çek besteci. 9. “Yaşamak bir ... gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine” (Nâzım Hikmet) - Kazanma. 10. Lantanın simgesi - Yardım - Dağ keçisi - Uzaklık anlatan sözcük. 11. Melih Cevdet Anday’ın bir oyunu - “bir gün buradan gidersin / mariyya / can kadar yakın / ... kadar uzak” (A. H. Çele-

128

GEÇEN SAYININ ÇÖZÜMÜ 1

2

3

4

5

6

7

8

9

1

M

İ

L

A

N

O

M

U

C

İ

Z

2

A

K

O

E

D

İ

P

A

B

İ

3

R

A

V

E

L

A

M

E

L

4

T

R

E

N

R

5

Y

O

M

S

E

6 7

N

8

İ

R

9

K

A

10

İ

Y

E

11

T

İ

R

12

A

H

İ

A

S

13

L İ

N

N

O

K

E

S

İ

K

B

A

Ş

A

İ

D

A

İ

D

S

D

A

L

O

N

İ

E

M

M S Z

E

L

İ

K

15

K

I

N

A

K

M

O

U

Ç

E A

14

E

Ş

A R

H

A

E

C

R

A

Y

R

İ

T

A

L

İ

S

U

S

N

E

T

Ü

R

Ü

D

Ü

O

T

A

M

A

M

L

E

N

I

A

U

A

E

Y

İ Z

F

R E

S E

İ

N

A

E

T

A K

10 11 12 13 14 15

T

L F

O

L

M

I

A

U

A K

O

A

L

O

N

A

N N

H

İ

K T

A

A

L

Y

İ

bi).12. Luc Besson’un bir filmi - Süpermen’in sevgilisi - Nesne, madde. 13. Orhan Pamuk’un “Kar” romanındaki temel tip- Oğul, evlat - David Lynch’in bir filmi. 14. “... Thurman” (“Kill Bill”de de oynayan aktris) - Büyüme, gelişme - Luc Besson’un bir filmi. 15. Franz Kafka’nın bir romanı - Temel uzunluk ölçüsü - “Behiç ...” (karikatürist, yazar). MS


648-milsanat-ARKAKAPAKIC

2/25/13

2:02 PM

Page 3


648-milsanat-ARKAKAPAK

2/25/13

2:01 PM

Page 2


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.