149'uncu sayı

Page 1

SAYFA

SAYFA

Roj TV’nin ekran› karard›

2

Meclisteki BDP grup toplant›lar›n› canl› yay›nlayan, Kürt gençlerin ak›betini veren tek kanal kapat›ld›

6

Ak süte AKP zehri kar›flt› Tar›m Bakan› önce ‘sütte kanserojen madde var’ dedi, sonra süt içip kendini yalanlad›

SAYFA

13

Lefter’i herkes sevdi mi? Tarih sayfas›nda Türkiye’de Rum olman›n ve K›br›s’›n Türkleflmesinin öyküsü var

SAYFA

15

Bir zamanlar Anadolu’da ‘Bir Zamanlar Anadolu’da’ Nuri Bilge Ceylan sinemas›nda yeni bir dönem mi?

26 Ocak 2012 • 1.25 TL

Y›l 6 • Say› 149

Dikmen, Uludere, Van

AKP halka düşman

Gökçek, baflbakan›n ‘gecekondular› y›kaca¤›z’ aç›klamas›ndan ald›¤› güçle Dikmen Vadisi’ne sald›rmaya haz›rlan›yor

34 gencin katledildi¤i Uludere ‘yabanc› memleket’ ilan edildi. AKP 123 bin lira kan paras› verip olay› kapatmak istiyor

AKP Van’a yard›m eli uzatmad›¤› gibi gönderilen yard›mlar› da engelliyor. ‹fli gücü b›rakt› Çocuk Evi’yle u¤rafl›yor

Cemaat’in ülkücü aflk› Gülen Cemaati’nin ülkücü faflistlere ilgisi sürüyor. Dink davas›ndaki muhbir Tuncel’i kahraman ilan eden cemaat medyas› 12 Eylül’ün faflist katillerine de S. 3 sahip ç›kt›

Katilleri iktidarda Sa¤l›k bahar› Kriz karfl›t› eylemler Romanya’da farkl› bir boyut kazand›. Sokaklardan yükselen isyan sa¤l›k hakk› temelli büyük bir toplumsal ayaklanman›n da sesini tafl›yor S. 5

Dink davas›nda al›nan karar, AKP’nin kontrgerillay›, Ergenekon davas›yla s›n›rl› bir ‘suç örgütü’ olarak tan›mlama siyasetini inand›r›c› olmaktan ç›kar›yor S. 12

Demokrasi mücadelesinde yeni filizler YOL YAZISI S. 3

Ciğer kediye emanet Tafleron iflçi dernekleri baflkanlar› 13 Ocak günü Çal›flma ve Sosyal Güvenlik Bakan› Faruk Çelik’i makam›nda ziyaret

Vadi direniyor direnecek!

AKP’nin toplumun tüm kesimlerine bask›s›n›n artt›¤› bir dönemde D‹SK 14’üncü Genel Kurulu’na haz›rlan›yor. Birleflik Metal‹fl ve Sosyal-‹fl genel baflkanlar›yla genel kurulu ve D‹SK’i konufltuk S. 9

Melih Gökçek’in Vadi için söyledi¤i tek fley “Ya oray› y›kaca¤›z, ya oray› y›kaca¤›z” oldu. Vadi’nin yan›t› da çok aç›k: “Direnece¤iz!” S. 7

’Ekonominin lokomotifi’ denilen inflaat sektöründe yaflanan sars›nt›lar›, büyük bir depremin öncüsü olarak görmeye bafllayan sermaye agresiflefliyor S. 11

etti. Faruk Çelik, görüflmenin ard›ndan ‘Sendikal› olmak istiyoruz’ diyen iflçileri Hak-‹fl’e götürdü S. 8

Direnenlerin onuncu köyü

Ferda Koç / Sayfa 4

Özge Yurttafl / Sayfa 6

Alp Tekin Babaç / Sayfa 7

Soyk›r›m ve büyük...

Yazmak baflka, yaflamak... Orada bir köy var uzakta

‹nflaat sallan›yor

Dayanışma yasak tanımaz Van Valili¤i dayan›flma için kurulan Van Çocuk Evi’ni kapatma karar› ald›. Karara itiraz eden Halkevciler ise ‘dayan›flmaya devam’ dedi S. 4

Tufan Sertlek / Sayfa 8

Ya irade koyaca¤›z ya...

Bilim-sizsiniz Türkiye! ’Yeni’ Türkiye’nin ‘yeni’ TÜB‹TAK’›, evrim teorisini bilimden saym›yor ama Acun’la giriflimci bilim insan› yar›flmas› düzenlemeyi parlak bir fikir olarak sunuyor S. 14


2

MEDYA 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

AKP’N‹N D‹PLOMAT‹K G‹R‹fi‹MLER‹YLE ROJ TV’N‹N YAYINI DURDURULDU

‘Her Kürt’ün evinden bir cenaze kalktı’ A

KP’nin Kürt hareketini tasfiyeye dönük operasyonu Kürt basınından sonra hareketin can damarlarından birisi sayılan Roj TV’ye yöneldi. Birkaç yıldır Danimarka ve Fransa ile yürütülen diplomatik pazarlık sonucu Roj Tv’nin yayın yaptığı Eutelsat uydusu kanalın yayınını durdurdu. Roj TV izleyicilerinin ekranı 19 Ocak gecesi önce Kürt illerinde karardı, 22 Ocak’tan itibaren de Avrupa, Ortadoğu, Afrika, Hindistan ve Asya ve ile Amerika'da Eutelsat’a bağlı şirketler yayını durdurarak kanala erişimi dünya çapında engelledi. Danimarka Roj TV için 23 Ocak’ta yeni bir inceleme başlattı. Bu kapatma Avrupa ülkelerinin bölgesel çıkarları gereği Ortadoğu’da ilişkilerini yeniden düzenlediği bir dönemde yaşandı. UYDU fi‹RKET‹ EL‹YLE C‹NAYET Roj Tv’nin Kürt halkı için ne denli değerli olduğunu Cahit Mervan ANF’de yazdığı “Eutelsat eliyle cinayet” başlıklı yazısında şöyle aktarmış: “1992 yılında JİTEM saldırısı sonucu ağır yaralan ve yıllarca tekerlekli sandalyede yaşamını sürdürmek zorunda kalan gazeteci arkadaşımız Burhan Karadeniz 1999 yılın baharında MED TV kapatıldığı zaman ekranını karartıldığı an, stüdyoyu dolduran yüzlerce inansın gözyaşları arasında ‘şimdi her Kürdün evinden bir cenaze kalktı’ demişti.” Roj TV, Kürt’lerin ulusal kimliklerinin inşasında önemli bir rol oynamıştı. Kürtlerin siyasal mücadelesinin yaygınlaşmasında ve hareketin kitleselleşmesinde etkili olarak kullanılan bir mecra olmuştu. Seçim çalışmalarından, askerlerle yaşanan çatışmalara kadar bölgedeki gelişmeler Roj TV aracılığıyla geniş kitlelere ulaşıyordu. Savaş döneminde Kürtlere karşı yürütülen psikolojik harp atmosferinin dağıtılmasında etkin kullanılmıştı. Kürt siyasetçilerin tabana doğrudan ulaşmasını sağlamıştı. Gelinen noktada Kürtlere dönük neoliberal-piyasacı

Uluslararas› pazarl›k sonucu Roj Tv’nin ekranlar› karard›. Kürtçe yay›n yapan kanal Kürtler için bir e¤lence-tüketim arac›ndan çok yok say›lan kimliklerinin ve mücadelelerinin sesiydi

Yandaş basın suçladı, özgür basın susmadı

K

asimilasyona karşı direnişte, Kürt hareketinin kendi özgün kültürel, siyasi kimliğinin yaratılmasında Roj TV’nin önemi büyüktü. TBMM TV tarafından AKP grubunun her toplantısının canlı yayınlandığı fakat muhalefetin sansür edildiği bu günlerde BDP grubunun TBMM Grup konuşmasını canlı yayınla veren tek kanalın Roj Tv olması da kanalın önemini ortaya koyan en somut örnek. Kanal bu işlevleri nedeniyle iktidarı rahatsız etmiş, Roj TV’nin kapatılması konusu kanalın merkezinin bulunduğu Danimarka ve yayın yaptığı uydu şirketi Eutelsat’ın merkezinin bulunduğu Fransa ile pazarlık konusu olmuştu. NATO’DA ROJ TV PAZARLI⁄I Danimarka’da Roj TV hakkında

bir kapatma davası açılmış Kopenhag şehir mahkemesi 10 Ocak’ta ROJ TV’nin yayınının devam etmesine, ancak terör faaliyetlerini destekleyen yayınlar yaptığı gerekçesiyle 700 bin Euro para cezası ödemesine karar vermişti. Eutelsat bu kararı gerekçe göstererek “faaliyetlerini terörle ilişkilendirmemek için” Roj TV’nin anlaşmasını tek taraflı olarak feshetti. Roj TV yönetiminin verdiği bilgiye göre geçmişte Roj TV hakkında Türkiye’nin girişimleri ile benzer üç dava daha açılmış mahkeme o zaman da benzer nitelikte kararlar vermişti. Fakat Fransız uydu şirketi o kararlar alındığında Roj TV’nin yayını durdurma yoluna gitmemişti. Roj TV, kurulduğu 2004’den bu yana uluslararası sorun olmuştu. Roj Tv

yöneticilerine göre Türkiye 2009’da Roj TV’nin kapatılması koşulu ile Danimarka eski başbakanı Anders Fogh Rasmussen’in NATO Genel Sekreteri olması önündeki vetosunu kaldırmıştı. Wikileaks tarafından Ocak 2011’de yayınlanan Amerikan diplomatik notları, Türk ve Amerikalı yetkililer arasında 2010 yılı başında Roj TV konusunda yapılan pazarlıkları ortaya çıkarmıştı. Mahkemenin 10 Ocak’ta aldığı karar sonrası Ahmet Davutoğlu, Danimarka Radyo Televizyon Kurumu’nun devreye girerek kanalı kapatması için girişimlerde bulunduklarını açıklamıştı. Türkiye hükümeti bu kararla yetinmeyerek Danimarka Büyükelçiliği aracılığıyla yaptığı girişimler sonucu 23 Ocak’ta radyo televizyon kurumunun yeni bir

inceleme daha başlatmasını sağladı. MED TV’DEN BUGÜNE Roj Tv, 1995 yılında yayın hayatına başlayan MED TV ve onu takip eden CTV, Medya TV ile süren Kürt TV kanalı serüveninin son halkasıydı. Bu kanallar ulusal kimliklerini mücadeleyle beraber yeniden inşa eden Kürtlerin dillerinin yasak olduğu bir dönemde onların yasaklı diliyle yayın yapıyordu. Okulda, işyerinde Kürtçe konuşamayan yurttaşlar evlerinde Kürtçe haber dinliyor, programlar izliyordu. Kirli savaşın medya üzerindeki sansür-oto sansürü bu kanallarla delinmiş, televizyon Kürt halkı için salt bir “eğlence-tüketim” aracı olmaktan çıkarak bir politik mücadele mecrasına dönüşmüştü.

CK adı altında yürütülen operasyonlarda gözaltına alınıp serbest bırakılan gazeteciler, kendileri hakkında gerçekdışı haberlere imza atan Zaman, Star, Sabah ve Yeni Şafak gazeteleri ve kimi köşe yazarları hakkında suç duyurusunda bulundu 20 Aralık 2011'de KCK adı altında gerçekleştirilen operasyonlar kapsamında gözaltına alınan, ancak daha sonra serbest bırakılan Dicle Haber Ajansı'ndan (DİHA) Evrim Kepenek ve Etkin Haber Ajansı (ETHA) editörü Arzu Demir, medyada kendileri ile ilgili çıkan gerçekdışı haberler ve yazılar nedeniyle suç duyurusunda bulundular. 23 Ocak günü Çağlayan Adliyesi'ne giden gazeteciler, suç duyurusunun ardından Adliye önünde bir basın açıklaması gerçekleştirdiler. Açıklamayı okuyan Demir, henüz gözaltında olmalarına karşın kendilerini terörist ilan eden Zaman, Star, Sabah ve Yeni Şafak gazeteleri ile bu gazetelerdeki kimi köşe yazarları hakkında suç duyurusunda bulunduklarını belirtti. Demir, haberlerin 'adil yargılanma', 'masumiyet' ilkelerinin ihlali ve 'adil yargılamayı etkilemek' anlamına geldiğini de söyledi. Dosyadaki gizlilik kararı nedeniyle avukatların bile bilgi alamadığına dikkat çeken Demir, meslektaşlarının serbest bırakılmasını ve ifade özgürlüğünün önündeki en büyük engel olan Terörle Mücadele Kanunu ile Özel Yetkili Mahkemeler'in kaldırılmasını talep etti.

Dink davasından AKP’yi sıyırdılar a ’ g r O . a k i d Sen ÇGD’den ödül Ça¤dafl Gazeteciler Derne¤i (ÇGD) Genel Yönetim Kurulu, 2011 y›l›n›n baflar›l› gazetecilerini belirledi. ÇGD Özel Onur Ödülü'nü cezaevlerinde bulunan tüm gazetecilere verdi. Sendika.Org, Hopa olaylar› haberleriyle Ça¤dafl Gazeteciler Derne¤i’nin ‘internet haber sitesi’ dal›nda verdi¤i ödüle lay›k görüldü. Ça¤dafl Gazeteciler Derne¤i (ÇGD) Genel Yönetim Kurulu, 2011 y›l›n›n "baflar›l›" gazetecilerini belirledi. "U¤ur Mumcu Araflt›rmac› Gazetecilik Ödülü" "Böcek Emniyette: Polis Polisi Dinledi'" haberiyle Akflam gazetesinden Soner Ar›kano¤lu'na, "Mustafa Ekmekçi Haber Ödülü" "A‹HM'den Soru: Jitem Ne Oldu?" haberiyle Sabah gazetesinden Özgür Cebe'ye, "Rafet Genç Haber Ödülü" "Polise Gaz Dayanm›yor" haberiyle Milliyet gazetesinden Tolga fiardan'a, "Behzat Miser Haber Ödülü" "O¤lu ‹çin Diz Çöktü" haberiyle Do¤an Haber Haber Ajans› muhabiri Behçet Dalmaz ile "Rahiplerin Sessizli¤i" haberiyle Hürriyet Daily News'den Vercihan Ziflio¤lu'na verildi. ÇGD, "Haber Ödülü"ne ise "Saraydan Taht Kaç›rma" haberiyle Radikal gazetesinden Ömer Erbil lay›k görüldü. "Mahmut Tali Öngören Televizyon Program Ödülü" CNN Türk'te "Medya Mahallesi" program›na, "Cem Emir-Sabahattin Y›lmaz Unutulmayacaklar Haber Ödülü" "Silvan Sald›r›s›" haberleriyle, Ferit Demir DHA (Tunceli) ile Ferit Aslan'a DHA (Diyarbak›r) ‹nceleme Araflt›rma Ödülü "Üç Kad›n Bir Yatakta" haberiyle Sevil Ar›nan Toktafl'a verildi. Röportaj dal›nda ise "Bilmediklerimiz Bildi¤in Gibi De¤il" röportaj› ile Birgün gazetesinden Esra Koçak, Televizyon Haber dal›nda "2. Van Depreminde Van Kad›n Do¤um ve Çocuk Hastanesinde yaflananlar›n hikâyesi" haberiyle Show Haber'den Ali Burak Ersemiz ile Deniz Pirinçciler, Televizyon Program dal›nda "Madenci" çal›flmas›yla Kanal B'den Zeynepgül Üsten, ‹nternet Haber Sitesi dal›nda Hopa haberleri ile sendika.org ödüle de¤er görüldü. ÇGD Dayan›flma Ödülü'nün sahibi ise Devrimci 78'ler Federasyonu oldu.

Mahkemenin Dink kararına tepki gazete manşetlerine yansıdı. AKP medyasının manşetleri AKP’nin cinayetteki rolünü karatma amaçlıydı

D

ink davasında mahkemenin “örgüt” ve “terör suçu” bulamaması karşısında medya da ayağa kalktı. Karardan kısa bir süre önce Ermeni Soykırımı’na ilişkin Fransa’nın kararını ırkçı manşetlerle kendileri eleştirmemiş gibi, Hrant Dink’in katledilmesine yol açan ırkçı histeride kendi payları yokmuşçasına rahattılar. Riya ve iki yüzlülük gazete manşetleri olmuş bir de üstüne okurların vicdanına sesleniyordu. Hürriyet, "Dink'i örgüt öldürmemiş"; Sabah, "Sadece Hayal'e ağır müebbet"; Haber Türk, "Örgüt Hayal oldu"; Vatan, "O örtü kalk-

madı"; Milliyet, "Hrant düştüğü yerde kaldı"; Posta, "Bizimle dalga geçiyorlar"; Radikal, "Örgüt Hayalmiş"; Cumhuriyet, "Bu dava böyle bitmez"; Akşam, "Örgüt değil, üç-beş kendini bilmez öldürmüş"; manşetleri ile çıktı. YANDAfiLARIN MANfiETLER‹NDE AKP YOKTU? Tüm riyaya rağmen mahkemenin “örgüt yok kararını” eleştirecek kadar “ileri” manşetler atan gazetelerin içinde AKP’nin medyası olarak nitelenenlerin derdi başkaydı. Egemen medyanın diğer yayınları kendi ırkçılıklarını örtmeye çalışırken, AKP medyası cinayette AKP iktidarının ve polis teşkilatının rolünü gizleyen "Ergenekon yaptı“ tezini işlemeye koyulmuştu. Zaman kararın ertesinde 18 Ocak’ta “Mahkeme örgütü görmedi” başlığıyla çıktı. Gazete spotuna

“Savcının, ‘Cinayeti Ergenekon örgütünün Trabzon hücresi işledi’ mütalaasına rağmen mahkeme, cinayetten operasyon diye bahseden eylem planlarını görmezden geldi” ifadesini koydu. Böylece cinayetin Ergenekon’un işi olduğunu ima etti. Fakat cinayeti bildikleri halde önlem almayan cemaatçi emniyet kadrolarının davadaki konumları gazete tarafından görmezden gelinmişti. Zaman’ın başını çektiği AKP medyasının AKP’yi aklamak için attığı diğer manşetlerden bazılarıysa şunlar: Bugün, “Suikast değil cinayetmiş”; Yeni Şafak, “Örgüt yok tamamen tesadüf”; Star, “Müebbet var örgüt yok” manşetleriyle çıktı. Taraf gazetesi Dink davasında kusuru aleni olan AKP’yi açıktan destekleyip okur kitlesi ile ters düşmemek için algı çarpıtmayı tercih etti. Gazete “Beyaz bereli devlet” manşetiyle çıktı ancak o devletih başındaki AKP’yi yine ıska geçti. AKP medyası mahkeme kararını eleştirirken, Hrant Dink'in katledilmesinde AKP iktidarının ve polisin rolünü itinayla gizledi.

Cemaatin şahidi kendi muhbiri Zaman gazetesi 20 Ocak günü kapağından duyurduğu bir haberle emniyet muhbiri Erhan Tuncel’in Dink cinayeti sanıklarından Erhan Tuncel’in açıklamalarını yayımladı. Gazete Tuncel’in “karar duruşmasından önce sordukları sorulara el yazısıyla kaleme aldığı”nı iddia ettiği “cevapları” haber yaptı. Tuncel, açıklamalarıyla kendisini hem McDonalds bombalamasında hem de Hrant Dink davasında koruyan Ramazan Akyürek’i ve Ali Fuat Yılmazer’i korumayı sürdürdü. Tuncel’in gazeteye haber olan açıkla-

masına göre bu iki ismin cinayette sorumluluğu yok. (Akyürek ve Yılmazer’in Dink cinayetindeki konum ve ilgisini öğrenmek için Dosya sayfamızda detaylı bilgilere ulaşabilirsiniz.) Bu iki isim “Ergenekon”la mücadeleleri nedeniyle yıpratılmak isteniyor. Dink cinayetinin asıl sorumlusu da zaten Ergenekon terör örgütü. Herkesin itiraz ettiği mahkeme kararına Tuncel de katılmıyor. Zaman’a yaptığı açıklamada “Ortada örgütlü bir yapı var” diyerek Ergenekon sanıkları Kemal Kerinçsiz ve Veli Küçük’ü hedef gösteriyor.

Dink cinayetinde yalnızca bu isimlerin payı olduğunu iddia ediyor. Tuncel’in ortaokul ve lise yıllarında memleketi Elazığ’da Işıkevleri’ne gittiği biliniyor. Geçmişte cemaatin tezgahından geçmiş bu muhbir cemaatin gazetesi Zaman’a açıklamada bulunuyor. Üstelik de bu açıklamasında kimi savunuyor? İsimleri emniyet içindeki cemaatçi yapılanmada anılan ve Dink cinayetinin olacağını önceden istihbarat aldıkları halde cinayete seyirci kalan Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer’i.


3

GÜNDEM 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Fethullahçı ülkücü flörtü tam gaz D

ink davası, cinayetin “örgüt” ve “terör” suçu kapsamından çıkarılması ve Erhan Tuncel’in beraatı ile sonuçlanınca, Fethullah Gülen Cemaati’nin gazetesi Zaman da tepki gösterenler arasındaydı. Ama Zaman başta olmak üzere AKP medyası, Erhan Tuncel’in “Ergenekon’u hedef alan” ifadelerini birebir manşete taşımakla kalmadı, Tuncel’i adeta gerçekleri açığa çıkaran bir kahraman ilan etti. Erhan Tuncel, Hrant Dink cinayetini önceden bilmesine rağmen engellemediği için eleştirilen polis kadrolarından Ramazan Akyürek tarafından muhbirleştirilmiş, Alperen Ocakları mensubu bir ülkücü. Bu haliyle, kontrgerilla tarafından işlenen bu cinayetin AKP’ye ve Cemaat’e uzanan halkalarından birini oluşturuyor. Bu da Cemaat’in Tuncel’e sempatisini açıklıyor. CEMAAT’‹N DER‹N HESAPLARI Cemaat’in ülkücü sevdasının stratejik bir planın parçası olduğunu, Halkın Sesi’nin önceki sayılarında işlemiştik. Cemaat’in siyasi haber dergisi Aksiyon’da, ülkücü tabanla MHP yönetiminin ayrılması ve ülkücülüğe sahip çıkılması gerektiği yönünde yazılar yayımlanmış, üniversitelerde İslamcılarla ülkücüler ortak eylemler örgütlemişti. Bu ilişkilerin daha karanlık boyutlar da içerdiği Hopa’da açığa çıkmıştı. Ekim 2011’de Hopa’da yüksek okulda, faşist provokasyon sonucu olaylar çıkmış, polis de solculara saldırmıştı. Kısa süre içinde olaylara karışan

Gülen Cemaati’nin ülkücü faşistlere yönelik ilgisi sürüyor. Dink davasından beraat eden polis muhbiri Erhan Tuncel’in ifadelerini manşetlere taşıyarak adeta kahraman ilan eden Cemaat medyası, son olarak, “12 Eylül mağduru” olduklarını iddia ettiği faşist katillere sahip çıktı

faşistlerin ilçe dışından geldiği, polisin daha önce Hopa MHP teşkilatını ziyaret ederek solculara karşı harekete geçmelerini önerip, “bir şey yaparsanız arkanızdayız” dediği ifşa olmuştu. AKP’nin devletleşmesi ile birlikte, devletin operasyonel aygıtlarına hakim olan Cemaat’in kontrgerilla ile bütünleşmesinin emareleri giderek çoğalıyor. Son örnek de

hapisteki simge kontrgerilla tetikçilerine sahip çıkılması. ‘FAfi‹ST KAT‹LLER YALNIZ DE⁄‹LD‹R!’ Cemaat medyası, katilleri savunmaya devam ediyor. Zaman’da “Darbeciler hakim karşısına çıkacak, onlar hâlâ cezaevinde” başlığıyla 22 Ocak’ta yayımlanan Cihan Haber Ajansı kaynaklı haberlerle, faşist

katiller 12 Eylül mağduru diye gösterildi. Haberde Ünal Osman Ağaoğlu, Bünyamin Adanalı, Muhsin Kahya, Caner Erdinç, Mahir Kavalcı, İsmail Fuat Tarhan, Ramazan Çepni, Mahmut Gül adlı ülkücü faşistlerin halen cezaevinde yattığı ifade ediliyor. Bu isimlerin 1980’den beri cezaevinde olduğu izleniminin verildiği haberde Yusufiyeli Ülkücüler

Derneği Başkanı Avukat Hasan İlter’in görüşlerinden yararlanılıyor. KEMAL TÜRKLER’‹ ÖLDÜRMEK G‹B‹ ‘BAS‹T SUÇLAR’ İlter, ülkücülerin basit suçlardan dolayı yıllarca cezaevinde yattığını iddia ediyor. İlter’in CİHAN vasıtasıyla “12 Eylül mağduru dediği isimler arasında yer alan Ünal Osman Ağaoğlu ve Bünyamin Adanalı, Bahçelievler katliamı sanıkları ve Osman Ağaoğlu aynı zamanda Kemal Türkler’in katili. Bahçelievler’de 7 TİP’liyi katleden kontrgerilla tetikçilerinden Bünyamin Adanalı, 10 Ocak 1999 yılında faşist katil Haluk Kırcı ile birlikte kaldıkları evde yakalandı ve cezaevine kondu. Bünyamin Adanalı halen cezaevinde bulunuyor. Adanalı daha önce 1995 yılında Bahçelievler katliamı sanığı olduğu için yakalanmış ve tahliye edilmişti. Ünal Osman Ağaoğlu da 1999’da Kuşadası’nda yaptırdığı villada yakalandı. Yakalandığında üzerinden kardeşi Tamer Ağaoğlu’nun kimliği çıktı. Ağaoğlu’nun 1997 yılında ihalesi sona eren Güzelçamlı Milli Parkı’nın işletmesinin gizli ortağı olduğu tespit edildi. Ağaoğlu, Bahçelievler ve Balgat katliamlarının yanı sıra Kemal Türkler’in de katili. Ağaoğlu aynı zamanda 1978 yılında Mamak’ta 3 kişinin öldüğü ve 14 kişinin yaralandığı bir saldırının da faili. Kemal Türkler davası 1 Aralık 2010’da zaman aşımından düşmüş, Ağaoğlu beraat etmişti. Kemal Türkler, 22 Temmuz 1980'de evi önünde vurularak katledilmişti.

Necati’yi özgür bırak 2

2 Kasım 2011’de Kocaeli'nde yapılan polis baskınları sonucu gözaltına alınan ve 25 Kasım'da “terör örgütü üyeliği”, “terör örgütü propagandası” ve “suçu ve suçluyu övmek” suçlamalarıyla tutuklanan Öğrenci Kolektifleri üyesi İzzet Necati Henden hastalığına rağmen serbest bırakılmıyor. Henden ve beraberinde tutuklanan 5 öğrenci için “Sokağı özgür bırak, Necati'yi özgür bırak” sloganıyla bir kampanya başlatıldı. Kocaeli Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı 2. sınıfta okuyan ve kronik

karaciğer hastası olan Henden 25 Kasım'da hapishaneye gönderilmişti. Öğrenci Kolektifleri ve tutuklu öğrencilerin aileleri, öğrencilerin serbest bırakılması için 15 Ocak günü, Saraybahçe Halkevi’nde bir araya gelerek “Onlar tutukluysa bizler de tutukluyuz” dedi ve kampanyaya start verdi. Şerzan’ı, Kızıldere’yi ve Lokumcu’yu andıkları için tutuklu bulunan, aralarında Halkevi üyelerinin de olduğu 12 devrimci için Kocaeli muhalefeti dayanışma eylemlerini sürdürüyor.

İzzet Necati Henden Kocaeli 1 No'lu F Tipi Cezaevi B2-1-54 Kandıra Yolu 20. Km. Kandıra / KOCAELİ

Q

Sosyal-‹fl, Çankaya Belediyesi’nin imzalad›klar› toplu ifl sözleflmesine uymad›¤›n› söyleyerek Belediye binas› içinde 24 Ocak günü eylem yapt›. ‹flçiler 8 fiubat'ta da ifl b›rakacaklar.

Q

Ankara’da 2010 y›l›n›n 1 May›s’›nda, içinde Tayyip Erdo¤an’›n resminin de yer ald›¤› ABD bayra¤› yak›lmas› nedeniyle ÖDP ve Gençlik Muhalefeti üyelerine 1 ila 3 y›l aras›nda hapis istemiyle dava aç›ld›.

Q

Savunmaya Özgürlük Platformu'ndan avukatlar cübbelerini giyerek "24 Ocak Tehlikedeki Avukatlar Günü"nde tutuklu 40 avukat›n serbest b›rak›lmas› için Befliktafl Adliyesi'ne yürüdü.

Q

21 Ocak’ta Mersin Emek ve Demokrasi Platformu’nun ça¤r›s›yla bir araya gelen sendikalar, demokratik kitle örgütleri ve siyasi partiler Savafla Karfl› Birlik mitinginde bar›fl istedi.

Q

Halklar›n Demokratik Kongresi (HDK), her cumartesi bar›fl, emek, özgürlük ve adalet için sen de bir ses ç›kar" diyerek bafllatt›¤› eylemleri 22 Ocak günü k›dem tazminatlar›n›n kald›r›lmas›na karfl› düzenledi.

Q

19 Ocak günü Abbas Güçlü’nün Ankara Hukuk Fakültesi’nde düzenledi¤i “Türkiye bir hukuk devleti mi?” bafll›kl› programa ça¤›rd›¤› Sivas Katliam› avukat› fievket Kazan, yumurtalar›n hedefindeydi. Ankara Üniversitesi ö¤rencilerinin protestosu üzerine Kazan fakülteyi terk etti.

Q

Kürt halk›na yönelik ›rkç› aç›klamalar yaparak tepki toplayan An›l Çeçen, 18 Ocak günü ders verdi¤i Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde Ö¤renci Kolektifleri üyeleri taraf›ndan protesto edildi.

Q

‹stanbul'daki KESK üyeleri bask›n ve gözalt›lar› protesto etti. Ayn› zamanda 4688 say›l› yasada yap›lacak de¤ifliklikleri de elefltiren KESK’liler 14 Ocak’taki eylemlerinde bordrolar›n› yakt›.

Demokrasi mücadelesinde yeni filizler üm engellemelere rağmen iktidarda bulunduğumuz sürede ‘inadına demokrasi’ ile ilerledik. Biz en büyük yatırımı demokrasiye yaptık.” (Egemen Bağış) “Türk demokrasisinin önünü açtık. Türk demokrasisine giden yolların bölünmüş yoldan otoyol haline getirilmesi için ilave adımlar atmaya devam edeceğiz.” (Sadullah Ergin) “Türkiye’nin en demokrat partisi Adalet ve Kalkınma Partisi’dir. İçinde yaşadığım için biliyorum, demokrasinin bütün özellikleri bizim partimizde uygulanır.” (Bülent Arınç) Espri yapmıyor bu şahıslar. Tam tersine söylediklerini öyle bir inanç ve kararlılıkla söylüyorlar ki insanın inanası geliyor! Söylediklerine inanmayanlara ise hayret ve kuşkuyla bakıyorlar. Söylediklerinin gücü haklılıklarından değil, muhalefet edenlerin zayıflıklarından, zaaflarından geliyor. Sadece son dönemde yaşananlar/yaşatılanlar bile AKP’nin nasıl ve kimin için bir demokrasi uyguladığını görmek için yeterli. Hrant Dink davası sonuçlandı ve Hrant’ın katledilmesinin örgüt işi olmadığına karar verildi. Tayyip Erdoğan yargı bağımsız diyor ve “Biz yürütme olarak bizden ne istendiyse yaptık, ondan sonrası yargıya ait” diye ekliyor. Ergenekon davasında “savcı” olan Tayyip, bu davada seyirci. Üstelik müdahil avukatların yayımladıkları raporda Tayyip’in yalan söylediği, yani yürütmenin işlerini yapmadığı kesin olarak belirtiliyor; “Güvenlik ve istihbarat birimlerinin, maddi gerçeği ortaya çıkartacak nitelikteki bilgi ve belgeleri sakladıkları, değiştirdikleri, yok ettikleri, yalan beyanda bulunarak soruşturma makamlarını yanıltmaya çalıştıkları, deliller üzerinde oynadıkları olgusu, bu aşamanın en belirgin ve sistem-

“T

atik olgusu olarak ortaya çıktı.” “İnadına demokrasi”lerde yürütme, istediği davaya karışır, istemediğine karışmaz. Demokratik sistemlerin adil olması gerekmez, çoğunluk oyunun sahibi kendi yöntemini belirler. “Otoban demokrasi”lerde hukuk da Sadullah’ın işbitiriciliğine bırakılmıştır, istediğine yolu genişletir, istemediğine daraltır. Adalet Bakanlığı, yaklaşık 100 maddede değişiklik içeren yeni bir “yasa paketi” hazırlamış. Önümüzdeki günlerde Meclis’ten geçecek. Neler yok ki taslakta, otoban demokrasinin en güzel örnekleri var! Sadullah Bey övünüyor; “yargılama ve temyiz mahkemesi dahil, 12 ay, 14 ay arasında davalar bitecektir. Temyizi dahil. Bu Türkiye açısından bir devrimdir.” Yargılamaların bir türlü sonuçlandırılmaması, tutukluluk süresinin uzaması eleştirilerinden çok rahatsızlar ya. Ancak kimse şaşırmasın; AKP iktidarında, yargılama sürelerinin kısaltılması adalet anlamına gelmeyecek, tam tersine adil yargılanamadığı için çok daha fazla cezalar almış hükümlülerle dolacak cezaevleri. Şu tutuklu 36 bin kişinin (ki bunların 27 bini son bir yıl içinde tutuklanmış) çok büyük bir bölümü bir yıl içinde hükümlü olacak. Daha neler yok ki yeni “otoban demokratik yargı paketi”nde: “Kaçak elektrik kullanma” hırsızlık suçu olmaktan çıkarılıyor ama cezası değişmiyor, 2 yıldan 5 yıla kadar hapis. Borç faiziyle ödenirse hapisten kurtulunacak. Elektrik hırsızlığından mahkemelere gelen yıllık dosya sayısı 70 binmiş. Petrol boru hattından hırsızlık yapmanın cezası ise 3-7 yıldan 12 yıla çıkıyor, hırsızlık örgütlü ise 18 yıl (bu iş örgütsüz nasıl yapılır ki). Boru hattına zarar verilmesi durumunda bir 12 yıl daha (bu iş boru hattına zarar vermeden nasıl yapılır ki). Aman petrol şirketleri zarar

görmesin. Mevcut düzenlemede bir terör örgütü üyesi olmadan örgüt adına “suç” işleyenler işledikleri “suç”un yanı sıra bir de “örgüt üyesi olmak” suçundan cezalandırılıyorlardı. Şimdi örgüt üyeliği kesinleşmeyen ancak örgüt adına “suç” işleyenler “esas suç”larından ceza alacaklar. Ancak örgüt üyeliğinden yırtmış olmayacaklar sadece örgüt üyeliği “suç”u yarıya indirilecek. Bu arada eğer işledikleri “esas suç” molotof atmaksa, silah kullanmış sayılacaklar. (Böylece aklıevvel AKP, sözümona “taş atan çocukları” serbest bırakmış olacak. Bunlarla birlikte Adalet Bakanı Sadullah bey müthiş(!) otobanlık bir düzenleme yapmış, özel yetkili savcıların iddianame açıklanan kadar gizlilik kararı verebilme süresini üç ayla sınırlamış. (Zaten davalar 1 yılda bitecekse gizlilik kararı süresi ne kadar olabilirdi ki?) ama bu kıyağın (!) acısını da çıkarmadan edememiş; “gizli tanık” uygulamasına “gizli bilirkişiler” uygulamasını eklemiş. Artık bilirkişiler de bilinmeyecek. Hazırladıkları raporların güvenilmezliği defalarca kanıtlanmış, sanık avukatlarının güvenilir bilirkişi aramak zorunda kalmalarına yol açmış sayısız örneğin deşifre edildiği davalarda, bilirkişilik kurumunun daha da karanlık işlere alet edileceğinden kimsenin şüphesi olmasın, otoban demokraside. Ayrıca yeni pakete göre, istihbarat için telefon dinlenmesi suç sayılmadığı gibi bu konuşmaların yayımlanması da suç olmayacak. İddianamede yer verilmişse ya da herhangi bir yerde bir kez bile yayımlanmışsa, bu konuşmalar basılabilir, çoğaltılabilir. Tüm bunların yanında otoban demokrasi de yargıçları “geçmek” büyük suç, artık yargıçlar hakkında yapılacak eleştiriler bile suç sayılmaya

başlanacak. Yeni düzenlemeler daha yasalaşmadan meyvelerini vermeye başladı bile. Sözde “yasaklanmış yayınların” güncelleştirileceği müjdesi(!) verilmişken bu güncellemenin daha genişletileceği anlaşıldı. Aram Yayınları’ndan çıkan ve aralarında 15 yıldır kitapçı raflarında serbestçe dolaşan Musa Anter’in eserlerinin de yer aldığı 10 kitap hakkında soruşturma başlatıldı. Bir yandan Musa Anter’in kitapları “zararlı” bulunup yasaklanırken, öte yandan ülkeye girişi yasaklanmış oğlu Anter Anter’in “zararsız” bulunup demokrasi şovu eşliğinde Türkiye’ye getirilmesi tipik bir AKP operasyonudur. Görüldüğü gibi adı ister “ileri”, ister “inadına” isterse “otoban” olsun AKP’nin demokrasisinde yasak var, kayırmacılık var, ayrıcalık var, cezaevi var. Ne özel yetkili mahkemeleri kaldırmaya niyetliler, ne özel hayatı gizli tutmaya niyetliler, ne halkın çıkarlarını korumaya niyetliler, ne de herkes için adalet dağıtmaya niyetliler. Ama “fırsatçı demokrasi”de üstlerine yok. Hatırlanacağı gibi 2010 Eylül’ünde yapılan referandumun önemli kandırmacalarından biri “kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı” verileceği idi. Toplu sözleşme süreci sonunda hükümetle anlaşma sağlanamaması halinde konu Hakem Kurulu’na götürülecekti ve bu Hakem Kurulu da hükümetten (sözde) bağımsız kişilerden oluşacaktı. 1,5 yıldır süren bu oyalama, bu hafta içinde AKP hükümetinin “fırsatçı demokratik oyunuyla” sonlandı. AKP tasarıda değişiklik yaptı. Buna göre 11 kişilik Hakem Heyeti’nin başkanı da dahil 3 üyesi Bakanlar Kurulu tarafından, 4 üyesi de Bakanlar tarafından seçilecek (atanacak), sadece geriye kalan 4 üye hükümetten bağımsız belirlenecek (o da ne kadar bağımsız olacaksa). Yani devlet

dayatmasının adı “toplu sözleşme” olacak! Referandum demişken, AKP’nin “gözboyama demokrasisi”nin nadide örneği 12 Eylül’ün yargılanacağı safsatasına da değinmek gerek. Her şeyin ismi geçiyor da “24 Ocak kararları” anılmıyor. Hatırlanacağı gibi 12 Eylül’ün asıl nedenlerinden biri olan, tekelci sermayenin doğrudan çıkarına olan, TÜSİAD’ın desteklemek için gazete ilanları verdiği 24 Ocak 1980’de kabul edilen kararlardı. Kabul edilmesine rağmen bu kararlar uygulanamamış, 12 Eylül faşist darbesinin koşulları beklenmişti. 12 Eylül faşizmini hazırlamak için derinleştirilen halka saldırı süreci de yargılamalara dahil edilecek mi, acaba!? (Ocak ayı hatırlatması). Ayrıca, kimi 12 Eylülcüleri yargılamak için hazırlanan iddianamenin, 12 Eylül faşizmiyle aynı mantıksal-politik arka plana sahip olması mutlaka dikkate alınmalı. Gerçek bir hesaplaşma sürecine dönüşmeyen her girişim, AKP’yi soldan destekleyenler için hep hayal kırıklığıyla sonuçlandı. AKP iktidarının kalıcı bir modele dönüşmesi için politik baskının yoğunlaştığı üçüncü iktidar döneminde Türkiye’de siyasal çatışma ekseni oluştu. Faşizme karşı demokrasi mücadelesi, AKP iktidarına karşı toplumsal muhalefetin bütün direnme eğilimlerinin ortak eksenini oluşturuyor. Önümüzdeki bahar süreci, direnme eğilimlerinin toplumsal muhalefete dönüşeceği bir mücadele dönemi olacak. Hak mücadelesinden Kürt hareketine, emek hareketinden sola bütün toplumsal muhalefet öznelerinin bu eksende mücadeleyi yükseltmek ve ortaklaştırmak için kararlılık içinde olması gerekir. Ne var ki tüm bunlara rağmen, birçok muhalif özne kendi rutin

çizgisini izlemeye devam ediyor. AKP’nin tekerine asıl çomak sokması gerekenler hala zayıf, hala zaaflı, hala durağan. DİSK ve TMMOB genel kurul derdine düşmüş durumda. Kelimenin gerçek anlamıyla “derdine düşmüş” durumda. Bu genel kurullar her iki kurum içinde yerleşmiş hakim zihniyetler için siyaset açısından bir yenilenme, kadrolar açısından bir değişim, tarz açısından bir farklılık içermiyor, içermeyecek. Var olan statükonun korunması, var olan koltukların “ustaca” pay edilmesi gerçekleştirilecek. Hakim yeni yönetim kadroları, yeni, farklı ve etkin bir sendikal tarzı uygulamak için aday olmuyor. Değiştirme iddiası yerine var olanı korumayı amaç edinmiş, topluma dönmek yerine içe dönmeyi tercih etmiş, devrimcilik adına mirasyedi olmuş, bir bürokratlar topluluğu elbette ki bu dönemin ihtiyacı olan devrimci dönüşümü sağlayamaz. Ufak kıpırtılar, zorunlu ritüeller ile toplumun, üyelerinin beklediği görevleri yapıyormuş gibi yapacaklar. Diğer yandan örgütlü siyasal özneler için de zor bir dönem geçirildi, geçiriliyor. ÖDP’de bir fay daha kırıldı; ama durağanlık devam ediyor. TKP, hâlâ, seçim politikasının ve sonuçlarının yarattığı olumsuz etkinin üstesinden gelemedi. EMEP, sol adına, bir türlü ayırt edici bir çizgi sergileyemedi, sergileyemiyor. Bir dönemin etkin radikal sol grupları, düzenin sert saldırıları altında çözülen kadro yapılarını yenileyememenin sıkıntılarını aşamadılar; savrulma ve yalpalamaları giderip sağlam bir çizgiye yönelemediler. Bununla birlikte yine de bu ülkenin demokratik mücadele dinamikleri asla yok olmaz. Devrimci damarı asla tıkanmaz. Baharla birlikte AKP faşizmine karşı demokrasi mücadelesinde yeni filizlerin de uç vereceğinden kimsenin kuşkusu olmasın.


4

GÜNDEM 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Soyk›r›m ve “büyük” sermaye Ermeni Soykırımını İnkarı yasaklayan yasa Fransa Senatosu tarafından kabul edildi. “Soykırım Yasası”nın kabulüyle birlikte, bu yasanın bir kez önerge haline getirildikten sonra reddedilme olasılığının bulunmadığını konuyu az çok bilen herkes görüyordu. Bir katliam “Soykırım” olarak tanındıktan sonra, soykırımın “inkarını yasaklamak” neredeyse kaçınılmaz. Hele de bu Fransa gibi, soykırımdan kurtulan Ermenilerin yoğun olarak sığındığı bir ülkeyse, iki kat böyle.1 “Bizimkiler”, “soykırımı inkar yasağı”nı “düşünce özgürlüğüne” vurulan bir darbe olarak yerden yere vuruyorlar. Bunu nerede ve ne zaman yapıyorlar? Sosyalist Ermeni gazeteci Hrant Dink’in bir “Kırmızı Pazartesi” cinayetine kurban gittiği Türkiye’de ve Dink cinayeti davasının tam bir Ferda rezaletle sonuçlandığı günlerde! “Faşist” gerçekten de Koç iğrenç bir şey… ferdakoc@ Soykırımın inkarının suç hotmail.com sayılmasını bir “düşünce özgürlüğü” sorunu olarak kabul edecek olursak, Dink’in de bir “özgür düşünce kurbanı” olduğu kabul etmemiz gerekecek. Ermeni soykırımı gibi bir insanlık suçunu ve bu suçu “masumlaştırarak” körüklenen “Nefret Söylemini” “düşünce özgürlüğü” olarak koruma altına alan “özgürlükçü demokrasimize” bir Ermeni değil bir milyon Ermeni kurban edilse “helal” değil mi? Ermeni tehcirinin masumlaştırılmasının Türkiye’deki “Ermeni düşmanlığı”nı beslemenin araçlarından biri olduğu Dink cinayetiyle tartışma götürmez bir hale gelmiştir. Dink cinayetine ilişkin mahkeme kararı ise, “Ermeni Nefreti”nin sömürge tipi faşizmimizin bekası için nasıl “vazgeçilmez” bir “tutkal” olduğunu göstermiştir.2 Bu koşullarda 1915 Ermeni Soykırımının resmi inkarı ve toplumsal bellekteki “masumlaştırılması”nın suç sayılmasını istemekten daha doğal ne olabilir? Yine bu koşullarda, Fransa’daki Ermenilerin Fransız devletinden “Soykırımın inkarını suç sayan bir yasa” çıkarılmasını talep etmeleri de Fransız devletinin şu ya da bu nedenle bu talebe olumlu yanıt vermesi de Türkiye’de “tartışılabilecek” bir şey değildir! Türkiye’de tartışılması gereken asıl sorun, Türkiye toplumunun 1915 Ermeni Tehciri ile yüzleşmesini nasıl yapacağı sorunudur. Bu yüzleşmenin önündeki en büyük engelin yeni sömürge “demokrasimiz”in faşist çekirdeği olduğu gözler önünde. Ama gözler önünde olmayan bir şey var: Yeni sömürge “demokrasimizin”, yani sömürge tipi faşizmimizin arkasındaki oligarşinin Ermeni Soykırımı ile ilişkisi! Mesela Eliyeşiller ve Karamehmetlerin Tarsus’daki Ermeni malları ve fabrikalarını, Berdan suyu kenarındaki topraklarını ele geçirdikten sonra kurdukları ortaklığın bugünkü Çukurova Holding’in doğuşundaki rolü ne? Mesela Pirinçcioğlu ailesinin bugünkü “büyük turizm girişimciliği”nin temellerinde, Diyarbakır’daki Ermeni tehcirinin, bu ailenin “büyüğü” Fethi Bey tarafından idare edilmiş olmasının ne kadar payı var? Mesela, Ege Tütün Rejisinin “yerli” yöneticisinin damadı Selçuk Yaşar’ın Pirinçcioğullarıyla kurduğu akrabalığın Yaşar Holdingin köklerine nasıl bir katkıda bulunduğu biliniyor mu? Mesela, 1927’de “Adanalı Kayserililer”in eline geçen Simyonoğlu Fabrikasının önce işçi simsarı, sonra ortağı olan Ömer Sabancı’nın girişimcilik macerasında, kolayca kurulan bu tip irtibatların ne kadar payı oldu? Mesela Kasapyanların Keçiören’deki bağlarının Koç ailesinin zenginliğinin doğuşuna katkısı ne oldu? Bu soruların çok çok daha fazlasının yüz yıldır sorulamamasının nedeni, yine Kasapyan ailesinin Çankaya’daki köşkünün öyküsünde saklı olmasın?

HALKEVLER‹ VAN ÇOCUK EV‹ ÇALIfiMALARINA ARA VERMEYECEK

Dayanışma yasak tanımaz V

an’da 23 Ekim 2011’de meydana gelen depremin ardından Türkiye’nin dört bir yanında yardım ve dayanışma kampanyaları örgütlenmiş, Halkevleri de yardım toplama kampanyasının yanı sıra Van Belediyesi ile birlikte Van Çocuk Evi projesini geliştirmişti. 4 Aralık’ta Çocuk Evi’nin açılışını yapan Halkevleri, gönüllü eğitimciler aracılığı ile, eğitimlerine devam edemeyen çocukların yanında oldu. Ülkenin dört bir yanındaki Halkevleri’nde toplanmaya devam eden yardımlar belirli aralıklarla tırlara yüklenerek Çocuk Evi’ne gönderildi.

‘ÇOCUKLARLA E⁄LENMEK ‹Ç‹N ‹ZN‹N‹Z VAR MI?’ Valilik, Emniyet ve İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün müfettişleri, Çocuk Evi’ni, açılışını yaptığı 4 Aralık’tan itibaren sık sık “ziyaret” etti. Denetimlerde, çadırlarda resim yapan, halkoyunu oynayan, kendi filmlerini çeken çocuklarla karşılaştı. Rapora yazacak olumsuz unsur bulmakta zorlanan denetçiler, bu kez “Çocuklarla eğlenmek için izniniz var mı?” gibi tuhaf sorular sordu. Ancak müfettişler çadırlarda olumsuz veya hukuksuz bir etkinliğin yapılmadığını rapor etmek zorunda kaldı. Müfettişlerin denetimleri, Vanlı çocukların senaryolarını yazdığı ve yönettiği filmlere de konu oldu. “Gerçek bir olaydan uyarlandığı” belirtilen kısa filmde çadıra gelen müfettişler, gördükleri karşısında özür dileyerek ve utanarak Çocuk Evi’nden ayrılıyordu. (Film sendika.tv’den izlenebilir.) EMN‹YET ‹STED‹, VAL‹L‹K KARAR VERD‹ Aslında Van Çocuk Evi, kapsamlı bir siyasi projenin hedefiydi. İslamcı yapılar bir toplumsalsiyasal egemenlik aracı olarak eğitim ve yardım faaliyetlerine

Van Valiliği, depremzedeler için yeterli sayıda çadır kuramadığı yetmiyormuş gibi çocuklar için kurulan çadırları da kapatmak istiyor. Valiliğin kararına karşın Van Çocuk Evi etkinliklerine ara vermeyecek

önem veriyor. Özellikle Fethullah Gülen Cemaati’nin kentte önemli yatırımları var. Bununla bağlantılı olarak, AKP iktidarı BDP başta olmak üzere ilerici toplumsal yapıların bu tarz sosyal çalışmalar yürütmesini yasal kılıflar uydurarak engellemek istiyor. Bu çerçevede AKP’nin BDP’li belediyelerin Eğitim Destek Evleri projesini etkisiz kılmak ve Gülen cemaatine ait eğitim kurumlarını güçlendirmek amacıyla geliştirdiği yöntem, Van Çocuk Evi’ne de uygulandı. Van Emniyeti tarafından hazırlanan denetim raporunda, Çocuk Evi’nde yürütülen etkinliklerin Anayasa’ya

aykırı olduğu iddia edildi. Anayasa’nın eğitim ve öğretim hakkı ve ödevinin düzenlendiği 42. maddesini işaret eden rapor, Çocuk Evi’ndeki eğitimin devlet gözetiminde ve Türkçe yapılmadığını öne sürdü. Van Valiliği de Emniyet’in raporunu uygun bularak Çocuk Evi hakkında kapatma kararı verdi.

ÇADIR AÇACAKLARI YERDE KAPATIYORLAR Halkevleri, tebligatın yapıldığı Van Belediyesi ile birlikte karara itiraz etmek üzere derhal harekete geçti. Halkevleri Genel Başkan Yardımcısı Samut Karabulut, itiraz

sürecini başlatmak üzere Van’a gitmeden önce Halkın Sesi’ne açıklamalarda bulundu. AKP’nin depremin ardından yardımları engellemek ve BDP’li belediyeleri başarısız göstermek amacıyla hareket ettiğini belirten Karabulut, yardımlara polis tarafından el konulduğunu, Kızılay depolarında yüzlerce kamyonluk yardım malzemesinin bekletildiğini hatırlattı. Karabulut, Çocuk Evi sayesinde özellikle evleri yıkılan, eğitimleri yarıda kalan ve çadırlara hapsedil-

miş yüzlerce çocuğun oyun alanlarına gelip gittiğini ifade etti. Karabulut, çocukların daha önce hiç yapmadıkları etkinliklere katıldığını, senaryo yazdıklarını, film çektiklerini ve en önemlisi paylaşarak bir tür rehabilitasyon sürecine girdiklerine değindi. Çocukların mutluluğunun depremzede ailelere de moral verdiğini belirten Karabulut, “Yaptığımız dayanışma kampanyaları da kimi zaman yetmiyor. Ancak AKP, çadırları artırmak yerine kapatmayı uygun gördü” sözleriyle karara tepki gösterdi.

‘ETK‹NL‹KLER‹N‹ SÜRECEK’ Denetlemeleri ve hazırlanan raporu değerlendiren Karabulut, tebligatın dayanaksız olduğunun altını çizdi. Kapatma kararında Çocuk Evi’nin ‘temel eğitim kurumu’ gibi gösterilmesinin art niyetli olduğunu söyleyen Karabulut, şöyle konuştu: “Çadırların oyun ve eğlence amacıyla kurulduğunu söylemiş, bunu daha önce müfettiş raporlarında da görmüştük. Çocukların yanında olmak, onlarla hayatı yeniden kurmak ve paylaşmak için izne gerek olamaz.” Karabulut, Van Çocuk Evi’nin kapatılıp kapatılmayacağı konusuna da değindi. Etkinliklere ara verilmeyeceğini, gönüllü eğitmenler ile birlikte Vanlı çocukların yanında olunacağını vurgulayan Karabulut, “Alınan kararlara karşı itiraz edecek ve kazanacağız. Çünkü bu tebligatın hiçbir dayanağı yok. Van Çocuk Evi’nde halen sürdürdüğümüz etkinliklerimize ara vermeyecek, çalışmalarımızı sürdüreceğiz. AKP’nin valilik ve emniyet aracılığı ile kurmak istediği baskı, Halkevleri’nin Van halkıyla dayanışma ve hayatı yeniden kurma çabasının karşısında yetersiz kalacaktır” dedi.

Eğitim Destek Evleri, cemaate engel Depremin yarattığı yıkımla baş başa bırakılan Van halkıyla, özellikle de çocuklarla dayanışma için kurulan Van Çocuk Evi’nin kapatılması kararı bir süredir bölgede BDP’li belediyelerin yürüttüğü parasız eğitim faaliyetlerini engelleme politikasının parçası. BDP’li belediyeler 6 yıl önce Diyarbakır, Batman, Siirt, Van gibi yönetimde oldukları il ve ilçelerde “Eğitim Destek Evi” projesi başlattı. Eğitim Destek Evleri 5216 Sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nda Belediyelerin görev ve sorumluluk alanlarını belirleyen 7. Madde’de yer alan “Gerektiğinde sağlık, eğitim ve kültür hizmetleri için bina ve tesisler yapmak…” bendine dayanılarak açıldı. Destek Evleri bölgede çocukların sosyal aktivite ve eğitim destek

çalışmalarından parasız olarak yararlandıkları belediye birimleri olarak hizmet veriyordu. Destek Ev’lerinde kursiyer olarak kaydolan çocuklar hem okuldaki derslerine yardımcı olacak dersler alıyor hem sınavlara hazırlanıyorlardı. Çocuklar spor, müzik, satranç, halkoyunları ve bilgisayar kurslarına da parasız olarak katılabiliyordu. Eğitim Destek Evleri kadınlara yönelik çalışmalar da yapıyor, bilgisayar, okuma-yazma kursları düzenliyordu. BDP’li belediyelerin parasız eğitim ve sosyal hizmet ürettiği bu evler AKP hükümetinin Kürt sorununda izlediği neoliberal-İslamcı asimilasyon politikasının hedefi oldu. Aralık 2011’de Siirt ve Batman’da Valilik kararıyla Eğitim Destek Evleri kapatılmaya başlandı.

Batman Valisi, Destek Evleri’nde “yasa dışı faaliyet” yürütüldüğüne dair şikayet aldıkları gerekçesiyle kapatma kararı aldıklarını açıklamıştı. Siirt’teki Eğitim Destek Evi’nin kapatılma gerekçesiyse “eksik evrak”tı. Her iki kentte de belediyenin girişimleri sonucu Eğitim Destek Evleri yeniden açıldı. BDP’nin parasız eğitim faaliyetlerini engellemeye dönük son kapatma kararı ise Van Valiliği’nden geldi. Valilik, Halkevleri ile birlikte kurulan Çocuk Evi’nin de bulunduğu Eğitim Destek Çadırı “Kürtçe eğitim” verildiği ve bakanlığın denetimi dışında faaliyet yürütüldüğü gerekçesiyle kapatılması için karar verdi. Kapatma kararlarının gerekçesi farklı olsa da amaçları aynı. Bu amaç Fethullah

Gülen’in 1 Kasım 2011 tarihli konuşmasına damgasını vuran bölgeye yönelik “hizmet” faaliyetinin geliştirilmesi gerektiğine işaret eden konuşmasıyla örtüşüyor. Cemaatin “eğitim kurumları” aracılığıyla Kürt illerine “sızma”ya çalıştığı biliniyor. Gülen cemaatiyle özdeş hale gelen dershane ve öğrenci yurtları, yoksul öğrenciler hem eğitim ihtiyaçlarını hem barınma ihtiyaçlarını karşılayarak kendine bağımlılaştırmayı hedefliyor. Bölgede BDP’li belediyeler tarafından kurulan Eğitim Destek Evleri’nin cemaatin etkinliğini azalttığı ve birçok yerde alanını daralttığı biliniyor. Belediyelerin verdiği sosyal hizmetler ve eğitim hizmetleri engellenerek bölgedeki öğrenciler için Gülen’in eğitim kurumları tek seçenek haline getirilmek isteniyor.

D‹PNOT 1. Bu noktada not etmeliyim ki; Fransa’daki Ermenilerin “Soykırım Yasası” ve “Soykırımın inkarını yasaklayan yasa” için yürüttükleri çalışmaları, “Ermeni Lobisi” ifadesiyle küçümseyenler, bizzat bu karşı çıkış biçimlerinin “Ermeni Soykırımını inkarı suç sayan yasa” için bir gerekçe oluşturduğunu farkedemeyecek kadar hödükler! Fransa’daki Ermenilerin çok büyük bir çoğunluğu soykırım kurbanlarının mirasçıları. Soykırım inkarını yasaklayan yasaların temel gerekçelerinden biri de “soykırım kurbanlarının mirasçılarının anılarının rencide edilmesini önlemek ve güvenlik hissi sağlamak”tır. Bu gerekçenin tam olarak anlaşılabilmesi için yukarda “Ermeni” geçen yerlere “Yahudi” yazın ve tartışılanın “Yahudi Soykırımını İnkarı Suç Sayan Yasa” olduğunu düşünün. 2. Bu karar, “sivil” faşist terörün sömürge tipi faşizmin bir organlaşması olduğunu bir kez daha anlamamızı sağlamış olmalıdır. Devletin, suçları örtbas edilemeyen faşist katiller için eskiden beri uyguladığı “ceza hafifletme yöntemleri”nin Dink davasında en utanmaz biçimlerle kullanılması bu gerçeğin sarsıcı bir kanıtıdır.

Kirli savaş mezarlarında kazı D

iyarbakır’da JİTEM karargahı olarak kullanılan eski hapishanede yapılan kazılarda bulunan kafatası sayısı 22 Ocak günü 19’a yükseldi. Kazı yapılan bölgeye halen insan hakları savunucuları ve demokratik kitle örgütleri temsilcileri “Gizlilik” gerekçesiyle alınmıyor. Kazı yapılan alana alınmayan İHD Diyarbakır Şube Sekreteri Raci Bilici olayın aydınlatılması için 27 ailenin kendilerine başvurduğunu ifade etti. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, JİTEM sorgu merkezi ve ceza ve tevkifevi olarak kullanılan tarihi İçkale'de 11 Ocak'ta çevre düzenleme çalışmaları sırasında insan kafatasları bulunması üzerine soruşturma başlatmıştı.

Uludere’ye düşman muamelesi A

KP, Uludere’de 34 kaçakçı gencin hayatını kaybettiği katliamın ardından, ölenlerin yakınlarına 123 bin lira kan parası verip işi kapatma telaşında. “İstihbarat hatasının” kaynağına ve iktidarın sorumluluğuna ilişkin tartışmalar ise geçiştirilmeye çalışılıyor. Devlet Şırnak Uludere’nin Roboski Köyü’ne cenaze gününden beri bir kez uğradı. O da yaşamını yitirenlerin yakınlarından 5’ini tutuklamak için. Cumhuriyet yazarı İlhan Taşçı, Olay Yeri İncelemeHavadan Keşif Tutanağı’na ait bilgileri 20 Ocak’ta köşesine taşıyarak, unutturulmak istenen Uludere gerçeklerini yeniden gündeme taşıdı. Katliamın ardından başta BDP olmak üzere emek ve demokrasi güçleri eylemde polis saldırısına uğrarken olayın aydınlatılmasını talep ederken aynı saatlerde Cumhuriyet savcıları keşifteydi. Taşçı’nın haberiyle, savcılar Ali

Türk, Muhammet Sağlam ve fotoğraf çekmesi için görevlendirilen polis Hasan Hüseyin Ekici’den oluşan heyetin olay yerine hiç gitmeyip helikopterle üzerinden geçerken tutanak tuttuğu ortaya çıktı. Olay yerinin havadan inceleme gerekçesi tutanakta şu şekilde ifade edildi: “Olay yerinin Irak ülkesi sınırı içinde yer alması, söz konusu yerin bölücü terör örgütünün yoğun olarak faaliyette bulunduğu bir yer olması ve 34 kişinin ölümü nedeniyle ölenlerin yakınlarının

ve Gülyazı ile Roboski köylerinde ikamet edenlerin olay yerinde toplandıkları ve infial halinde olduklarının tespit edilmesi nedenleriyle…” İki savcı ve bir polis, tutanakta helikopterde oldukları için ölü ve yaralıları da göremediklerini belirtti. Keşif ekibinin gözlemine göre bölgeden hayvan dahi geçmemişti. Katliamdan sonra AKP’nin verdiği sözler havada kaldı. Katliamın üç gün sonrasında bölgeye giden ancak köylere girmeyip yakın bir mevkide korucularla görüşen bakanlar bir saat

durduktan sonra bölgeden ayrılmış; kameralara Başbakan’ın korucu başı ile yaptığı telefon görüşmesi yansımıştı. Devlet namına Uludere’ye adım atan tek kişi Kaymakam Naif Yavuz’du. Kaymakam ilk gün, BDP’li milletvekili Hasip Kaplan sayesinde linçten kurtuldu ve 10 Ocak’ta “yılın en iyi idarecisi” ödülünü Başbakan’ın elinden aldı. AKP’nin katliam sonrasındaki ilk hedefi ise kaymakamı linçten kurtaran Hasip Kaplan oldu. Soruşturmada şimdiye kadar göstermelik bir hamleyle yalnızca bir alay komutanı açığa alındı. Katliamdan yaralı kurtulan 3 kişiye ise “Ülkeye sınırdan kaçak mal sokmak” gerekçesiyle soruşturma açıldı. Katliamı gerçekleştiren F16’ların nereden istihbarat aldığı hala belli değil. Katliamdan hemen sonra TSK, “İnsansız hava araçlarından (İHA) aldığımız istihbarata göre” derken, İHA’ların bilgisine sahip olan MİT “Biz böyle bir istih-

3 yumurtaya 11 yıl istendi C

umhurbaşkanı Abdullah Gül’ün 14 Aralık günü İstanbul Üniversitesi Beyazıt Kampüsü’nü ziyareti sırasında “protesto etme ihtimali var” denilerek gözaltına alıran Öğrenci Kolektifi üyesine 11 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Üniversitelilerin yanıtı gecikmedi: “Yumurta atmaktan vazgeçmeyeceğiz” İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin 75. Yıl kutlamalarına gelen Abdullah Gül’ü protesto etmek için yumurtalarla okuluna giriş yapmak isteyen Kolektif üyesi hakkında savcının istediği 11 yıl hapis cezası Beyazıt Kolektif tarafından protesto edildi. Beyazıt Ana Kapı önünde 24 Ocak günü bir araya gelen Kolektif üyeleri, bir basın açıklaması gerçekleştirerek AKP’nin üniversitelilerden korktuğu için saldırdığını belirttiler, eylemlerine devam edeceklerini söyledilediler.


5

DÜNYA 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Sağlıkla gelen Romen baharı R

omanya’da 14 Ocak günü başlayan gösteriler Avrupa’daki kriz karşıtı eylemlere yeni bir soluk kazandırdı. Tüm Avrupa’yı olduğu gibi Romanya’yı da sarsan krizden sonra sağcı hükümet tarafından IMF ve AB’yle yapılan anlaşmalar Romanya halkına yıkımı tek çare olarak gösteriyordu. Özellikle 2009’da IMF’den alınan 20 milyar Euro tutarındaki kredinin geri ödenmesi konusunda Romanya hükümeti ile IMF arasında yapılan görüşmeler Romanya sokaklarında başlayan isyanında temellerini atmış oldu. IMF ile Emil Boc’un başbakanlığını yaptığı hükümet arasında yapılan görüşmelerden, diğer ülkelerde olduğu gibi “kemer sıkma” kararı çıktı. Hükümetin yaptığı düzenlemelerle kamu emekçilerinin maaşlarında %25, emekli maaşlarında da %15 kesinti yapılacağı açıklandı. 2012 yılı itibariyle Boc hükümeti eğitim, kültür ve sağlık hizmetlerine ayrılan bütçenin de büyük oranda azaltılacağını açıkladı. Sağlık sektörü de bu yıkım projesinden payını aldı ve sağlık sektörünün ekonominin kara deliği olduğunu savunan hükümet 67 hastanenin kapatılacağını, 670 doktor ve 2000 sağlık personelinin işine son verileceğini duyurudu. SA⁄LIK HAKKI ‹Ç‹N Boc hükümeti açıklanan politikaları uygulamak için hemen kolları sıvadı ancak zaten Avrupa’nın en yoksul ikinci ülkesi olan Romanya’da bu politikaları hayata geçirmek halka

getirmeye çalıştıklarını açıklayarak, özrü kabahatinden beter denebilecek bir manevra yaptı. Ne var ki bu geri vites sokakları sakinleştirmeye yetmedi. Bunun üzerine Arafat ikna edilerek istifa ettiği görevlerine geri getirildi ancak Boc ve Başesku’nun bir adım daha geri gitmeleri de bir işe yaramadı. Bu sırada eylemlere yönelik polis saldırıları da tabiki son şiddetiyle devam etti.

Avrupa’da son bir yıla damgasını vuran kriz karşıtı eylemler Romanya’da farklı bir boyuta ulaştı. Eylemlerin sağlık hakkı temelli ilk toplumsal ayaklanma olması büyük önem taşıyor

“ölün” demekle eşdeğerdi. Özellikle son bir yıldır tüm dünyada sokaklara çıkan ve kendileriyle benzer taleplerde ortaklaşan dünya halklarını örnek alan Romenler, iş sağlık hizmetlerinin özelleştirmesi raddesine gelince isyan etti. Ülkede hızlandırılan özelleştirme politikalarına hükümetin içinden muhale-

fet eden ve sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması ve kurumsallaştırılması konusunda ülkenin en önde gelen isimlerinden biri olan Raed Arafat’ın istifası eylemlerin kıvılcımını çaktı. Sağlık Bakanı Yardımcısı ve kendi kurduğu İlk Yardım Teşkilatı’nın (SMURD) başkanı Arafat, IMF ile yapılan görüşmeler sonucun-

da hükümetin sağlık alanında yapacağı özelleştirmelere karşı çıkıyordu. SMURD’un da özelleştirilecek kurumlar listesine alınmasıyla birlikte Arafat’ın istifa etmesi, Romanya sokaklarını sağlık hakkı temeliyle örgütlenen ilk toplumsal hareketin sahnesi haline getirdi. Devlet Başkanı Trayan

Başesku’nun Arafat’ı “solcu” ve “özel sağlık hizmetlerine düşman” diye “suçlayarak” itibarsızlaştırmaya çalıştırması da ters etki yaptı ve Romanya sokakları hükümeti sarsan sağlık hakkı eylemcileriyle doldu taştı. Eylemler nedeniyle köşeye sıkışan Başesku, SMURD’u yok etmeyi çalışmadıklarını, sadece rekabet ortamı

GER‹ V‹TES YETMED‹ Halkın öfkesini basit bir iki siyasi manevrayla dindiremeyeceğini anlayan Boc ve Başesku son çare olarak “sağlık reformu” paketinin geri çekildiğini açıkladı. Ancak bu da yeterli olmadı ve Romenler hükümetin ve cumhurbaşkanının istifa etmesi için sokaklarda mücadele etmeye devam ettiler. Romanya’da verilen sağlık hakkı mücadelesinin yarattığı en büyük endişe ise eylemlerin başarılı olma ihtimali oldu. Eylemlerin başarıya ulaşması sağlık hakkı mücadelesinin verildiği “diğer ülkelere örnek olmasın” diye AB ve IMF hemen devreye girdi ve sorunun çözülmesini istedi. Romanya’da verilen mücadele Türkiye ve Yunanistan’daki sağlık hakkı mücadelelerine örnek olur mu bilinmez ama Romanya’da yaşananların işaret ettiği en önemli şey önümüzdeki dönemde egemenlerle emekçiler arasındaki en büyük mücadele alanlarından birinin sağlık olduğunu göstermesi oldu.

Tahrir hala Meclis’in dışında M

Euro yoksa, sen de atla H alkın haklarına sahip çıktığı “ben ödemiyorum” eylemleri Yunanistan’ın ardından İspanya’da da boy gösterdi. Ulaşım hakkına sahip çıkarak metroya parasız binmek isteyen gençlere polis saldırdı. İspanya’nın başkenti Madrid’de sosyal paylaşım sitelerinden haberleşerek bir araya gelen gençler, metro duraklarının girişlerinde toplandı. Yaptıkları konuşmalarda ulaşımın bir hak olduğunu söyleyen gençler, Türkiye’de de benzer örnekleri yaşanan turnikeden atlama eylemini gerçekleştirmek üzere çağrıda bulundular. Polisin “Sol” durağında katı güvenlik önlemleri alması üzerine “Callao” durağına giden gençler, turnikelerden atladı, ancak metro içinde polis saldırısına uğradı. Çıkan olaylarda 4 kişi gözaltına alındı ve bir polis yaralandı. Ulaşım hakkına sahip çıkan halkların doğrudan eylem yöntemleri tüm dünyada yayılıyor. Türkiye’de Halkevleri ve Öğrenci Kolektifleri gibi hak mücadeleleri pratiklerini ortaya koyan muhalif yapılar, ülkenin dört bir yanında turnikeden atlama, otobüslere kart basmama gibi doğrudan eylemler gerçekleştirmişti. Yapılan eylemlere ulaşım zamlarına ya da niteliksiz ulaşıma tepki gösteren binlerce kişi de katılmıştı. Doğrudan ve kitlesel eylem biçimleri, hukuki mücadelelerin meşruluğunu da güçlendirmiş, kimi kentlerde zamların geri çekilmesi sağlanmıştı. Caracazo ya da Sacudon adıyla bilinen ve 27 Şubat 1989’da Venezüella’da yaşanan halk ayaklanması da ulaşıma yapılan yüzde 100’lük zam sonrası patlak vermişti. Halk zamlara karşı doğrudan eylem yoluna gitmiş, 19 kente yayılan eylemlerde çıkan çatışmalarda çok sayıda kişi yaşamını yitirmişti. Caracazo Ayaklanması “Yoksulların tepelerden indiği gün” olarak tarihe geçmişti.

ısır’da Hüsnü Mübarek yönetiminin 25 Ocak 2011’de halk ayaklanması sonucu devrilmesinin yıl dönümüne iki gün kala yeni Meclis ilk oturumunu yaptı. 28 Kasım-11 Ocak tarihleri arasında gerçekleşen seçimler sonucunda belirlenen yeni Meclis’te yüzde 73’le İslamcı partilerin ağırlığı var. Liberaller yüzde 9, laik sol ve sağ partilerden oluşan Mısır Bloku yüzde 7, kimi sosyalistlerin ve Tahrir Meydanı eylemcilerinin Devrim Sürüyor İttifakı ise yüzde 4 oy aldı. Öte yandan, askeri yönetim altında ve alelacele gerçekleşen bu seçim süreci, Tahrir eylemlerinin asıl öznelerini engellediği eleştirisiyle 19 Kasım’da Tahrir’de ikinci bir ayaklanmayı tetiklemişti. Ordunun ve Müslüman Kardeşlerin (MK) ittifakıyla bastırılan bu ikinci ayaklanma, seçim sürecinin, yeni parlamento bileşenlerinin ve ordunun gayrimeşru yüzünü açığa çıkarttığı gibi, Mısır’ın daha çok isyanlara gebe olduğunu da gösterdi. SANDIKTAN ‹SLAMCILAR ÇIKTI Seçimlerde ilk iki sıra yüzde 47 ile MK ve yüzde 24 ile Selefi Nur Partisi tarafından paylaşıldı. Ülkenin en örgütlü gücü olması, arkasındaki büyük sermaye desteği, ABD ve orduyla uzlaşması nedeniyle MK’nin ibirinci parti çıkması kimseyi şaşırtmadı. Neoliberal ekonomi politikaları sayesinde büyük bir sermaye grubu da oluşturan MK, katı İslam yorumuna rağmen

7

iklim 5 kıta

‹srail genel grevde

İ

srail’de hükümetin vergi artışlarına karşı süresiz genel grev ilan edildi. Genel greve park işçileri, okul taşıtları şoförleri, temizlik işçileri, güvenlik görevlileri ve yiyecek-içecek çalışanlarının katılacağı duyuruldu. Eğitim, güvenlik, taşıma, çevre ve kültür alanlarında yapılması planlanan bütçe kesintilerine karşı gerçekleştirilecek genel grevin Tel Aviv, Hayfa ve Kudüs’te etkili olması bekleniyor. İsrail’de geçtiğimiz aylarda sosyal adaletsizliği ve gelir eşitsizliğini protesto eden eylemler yapılmıştı.

Libya’da terse dönüfl

L

ibya’da iktidarı devralan Ulusal Geçiş Konseyi (UGK) için işler yolunda gitmiyor. Kaddafi devrildikten sonra ülkede ABD destekli bir rejim kurmaya çalışan UGK’nın binası 22 Ocak’ta basıldı. Kendilerine sormadan kanun çıkaran UGK Başkanı Mustafa Abdülcelil’in arabasını yakan eylemciler, kendilerini sakinleştirmeye çalışan Abdülcelil’e taş ve şişe fırlattı, bina önünde el bombaları atıldı. UGK önünde eylem devam ederken 23 Ocak’ta Kaddafi yanlısı grupların Beni Velid kentini ele geçirdiği haberi geldi. Kaddafi’nin kalesi olarak bilinen kentten gelen haber Libya’da önümüzdeki sürecin sakin geçmeyeceğini gösterdi.

Madende grev ve kazan›m

B zamanla sistemle uyumlulaşmıştı. Selefi Nur Partisi’nin yüzde 24’lük oyu ise seçimlerin asıl sürpriziydi. Katar’ın finansal desteğine sahip olan Selefiler de ekonomik anlamda neoliberal politikaları benimsemekle birlikte sosyal hayatta katı bir şeriat hakimiyetini savunuyor. Mısır’da Siyasal İslam’ın ton farklarını anlamak açısından iki kıyaslama öne çıkıyor. Birincisi, Mısır Anyasası’nda 1970’lerden bu yana “Anayasa’nın temel kaynağı şeriattır” yazıyor. İslamcılar bu maddenin “Anayasa’nın tek kaynağı şeriattır” şeklinde değişmesini istiyor. İkincisi de toplumsal yaşama ilişkin. Selefiler top-

lumsal hayatın tamamıyla şeriata göre düzenlenmesini savunurken MK bunu “şimdilik” öncelikli olarak görmüyor. TAHR‹R’E KARfiI NEOL‹BERAL ‹TT‹FAK Tahrir Meydanı’nda dile getirilenlerin önemli bir bölümünü emekçilerin ücret ve hak talepleri oluşturuyordu. Asgari ücretin yükseltilmesi, bağımsız sendikal örgütlenme ve grev hakkı; sağlık, ulaşım ve barınma koşullarının iyileştirilmesi yönündeki talepler ve devam eden Tahrir eylemleri karşısında İslamcılar ve ordu el ele verdi. Grev ve gösterilere yönelik yasaklamalar ve

saldırılar sürüyor. Öte yandan ayaklanma sürecinde 1,5-2 milyon işçinin örgütlendiği Mısır Bağımsız Sendikalar Federasyonu öncülüğündeki fiili işçi direnişleri sürerken, Tahrir isyanının asli unsurları da sokak eylemlerinde ısrar ediyor. Tahrir’in asli öznesi olmamasına karşın, seçimden galip çıkan MK, aslında bir kez daha halk muhalefetine karşı öne çıkarılmış durumda. Finansal desteği zayıf halk örgütlenmelerine şans tanımayan seçim sistemi ve baskıcı yasaların sürekliliği nedeniyle Meclis’te henüz karşılığını bulamayan Mısırlı emekçiler için ise kavga bitmiş değil.

Suriye’de emperyalist gözlem sürüyor S

uların durulmadığı Suriye’de Esad iktidarı gerek ülke içinde gerekse ülke dışında meşruluk sağlayarak baskıyı kırmak için hamlelerde bulundu. Ancak Arap Birliği ve işbirlikçi rejimler baskılarını durdurmadı. Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife El Tani, 14 Ocak günü “Suriye’ye dış müdahale şart” sözlerini sarf ederek bu talebi ilk dillendiren isim oldu. Açıklama pek çok ülkede tepki de uyandırırken, Beşşar Esad ertesi gün ‘siyasi af’ ilan ederek meşruluğunu artırma yoluna gitti. 10 aylık süreçteki tüm tutuklamaları kapsayan af

sonucunda 5255 kişi serbest kaldı. 5 Ocak’tan bu yana Suriye’de bulunan Arap Birliği gözlemcileri, af ilanını olumlu bulsa da baskısını sürdürüyor. Birlik, gözlemci heyetinin bir ay daha Suriye’de kalmasına, denetim ve gözlemci sayısının artırılmasına karar verdi. Birlik, Suriyeli muhaliflerin taleplerini de görerek Esad’a “Görevi yardımcına bırak. 2 ay içerisinde Ulusal Birlik Hükümeti kurulsun. Aksi taktirde konuyu Birleşmiş Milletler’e götürürüz” tehdidinde bulundu. Esad ise “İçişlerimize karışmayın, teröristlere yardımı kesin” yanıtını verdi.

ulgaristan’da termik elektrik santralleri için kömür üreten Maritza İztok maden ocakları işçilerinin maaş zammı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebiyle başlattıkları grev kazanımla sona erdi. Maaş zammı talepleri kabul edilen işçiler işbaşı yaparken, elektrik üretimi konusunda kaynak sıkıntısı çeken Bulgaristan’da altı gün süren grevin 3 milyon euroya mal olduğu açıklandı.

Yemen’den Salihi’ye: ‘Dokunulmaz de¤ilsin!’

Y

emen hükümetinin 9 Ocak’ta çıkardığı, eski devlet başkanı Ali Abdullah Salihi’ye dokunulmazlık veren yasa on binlerce kişi tarafından protesto edildi. 22 Ocak’ta Başkent Sana'nın Değişim Meydanı'nda toplanan göstericiler, yasanın iptal edilmesi gerektiğini dile getirdiler. Maaşlarını alamayan Yemenli askerler de aynı gün havaalanlarını kapatarak eylem yaptı. Yemenlilerin eyleminden bir gün sonra Salihi ABD’ye tedavi için gitmeden önce bir açıklama yaparak iktidarı boyunca yaptıkları için Yemenlilerden özür diledi.


6

İNSANCA YAŞAM 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Yazmak baflka yaflamak baflkaym›fl alkın Sesi’nin gündem toplantılarının hiç eksik olmayan konularından birisi “sağlık”tır. Gazetemizin insanca yaşam sayfası için sağlık alanındaki gelişmeleri yakından takip ederiz. Çünkü AKP’nin sağlıkta dönüşüm programını başlattığı 2003’ten bugüne hak mücadeleleri alanının en istikrarlı ve toplumsal açıdan yaygınlaşan başlıklarından birisi sağlık hizmetleri oldu. Gazetemizin altı yılı geride bırakan yayın hayatına baktığımızda, katılım payları, aile hekimliği, ilaç krizi, acil servislere ilişkin düzenlemeler ve 1 Ocak 2012’de yürürlüğe giren genel sağlık sigortası sayfalarımıza taşıdığımız sağlık haberlerinden ilk akla gelenler. Sağlığın piyasalaştırılması sürecinin bir parçası olarak sağlık pazarının büyütülmesi amacıyla çalışan hükümetin, muayene masrafları ve kamu bütçesinde payı giderek artan ilaç masraflarının yükünü halkın Özge sırtına yükleyeceğini de yine Yurttaş sayfalarımızda duyurmuştuk. ozgeyurttas@ 21 Ekim 2011 tarihli gmail.com 142’inci sayımızda hazırladığımız “Üç paralık sağlığımız ve çöken sağlıkta dönüşüm” dosyasında hükümetin yeni bir reçete tarifesine geçtiğini anlatmış, reçetelerin üç kaleme kadar ilaç yazılması durumunda 3 lira, üç ilaçtan sonra yazılan her halem için de 3’er lira olacağını okurlarımıza aktarmıştık. Aynı dosyada iktidarın, muayene olan hastalardan aldığı “katılım payı” uygulamasına da yeni fiyat tarifesi getirdiğini yazmış, aile hekimine muayene olmanın bedelinin 3, devlet hastanesinde 6 TL, Üniversite hastanesinde muayene olmanın ise 9 TL olduğunu haberleştirmiştik. Sağlıkta dönüşüm programında çöküş başlamış, Türk Tabipler Birliği’nin dediği gibi AKP’nin sağlık alanındaki başarısına ilişkin “masal bitmişti”. Hükümetin 2012-2014 Orta Vadeli Ekonomik Programını okuyup, sağlıkta masrafların “yararlanıcılar” ile paylaşılması maddesinin ne anlama geldiğini gazetemizde haber yapsak da tam olarak idrak etmek için acil serviste sağlık sisteminin sinsi düzeniyle yüzleşmek gerekiyormuş. Meğerse sağlık sistemimiz ancak kurnaz bir tüccarın akıl edebileceği sinsi düzeneklere sahipmiş. Bir akşamüstü saatinde Türkiye’nin en işlek hastanelerinden birisinin acil servisine gittiğimde servisin boş olması ve hiç sıra beklemeden muayene olabilmek beni şaşırttı. ‘AKP gerçekten çalışıyor muydu? Herkes artık sağlık hizmetine istediği an rahatça erişebiliyor muydu yoksa?’ diye düşünerek muayenemi tamamladım. Doktorumun yazdığı dört ilacı almak üzere nöbetçi eczanenin yolunu tuttum. İşte Türkiye’nin AKP tipi sağlık gerçeğiyle burada tanıştım. Eczacı doktorun yazdığı 4 ilaç için benden 30 lira istiyordu. Sağlık güvencem olduğu halde ilaçlara neden 30 lira ödemek zorunda olduğumu anlamamıştım. Eczacının söylediğine göre yazılan ilaçlardan birisi “branş dışıymış.” Acil serviste bulunan doktor pratisyen hekimdi. Oysa iyileşmem için kullanmama gerek gördüğü ilacı ancak uzman bir hekim yazabilirmiş. Sosyal güvencem olduğu halde hekimimin kullanmak için uygun gördüğü ilacı para ödeyerek almak zorunda kalmıştım. Bu durumun sebebini uzun süre Halkevleri Sağlık Hakkı Meclisi’nde çalışma yürüten bir hekim arkadaşıma sordum. Uygulamaya dair anlattıkları “piyasalaştırılarak” sakatlanan sağlık sisteminde ilaç faturasını azaltmak için hekim üzerinde halkın cebi aracılığıyla denetim kurulduğunu gösteriyordu. Koruyucu sağlık hizmetleri yerine tedavi odaklı bir sağlık anlayışı benimseyen AKP’nin sağlık reformu kendisine büyük fatura çıkaran ilaçlar konusunda sınırlamaya gitmiş. Hekimlerin fazla ilaç yazmasını engellemek için branş dışı ilaç yazılması durumunda bu ilaçları sosyal güvence kapsamında olsanız dahi ödemiyor. Bu durumda hekiminiz çoğunlukla hastanın cebinden para çıkmaması için bu ilacı yazmıyor. Yazarsa da hekimin “kural ihlalini” hasta kendi cebinden ödüyor. İşte AKP’nin sağlık düzeni: Sağlık pazarını büyüteceğim diye masrafları artır. Bu masrafları da vatandaşa ödetmek için bin bir türlü kural icat eti. Yayınladığın genelge ile muayeneyi paralı yap, sosyal güvencenin hizmet ve ödeme kapsamını daralt. Acil servisin kapısından bakınca sağlık sisteminde yaşananın masal değil trajedya olduğu görülüyor.

H

Ak süte AKP zehri karıştı G

ıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, TBMM’de süt üretimi ile ilgili verilen soru önergelerini yanıtladı. Eker, 17 Ocak’taki açıklamasında piyasadaki sütlerde karaciğer kanseri, sarılık ve siroz riskini artıran antibiyotik kalıntısı ve aflatoksin M1 maddelerinin olduğunu doğruladı. Bakanlığın denetimlerine göre mevzuata uygun üretim yapmayan şirketler ile ilgili gerekli yasal işlemleri başlatacaklarını söyleyen Eker, bu şirketlerin adlarını kamuoyuna duyuracaklarını belirtti. Açıklamaları tartışma başlatan Mehdi Eker, ilerleyen günlerde katıldığı bir televizyon programında “Yanlış anlaşıldım. Ben sanayide üretilen sütten bahsetmiyorum” diyerek sözlerini yalanladı. Şirketleri kurtarma çabasına girişen Eker, inanırlığını artırmak için canlı yayında süt de içti. Ancak Eker’in süt üretiminde sermayeyi koruyan açıklamaları, bir yandan AKP politikalarının sonuçlarını, diğer yandan sermayenin gıda piyasasında kurduğu tahakkümü de gözler önüne serdi. ZARARLI SÜTTEN A⁄ZIMIZ YANACAK Mehdi Eker’in açıklamalarını Halkın Sesi’ne değerlendiren Çiftçi-Sen Genel Başkanı Abdullah Aysu, Eker’in piyasadaki sütlerde sağlığa zararlı maddelerin olduğunu söylerken haklı olduğunu belirtti. Aysu’nun verdiği bilgilere göre sütlere karışan maddelerin, esas kaynağı yemler. Türkiye, tarım alanlarında çok sayıda mera bulunmasına karşın neoliberal politikalar nedeniyle yem alanında yüzde 60 oranında dışa bağımlı hale geldi. Şirketler tarafından maliyeti düşürülerek getirilen yemler; kanser, sarılık ve siroz gibi hastalıklara davetiye çıkartan maddeler barındırıyor. Bu maddeler süt de karışıyor. Süt ve et üretimini artırmak için alınan yemler, hayvanların da iliklerine kadar sömürülmesine neden oluyor. Sütün sağlıksızlaşması tartışması, 4 Ocak 2012’de İzmir’de düzenle-

Bakan Eker, sütlerde sağlığa zararlı maddeler olduğunu açıkladı, ardından süt içerek kendi sözlerini yalanladı. Sütte ithal yeme dayalı üretim arttıkça tehlike de artıyor

nen bir çalıştayda da gündeme geldi. Tarım Ekonomisi Derneği ve Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Tarım Ekonomisi Bölümü tarafından yapılan çalıştay, “Başka bir hayvancılık sistemi mümkün mü?” sorusuna yanıt aradı. Tarım, hayvancılık, gıda ve çevre uzmanlarının, iktisatçı, hekim ve veterinerlerin ve en önemlisi süt teknologlarının üzerinde uzlaştığı sonuç şu oldu; “Doğal beslenme yöntemleri ne kadar terk edilirse, ithal yeme dayalı üretim ne kadar

artarsa, sütteki tehlike de o kadar artar. Bugünün koşullarında üretilen süt, insanları hasta etmeye yeter.” SÜTE KATILAN NEOL‹BERAL‹ZM Mehdi Eker’in kendisini yalanlamasına neden olan ise süt piyasasını tam denetimine almak için adım atan şirketlerin baskısı. Bakanın 17 Ocak’taki açıklamalarından iki gün önce Zaman gazetesine çıkan habere göre Et ve

Balık Kurumu (EBK), süt piyasasına müdahale edecek. Habere göre kurumun adı “Süt, Et ve Balık Kurumu” olarak değişecek ve süt piyasası özel sektör tarafından yönlendirilecek. Gazete, haberinde kurumun Yönetim Kurulu Başkanı Bekir Ulubaş’ın açıklamalarına yer verdi. Piyasadaki süt fiyatlarının kontrol edileceğini söyleyen Ulubaş, özel sektör temsilcilerinden oluşacak 50 kişilik “Süt Komisyonu”nun kurulacağını ve bu komisyonun

görüşleri doğrultusunda hareket edileceğini açıkladı. ETTE YAfiANAN SÜTTE YAfiANACAK Eker’in korumaya çalıştığı, Et ve Balık Kurumu Yönetim Kurulu Başkanı’nın “Görüşleri doğrultusunda hareket edeceğiz” dediği özel sektör, süt piyasasında nasıl hareket edeceğini 2010 yılındaki et ithalatı tartışmalarında göstermişti. 2010 Mayıs’ında dönemin Tarım ve Köyişleri Bakanı Mehdi Eker, et fiyatlarının düşürülmesi amacıyla bir seferlik et ithalatı yapılacağını açıklamıştı. Ancak ithalat ne bir sefer ile sınırlı kaldı, ne de et fiyatlarında düşüş sağladı. Bakanlığın ithalat izni verdiği özel şirketler hem maliyetteki ucuzlamadan dolayı ciddi kâr elde etti, hem de et piyasası üzerinde denetim kurdu. Böylece neoliberal politikalar, hayvancılık, besicilik ve kesim sektörüne de ithalat yoluyla girmiş oldu. ‘SEBEP NEOL‹BERAL‹ZM, SORUMLU AKP’ Süt Komisyonu’nun kurulması ve süt piyasasının sermayenin güdümünde yürütülmesi konusunda da değerlendirmeler yapan Abdullah Aysu, “Piyasanın kontrolü bu özelleştirilmiş kurumlara geçti mi, hükümet sadece kararları uygulamak zorunda kalır. Bu kurumlar halkı değil, parayı düşünür. İthal yemlerle piyasayı düzenleyecek, devletin denetim yapmasını da engelleyecekler. Sistem budur. Zaten bakanın sarf ettiği sözleri geri almasının nedeni de şirketlerin baskısıdır” dedi. Bakanlığın zararlı yemleri denetlemekle görevli olduğunu hatırlatan Aysu, Eker’in icranın başı olarak şikayet etmesinin görev suçu olduğunu söyledi. Aysu, Türkiye’nin bu kadar çok merası olmasına karşın yem ithal etmesinin, yemlerin denetlenememesinin ve halkın sağlığının tehlikeye atılmasının AKP’nin neoliberal gıda, tarım ve hayvancılık politikaları olduğunu belirtti.

Öğrenci ders, bakan özelleştirme çalıştı öncesinde zorunlu din dersinin önü de açılmış oldu. Hakkında açılan çok sayıda dava ve AİHM kararlarına karşın zorunlu din dersi uygulaması yaygınlaştırıldı. Otistik engelli öğrencilerin ihtiyacı olan beden dersi saati azaltılırken, zorunlu din dersi saati artırıldı.

İ

şletme bölümü mezunu ve personel yönetimi uzmanı Ömer Dinçer, daha önceki görevlerinde başarıyla uyguladığı neoliberal - piyasacı politikaları, eğitim alanında da hızla yürürlüğe soktu. 652 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile bakanlığı piyasa koşullarına uygun bir yapıya büründüren Dinçer, tüm idari işlemleri kendisine bağladı. Bakanlık yöneticilerine ise sözleşmeli çalışma dayatıldı. Bir dönem boyunca “sponsorlu okul”, “ayrıcalıklı devlet okulu” gibi uygulamalar ile okullar şirket esaslarına göre çalışmaya zorlandı. Barınma, beslenme, donanım gibi sorunlar ise çözümsüz kaldı. Daha fazla piyasacılık, çocuklar için daha fazla rekabet, eğitim emekçileri için daha fazla güvencesizlik anlamına

geldi. Dershane sayısı artışını sürdürürken, ücretli ve sözleşmeli öğretmenlik yaygınlaştırıldı. Bakanın, atama bekleyen 300 bin öğretmen için sarf ettiği “Atanamıyorlarsa iş bulsunlar” sözleri ise AKP’nin iki yüzlü politikalarını gözler önüne serdi. Milli eğitim müfredatındaki ırkçı, gerici

ve cinsiyetçi yaklaşım Dinçer döneminde pekişti. 100 Temel Eser’in dilleri gericileştirilerek güncellendi, Yaradılış Atlası tüm okullara bakanlık tarafından gönderildi. Kutlu doğum haftası ulusal bir etkinlik sayılarak eğitim gündemine sokulurken, Diyanet ile birlikte ‘umre ziyareti’ organize edildi. Kuran kurslarındaki

yaş sınırı ise yıllar sonra kaldırıldı. Son olarak imam hatip liselerinin orta bölümlerinin açılmasını sağlamak amacıyla zorunlu eğitimin 4+4+4 yıl olarak düzenlenmesi için çalışmalar başlatıldı. Okul öncesi ve ilköğretim müdürlüklerinin birleştirildiği Milli Eğitim Bakanlığı’nda okul

VAN’DA DERT ÇOK Eğitim alanındaki yıkıcılığın en somut örneği ise Van’daki depremde yaşandı. Öğrenciler yıkılan, hasar tespiti yapılmayan, aylar geçmesine rağmen onarılmayan okullarda eğitim alıyor. Zorunlu hizmet olarak bölgeye gönderilen öğretmenlerin geçim ve barınma ihtiyaçlarını gidermek için herhangi bir adım atılmadı. Van’daki sorunların çözülmemesi, öğretmenleri de haklarını sokakta arama yoluna itti.

Engelliye sokak da yasak E

ngellilere yaşam hakkı tanımayan yönetim anlayışına en somut örnek Aynur Balaban ile engelli kardeşi Fatma Balaban’a sokakta yürümeyi bile çok gören Beşiktaş Belediyesi oldu. Ortaköy’de 26 yıl boyunca açtıkları tezgâhı kaybeden iki kardeş, semt meydanında gürültü yaptıkları gerekçesiyle şikâyet edildi. Aynur Balaban ile işitme, görme ve zihinsel engelli kardeşi Fatma, 26 sene boyunca Ortaköy’de ‘entel pazarı’ olarak bilinen alanda tezgâh açtılar. Tezgâhlar, Beşiktaş Belediyesi’nin ‘güzelleştirme’ diyerek yaptığı operasyon sonucunda kaldırıldı. Pazar esnafı ile birlikte eylemlere katılan iki kardeş, ‘elebaşı’ oldukları gerekçesiyle belediyenin engellemeleriyle

karşılaştı ve tezgâhlarını geri alamadı. Balaban kardeşlerin sorunları bununla bitmedi. Ortaköy Meydanı’nda oturan işitme, görme ve zihinsel engelli Fatma Balaban, gürültü yaptığı gerekçesiyle esnaf tarafından şikâyet edildi. Zabıta amirinden “Esnaf sizden rahatsız oluyor. Kardeşini buraya getirmeyeceksin” uyarısını alan Aynur Balaban, Halkın Sesi’ne yaptığı açıklamada kamusal alanları kullanmanın bir hak olduğunun altını çizdi. Yaşananları ‘ayrımcılık’ olarak niteleyen Balaban, “Fatoş istediği yerde istediği gibi oturur. Bakkal dükkânı işletir gibi belediye yönetiyorlar” dedi. ENGELL‹LER DAYANIfiMA ‹Ç‹NDE Aynur Balaban, yaşadıklarını

Halkevleri Engelli Hakları Atölyesi’nden Mahmut Keçeci’yle de paylaştı. Bunun üzerine harekete geçen Keçeci, zabıta müdürünü arayarak bilgi almak istedi, ancak müdürden “Siz evde horoz besleyebiliyor musunuz? Besleyemezsiniz. Başkalarını rahatsız edemezsiniz” yanıtını aldı. Belediyenin ihmali sonucu metroda düşerek ayağını kıran Keçeci, tezgâhın Fatma’nın sosyalleşmesi için bir ihtiyaç olduğuna dikkat çekerek “Ayağım kırılmasaydı Aynur ve Fatma ile Ortaköy’de çadır kuracaktık” dedi. Engelli bir yurttaşı kamusal bir alanı kullanmaktan men eden olay engelliler tarafından TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na da taşınacak.

Polisten karne hediyesi İ

lk ve ortaöğretim öğrencilerinin karne heyecanı Ağrı’nın Doğubeyazıt İlçesi’nde polisin coplu ve biber gazlı saldırısına dönüştü. Dr. Reşat Erden Lisesi’nde 20 Ocak Cuma günü karnelerini almaya spor kıyafetlerle giden öğrenciler, okula alınmadılar. Sadece karne alacakları için okul üniformalarını giymediklerini söyleyen öğrencilere okul müdürü “Üstünüzü giyinin, yoksa karnenizi alamazsınız” dedi. Öğrencilerin karnelerini almakta ısrar etmesi üzerine müdür, okula polisi çağırdı. Polis okula gelerek öğrencilere coplarla ve biber gazlarıyla saldırdı. Saldırı sonucunda birçok öğrenci yaralandı. Öğrencilerden Rumet Batur, polisin kendilerine çok sert bir biçimde saldırdığını söyledi. Batur, bir kadın arkadaşının yerde sürüklendiğini, kendisinin ise 5 polis tarafından tekme tokat dövüldüğünü aktardı.


7

İNSANCA YAŞAM 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Vadi ya direnecek ya direnecek Başbakanın işaretiyle ivmesini arttıran kentsel dönüşüm projelerinin ilk hedefi Dikmen Vadisi. Gökçek’in v a d i i ç i n s ö y l e d i ğ i t e k ş e y “ Y a o r a y ı y ı k a c a ğ ı z y a o r a y ı y ı k a c a ğ ı z ” o l d u. V a d i ’ n i n c e v a b ı a ç ı k “ d i r e n e c e ğ i z” diği şekilde kullanarak kamuoyuna tek bir mesaj veriyor “Ya orayı yıkacağım ya orayı yıkacağım”. Yıkımlarda bu kadar kararlı olan Gökçek, medya eliyle toplumu yanıltacak çalışmalardan da kaçınmıyor. Belediyenin çıkarttığı bültende TOKİ’nin farklı bölgelerdeki evlerinin fotoğraflarını koyan Gökçek vadi halkına bu bültende yer almayan başka evler sunuyor. Bunun yanı sıra yine aynı bültende herkese net 71 metrekare ev verdiğini söylerken vadi halkı yaptıkları çalışmalar sonucunda kendilerine 54 metrekare ev verildiğini ortaya çıkardı. Son olarak bir televizyon kanalına çıkarak vadiyle ilgili, bir saatten uzun süren bir program yapan Gökçek yıkım saldırısını meşrulaştırma çabasından burada da vazgeçmedi. Belediye ve Barınma Hakkı Bürosu arasındaki görüşmeleri yıkımı meşrulaştıracak biçimde cımbızlayarak anlatan Gökçek sunucusunun kışın ortasında insanların evsiz kalacağını hatırlatması üzerine “Tamam kış kıyamet biraz canımız sıkılacak bunu kabul ediyorum ama yapabileceğimiz başka bir şey yok” diyerek Vadi halkının bu şekilde ajitasyon yaptığını öne sürdü.

V

an depreminin ardından Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarından güç alan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Dikmen Vadisi’ne yönelik yıkım çalışmalarını hızlandırdı. Altı yıldır verilen mücadeleyle oluşan kamuoyunu unutmayarak bunu bertaraf etmek için çalışmalar yürüten Gökçek’in başbakandan icazeti aldıktan sonraki ilk işi belediye meclisinden bir yıkım kararı çıkartmak oldu. Ardından yandaş medya kuruluşlarına vadi ile ilgili beyanatlar veren Gökçek diğer yandan da Barınma Hakkı Bürosu temsilcileri ile görüşmeler gerçekleştirdi. Gökçek, bu görüşmelerde vadi halkına arsa ya da ev satma çabasında girerken kamuoyuna “anlaşıyoruz” imajı verdi. Ancak vadide yapılan toplantıların sonucunda Gökçek’in sunduğu şartların yoksul halk için uygun olmadığı, vadi halkı tarafından belirlendi. Yapılan ikinci görüşmede vadi halkı Gökçek’in sunduğu şartları kabul edemeyeceğini söyleyerek vadi halkının sosyo-ekonomik durumunu gözeten yeni koşullar önerilmesini istedi. MASADAN KALKTI SALDIRMAYA BAfiLADI Vadi halkının sunulan şartların vuygun olmadığını iletilmesi üzerine Gökçek görüşme masasından kalktı. Vadi halkının tüm ısrarına rağmen, Gökçek kendi sunduğu anlaşma koşulları dışında bir alternatifi kabul etmedi. Masayı terk etmeyen vadi halkı ise “Biz çözümün bu masada olduğunu biliyoruz. Gelin konuşalım” diyerek tekrar bir yıkım savaşına girmek istemediklerini söyledi. Gökçek’in masadan kalkmasının

Melih Gökçek, uzun zamandan bu yana haz›rland›¤› büyük y›k›m için kollar› s›vad›. Vadiye kapsaml› bir plan ve kolluk kuvvet eflli¤inde girme plan› yapan Gökçek’i vadililer karfl›layacak. Vadi halk› dayan›flma için gelmek isteyen Ankaral›lar› kendilerine sald›r› olmas› durumunda Vadinin girifl noktas› olan ‹lker Son Durak’ta buluflmaya ça¤›rd›.

ardından saldırılar da hızlı bir şekilde başladı. İlk olarak 1 Şubat 2007’den sonra kitlesel anlamda ilk kez mahalleye gelen yıkım ekipleri sözleşmeyi imzalayarak evlerini terk eden hak sahiplerinin evlerini yıkmaya başladı. 11 Ocak sabahı yangından mal kaçırırcasına iki gecekonduyu yıkan ekipler mahalleye sonradan yerleşen, atık kağıt ve metal toplayarak yaşamını

sürdüren 3 çocuklu Korkmaz ailesini evsiz bıraktı. Sabahın erken saatlerinde mahalleye gelen yıkım ekipleri Korkmaz ailesinin eşyalarını bile almasına izin vermeden adeta evlerini başlarına yıktı. Barınma Hakkı Bürosu’nun müdahalesiyle diğer yıkımları ertelemek zorunda kalan ekipler daha sonra tekrar saldırmak için mahalleyi terk etti.

Yıllardır belediyenin hiçbir hizmeti mahalleye uğramazken yıkımlar için ekipler seferber oldu. Ankara’nın soğuğunda buz tutan yollar yıkım makinelerinin çalışabilmesi için tuzlandı. GÖKÇEK HALKI YANILTIYOR Her ne olursa olsun yıkımları yapacağını söyleyen Melih Gökçek yandaş televizyon ve gazeteleri iste-

SALDIRILARA KARfiI VAD‹ D‹RENMEKTE KARARLI Konuyla ilgili Sendika.TV’ye konuşan vadi temsilcileri ise Gökçek’in yandaş gazete ve TV’lere çıkarak kendileri hakkında asılsız iddialar öne sürdüğünü söylüyor. Vadililer barınma hakları için mücadele etmekten vazgeçmeyeceklerini belirterek belediye ile savaşmaktan yana olmadıklarını ama barınma haklarının gasp edilmesine de göz yummayacaklarını vurguluyor.

Vanlılık İstanbul’da da zor ERDO⁄AN DEM‹R

V

an’da 23 Ekim’de meydana gelen depremin ardından Van’daki yaşam koşullarına hep birlikte tanık olduk. Ama göç eden Vanlılara çok rastlamadık. Yaşadıkları koşullarsıkıntılar konuşulmadı. Acaba Van’dan deprem nedeniyle göç edenlerin hayatları nasıl? Bu sorunun cevabını aramak için yola çıktık. Depremin ardından Van’dan getirilip İstanbul’a yerleştirilen aile ve öğrencilerle, öğrencilerin öğretmenleriyle görüştük. Öğrenciler ve aileler söyleşi yapmaktan çekindikleri için bu sayıda isimlerini vermeden sadece gözlemlerimizi ve konuştuklarımızı aktaracağız. ‘VAN’LILAR ‹STENMED‹ Kartal Uğur Mumcu Mahallesi Hacı Hatice Bayraktar Lisesi’nde yaklaşık 50 “Vanlı” var. Okulun yerleşikleri için onların tek tek adları yok. Hepsi “Vanlı”. “Vanlılar” ürkek bakışları, etrafında olan bitenden kendini soyutlamak istercesine başları önde kimsenin gözünün içine bakmayan tavırlarıyla hemen kendilerini gösteriyorlar. Bir öğrenci okula geldikleri ilk günleri şöyle aktarıyor, “Bizlere karşı öğretmenlerimiz çok iyi davranıyor ama bazı arkadaşlarımızın ayrımcı tutumunu hep görebiliyorduk. Bir gün servisten iner inmez ayaklarımızı bastığımız yerde pis ‘Vanlılar pis Kürtler defolun’ diyen bir yazı gördük. “Öğretmenlerimiz

hemen yazının silinmesini sağladı. Bugün hala özellikle bazı öğrenciler sürekli açığımızı arıyorlar ve biz (Vanlılar) hep bir arada durmak zorundayız, böyle hissediyoruz.” Bu konuda görüştüğümüz lise öğretmeni, “Vanlıların” geldiği ilk günden çarpıcı bir örnek anlatıyor. Teneffüste birileri Van’dan gelen öğrencilere gülmüş. Zaten tedirgin olan Vanlı öğrenciler hemen toplanmışlar ve öğretmenlerine okuldan gitmek istediklerini söylemişler. Öğretmenler öğrencileri ikna etmeyi başarmışlar fakat bize bunu anlatan öğretmen arkadaşımız bu tip gerginliklerin sürekli gündemde olduğunu söylüyor. Öğretmenler ayrıca çocukların adaptasyon sürecinin sadece rehberlik servisi ile göstermelik çözülmeye çalışıldığını, bunun yetersiz olduğunu söylüyorlar. Öğrencilerin birçoğu ailelerinin hiç bir geliri olmadığı için kırtasiye malzemesinden dahi yoksun kalmış. Ayrıca bu öğrenciler kaldıkları yerden servislerle alınıp okula bırakılıyor ve ders biter bitmez araçlarla götürülüyorlar. Yani okul

saatleri dışında “Vanlı” olmayan öğrencilerle bir kaynaşma şansları yok. Kaldıkları yer ise yaşadıkları sıkıntının başka bir boyutunu oluşturuyor. Dışarıdan bakılınca 5 yıldızlı oteli andıran bir huzurevi yerleşkesi... İstanbul’un çatısı denilen Yakacık’tan bakılınca Yalova’ya kadar tüm Marmara’yı gören bu huzurevinde her balkondaki en az on battaniye, dışarıyla içerinin bir olmadığını gösteriyor. Huzur evine girdiğimizde etrafta koşuşan çocuklarla, İBB ve valiliğin gönderdiği yemeği bekleyen kadınlarla karşılaşıyoruz. En büyük yük gene onlarda. Erkekler ise pek dışarıda gözükmüyorlar sadece kapının girişinde oturan bir kaç kişi var. Hiçbiri konuşmuyor. Biz konuşmak isteyince ise içerdeki güvenliğe yönlendiriyorlar. Anlaşılan bu konu kendileri ile önceden konuşulmuş. Dışarıdaki 5 yıldızlı gösteriş kapıda ambulans ve sürekli bekleyen polis arabası; içeride 55 ve 25 metrekarelik tam 550 daire. 2000’e yakın insan, 700 civarında ilköğretim-lise öğrencisi. 55 metrekarede 9 insan,

25 metrekareye 5 kişi... 25 metrekarelik daireden bir örnek: Kalp hastası ve böbrek hastası baba, iktisat mezunu bir abi, işletme 3. sınıf, lise 1 ve 2’inci sınıfta okuyan üç kardeş toplam beş kişi.. 55 metrekarelik bir dairede ise amcasının oğlu ile birlikte gelen, üniversiteye hazırlanan 18 yaşında bir genç, bu gencin ilkokula ve liseye giden 3 kardeşi, amcasının oğlunun hamile eşi, 3 ve 6 yaşında iki çocuk, toplam sekiz kişi biri yolda... Her iki ailenin de geri kalan fertlerini soramıyoruz, belki de korktuğumuz cevabı verecekler diye...

FEM’LE ANLAfiMA Kartal İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü bir şube müdürünü neredeyse bir okulun nüfusuna sahip bu yerleşkedeki öğrencilerin etüt sorununu ve diğer eğitim sıkıntılarını çözmek üzere görevlendirmiş. Ancak binada yeteri kadar etüt salonu ya da çalışma odası yok. Üniversite hazırlığı yapanlar için etüt programı ise çok yoğun(!) 1 tane matematik öğretmeni hem de hafta da bir gün geliyor. Pazartesileri YGS-LYS’ye hazırlanan mezun (12. Sınıf öğrencileri dahil değil) öğrencileri dershaneye gön-

Liselilerin kitapları Van için Van’daki depremzede kardeflleriyle dayan›flmak ve kente bir kütüphane kurmak için aral›k bafl›ndan beri kitap kampanyas› yapan Liseli Genç Umut üyeleri, 14 Ocak’ta bir konser düzenledi. Konsere bilet yerine kitapla girildi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ni dolduran yaklafl›k 600 liseliyi, Kolektifler “Liseli kardefllerimiz, üniversitemize hofl geldiniz” pankart›yla karfl›lad›. Etkinlikte Genç Umut ad›na yap›lan konuflmada liselilerin e¤itimi satanlara,

flifrecilere ve cemaatçilere karfl› eflit, paras›z, bilimsel e¤itimi ile demokratik lise taleplerini savunaca¤› belirtildi. Liseli grubu Karapatl›can’›n ve Bandista’n›n parçalar› ile coflan ö¤renciler, Mavi Göç’ün flark›lar›nda horona durdu. Konserde son olarak Onur Ak›n sahne ald›. Etkinli¤e LeMan yazarlar›, BKM oyuncular›ndan Emre Canpolat ve Arka S›radakiler dizisi oyuncusu Bar›fl Atay da destek verdi. Etkinlikte toplanan 3 bine yak›n kitap kolilerle Van’a gönderildi.

dermeye söz vermişler. Cemaate yakınlığıyla bilinen FEM Dershanesi’yle anlaşmışlar. Ama çoğu, 1. basamak sınava gireceği için ilgilendikleri konular dershanede çoktan işlendiğinden gitmemiş. Kartal Belediyesi ise sadece yer tahsis etmiş ancak bütün giderler İBB ve valilik tarafından karşılanıyor. Kartal Belediyesi’nin rehberlik, psikolojik destek ve kadınlara yönelik önerdiği çeşitli kurs çalışmalarının yapılmasına izin verilmemiş. İBB ve Valilik sadece yemek işini üstlenmiş. Onun dışındaki giderler ise hiç bir geliri olmayan Vanlıların sırtında. Konum itibari ile yerleşim yerlerinden uzak olan yerleşkeye en yakın bakkal 1-2 km uzakta. Yaşam koşulları pek iç açıcı değil. Ama Van’daki durumu düşündüklerinde buradaki durumdan hoşnut olmadıklarını söylemek zor. Ancak konum itibari ile ‘’dışarı’’ ile bağları son derece zayıflamış. Dışarı ile oluşan bu izole durumu açık cezaevi koşulu gibi değerlendirenler de var.

Orda bir köy var uzakta arka bir ürünü diğer benzerlerinden ayıracak ve satışını sağlayacak bir tanıtım aracıdır. Marka olma kavramı, Josiah Wedgwood’un ürettiği porselenlere kendi ismini basmasıyla günümüzden 2 asır kadar önce kullanılmıştır. Bir kentin “marka kent” olması da benzer bir durumdur. O kentin satışını sağlayacak bazı tanıtım araçlarıyla donanmasıdır. Marka kent kavramı 2000’li yılların başında lügatimize girmeye başladı. İzmir’in kongre kenti olması, İstanbul’un 2010 yılı için Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi gibi gelişmeler marka kent kavramını dillere pelesenk etti. Dış Ekonomik İlişkiler Müdürlüğü stajyeri Betül Alaş imzalı “Marka kent olmak 1” başlıklı broşürde şu cümleyle marka kent kavramını özetliyor: “Marka olmuş bir kent, Alp Tekin yeni yatırımcılara güven Babaç verir.” Yani söz konusu kent atb@ olunca ve marka işin içine sendika.org girince pazarlananın kent rantı olduğu da gün gibi ortada. Marka kent kavramı, kentin neoliberal politikalar çerçevesinde sermaye lehine karlı kılınabilmesini ifade ediyor. Zengine “marka” olan kent, yoksula zindan oluyor. Nasıl ki markanın üzerine basıldığı ayakkabıyı üreten emekçiler o ayakkabıyı giyemiyorlar ve vitrinlerden izliyorlarsa; inşaat işçileri de inşa ettikleri rezidanslara hiçbir zaman giremiyor ve televizyonlardaki reklamlardan seyrediyor. Rezidanslarla sunulan “yeni hayat”, “seçkin komşular” yoksulları pek enterese etmiyor fakat orta sınıflarda kısa süreli morfin etkisi yaratıyor. Orta sınıflar da elektrikleri kesilince, kar yağdığı için evlerine ulaşamayınca titreyerek bu morfin etkisinden uyanıyorlar. Tabii marka olmanın “güven özveri tecrübe” istediği de bilinen bir gerçek. Neoliberalizmin yaratmaya çalıştığı kent algısı ile “marka kent” kavramı birebir örtüşüyor. Hatta postmodernizmin dibine vuruyor. Tercümesi basit: Bir kentte birçok aksaklık, kent sakinlerinin şikayet ettiği birçok konu olabilir, kentteki hakim ulus ve mezhep ya da dünya görüşü dışındaki diğer unsurlar hayvan muamelesi görebilir, hiç mühim değil. Önemli olan kentte sermaye açısından yatırım alanının olması ve kenti dışa açmaktır. Dışa açarken de hangi dış memlekete açılacağına özen göstermek gerekir. Örneğin sen tutup 1990’ların sonunda İstanbul’u “Avrupa kenti yapacağım” derken birden Arap sermayesi Dubai’yi yaratıverirse afallarsın. Bunların yanı sıra kentin kaba görüntüsü de zevahiri kurtarmalıdır. Tabii bu zevahir, egemen unsurun bakış açısına göre olmalıdır. Yoksa evi yıkılması gereken yoksulların görüşü istisnadır, bu da kaideyi bozmaz. Bu doğrultuda İstanbul’un yöneticileri de İstanbul’un marka kent olması için ellerinden geleni yaptı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı Genel Sekreteri Eyüp Özgüç, 14 Nisan 2008’de şunları söylemişti: “Önümüzdeki 3 yılda İstanbul'u bir ‘marka kent’ haline getireceğiz.” 12 Haziran seçimleri için AKP’nin projeleri de ne güzeldi öyle. Kanalistanbul, İki İstanbul gibi. Kanalistanbul’un tanıtımı bir simülasyon üzerinde tüm kamuoyuna izletildi. Ama simülasyonda bir şey yoktu sanki. Kar ve elektrik kesintisi. 16 Ocak’ta Marmara’nın elektriği gidiverdi. Metro durdu, doğalgaz kesildi, kent ulaşımı felç oldu. Dersliklerdeki talebeler ve eğitimciler dondu… Ertesi gün, 17 Ocak. Bu sefer de 3 saat kar yağdı ve trafik kilitlendi. İnsanların bir yere daha kolay ulaşması için yapılan yollar, SSK kuyruklarına döndü. 1 kilometrelik yolu 4 saatte geçebildi İstanbullu. Neden? Marka kent olmaya giden yolun dikenleri işte. Metrobüslerin donan yolda yokuş çıkamadığı gerçeğiyle yüzleşti İstanbullu. Kar, zamansız yağmıştı. Karın tam iş çıkışı saatlerine denk gelmesi büyük talihsizlikti, yoksa İstanbul’da sorun yoktu. 2009’un 9 Eylül’ündeki sel, marka kentte 32 can aldı. Neden? Marka olmak için gayret sarf eden AKP’li Büyükşehir Belediyesi’nin ıslah edemediği, daha doğrusu maliyeti çok olduğu için etmeyi gerekli görmediği dereleri taşmıştı. İstanbul – elektrik = felç İstanbul + kar = felç Yukarıdaki denklemde felç gördüğümüz yere ne yazarsak yazalım “İstanbul”lar marka olsa olmasa da birbirini götürüyor. Elimizde olmayan elektrik ve yağan kar kalıyor. 16 Ocak’taki elektrik kesintisi ve 17 Ocak’ta sadece 3 saat yağan karın ayrı ayrı felç ettiği İstanbul, yani 2010’un kültür başkenti, ahir zamanın finans merkezi İstanbul için yükselen sesleri duyar gibiyim: Ordaaa bir köy var uzaktaaa…

M

Halk›n Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Tomtom Mahallesi Örtmealt› Sokak No: 6/3 BEYO⁄LU/‹STANBUL Bas›ld›¤› Yer Taflbask› Matbaac›l›k Yay. ve Amb. San. Tic. Ltd. fiti. Bask› Tesisleri Kocaeli /‹ZM‹T (0262 335 45 29) editor.halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.


8

EMEK 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

‹dare mi edece¤iz irade mi koyaca¤›z kamuoyuna sorsanız şu anda İSK’in 14. Genel Kurulu 10DİSK’in en çok aidat alan ama (en D 11-12 Şubat tarihlerinde iyi ihtimalle) kendi üyelerinin hakgerçekleşecek. Bu genel kurulda larının korumakla sınırlı bir çizgi DİSK’in sınıf mücadelesine ilişkin ne tür iddiaları gündeme getireceği izleyen sendikasını mı bilirsiniz yoksa tersane mafyasıyla dişe diş 11-12 Ocak tarihlerinde yapılan mücadele ederek tersane gerçeğini “Genişletilmiş Başkanlar Kurulu” toplantısında ele alındı. Toplantının bütün kamuoyuna duyurup DİSK’in bayrağını hükümetin sonuç bildirgesine işçi hareketinin gözüne sokan Limter-İş’i mi… Bir gerçek sorunları ve DİSK’in bu süreçte üzerine düşen yükümlülük- yıldır Samsun Gazi Devlet Hastanesi’nde direniş sürdüren lerini görmekten uzak genel geçer politik söylemlerle günü kurtarmayı Devrimci Sağlık İş’in direniş çadırını bir kez olsun ziyaret etmeyen, amaçlayan bir tutum sinmiş. asgari ücret mücadelesine Fransız DİSK’in ülkenin ağır politik sorunkalan bir DİSK yönetimi, hadi larına kayıtsız kalmayacağı ifade Fransız kaldınız Bakanlık önündeki edilmekle birlikte aslında ne politik eylemde saldırıya uğrayıp gözaltına sorunlara ne de işçi hareketinin alındıktan sonra Ankara’nın sağır güncel sorunlarına bugünün sultanının bile duyup “geçmiş gerçekleri üzerinden nasıl müdaolsun karşılamasına geldiği” sağlık hale edileceği konusunda bir işçilerinin eylemine dahi lütfetmücadele çizgisi görülmüyor. meyen, tüm demokratik kurumlar Temel sorun DİSK’in işçi sınıfı ve milletvekillerinin izlediği, içerisinde nasıl yeniden güç haline taşerona karşı mücadelede simge geleceğini açıkça tartışmak ve dava haline gelen, yasadışı ihalelere DİSK’i buna göre tepeden tırnağa karşı çıkan ve 27 yılla yargılanan yeniden örgütlemek değil midir? Adana Balcalı işçilerinin davasına DİSK işçi sınıfı içerisindeki bütün bile gelmeyen bir DİSK nasıl bir yapısal değişimlere, örgütlülük ve sendikal mücadele tasavvur etmekbilinç düzeyindeki bütün gerilemetedir? lere rağmen halen sadece 30 yıl Kuşkusuz bu şekilde önceki işkolu esaslı bir süre daha idare toplu sözleşme edilebilir. Her nasılsa sendikacılığını yapmaya sendikal hareketi zorlayan devam edecek midir, bir işçi hareketi bulunmayoksa bütün imkanlarını maktadır. Öyle olunca (daha önceki yetkili kurul kim ak kim kara toplantılarında –en anlaşılamamaktadır. azından tarafımızdan Ancak meseleyi “idare defalarca sunulmuş mi edeceğiz” yoksa “irade olduğunu bildiğimiz-) mi koyacağız” olarak bugünün ihtiyacı olan görmek gerekir. Zira sınıf örgütlenme ve hareketinin kendine bir mücadele stratejilerini Tufan yol bulmaya çalıştığı bir tespit edip sadece işkolu Sertlek dönemi yaşıyoruz. Bir toplu sözleşmelerine taraftan yaprak dayanan sendikal çizgi Dev Sa¤l›k-‹fl Yönetim Kurulu kımıldamıyor gibi yerine devrimci bir görünüyor ama diğer Üyesi sendikal örgüt gibi taraftan elinizi değdiğiniz mücadeleye mi soyunaher yer mücadelenize caktır? DİSK’in önündeki yanıt veriyor. DİSK’in eli temel sorun budur. DİSK bu soruönümüzdeki dönem sınıf mücadenun cevabını doğru biçimlerde lesinin nabzının attığı her işyerine, verip gereğini yapmaya başladığında gerçek anlamda DİSK her organize sanayi bölgesine, her işçi mahallesine değecek mi olabilir ve ülkenin bütün temel değmeyecek mi? İşkolu meselelerinde ciddi bir taraf haline sendikacılığını aşan bir anlayışla gelebilir. Bu konuda özellikle son dönem- örgütlü örgütsüz, işsiz, kayıtdışı tüm işçi sınıfının mücadele örgütü lerde DİSK’te merkezi düzeyde olmak yolunda tüm olanaklarının yapılan bir şey var mı? Yok. Son başkanlar kurulu bildirgesinde yeni seferber edecek mi, yoksa aynı hamam aynı tas yoluna devam mı mücadele stratejisine ilişkin bir edecek? açılım var mı? Yok. Bildirinin Eğer DİSK tıpkı 1967’de olduğu başlığının bile gerçek hayatla ilgisi gibi yeni işçi dinamiğini örgütlemek yok: “Genel Kurula tek yumruk, ve o dalganın üzerinde yükselmek tek yürek giden DİSK…” DİSK istiyorsa bugünün Paşabahçe’sini, içerisinde kamuoyuna yansıyan bir Kavel’ini örgütlemek zorundadır. Ve tartışma mı var ya da sınıf harekebu irade ancak mevcut sendikal tine ilişkin bir yol ayrımı mı çıktı da anlayışın ve yapılanışın –kuşkusuz bu genel kurulun önemine binaen tüm değerler ve birikimler tartışmaları bir yana bırakıp “tek üzerinden- değiştirilmesi ve yumruk, tek yürek olma” mesajını yenilenmesiyle mümkün olabilir. öncelikle topluma sunuyoruz? Temel sorun birleşik bir emek Tamamen bir “iç dünya”ya ait tartışmalar, anlaşmazlıklar, küskün- hareketini yaratmanın dinamiklerini doğru okumak ve bu dinamiklerin lükler üzerine kurulu saflaşmaların mücadeleye kazandırılması ve sınıf hareketi açısından ne anlamı örgütlenmesi için bütün imkanları vardır? Gerçek hayatla bir ilgisi (örgüt-kadro-maddi olanaklar vb.) olmayan yapay ayrımları ortadan seferber etmektir. kaldırıp “tek yumruk” olmanın kime ne yararı ya da zararı olacak ‹DARE DE⁄‹L ‹RADE ki! Yeni bir sınıf hareketinin gökten DİSK’in 12 Eylül sonrası bugüne zembille inmeyeceğini bildiğimize kadarki hali Yılmaz Erdoğan’ın bir göre elimizdeki olanakları en iyi ara meşhur olan şiirinin adı gibi. Yılmaz Erdoğan’ın sevgilisine “Ben şekilde kullanmak ve mücadelenin hizmetine sunmak gerekiyor. senin beni sevebilme ihtimalini Kuşkusuz DİSK bu anlamıyla en sevdim” dediği gibi biz de DİSK’e önemli ve değerli örgüt olma özel“Ben senin yapabilme ihtimalini liğini taşıyor. Bu nedenle DİSK’in sevdim” diyerek mi sürdüreceğiz? önümüzdeki dönem işçi hareketine Ancak biz DİSK’in 1980 öncesi yapacağı doğru müdahaleler son efsaneleriyle avunmaya devam derece önemlidir. Bunun için ederken hayat yanı başımızdan DİSK’in “idareci-sendikacı” zihgürül gürül akıp gidiyor. Güvencesizleştirilen, örgütsüzleştiri- niyetinden hızla uzaklaşıp kendi len, yoksullaştırılan milyonlarca işçi bünyesindeki tüm dinamikleri taşıyarak varolan sınıf dinamizminin hayatın içinde debelenip duruyor. DİSK’te egemen olması sağlanDİSK bu kavganın tam da malıdır. Atıl, sadece mevcut işyeri göbeğinde yer alması gerekirken toplu sözleşme düzenine takılıp hala resmi sendikacılık yaparak, kalmış, kendi iş kolundan başka bir kendi tüzüğünü bile bir önceki yere burnunu bile uzatmayan dönemin koşullarından kurtarma sendikal anlayışların değil dişe diş iradesini bile gösteremeyerek mücadele eden, yeni işçi dinamikhayatın gerçek dinamiklerinden lerini sınıf mücadelesine hızla uzaklaşmaktadır. kazandıran, yasal prosedürlerin arkasında sürüklenmek yerine NEREYE KADAR ‹DARE mücadelenin ihtiyaçlarını kendi EDECE⁄‹Z? yasası haline getiren bir sendikal DİSK Genel Kurulu’nun önünanlayış DİSK’in yönetimine deki görev şimdiye kadar olduğu taşınmalıdır. Bu olasılık, bütün zorgibi “parası olan sendikaların” luklarına rağmen DİSK’in 12 Eylül yönettiği bir DİSK yönetimi mi sonrası 20 yıllık tarihinde -1 oluşacak yoksa DİSK’in mücadele Mayıs’ların kazanılması gibigeleneğini sürdürmeye çalışan anlamlı bir kırılmaya yol açabilir. sendikal yapıların etkin olduğu ve DİSK’in bu yoldaki seçeneğini kulyeni bir mücadele stratejisini ve lanmak için sonsuz sayıda hakkı dinamizmini DİSK’e kazandıracak yok. Bir zaman gelir ki, zaten kimse bir yeniden yapılanma anlayışı mı dönüp DİSK ne yapıyor diye bakyönetime gelecek? Aidat alan ve maz, çünkü başka bir yerde başka DİSK’e aidat ödeyen sendikaların bir dinamik filizlenmiştir ve işçiler daha şimdiden delege sayısının orada başka bir örgüt kurmaya ağırlığını kazandığı fakat Devrimci başlamışlardır bile… Tıpkı Sağlık İş’in toplu sözleşme yap1967’dekilerin yaptıkları gibi… madığı için “aidatlı” da olsa üye Ama 1967 öncesinde bu topraklarsayısı sıfır gösterilerek sadece iki da bir DİSK yoktu. Bugün bu delegeyle katıldığı bir DİSK Genel değeri, geleneği ve birikimi Kurulu’na gidiyoruz. Demokratik geleceğe taşıma zamanıdır…

Ciğer kediye emanet Ç

alışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, taşeron işçi dernekleri yöneticilerini ağırladı. Görüşmenin ardından bakan ve dernek yöneticileri Hak-İş Genel Merkezi’ni ziyaret etti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, 13 Ocak günü Türkiye’nin 19 kentinden gelen taşeron işçi dernekleri yöneticilerini makamında ağırladı. Taşeron işçi dernekleri yöneticileri, yaşadıkları sorunları Bakan Çelik’e iletti. Çelik, görüşmenin çıkışında Anadolu Ajansı’na toplantıda konuşulanlar hakkında kısa bilgiler verdi. Taşeron işçilerin yıllık izin kullanamadığını, bir yıldan az çalışıyor gözüktükleri için kıdem tazminatı alamadıklarını, ücretlerinin yetersiz olduğunu ve sendikalaşma talepleri olduğunu söyleyen Çelik, “Bu sorunlar bu dönemde çözüm bulacak” dedi. Kamu Şirket İşçileri Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği de (KAŞİD) internet sitesinde Çelik’le gerçekleştirilen görüşmeyi yayımladı. KAŞİD, gerçekleştirilen görüşmede taşeron işçilerin sorunlarının 14 madde altında toplandığını ve Bakan Faruk Çelik’in bu sorunların 4 ay içinde çözüleceğine dair söz verdiğini belirtti. HEPS‹ ‹fi KANUNU’NDA VAR Görüşmede tartışılan 14 madde, taşeron sisteminin devam ettirilmesini öngörüyor ve AKP’nin emek alanında yaratacağı yıkıma göre taşeron şirketinin nasıl şekilleneceğine dair önemli bilgiler içeriyor. 14 maddeden oluşan ve Çelik’in “çözeceğiz” dediği sorunlar şu şekilde: “İş Kanunu’nun taşeron

Taşeron işçi dernekleri Çalışma Bakanı’nı ziyaret etti. Bakan, ‘sendikalı olmak istiyoruz’ diyen işçileri Hak-İş’e götürdü

Taşeron işçiler kazandı

2

ilişkisini düzenleyen 2. Maddesi’nin değiştirilmesi. Yıllık izinlerin İş Kanunu’nda daha da tanımlı hale getirilmesi. Ücretlerin zamanında verilmesi. İhale dönemlerinde taşeron firmaların yararlandığı promosyonlardan işçilerin de yararlanması. Kıdem tazminatı fonunun aylık olarak işçilerin hesabına yatması. İş garantisi verilmesi. İhale sürelerinin bir yıldan fazla olması. Döner sermayelerden işçilerin de yararlanması. Sendikal hakların sağlanması. Toplu sözleşme hakkının sağlanması. Fazla mesai ücretlerinin verilmesi. Babalık ve süt izni verilmesi. Ameliyathane, röntgen, yoğun bakım, aciller gibi riskli alanlarda çalışanlara ek ödeme yapılması. Kılık kıyafetlerin değiştirilmesi.”

Yukarıdaki maddeler üzerinde taşeron derneklerinin tamamı mutabık değil. Örneğin Sivas KAŞİD, kıdem tazminatının fona devredilmesinin işten çıkarmaları kolaylaştıracağı görüşünde. İş garantisi ile ilgili Çelik’in net bir şey söylemediğini belirten KAŞİD üyeleri, “Sendikalı olmak istiyoruz” şeklindeki taleplerine Çelik’in “Bunun için bir engel yok” şeklinde yanıt verdiğini ifade etti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nda yapılan görüşmenin ardından taşeron işçi de bakanlıktan çıktı. Milli Kütüphane’nin yanından geçip İnönü Bulvarı’nı takip eden bakan ve işçi derneği yöneticileri Tunus Caddesi’ne döndüler ve biraz ilerleyip 37 numaralı

binanın önünde durdular. Burası Hak-İş Genel Merkezi’ydi. ÇOCUKLAR MERAK ETM‹fi B‹R SEND‹KA GÖRSÜNLER Bakan Çelik ve taşeron işçi dernekleri yöneticileri Hak-İş Genel Merkezi’ne birlikte girdi. Orada yapılan görüşmede Hak-İş Genel Başkanı ve Genel Sekreteri hazır bulundu. Çelik, Hak-İş Genel Merkezi’nde yaptığı konuşmada ziyaretin, işçilerin “Sendikalı olmak istiyoruz” talebine yanıt olarak gerçekleştirildiğini söyledi. Hak-İş Genel Başkanı da işçilerin sendikalı olmaları için ellerinden geleni yapacaklarını söyledi ve ziyaret hep birlikte çekilen bir hatıra fotoğrafının ardından son buldu.

1 Aralık 2011’den beri Maltepe Belediyesi önünde direnişlerini sürdüren işçiler 17 Ocak günü kazanıma ulaştı. İşçilerle Maltepe Belediyesi yetkilileri arasında yapılan görüşmeler sonrasında işten çıkarılan işçilerin 23 Ocak Pazartesi günü işbaşı yapması, haftalık 45 saati aşan çalışma sürelerinin fazla mesai olarak kayda geçmesi ve iş ekipmanlarının işçilere sağlanması kararlaştırıldı. Ayrıca, bu gelişmeleri takip edecek bir komisyon kurulmasına karar verildi.

‘Başhekim ve bakanlık ödesin’

Sendikaların yetkileri AKP’de V gütlerinin güçlendirilmesinin ve toplu sözleşme haklarının artırılmasının doğru olmadığı görüşünde bakanlar, işverelerin sorun yaşayacağı ve işçi maliyetlerinin yükseleceği gerekçesiyle yasaya taş koyuyor.

2

2 Eylül 2011 tarihinde son değişiklikleri yapılan yeni sendikalar yasası halen Bakanlar Kurulu’nda bekliyor. Sendikaya üye olurken veya sendikadan istifa ederken gereken noter şartının kaldırıldığı, işkolu barajının binde 5 oranına çekildiği yasa Bakanlar Kurulu’nda beklerken Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, sendikaların üye sayılarını ocak sonunda açıklayacaklarını söyledi. Çelik, Türkiye’deki sendikalı işçi sayısının 3,6 milyon değil, 880 bin olduğunu söyledi. Çelik ayrıca sayılar açıklandığında biri Hak-İş’ten, 12’si Türk-İş’ten olmak üzere 13 sendikanın barajı geçeceğini ve yetki alabileceğini söyledi. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı her yıl ocak ve temmuzda Türkiye’deki sendikalı işçi sayılarını açıklar. Bakanlık, istatistiklerini de resmi internet sitesinden duyurur. İstatistikler, hangi işkolunda kaç işçinin çalıştığını ve bu işçilerin kaçının hangi sendikaya üye olduğunu gösterir. Bakanlık tarafından yayımlanan sayılara göre hangi sendikaların toplu iş sözleşmesi yetkisine sahip olduğu belirlenir. Mevcut 2821 sayılı sendikalar

kanuna göre bir sendikanın toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için bulunduğu iş kolundaki tüm işçilerin yüzde 10’unu örgütlemesi gerekir. Bakanlık sendikalı işçi sayılarını en son 2009’un Temmuz’unda yayımlanmıştı. PATRONLARLA HEMF‹K‹R BAKANLAR Başbakan Yardımcısı Ali Babacan, Maliye, Ekonomi, Teknoloji, Kalkınma ve Aile bakanları, 2012’nin zor bir yıl olacağını ve böyle bir dönemde işçi ör-

Ülker’in amentüsü sendika düşmanlığı ‹slami sermaye gruplar› sürekli olarak helal yollu para kazand›klar› düflüncesini yaymaya çal›fl›rlar. Tez Koop-‹fl’in 12 Ocak günü gerçeklefltirdi¤i eylem ‹slami sermayenin temsilcilerinden Müstakil Sanayici ‹fladamlar› Derne¤i’nin (MÜS‹AD) göz bebe¤i Ülker Grubu’nun amentüsünü gözler önüne serdi. Tez Koop-‹fl üyeleri 12 Ocak Günü, Ülker’in ba¤l› oldu¤u Y›ld›zlar Holding’in ‹stanbul’daki Genel Merkezi önüne siyah çelenk b›rakt›. Bu çelenk, Ülker’in sendika düflmanl›¤›n› temsil ediyordu. Çünkü

fiok marketleri sat›n alan Ülker grubu ilk ifl olarak 1995’ten bu yana Tez Koop-‹fl’e üye olan iflçileri sendikalar›ndan istifa etmeye zorlad›. Tez Koop-‹fl E¤itim Sekreteri Haydar Özdemiro¤lu eylemde yapt›¤› aç›klamada Ülker’in, iflçileri flirket arabalar›yla noterlere tafl›y›p sendikadan istifa ettirmeye çal›flt›¤›n› belirtti. Ülker’in suç iflledi¤ini ifade eden Özdemiro¤lu, Ülker’in suçta ›srar etmesi durumunda üretimden gelen güçlerini kullanacaklar›n› söyledi. Amentü, “bir olufl, düflünce veya ideolojinin temelini oluflturan de¤er yarg›lar›” anlam›na geliyor.

AKP: HAKEM KURULUNDA 1 SANA, 1 SANA, 9 BANA 12 Eylül 2010 tarihindeki referandumda kamu çalışanları için toplu sözleşme hakkını tanıyacağını ilan eden AKP, aradan geçen 18 aydan sonra hazırladığı yasa tasarısını 24 Ocak günü meclise sundu. Tasarıda hükümet ve kamu çalışanları konfederasyonları arasında yapılan görüşmelerde bağımsız olması kararlaştırılan Hakem Kurulu'nun 11 üyesinden 7’si Bakanlar Kurulu ve bakanlar tarafından atanacak. Kalan 4 üyenin ikisi Memur-Sen’den biri Kamu-Sen’den biri de KESK’ten gelecek. Hakem Kurulu, en az 8 üyenin katılımıyla toplanacak. Böylece AKP'ye ya da yandaş konfederasyon Memur-Sen'e tepki amacıyla toplantıya katılmamanın bir etkisi olmayacak.

Bilirkişi: BEDAŞ suçlu

İ

stanbul Gaziosmanpaşa’da Elektrik akımına kapılarak hayatını kaybeden işçinin ölümü ile ilgili dava sürerken bilirkişi BEDAŞ’ı suçlu buldu. Davaya bakan savcılık ek süre istedi. 11 Eylül 2010’da elektrik hattını tamir ederken elektrik akımına kapılarak hayatını kaybeden Erkan Keleş’in ölümünde bilirkişi, BEDAŞ’ı suçlu buldu. Bilirkişi, 14 Ocak günü Gaziosmanpaşa Savcılığı’na sunduğu raporunda kontrolün olmadığını, tesislerin bakımsız olduğunu ve Keleş’e mühendisin yapması gereken işin yaptırıldığını belirtti. Rapor üzerine savcılık, faillerle fiil arasındaki ilişkinin tespiti için ek süre istedi. Sosyal Güvenlik Kurumu’nun (SGK) hazırladığı raporda da BEDAŞ yüzde 40, taşeron şirket yüzde 40 ve ölen işçi Erken Keleş de yüzde 20 suçlu bulundu. SGK’ye bakılırsa, hayatında elektrik tamiratı yapmamış, elektriğin öldürücü özelliğini bilen Keleş, durduk yere elektrik direğine tırmanarak tamir etmeye kalkmış.

an Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tıbbi personel olarak çalışan İsmail Almalı, Sağlık Bakanlığı’nın 32 sayılı genelgesi gerekçe gösterilerek ücretinin düşürülmesine karşı açtığı davayı 12 Ocak’ta kazandı. Mahkeme, Almalı’nın ücretinin rızası olmaksızın düşürülemeyeceğini belirtti ve önceki ücretiyle yeni ücreti arasındaki farkın Sağlık Bakanlığı ve hastane başhekimliği tarafından ödenmesi gerektiğine hükmetti. 12 Mayıs 2009’da yayımlanan genelgeyle, taşeron sağlık işçilerinin ücretleri asgari ücrete düşürülmüştü.

AKP MMO’da hezimete uğradı

M

akine Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi'nde 30. Dönem Genel Kurulu ve seçimleri 21-22 Ocak'ta yapıldı. 22 bin üyesi olan odada 3500 üyenin katıldığı seçimleri Demokrat Mühendisler büyük farkla kazandı. Demokrat Mühendisler 2750'ye yakın oy alırken AKP’lilerin ağırlıkta olduğu liste 700 oyda kaldı. Genç üyelerin yoğun katılım gösterdiği seçimlerde Zeki Arslan, Süleyman Solmaz, Cenk Cihangir, Osman Serter, Orhan Atilla, Remzi Çakmaklı ve Zafer Güzey yönetim kuruluna seçildi.


9

YÜZ YÜZE 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Gidecek yeri olmayanların kongresi

AKP’nin toplum üzerindeki baskısının giderek arttığı, sendikacıların, öğrencilerin, gazetecilerin, Kürt siyasetçilerin hapse atıldığı bir siyasi atmosferde DİSK Genel Kurul’a gidiyor. Kıdem tazminatından bölgesel asgari ücrete, çalışma rejiminin güvencesizleştirilmesinden genel sağlık

sigortasına kadar emeğe yönelik saldırının yoğunlaştığı bir dönemde 10-11-12 Şubat tarihlerinde gerçekleştirilecek DİSK 14’üncü Olağan Genel Kurulu öncesinde Birleşik Metal-İş Genel Başkanı Adnan Serdaroğlu ve DİSK Sosyal-İş Genel Başkanı Metin Ebetürk ile görüştük.

D‹SK 14’ÜNCÜ GENEL KURULU’NA HAZIRLANIYOR

DİSK, direnenlerin onuncu köyü

D

İSK direnen sendikaların, direnen yapıların en önemlilerinden. DİSK şu anda onuncu köyde kalan insanlarla dolu durumda. Bizim gidebileceğimiz başka yer yok. Onuncu köy DİSK’tir

DİSK 8 Şubat’ta Genel Kurul’a gidecek. Bize bu genel kurulu değerlendirebilir misiniz? Adnan Serdaroğlu: Genel Kurulu’ndan önce nasıl bir atmosferde DİSK Genel Kurulu’na gidildiğini görmekte fayda var. Hükümetin politikalarına baktığımızda gerileyen birçok şey var ve bunların başında demokratikleşme geliyor. Zaten böyle bir idealleri yoktu ama kendi söylemlerini bile çiğnediler. Ülke, faşizan bir anlayışla yönetiliyor. Ekonomide dinamit gibi bir tehlike patlamaya hazır bulunuyor. Kürt sorununa baktığımızda Cumhurbaşkanı Gül’ün “Çok güzel şeyler olacak” dediği yerden, bugün 90’lı yıllara rahmet okutacak noktaya gelindi. Şimdi Kürt politikacıların hepsini içeri attılar, insanların üzerine bombalar yağdırdılar. Daha önce de bu tür şeyler oluyordu, çobanlar öldürülüyordu, halkın bombalandığını, eziyetleri, işkenceleri biliyorduk ama Uludere’de 35 insan, milyon dolarlık bombalarla param parça hale getirildi. Bu göz göre göre oldu. AKP, dış politikada çökmüş durumda. “Sıfır sorun” dedikleri dış politikada bugün neredeyse bütün ülkelerle kanlı bıçaklı bir duruma gelinmiş durumda. Önceden karşılarında mağdur pozisyonda olan ve böylelikle sempati toplayan AKP, bugün devleti, askeriyeyi, anayasayı, hukuk sistemini korur noktaya geldi. Bu da demek oluyor ki AKP devleti ele geçirmiş durumda. Üç gücü, yasama yürütme ve yargının aynı kişinin eline geçmesinin adı siyasi literatürde faşizmdir. Bunlar tehlikenin boyutlarını bize göstermesi bakımından önemlidir. Pekiyi emek örgütlerinin durumu nedir bu gelişmeler karşısında? Emek örgütlerine baktığımız zaman büyük bir bölümü bir biçimde AKP’nin politikalarına teslim olmuş durumda. Toplumun en örgütlü kesimi olan ve geçmişten beri muhalefet olma özelliğini taşıyan sendikaların teslim olması demokratikleşme umudunun da ortadan kalkacağı bir durumu açığa çıkartır. Çünkü sendikalar, güçlü bir şekilde kendilerini ifade edecekleri ortam olduğu takdirde, muktedirlerin her zaman tehlike olarak gördüğü unsurlardır. Onları da zapturapt altına almaya çalışıyorlar. Bugün baktığınızda sendikalı olmak adeta yasak ve böyle bir atmosferde sen nefes almaya çalışıyorsun. Sarı sendikalar sadece üye aidatları ölçüsünde, hükümetin ve sermayenin vereceği destekle ne kadar sürdüreceklerini düşünen bir anlayışla palazlandırılmış durumda. Sarı sendikalarda durum böyleyken

B

iz diyoruz ki “DİSK’in benziniyiz; biz yansak da DİSK devam edecektir.” Nasıl ki tarihsel olarak DİSK hep mücadeleyle kendini bugüne taşımışsa bundan sonra da böyle devam edecektir devlet olan cinayetlerin hiçbiri aydınlatılmadı. Hrant Dink mesela. Mustafa Suphi’den Bahçelievler Katliamı’na, 1 Mayıs, Maraş, Sivas, Çorum’a… Bunların hepsinin arkasında bir yapı var. Hrant Dink göz göre göre öldürüldü. Arkasında devlet var, derin de değil, bilinen devlet ve bunu da açığa çıkarmamak için her şeyi yapıyorlar. Olayların böylesine kör gözüne parmak şeklinde yaşandığı bir toplumda suskun kalmayan yapıları güçlendirmek zorundayız. Toplumun buna ihtiyacının olduğunu görmek zorundayız. Sosyalist partilere, güçlü emek örgütlerine ihtiyaç var. DİSK de toplumun bu ihtiyaçlarına yanıt üretmeli ve bu doğrultuda bir genel kurul yapmalı.

Adnan Serdaro¤lu diğer sendikalar toplumsal muhalefet gücü oluşturacak yapıya ulaşamıyorlar. Hükümet, “Sendikal özgürlükler olmasın, toplum örgütlü olmasın, demokratikleşme olmasın” diyor. İşçilerin daha kötü şartlarda yaşaması pahasına sermayeyle işbirliği yapıyor. Buna karşı “Hayır bu devam edemez, biz özgürlük istiyoruz” diyen güçlü bir sendikal yapı yok. DİSK ve KESK’in dışında böyle diyen bir unsur dahi yok. Böyle olunca hükümet dikensiz gül bahçesinde gibi. Bu gelişmeler karşısında DİSK ne diyor, nasıl bir genel kurul bekliyorsunuz? Biz de genel kurul öncesinde daha güçlü bir DİSK yaratmanın çabası içindeyiz. DİSK de hükümet tarafından hizaya çekilmeye çalışılıyor. Torba yasasıyla birlikte belediyelerde ortaya çıkan sürgünler, örgütlenme önündeki engeller vs. Biz ısrarla, hizaya çekilemeyeceğimizi söylüyoruz. Bu açıdan biz DİSK’in kongresine güçlü bir yapıyla gitmek istiyoruz. Birleşik Metal İş kongresini buraya yansıtmak istiyoruz. Diğer arkadaşlarımızla birlikte tek listeyle gidilebilecek, sorunların analitik değerlendirmelerini yapıp çözümlerin sunulacağı bir DİSK kongresi yapılmasını istiyoruz. “D‹SK’‹N BENZ‹N‹Y‹Z” Biz diyoruz ki “DİSK’in benziniyiz; biz yansak da DİSK devam edecektir” Nasıl ki tarihsel olarak DİSK hep mücadeleyle kendini bugüne taşımışsa bundan sonra da böyle devam edecektir. Sınıf mücadelesine inanan, haksızlığa boyun eğmeyen, muktedirler karşısında pes etmeyen, her türlü

Sendika başkanlarından oluşan güçlü bir DİSK yönetimiyle, AKP iktidarının politikalarına, sermayenin saldırılarına karşı güçlü bir DİSK yaratmaya çalışacağız hukuksuzluğa rağmen bunları aşmak için çaba sarf eden bir DİSK’in yaratılmasına ihtiyaç var. O açıdan da Bolu’daki toplantıda DİSK’in önemini bir kez daha anlatmaya çalıştık. “Mevzu DİSK’se gerisi teferruattır” bakış açısını aktarmaya çalıştık. İnsanların bir yerlere gelmesinin önemli olmadığını, önemli olan örgütün iyi bir yapılanma açısından hangi insanı nerede görmek istiyorsa öyle bir yapılanmaya DİSK’in ihtiyacı olduğunu anlatmaya çalıştık. Muhtemeldir ki başarılı bir toplantıdan sonra bunun sonuçlarını göreceğiz. Sendika başkanlarından oluşan güçlü bir DİSK yönetimiyle, AKP iktidarının politikalarına, sermayenin saldırılarına karşı güçlü bir DİSK yaratmaya çalışacağız. DİSK direnen sendikaların, direnen yapıların en önemlilerinden birisi. DİSK şu

anda onuncu köyde kalan insanlarla dolu durumda. Gidebileceği son nokta orasıdır. Bizim gidebileceğimiz başka yer yok. Onuncu köy DİSK’tir. Biz burada onuncu köydeki insanlarla birlikte, toplumun karamsar yapısını ortadan kaldıracak, güven verecek bir oluşumu yaratmaya çalışıyoruz. Biz özellikle şunu belirtmek istiyoruz. DİSK, zulme ve haksızlıklara karşı kurulan ve o doğrultuda mücadele eden bir konfederasyondur. Zulme ve haksızlıklara sözü olmayan dil bize lazım değildir. Biz, zulme karşı dili olan ve söyleyecek kelimesi olan insanlarla yolumuza devam edeceğiz. Herkes görüyor bu zulmü. İki damla bal için iki çuval keçiboynuzu çiğnemek zorunda kalıyoruz. Örgütlenmelerde muazzam enerji sarf ediyoruz ama istenilen sonuç alınmayınca umutsuzluk durumları da oluşabiliyor. Hükümet çıkıp “Ben yüzde 50 oy aldım” diyerek kendisini eleştiren her kesime saldırıyor, kendini haklı görüyor. Hatırlatmakta fayda var, Kenan Evren de yüzde 91 oy almıştı. O da mı doğru yapıyordu? Tabii biz bunları söylemek zorundayız. Sözün söylenmediği, sözlerin bir araya gelmediği ortamlarda diktatoryal anlayışlar boy verir. Biz DİSK’te sözlerimizi çoğaltmak ve bir araya getirmek istiyoruz. Birbiriyle dövüşen ağaçların dalları olmak istemiyoruz. Bu hem meyveleri döker hem de dallara zarar verir. Bu yüzden biz yıllardır edindiğimiz tecrübeleri bu dönemde hayata geçirmek zorundayız. Bakın, Türkiye’de yıllardır işlenen cinayetlerin, başta Kemal Türkler olmak üzere arkasında

YÜK OLANLAR D‹SK’TE TUTULMAMALI DİSK bugün, sendikaların güçlenmesiyle güçlenecek bir yapı. İçindeki sendikalar ne kadar güçlüyse ve DİSK’e enerjisini aktarabilirse DİSK o kadar güçlü olur. DİSK’te yönetime gelecek insanların onun sırtına yük olmaması gerekiyor. Bu zamana kadarki önemli eksikliklerden biri buydu. DİSK’e giden bazı yöneticiler, DİSK’e yarar sağlamaktan çok, DİSK’e yük oldular. Biz bundan ders çıkarıp DİSK’e yük olacak unsurları DİSK’te tutmamak gerektiğine inanıyoruz. D‹SK’‹N GÜCÜ: EKONOM‹K MÜCADELE ‹LE DEMOKRAT‹K MÜCADELEY‹ B‹R ARADA YÜRÜTEB‹LMEK DİSK’in sendikalarının gücünün yanı sıra ülke gündemine müdahale eden eylemleriyle de güç oluşturuyor. DİSK’in başarsın tek nedeni ekonomik mücadele ile demokratik mücadeleyi bir arada yürütmesine bağlı. Sadece ekonomik anlamda ücretlerin artırılması mücadelesiyle olmaz. Emek örgütleri demokrasinin temel unsurlarıdır. Emek örgütlerini demokrasiyi geliştirmek için kullanmazsanız tıkanır. Bu tıkanmalar da sendikayı işçinin gözünde düşürür. DİSK’e bakınca demokratikleşme mücadelesi vermiş, DGM’ye hayır eylemleri yapmış, fiili mücadelelerle grev hakkını koparmış. Örneğin 1 Mayıs’ın kazanılmasıyla ilgili uzun soluklu bir mücadele var. Bu DİSK’in toplumsal işlevinin önemini gösteriyor. Toplumun önünü açabilecek hareketler DİSK açsından gereklidir. Kürt sorunun çözümünde de DİSK’e ihtiyaç var. Diğer alanlarda da DİSK’e ihtiyaç var. DİSK kendini geleceğe taşımak istiyorsa işçi gözündeki güvenini devam ettirmek istiyorsa demokratikleşme işlevini en iyi şekilde yapmak zorunda.

Adliye büyütmek, fazlaca suç unsuru yaratmak demek Hukuk alanına dair gelişmelerden emekçiler nasıl etkilendi? Adnan Serdaroğlu: Hukuk sistemi ele geçirilmiş durumda. HSYK, Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi... İstediği gibi karar çıkarabiliyorlar. Dünyanın en büyük adliyesi bizde. Adliyeyi büyütmek demek, ileride çok fazla suç unsuru çıkarılacak anlamına gelir. Suçlu suçsuz onlar için önemli değil, kendilerine muhalif olan unsurlar ele alınıyor. Biz de hukuk sistemine yönelik saldırının emek alanında handikaplarını yaşıyoruz. Haklı olan yoksul insanların dava açma

şansının ellerinden alındığı bir dönemdeyiz. Belirli bir oranda para yatırmadığın takdirde dava açamıyorsun 1 Ekim tarihi itibariyle. Çalışma hayatıyla ilgili sorunlardan baktığım zaman bir insanın en az 600 – 700 lira para yatırması gerekiyor. İşe iade davası açmış. O parayı ödemesi mümkün değil. Borç bulmak zorunda, bu davalar da 2 seneden aşağı sürmüyor. İşkolu ve yetkilere yapılan itirazlar sonucu bu davalar 4-5 yıl veya daha fazla sürüyor. Emekçilerin lehine olan kararlarda bu davalar çok uzuyor ama başka davalarda bu hukuk jet gibi işliyor.

Metin Ebetürk

Yeni 15-16 Haziranlara 2821 ve 2822 say›l› kanunlarda yap›ld›¤› gibi D‹SK’e ciddi sald›r›lar olmakta. Türk-‹fl ve Hak-‹fl’in önü aç›lmak istenmekte. Bu konuyla ilgili neler düflünüyorsunuz? Acaba bir 15-16 Haziran deneyimi tekrardan yaflanabilir mi? Metin Ebetürk: 12 Eylül’ün yapamad›¤›n› sermaye AKP’yle beraber yapmaya çal›fl›yor. 15-16 Haziran direniflinden D‹SK güçlenerek ç›km›flt› ama 1970’lerin bafl›ndaki o süreç günümüz Türkiye’si için ayn› fleyi ifade etmiyor. Çünkü o zaman Türkiye’de uyanan, ayd›nlanan bir toplum vard›. O zamanlarda gençlerimiz, köylülerimiz ve en önemlisi çok geliflkin sosyal hareketlerimiz vard›. Bugün de var ama maalesef sol rüzgarlar›n oldukça zay›f geçti¤i bir dönemde yafl›yoruz. 1516 Haziranda esen rüzgar› bugün bulmam›z oldukça zor ama, D‹SK elinden gelen gücü ortaya koyuyor. Fiili gücünüz varsa soka¤a ç›kars›n›z ya hakk›n›z› al›rs›n›z ya da eme¤inizi sömürmek isteyenlere karfl› sözünüzü söylersiniz. Fiili gücünüz olmadan hiçbir fley yapamazs›n›z. Son 30 y›ld›r haklar›m›z›n gerilemesinin belki de en büyük nedeni olarak fiili gücümüzün geri planda kalmas› olabilir. Bir slogan›m›z var “Hak verilmez al›n›r zafer sokakta kazan›l›r” diye sokakta zaferi kazanabilmek için de gerçekten örgütlü bir güce ihtiyaç vard›r. Bugün örgütlü gücümüz çok güçlü olmasa da var. Var olan bu gücü artt›rmak ve yeniden 15-16 Haziranlar› yaratmak bizim elimizde. 15-16 Haziranlar› yaratmak en büyük hedefimiz olmal›d›r.

K›l›çdaro¤lu’nun gündeme getirdi¤i “ücret sendikac›l›¤›” son günlerde tart›fl›lmakta… D‹SK’e ba¤l› sendikalar ve D‹SK’in ilkesi olan s›n›f ve kitle sendikac›l›¤› ba¤lam›ndan yola ç›kacak olursak D‹SK ücretle yola ç›kmaz. D‹SK s›n›f sendikac›l›¤›yla yola ç›kar. Ücret sendikac›l›¤› derken toplu ifl sözleflmelerindeki taleplerimiz olarak de¤erlendirirsek, bir iflçinin sendika üye olmas›n›n iki temel nedeni vard›r. Bunlardan birincisi hayat standard›n›n yükseltilmesi ikinci gerekçesi de ifl güvencesidir. Bunlar birbirinden koparamayaca¤›m›z gerçekler ve taleplerdir. Tabii ki sendikalar›n tek görevi ücret art›fl› sa¤lamak ve bunun devaml›l›¤›n› yaratmak de¤ildir ya da ifl güvencesi sa¤lamak de¤ildir. Belki de en önemlilerinden biri olan iflçilerin e¤itilmesi s›n›f bilincinin verilmesidir. Üçünü bir arada yapmal›y›z. D‹SK’e ba¤l› sendikalar›nda bunu lay›k›yla yapt›¤›n› düflünüyorum. S›n›f mücadelesi Türkiye’nin gelece¤i meselesidir. Ayd›nl›k günlere ulaflmas› meselesidir. Bu ayd›nl›k gelece¤e ulaflmak için herkesin de çaba sarf etmesi gerekti¤ini düflünüyorum.


10

KİBELE 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

‘Bizim kad›n›m›z’ s›¤›nmaz m›? ıllardır erkek egemen zihniyetin daima körüklediği baskı ve şiddet altında yaşayan, dayağın ve psikolojik şiddetin hiçbir zaman eksik olmadığı, “namus” kisvesi altında kadınların zulümler gördüğü, namus cinayetlerinin yaşandığı, kadın cinayet haberlerinin hiçbir zaman eksik olmadığı topraklar burası... Erkeklerde küçük yaşlardan başlayan, militarist, şiddetle beslenen zihinler yetiştiren, vicdani redcileri cezaevlerine atan bir ülke burası... Namusunu temizle diyerek, kadınları öldürmeleri için çocuğundan yaşlısına, erkeklerin ellerine silahların verildiği bir ülke burası... Birçok hak ihlallerinin yaşandığı, yaşam hakkının ise korunmadığı bir ülke burası... Kadınların emeklerini ve bedenlerini denetlemeye yönelik egemenlik mekanizması medya ve yargının desteği ile güçlenmekte, Gökçe kadınların yaşam haklarını Türkmen tehdit etmektedir. Risk Kad›köy altında olan kadınlar için Halkevi çeşitli öneriler gelmekte; gerekirse fiziksel görünüşünü değiştirmesi (peruk, lens, yürüyüş değişikliği gibi), hatta bunun yanında yüz estetiği yaptırması önerisi mevcuttur1 ... KADINLAR VARDIR ve EŞİT YAŞAM HAKKINA SAHİPTİR diyebilmek, bunu hayata geçirebilmek için, istemediğimiz (hak etmediğimiz) bir hayattan kaçarken, bize ait olmayan bir bedene ve hayata sürüklenmemiz durumunda nasıl sağlıklı bir insan olunabilir, nasıl bir psikoloji ve korkuyla sürer bu hayat, bu ayrı bir tartışma konusu… Ölümle sonuçlanma riski taşıyan şiddet girişimlerinin yanında, her gün evinde fiziksel ve psikolojik şiddete maruz kalan kadınlar var... Bunların karşısında talep edilmesi gereken yaptırım mekanizması güçlü yargı kararlarının yanı sıra, nitelikli ve erkek egemen zihniyetin eli ile kurulmamış, sığınma evlerine ihtiyaç vardır! Kadınların kendilerini güvende hissedebilecekleri, varlıklarının kıymetinin farkına varabilecekleri, birey olarak ayaklarının üzerinde durabildiğini hissedecekleri, toplumsal cinsiyet rollerinden sıyrılıp bedenlerinin ve yüreklerinin farkına varabilecekleri bir yapıya ve dayanışmaya ihtiyaç var. Türkiye'de AB uyum süreci kapsamında çıkan Belediyeler Yasası'na göre nüfusu 50 bin olan her yerleşim yerine bir sığınma evi açılması zorunlu! Bu da 3000’nin üzerinde sığınma evine ihtiyaç var demek. Oysa Türkiye'de sığınma evi sayısı 70 civarında, 46 şehirde ise hiçbir sığınma evi yok… Olan sığınma evlerindeki koşulların uygunluğu ise ayrı bir sorun alanı. Sığınma evlerindeki yöneticiler ve sığınan kadınlar arasında hiyerarşik ilişkiler kurulduğu, kadınların dışarıya çıkmalarına izin verilmediği belirtilmektedir. Hayatın içerisinde var olamayan birinin nasıl ayaklarının üzerinde durması beklenebilir? Sığınma evlerindeki kadınların şiddet gördükleri kişilerden korunması gerekirken, karakolların kocaya ‘Git savcılığa, karım kayboldu, endişe ediyorum’ de sana adresini söylesinler, diye akıl öğretmesine ne demeli? Kadın dernekleri sığınma evlerinde kalma süresinin 3 ayla sınırlı olduğunu belirtiyor. Kadın dernekleri temsilcileri, buraya sığınan kadının 3 ay içinde toparlanıp, kendi ayakları üzerinde durabilecek hale getirilmesi gerektiğini, ama dışarı çıkma izni verilmemesi nedeniyle bunun neredeyse imkansız olduğunu söylüyorlar; “Ayrıca bu hapishane hayatı; zaten travma yaşayan kadınların tedavi için sosyalleşmesini değil, aksine izole olmasına yol açıyor” diyorlar Avrupa’daki sığınma evlerine gitmek isteyen bir kadının, telefon etmesi yeterli. Bu amaçla, 24 saat telefona bakan personel, hukukçular ve sağlık ekibi bulunuyor. Almanya’daki internet sitelerinde ise sadece şiddete uğrayan kadınların değil, annelerinin şiddete maruz kaldığını gören çocukların da başvuru yapabilmesi için “Annem nereden yardım alabilir“ başlıklı dosyalar bulunuyor. Bu sığınma evlerinde kendilerine güvenle yaşayabilecekleri bir ev buluncaya kadar kalabilecekleri bilgisi veriliyor. Aynı zamanda kendilerini geliştirmek istedikleri alanda mesleki eğitim almalarına ve bu alanda gelir elde etmelerine de yardımcı olunuyor. Türkiye’de sığınma evlerine başvuru sırasında yapılması gereken bürokratik işler ise bir telefon kadar yakın değil ne yazık ki, süreç dilekçe verilmesiyle başlıyor, belgeler toplanmaya çalışılıyor, yetkililer tarafından değerlendiriliyor, ardından kabul gelirse, bu sefer de sığınma evlerindeki mücadele süreci başlıyor. Asıl talebimiz elbette ki sığınma evlerine ihtiyaç kalmayacak bir hayat! Ama yaşanılan gerçekler öncelikle acil bir takım önlemler alınmasını, kadınların yaşam hakkını devam ettirebilecekleri uluslararası standartlara uygun sığınma evlerinin açılmasını, şiddet uygulayanlara karşı ağır yaptırımların olmasını ve yaptırımların uygulanmasını gerektiriyor. Hepimiz şiddete karşı mücadelenin öznesi olmak durumundayız! Unutmamalıyız ki hayatımızı mücadele ederek kazanacağız... KADINLAR VARDIR!

Y

D‹PNOT 1-”Kadına şiddet önlemleri” haberinden alıntı. http://video.haberturk.com/haber/video/siddet-magduru-kadina-gerekirse-estetik-koruma/54785

Yuvamız da sokaklar da bizim D

ikmen Vadisi’nin yıkımı ve kentsel dönüşüm programı ile ilgili Dikmen Vadisi halkı Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’le görüştü. Belediyenin kendilerine dayattığı taksitleri ödemesinin mümkün olmadığını belirten Vadili bir kadına Gökçek, “Ben pazarda limon satarak buraya geldim. O zaman kocan da gitsin limon satsın” diyerek karşılık verdi. Gökçek’in “limon sat” diye yaratıcı bir öneri yaptığı kadın, Vadi’de yaşayan tüm kadınlar gibi hem ekonomik hem sosyal olarak bu öneriyi hayata geçirecek durumda değil. Eşi uzun süredir işsiz. Üstelik yeni doğan ve hasta çocukları nedeniyle, bakım yükü omzunda ve kendisinin çalışması da bu nedenle mümkün değil. ELLER‹NDE L‹MONLAR... Gökçek’in sözleri üzerine neredeyse tamamı benzer durumda olan Vadili kadınlar, limonları ile eylemler yapmaya başladı. 16 Ocak’ta Dikmen Vadisi Kadınları limonlarını alıp Başbakanlık önüne gitti. Limon satarak ev almanın mümkün olmadığını yaptıkları eylemle anlatan Vadili kadınlar, evleri üzerindeki emeklerine sahip çıktılar. Belediyenin uzun bir mücadelenin ardından görüşme talebine yanıt verdiğini ancak bunun da bir aldatmaca olduğunu kaydeden kadınlar TOKİ’nin yoksul halkı sömürme aracı olarak çalıştığını söyledi. Sahip oldukları ekonomik şartlar nedeniyle belediyenin önerilerini kabul etmelerinin mümkün olmadığını tekrarlayan kadınlar mücadelede kararlı olduklarını şöyle anlattı: “Ne hayal kuruyoruz ne pazarlık yapıyoruz. Herkes, aleyhimize yürütülen bu karalama ve iftira çabalarına kansa da her biri-

Dikmen Vadisi kadınları, barınma haklarına sahip çıkmak ve herkesten çok emekleri olan evleri için sokaklardaydı. Kadınlar aldı limonlarını, büyükşehire başbakanlığa ve meclise gitti

mizi işgalci, hatta yasadışı örgüt üyesi olarak bilse de; haklarımız ve yaşamımız için mücadele etmeye, evlerimizi yuvalarımızı savunmaya, taleplerimizi dillendirmeye ve çözüm arayışımızı sürdürmeye, devam edeceğiz.” Yıkım tehdidinin devam ettiği süreçte kadınlar bu kez limonlarını meclis önüne götürdü. Meclis önünde eylem yapmak isteyen kadınları, polis engelleyerek, eylemlerini yapmak üzere kadınları

meclise yakın bir yerde bulunan Akay Caddesi’ne yönlendirdi. Kadınlar buna itiraz ederek, aralarından temsilci seçti ve temsilciler Meclis Dikmen Kapısı’nda basın açıklamalarını okudu. “Limon satarak ev satın alabilir miyiz?” diye soran kadınlar, meclise şöyle seslendi: “Kaldırın kafalarınızı o oturduğunuz ceylan dersi koltuklardan da bakın insanları ne hale getirdiğinize. Bıkmadan usanmadan bir kez daha söylüyor Dikmen

Vadili kadınlar size; Barınma hakkımızı engelleyemeyeceksiniz!” YUVAMIZI YIKANI B‹Z DE YIKARIZ Evlerinden “yuvalarımız” diye bahseden kadınlar, haklarını savunmak için kararlı duruşlarını meclis önünde de sürdürdü. “Evimizi yıkanı biz de yıkarız” diyen Vadili kadınlar, yuvalarını yeni kurmadıklarını, 40-50 yıl önce geçim zorluğu nedeniyle Ankara’ya

geldiklerini, en yenilerinin 15 yıldır Vadide yaşadığını anlattı. Kadınlar kendileri için “işgalci” denmesine rağmen, Vadi’nin yeşillendirilmesini, yaşanır hale gelmesini Vadi halkı olarak kendilerinin sağladığını aktardı. Kentsel dönüşümle tekrar göçe zorlandıklarını hisseden kadınlar, bu göçün, sürgün, evsizlik, açlık anlamına geldiğini belirtti. Kadınlar kendileri hakkında söylendiği gibi “işgalci, fırsatçı, terörist” olmadıklarını bütün bir kent için haklarını, yuvalarını, toprağını savunan kadınlar olduklarını vurguladıkları eylemde “Memleketimizi, kentlerimizi; çek defterlerine, banka hesaplarına, para kasalarınıza göre keyfinizce değiştiremezsiniz!” diye seslendi. Kadınların eyleminin üçüncü adresi ise Cumhurbaşkanlığı oldu. Dikmen Vadisi'nden kadınlar taleplerini yinelemek ve yıkım tehditlerine cevap vermek için Cumhurbaşkanlığı Köşkü önünde 18 Ocak’ta polis ablukasına rağmen bir basın açıklaması yaptılar. B‹Z‹ YOK SAYAMAZSINIZ Kadınlar, kendilerine danışılmadan yapılan kentsel dönüşüm planlarına görüşme taleplerine yanıt verilmemesine, görüşmelerde takınılan alaycı tutumla kendilerinin yok sayılmaya çalışılmasına “Bizi yok sayamazsınız” diyerek karşı çıktı. Kendilerine dayatılan sözleşmede 16 bin TL karşılığında Doğukent’ten ev almaları söylenen kadınlar, “O arsalara çadır kurup da mı barınacağız? Yoksa toprağı eşeleyip, oyuklarda mı yaşayacağız” diye sordu. Yıllardır yaşadıkları kentte misafir olmadıklarının altını çizen kadınlar, tüm barınma hakkı eylemlerinde tekrarladıkları gibi “Vadimizi, evlerimizi terk etmeyeceğiz” sözleri ile açıklamalarını sonlandırdı.

Çocuk gelini gördünüz mü? Yargıyı hızlandıracağı iddiasıyla hazırlanan ‘yargı paketi’ Adalet Bakanı Sadullah Ergin tarafından açıklandı. Pek çok konuda değişikliğe giden paket kapsamında en dikkat çeken başlık, kadına yönelik şiddet ve çocuk gelinlerle ilgili değişiklik oldu. Sadullah Ergin’in açıkladığı pakete göre küçük yaşta evlendirilen çocuklar doğuma gittiğinde veya şiddet gören kadınlar hastaneye başvurduğunda kendileriyle ilgilenen doktorların durumu savcılığa ya da polise bildirme zorunluluğu kalkacak. Birçok ülkede uygulandığı bilinen bir önceki düzenlemede doktorlar bu suçları bildirmemeleri halinde hapis cezası alabiliyordu. Türkiye’de çocuk gelinlerin durumu özellikle hastane kayıtlarından tutulabiliyor. Yeni düzenleme çocuk gelinleri tamamen görünmez hale getirdiği gibi onların herhangi bir şiddet görme

halinde başvuracağı merkezlerin güvenilirliğini sarsıyor. Küçük yaşta evlendiren binlerce çocuk maruz kaldıkları çeşitli şiddet durumlarını sonuçsuz kalacağı endişesiyle polise bildirmekten korkuyor. Bugünkü şartlarda hastaneye başvurmak, doktora gitmek gibi mağduriyeti anlatmak için başvurulan yollar, ulaşması kolay olması bakımından tercih ediliyor. Geçtiğimiz haftalarda 11 yaşında 8 aylık hamile olduğu öğrenilen Z.Ç.’nin durumu hastaneye başvurduğunda ortaya çıkmıştı. Her fırsatta çocuk gelinler konusunda özel bir duyarlılık gösterdiğini ifade eden Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in Z.Ç.’nin 11 yaşından büyük olduğunu kanıtlama çabası, yargıdaki yeni düzenlemenin nasıl bir anlayış tarafından hazırlandığını da gösteriyor.

İMECE usulü kampanya İMECE, ev işçilerine insanca iş için imza kampanyası başlattı. Ev işçileri ILO şartlarına uyulmasını, ev işçilerinin şartsız, iş yasası kapsamına alınmasını istiyor Taleplerini gerçeklefltirmek üzere çok sesli bir mücadele program› haz›rlayan ‹MECE (Kay›ts›z, Güvencesiz, Esnek Çal›flan Kad›nlar›n Dayan›flma Derne¤i) bafllatt›klar› imza kampanyas›nda ILO’nun (Uluslararas› Çal›flma Örgütü) “Ev ‹flçilerine ‹nsanca ‹fl” sözleflmesinin hükümet taraf›ndan onaylanmas›n› istiyor. ‹ç hukukun bu sözleflme ile uyumlu hale getirilmesini talep eden ev iflçileri, ev hizmetlerinin ifl yasas› kapsam›na al›nmas›n›, gündelikçi olarak çal›flan tüm ev iflçileri için sosyal güvenlik istiyor. ‹mza kampanyas› için haz›rlanan metinde iflçi sa¤l›¤› ve ifl güvenli¤ine iliflkin maddelerin yan› s›ra, göçmen ev iflçilerinin haklar› için de yasal düzen-

leme talep ediliyor. Ev kad›nlar› için babaya ve kocaya ba¤l› olmaks›z›n sosyal güvence isteyen kad›nlar, somut olarak da tüm ev hizmetlerinde çal›flan kad›nlar›n sigorta pirimlerinin en az 5 y›l boyunca genel bütçeden karfl›lanmas› taleplerini kampanya metnine koydu. ‹MECE’nin bir di¤er talebi de sigortas› hiç yap›lmam›fl kad›nlara do¤um borçlanmas› imkan›n›n tan›nmas›. ‹MECE imza kampanyas›na kat›l›m için herkesi internet sitesine bekliyor.

Türkiye’de 181 bin 36, ‹stanbul’da 24 bin 934 çocuk gelin var. Her 3 evlilikten 1’i erken yaflta, evli kad›nlar›n yüzde

33’ü çocuk gelin. Diyarbak›r Kad›n Do¤um ve Çocuk Hastal›klar› Hastanesi’ne göre 2011’in ilk 10 ay›nda 415 çocuk

do¤um yapt›. Çocuk Vakf› verilerine göre de 12-14 yafl aras› evli k›z çocu¤u say›s› 10 bin 484.

Erkek için anında ‘adalet’ Çanakkale Kültür ve Tabiat Varlıkları Müdürlüğü’nde çalışırken amirinin tacizine uğrayan kadın çalışan, şikâyetinin ardından Edirne’ye sürgün edildi. Üç yıl boyunca psikolojik şiddet altında çalışan ve bir erkek işçiden de şiddet gören kadın çalışanın şikâyeti üzerine kuruma gelen müfettişler 10 ay boyunca rapor hazırlayamazken kadının tayini Edirne’ye çıkarıldı. Sürgün kararı, Kültür Sanat-Sen Ankara Bölge Şubesi üyelerince Kültür ve Turizm Bakanlığı önünde protesto edildi. “Tacize uğrayan değil, tacizci sürülsün” pankartı arkasında bir araya gelen üyeler adına konuşan Ankara Bölge Şube Başkanı Hülya Eryetli Erkol, olayın mahkemeye taşınması üzerine amirin tayininin Malatya’ya çıkartılmasına rağmen, aradan geçen 2,5 aya rağmen hala görevinde olmasını eleştirdi. Erkol, tacize uğrayan üyelerinin Edirne’ye tayininin ise avukatını araması dahi engellenerek zorla tebliğ edildiğini anlattı. Üstelik tebliğ belgesinin altında amirin imzası vardı. Erkol, Bakan Ertuğrul Günay ve yetkililere seslenerek, “2 buçuk ay önce tayini çıkan erkek amire tayini tebliğ edilmemişken, üyemizin tayin kararı aynı gün içerisinde nasıl tebliğ edilmiştir. Cinsel tacize ve şiddete

karşı sessiz kalmamak suç mudur?” diye konuştu. Sürgün kararı İzmir’de de Kültür SanatSen üyelerince protesto edildi. Olayın yaşandığı Çanakkale’de bir araya gelen kadın örgütleri adına açıklama yapan Özlem Ergün Açanal yaşananları şöyle aktardı: “2,5 ay önce hakkında taciz iddiaları bulunan müdürün tayini çıkmasına rağmen tayininin henüz tebliğ edilmediği anlaşılmaktadır. Çünkü tacize uğrayan kadın arkadaşımız çalıştığı kurum müdürlüğünce müdür odasına çağrılarak Edirne’ye tayin edildiği bildirilmiş ve resmi yazının tebliğini imzalamak zorunda bırakılmıştır. Takdir edersiniz ki arkadaşımız tayinini aynı dakikada duymuş, tayin kararı kendisine tebliğ edilmeye çalışılmış, kadın arkadaşımız konu ile ilgili avukatını aramak istemiş bu durum engellenmeye çalışılmıştır. Tebliğ belgesini imzalamaması halinde iki kişinin şahitliğinde tutanak tutularak tebliğ belgesinin imzalanmış sayılacağı söylenmiştir. Bu açıklamalar karşısında şok yaşayan kadın arkadaşımız tebliğ belgesini imzalamak zorunda kalmış; tutanağa şahitlik eden kişilerden birinin kurum müdürünün tanıklarından biri olması da ikinci bir şok yaşatmıştır.”


11

EKONOMİ 26 Ocak 2012/ 8 Şubat 2012

Halk›n Sesi

Koca inşaat sallanıyor 3

Ekonominin lokomotifi olarak gösterilen inşaat sektöründe yaşanan sarsıntıları büyük bir depremin öncüsü olarak görmeye başlayan sermaye agresifleşiyor

YANDAŞ FONLAMA KÖPRÜSÜ AKP ise krizi fırsata çevirerek köprüyü kamu kaynaklarıyla yapma planını açıkladı. Anlaşılan o ki köprü inşaatı parça parça ihale edilecek. Bu durum AKP iktidarı ile arasını iyi tutan müteahhitlere can verecek. Ve ucu

açık harcamalarla 3. köprü tam anlamıyla bir yandaş fonlama köprüsüne dönüşebilecek. Zira inşaat sektörünün bu kıyağa fazlasıyla ihtiyacı var gibi görünüyor. Konut ve ticari gayrimenkule yönelik talebin düşmeye başlaması nedeniyle devletin desteğine muhtaç durumdalar. Sektörün önde gelen isimleri, dış kaynak girişlerinin yavaşlamasıyla beraber neredeyse yüzde 50 yükselen faiz oranları nedeniyle konut kredilerine olan taleplerin bıçak gibi kesildiğinden şikayet ediyor. Özellikle son 3 yıldır “yenen hurmalar” bugün sonuçlarını göstermeye başlıyor. Bol keseden gelen dış kaynaklarla dağıtılan kredilere dayalı talep daraldıkça daralıyor. İnşaat sektörünün önemli isimlerinden

. Köprü ve Kuzey Marmara otoyolu projesinin ihalesine talip çıkmaması “kriz alameti” olarak yorumlandı. Ulaştırma Bakanı Binalı Yıldırım ise projenin elde kalmasının kriz alameti olduğuna dair yorumlara şu sözlerle sert tepki gösterdi: “Krizin ilacı yatırım. Biz 2008 krizinde de bunu söyledik, 2009'da bunu söyledik. Şimdi de Türkiye'de yaşanan bir kriz yok, Avrupa'da belirginleşmiş bir durgunluk var, bir kriz var. Allah'a şükür Türkiye finansal sistemi çok güçlü. Bir kriz riskiyle karşı karşıya değil.” Bakan ne kadar böbürlenirse böbürlensin, Türkiye’de üçüncü köprü yatırımı yapacak firmaların ihtiyacı olan krediyi “çok şükür güçlü” olan Türkiye’nin finansal sistemi karşılayamadığı için dışarıdan kredi gerekiyor. Yani ekonomisi dış kaynak girişine bağlı Türkiye için dışarıdaki kriz kendi krizine dönüşüyor. İhaleye giren bir firma yetkilisi Reuters ajansına açık açık “finansman bulmakta” zorluk çektiklerini söylerken de bu gerçeğe işaret ediyor. Bakanın övündüğü finansal sistem dış kaynak olmayınca hiçbir işe yaramıyor. Uluslararası sermaye çevreleri, gelişmekte olan ülkelerde gayrımenkul piyasasının “aşırı ısındığını” dile getiriyor ve balonun her an patlayacağı endişesiyle her yatırıma “atlamıyor.” Hükümet her ne kadar “kriz yok dersen yoktur” tarzında açıklamalar yapsa da tehlikeyi görüp yatırımı cazip hale getirmek için epey gayret göstermişti. Önce 23 Ağustos 2011’de yapılacak ihale 10 Ocak 2012’ye ertelendi. Bu zaman zarfında, proje kapsamında gündeme gelecek kamulaştırma işlemlerinde yatırımcı yükümlülüğü, 950 milyon liradan önce 700 milyon liraya, ardından 400 milyon liraya çekildi. Bu peşkeşe rağmen finansman bulamayan firmalar havlu atınca hükümet “B Planını” açıkladı.

Mehmet Akay, faiz oranlarındaki artışı ve kredilendirmedeki sınırlar ve bazı bölgelerdeki arz-talep dengesizliğini gerilemenin temel nedenleri arasında sıralıyor. Ticari inşaat yatırımları alanında da durum pek parlak değil. Sektör, kriz endişesiyle 2012’de yeni alışveriş merkezi inşaatlarına da yönelmek istemiyor. Faizin yanı sıra döviz kurunun da yükselmesi maliyetleri yukarıya çekiyor. Nitekim İnşaat Malzemesi Sanayicileri Derneği’nin yayımladığı aylık inşaat sektörü değerlendirme raporunda inşaat sektörü rakamlarındaki negatife dönme eğilimi ele alındı. Bütün verilerde belirgin bir ivme kaybı yaşandığına dikkat çekilen raporda, Kasım ayı ile beliren gerilemenin 2012’de de süreceği endişesi dile getirildi. Bu

endişeyi aslında hükümet de paylaşıyor. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'in yaptığı, "Ekonomide yavaşlama dönemine girildi. İnşaat sektörünün istihdam yaratma kapasitesi bir miktar zayıflayabilir" sözleri bu gerçeğin ifadesi gibi. 200’e yakın yan sektörü de eklediğimizde, inşaat sektöründeki bir sarsıntı Türkiye ekonomisinin yüzde 30’unu alt üst eden bir depreme dönüşebilir. Yaklaşık 2 milyon kişinin çalıştığı tahmin edilen bu iş kolu, sınıf mücadelesi açısından da önemli gelişmelere gebe görünüyor. Kimi inşaat sermayesi sözcüleri iç talepteki yetersizlik nedeniyle “çalışan sayısında azalmaya gidebilecekleri” yönündeki açıklamaları dile getirmeye başladılar bile.

YA ÖZKAYNAK YA İKTİDAR DESTEĞİ Bu koşullar altında, 2012’de inşaat sektöründe bir ayıklanmanın yaşanma ihtimali kuvvetleniyor. Satışlarında müşterilerine bankaların vermediği oranlarda kredi verebilecek büyük firmaların ayakta kalabileceği, bunu yapamayanların eleneceği bir dönem geliyor. Kendi özkaynakları güçlü olanların yanı sıra iktidarın desteğini alabilenler de elenmekten kurtulabilir. 3. Köprü gibi ödemeyi devletin yaptığı yağma projeleri kimi müteahhitler için “krizden önce son çıkış” anlamına geliyor. Sermaye temsilcileri kentsel dönüşüm, 2B arazilerinin yağması ve yabancıya gayrimenkul satışının serbest bırakılmasını da sektörün kurtuluşu için şart görüyor.

Yüzülen emekçinin derisi A

dana’da Ayakkabıcılar Çarşısı’ndaki ayakkabı işçileri 12 Ocak’ta iş bıraktı. Çalışma koşullarının iyileştirilmesi için başlayan eylemler sürüyor. İşçiler, saya (kunduranın yüzü) fiyatlarının çok düşük olması sebebiyle kazançlarının da az olduğunu belirtiyor. Adana Ayakkabıcılar Çarşısı sessizliğe bürünürken deri işçilerinin sesleri Bolu Gerede’nin sokaklarında yankılanalı bir hafta olmuştu. Gerede’deki çoğu sigortasız 3.500 deri işçisinin “Bayram tatili günleri çalışmayalım, fazla mesai ücretleri verilsin, zehir solumak istemiyoruz” talepleriyle Adana’daki saya işçilerinin “Öğlen yemeği arası verilsin” talebi, deri sektöründeki çalışma koşullarına dair bilgi veriyor. Sadece Gerede ve Adana değil Trakya Bölgesi’ndeki Ergene Nehri’nin yarattığı çevre tahribatına karşı mücadele eden ve Trakya Bölgesi’ndeki birçok köyü dolaşan Ergene İnisiyatifi üyelerinin anlattıkları, deri organize sanayi bölgelerindeki koşulları ortaya koyuyor. Deri-İş uzmanlarının Gerede’de gördüğü, parmağı olmayan, kolu olmayan deri işçilerine Trakya’da da rastlanıyor. 2011’İN İHRACAT REKORTMENİ DERİ Oysa deri sektörü, 2011’de ihracat rekoru kırdı. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) verilerine göre deri sektörü 2011 Ocak-Eylül döneminde 1 milyar 78 milyon dolar ihracat gerçekleştirildi. Bu miktar 2010’dakinin yüzde 20 fazlası. Nitekim 2010 yılının Ekim’inde “Deri ihracatında rekora koşuyoruz” şeklinde haberlere sıklıkla rastlanıyor.

Sigorta isteyen Gerede’deki işçiler, insanca çalışmak için iş bırakan Adanalı ayakkabı işçileri ve Vietnam’da greve çıkan ayakkabı işçileri aynı şeye işaret ediyor: Kriz ve direniş

Fakat 2012 için benzer haberler yapılmadı. Bunun nedenlerinden biri, Türkiye’nin en çok deri ihracatı yaptığı ülkeler listesine bakıldığında kolayca anlaşılabilir. Krizle boğuşan Yunanistan, İtalya’nın yanı sıra kriz beklentisiyle önlemler alan İspanya, Fransa ve Almanya, Türkiye’nin en çok deri ihracatı yaptığı ülkeler arasında. 2011 yılındaki deri ihracatının yüzde 45’i Avrupa Birliği ülkelerine yapıldı.

YERLİ MAL BİTTİ Deri sektörünün en önemli girdisi olan hammadde hayvan derisi. Türkiye’nin hayvan sayısı giderek azalıyor. 2010 yılında angus ve et ithalatına izin verilmesiyle hayvan besiciliği büyük bir darbe alırken hayvan sayısını artıracak tek unsur “ithalat” olarak belirmeye başladı. Türkiye’nin deri ithalatı, her yıl olduğu gibi 2011’de de ihracatından fazla oldu. Ama Türkiye deri ihracatında büyüme-

ye devam etti. Türkiye’nin Avrupa pazarına sattığı deri ürünlerinin önemli bir kısmını Uzakdoğu pazarından ithal edip işlediği ham deri ürünleri oluşturuyor. Türkiye’nin en çok deri ithal ettiği ülkeler arasında Çin, Bangladeş, Vietnam, Hong Kong yer alınca, bu pazarda meydana gelecek patronlar açısından “olumsuz” gelişmeler Türkiye’nin deri ithalatını, dolayısıyla da ihracatını etkiliyor.

Bu tür “olumsuzluklardan” biri 2011’in Haziran ve Temmuz aylarında Vietnam’da yaşandı. Vietnam’daki ayakkabı işçilerinin grevleri hem dünya deri sanayicilerini endişelendirdi hem de Türkiye’deki deri sanayicilerini. Vietnam’ın Hanoi ve Ho Chi Ming kentlerinde sanayi bölgelerindeki ayakkabı fabrikalarında çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve ücretlerin yükseltilmesi talepleriyle başlayan grevlere yüzbinlerce işçi katıldı. Ülkedeki 34 grevin ardından bölgesel asgari ücretin uygulandığı Vietnam’da hükümet tüm asgari ücretlere yüksek zamlar yapmak zorunda kaldı. 2011 yılında hayvan sayısının et ithalatı sebebiyle azalması deri sektörünü ithalata yöneltti. İthalat maliyetleri, Vietnam’daki işçilerin grevleri sonucu asgari ücretlere zam yapılması nedeniyle yükselmeye başladı. Bunun üzerine deri sektörünün patronları yurt içine yöneldi. İlk hedefleri işçi maliyetlerinin azaltılması yani işten çıkarmalar ve sendikasızlaştırma oldu. İşçilerin yanıtı direniş oldu. 2011’de en çok direniş metal ve tekstil alanlarından sonra deri işkolunda gerçekleşti. 2011’de birçok deri işçisi, sendikalı oldukları için işten çıkarıldı. Savranoğlu, Kampana, Grup Suni Deri, DESA’da Deri-İş üyesi işçiler, işlerine geri dönmek için direnişe geçti ve tamamı 2012’yi işyerlerinin önüne kurdukları direniş çadırlarında karşıladılar. Deri sektöründe 2011’deki işten çıkarmalar, ağır çalışma koşulları ve bunlara karşı gelişen işçi eylemleri ve direnişleri deri sektörünün 2012’si hakkında ipuçları veriyor.

Türkiye borçlan›yor hükümet övünüyor aşbakan Yardımcısı Ali Babacan 2012 yılı için ekonominin falına baktı ve gördü ki: 2012, 2011’den daha iyi bir yıl olacak. Ocak ortasında hafta gelen bu açıklamaya dayanak olarak da yılbaşından bu yana Türkiye ekonomisine giren 1,5 milyar doları gösterdi. AKP’nin 2002’den bugüne ezberi olan “kamu maliyesi disiplini” ve “bankacılık sektörünün sağlamlığı” da açıklamasında yerini buldu. Avrupa ve ABD’de yaşanan ekonomik kriz, 20082009 dönemi dışında, “gelişmekte olan ülkeler” olarak adlandırılan yabancı sermaye girişine bağımlı ekonomilerde fazlaca yıkıcı etki yaratmadı. Aynı konjonktürün süreceğini düşünen Ali Babacan ekonomiyi övmek için fırsat kollar vaziyette. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile yaptıkları İngiltere ziyaretinde Westminster Katedrali’nde papazın okuduğu bir duayı kendilerine yonttu. Duada tanrıdan istenen borç içinde yüzen ekonomilere yardımcı olması ve ekonomiler için zor ama gerekli olan kararları almak konusunda cesaret vermesiydi. Ali Babacan açıklamasıyla “Avrupalılar tanrıdan medet umar iken biz bu işleri çoktan hallettik” havasındaydı. Kamu borcu azalıyordu, bankacılık sektörü sağlamlaştırılıyordu ve tüm bunlar AKP hükümetinin kararlılığı ile yapılabiliyordu, yani tanrıdan bekleneni AKP Engin Türkiye için çoktan yapmıştı. Duran Tam bu açıklamanın olduğu günlerde CHP Adana milengin.duran@ letvekili Ali Demirçalı’nın yahoo.com mecliste verdiği soru önergesiyle ortaya çıkan borçluluk tablosu Ali Babacan’ın da İngiltere’dekiler gibi dua okuması gerektiğini gösterdi. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme kurulunun (BDDK) açıklamasına göre 2002 yılında tüketici kredisi ve kredi kartı borçları toplamı 6 milyar 605 milyon lira iken bu borçluluk 2011 yılı için ilk 10 aylık dönemde 269 milyar 70 milyon liraya yükseldi. AKP’nin döneminde insanların borçluluk seviyesinin muazzam arttığını görüyoruz. Devletin borcunun azaldığını gören Ali Babacan, özel sektörün ve halkın borçluluğunun geldiği seviyeyi görmezlikten geliyor. Özellikle Avrupa’da yaşanan devletin borç krizinin Türkiye’de benzer şekilde kısa vadede çıkmayacağını düşünen hükümet bol bol ekonomi iyi açıklamaları yapıyor. Özel sektörün bu kadar borçlu olması ve özellikle de kısa vadeli borçların merkez bankası rezervlerine oranının giderek düşmesi, önümüzdeki dönemde dışarıdan sermaye girişinin yavaşlamasıyla birlikte ekonomiyi durduracak noktaya gelebilir. Zaten Dünya Bankası da Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler olarak adlandırılan ülkeleri uyardı ve 2012’de ciddi ekonomik yavaşlamalara hazırlıklı olmalarını söyledi. Kişilerin hem kredi kartı borçlarının hem de tüketici kredi borçlarının giderek artması bankacıları tedirgin etmeye başladı. Bankalar kredi kartlarından 12 ay boyunca belli miktar para keserek, muhtemel işsizlik dönemlerinde 6 ay süreli geçici olmak koşuluyla kredi kartları kullananlara işsizlik maaşı satmaya başladı. Önümüzdeki dönemde özel sektörün ve kişilerin kabaran borçlarının ödenememesi ihtimali karşısında bankaların kendi alacaklarını güvence altına alma telaşı, bugün övünülen durumunun tehlikeye girebileceğini gösteriyor. Devletin borç krizine girmeyeceğini düşünerek 2012 ve sonrası için ekonominin iyiye gideceğini varsayan ve bununla övünen hükümet bankacılık sektörünü kurtarmak için borçlanmak zorunda kalabilir. Bugün AB’de ve ABD’de ortaya çıkan devlet borcu krizi de zaten böyle doğmuştu. Türkiye’nin geleceğini bugünden izliyor olabiliriz.

B

24 Ocak’ın yıl dönümü 3

2 yıl önce IMF desteğiyle Süleyman Demirel’in başbakanlığında dönemin Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal tarafından hazırlanan ve 24 Ocak’ta ilan edilen “Ekonomik İstikrar Tedbirleri” bugün AKP eliyle sürdürülüyor. 1970’lerin sonunda kapitalizmin girdiği krizin aşılması için reçete olarak öne sürülen neo-liberal politikaların Türkiye ayağı 24 Ocak kararlarıyla atıldı. Ülke ekonomisi döviz sıkıntısı ve borç batağına IMF gözetiminde sürüklenip içinden çıkılmaz bir hale getirilerek piyasanın egemenliğinin kutsandığı yeni düzenin inşası için uygun koşullar hazırlandı. Peşinden bu kararların uygulanması askeri darbe ile mümkün kılındı. 24 Ocak 1980’de alınan ve cuntacılarca uygulanan kararların

hepsini AKP aynen kabul ederek yoluna devam etmeye çalışıyor. Özelleştirmeler tam gaz sürüyor, çalışanların haklarının tırpanlanması için uğraşıyor. Taşeronlaşma, güvencesizleştirme, kayıt dışı çalıştırma, insanca yaşam koşullarından uzak asgari ücretle çalıştırma gibi uygulamaların hepsi 24 Ocak kararlarının günümüze yansımaları. “Devleti özel sektör mantığıyla yöneteceğiz” diyen Tayyip Erdoğan kar mantığıyla kamusal hakları piyasalaştıracağını ilan etti. Burada teşhir edilmesi gereken AKP’nin 12 Eylül ile hesaplaşma yalanı. Çünkü 12 Eylül aynı zamanda 24 Ocak demek ve hesaplaşma da ancak 24 Ocak kararları ve onların sonuçlarıyla hesaplaşmayla başlar. 24 Ocak savunulurken 12 Eylül’e karşı olunmaz.


12

DOSYA 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Katille r v urdu A KP ko rudu dair istihPolis ve jandarma cinayete almadı. barat aldı ama hiçbir önlem telefon Dink davasında emniyet et kayıtlarını değiştirdi, cinay sildi. ını lar yıt mahallinin kamera ka ka ı, ba nlık Mahkeme örgüt bulamad ı. Tüm bunpolislerde kusur bulamad AKP lar olurken iktidarda olan ndi atadığı “Ergenekon” işi deyip ke rduğu yargıya bürokratlara ve kendi ku ak istedi. rağmen işin içinden sıyrılm

Dink davası: Kontrgerilla Ergenekon’a sığmıyor Dink cinayetinde ortaya saçılan istihbarat-tetikçiyargı ve güvenlik bürokrasisi ilişkisi, AKP’nin kontrgerillayı Ergenekon davası ile sınırları çizilen bir ‘suç örgütü’ olarak tasvir ettiği algıyı parçaladı

Hrant Dink davasının karar duruşması, Dink’in katledilişinin 5’inci yıl dönümünden iki gün önce görüldü. Beş yıl süren mahkemenin 25’inci duruşmasında ikisi tutuklu 19 sanıktan 18’i hakkında karar verildi. (Mahkeme başkanı, sanık Coşkun İğci hakkında hüküm vermeyi unutarak bir adli skandala da imza atmış oldu.) İstanbul 14’üncü Ağır Ceza Mahkemesi, 17 Ocak 2012 görülen son celsede Hrant Dink’in öldürülmesine ilişkin davanın tutuklu sanıklarından Yasin Hayal’i "Hrant Dink’i tasarlayarak öldürmek" suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Ersin Yolcu ve Ahmet İskender'e suça yardım etmekten 12’şer yıl 6’şar ay hapis cezası ver-

ildi. Aralarında Erhan Tuncel’in de bulunduğu 16 sanık ise beraat etti. Mahkeme heyeti Erhan Tuncel’i Mc Donald’s’ın bombalanması eylemi nedeniyle 10 yıl 6 ay hapis cezasına çarptırdı. Tuncel’in hapiste yattığı 5 yılı göz önüne alarak tahliyesine karar verdi. Ayrıca Yasin Hayal'e Orhan Pamuk'a tehditten 3 ay, ruhsatsız silah bulundurmaktan 1 yıl hapis cezası verildi. Tetikçi Ogün Samast ise cinayeti işlediğinde 18 yaşından küçük olduğu için çocuk mahkemesinde yargılanmış, "çocuk" indiriminden yararlanıp 22 yıl 10 gün hüküm giymişti. Mahkeme heyeti olayda “örgüt bağlantısı” bulunmadığına hükmederek cinayeti “tetikçi”lerin üzerine yıktı. Trabzon’daki bir grup gencin İstanbul’a gelerek kendi imkânlarıyla Dink’i öldürdükleri sonucuna vardı. Başta dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek olmak

üzere sanıkların ifadelerinde “cinayeti bildiği ama önlem almadığı” aktarılan polisler de Dink cinayetinde yürütülen idari soruşturmalardan aklandıkları gibi adli süreçten de “kazasız” kurtulmuş oldu. Medyadan siyasetçisine AKP cephesi, Dink davasında mahkeme heyetinin aldığı kararda iktidarın sorumluluğunun olmadığını vurguladı, cinayeti ise bir Ergenekon komplosu olarak niteledi. Zaman gazetesi davanın “büyük abisi” Erhan Tuncel’in “cinayeti Ergenekon işledi” açıklamalarını yayımladı. “Olayda Ramazan Akyürek’in kusuru” yok diyen Tuncel’in beyanatlarına yer vererek AKP’nin kendi cemaatinden emniyetçilerin arkasında durmaya devam etti. AKP dava boyunca zaten kontrgerillayı “Ergenekon Operasyonu” ile sınırları çizilen bir “suç örgütü” olarak tanımlayarak kendini aklamaya çalıştı.

Dava sonucunda kontrgerillanın sürekliliğinin korunduğu görüldü. AKP’nin atadığı bürokratlar cinayet soruşturmasının derinleşmesini engelledi. Cinayeti bilip de engellemeyen polisler delilleri kararttı Oysa kontgerilla devlet içinde öbekleşmiş bir “çete” değil, rejimin çekirdeğini oluşturan temel örgütlenme. Dink cinayeti AKP’nin çarpıttığı bu gerçeği hatırlatan bir sonuç doğurdu. Dink’in öldürülmesi ve sonrasında yürütülen soruşturma ve dava süreçleri, kontrgerillanın sürekliliğini koruduğunu ve tıpkı Mehmet Ali Ağca ve Abdullah Çatlı’ya yapıldığı gibi baş tetikçisini kolladığını gösterdi. Dink cinayeti davası cinayete ilişkin istihbarat-tetikçi-yargı ve güvenlik bürokrasisi arasında ucu iktidara çıkan bir ilişki ortaya çıkardı. 1- Cinayet öncesine ilişkin emniyet ve jandarma istihbaratının sorumluluğu ve bu iki kurumun ihmali. 2- Soruşturma ve duruşmalarda delil karartılması ve yönlendirme yapılması, gerçek katillerin korunmasına ve kimseyi “tatmin etmeyen” bu mahkeme kararına yol açtı.

Polis gözetiminde cinayet savundu. Emri altındaki emniyet müdürlüğüne Dink’e karşı bir eylem hazırlığı olduğu yönünde bilgi geldiği halde cinayetin önüne geçmeyen Cerrah, AKP tarafından terfi ettirilerek 2010’da Osmaniye Valisi yapıldı.

H

rant Dink 19 Ocak 2007’de Şişli’de bulunan Agos gazetesi önünde arkasından vurularak öldürüldü. Bu cinayet 2005-2007 yılları arasında Trabzon Emniyeti’nde çalışan bir grup polis ve amirini telaşlandırdı. Bu dönemde Trabzon Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şubesi’nde görevli polis memuru Muhittin Zenit hemen telefona sarılarak kendisi için muhbirlik yapan (resmi adı Yardımcı İstihbarat Elemanı) Erhan Tuncel’i aradı. Cinayeti Yasin Hayal mi işletmişti onu soruyordu ve ekliyordu: “Tek farklılık tabi kaçma. Kaçmayacaktı ama bu kaçtı.” 17 ‹HBAR 1 RAPOR Zenit, Dink’in nasıl vurulacağını nereden biliyordu? Neden Dink öldürülünce aklına Yasin Hayal gelmişti? Çünkü 2004 yılında Yasin Hayal’le birlikte McDonalds’ı bombalayan fakat daha sonra polisin çabasıyla dava dışına çıkarılan Erhan Tuncel, Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nün muhbiri olarak çalıştığı iki yıl boyunca Yasin Hayal’in Dink’i öldürmeyi planladığı bilgisini emniyetle paylaşmıştı. Tuncel Yasin Hayal’in Dink’i birisine vurdurma hazırlığı içinde olduğunu emniyete 17 kez ihbar etmiş, buna rağmen Trabzon Emniyeti bu ihbarlardan yola çıkarak yalnızca bir kez 17 Şubat 2006’da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne bir rapor göndermişti. İstanbul’a bildirdikleri bu konuyu daha sonra takip etmemişti.

Trabzon Emniyeti’nin “ihmali” bununla da sınırlı değildi. Trabzon polisi, Dink’in öldürüleceğine dair istihbaratı, daha az tehlike içeren “Dink’e yönelik eylem hazırlığı” şeklinde raporlaştırarak ölüm yerine eylem ifadesiyle istihbaratın önemini azaltmıştı. Kentte bir bombalama eylemine katıldığı halde Erhan Tuncel’i emniyet istihbarat elemanı yapan ve Dink istihbaratını İstanbul’a yalnızca bir kez bildirip bir daha da konunun üstüne gitmeyen Trabzon Emniyet

Genel Müdürü Ramazan Akyürek, cinayetten bir süre önce Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı yapılmıştı. Akyürek olayda ihmali olduğu ve Tuncel’i “usulsüz” bir biçimde emniyet elemanı yaptığı halde aklandı. Gülen Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen Akyürek’in aklandığı soruşturma süreci ise ayrı bir delil karartma operasyonu olarak yürütüldü. Trabzon’dan gelen “Geçmişte kentte bir bombalama eylemi

yapan Hayal ve arkadaşlarının Dink’e yönelik eylem hazırlığı içinde olduğu” istihbaratı İstanbul Emniyeti’ne ulaşmıştı. Konuyla ilgili Trabzon’dan İstanbul’a telefonla da bilgi aktarılmıştı. Fakat İstanbul Emniyeti bu istihbaratın gereğini yerine getirmedi. Yasaya göre Dink’e onun isteğinden bağımsız bir biçimde koruma tahsis edilmesi gerekiyordu. Bu durumu Celalettin Cerrah “İstanbul’da çok sayıda Ermeni var hepsi için koruma tahsis edemeyiz” diyerek

KADROLAfiMAYA PAYANDA OLDU Dink’in öldürüleceğine ilişkin yazışmayı ve önlemlerin akıbetini takip etmekle sorumlu olduğu halde önlem alınması konusunda ihmali bulunan bir diğer isim ise Emniyet Gen.Müd. İstihbarat Daire Başkanı C Şubesi (sağ örgütlerden sorumlu) Müdürü Ali Fuat Yılmazer’di. Çünkü iki ilin emniyet müdürlüklerine bağlı istihbarat şubelerinin yazışması merkezdeki bu birime de gidiyordu. İstihbarat ve sonrasındaki ihmaller zincirinde bu nedenle payı bulunan Yılmazer bu olayla asla ilişkilendirilmedi. Hatta Dink soruşturması Yılmazer üzerinden AKP’nin önemli operasyonlarının gerçekleşmesi için bir payanda haline getirildi. Ali Fuat Yılmazer, Hrant Dink cinayeti nedeniyle Emniyet’te görevden uzaklaştırılan tek isim olan Ahmet İlhan Güler’in yerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Şube’sinin başına atandı. Ergenekon dahil AKP-cemaat ittifakıyla yürütülen önemli devlet içi hesaplaşma soruşturmalarını yürüttü. Oda TV operasyonu kapsamında Ahmet Şık ve Nedim Şener’in tutuklanması sonrası görevden alınarak tanık koruma ve bomba imhadan sorumlu müdür yardımcısı yapıldı.

İmamın ordusu sütten çıkmış ak kaşık D

ink cinayetinin önlenmesinde ihmali olan emniyet mensupları bu “kusur”un bedelini ödemedi. Emniyette yürütülen idari soruşturmada cemaate yakın isimlerden Ramazan Akyürek ve ekibi aklandı. Ali Fuat Yılmazer’in ihmali soruşturmaya dahi konu olmazken Celalettin Cerrah için de bir soruşturma açılmadı. Soruşturmalar son derece şaibeli yürütüldü. Dink’in öldürülmesinin hemen ardından 26 Ocak 2007’de İçişleri Bakanlığı Teftiş Kurulu iki mülkiye başmüfettişini kamu görevlilerinin olaydaki sorumluluğunu araştırmak üzere görevlendirdi. Bu iki müfettişin incelemesiyle önce dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Reşat Altay ve Valisi Hüseyin Yavuzdemir merkeze alındı. Bu iki isim de cinayet istihbaratının alındığı dönemde Trabzon’da değildi. İki müfettişin yaptığı inceleme sonucu İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah

ve İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler hakkında soruşturma yapılması istendi. İstihbarat Daire Başkanlığı ve Trabzon İstihbarat Şube Müdürlüğü için soruşturmaya gerek görülmediği raporlandı. Rapor sonrası yürütülen soruşturma sürecinde Ahmet İlhan Güler görevinden alınarak polis meslek yüksekokuluna atandı. Güler’in ifadesinde koruması sayesinde Cerrah’a dokunulmadı. KURT KUZUYA EMANETM‹fi Bu soruşturmadan sonra açılan ikinci idari soruşturmayı başka bir mülkiye başmüfettişi yürüttü. Bu müfettiş yaptığı incelemede bir önceki soruşturmayı yürüten iki müfettişin Ramazan Akyürek tarafından yanıltıldığını ortaya çıkardı. İlk inceleme sırasında Trabzon Emniyeti’ni temize çıkarıp İstanbul Emniyeti’ni ihbar sonrası inceleme yapmamış gösteren teknik kayıtların altında

“İstihbarat Daire Başkanı” sıfatıyla Ramazan Akyürek’in imzası vardı. Soruşturma için gerekli veriler Akyürek’in yönetimindeki birimin arşivlerinde bulunuyordu. İlk soruşturmayı yürüten iki müfettiş, gerekli bilgileri soruşturmanın akıbetinden etkilenecek pozisyondaki birisinden almakta sakınca görmemişti. Sırf bu nedenle doğruluğundan şüphe duyulabilecek bilgileri bulunabileceği diğer kaynaklardan da teyit etmemişti. Davada delil karartılması girişimi bununla da sınırlı değildi. Dink ailesinin avukatları, Dink’in öldürüldüğü gün bölgedeki bir bankanın ATM kamerasına ait kayıtların da incelenmek üzere Ankara’ya gönderildiğinde silindiğini ortaya çıkardı. Ankara olay yerine dair kamera kayıtlarını silerken Trabzon Emniyeti de duruşma için gerekli olan Erhan Tuncel’e ait telefon görüşmesi kayıtlarının hem üzerinde oynadı hem de

kayıtların tarihini dosyaya koymayarak eksik yolladı. Yasin Hayal’in Tuncel’den kendisine mermi temin etmesi için yardım talep ettiği görüşmenin değiştirildiği, sanıkların İstanbul Emniyeti’ndeki ifadeleri ile mahkeme dosyasında yer alan kayıtlar arasındaki uyuşmazlıkla açığa çıkmıştı. Dink cinayetine ilişkin kamu görevlilerinin kusurunun incelendiği soruşturmalar eksik ve yanlı yürütülmüştü. Dink ailesinin girişimiyle olayda kusuru olduğu düşünülen polisler hakkında üç ayrı soruşturma açıldı. Son soruşturma için 27 Haziran 2008’de verilen bir mahkeme kararıyla bu konudaki tüm iç hukuk yolları tükendi. Üç soruşturma sonucu tek yaptırıma maruz kalan isim dönemin İstanbul istihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler oldu. Olaya adı karışan, bilgi saklayan, delil karartan hiçbir polis memuru yargılanmadı, soruşturulmadı.

Bunların da mı AKP ile ilgisi yok? Dink davas› tetikçiler-yarg› ve güvenlik bürokrasisinin iliflkisi ve AKP’nin siyasi olarak sorumlu oldu¤u bir dizi olaya sahne oldu. I Dink öldürülmeden önce, onu odas›na "davet edip" iki M‹T yöneticisiyle birlikte uyaran ‹stanbul Vali yard›mc›s› Ergun Güngör 2007 Ekim’inde Çorum'a atand›, ancak tayini 1 y›l ertelenerek ‹stanbul’da kald›. Onun odas›nda Dink’i tehdit eden M‹T yöneticileri hakk›nda hiçbir ifllem yap›lmad›. Ergun’un yard›mc›s› oldu¤u Vali Muammer Güler ise de¤il soruflturulmak 2011 seçimlerinde AKP’den milletvekili seçildi. I Avukatar› Hrant Dink’in öldürüldü¤ü gün cinayet bölgesindeki telefon görüflme kay›tlar›na ulafl›larak tetikçinin iliflkilerinin ayd›nlat›lmas›n› istedi. Bunun için mahkeme Telekomünikasyon ‹letiflim Baflkanl›¤›’ndan (T‹B) o güne ait görüflme kay›tlar›n› istedi. Fakat T‹B bu talebi o gün ayn› bölgede konuflma yapan olayla ilgisiz kiflilerin bilgilerinin korunmas› gerekçesiyle kabul etmedi. Cinayetin ayd›nlat›lmas›nda son derece önemli olan bu kay›tlar› vermek istemeyen T‹B Ulaflt›rma Bakanl›¤›’na ba¤l› bir kurul ve yöneticileri hükümet taraf›ndan atan›yor. Dink’in avukatlar› bu 5 y›l sakland›ktan sonra silinen kay›tlar›n süre dolmadan mahkemeye iletilmesi için büyük bir mücadele verdi. Kay›tlar mahkemeye son celseden bir önceki duruflmada ulaflt›. Heyet kay›tlar› dikkate almad›. I Hrant Dink'in katili Ogün Samast polis ve jandarman›n iflbirli¤iyle, jandarma taraf›ndan otobüste yakalad›. Jandarma ve polis Ogün Samast'› Samsun Emniyet Müdürlü¤ü Terörle Mücadele fiube Müdürlü¤ü'ne götürdü. Burada as›l› bulunan "Vatan topra¤› kutsald›r, kaderine terk edilemez" yaz›s›n›n önünde polisler ve jandarma Samast’la hat›ra foto¤raf› çektirdi. Bu çekimin görüntüleri daha sonra bofl bir dükkana b›rak›larak fiubat 2007’de medyaya ulaflt›r›ld›. Görüntülerde Samast’a emniyette kahraman muamelesi yap›ld›¤› ortaya ç›kt›. Bu polislere yaln›zca uyar› cezas› verildi. I A‹HM, Hrant Dink’in ölmeden önce 301’den ald›¤› cezaya iliflkin yapt›¤› baflvuru ile ailesinin suikast haz›rl›¤› bilinmesine ra¤men öldürülmesiyle ilgili yapt›¤› baflvuruyu birlefltirerek tek bir dava halinde gördü. Bu davada A‹HM’nin hükümetten istedi¤i savunma üzerine hükümet taraf›ndan yetkilendirilen D›fliflleri Bakanl›¤›’n›n Adalet ve ‹çiflleri Bakanl›¤›’n›n katk›lar›yla yapt›¤› savunma AKP’nin Dink cinayeti hakk›nda sarf etti¤i “üzüldük” aç›klamalar›n›n ne kadar içi bofl oldu¤unu yans›t›yor. Bakanl›klar taraf›ndan ortak haz›rlanan savunmada Dink’in mahkum olmas›na neden olan yaz›yla halk› tahrik etti¤ini, nefret söyleminde bulundu¤unu iddia eden hükümet, öldürülmesinde de neredeyse tek suçlu olarak Dink’i gösterdi.


13

TARİH 26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Burada yabancıları sevmezler Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, partisinin Beykoz İlçe Başkanlığı kongresinde yaptığı konuşmada Denktaş’ı anarak “Türk dünyasının yasta olduğunu” söyledi, ardından da Lefter’in sevenlerine başsağlığı diledi. Bağış, “Çok enteresandır, Rumların çoğunlukta olduğu bir adada Türklerin lideri olan Rauf Denktaş ve Türkiye'de kendisi bir Rum olmasına rağmen Türkiye'nin milli takımının formasını giymekten onur duyan bir vatandaşımız Lefter, birlikte bu dünyaya veda ettiler” dedi. Bağış, Denktaş’ın “milletimize, Kıbrısımıza, anavatanımıza ve Türk dünyasına verdiği hizmetler”in neler olduğuna açıklık getirmemiş. Dahası, ölüm vakitlerinin birbirine yakın olmasından yola çıkarak bu iki insanın hayatlarını da benzeştirmiş ve azınlık olmayı aynı şekilde yaşanmış süreçlermiş gibi bir tutmuş. Ne Kıbrıs “dava”sının Türkiye’de kışkırttığı kitlelerin saldırısından Lefter’in de nasibini almasından ne de bir bütün olarak gayrimüslimlere yönelik dışlayıcı/ayrımcı politikalardan bahsetmiş. Oysa tek başına Lefter’in hayatı, ülkenin azınlıklara yönelik güvensizliğinin, Türkleştirme hedefinin, başarılı olamadığı durumlarda da yok etme pratiğinin dökümü. Hatta Lefter’in “Rum olmasına rağmen” Türkiye adına bir övünç kaynağı haline getirilmesini sağlayan futbolunun ilk durağı bile bu politikaların sonucu.

Lefter, yaflarken de öldü¤ünde de, “Rum olmas›na ra¤men” giydi¤i Türk tak›m› formas›n›n hakk›n› verdi¤i, “öteki” oldu¤unu kimselere hat›rlatmadan, usulca yaflad›¤› sürece makbul vatandafl say›ld›. Ancak yine de “milli K›br›s Davas›”n›n k›flk›rtt›¤› kitlelerin 6-7 Eylül günlerindeki sald›r›s›ndan kaçamad›. Evi sald›r›ya u¤rad›, k›zlar›n› öldürmeye kalkt›lar.

ÖZEN TAÇYILDIZ

2

2 Aralık 1925’te Büyükada’da dünyaya gelen Lefter, esas olarak, Taksim Spor Kulübü’nde yetişti. 16 yaşında oynamaya başladığı kulübün yöneticileri kendisine lisans çıkartabilmek için 1941’de mahkeme kararıyla yaşını büyüttüler. Yöneticilerin Lefter’i takımda bu kadar istemesinin tek nedeni iyi futbolculuğu değildi sadece. O yıl, “yirmi kur'a ihtiyatlar” uygulaması ile gayrimüslimler askere alınınca neredeyse bütün oyuncuları askere giden Taksim Spor çökecek duruma gelmiş, geriye birkaç genç ve tecrübesiz oyuncu kalmıştı. TAKS‹M SPOR AMELE TABURU Yirmi sınıf askerlik olarak da bilinen bu uygulamanın sebebi, Yunanistan’ı işgal edip Türkiye sınırına dayanmış Nazilerin işgal tehlikesi karşısında iktidarın azınlıklara güvenmemesiydi. 1941’de, gayrimüslimlerin askere çağırılmasına karar verildi. Mayısın ilk yarısında 25 ile 42 yaş arasındaki 12 bin civarında gayrimüslim askere alındı. Bu iş gizli tutulduğu için, askere alınacaklar durumu kendilerini teslim almak üzere kapılarına gelen görevlilerden öğrenmişlerdi. Kulüp oyuncuları da son dakikada alınmış olmalılar ki

Taksim Spor bir anda oyuncusuz kalınca Lefter yaşı küçük olmasına rağmen takıma girdi. “Amele taburları” olarak bilinen askerlik taburlarına alınan bu insanlara silah verilmemiş, “ameleler” yol yapımı, taş kırma gibi işlerde 1942 Temmuz’undaki terhislerine dek çalıştırılmışlardı. GAYR‹MÜSL‹ME VARLI⁄ININ ÜSTÜNDE VERG‹ Üç buçuk ay sonra da, 11 Kasım 1942’de ülkedeki gayrimüslimlerin iflahını kesecek Varlık Vergisi Kanunu Meclis’te kabul edildi. Lefter, yoksul bir aile çocuğu olduğu için bundan birebir etkilenmedi belki ama yakınları bu uygulamadan nasibini aldı. Ağır vergi yükünden dolayı borçlarını ödeyemeyince toplama kamplarına alınıp taş ocaklarında çalıştırıldı. Taksim’de 2 yıl futbol oynayan Lefter, 1943’te 4 yıl sürecek askerliği için Diyarbakır’a gitti. Döndükten sonra Fenerbahçe’de oynamaya başladı, “Ver Lefter’e yaz deftere” sloganıyla yıldızlaştı. Ancak bu defa da “Kıbrıs davası” başlamıştı. Türkiye’nin, Kıbrıs’ın bir sorun olarak tırmandığı zamanlarda, bir koz olarak, azınlıklara karşı sert uygulamalara başvurduğu yıllardı.

“ZAPT ED‹LEMEYEN” KAMUOYU 1955’te İngiliz hükümeti, 29 Ağustos-7 Eylül arasında, Kıbrıs konusunu görüşmek üzere Türkiye ve Yunanistan’ın da katıldığı bir konferans düzenleyecekti. 5 Eylül’de Menderes, Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin (KTC) başkanı Hikmet Bil’e, Londra’da konferansta bulunan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’dan bir şifreli telgraf aldığını haber verdi. Zorlu’nun, Londra’da “zapt edilemeyen bir Türk kamuoyu”ndan bahsetmesi gerekiyordu. Devlet destekli, “Kıbrıs konusunda Türkiye’nin pozisyonunu desteklemek ve kamuoyu yaratmak” gayesiyle kurulan KTC mesajı almıştı. Bir grup genç Taksim’de gösteri yaparak, ‘Kıbrıs Türktür’ yazılı bir pankartı Patrikhane’ye bıraktı. Türk bayrağına dil uzattığı iddia edilen bir Rum genci dövüldü, bazı Rum gazeteleri yakıldı. Peşinden de bilindiği gibi 6-7 Eylül günleri yaşanan cehennem geldi.

İstanbul’da saldırılar devam ederken kayıklara ve gemilere atlayanlar, Büyükada’da da Rumların evlerine hücum etti. Saldırıya uğrayanlar arasında Lefter de vardı: “Onbeş gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleriyle karşılaştım. En kötüsü Yirmi kura gayr›müslüm harçlık verdiğim askerler çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul'dan Emniyet Müdürü evime geldi. Gece gördüğü manzara karşısında ‘Aman Allahım’ demişti. Çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.” KIBRIS GER‹LD‹KÇE RUMLARA RAHAT YOK Lefter’in futbol oynamayı bıraktığı 1964 yılı, aynı zamanda Türkiye’de yerleşik Yunan uyrukluların sınırdışı

edildiği yıldı. 1930’da Yunanistan’la imzalanan anlaşma ile önemli sayıda Rum, İstanbul’da ikamet etmiş ve ticaretle uğraşmıştı. 1960’larda tırmanışa geçen Kıbrıs olayları ve Türk-Yunan ilişkilerinde yaşanan gerginlikle Türkiye anlaşmayı feshedince on iki binin üzerinde Yunanistan uyruklu insan sınır dışı edildi. Kamuoyunda oluşturulan Yunanistan, Rum ve Patrikhane düşmanlığı ile bu sayı arttı; göç süreci devam etti, 1974 Kıbrıs Harekatı son nokta oldu. LEFTER DE OLSA “ÖTEK‹” Lefter, “öteki” olmayı, bu olayların yarattığı atmosferin etkilerini gündelik hayatında hep hissetti, oldukça sıradan olaylarda bile yaşadı. 1974’te ipotekli bir ev yüzünden karakola düşen Lefter’i, Denktaş’ın danışmanı olacak Mümtaz Soysal, o dönem Milliyet gazetesindeki köşesine taşıdı: “Lefter’e Büyükada Polis Karakolu’nda iki tokat atmışlar. Tokattan da ağırı şu: Ay yıldızlı formayı 50 defa giyen ordinaryüs futbolcuya, ‘Ulan biz sizi Anadolu’dan sürüp İzmir’de denize döktük. Buradan da atacağız’ diye bağırılmış.” Ne futboldaki ordinaryüslüğü, ne gol krallığı, ne Yunanistan maçında

attığı gol… Lefter, bu topraklarda azınlık kalmanın yükünü hayatı boyunca bir biçimde üzerinde taşıdı. Daha üç yıl önce heykeli dikilirken bile heykelin kaidesine “futbolu bıraktıktan sonra ülkemizden ayrılmayarak Büyükada'ya yerleşmiştir” yazıldı. Doğduğu, büyüdüğü, topraklara “yerleşti” kabul edildi. Cenazesi de, azınlıkları ‘yabancı’ gören, mimarı olduğu Varlık Vergisi’ni hararetle savunan Şükrü Saraçoğlu’nun adını taşıyan stattan uğurlandı. Ama hepsinden daha acı olan, yıllar sonra bile Varlık Vergisi, 6-7 Eylül olayları sorulunca başının belaya gireceğinden korkarak kameraları kapattırması oldu. 80’lerinde olan Lefter’in hala bu denli çekinmesinin nedeni kimilerince abartılı bulundu. Ölümünden sonra. Ancak Hrant davasının ardından gördük ki azınlıkların “eski” korkularını bitirecek yeni bir şey olmamış. Davanın ardından kararı değerlendiren Abdullah Gül, Hrant’ı yabancı ilan etti, Hrant’ın Malatyalı olduğunu, Ermenilerin bir Anadolu halkı olduğunu görmezden gelen Arınç da, ölümünün ardından gittiği Hrant’ın evinin “bir Anadolu evinden farksız” olduğunu anlattı. Anlaşılan o ki onlar hala “yabancı”lar ve buralarda yabancıları sevmezler!

Kıbrıs’ın değil kontrgerillanın kurucusu

K›br›s’ta birçok provokasyon ve cinayete imza atan TMT’nin kurucular›ndan biri de Rauf Denktafl’t›.

“Ben bir Anadolu çocuğuyum. Her şeyimle Türküm ve köküm Orta Asya’dadır. Kültürümle, dilimle, tarihimle ve tüm benliğimle Türküm. Benim bir devletim ve anavatanım var. Kıbrıs kültürüymüş, Kıbrıslı Türkmüş, Kıbrıslı Rummuş, Ortak Cumhuriyetmiş, hepsi boş laflar. Onların Yunanistanı bizim de Türkiyemiz varken, neden aynı cumhuriyet çatısı altında yaşayalım? (…) Bazıları yapay olarak Kıbrıslılar varmış, Kıbrıs Türkleri, Kıbrıs Rumları varmış gibi kültür edebiyatı yapıyorlar. Kıbrıslı Türk de yoktur, Kıbrıslı Rum da, Kıbrıslı da yoktur. Sakın ola ki bizlere, “Kıbrıslı mısınız” diye de sormayın. Bu bir hakaret olarak algılanabilir ve yanlış anlamalar çıkabilir. Neden mi? Nedeni, Kıbrıs’ta yaşayan bir tek Kıbrıslı vardır, o da Kıbrıs eşeğidir.” “Kıbrıs davasının yılmaz savunucusu” Rauf Denktaş, kendisini ve toplumunu nasıl algıladığını bu şekilde anlatmış. Kıbrıs’ta doğmuş, yaşamış bir Kıbrıslı olan Denktaş’ın bunu yok sayarak köklerini Orta Asya’ya uzatması milliyetçiliğin pragmatik ve bazen de komik yönünü göstermesi bakımından bir örnek. Ancak yıllarca iç içe yaşamış, sınıf mücadelesinde birleşmiş bir Kıbrıs halkını yok sayması gülünüp geçilecek bir şey değil. Üstelik bu birlikteliği yok etmek için pek çok provokasyon, saldırının mimarı olduğu halde ölümünün ardından güzellemelerle uğurlanırken.

“ATAK ADAM” ‹fi BAfiINDA Denktaş’ın övülerek anlatılan siyasetçiliği, 1957’de Türkiye’nin Kıbrıs sorununa angaje olmasıyla beraber, siyasette aktif biçimde yer almasıyla başladı. 1957’nin sonunda “atak adam” ihtiyacında olan Türkiye’nin de teşvikiyle Kıbrıs Türk Kurumlar Federasyonu Başkanlığı’na getirildi. Bu yılın kasım ayında, bir dizi cinayet ve provokasyona imza atan Türk Mukavemet Teşkilatı’nın (TMT) kurucuları arasında yer aldı. TMT yılın son günlerinde Özel Harp Dairesi’ne bağlanırken daire, birinci muhatap olarak Denktaş’ı kabul etti. Bu tarihten itibaren adanın bölünmesini ifade eden taksim politikası Denktaş için bir ideal ve kişisel iktidar anlamına geldi. “Şahin politikacı” ününe de bu çerçevede kavuştu. ÖZEL HARP ‘YAVRU’SU TMT Üyeleri Türkiye’deki komando kamplarında eğitim gören TMT’nin görevi Kıbrıs’taki Türk varlığını silahla korumak ve Türkiye’nin izleyeceği Kıbrıs politikalarını desteklemekti. Faaliyetler son derece gizli yürütülecek Türkiye’nin ve Türk ordusunun adı işe karıştırılmayacaktı. Hedefinde her iki halktan da komünistler, sendikacılar, aydınlar vardı. Bölünme politikalarına karşı çıkanlara, Rum işçileriyle birlikte PEO’da (Kıbrıs İşçi Federasyonu) örgütlenen, 1 Mayıs düzenleyen Türk işçilere karşı terör politikası

izledi. Bazı sendikacılar katledildi ve binlerce Kıbrıslı Türk işçi, iki halkın ortak kurduğu sendikalarından istifa etmeye zorlandı. İki toplum arasındaki çatışmaları tırmandırmak için pek çok provokasyon yaptı. Bunlardan biri, 1958’de “Kıbrıs’ın 6-7 Eylül’ü” olarak bilinen olaylardı. Lefkoşa’da Türk Enformasyon Bürosu’na atılan bir bombanın ardından Kıbrıslı Türkler, Rumlar’a karşı saldırıya geçti. Böylece, üç ay sürecek ve geride yüzden fazla ölü bırakacak çatışmalar başladı. Denktaş, 1984’te bir İngiliz televizyonunun hazırladığı Kıbrıs belgeselinde bombayı Rumlar’ın değil Türkler’in koyduğunu ve bunu “tansiyonu yükseltmek ve Kıbrıslı Türkler’i hareket geçirmek için” yapıldığını itiraf etti. Geçtiğimiz yıllarda Özel Harp Dairesi eski Başkanı Sabri Yirmibeşoğlu da, her ne kadar sonradan toparlamaya çalışsa da, Kıbrıs’ta cami bombaladıklarını söylemişti. TÜRKLEfi‹RKEN D‹LS‹ZLEfiMEK TMT, Denktaş’ın imtiyaz sahibi olduğu Nacak gazetesi aracılığıyla “halkı bilinçlendirme” kampanyaları da yürütüyordu. “Türk’ten Türk’e kampanyası” ve kampanyanın oluşturduğu Kıbrıs Türk Çarşısı’yla, 1950’lerin sonunda sanayi üretimi ve ticaretteki payı yok denecek kadar az olan Türkler için sermaye birikimi sağlama yolu-

na gidildi. Kampanyalara uymayanlara para cezası, dayak gibi yaptırımlar uygulanıyordu. Bu yüzden pek çok Türk dayak yedi, dükkanlarının camları kırıldı. Denktaş’ın Türkleştirme seferberliği kültürel alanda da “köylere Türkçe isim”, “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları ile devam ediyordu. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyası, Rumca konuşana para cezası uyguladığı için, Türkçe bilmeyen bazı Kıbrıslı Türkleri konuşmaktan çok suskunluğa itmişti. Denktaş hatırlarında buna da yer verir: “Bir gün

Yeşilırmak’taydım. Kahvede sessiz duran, sorularıma cevap vermeyen bir ihtiyar dikkatimi çekti. ‘Sağır mı’ diye sordum. Türkçe bilmediği için birkaç kez ceza yemiş, şimdi yabancı gelince susup oturuyor, konuşmuyormuş.” İşte “yavru vatan”ın kurucu başkanı Denktaş’ın hizmetlerinin bir bölümü… Onun başkanlığı ile TMT tipi yapılanmaların daha kurumsal haliyle devam ettiğini düşünmek zor değil. Denktaş’ın yaratmak istediği anavatan-yavru vatan kurgusunun bu noktada gerçekleştiği söylenebilir.


BİLİM

14

26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Ustalardan

Bilim-sizsiniz Türkiye!

Bilimin sermayeye dönüflmesi bilimin kendisinin henüz kapiilim, sermayenin bir eklentalizm tarafından B tisi haline dönüştürülecek olan en son ve emekten sonra- yapılandırılmamış ve kapitalist kurumlar tarafından doğrudan ki en önemli toplumsal mülkdoğruya egemenlik altına tür. Bilimin amatörlerin, “filoalınmamış olmasına değil, aynı zofların”, gezici tamircilerin ve zamanda tekniğin bilimden araştırmacıların alanı olmaktan önce ve bilimin bir ön gereği çıkarak günümüzdeki yüksek düzeyde örgütlü ve savurganca olarak gelişmiş olması gibi tarihsel bir olguya da dayanıyordu. finanse edilen formuna (…) dönüşmesinin öyküsü, aslında Eski sanayi çağı, temelde büyük ölçüde bilimin kapitalist dört alandaki ilerlemenin sonufirma ve onun tamamlayıcı cu olarak 19. yüzyılın son on örgütleriyle eklemlenmesinin yılında yerini yenisine bıraktı: öyküsüdür. Başlangıçta bilimin elektrik, çelik, kömür-petrol ve sermayeye getirdiği hiçbir içten yanmalı motor. Bu alanmaliyet yoktu, çünkü basit bir larda gelişen bilimsel biçimde fizik bilimlerinin birikaraştırmalar, kapitalist sınıfa ve miş bilgisini sömürür; fakat özellikle sermayenin daha sonra kapitalist ya doğrudan doğruya kendisine ait yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin sonucu olan ya da kapitalist sınıfın bir olarak o dönemde ortaya bütün olarak vergi gelirleri biçiminde denetimi altında tuttuğu çıkmakta olan büyük şirket girişimlerine, bu araştırmaların muazzam toplumsal artık sermaye birikimini ilerlemenin ürünün belirli bir bölümüyle bilimsel eğitim, araştırma, labora- bir aracı olarak önemli bir rol oynadı.(…) Bilimin kapitalist firtuarlar v.s. için ödemeler maya eklenmesinin öyküsü tam yaparak, bilimi sistematik bir olarak Almanya’da başlar. (…) biçimde örgütler ve işe koşar. Bilimin Alman sanayinde Önceden göreli olarak serbest oynadığı rol, Alman biçimde teorik biliminin salınmakta gelişkin yapısıyla, olan bir Alman kapitalizminin toplumsal ilk evrelerindeki girişim, üretimzayıflığının ürünüydü. le ve piyasayla (…) bütünleştirilir. 19. yüzyılın son Üretim çeyreğiyle birlikte, açısından (…) üretimin tesadüfi nitelik toplumsal süreçlerintaşıyan ce dolaylı biçimde genelleşmiş bir harekete geçirilen toplumsal kendiliğinden mülkiyet olarak yenilenmenin yerini, bilimle, üreteknoloji ve ürün timin tam tasarımının planlı merkezinde yer Harry biçimde gelişmesi alan kapitalist Bu ise bilimin mülkiyet olarak Braverman aldı. kendisinin tıpkı ürebilim tim süreçlerinin diğer arasındaki araçları ve ögeleri karşıtlık, on gibi alınıp satılan bir meta sekizinci yüzyılın ikinci yarısı ile haline dönüştürülmesiyle on dokuzuncu yüzyılın ilk otuz sağlandı. Bilimsel bilgi bir yılını işgal eden Sanayi Devrimi bilanço kalemine dönüştürüldü. ve on dokuzuncu yüzyılın son Tüm metalar gibi arzını kendine on yılında başlayıp hala yönelik talebe borçluydu. (…) sürmekte olan bilimsel-teknik Bu nedenle bilimsel teknik devrim arasındaki karşıtlıktır. devrim, Sanayi Devrimi Bilimin Sanayi Devrimi’nde örneğinde olduğu gibi bir elin oynadığı rol kuşkusuz büyüktü. parmakları kadar icatla karakKapitalizmin yükselişinden terize edilebilecek olan yenilikler önce; yani Avrupa’da on altıncı olarak anlaşılamaz. Temel yenive on yedinci yüzyıllara kadar, lik ne kimyada ne elektronikte Batı’daki temel bilimsel bilgi ne de otomatik motor, gövdesi esasen klasik havacılık, atom fiziği ya da bu antikitenin, yani Arap bilginleri bilimsel teknolojilerin herhangi ve ortaçağ manastırları tarafından korunduğu biçimiyle bir başka ürününde değil, daha çok bilimin kendisinin sermayeantik Yunanlıların bilgisindeydi. On altıncı ve on yedinci yüzyıllar ye dönüşmesinde aranmalıdır. Braverman’in 1 9 7 4 ’ t e boyunca süren bilimsel ilerleme basılan Emek ve Tekeci çağı Sanayi Devrimi’nin kimi Sermaye isimli kitabının koşullarını oluşturdu, fakat bu “Bilimsel ve Teknik Devrim” bağlantı dolaylı, genel ve dağınıktı. Bunun nedeni sadece bölümünden kısaltılmıştır.

Bilim insanları ‘Yokuz’ diyor A

KP bilim alanında da tam denetim kurmaya oldukça önem veriyor. Önce TÜBİTAK’taki kadrolaşmasını tamamlayan hükümetin bu alanda attığı en önemli adımlardan biri geçen yıl, kanun hükmündeki kararname ile Türkiye Bilimler Akademisi’ne (TÜBA) atama yetkisi alması olmuştu. 1993 yılında özerk bir kurum olarak kurulan TÜBA yönetimini neredeyse Bakanlar Kurulu atar hale geldi. Böylece üyeleri hükümet tarafından atanan dünyadaki neredeyse tek bilim akademisine sahip olmak Türkiye’ye “nasip oldu”. Bunun üzerine 50’ye yakın bilim insanı akademi üyeliğinden istifa etti ve Bilim Akademisi Derneği adında bir dernek kurdu. Kimi bilim insanları AKP’nin bu alana müdahalelerini

tartışırken iktidarın sürekli olarak teknolojiden bahsettiğine dikkat çekiyorlar ve bilimsel gelişme olmadan uygulamasının mümkün olmayacağına dikkat çekiyorlar. Ancak bunun da ötesinde önemli olan “teknoloji”nin soyut olarak tüm toplumun yararına bir şey olmadığı. Oysa teknoloji içinde bulunduğu toplumdaki egemenlik ilişkileri doğrultusunda geliştirilir. TÜBA’ya hükümet adına el koyan kararname ilke, TÜBİTAK’ın “Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı”na bağlanması da bu gerçeğin bir sonucu. Hükümet seçimden önce “Sanayi ve Ticaret Bakanlığı”nı böldü ve Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nı kurdu. Bilimsel kurumları da Sanayi Bakanı’na bağlayarak bilimi sermaye için teknoloji üretimine indirgemiş oldu.

‘Yeni’ Türkiye’nin ‘Yeni’ TÜBİTAK’ı, evrim teorisini bilimden saymazken Acun ile ‘girişimci bilim insanı’ yarışması düzenlemeyi parlak bir fikir olarak sunuyor

B

ir yarışma programı düşünün. Yarışmacının biri gökdelenin asansörüne binen kariyerli veya paralı birinin peşinden koşturuyor. Amacı onu yakalayarak “müthiş” projesini anlatmak. Bu proje, yeni bir ürün, yeni bir satış tekniği ve üretim yöntemi ile ilgili olabilir. Eğer asansör gökdelenin en üst katına çıkana kadar yarışmacı “patronu”, yani jüri üyesini bu projeye maddi destek vermek konusunda ikna edebilirse yoluna devam ediyor. Yaklaşık 30 saniyede bunu başaramazsa eleniyor. “Asansör Konuşmaları” olarak bilinen bu program bir çok ülke televizyonlarında gösteriliyor. Dünyada yeni çıkan yeni yarışmaları ithal ederek nam yapan Acun Ilıcalı da programın Türkiye’deki müstakbel sunucusu. Müstakbel diyoruz çünkü bu sefer fikir Ilıcalı’dan çıkmadı. Türkiye Bilimsel Araştırmalar Kurumu’nun (TÜBİTAK) girişimci ve Fethullahçı Başkanı Yücel Altunbaş, Ankaralı gazetecilerle kahvaltı yaparken bu fikri ballandıra ballandıra anlattı. İşin kötüsü Altunbaş şaka yapmıyordu, bilim adına TÜBİTAK’ın projelerinden bahsediyordu. Maykıl Ceksın taklidi yapan ve amuda kalkarak top sektiren gizli yetenekleri keşfeden, kutunun içindeki parayı hissetme yeteneği

gelişmiş kişileri bulup çıkaran Acun şimdi bir “bilim” projesine ön ayak olacak. “Bilim insanları” da 30 saniyede kendini anlatmak için Acun’un ya da bir başka jüri üyesinin peşinde koşacak! “Bunun bilimsel üretimle ne alakası var” diyorsanız TÜBİTAK Başkanı’nı kızdırabilirsiniz. Zira Başkan Altunbaş’a göre bilim zaten bu. Daha önceden hiçbir önemli bilimsel çalışması olmayan, Vestel, HP gibi özel firmaların deneyimli danışmanı olan Yücel Altunbaş için bilim sermaye içindir ve ancak “girişimcilik” olarak var olabilir. Bu nedenle de örneğin emek gücünden tasarruf edecek, rakipleri karşısında ürün çeşitliliğini arttıracak teknolojik gelişmeler esas faaliyet olarak görülür. Zaten TÜBİTAK'ın 13 Temmuz 2011 tarihli kamuoyu açıklamasında açıkça söyleniyordu: "Temel Bilimler ancak ve ancak uygulamalı ve mühendislik bilimlerine sinerji yarattığı sürece anlamlı ve faydalıdır.” Bu durumda “uygulama alanı” bulmak için ise bilim insanının muhtaç olduğu şey, asansörde ikna edilecek patronun cebinde gizlidir. Onu ikna etmenin tek yolu da daha fazla birikimine birikim katacağına inandırmaktır. Bilim insanı bu düzende parça başı projelerini sermayeye satmaya uğraşan bir tüccar veya kendi uzmanlık

alanında sermaye için “parça başı” proje üreten bir işçidir. İş bulmak istiyorsa yarışmalıdır. Bu memlekette yarışma denince akla Acun gelir. Bizim bu komediye gülüp geçerken aslında görev tamamlanmış, bilim insanının emek süreci denetim altına alınmıştır. B‹L‹MDEN DE TERÖR ÇIKAB‹L‹R AKP’nin “yeni” TÜBİTAK’ına göre bilim sermayeye can verdiği ölçüde kıymetlidir aksi takdirde tehlikeli ve ideolojik dahi olabilir. Örneğin UNESCO 2009 yılını Darwin yılı ilan etmişken Bilim ve Teknik derginde kapak resmi olarak evrim teorisini geliştiren Darwin’i kullanan bilim insanlarının görevden uzaklaştırılması bu “tehlike”ye karşı bir önlemdir. Ali Nesin'in Matematik Köyü'ne yapılan maddi desteğin kesilmesi ve evrim teorisiyle ilgili eski kitapların basılmaması da bu kapsamda değerlendirilebilir. Altunbaş beraber kahvaltı ettiği gazetecilerin evrim teorisi ile ilgili soruları üzerine bu

görüşlerini açıkça ortaya koyuyor: "Türkiye'nin birliğe ihtiyacı var. Uçak, füze diyoruz. Bunlara odaklandık. Evrim teorisine inanan var inanmayan var. Birlikteliğe daha çok ihtiyacımız var." Bir bilimsel teoriyi bu sözlerle “inanç” düzleminde tartışan AKP’nin TÜBİTAK’ı, 2006 yılında “1. İslami İlimlerde Terminoloji Sorunu” adlı toplantıya parasal destek verirken “inanan var, inanmayan var” dememişti. Zira TÜBİTAK’ın tek görevi sermayeye kar ettirmek değil, aynı zamanda bunun koşullarını sağlayan düzenin sürekliliğini sağlamak idi. Bu adaletsiz sermaye düzeninin kutsallaştırılarak dokunulmaz hale gelmesi de artık “bilim”in

görevi haline geldi. Altunbaş’ın evrim teorisi yerine uğraştıklarını ifade ettiği “uçak füze” ise TÜBİTAK’ın mevcut düzeni korumak için başka görevleri olduğunu hatırlattı. Başbakan Erdoğan'ın kendilerine 2.500 km menzilli füze sipariş ettiğini de belirten Altunbaş, halen uçaktan atılan 1.500 km menzilli füze üzerinde çalıştıklarını, Başbakan'ın çizdiği hedefe 2 yıl içinde erişebileceklerini aktardı. İşte TÜBİTAK’ın üzerinde çalıştığı kardeşlik projesi: Daha çok akıllı uçak, akıllı füze, daha çok Uludere! Gericiliğin, piyasacılığın ve faşizmin tekmili birden bir bilim kurumuna egemen olursa ne olur sorusunun yanıtı artık belli: Yeni TÜBİTAK olur…

‘Onurumuzu savunuyoruz’ TÜB‹TAK Acun ile bilimcileri yar›flt›rmaya haz›rlan›rken halk›n sa¤l›kl› bir çevrede yaflama hakk›n› sermayenin ç›karlar›na yem etmeyen onurlu bir bilim insan› mücadelesini sürdürüyor. Kocaeli’ndeki sanayileflmenin insan sa¤l›¤›na etkileriyle ilgili araflt›rmas› nedeniyle Büyükflehir Belediye Baflkan› ‹brahim Karaosmano¤lu’nun hakaret etti¤i Kocaeli Üniversitesi Halk Sa¤l›¤› Ana Bilim Dal› Baflkan› Prof. Dr. Onur Hamzao¤lu’nun açt›¤› davan›n dördüncü duruflmas› 26 Ocak Perflembe günü görülüyor. Kocaeli Adliyesi’ndeki dava için çok say›da kifli ve kurumun destek verdi¤i “Onurumuzu Savunuyoruz Hareketi” ça¤r› yapt›. Prof. Dr. Onur Hamzao¤lu, Dilovas›’da yürüttü¤ü bir çal›flmada yo¤un endüstrileflmenin oldu¤u bu bölgede annelerin ilk sütü ve bebeklerin ilk kakalar›nda baz› a¤›r metaller ve eser elementlerin

bulundu¤unu saptam›fl, bu bölgede yaflayan insanlar›n kanser baflta olmak üzere ölümcül olabilecek birçok hastal›¤a yakalanma riskinin yüksek oldu¤unu ortaya koymufltu. Bu araflt›rman›n bas›na yans›mas› üzerine Hamzao¤lu’na “flarlatan” diyen Kocaeli Büyüksehir Belediye Baflkan›’n›n Hamzao¤lu hakk›nda yapt›¤› “halkta korku ve panik yarat›yor” flikayetinde ise top rektörlükte. Rektörlük 12 Nisan 2011 tarihinde, Prof. Dr. Hamzao¤lu hakk›nda ceza soruflturmas› açm›flt› ve üniversitenin etik kurulu Hamzao¤lu hakk›nda ‘bilimsel özensizlik’ karar› vererek yönelimini belli etmiflti. Üniversite’nin Felesefe Bölümü de, düzenledi¤i bir sempozyumun onur kuruluna Belediye Baflkan› Karaosmano¤lu’nu seçerek iktidar›n deste¤ini bilime tercih etmiflti.


KÜLTÜR SANAT

15

26 Ocak 2012 / 8 fiubat 2012

Halk›n Sesi

Belgesel kütüphanesi Arşivlerde bekleyen en az 2 bin 500 belgesel filmi koruma altına almak, belgeselcilere araştırma kolaylığı sağlamak için Türkiye’nin ilk dijital belgesel kütüphanesi ‘Arşivist’ kuruluyor. Proje, Belgesel Sinemacılar Birliği’nin ve Kalkınma Bakanlığı’nın finansal desteğiyle gerçekleştirilecek.

Anter’e yasak

Ustay› kaybettik

Silahlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Kürt şair ve yazar Musa Anter'in eserlerinin de yer aldığı 3'ü Kürtçe 10 kitap hakkında, "Basın yayın yolu ile örgüt propagandası" yaptığı iddiasıyla soruşturma ve toplatma kararı çıktı. Anter’in kitabı 15 yıldır raflardaydı.

Sinemanın yaşayan en büyük isimleriden birisi, olan Theodoros Angelopoulos, ülkesi Yunanistan’da geçirdiği trafik kazası sonucu 76 yaşında hayatını kaybetti. Angelopoulos, Sonsuzluk ve Bir Gün, Ağlayan Çayır, Ulysses gibi baş yapıtların da aralarında bulunduğu 20’den fazla filmin yönetmeniydi.

Dink için sahneye ç›kt›lar Silahlı saldırı sonucu yaşamını yitiren Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink ölümünün 5. yılında, İstanbul'da şarkılarla anıldı. Moğollar'dan Kardeş Türküler'e birçok grup ve sanatçı, Hrant Dink için sahnedeydi. Gelir, Hrant Dink Vakfı'na bağışlandı.

‘Sen flehir çocu¤usun, buralar› bilmezsin doktor. Buralarda hayat zordur. Neticede olan çocuklara oluyor doktor, herkes yapt›¤›n›n cezas›n› çekiyor, çocuklarsa büyüklerin günah›n›’ U⁄UR AKSOY

K

oza filmi ile başladı Nuri Bilge Ceylan sinemaya. Ardından "Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, Uzak, İklimler, Üç Maymun" ve son olarak "Bir Zamanlar Anadolu'da" filmini çekti. Çektiği son film olan Bir Zamanlar Anadolu'da 64. Cannes Film Festivali Jüri Büyük Ödülü’ne layık görüldü. Ödülü alan Ceylan, “Hiç beklemediğim bir ödüldü” dedi. 2011'de gösterime giren film 16 Ocak’ta düzenlenen 44. Sinema Yazarları Derneği (SİYAD) ödül töreninde 6 dalda ödül alarak damgasını vurdu. En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Senaryo gibi ödüller alan Bir Zamanlar Anadolu'da SİYAD jürisinden en çok ödül alan fil-

mi de oldu Dram ve psikoloji türünde bir yapıt olan filmin oyuncu kadrosunda Fırat Tanış, Yılmaz Erdoğan, Muhammet Uzuner, Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Uğur Aslanoğlu, Cansu Demirci ve Ercan Kesal gibi isimler var. Film Kırıkkale'nin en büyük ilçesi olan Keskin’de çekilmiş. B‹R GECE YOLCULU⁄U Film bir cinayet öyküsü üzerine kurulmuş. Gururundan dolayı bir cinayet işleyen Kenan (Fırat Tanış), cesedi nereye gömdüğünü bilmemektedir. Film boyunca cinayet soruşturmasını yürüten savcı (Taner Birsel) ve doktorun (Muhammet Uzuner), gece boyu süren yolculuğunda sırlarına ve aralarındaki gerilimlere tanık oluyoruz. Aynı za-

manda yine aynı kişilerin aralarında geçen başka bir ölüm hikayesi, yolculuk boyunca geceden sabaha kadar başka bir iç hesaplaşma ve çatışma olarak filmde yer alıyor. Bir rakı sofrası görüntüsüyle başlayan film, üç araç farının aydınlatmaya çalıştığı karanlıkla devam ediyor. İlk başta izleyicinin gözünü alan araba farları, karakterlerin devreye girmesiyle etkisini kısmen yitiriyor. Ceset arayışı araç farları eşliğinde gece boyu sürerken hikayede, hesaplaşmalar ve sırlar yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Karekterler arasında öne çıkanlardan birisi komiser Naci (Yılmaz Erdoğan). Eşiyle yaptığı telefon görüşmesinden ailevi sorunları olduğu tahmin edilen komiser, soruşturma haddinden fazla uzayınca sinirlenmeye başlıyor.

İyi polisle kötü polis yek vücut olmuş Naci’de. Kimi yerde kızar döver, kimi yerde zanlıya sigara verir, biraz babacandır. Cinayeti işleyen Kenan, çok az konuşuyor. Kenan'ın sessizliği onun ruh halini anlatıyor. Doktor ise oldukça mütevazı ve olgun, doktorluktan gelen ağırbaşlı bir duruşu var. Doktor aynı zamanda yolculuk ekibindeki bilgili, birikimli insanı sembolize ediyor. Üzerine devletin resmiyeti sinmiş olan ve birçok kişinin yaltaklandığı savcı ise adeta kontrol merkezi gibi. Bir de, bütün derdi içinde gizli olan Arap Ali (Ahmet Mümtaz Taylan) var. Bir derdi var Ali’nin ama bir türlü anlatamıyor, bu yüzden gizli, üstü örtülü konuşuyor. Yolculuktaki sadece bir durakta Anadolu köylüsünü izliyoruz. Rüzgar-

dan elektirikleri kesilen, yer sofrasında yemek yiyen insanlar. Evin dışında helası olan, erkeğin oturup kendi sorunlarını anlatırken, kadının mutfakla sofra arasında mekik dokuduğu bir köy burası. Köyde geçen süre içinde köylünün sorunlarını işitiyor, fırsatçılıklarına da tanık oluyoruz. Misafirperverliğini de görüyoruz. Eli kelepçeli zanlıya çay ikram edilmesi gibi. Filmde izleyiciyi etkileyen ancak göze pek batmayan şeylerden biri de karakterlerin konuşmaları Replikler, kişiliklerle bire bir uyumlu. Arap Ali, doktora "iyi tarafından bak doktor, bir zamanlar Anadolu'da diye anlatırsın bu geceyi" diyor. Ceylan bu repliği filmin adı için de uygun bulmuş. Film insanın kendi iç hesaplaşmaları, pişmanlıkları ve kendilerine biçtikle-

ri rollerini anlatma açısından iyi bir örnek. Görsel açıdan da etkileyici, izlerken yormayan ve merak uyandıran bir senaryoya sahip. Anadolu yollarını iyi bir görsellikle anlatmış bir yapıt. Diğer filmlerinde duyguyu ve öyküyü daha çok görsel öğeler kullanarak anlatmayı tercih eden Ceylan, bu filminde konuşmalarla da duyguyu anlatmış. Bu yüzden bu filmde karakterler biraz daha konuşkan. Aynı zamanda fotoğraf sanatçısı olan Ceylan görsel alandaki becerisini bu filmde de konuşturmuş. Sessiz, durağan, minimalist ve hayatın akıcılığını anlatma tarzında, kendi tarzında çektiği bir başka Nuri Bilge Ceylan filmi çıkıyor karşımıza. Bu sefer kamerası şehirlerden çıkmış Anadolu yollarına dönüyor.

Bundan sonra destek Malkoço¤lu filmlerine

E

skiden Malkoçoğlu gibi filmlere herkes giderdi diyen Sinema Genel Müdürü Mesut Cem Erkul, yerli filmlere verilen Kültür Bakanlığı desteklerinin kriterinin değişeceğini belirterek desteğin artık 'gişe ve aile filmlerine' kaydırılacağını açıkladı. Bu sözler sinemacıların tepkisini çekti. 82 sinemacı bir bildiri yayımlayarak bu açıklamayı protesto etti. Son yıllarda bir çok film Kültür Bakanlığı’nın verdiği destek sayesinde çekilme şansı buluyordu. Kültür Bakanlığı’nın yıllardır verdiği sinema desteğinin kriterlerinin değişmesi, sinema camiasında adeta fırtına kopardı. Kasım ayında Telif Hakları ve Sinema

Genel Müdürlüğü’nün ikiye ayrılmasının ardından Kültür Bakanlığı Sinema Genel Müdürlüğü’ne atanan Mesut Cem Erkul, 2 Ocak tarihinde verdiği bir demeçte destekleme konusunda yeni bir mekanizma oluşturularak gişe yapan filmlerin yanı sıra, tüm aile bireylerinin birlikte izleyebileceği, genel izleyiciye hitap eden yapımların teşvik edilmesini sağlayacaklarını belirtmişti. ‘KÂR-ZARAR HESABI OLMAZ’ Erkul’un bu açıklaması üzerine bir araya gelen sinemacılar ortak bir bildiri yayımladı. Sinemacılar adına yapılan ortak açıklamada, “Sinema

Genel Müdürlüğü’nün hâlâ Ticaret ya da Sanayi değil Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bünyesinde olduğunu hatırlatmak isteriz” denilerek kültürel, sanatsal ürünlerin kâr zarar hesabı ile değerlendirilmemesi gerektiği ifade edildi. Türkiye sinemasının son 10 yılda istikrarlı bir yükseliş içinde olduğunun altı çizilen açıklamada bu başarıların milyonlarca lira harcanarak yapılacak tanıtımlardan çok daha kuvvetli olduğu ifade edilerek, bu başarıların sanatçıların özgürlüğü ve yapımların özgünlüğüyle ortaya çıkabildiği belirtildi. Erkul’un açıklamalarının kendilerini endişeye sevk ettiğini belirten sinemacılar şunları söyledi: “Bu bakış açısıyla yaklaşılsaydı son yıllarda uluslararası başarılar kazanan filmlerin birçoğu desteklenemezdi. Kurgulanmaya çalışılan bu teorik zeminin hem sanatın tümünde ve doğal olarak sinemada tek bir karşılığı vardır; sansür ve adam kayırma. Sanatın doğasına, maddi koşullarla ve çerçevesi müphem Türk aile değerleriyle sınır çizmek kabul edilemez.”

D

ünyaca ünlü metal müzik grubu System Of A Down (SOAD) solisti Serj Tankian ve Rage Against The Machine müzik grubunun elektro gitaristi Tom Morello Axis of Justice (Adalet Ekseni) isimde bir organizasyon kurdu. Radyo ve internet sitesi üzerinden yayın yapan bu organizasyon kendini şöyle tanımlıyor: “Biz barış sorunları, insan hakları ve ekonomik adalete etkin bir şekilde organize etmek için dünya çapında müzik hayranları ve yerel siyasi örgütler arasında bir köprü inşa edilmesini amaçlıyoruz.” İkilinin yayınlarına Red Hot

Chili Peppers, Audiosla, Pete Yorn, Tim Walker, Tool, A Perfect Circle, Slash, Wayne Kramer gibi büyük rock müzik isimleri de destek veriyor. Bu organizasyonun internet sitesinde Türkiye'deki tutuklu gazetecilerle ilgili de bir haber var. Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutukluluk sebebi ve dava süreçlerinin anlatıldığı haberde Fetullah Gülen'in süreçteki rolü vurgulanıyor. Haberin içeriğinde Türkiye'deki tutuklu gazeteci sayısının Çin'deki tutuklu gazeteci sayısından fazla olduğu ve hükümetin bunu reddettiği de belirtiliyor. Ahmet Şık'ın ve Nedim Şener'in savunmalarına yer

DARBEC‹Y‹ K‹MSE Ç‹ZMED‹

Ç

veren yazı Türkiye'nin gazetecilere dönük anti demokratik uygulamalarını özetliyor. TÜRK‹YE’DE SOAD Yayınlarla gündeme gelen SOAD, Türkiye'de yalan haberlerle ırkçı bir grup olarak sunulmaya çalışılıyor. Gruba yönelik karalama haberlerinde SOAD'ın konser girişlerinde "içeriye köpekler ve Türkler giremez" yazılı tabela astıkları iddia edilmişti. Türkiye'de SOAD yönelik karalama kampanyasının arkasında Emeni düşmanı ırkçı gruplar olduğu biliniyor. Saldırganlığın sebebi ise grup üyelerinin Ermeni olması ve Türkiye

ankaya Köşkü, eski cumhurbaşkanlarının portresini yaptırmak üzere başlattığı projede darbeci Kenan Evren’in portresini çizecek ressam bulamadı. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, köşkten gelen talebe “Evren hariç hepsini çizeriz!” yanıtını verdi. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Senatosu’ndan rektör

tarihini eleştiren şarkıları. SOAD, bu eleştirilerin Türkiye devletinin tarihiyle yüzleşmemesinden ve inkâr politikalarını sürdürmesinden kaynaklandığı söylüyor. Türkiye'de hiç konser veremeyen grup bunun nedenini şöyle anlatıyor: “Konsere gelecektik fakat devletin bir saldırı olursa korumayacakları ve umursamayacaklarını açıklamalarının ardından gelemedik.” Bu konudaki açıklamalarına şöyle bir de ek yaptı: “Bizi orada destekleyen yoldaşlarımız var, ne kadar ayrı olsak da bütün dünyada ezilenlerle bir arada olmamız yan yana olduğumuzu gösterir.”

dahil olmak üzere şu ortak görüş çıktı: “Darbe yaparak cumhurbaşkanlığına gelen bir ismin portresini yapmayız.” Rektör Karayağız, “Neden Evren’in portresini yapmak istemediniz” sorusunu “Darbe Türkiye için yüz karasıdır. Bu darbeye kimse sahip çıkamaz. Akademi hocaları darbeyi yapan insanlardan hesap sorulmasını herkesten çok ister” diye yanıtladı.


SOKAĞIN SESİ

16

ÜRETEN BİZİZ YÖNETEN DE BİZ OLACAĞIZ

26 Ocak 2012 / 8 Şubat 2012

Halk›n Sesi

Halkın hak ve demokrasi kürsüsü

Halkevleri genel kurulları, AKP faşizmine karşı söyleyecek sözü olanların demokrasi kürsüsü olacak

Ü

lkenin dört bir yanında Halkevcilerde bir telaş.... Kah turuncu önlükleriyle Van’da depremzedelerin yanında, kah turuncu flamalarıyla adliye önlerinde, kah ulaşım hakkı, barınma hakkı için belediye önlerindeler. Halkevleri’nin dışı gibi içi de hareketli. Çünkü 80. yaşını doldurmak üzere olan bu köklü örgüt, bu yılki genel kurullara özel bir anlam yüklemiş. Demokrasi forumları örgütleniyor, yeni Halkevleri açılıyor, üye kampanyaları tüm hızıyla sürüyor. Halkevleri Genel Başkanı İlknur Birol’a yeni dönem çalışmalarını sorduk, o da Halkın Sesi okurları için anlattı. Birol, “Bu örgütü bir ağacın dalları gibi büyütmek için gece gündüz çalışıyoruz” diyor ve ekliyor: “Her genel kurulumuzda ‘halk ve hak meclisleri’nin kuruluşlarına şahitlik yapıyoruz. Genel kurullarımızda bugünü konuşuyoruz, eksikliklerimizi görüyoruz ve bu eksikleri gidererek geleceği planlıyoruz.” AKP’nin baskı politikalarının özel

hedeflerinden biri olması Halkevleri’ne bu dönemde özel bir anlam yüklüyor. Hopa olayları sonrasında çok sayıda üyesi tutuklanan ve soruşturulan Halkevleri üzerindeki baskılar “kamu yararına dernek” statüsünün gizlice kaldırılması ve “amaç dışı faaliyet” soruşturmaları ile tırmanıyor. Ancak Halkevciler sözcüğün gerçek anlamıyla yılmıyor, direniyor. Hopa davasında toplumsal muhalefetin geniş kesimlerini seferber ederek, ilk duruşmada tüm tutukluların serbest bırakıldığı etkili bir kampanya örgütleyen Halkevleri, yeni dönemde hak mücadelelerinin yanı sıra demokrasi mücadelesinin de etkin bir odağı olarak öne çıkıyor. İlknur Birol ülkedeki genel baskı atmosferini ve Halkevcilerin kendilerine çıkardıkları görevleri şu sözlerle anlatıyor: “AKP iktidarının ‘ustalık’la becerdiği yegane iş, halkın bütün kamusal haklarını ve özgürlüklerini ortadan kaldırmak olmuştur. “Topyekun saldırı altında haklarından ve özgürlüklerinden olan halkın en ufak tepkisi dahi yoğun

Halkevciler, ‘AKP halkı ölümle, hapisle, işsizlikle tehdit ederken bu karanlığa direnmek görevdir’ diyor

saldırılarla karşılaşmakta ve gözü korkutulmaktadır. İtiraz edersen ya hapsi boylarsın, ya işsiz kalırsın ya da ‘ölürsün.’ “Bu Halkevcilere tarihsel görevlerini yeniden hatırlatan bir durumdur. Görev, bizi insan kılan söz, eylem, örgütlenme haklarımızı gaspedenler karşısında işimizin ve aşımızın tehlikede olduğu, onurumuzun ve geleceğimizin piyasa ipoteğiyle ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, bilimin yerine taassub, aklın yerine kör inançların egemen kılındığı bu tarihsel aralıkta bu karanlığa direnmektir. “Görev, faşist darbelerden, saldırganlıklardan, baskılardan başını dik tutarak alnının akıyla çıkmak ve iktidar kabadayılıklarına mahallelerin kuytularında biriktirdiği ‘cesaret’ ile karşı koymaya devam etmektir.” Kocaeli’nde 22 Kasım günü düzenlenen operasyonda tutuklanan 4 üyesi hala hapishanede bulunan Halkevleri, yalnızca kendi üyelerinin yargılandığı davaları değil, bütün toplumsal muhalefet unsurlarına yönelik davaları gündeminin ilk sıralarında tutuyor.

Birol, İstanbul Halkevi’nin 5 Şubat’ta İTÜ Taşkışla’de gerçekleştirilecek olan genel kurulunu, bir demokrasi forumu olarak örgütlediklerini hatırlatarak devam ediyor: “AKP iktidarının pervasızca sürdürdüğü saldırganlık karşısında direnişi geliştirmek durumundayız. Bizleri ‘kamuya yani halka yararlı’ çalışmaktan hiçbir şey alıkoyamaz. Ne bakanlar kurulu kararları, ne mahkemeler ne de cezaevleri.” İlknur Birol bu dönemde barış mücadelesinin de kritik bir görev olduğuna dikkat çekiyor: “Bölgemizde ve ülkemizde savaşı ve savaşın taşeronluğunu benimseyen iktidar güçleri karşısında, barış için mücadeleyi büyütmek de görevimizdir.” 80. yıl vesilesiyle yeni bir üyelik kampanyası başlattıklarını söyleyen Birol, AKP faşizmine, neoliberalizme ve savaşa karşı olan herkesi Halkevleri’ne üye olmaya çağırıyor. Birol sözlerini mücadelenin adresini bir kez daha hatırlatarak bitiriyor: “Halkevleri , özgürlük, eşitlik ve adalet yürüyüşüne ‘sokak’ta devam edecektir.”

80. yıl vesilesiyle yeni bir üyelik kampanyası başlatan Halkevciler, halkı daha etkin örgütlenmeye çağırıyor KOCAELİ DİMDİK AYAKTA

Kocaeli Halkevleri 16 y›ld›r sürdürdü¤ü faaliyetlerle ilgili afifllerden oluflan bir sergi düzenledi. “Halkevleri GYK üyesi Metin Kaya ve Saraybahçe Halkevi Baflkan› Mihrican Atalay bu etkinliklere kat›ld›klar› için tutuklular” diyen Halkevciler herkesi 28 Ocak’ta yap›lacak genel kurullar›na davet etti.

ADANA HAKLARININ PEŞİNDE

Halkevleri Gazi Mahallesi’nde 16 Ocak’ta coşkulu bir etkinlikle açılan Gazi Halkevi’nin kuruluş öyküsünü, mahallenin emektarları Halkın Sesi okurları için anlattı

G

azi Mahallesi 16 Ocak’ta Halkevi’ne kavuştu. Gazi Halkevi kitlesel bir etkinlikle açıldı. Açılışı izleyen günlerde Gazi Halkevi’ni ziyaret ederek, bu yeni Halkevi’nin öyküsünü kurucularından dinledik. Gazili Halkevciler, Halkevi’nin mahalleden birçok insanın desteğiyle açıldığını söylüyor. Kimi zamanını, kimi boyasını vermiş, her şeyi sil baştan dayanışmayla kurmuşlar. Şafak Karaca, Halkevi açılmadan önce sürdürdükleri çalışmaları şöyle aktardı: “Gazi’de insanlar Halkevini televizyondan takip ettikleri kadarıyla Hopa eylemleri ve ulaşım eylemlerinden tanıyorlardı bizi. “Siz metrobüste turnikelerden atlayanlar değil misiniz?” diye soruyorlardı. Halkevi açılmadan önce burada iki

toplantı yaptık. Toplantılarımızda ulaşım hakkı için bir şeyler yapma fikri oluştu. Ulaşım alanında yaşanan sıkıntılar Gazi Mahallesi’nin çok can yakan herkesi ortak paydada kesen ciddi sıkıntılar. Ulaşımın niteliği ve ulaşım bedelleriyle ilgili çalışmalar yaptığımızda çarpıcı sonuçlar elde ettik.

AKP’nin yoğun olarak oy aldığı bir mahallede 14 durak var ve Büyükşehir Belediyesi oraya 130 tane otobüs veriyor. Gazi Mahallesi’nin 56 tane otobüs durağı var ve o AKP’li mahalleye göre nüfus yoğunluğu daha fazla ama 80 tane otobüs veriliyor. 35 senelik körüklü otobüsler geliyor, 4-5 durak sonra

doluyor. Biz de ulaşım sorunuyla ilgili muhtarları da kattığımız daha fazla insana ulaştığımız bir çalışma yapmaya karar verdik. Ayrıca, Halkevleri’ne dönük baskılara karşı 80. yılında Gazi Mahallesi’nden bir yanıt vermeyi düşünüyoruz.” On dört yıldır Gazi Mahallesi’nde yaşayan Ruhi

Kara da şunları anlatıyor: “İlk hafta kapıyı çalan eksik olmadı. İki sokak üstümüzdeki okulun yakınına baz istasyonu kurulmasını istemeyen ve bunun için mahallesinde imza toplayan bir amca kapımızı çaldı.” Gazi’de yaşayan insanların çoğunluğunun Kürt ve Alevi olduğu için görmezden gelme durumu söz konusu olduğunu söyleyen Kara Yunus Emre Mahallesi’nde aile hekimliği uygulamasının yarattığı sorunlara işaret etti: “50 bin nüfuslu yere altı ay doktor gelmedi. Buradaki temel hedefimiz haklar mücadelesini yaymak.” Gazi Halkevi üyelerinden Hasan Aslan son noktayı koyuyor: “Umut ediyoruz bir yıl sonra durağımızın ismi Halkevi olacak. Herkes Halkevi’ni tanıyacak bilecek.”

Adana Halkevi’nin 22 Ocak’ta gerçeklefltirilen genel kurulunda ulafl›m zamlar›n› geri ald›ranlar ve Meydan Mahallesi’nde nitelikli ulafl›m hakk› için mücadele edenler bulufltu. Seyhan ‹lçesi’nde kentsel dönüflüme karfl› mücadele eden Bar›nma Hakk› Bürosu da deneyimlerini paylaflt›.

TRABZON VADİLERDEN TAŞIYOR

Trabzon’da Halkevciler genel kurulda son y›llarda öne ç›kan HES karfl›t› mücadeleleri de¤erlendirdi. Karadeniz’in dört yan›nda boy veren do¤a ve yaflam hakk› mücadeleleri dereleri, vadileri bulufltururken Trabzonlu Halkevciler de bu mücadelelerle tüm bölgeleye uzand›.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.