221

Page 1

SAYFA 2

25 Kasım’da sokaktayız

Yeni YÖK Başkanı

Halkevleri Çalıştayı

Ölmez ağacı

Şiddete karşı kadınların yükselttiği direniş sınırları, meydanları, Meclis’i kuşatıyor

Erdoğan, başarısızlık öyküsünü değiştirmek için YÖK başkanlığına Yekta Saraç’ı atadı

Halkevciler, 29-30 Kasım’da Ankara’da Çalıştay’da buluşuyor

Zeytin ağacı öldü sanıldığı anda aynı bu toprakların isyanı gibi köklerinden filizlenir

SAYFA 10

SAYFA 14

SAYFA 11

20 Kasım 2014 • 1,25 TL

Y›l 9 • Say› 221

Koruda, vadide, işyerinde, meydanda, sınırda, yaşamı savunmak için

Nöbetteyiz!

AKP Ortadoğu’da ve Kürt sorununda saplandığı batağın içinden seçim startını verdi. Erdoğan kitlesini tutmak için gericilik dozunu arttırırken Davutoğlu ‘açılım’ söylemine sarılıyor

İşçileri, doğayı, kentleri, kadınları, halkları öldürmek pahasına neoliberal yağma ve talan politikalarını, güvencesizleştirme saldırılarını, gericiliği, savaşı ilerletmek AKP’nin tek açılımı

4 Aralık Dünya Madenciler Günü'nde Soma'nın, Ermenek'in ve madenlerde yaşanan iş cinayetlerinin sorumluları İstanbul’da bir araya gelecek, "iş sağlığı ve güvenliğini" konuşacak. Emekçiler madenci katillerinin peşini bırakmayacak. İSİG Meclisi etkinliğin kapısında olacak. SAYFA 9

Nisan 2006’da “Merhaba” diyen Halkın Sesi hem içerik hem de biçimiyle yenileniyor. Halkın sesi çıkmasın diye, herkes egemenlerin dilinden konuşmaya zorlanırken Halkın Sesi’nin 20 Nisan 2006 tarihli ilk manşeti “İnsanca bir yaşam için 1 Mayıs’a” idi. Bundan 9 yıl önce yayın hayatına neoliberal kapitalizme karşı halkın hak mücadelelerinin devrimci bir politik çizgi olarak örgütlenmesinin mümkün olduğunu gösterme hedefi ile başladı. Halkın bağımsız siyasal çıkarlarını savunmak yayın ilkesinin, halkın bağımsız siyasal hareketini yaratmak iddiası yayın politikasının temeli oldu. Halkın Sesi o günden bu güne isyanın sesi olmaya çalıştı. Ve şimdi isyanın açığa çıkardığı bu yeni tarihselliğe uygun pratik politik hattın ihtiyaç duyduğu yenilenme göreviyle karşı karşıya. SAYFA 13

Ferda Koç / Sayfa 4

Neden 2023?

Murat Bay / Sayfa 5

Başınızı yastığa...

Sf. 3

Halk, ülkenin dört yanında ölümün ve talanın iktidarı AKP’ye karşı yaşamı savunmak için nöbette. Kent ve doğa hakkını, emeğin hakkını, kadın özgürlüğünü savunanlar direniyor

Madenci katilleri buluşuyor

Halkın Sesi yenileniyor...

Koru da orman da tarla da ‘hala’ devrim sorunu

FHKC, işgalciye karşı direnişi büyütüyor

“Devrimci şiddet, topraklarımızın sömürgeleştirilmesine ve haklarımızın gasp edilmesine karşı koymak ve yenmek için zorunludur. FHKC, dini bir örgüt değildir ve direnişi dini saiklere dayalı değildir,

Filistin halkına dayatılan sömürgeci projeden kurtuluş için mücadele etmektedir.” FHKC, halkına dayatılan yerleşimci, sömürgeci projeden Filistin’i kurtarmak için mücadele ediyor. SAYFA 6

AKP’nin yeni iş güvenliği paketi:

İşçinin tabutuna bir çivi daha

AKP işçinin sağlığını ve güvenliğini sermayeye emanet etmeye devam ediyor. Arka arkaya gelen işçi cinayetlerinin ardından işçi sağlığı ve iş güvenliğinin (İSG) sürekli gündemde kalmasının ve artan tepki-

ler sonucunda Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından 12 Kasım günü bir İSG önlemleri paketi açıklamak zorunda kaldı. Davutoğlu tarafından toplam 31 maddeyle ilan edilen “önlemler” ile işçilerin can güvenliğinin piyasa denetimi ile sağlanacağı müjde olarak duyuruldu. SAYFA 8

Sinem Derya Çetinkaya / Sayfa 8

İşçilerin kanı sermayenin...

Bircan Birol / Sayfa 10

Yeni YÖK Başkanı...


2

KİBELE ERKEK Ş DDET NE, KADIN KATL AMINA, GER C KUŞATMAYA, SAVAŞA KARŞI

Halkın Sesi

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Sokaktayız Kasım 1960’ta Mirabel kız kardeşlerin Dominik’te Trujillo diktatörlüğünün askerleri tarafından tecavüz edilerek katledildiği günden bugüne kadınlar tacize, tecavüze, kadın katliamına, erkek şiddetine, güvencesiz çalışmaya, savaşa, gericiliğe karşı mücadeleye devam ediyor. Bu yıl 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete karşı Uluslararası Dayanışma ve Mücadele Günü’nde kadınlar sokakta, mecliste, sınırda, isyanda olacak. Kadına yönelik şiddetin kadın katliamı boyutuna vardığı, savaşın yıkımının coğrafyadaki kadınların bedenlerine dönük bir saldırı halinde yaşandığı, devlet şiddetinin her geçen gün arttığı ve iktidarın kadın düşmanı söylemlerinin kadına yönelik erkek şiddetini ve kadın katliamlarını akladığı bu süreçte kadınlar, mücadeleyle 25 Kasım’ı karşılıyor. Güvencesiz ve esnek çalışma koşullarının katlettiği kadınlar için Isparta Yalvaç’ta ve Karaman Ermenek’te yaptıkları çağrı eylemleriyle 25 Kasım hazırlıklarına başlandı. Kadınlar, Yırca’da zeytinlikleri için iktidarın yağma ve talan politikalarına karşı mücadele eden, Validebağ’da korusu için polis barikatının üstüne yürüyen ve gerici, cihatçı çetelerin katliamlarına karşı direnen kadınlarla birlikte 25 Kasım’da ülkenin dört bir yanında şiddete karşı nöbete duruyor. Kadın Cinayetlerine Karşı Acil Önlem Grubu 25 Kasım’da Ankara’da TBMM önünde olacak. Kadınların taleplerini duyurarak kadın cinayetlerine karşı yeterli önlemi almayan ve kadına yönelik şiddeti meşrulaştıran iktidarı uyaracak. Acil Önlem Grubu çağrısı ile 23 Kasım’da tüm Türkiye’de eş zamanlı eylem yapılırken, grubun yola çıktığı 24 Kasım gecesinde Trabzon, Ankara, Antakya, İzmir ve Antalya’da Halkevci Kadınlar şiddete karşı sokaklarda

25 Savaşın şiddetine karşı sınıra ABD emperyalizminin müdahaleleri ve AKP iktidarının, gerici, mezhepçi politikalarıyla Ortadoğu’da büyüyen savaş, tüm Ortadoğu halklarının özellikle de savaş bölgesindeki kadınların yaşam hakkını tehdit ediyor. Suriye’de başlayan ve IŞİD saldırıları ile Irak’a da yayılan bu savaşta yine kadınlar katlediliyor, cihatçı katillerin tecavüzüne uğruyor. Yaşadığı topraklardan göç etmek zorunda kalarak başka ülkelere sığınan kadınlar ise yoksunluk koşullarında yaşamaya mahkum edilip, zorla evlendiriliyor, şiddete uğruyor, en ağır ve güvencesiz işlerde ucuz işgücü olarak çalıştırılıyor. Bu 25 Kasım, yaşanan savaştan etkilenen Ezidi, Türkmen, Kürt, Türk ve Arap kadınları için erkek egemenliğine, şiddete, savaşa, kadın düşmanlığına ve gericiliğe karşı Ortadoğulu kadınların dayanışmasının büyüdüğü bir gün olacak. 25 Kasım eylemlerinin önemli adreslerinden biri Suruç. Kadınlar Kobane’de cihatçı katillere karşı savaşan ve savaş nedeniyle ülkelerini terk etmek zorunda kalan kadınlarla dayanışma için sınıra yürüyecek. Çukurova’da Halkevci Kadınlar savaşa ve kadın katliamlarına karşı nöbet tutacak.

Kadına yönelik şiddete karşı kadınların evlerden, kampuslardan, iş yerlerinden, kentlerden, kırlardan, siperlerden yükselttiği direniş; sınırları, meydanları, Meclis’i kuşatıyor

sabahlayacak. 25 Kasım’da Rojava’da süren direnişe destek için sınıra yürünecek. 22 Kasım’da da Ankaralı kadınlar şiddete, gericiliğe, savaşa, kadın düşmanlığına karşı seslerini sokakta birleştirecek. KADINLARIN ŞARTLARI VAR

Acil Eylem Grubu’nun Meclis önüne taşıyacağı talepler arasında kadını değil aileyi koruyan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın (ASPB) yerine kadınlar için politika üreten bir Kadın Bakanlığı’nın kurulması bulunuyor.

Mısır’daki kadın hareketi 1919’da kadınların milliyetçi devrime katılmaları ile başladı. Kadınlar, ülke çapında yaptıkları eylemlerle İngiltere’nin sömürgesi olmayı reddettiler. Dönemin ilk Mısır-Arap feministi Kasım Amin, sesini duyurmak için “Kadınların Özgürlüğü” adlı kitabı yazdı. 1923’te Mısır bağımsızlığını ilan ettikten sonra, Huda Sharawi önderliğinde Mısır Feminist Birliği kuruldu. Siyasi haklar, boşanma ve çok eşlilik konularında değişiklikler, eğitimde eşitlikler ve mesleki fırsatlar için mücadele verdiler. 1940’larda Doria Shafik, Nil’in Kızı dergisiyle kadın hareketinin taleplerini dile getirerek, Kadınların Politik Birliği’ni kurdu. 1951’de parlamentoya yürüyen bin 500 kadın, o günden sonra Nil’in Kızları

İstanbul Sözleşmesi’nde yer aldığı gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve ayrımcılığı nedeniyle cinayet işlemenin ağırlaştırıcı neden sayılmasını talep eden kadınlar, bu düzenlemelerin erkek şiddetiyle mücadelede önemli adımlar atılmasını sağlayacağını belirtiyor. Kadın cinayetleri davalarında kadınların katillerinden yana kullanılan ve ataerkiyi besleyen “haksız tahrik” indiriminin kaldırılması, kadın örgütlerinin müdahilliğinin kabul edilmesi, cinayetlerin başlıca faili olan Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın müdahalliğinin söz konusu dahi olmaması da meclise götürülecek talepler arasında. Cinsiyet kimliği, cinsel yönelim tanımlamalarının Anayasaya eklenmesi, hukuksal olarak LGBTİ’lerin tanınması ve cinsiyet kimliği ve cinsel yönelim temelli ayrımcılık nedeniyle cinayet işlenmesinin cezayı ağırlaştırıcı neden sayılmasının nefret cinayetlerinin önlenmesine katkı sunacağına işaret eden kadınlar ayrıca göçmen, sığınmacı ve mülteci kadınları kapsayacak şekilde şiddeti önleyici ve koruyucu tedbirlerin ayrımcılık yapılmaksızın alınmasını ve destek hizmetinin herkese anadilinde sunulmasını istiyor. Kadınlar, Türkiye’de nitelik ve sayıca az olan sığınmaevleri, dayanışma ve danışma merkezlerinin niteliklerinin ve sayılarını artırılmasını; Meclis’te kadın cinayetleriyle ilgili daimi komisyon oluşturulmasını ve bu alanda çalışan kadın örgütlerinin oluşturacağı izleme komisyonu kurulmasını talep ediyor. ASPB’yle Diyanet’in işbirliğinde kurulan ve pratikte arabulucuk yapan boşanma ombudsmanlığı başta olmak üzere buna hizmet eden kurum ve protokollerin kaldırılmasını isteyen kadınlar, şiddete karşı hukuk mücadelesi veren kadınların bu süreçte her duruşmada ifade verme zorunluluğunun ortadan kaldırılmasını öneriyor.

ayaklanmasında farklı kesimlerden kadınlar tecavüz tehdidine rağmen Tahrir’e aktılar. Devrimden sonra askeri yönetim, gözaltına aldığı kadın göstericilere bekâret testi yapmaktan meydanda bir kadının elbiselerinin parçalanıp, öldüresiye dövülmesine kadar gittikçe artan oranda şiddet kullandı ancak kadınlar direnişlerini sürdürdüler. Kadınların “Mısır’da, Tunus’ta, Yemen’de, Bahreyn’de yaşanan isyanların ve bu süreçteki kadın deneyimlerinin Ortadoğu’da 21. yüzyılın başında yeniden tanımlanan kadın hareketlerine kaynaklık edeceği kesin” görülüyor.**

Yırcalı kadınlar ‘sağlıklı yaşam’ istiyor Soma Yırca’da bulunan zeytinlikler hakkında çıkan acele kamulaştırma kararının ardından Kolin Şirketler Grubu’nun zeytinlikleri talan etmesine izin vermemek için iki ayı aşkın süre “zeytinimi kestirmem” diyerek nöbet tutmaya başlayan Yırcalıların direnişi kazanımla sonuçlandı. Aylardır yedisinden yetmişine termik santral yapılmasına ve zeytinliklerinin kesilmesine karşı verilen mücadelenin en önünde kadınlar yer aldı, özel güvenlik şiddetine, doğanın katledilmesine karşı direndi. Yırca’da direnişe geçen kadınlardan Nazmiye Süer diyor ki: “Zeytinliklerimizi kesinlikle kestirmeyeceğiz. Bir önceki santral yüzünden zeytinlerimiz kurudu. Bütün Soma akciğer kanseri veya bronşit. İkinci bir termik santralin yapılmasına izin vermeyeceğiz. Bizler sağlıklı bir yaşam istiyoruz.” Kadınlar 25 Kasım öncesi Yırca’da nöbet tutacak.

Direnişin öznesi nöbette Gerze’den Artvin’e Karadeniz’in her köşesinde topraklarını, derelerini, yaylalarını savunan ve yaşam alanlarına sahip çıkan kadınlar sadece doğanın katledilmesine değil kadınların uğradığı şiddete karşı da mücadele ediyorlar. “Saldırılar sadece doğamıza, yaşam alanlarımıza yönelik değil yaşamımızın her parçasına karşı sürüyor” diyen Tonyalı istemezükçü teyzeler, Fatsa’da siyanüre karşı ellerinde sopalarla nöbet tutan kadınlar, “Artvin-Cerattepe Yırca olmasın” diyerek ağaçların kesilmesini engelleyen kadınlar direnişi sürdüyor. Hopa’da, Fındıklı’da yıllardır köylerine HES yaptırmayan kadınlar, Arhavi Kamilet Vadisi’nde ‘’Ne olursa olsun deremizi vermeyeceğiz, dere bizim için hayattır’’diyen kadınlar, Rize Şimşirli Köyü’nde HES’lere karşı direnirken saldırıya uğrayan ve “Öyle bir dövdüler ki cop kırıldı dereye düştü’’ diyerek uğradıkları şiddeti anlatan kadınlar, kentleri ve doğaları için nöbet tutuyor.

Nil’in kızları olarak anıldı. 1954’te Anayasa tasarısı hazırlıkları için oluşturulan komitede kadınlar yer almayınca, açlık grevine başladılar. 80’lere kadar kazanılan haklar, Mübarek’in gelmesi, İslamcıların kadınların evlenme, boşanma, çocuk bakma gibi konulardaki haklarının dine aykırı olduğunu tartışmasıyla geri alınmaya başlandı. Baskıların arttığı bu dönemde cesur bir eylemci olan Neval El Saadavi, ataerki, kadın sünneti ve cinsel istismar konularını ele almayı sürdürdü. Mısırlı kadınlar 2003’te demokrasi ve savaş karşıtı mücadelede, 2006 ve sonrasında emek hareketinin gelişiminde etkin oldular. 2011

*Kaynak: Tarihsel Süreç Çerçevesinde Mısır’daki Kadın Hareketinin Değişimi orsam.org.tr **Ortadoğu’da isyanlar ve kadın: Mısır örneği Prof. Dr. Fulya Atacan

Kader ölümsüzdür Kader Ortakaya, 6 Kasım’da birkaç haftadır bulunduğu Suruç’tan IŞ D saldırısı altındaki Kobane’ye geçtiği sırada askerlerin sınırda bulunan sanatçıların eylemine yaptığı gaz bombalı ve gerçek mermili saldırıda öldürüldü.


3

GÜNDEM

Halk›n Sesi

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

AKP’nin ‘yeni’ planı: ‘Taksim Kışlası’ KP’nin Taksim Gezi Parkı’na yapmak istediği Topçu Kışlası’nın, İBB’nin Ekim ayında hazırladığı 2015-2019 yıllarını kapsayan Stratejik Plan’da “Taksim Meydanı Kentsel Tasarım ve Taksim Kışlası Restitüsyon Projesi” olarak yeniden yer aldığı ortaya çıktı AKP’nin AVM içeren bir Topçu Kışlası yapma planı ile Gezi Parkı’ndaki ağaçları sökmeye girişmesi Haziran İsyanı’nı tetikleyen Gezi Parkı direnişini başlatmıştı. Gezi direnişinin başladığı ilk günlerde 3. Köprü temel atma töreninde direnişçilere ''Ne yaparsanız yapın. Orası için karar verdik, yapacağız” diye seslenen Tayyip Erdoğan direnişin bir halk isyanına dönüşmesi ile geri adım atmıştı. Direniş sırasında Danıştay’ın Taksim Yayalaştırma Projesi’ni iptal eden kararı ile sadece proje ve tüneller değil, Topçu Kışlası’nın yapılması da imkansız hale gelmiş ancak Topbaş, mahkeme kararını “hizmetleri önünde engel” olarak tanımlayarak “Bu kente hizmet etmek için ne gerekiyorsa, bu yetkiyi aldık biz İstanbullulardan, bu çalışmaları sürdüreceğiz. Tabi ki yargı süreçleri de önümüze bazı şeyleri koyacak ama burada biz bunu engel olarak görmüyoruz”

A

AKP iktidarının, Haziran İsyanı’nın kıvılcımını çakan Gezi Parkı’na Topçu Kışlası ısrarını sürdürüyor, direnişçiler ‘Karşılığını görür’ diyor demişti. İsyanın büyüdüğü günlerin ardından 21 Haziran 2013’te ise “Bütün projeler halkla paylaşılacak, halka anlatılacak ve görüşleri alınacak. Bir otobüs durağının yeri bile değişse halka sorulacak” açıklamasını yapmıştı. ‘DAYATMA, MİLYONLARIN TEPKİSİ İLE KARŞLIĞINI BULUR’ Taksim Dayanışması’ndan Ali Çerkezoğlu AKP iktidarının

Topçu Kışlası ısrarını Halkın Sesi’ne yorumladı; Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nın yeniden gündeme gelmesi, şehirde yaşayan milyonlarca insana, saygısız, hürmetsiz ve halk karşıtı bir tavırdır. Çünkü bu ülkede milyonlar tavrını gösterdi, taleplerini sıraladı ve ısrarlı olduğunu bütün dünyaya göstermiş oldu. Belki de ülkemiz tarihinin en büyük doğrudan demokrasi mekanizması işledi.

Ülkemizdeki milyonlarca yurttaş “Gezi Parkı, park olarak kalacaktı” dedi. Taksim meydan düzenlemesi ve Gezi Parkı’na Topçu Kışlası yapılmasını içeren planlara dair yargının olumsuz kararları ortada. Yani hukuken böyle bir girişim yasal değil ve suç oluşturur. Ancak hepimiz biliyoruz ki AKP iktidarında neyin hukuki olup olmadığını ya da neyin suç oluşturup oluşturmadığını kendi otoriter ve rantçı siyasetinin çıkarına uyup uymadığı belirliyor. Burada tek bir istisna Gezi sürecinde olduğu gibi sadece mahkeme kararlarına güvenerek değil halkın kendi öz gücüne güvenerek süreçlere müdahale etmesidir. Gezi sürecinde olduğu gibi milyonların Gezi Parkı’nı ve bu parkla özdeşleşen daha fazla özgürlük ve demokrasi talebine sokakta sahip çıkmasıdır. AKP iktidarı için Gezi Parkı’nı betonlaştıramamak, Topçu Kışlası adı altında imar rantına açamamak, kent yağmasına ve işçi katliamlarına yol açan inşaatçı zihniyetinin ideolojik olarak yenilgisidir. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, Gezi Parkı’ndaki “üç-beş ağaç” için gösterilen direniş aynı zamanda ülkedeki tüm yeşil alanları, HES’lerle talan edilen ormanları, kesilen zeytin ağaçlarını sim-

Ali Çerkezoğlu: “Dayatma, milyonların coşkulu tepkisi ile karşılığını bulur” geliyor. Kente, yeşile ve doğaya karşı gösterilen bu hoyratlığın da esas gücünü milyonların özgürlüklerini kısıtlama, özel hayatlarına karışma, taleplerini yok sayma siyasetinden aldığını çok iyi biliyoruz. Gezi’yle simgeleşen, bu talan karşısında ortaya çıkan Haziran Direnişi’nin de bu taleplerin hepsini içerdiğini bizim gibi AKP iktidarı da çok iyi biliyor. Ancak Topçu Kışlası’nın AKP

hükümeti açısından bir sembol olarak kurgulandığını düşünüyorum. Bu sembolizasyon basitçe “kışlanın” tarihsel geçmişinden gelmiyor. 2013 Haziranı’nda direniş karşında AKP hükümetinin aldığı yenilginin hazımsızlığını da içeriyor. AKP hükümeti bu sembol üzerinden, “sizin özgürlüklerinizi, yurttaşlık haklarınızı, yaşamımıza müdahale edilmesin talebinizi dikkate almıyoruz; hukuku çiğneriz, şehrin meydanındaki tek parkı imar rantına açarız, kaç çocuk doğuracağınızdan, kürtaj olup olamayacağınıza, hangi okulda okuyacağınızdan hangi madende nasıl öleceğinize biz karar veririz. İtiraz ederseniz maden önünde sağ kalanlarınızı döver, Gezi sürecinde olduğu gibi milyonlarca insanı gaza boğar, keyfi olarak kurşunlarla gencecik insanların ölümüne yol açarız” demeye çalışıyorlar. Yaşam alanlarına ve yaşamına müdahalenin simgesi olarak Gezi parkı’na yeniden iş makinalarının girmesi milyonlar için de doğal olarak kendi yaşamına sahip çıkma refleksi ile karşılanır. Bu toprakların mücadeleci geçmişi ve birikimi benzer saldırı girişimlerine pabuç bırakmaz. “Topçu Kışlası dayatması” milyonların coşkulu tepkisi ile karşılığını bulur.

Maden yağmasına direnen Artvin’de Halkevi’ne saldırı

Maden yağmasına ve ağaç kesimine karşı direnişin sürdüğü Artvin’de direnişin en önünde yer alan Halkevleri’nin şube binasına saldırı düzenlendi, binada maddi hasar oluştu. Artvin Cerattepe’de Cengiz Holding’in maden çalışması için bölgedeki ağaçları kesecek olmasına karşı harekete geçen,

geçtiğimiz hafta şirketin çalışmalarını engelleyen ve direnişi nöbete dönüştüren Artvinliler, “kimliği belirsiz kişilerin” saldırılarına maruz kalmaya başladı. Maden şirketine karşı direnişin ön saflarında yer alanlardan Artvin Halkevi, 18 Kasım gecesi saldırıya uğradı. Halkevi’ne yapılan saldırıda binanın kapısı

kırılarak içeri girildi ve içeride bulunan eşyalara ve kitaplara zararlar verildi. Halkın Sesi’ne konuşan Dursun Ali Koyuncu maden şirketinin çalışmalarına karşı mücadelenin yükselmesine paralel geliştiğine dikkat çekti. Bu saldırıların mücadelelerini engelleyemeyeceğini vurguladı.

Koru da orman da tarla da ‘hala’ devrim sorunu! Genel seçimlere daha 7 ay var, ancak daha şimdiden seçim hazırlıkları, propaganda çalışmaları tüm hızıyla başladı bile. Tayyip Erdoğan’ın, kendisinin de farkında olduğu gibi çok çalışması gerekiyor. En son önüne gelen anketler, “Davutoğlu’nun başbakanlığı kıvıramadığına” işaret ediyor. Dolayısıyla işin büyük kısmını kendisi yapmak zorunda. Çünkü AKP iktidarı kaybettiği durumda başta kendisi olmak üzere, kurduğu tüm tezgah da yerle bir olacak. Dolayısıyla böylesi kritik bir dönem çok iyi planlanmak zorunda. Anlaşıldığı üzere Tayyip Erdoğan’ın planı asıl olarak üç başlıktan oluşuyor. İlk olarak, şimdiye kadar konsolide etmeyi başardığı AKP kitlesinin dağılmasını engellemek. Bunun için de gericilik dozunu giderek arttırdığı propaganda ve icraatlara daha da fazla sarılmak zorunda. O da öyle yapıyor. Amerika’yı Müslümanların keşfettiğini uyduruyor1, türbanı/imam hatipleri sürekli gündemde tutuyor, yeni mescitler açıyor, yeni camiler inşa ediyor.2 İkinci olarak yeni bir “yol kazasına” meydan vermemek için cemaatin devlet içindeki kadrolarına yeni operasyonlar çekerken, var olanları tasfiye etmenin yeni yollarını arıyor. Polis kolejlerini, akademisini kapatıp, hızla kendisine bağlı yeni kadrolar aramaya girişiyor. Fethullahçı hakim ve savcıların yetkilerini sınırlamak için tüm yargı alanına yeni düzenlemeler getiriyor. Ve üçüncü olarak da Kürt siyasi hareketini seçim öncesi maniple etmek için yeni taktikler (aslında uzun süredir ezberlediği) geliştiriyor. Şimdiden “önümüzdeki newrozda silah bırakmanın açıklanacağı” söylentisi yayılarak, seçimlere silahsızlandırılmış bir Kürt hareketi ile ilerleneceği beklentisi yaratılıyor.3 (Tersi bir

durumda ise AKP’nin hazırladığı argüman ise belli; bütün suç PKK’nin) Bu temel başlıkların yanında “ufak taktikler” de belli; 1,5 milyon Suriyeliye vatandaşlık hakkı verip seçmen yapmak, seçim hilelerinde aşama kaydetmek, dilencileştirme ağlarını revize etmek, medya üzerindeki baskıyı arttırmak vs vs. Başbakan Davutoğlu’nun eli boş kalmasın diye 5 yıldan sonra Alevi açılımı yeniden gündeme sokulurken, mezhepçi faşizmin, cihatçı çetelerin iktidarı Dersim’de ‘özür dileme’ şovları ile artık bu ülkede can güvenliğini tehdit altında hisseden Alevileri oyalayabileceğini umuyor…(Baktı ki kendi kitlesini tutmakta gerçekten zorlanıyor Gezi Parkı’na girme seçeneğini de elinde tutabilir…) Muhalefet de boş durmuyor bu arada. Seçim çalışmalarına erken başlanmasının nedeni Tayyip Erdoğan’ın bir “sürpriz” yapıp seçimleri erkene alacağı kaygısı. Bu kaygı yersiz de değil, çünkü “Haziran korkusu” AKP için hiç de yabana atılır türden değil. Kılıçdaroğlu AKP kitlesinden oy istemeye çoktan başladı bile. Hatta teşkilatta çok büyük bir değişiklik yapıp Ankaralı Murat Karayalçın’ı İstanbul teşkilatının başına getirmeyi planlıyor. İstanbul’u “çok iyi bilen” Karayalçın artık CHP oylarını ikiye, üçe katlar. CHP’nin ulusalcıları ise sıkıştıkları tünelden çıkış yolu arıyorlar. Emine Ülker Tarhan’ın ayrı bir parti kurma girişimi ile açtıkları bayrak, barajın yüzde 10 olduğu seçimleri göğüslemekten çok CHP içinde yapacakları blöfü güçlendirme amacı taşıyor. Yaklaşan seçimler sağ cenahın en pespaye kişiliklerinin bile iştahını kabartmış durumda, İdris Naim Şahin bile parti kurdu.4 Aslında hepsinden önce seçim startını ilk verenler birleşik muha-

lefetçiler (ÖDP’liler) oldu. Daha önceki seçim süreçlerinden ders çıkartmış olmalılar ki bu sefer işi sıkı tutuyorlar. Hatırlanacağı gibi bir seçime, belgelerini yetiştirememiş oldukları için girememişlerdi, bir diğerinde ise parti başkanlarını (yani Ufuk Uras’ı) bağımsız ortak adaylardan biri olarak kabul ettirmişlerdi de bu şahsın yanlış olduğunu çok sonradan anlamışlardı! Ancak her şeye rağmen, yani tüm bu eksikliklerine, yanlış tercihlerine rağmen, yeniden iddia sahibi olan, yeniden deneyen, yeniden başlayan ve ne olursa olsun mutlaka parlamentoya girmeyi sol adına mutlak amaç haline getiren bu “inatçı emeğin” tarihsel rolünü kayda geçmek gerek. Sol tarih yapılanların olduğu kadar, yapılamayanların da tarihidir. Bir de yapılması gerekip de yapılmayanların… Pekiyi, genel seçimlerin yaklaştığı bu dönemde toplumsal muhalefetin varını yoğunu seçim sandığına odaklaması/odaklandırılması ne kadar doğrudur? Bu soruya anlamlı bir yanıt verebilmek için halkın, şu an siyasi iktidara karşı muhalefet ettiği konulara bakmak gerekecek. AKP’nin Ortadoğu ve Kürt siyaseti politikalarına karşı çıkışlar bir yana bırakılacak olursa halkın AKP’ye karşı gerçekleştirdiği muhalefet eylemleri, AKP’nin uyguladığı gerici neoliberal politikalara odaklanmaktadır. “Okuluma dokunma”, zorunlu din dersini kaldır, “koruma cami dikme”, “zeytinimi kesip termik santral yapma”, “vadimin deresine HES inşa etme”, “toprağımı siyanürle kirletme”, “taşerona son ver”, “işyeri güvenliğini ve işçi sağlığını koru”, v.s. Bunlar görüleceği gibi neoliberal politikaların emrettiği kent ve doğanın sermaye tarafından talanı ve mülksüzleştirme/güvencesizleştirme politikalarına karşı kent ve doğa hakkını,

emeğin ve emekçinin hakkını savunan fiili, öz savunma eylemleri. Pekiyi, bu eylemler hangi koşullarda başarılı sonuçlara ulaşmaktadır? Parlamento içi muhalefet ya da temsiliyet AKP’nin politikalarını engelleyebilmekte midir? Bu soruların yanıtı da aslında yakın tarihimizde, 2013 Haziran’ında verildi. Taksim Gezi Parkı’na AKP tarafından yapılmak istenen topçu kışlası, “ne yazık ki” ne parlamento içi muhalefetle ne de üç-beş tane milletvekilinin etkinliğiyle değil, halkın fiili direnişi ile engellendi. AKP’nin gerici saldırganlığı ancak ülke çapında onlarca gün süren mücadelelerle karşılık bulunca “akıllandı”. Yasal muhalefet, fiili direnişin arkasından geldi, hatta çoğu zaman ona yetişemedi bile.5 Ancak “işler” durulduğunda tekrar sahneye çıkma fırsatı bulabildi. Yasal siyasi muhalefet sahneye çıktığında ise (tıpkı tarihteki çoğu dönem yaptığı gibi) o zamana kadar oluşmuş tüm dinamizmi (onun temsiliyetini yaratmak üzere değil) kendi arkasına katmaya çalışarak, onu seçim sandığında temsiliyete (seçmen oyuna) dönüştürmeye girişti. Haziran İsyanı’nın arkasından yaşanan yerel seçim taktikleri ve sonuçları ortada! Bugün asıl yapılması gereken var olan mücadeleleri düzenin kurumları, yasaları ve temsiliyet mekanizmalarına yöneltmek yerine, halkın neoliberalizme karşı sürdürdüğü direniş mücadelesini büyütmek, güçlendirmek ve yaygınlaştırmaktır. Bunun için direniş/savunma mücadelelerinin önünde duran temel sorunları görmek ve çözmeye çalışmak zorunluluk. Şu an bu mücadelelerin sorunları üç temel noktada odaklanıyor. Var olan hak mücadelelerinin (kent, doğa, emek) nasıl siyasallaşacağı, daha ileri siyasi hedefler içereceği? Yani gerek mücadelenin içeriğinin gerekse de mücade-

leyi sürdüren bireylerin/toplulukların siyasi iktidar mücadelesinin aktif bir parçası haline getirilmesi için izlenmesi gereken yolun belirlenmesi, bunun için değerlendirilmesi gereken siyasal araç ve yöntemlerin tespiti temel önem oluşturmaktadır. Bununla birlikte henüz güçlü bir gelişkinlik seviyesi yakalayamamış (kendi çizgisini, temsilcilerini, ilkelerini, araçlarını oluşturamamış) bu hareketler, varolan çarpık siyasal araç ve söylemlerin payandasından nasıl kurtulacaklar? Yani kendilerinin belirleyemediği bir yasal temsiliyet alanına hapsolmamak için, düzen hukukunun çetrefilli yollarında kaybolmamak için, düzen tezgahtarlarının provokasyonlarına/manipülasyonuna kapılmamak için alınması gereken önlemlerin listesi de önem oluşturmaktadır. Ayrıca bunların yanında, farklı mücadelelerin birleştirilmesi amaç edinilirken ayrışmış mücadeleleri sürdüren farklı özneler ortak mücadelenin organik parçaları haline nasıl getirileceklerdir? Yani Kürtlerle Türklerin, küçük burjuvalarla yoksulların, güvencesizlerle köylülerin gericilik karşıtı neoliberalizm karşıtı bir haklar hareketinin ortak bileşenleri olarak konumlanması kapsamlı bir politik yenilenmeyi, tutarlı bir söylemi ve zengin bir araç yığınağını gerektirmektedir. Bu soruların yanıtlarını verecek olanlar, hayata geçirecek olanlar ise ne düzen solcuları ne liberaller ne de oturduğu yerden sola akıl vermeyi marifet sayan akıl hocalarıdır. Sadece ve sadece vadide, koruda, ormanda, tarlada, direniş çadırında, kent meydanında soğuğa, güneşe, çamura, gaza bulanarak bu direnişlerin içinde kendi siyasal iddialarını bir an bile unutmadan birer direnişçi olan devrimciler.

Sonuç olarak, gerici neoliberalizmin tarihin çöplüğünde yerini almasını sağlayacak nihai nokta sosyalist cumhuriyetin inşa edilmesidir. Bu ise bizim ülkemizde “hala” bir devrim sorunu! DİPNOTLAR 1) Diktatörlere ait klasik bir ruh hali ve davranış biçimi sergiliyor. Tarihte çokça bulunan bu egosantrik kişiliğin yakın dönemdeki örneklerinden biri Türkmenistan'ın ilk Devlet Başkanı Saparmurat Türkmenbaşı idi. Ve cüreti o aşamaya gelmişti ki ayların isimlerini bile değiştirtmişti; Ocak ayını kendi adı olan Türkmenbaşı ile, Nisan ayını annesinin adı olan Gurbansoltan ile, Haziran’ı Oğuz Han ile, Temmuz’u Dede Korkut ile değiştirmişti. Tayyip şimdilik üniversitelerle, camilerle, tramvaylarla yetiniyor, ama sadece şimdilik. 2) Erdoğan’ın, Amerika’yı Müslümanların keşfettiğini iddia ettiği gün, yani 18 Kasım’da, Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesi Ses ve Görüntü İnceleme Şubesi, 17 Aralık soruşturmasıyla ilgili Emniyet’in tapeye (ses kayıtlarının çözüm metni) dönüştürdüğü 2593 ayrı ses kaydında ‘uygunluk’ incelemesi yaptı. Türkçe 2483 kaydın çözümünde, “Cümle eklemesi veya cümle çıkartması sonucu anlam bütünlüğünü bozacak değişiklik” tespit edilmedi. Ama bu haber arada kaynadı. 3) Bu noktada Kürt hareketinin farkındalığını belirtmek gerek. KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, silah bırakma gibi bir düşüncelerinin olmadığını savundu. "Seçimden önce AKP hükümeti, silahlı mücadeleyi sonlandıracak güç olarak gösterilmeye çalışılıyor. Böylece AKP’ye bir seçim daha kazandırılmak isteniyor" dedi. 4) Tayyip Erdoğan tarafından vebal borcu olarak bir ara İçişleri Bakanı yapılan şu şahıs. Kendisini görünce sevindiğini söyleyen yaşlı vatandaşa inanmayıp da “hadi bir takla at da sevindiğine inanayım” diyen şahsiyet. 5) Bu noktada, “Var olan üç-beş solcu yasal temsilci bu işi başaramadı, yerlerine daha iyilerini seçersek onlar başarır” türünden izahatlar değerlendirmeye bile alınamaz. Feriştahı bile olsa yapabileceklerinin sınırı nereye kadar uzanabilir?


4

GÜNDEM

Halk›n Sesi

Neden 2023? Tayyip Erdoğan AKP'nin iktidar vizyonunu bir kaç yıl önce 2023 yılı olarak belirlediğinde hemen herkes Erdoğan'ın her zamanki gibi “yüksekten uçtuğunu” düşünmüştü. Olağanüstü bir gelişme olmazsa (ki burası Türkiye, her an her şey olabilir), AKP'nin önümüzdeki genel seçimlerde 2019'a kadar iktidar vizesi alacağı göz önünde bulundurulduğunda, Erdoğan'ın o kadar da “uçmadığı” anlaşılıyor. Bizim kuşağın bir acı gerçeğini, Fikret Kızılok “Başbakan hep Süleyman” şarkısıyla seslendirmişti. Bu dönemin devrimci sürecinin yükünü omuzlayacağı anlaşılan “2013 kuşağı” da siyasi hayata gözünü Erdoğan'la açıp Erdoğan'la mı kapatacak? Yine de ben 2013 kuşağının, bizim kuşağın Demirel'in ipoteklediği hayatının bir benzerine mahkum olmayacağından eminim. Bu emniyetim maddi bir nedene dayanıyor ve bu maddi temel, Erdoğan'ın “2023 vizyonu”nu dayandırdığını düşündüğüm temel ile aynı. Erdoğan neden 2023’ü hedef alıyor? Bu hedef, yalnızca Cumhuriyetin yüzüncü yılı simgesiyle mi açıklanmalı? Erdoğan'ın Amerika'yı müslümanlara keşfettiren, Colomb öncesi Küba'da dağın tepesine cami kurduran çiğ (ve palavracı) gerici söyleme tutkunluğu düşünüldüğünde, 2023 hedefinin bu söylemle bağı olduğu tartışılmaz. 1923'de kurulan “Allahsız Devlet”in defterini yüzüncü yıl dönümünde “yıkma” hedefi, AKP'nin siyasi kadrosuna verilecek anlamlı bir hedeftir elbette. Ama ben Erdoğan'ın 2023 hedefinin retorikten ibaret olduğunu düşünmüyorum. 2023 tarihi, AKP'nin iktidar misyonunun tarihsel-toplumsal “sınır taşını” belirliyor. AKP, neoliberal yeni sömürgecilik programının siyasi krizinden doğdu ve krizi çözdü. Hakkını teslim etmek gerek; AKP, önceki iktidarların da talip olduğu görev (“Türkiye'deki yeni sömürgecilik ilişkilerinin neoliberal yeniden yapılandırılmasının istikrarlı ve kararlı siyasaltoplumsal yönetimi” görevi) için en uygun alternatif olduğunu pratiğiyle kanıtladı. 2023 hedefi, (bugünkü alternatifler içerisinde) AKP'den başka hiçbir iktidarın tamamına erdiremeyeceği bu misyonun sonunu tarihliyor. Bilindiği gibi neoliberal programın özü, varolan herşeyi sermayeye dayalı üretimin konusu haline getirmek; Marks'ın “meta fetişizmi” olarak tanımladığı durumu insani varoluşun bütününe yaymak. Neoliberal programın bu özü, kapitalist üretim sisteminin bu temel gelişme doğrultusuyla da uyumlu. Ama Ferda “meta fetişizminin evrenselleşKoç mesi”nin temel bir sınırı var: emek gücüne dönüştürülebilir ferdakoc insani kapasite. Kabaca buna @hotmail.com “proleterleştirilebilir nüfus” da denebilir. Proleterleştirilebilir nüfusun sınırına gelindiğinde kapitalist gelişmenin de mantıki sınırına varılmış olur. (Marks, kapitalizmin bu mantıki sınıra gelmeden çok önce tarihsel/pratik sınırlarına gelmiş olacağını düşünüyordu.) Küresel ölçekte örgütlenen kapitalist üretim ilişkilerinin geneli açısından bu sınıra henüz ulaşılmadı. Proleterleştirme ile kırdan kente göç sürecinin paralelliği gözetildiğinde, nufusun kentleşme oranındaki gelişme, proleterleştirme sürecinin hangi seviyeye ulaşmış olduğunu gösteren bir referans oluşturuyor. AB öngörülerine göre, bugünkü teknolojik gelişme düzeyinde, kapitalist verimlilik ölçüleriyle nufus dağılımının %88 kent ve %12 kır olması gerekiyor. 2013 verilerine göre dünya nüfusunun %53'ü kentlerde, %47'si kırlarda yaşıyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerde bu oran %78 ve %22; dünyanın geri kalanında ise %48 ve %52. Dolayısıyla, kaba bir belirlemeyle, gelişmiş kapitalist ülkelerde proleterleştirilebilir nufusun, mevcut nufusun ancak %10'unu oluşturduğu yani proleterleştirmenin sınırına çok yaklaşıldığı, buna karşılık, dünya nüfusunun %80'ini oluşturan “az ve orta gelişmişlikteki” ülkelerde bu oranın halen %50 seviyesinde olduğunu söyleyebiliriz. Gelişmiş kapitalist (emperyalist) merkezler, dünyanın geri kalanındaki bu proleterleştirilebilir nufus potansiyelini sisteme dahil edebildikleri sürece küresel kapitalizm yaşamını sürdürebilir. Küresel kapitalizmin bu temel ihtiyacı, neoliberal yeni sömürgecilik programları ile karşılanıyor. Neoliberal yeni sömürgecilik programlarının uygulamaya sokulduğu tüm ülkelerde hızlı bir demografik dönüşüm yaşanıyor. “Az ve orta gelişmişlikteki ülkeler” arasındaki bir grup ülkenin kentsel ve kırsal nüfus dağılımındaki son 30 yıllık dönüşüm bunları, gelişmiş kapitalist ülkelerden daha yüksek kent nufusu oranlarına taşıdı. Güney Amerika'da neoliberal programları sadakatle uygulayan ülkelerde bundan 30 yıl önceki ortalama %40/%60'lık kent/kır nufusu oranları 2012'de Kolombiya'da %76/24, Meksika'da %79/%21, Brezilya'da %85/%15, Şili'de %90/%10, Arjantin'de %93/%7'ye gelmiş durumda. Benzer bir dönüşüm geçiren Güney Kore'de %84/%16, Malezya'da %74/%26 oranlarına ulaşıldı. Türkiye'de ise bu oranlar %73,5/%26,5 düzeyinde. Yani neoliberal yeni sömürgecilik programlarını uygulayan “orta gelişmişlikteki” ülkelerin bir kısmı, proleterleştirilebilir nufusun sınırlarına dayanırken, diğerleri de hızla da bu noktaya yaklaşıyor. Türkiye de ikinci grup ülkelerden. Son on yılın nufus tablolarındaki eğilimlerin üç aşağı beş yukarı korunması halinde AB'nin Türkiye için projekte ettiği kent/kır nufusu dağılımı olan %88/%12 noktasına 2021 yılında gelinecek. AKP, proleterleştirmenin bu sınır noktasına gelininceye kadar neoliberal yeni sömürgecilik programının tartışılmaz iktidarı olarak kalabileceğini umuyor. Ancak AKP'nin de bizim de farkında olmamız gereken iki gerçeğin altını çizmek istiyorum: Birincisi; Türkiye, emperyalizmin dikte ettiği neoliberal kapitalizm modeline mahkumdur. Neoliberal sömürge kapitalizminin toplumsal sınırlarına ulaşılmasından sonra, bu süreçte proleterleşme düzeyi ile uyumlu olmayan son derece cılız bir “yerel sermaye birikimi” üretmiş olan Türkiye kapitalizminin “lig atlaması” mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye kapitalizminin “barbarlık içinde çöküş” dışında bir “neoliberalizm sonrası” bulunmuyor. İkincisi; proleterleşme süreci segmentsel gelişme gösteren bir süreçtir. Proleterleştirilebilir nufus grupları, “orta köylülük”, “Kürtler”, “kadınlar”, özel kümeler halinde hedef alınır ve proleterleştirilirler. Proleterleştirilebilir nufusun diferansiyel kitlesi azaldıkça mevcut proleter kitlesini denetim altında tutmak için de yeni kümeleri proleterleştirmek için daha çok dışlamaya, daha çok güvencesizliğe, daha çok şiddete ve daha güçlü bir siyasi otoriteye ihtiyaç duyulur. Dolayısıyla, AKP iktidarının “normalleştirilmesi” de mümkün değildir. Kısacası Erdoğan ve AKP iktidarı Türkiye'nin neoliberal kapitalizmini tarihsel sonuna doğru götürüyorlar ve kaçınılmaz bir biçimde onunla birlikte tarihe gömülecekler. Bizim kuşak Süleyman'ın “hep Başbakan” olmasına engel olamadı ama 2013 kuşağı Erdoğan'ın Reisliğinin sonunu hem görecek hem getirecek kuşak olacak.

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Aşure gününde temcit pilavı Seçim öncesi Alevi açılımı ÖZGE OZAN

rtadoğu politikasında batağa saplanan, Kürt sorununda Kobane açmazıyla tıkanan AKP genel seçim çalışmalarına ezber taktiklerle başladı: dine sarılma ve açılım oyalaması. Erdoğan Amerika’yı Müslümanlara keşfettirip, Küba’ya cami dikme hayallerini kitlesine pazarlarken Davutoğlu bir kez daha Alevi açılımı ve Dersim gündemi ile ortaya çıktı. İktidara geldiği günden bu yana Sünni-Hanefi mezhebine dayalı, giderek dinsel karakteri öne çıkan bir rejimin inşasını yürüten AKP, Davutoğlu’nun ağzından, sayısını kendisinin de unuttuğu Alevi açılımlarına bir yenisini ekleyeceğini duyurdu. İktidarı boyunca AKP sözcülerinin, yüzüne bir türlü oturmayan ‘demokrasi maskesi’ni cilalayıp Kürt ve Alevi kitlelerle temas kurmak, CHP’ye saldırmak için dönem dönem kullandığı Dersim katliamını yeniden gündeme getiren Davutoğlu iddiaya göre 23 Kasım’da Dersim’e gidecek, Dersim için bir özür dilerken bir de yeni Alevi açılımını ilan edecek. Alevi katliamlarına imza atan IŞİD ve türevi cihatçı çetelere desteği açık olan AKP iktidarının IŞİD’in Kobane’ye saldırdığı bir dönemde Alevi örgütlerinin “Kobane Kerbela’dır” söyleminin karşısına “Dersim modern bir Kerbela’ydı” diyerek çıkması ve Alevi açılımını Dersim’de ilan etmesi elbette tesadüf değil. Alevi ve Kürt halkı arasında iktidar karşısında farklı zeminlerde büyüyen tepkinin buluşmasını kendisi için kâbus senaryosu olarak gören AKP iki büyük kesimi de ‘açılım’ söylemleri ile seçime kadar oyalamayı umuyor. Davutoğlu’nun ağzından çıkan açılım sözünün ardından hızla "Herkes İçin İnanç Özgürlüğü" raporunu açıklayan CHP’nin çabası ise AKP gericiliğine karşı etkili bir mücadeleyi örmekten çok ‘sağa açılım’ politikaları ile Alevi halkının taleplerinden uzaklaşan ve Cumhurbaşkanlığı

O

Ortadoğu ve Kürt politikasında batağa saplanan AKP’den seçim çalışmasına ezber taktik: Dine sarılma ve açılım oyalaması

seçimlerinde bunun sonuçlarını yaşayan partinin seçim öncesi Alevileri yedekleme telaşını yansıtıyor.

SÜNNİLİĞE AÇILIM ALEVİ’YE TEHDİT Oysa çok değil 5 yıl önce büyük tantanalarla AKP tarafından Alevi açılımı ilan edilmiş,

Alevilerin içine İzzettin Doğan’la birlikte yeni Truva atları yaratma stratejisi güdülmüş, Alevi katillerinin de çağrıldığı 7 çalıştay düzenlenmişti. Süreç ancak 1 yıl sürdü. Başta Erdoğan olmak üzere Aleviliği yok edilmesi gereken sapkın bir inanç olarak tanımlayan İslamcı gelenekten gelen AKP kadrolarının, mezhepçiliği temel karakter haline

getiren iktidarın üzerine Alevi açılımı ceketi bol gelirken, açılım iktidarın AKP’lileştirme stratejisine teşne olan katılımcıların dahi masada duramadığı bir ‘hiç’likle sonuçlandı. Ardından AKP böl parçala yönet taktiğine başvurdu. Yandaş Alevi örgütleri, sahte Aleviler yaratmaya soyundu. Cami-Cemevi gibi

Olmayan açılımda ne olacak? Ahmet Davutoğlu açılımın ilk işaretini Hacı Bektaş-i Veli Müzesi’nde verdi. Davutoğlu’nun Yıllardır devlet tarafından el konulan dergâhlarının kendilerine verilmesini isteyen Alevilere müjdesi(!) ‘müzeye’ girişlerin ücretsiz yapılması oldu. Alevilere ‘Her Alevi de Emir Sultan'ı, Mevlana Celaleddin-i Rumi'yi okusun’ diye akıl veren Davutoğlu’nun yeni açılımı da Alevilerin gerçek taleplerini karşılamak üzere değil semboller üzerine kurulu. AKP basınında yer alan haberlere göre Dersim’de ilan edilecek açılımda şunlar yer alacak: Seyit Rıza’nın mezarının bulunması; “Dersim

olaylarının” araştırılması için bir Meclis Araştırma Komisyonu kurulması; katledilenlerle katliamcıların adının aynı tabelada yazılı olduğu Madımak “anıevi”nin “özel eşyaların da sergilenmesi ile daha canlı hale getirilmesi”, Cemevlerinin kültür merkezi olarak Kültür Bakanlığı bünyesinde bir statü edinmesi. Doğrudan Suriye savaşı boyunca desteklediği IŞİD’e katılımın binleri aştığı bir ülkede "Zorunlu din dersleri kalkarsa insanlar radikal örgütlere katılır" söylemi ile AİHM kararına karşı çıkan AKP’nin ‘açılımında’ din derslerine ilişkin bir vurgu ise yer almıyor.

ucube projeleri destekledi. Suriye savaşı ile birlikte tırmandırılan mezhepçi politikalar eşliğinde ise seçim meydanlarında Aleviler yuhalatıldı. Erdoğan’ın diline doladığı ‘Alisiz Alevilik’ söylemi ile Aleviler ‘şeytanlaştırıldı’, Alevi örgütleri ‘terör örgütleri güdümündeler’ diyerek hedef gösterildi. Sivas katliamı davasına verilen zamanaşımı kararına ‘hayırlı olsun’ diyen Erdoğan yeri geldiğinde ucube olarak nitelendirdiği cemevlerinin ibadethane olmadığını ilan etti. Sünni-Hanefi Anadolu Kültürü”ne ve Osmanlı geçmişine dayanan geleneksel İslamcı-muhafazakâr ideolojiyi resmi ideoloji katına yükselten AKP bir yandan Alevi katliamları ile bilinen Yavuz Sultan Selim’in adını ‘Yeni Türkiye’nin sembollerinden 3. Köprü’ye verirken Alevi mahalleleri terör örgütleri yönetiyor denilerek hedef gösterildi. Haziran İsyanı’nda Alevilerin yoğun olarak yaşadığı mahallelere yönelen polis terörü can alırken, polis ordusu CamiCemevi projesine karşı direnen Tuzluçayır halkının karşısına dikildi. Okmeydanı Cemevi bahçesinde Uğur Kurt polis kurşunu ile katledildi. Alevilerin kaldırılmasını istediği Diyanet İşleri Başbakanlı’ğa bağlanarak fiilen fetva kurumu haline getirildi. Kaldırılması istenen zorunlu din derslerine seçmeli zorunlu din dersleri eklendi, yetmedi türban ortaokula kadar yaygınlaştırıldı, TEOG sistemi ile Alevi çocukları zorla imam hatiplere yönlendirildi, her okula mescit açıldı. Öyle ki açılımdan 4 yıl sonra Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Aleviler, yeniden AKP’nin aklına geldiğinde Başbakan Yardımcısı Emrullah İşler’in övünebildiği tek şey ancak ‘Alevileri muhatap alan ilk iktidar olmak’ oldu. Yıllardır eşit yurttaşlık talebi için mücadele eden Alevilerin muhatap alındıkları için AKP’ye minnet duyması gerektiğini ima eden açıklamaların ardından Erdoğan’ın iftar davetini reddeden Alevi örgütleri, ‘haram sofrasına oturmayız’ demişlerdi.

Kürt hareketi AKP’nin oyununu bozar -7 Ekim Kobanê eylemlerinde beklemediği bir biçimde Kürt hareketinin sokakta inisiyatif alması ile zor durumda kalan AKP seçim öncesi süreci yumuşatmaya çalışıyor. Bu yönde, önce MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile İmralı ipine sarılan AKP başlattığı görüşme trafiğinin ardından görüntüde rayına giren sürecin kritik görüşmesini 17 Kasım günü HDP İmralı Heyeti ile Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan gerçekleştirdi. İki taraf da diplomatik yumuşama mesajları verdi. Kürt hareketi böylece AKP’nin sıkışmışlığından istifade ederek müzakere masasında güçlenen pozisyonunu korumayı, AKP de süreci kendi kontrolü altında tuttuğu görüntüsünü vermeyi hedefliyor. HDP İmralı Heyeti'nde yer alan Pervin Buldan görüşme sonrası, müzakere heyetinin genişletilmesi, İmralı Cezaevi'ndeki mahpusların değiştirilmesi ve izleme kurulunun oluşturulması konusunda hükümetten olumlu mesajlar aldıklarını söyledi. AKP ise, zor karşısında müzakere sürecine sarılmasına karşın tavizkâr olmadığını şeklinde bir görüntü çizmeye çalışıyor. 6-7- Ekim Kobanê olaylarından dolayı Kürt hareketini suçlamayı sürdüren Yalçın Akdoğan, “Bu olaylar da eylemsizlik kapsamına alınmalıdır. Yoksa bunlar süreci zehirliyor” diyerek sürecin ilerlemesini “kamu güvenliğinin sağlanması” gibi karşı eli bağlamaya, demokratik muhalefeti engellemeye dönük muğlâk bir şart öne sürdü. Başbakan Davutoğlu, Akdoğan’ı destekleyen bir dille “eylemsizlik” şartının altını çizerken, HDP-AKP görüşmeleri AKP medyasının manşetlerinde “Kamu düzeni mutabakatı” diye verildi.

fiye edip 2023 hedefli yeni hegemonyanın şekillendiği Türkiye’yi yaratmayı hedefleyecektir. Evdeki hesap budur. Bu hesap tutar mı, ayrı bir konudur. Tabii ki Kürt Özgürlük Hareketi dün olduğu gibi bugün de bu oyunu bozar. Bu defa Türkiye’yi demokratikleşme ve Kürt sorununu çözme mücadelesini geliştirir ve bu temelde demokratik Ortadoğu’yu yaratır. AKP’nin 2023 hesabı varsa, Kürt Özgürlük Hareketi’nin de böyle bir tarihi sorumluluğu vardır.” “Baharda silahlı mücadele bırakılacak, silahlı güçler Türkiye’yi terk edecek haberleri akla yine bir seçim taktiğini getiriyor. Seçimden önce AKP hükümeti gerillayı Türkiye’den çıkartacak ve silahlı mücadeleyi sonlandıracak güç olarak gösterilmeye çalışılıyor. Böylece AKP’ye bir seçim daha kazandırılmak isteniyor. Çünkü gerillaya silah bıraktırmak Türkiye’de tavan yapar, AKP’yi kimse sollayamaz. Bu nedenle AKP seçim öncesi böyle bir gündemle en güçlü propagandasını yapmış oluyor.”

6

PKK’NİN NE DEDİĞİ ARTIK DAHA ÖNEMLİ Ne var ki süreç artık HDP-AKP-İmralı arası bir süreç değil. Kobanê sonrasında

KCK YK üyesi Mustafa Karasu AKP’nin seçim öncesi yeni bir oyalama oyununa başvurduğunu ama bu oyunu bozacaklarını söyledi IŞİD’e karşı ABD ve KDP ile fiili işbirliği içinde bulunan PKK, kazandığı uluslararası meşruiyetle birlikte sürecin dışında bırakılması mümkün olmayan bir aktör. PKK bundan önce de denklemin bir parçasıydı ve doğrudan muhatap alınma niyetini dile getiriyordu. Ancak şimdi bir silahlı kanat olmanın çok ötesinde uluslararası alanda ciddiye alınan bir politik güç konumuna gelmiş bulunuyor. PKK’nin (ya da KCK’nin) açıklamaları da basitçe bir silahlı gücün pazarlığa yönelik restleri olmanın ötesinde, ciddi politik mesajlar olarak anlam kazanıyor. ‘OYALAMA VE HAREKETİ TASFİYE’ KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa

Karasu yaptığı açıklamada, AKP’ye 12 yıllık iktidarı boyunca demokrasi güçlerinin Kürt sorunun çözümü için şans tanıdığını ancak AKP’nin, demokratikleşme adımları atmak yerine devletin hegemon gücü olmayı hedefleyen bir politikaya yöneldiğini belirtti ve ekledi: “Şu anda çözüm olarak ortaya koydukları, Kürtleri zamana yayılmış soykırıma uğratma stratejisinden başka bir şey değildir.” Karasu AKP’nin yeni hamlesinin seçim taktiği olduğuna dikkat çekti: “AKP 2015 seçimlerine kadar ortamı biraz yumuşak tutup Kürt halkını ve demokrasi güçlerini mücadelesiz bırakmayı sağlayacak, 2015 seçimlerini kazandıktan sonra da saldırarak Kürt Özgürlük Hareketi’ni tas-

SERHİLDANLAR MEŞRUDUR KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanlığı da bir açıklama yaparak AKP’nin çözüm söylemine rağmen operasyon ve tutuklamaları sürdürdüğüne dikkat çekip, bunlara karşı da halkın tepkisini ortaya koyacağını vurguladı ve AKP’yi uyardı: “Hiçbir yurtsever Kürt ve direnişçi AKP'nin siyasi-kültürel soykırım operasyonlarına tepkisiz kalmamalı, AKP'nin polis güçleri hiç kimseyi öyle rahat biçimde tutuklayamamalıdır. Her tutuklama yeni serhildanlara neden olmalıdır. Halkımızın geliştirdiği serhildanlar haklı ve meşrudur. Sürekli operasyonlar geliştirerek halkımızın iradesini kırmaya ve direnen güçleri teslim almaya çalışan AKP'nin zorba politikaları olmaktadır. Hareket olarak AKP'yi bir kez daha uyarıyoruz. Kürtler üzerinde siyasikültürel soykırım operasyonlarını geliştirip tutuklamalara devam ederse bizim de misilleme hakkımız doğacaktır.”


5

KOBANÊ

Halkın Sesi

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

‘Başınızı yastığa rahat koyabileceksiniz’ Kobanê Savaşı’nın 65. günü itibariyle ne IŞİD saldırıları şiddetini düşürdü ne nöbet eylemleri özgünlüğünü kaybetti, ne de on binlerce sığınmacının sorunları tam anlamıyla çözülebildi. AKP’nin “kendi haline bıraktığı” Kobanêliler ve Suruçlular, dayanışma eylem, etkinlik ve kampanyaları ile dimdik ayakta. Halkın Sesi olarak bölgedeki çeşitli birimlerin sorumluları ile görüştük, çalışmalarını, ihtiyaçlarını ve çağrılarını dinledik. Gökçe Deniz Balkan – Bilgi İş lem Bir imi Koordinasyonu sağlayan bu birimimizde Kobanêlilerin nerede, hangi adreste, hangi koşullarda, kaç kişi ve nasıl yaşadığının bilgisini topluyoruz. Toplam veri üzerinden ihtiyaçları belirliyoruz. Örneğin kronik hastalıklar varsa önden müdahaleyi sağlıyoruz. Ama az kişiyiz. Bilgi İşlem’de 3-4 günlüğüne değil, uzun vadeli gelecek gönüllülere ihtiyaç var. Edindiğimiz verileri sadece koordinasyon için değil, bu insanların Kobanê’ye döndüklerinde yaşamlarını yeniden kurmaları için de tutuyoruz.

‘DEVR M M , ŞB RL KÇ L K M ’ TARTIŞMALARI ARASINDA SAVAŞ SÜRÜYOR

Kobanê'nin zor savaşı

ABD’nin Kobanê’ye destek vermesi, temel amacının bölgeyi neoliberal politikalar ekseninde yeniden sömürgeleştirmek olduğu gerçeğini değiştirmiyor

IŞİD için çember daralıyor Kobanê Savaşı’nın üçüncü ayına girmesiyle IŞİD açıktan gerilemeye başladı. Kent savaşı veren YPG karşısında zorlandıkları Kobanê’de intihar eylemleri ve uzaktan havan atışlarıyla da sonuç alamayan çeteler, gerilemeye başladı. Kısmi denge hali, YPG lehine bozuldu. Güney ve batı cephelerindeki YPG/YPJ ilerlemesi 12 Kasım’da sıçradı. Stratejik önemdeki Miştenûr Tepesi ve IŞİD’in Rakka ile bağlantı yollarını ele geçirildi. Bu hamle kısa sürede sonuç verdi. İkmali kesilen çetelere peş peşe düzenlenen operasyonlarda 4 köy ile radyo kulesi geri alındı. Doğuda ise Mürşitpınar Sınır Kapısı’na birkaç yüz metre ileride durdurulan IŞİD ile denge hali sürüyor. IŞİD’in Tel Abyad ikmal yolu üzerinden beslediği cephe YPG tarafından kuşatılmaya başlandı. IŞİD için “sonun başlangıcı” senaryoları yavaş yavaş dillendirilmeye başladı. Ne var ki PYD yöneticilerinin açıklamalarında sıkça vurgulandığı gibi, IŞİD ile mücadele çetelerin kent merkezinden süpürülmesiyle sonlanmayacak.

ojava’da Kürt halkının PYD/YPG/YPJ öncülüğündeki ilerici-direnişçi çizgisi, Kobanê Direnişi ile verdiği “Bizi hesaba katmadan kartları karamazsınız” mesajını ABD’ye ve taşeronları AKP ile KDP’ye kabul ettirdi. ABD’nin soğukkanlı, AKP’nin trajikomik, KDP’nin ise coşkulu bir görüntü vererek karşıladığı bu kabulleniş, hava operasyonları, silah yardımı ve peşmerge geçişi ile somutlaştı. Kobanê özelinde PYD/YPG/YPJ’nin IŞİD’e karşı ABD desteğini alması, ilerici muhalefet güçleri arasında Rojava’da yürütülen siyasetin “Devrim mi, yoksa işbirlikçilik mi?” olarak tanımlanacağı yönündeki tartışmayı kızıştırdı.

R

ABD’Yİ TAKTİK DEĞİŞİKLİĞİNE ZORLAYAN DİRENİŞ Ortadoğu gibi çatışmanın çok boyutlu ve çok özneli olduğu bir coğrafya, tarih boyunca farklı politik öznelerin sürekli değişen taktiklerinedeniyle hep çelişkili bir manzara izlendi. Yine de emperyalizm ile kurulan ilişkilerin niteliğini, kısa vadeli hedefler ve çelişkili görüntüler değil, somut sınıfsal çıkarlar belirledi. Emperyalistler ve yerel egemenler açısından kalıcı ittifaklar olmadı, kalıcı çıkarlar oldu. Ezilenler arasında kalıcı ittifakların kurulması ise etnik ve mezhepsel fay hatlarıyla engellendi. ABD’nin Kobanê direnişine verdiği “destek” de, onun Ortadoğu stratejisini bölgenin neoliberal politikalar ekseninde yeniden sömürgeleştirmesi üzerinden kurduğu gerçeğini değiştirmiyor. IŞİD Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin başkenti Erbil’e doğru ilerleyişine birkaç saat içinde güçlü bir hava bombardımanı ile yanıt alırken, IŞİD istilası altındaki Kobanêliler ise ancak 13 gün sonra o da

Kobanê’de denge YPG lehine döndü. 12 Kasım itibariyle IŞİD hızla mevzi yitirmeye başladı çok daha sınırlı etkileri olan bir hava bombardımanı ile sözüm ona desteklendi. ABD liderliğindeki koalisyon IŞİD’in Kobanê’ye girmesini adeta bunun gerçekleşmesini temenni ediyormuş gibi izledi. Kobanê’deki savaş, Türkiye’deki serhıldan ve dünyanın pek çok kentindeki eylemler, ABD’nin “IŞİD’e karşı insanlığı savunma” sosuna buladığı yeni müdahale konseptini sarstı, en azından daha erken harekete geçmesi yönünde bir basınç oluşturdu. ABD de IŞİD saldırılarını uzaktan seyrederek terbiye edemediği Kobanê’yi yardım-muhtaçlık ilişkisi ile terbiye etme taktiğini devreye soktu. BOMBALAR ALTINDA ZOR SEÇİM ABD önderliğindeki koalisyon dahil bütün dünyayı pozisyonunu gözden geçirmeye zorlayan bir direniş sergileyen Kobanê halkı ise IŞİD istilası ve katliam tehdidi karşısında, ABD önderliğindeki hava operasyonlarını ve silah yardımını

kabul etti. Bunun yanı sıra vaktiyle PYD’yi düşman ilan eden “ÖSO”ya bağlı bazı taburların Kobanê’ye girişi de kabul edildi. ABD’nin Kobanê hamlesi ne kadar “insanlığı savunma” ise, IŞİD tehdidi altındaki Kobanê’nin hava operasyonlarını, silah yardımını ve peşmerge gelişini reddetmemesi de o kadar işbirlikçilik olarak değerlendirilebilir. Ancak taktik tavizlerin stratejik teslim oluşlara dönüşmesi gibi otomatik bir sonuç olmasa bile bu seçenek olanaksız da değil. Şu anki gerçeklik ise bu tartışmaların yürüdüğü günlerde savaşın tüm yoğunluğu ile devam ediyor oluşu. Her yeni güne evlatlarının cenazelerini sınır kapısından alarak başlayan Kobanêliler ya da evinin her an bir havan mermisinin hedefi olabileceğini düşünerek uyuyan Suruçlular için IŞİD’e karşı kendilerine destekleyen herhangi bir gücü geri çevirmeleri pek de kolay değil.

Murat Çiya – Depo Bir imi Dört bir yandan gelen Bay malzemelerin biriktirildiği 4 depomuz, her depoda 20-25 Sendika.Org muhabiri gönüllümüz var. Kobanê Direnişi gündemden düşürüldükçe yardımlar azalıyor. Bunu bilinçli yapıyorlar. Kışın gelmesiyle birlikte ihtiyaç artıyor. Giyim ve gıda yardımı anlamlı fakat elektrikli sobalara, yataklara da ihtiyacımız var. Gıda konusunda kahvaltılık ve bebek maması çok sınırlı. Yardım yapacakların önceden burası ile iletişime geçmelerini istiyoruz. Ayrıca herkesi bu vicdani sürece katılmaya çağırıyoruz. Siz de gelin. Elinizden ne geliyorsa onu yapın. Emek sarf ettiğinizde mutlu, gururlu, vicdanlı olacağınızı, başınızı yastığa rahat koyacağınızı göreceksiniz.

Ayhan Demir – Sağlık Bir imi SES üyesiyim ve yıllık iznimi kullanarak sağlık hizmeti yürütmeye geldim. Bölgedeki sağlık sorunlarını kısıtlı şartlarda gidermeye çalışıyoruz. İlaçlar açısından bir eksiğimiz yok. Salgın hastalık yok, yemekler düzenli. Esas sorunumuz hastalara ulaşmakta zorlanıyoruz. Çadırları dolaşan arkadaşlarımız hastalıkları tespit ederek bizi uyarıyor. Çalışmalarımıza katılmak isteyenler SES aracılığı ile bizlere ulaşabilir. Fidan Kanlıbaş – Eğitim Bir imi Ataması yapılmamış bir öğretmen olarak alanımda çalışmak üzere geldim. Geldiğimde çocukların ciddi travma içinde olduğunu gördüm. İçlerine dönüktüler, çizdikleri resimler travmatik ögeler içeriyordu. Onlar için bir şey yapmak gerektiğini onlar bize hatırlattı. Çadırların aralarında başladığımız eğitimleri, kış ile birlikte çadır kentlerdeki kapalı alanlara taşıdık. Sınıflar oluşturduk, sosyal medya çağrıları ile kırtasiye malzemesi toparladık. Bugün 4 çadır kentte 13 sınıf ve 4 anaokulu kurduk. Kürtçe eğitim ihtiyacı elzem olunca Kürtçe okullarının müfredatlarını aldık. Sıralarımız ve kırtasiye malzemelerimiz halen eksik ama en önemli eksik eğitimciler. Tüm eğitimcileri en az 1-2 haftalığına burayı deneyimlemeye, Kobanêli çocuklar için sessiz kalmamaya ve gönüllü eğitimciler ile kurduğumuz Öğretmen Meclisi’ne katılmaya çağırıyoruz. Edip Mer iç – Eğitim Bir imi İki aya yakındır farklı birimlerde çalıştıktan sonra eğitim birimine geçtim. Nöbet eylemlerinin yapıldığı köylerdeyim. Eylemlerimiz Kobanê’deki savaşçılara büyük güç veriyor. Marşlarımızla, türkülerimizle, halaylarımızla destek sunuyoruz ama daha ötesi komün yaşamı. Yaşam tarzımızı da, demokratik özerklik modelimizi komünlere taşıyoruz. O yüzden kanton diyoruz zaten. Yemeklerin hazırlanması, kahvaltılar, mıntıka hep kadın-erkek eşitliğine dayalı. Her kantonun kendi özgünlükleri de var. Misanter’de dil kürsüsü var örneğin. Bir başkasında Kader Ortakaya yürüyüşleri yapılıyor. Ben buraya üç günlüğüne geldim ama gitmeye vicdanım el vermedi. Direnişimiz zafere ulaşmadan dönmeyi de düşünmüyorum. Türkiye toplumunu da nöbet eylemlerine, komün yaşamına dahil olmaya çağırıyorum.

Efrîn'de İkinci Kobanê senaryosu Kobanê Direnişi’nin, IŞİD’e yönelik en ciddi karşı koyuşa dönüşmesi ve Kürt direnişinin Ortadoğu denkleminde “göz ardı edilemez” hale gelmesi, Rojava’ya saldırıları da eşgüdümlü bir hale soktu. Efrîn, demokratik özerkliği ilan ettiği Ocak 2014’ten bu yana ilk defa ciddi bir saldırı tehdidi altına girdi. Kantonun Başbakanı Hevi Mustafa, 8 Kasım günü Nusra tarafından kuşatıldıklarını duyurdu. IŞİD’in Kobanê’de durdurulması sonrası Tayyip Erdoğan diğer kantonlardan söz ederek “Bugün Kobanê’de olanlar yarın bu yerlerde olur” demişti. Akabinde

Hasekê’de bombalı saldırı, Cizîrê’de de çete hareketliliği yaşandı. En ciddi gelişme ise Nusra, Ahrar ve İslami Cephe’nin iç çatışmalarını büyük ölçüde sonlandırması oldu. Halep’te Suriye ordusunun kuşatmasına karşı ortaklaşan çeteler, Efrîn’i hedef almaya başladı. Nusra, İdlib’deki birliklerini Efrîn’e yönlendirdi, İslami Cephe Efrîn’deki Jindires kentinin sınırına kadar dayandı. “Ilımlı” olarak sunulan çetelerin IŞİD’e alternatif olma çabası, IŞİD’in Kobanê’de yaşadığı “prestij kaybı”nın bir benzerini yaşama endişesi, ordunun Halep kuşat-

ması gibi gelişmeler doğrudan saldırı için şimdilik engel. Yine de kuşatma, göç ettirme, ekonomik ambargo gibi siyasi saldırılar muhtemel. Efrîn’in kuşatma karşısındaki ilk adımı ise yine Türkiye halklarına yönelik oldu. Başbakan Hevi Mustafa’nın da aralarında olduğu bir heyet,

Türkiye’ye gelerek “insani alışveriş ve dayanışma için sınır kapılarından birinin açılmasını” istedi. Sınır kapısının açılması talebi, hem kuşatmaambargo hem de olası askeri saldırı karşısında Kürt hareketinin ve Rojava Devrimi ile dayanışanların hareket noktalarından biri haline geldi.


6

ORTADOĞU

Halkın Sesi

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

*

Suriye’de çözüm muğlâk, AKP mes’ele-i mutlak

AKP’nin bitmeyen “Şam hayalleri” Başbakan Ahmet Davutoğlu 16 Kasım’da G20 zirvesi sırasında görüştüğü ABD Başkanı Barack Obama’dan Washington’un Suriye politikasında değişikliğe ilişkin ‘kuvvetli işaretler’ aldığını açıklarken, taraflar arasındaki sorunu basite indirgeyerek ‘senkronizasyon farkı’ yaşadıklarına vurgu yaptı. ABD’nin bugün gelinen noktada Suriye’ye dair ‘IŞİD’i halledelim, Esad sonra gitsin’ dediğini belirten Davutoğlu, Washington’un sahadaki ‘tezatlıkları’ görmemesinin mümkün olmadığını savundu. Özellikle Suriye ordusunun Nusra Cephesi ve İslami Cephe gibi cihatçı çeteleri

sıkıştırdığı Halep üzerinden IŞİD’in tasfiye olmayacağını öngören Davutoğlu, “IŞİD öyle kolay tasfiye olmayacak, ama bu arada Esad Halep’i yerle bir ediyor. Bunun getirdiği tezadı görmemeleri mümkün değil” sözleriyle ‘tezatları’ kendince gözler önüne serdi. Davutoğlu, ABD’nin Suriye’deki tutumunu IŞİD’in yanında Esad’ı da önceliğine alacak şekilde değiştirdiğine dair “kuvvetli işaretler”den söz ediyor olsa da gerçek olan şu ki; AKP iktidarının bitmek bilmeyen ‘Şam Emevi Camii’nde namaz kılma’ hayalleri kişisel bir fantezi olarak kalmaya mahkûm.

Suriye’de kontrolden çıkan vekâlet savaşının aktif taşeronu AKP’nin Esad’ı devirme hayalleri bitmiyor. Ancak yıllardır palazlandırdıkları cihatçıların yarattığı sorunla boğuşan ABD’nin bölgedeki önceliği IŞİD ve türevleri. Halep kuşatması üzerinden “Esed sorunu”nu ABD’nin de önceliği kılmak için çabalayan AKP ise sorunun bizzat kendisi haline geliyor VECİH CUZDAN

ekâlet savaşının aktif taşeronu AKP’nin sorunlu dış politikası çürük meyveler vermeye devam ediyor. ABD, hâlihazırdaki tüm Suriye ve Irak planlarını IŞİD ve türevlerine karşı mücadele ekseninde şekillendirip, uygularken; Erdoğan yönetimi Esad karşıtlığını önceliğine alarak müttefikleriyle çelişiyor ve deyimi yerindeyse onların yoluna taş koyuyor. G-20 zirvesi sırasında ABD Başkanı Obama ile görüşen Başbakan Davutoğlu aldığı gazla “ABD şöyle Esed karşıtı, böyle Esed karşıtı” yorumlarını erken yapınca ertesi gün (17 Kasım) bizzat Obama tarafından yalanlandı. G-20 zirvesi sonrası basın mensuplarının karşısına geçen Obama, “Suriye’de politik değişikliğin bir parçası olarak Esad’ı uzaklaştırmak

V

için aktif olarak çaba harcıyor musunuz?” sorusuna “Hayır” yanıtı verdi. Daha önceki bir tarihte de ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel, Beşar Esad’ı değiştirmenin ABD için öncelik olmadığını ve bunun IŞİD’i yok etmeyeceğini savunmuş; “Esad’ın yerini kim alacak ve IŞİD’i nasıl bir ordu yenecek?” diye sormuştu. Suriye ordusunun, cihatçı çetelere karşı tamamlamak üzere olduğu Halep kuşatması AKP’yi telaşlandırırken, sahadaki bu ilerleme Esad yönetiminin uluslararası arenada elini güçlendirdi. Bu da Batının Şam’ı daha fazla muhatap almasını sağladı. Birleşmiş Milletler’in ‘Halep Planı’ bunun en büyük kanıtı. Şimdilerde bölgedeki cihatçı çetelerin Halep’in merkeziyle olan bağlantısı 4 km genişliğindeki dar bir koridor vasıtasıyla sağlanıyor. Halep’ten başlayıp Kilis’e uzanan 65 kilometrelik hat

ise aynı zamanda cihatçıların Türkiye ile tek bağlantı noktasını oluşturuyor. Cihatçıların Halep’te neredeyse kesinleşen yenilgisi, hamileri AKP’yi de doğal olarak panik etmiş durumda. Yenilginin faturasını ödemekle yüz yüze olan Erdoğan ve Davutoğlu ise yalnız kalmamak için yaşananlara “insani kriz” süsü vermeye çalışıyor. İkili abartılı sayılarla Halep’in “düşmesi” halinde yaklaşık 1.5 milyon kişinin daha Türkiye’ye göç edeceğini ve cihatçıların uluslararası toplumca Esad’a karşı desteklenmesi gerektiğini savunuyor. Ancak uzun süredir uluslararası arenada ciddiye dahi alınmayan, açıklamaları yalanlanan, emperyalizm açısından işlevselliğini yitiren AKP’nin bu çağrılarının olumlu yanıt bulması zor görünüyor.

BM’nin ‘Halep Planı’nda ibre Şam’a döndü Birleşmiş Milletler (BM) Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, iç savaşa dönük siyasi çözüm kapsamında ‘çatışmaların dondurulması’ planını Beşar Esad’a sundu. 10-11 Kasım tarihlerinde Suriye’nin başkenti Şam’a giderek temaslarda bulunan De Mistura’nın bu plan kapsamında pilot bölge olarak da “Halep kentindeki çatışmaların dondurulması”nı önerdi. Esad ise önerinin, hedefine ulaşması ve Halep kentinin yeniden güvenliğe kavuşması yönünde dikkate alınıp incelenmeye değer olduğunu ifade etti. Ayrıca görüşmede tarafların, “Suriye’nin toprak bütünlüğü ve bağımsızlığını” teyit eden ve ülkedeki “terör faaliyetlerine karşı tüm uluslararası çabaların birleştirilmesi” gerektiğine vurgu yapan BM Güvenlik Konseyi’nin 2170 ve 2178 (2014 yılı) sayılı kararları üzerine anlaşması, Esad yönetiminin

uluslararası arenadaki meşruluğunu fazlasıyla artırıyor. Öte yandan Washington yönetimi, BM’nin Suriye planını Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Jen Psaki aracılığıyla desteklediklerini açıklarken, “Ancak Esad rejiminin ateşkeslere yönelik sicilinin farkındayız” sözleriyle temkinli olduklarını vurguladı. De Mistura’nın ‘Halep planı’nı Suriye ordusunun Hama, Humus, Halep ve Şam kırsalındaki ilerleyişiyle eş zamanlı olarak gündeme getirmesi oldukça dikkat çekici. Kontrolden çıkan vekâlet savaşında emperyalistler ve aktif taşeronlarının palazlandırdığı “ılımlı muhalifler” IŞİD, Nusra ve İslami Cephe gibi cihatçı çetelere içerisinde eriyip giderken, uluslar arası güçler bunlara karşı birlikte hareket edebilecekleri gerçek alternatifin Suriye ordusu olduğunun farkında.

*Mutlak sor un

FHKC, işgalciye karşı direnişi büyütüyor 18

Kasım Salı günü sabah saatlerinde haber ajansları “Doğu Kudüs’te sinagoga saldırı” başlığıyla bir haber duyurdu. Haberlere göre, Doğu Kudüs’ün Har Nof Mahallesi’nde bulunan bir sinagoga giren iki Filistinli saldırgan aralarında baş hahamın da olduğu 4 hahamı öldürmüş, 8 kişiyi yaralanmıştı. Akabinde İsrail polisi iki eylemciyi vurarak öldürmüştü. İlerleyen saatlerde ağır yaralanan bir İsrail polisinin de öldüğü ve ölenlerin sayısının 5’e çıktığı açıklandı. Daha sonra eylemi gerçekleştiren Gassan Ebu Cemal ve Uday

“Devrimci şiddet, topraklarımızın sömürgeleştirilmesine ve haklarımızın gasp edilmesine karşı koymak ve yenmek için zorunludur. FHKC, dini bir örgüt değildir ve direnişi dini saiklere dayalı değildir, Filistin halkına dayatılan sömürgeci projeden kurtuluş için mücadele etmektedir” Ebu Cemal’ın Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) üyesi olduğu ve saldırıyı FHKC’nin silahlı kolu Ebu Ali Mustafa Tugayları’nın üstlendiği belirtildi. Dakikalar içerisinde tüm dünyaya “Sinagoga saldırı” şeklinde servis edilen olayın aslında sinagoga değil Siyonistlere ait Har Nof Enstitüsü’nde gerçekleştiği açığa çıktı. FHKC’ye yakın kaynaklar, hedef alınan Har Nof

Enstitüsü’nün kompleks bir bina olduğunu, eylem sonrasında işgalci İsrail’in bu gerçeği gizlemek için binanın içinde yer alan sinagogun hedef alındığı iddiasını ortaya attığını belirtti. Eylem sonrası yazılı bir açıklama yapan FHKC Merkez Komite Üyesi Halil Makdisi konuya dair şunları söyledi: “Har Nof denilen yer, aslında 1948 yılında Hagana ve diğer Siyonist terör

örgütleri tarafından etnik temizlik yapılan ve yüzlerce Filistinlinin katledildiği Deyr Yasin köyünün yıkıntıları üzerinde inşa edildi.” Bu ve benzeri enstitülerin öncülü olan, Filistin halkına yönelik ilk saldırıları ve katliamları gerçekleştiren Siyonist Irgun çeteleri 9 Nisan 1948’de Deyr Yasin Köyü’nde yüzlerce Filistinliyi katletmişti.

Har Nof eyleminin arka planı

FHKC’nin eylemi sonrası Refah’ta halk Gassan ve Uday’ın posterleriyle sokağa çıktı

Ekim ayı sonlarında işgalci İsrail’in aşırı sağcı haham Yehuda Glick’e suikast girişiminde bulunduğu gerekçesiyle eski bir Filistinli esiri katletmesinin ardından Filistin halkı sokaklara dökülmüştü. İsrail bu eylemler sırasında Mescid-i Aksa’nın tüm Müslümanlara kapatıldığını duyurmuştu. Filistin genelinde işgal güçlerine yönelik direnişi yükseltme çağrısı yapılırken, FHKC de intifada çağrısı yapmıştı. Devam eden süreçte iki FHKC üyesi Siyonist güçlerce katledildi. 11 Kasım’da

21 yaşındaki FHKC üyesi Muhammed Jawabreh, işgal güçlerinin Batı Şeria’nın El Halil şehrinde bulunan El Arroub mülteci kampına yönelik saldırısında yaşamını yitirirken, 16 Kasım’da Kudüs'te, Filistinli Hasan Yusuf Ramuni, şoförlüğünü yaptığı otobüsün içinde iple asılı halde bulundu. FHKC’li olan Ramuni’nin işkenceyle katledildiği belirtilirken, İsrail polisinin olayı “intihar” şeklinde açıklaması bardağı taşırdı ve Har Nof eylemi gündeme geldi.

FHKC: İŞGAL KURUMLARINI HEDEF ALMAYA DEVAM EDECEĞİZ Makdisi, Kudüs ve Filistin genelinde devam eden gerginliğin sorumlusunun işgalci İsrail olduğunu belirterek şunları ifade etti: “(…)Her gün Filistinlilerin linç edilmesine, hedef alınmasına, evlerinin yıkılmasına, topraklarına el konulmasına, koloniler inşa edilmesine ve Kudüs’teki Müslüman ve Hıristiyanların kutsal mekânlarına yönelik görülmemiş tedbirler alınmasına şahit oluyoruz. İşgalcinin saldırısı sürdükçe bu tür eylemlerden daha fazlası olacaktır. FHKC, işgalin her kurumunu hedef almaya devam edecektir.” FHKC kaynakları, öldürülen Baş haham Shmuel Goldberg'in Siyonist propagandayı teşvik eden ve Filistinlileri Kudüs’ten çıkarmayı hedefleyen İsrail kampanyasını örgütleyen kişi olduğunu belirtirken, hahamlardan birinin Kudüs'teki Mescid-i Aksa çevresini işgal etmekle görevlendirilen yerleşimcileri finanse ettiği ve lojistik sağladığını bir diğerinin Filistinli Muhammed Ebu Hudayr'ı yakarak öldüren saldırganlardan birinin babası olduğu ve bölgede siyonist faaliyetler sürdürdüğünü öne sürüyor. Eylemin haberi tüm dünyaya “sinagog saldırısı” olarak servis edildi ve en

basit ifadeyle “ibadet eden Yahudi siviller hedef alındı” şeklinde bir algı yaratıldı. Ancak FHKC’nin, Har Nof Enstitüsü ve hahamlarına yönelik eylemi, yansıtıldığının aksine dini amaçlarla kör bir şiddet eylemi olarak gerçekleştirmediği anlaşılıyor. FHKC: İŞGALCİLER VE IRKÇILAR FİLİSTİN TOPRAĞINA AİT DEĞİLDİR FHKC MK üyesi Makdisi, işgal güçlerinin saldırılarına ve ona bağlı kurumların Filistin halkını yok etmeye yönelik çalışmalarına karşı direnmekten başka çarelerinin olmadığını vurgulayarak şunları söyledi: “Devrimci şiddet, topraklarımızın sömürgeleştirilmesine ve haklarımızın gasp edilmesine karşı koymak ve yenmek için zorunludur. (…) FHKC, dini bir örgüt değildir ve direnişimiz dini saiklere dayalı değildir. Biz, halkımıza dayatılan yerleşimci sömürgeci projeden Filistin'i kurtarmak için mücadele ediyoruz. İşgalciler ve ırkçılar Filistin toprağına ait değildir; topraklarımızın ve haklarımızın çalınmasının sonuçları ve yansımaları olur.” İsrail ile yaşananların “YahudiMüslüman çatışması” şeklinde sunulmak istendiğini ancak bunun böyle olmadığını vurgulayan Makdisi, “Dünya genelindeki Yahudi halkına mesajımız, Filistin-İsrail çatışması asla Müslümanlar ile Yahudiler arasında bir çatışma olmamıştır. Irkçılık hiçbir ihtilafı çözemez ve apartheid bir çözüm değildir” dedi.


7

DÜNYA 20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Halkın Sesi

Atina'da 20 bin öğrenci yürüdü

Kıbrıs’ta tek yol Bağımsızlık Yolu oğu Akdeniz’deki petrol ve gaz rezervi nedeniyle bölge ülkeleri arasındaki gerginlik tırmanıyor. Dış politikada giderek yalnızlaşan Türkiye şimdi de Mısır ve İsrail’in de desteğini alan Rum yönetimi ve Yunanistan ile karşı karşıya. Kapışmalara konu olan doğalgaz rezervinin 100 trilyon dolar değerinde olduğu belirtiliyor. Bu doğalgaz ile ilgili ise Kıbrıs halklarına bir söz hakkı verilmezken bölge ülkelerinin cepheleşmeleri ortaya çıktı. Aslında sorun eskiye dayanıyor. Birkaç yıldır Kıbrıs’ın güneyindeki Rum yönetimi, Kıbrıs kıta sahanlığında sondaj çalışmaları yapıyor. Bu sondaj çalışmalarına ise Türkiye savaş gemileriyle müdahale ediyor. Geçen Şubat ayında Kıbrıs adına sondaj çalışması yapan bir Norveç gemisi TSK’ye ait bir savaş gemisi tarafından bölgeden uzaklaştırıldı. Türkiye’nin Kıbrıs Türk Yönetimi kıta sahanlığında petrol araması için Tayyip

D

Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rezervlerinin değeri 100 trilyon doları buluyor. Bu enerjinin nasıl bölüşüleceği, Kıbrıs halklarını yok sayan uluslararası kapışmalara konu oluyor Erdoğan ile Kıbrıs’ın kuzeyindeki Türk Yönetimi Başkanı Derviş Eroğlu arasındaki oldu-bittiyle, Kıbrıs Türk Meclisi’nin haberi dahi olmadan, kıta sahanlığı anlaşması imzalandı. Türkiye, Rum Yönetimi’nin sondaj çalışmalarına karşılık kendi sondaj çalışmalarına başladı. Bu sondaj çalışmaları nedeniyle, Rum yönetimi Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik barış görüşmelerine geçtiğimiz Ekim ayında son verdi. SULAR ISINIYOR Rum Yönetimi bu gelişmelere paralel olarak enerji krizi gittikçe derinleşen Mısır ile kıta sahanlığı anlaşması yaptı. Bu anlaşmadan sonra AKP’nin arasının açık olduğu Mısır da tartışmalara katılarak enerjiden pay kapmak için Yunanistan ile ortak bir açıklama yaparak Türkiye’yi doğalgaz aramaktan vazgeçme-

ye çağırdı. Bu çağrıdan sonra İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman Kıbrıs’ı ziyaret ederek Türkiye’nin gaz ara-

masına karşı çıktı ve Rum Yönetimi’ne destek verdi. Bu açıklamalardan sonra İsrail-Mısır ve Türkiye savaş gemile-

Kıbrıslı devrimciler, adadaki sosyalizm mücadelesinin teorik temellerini Bağımsızlık Yolu bildirgesinde ortaya koydu. Bildirgenin yazarları ile söyleşimiz gelecek sayılarda...

rinin karşılıklı durduğu Doğu Akdeniz’de ilişkiler daha da gerildi. 8 Kasım’da Kahire’de bir araya gelen Yunanistan, Mısır ve Rum Yönetimi başkanları Türkiye’nin müdahalesinin kabul edilemez olduğunu belirtti. Yunanistan Devlet Başkanı Samaras, doğalgazı Avrupa’ya ulaştırmak istediklerini söyledi. Samaras, Avrupa’da Mısır’ın elçisi olacaklarını da sözlerine ekledi. Doğu Akdeniz’de gerginlik sürerken NATO önderliğinde Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı ve İngiltere ile ABD donanmalarının katıldığı Mavi Balina–2014 tatbikatı Antalya yakınlarında gerçekleşti. Bu tatbikatta açıklama yapan Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülent Bostanoğlu, “Güney Kıbrıs Rum yönetimi tarafından kiralanan sondaj gemisini 900 kilometre mesafeden takip edi-

Yunanistan’da 20 binden fazla öğrenci diktatörlüğe karşı ilk isyan kıvılcımını yakan Politeknik Üniversitesi direnişinin 41. yıldönümünde sokaktaydı. Politeknik Üniversitesi'nde direniş sırasında katledilenler için, Albaylar cuntasını destekleyen ABD'nin konsolosluğuna kadar yürüyüş yapıldı. Polis yürüyüşe gaz bombalarıyla saldırdı. Halk ise taşlar ve sopalarla karşılık verdi.

yoruz” diyerek Mısır ve Yunanistan deniz kuvvetleriyle karşılaşma durumlarında ise angajman kurallarını uygulayacaklarını belirtti. KIBRIS HALKLARI YOK SAYILIYOR Bölge’deki egemen kutuplar birbiriyle yarışırken Kıbrıs halkının egemenlik hakları yok sayılıyor. Kıbrıslı Türklerin ve Rumların yeniden kardeşleşme için verdiği mücadele, doğalgaz geriliminin ortasında tehlikeye atılıyor. Özellikle Türkiye’nin Kıbrıs Türk Yönetimi’nin egemenlik haklarını hiçe sayarak sondaj çalışması yapması ve Rum Yönetimi’nin de masadan ayrılarak yeni bir gerilim yaratması, Kıbrıslılar tarafından tepkiyle karşılandı. Yaşanan süreç Kıbrıs halkının kardeşleşme ve barış mücadelesinin bölgesel güçlerin provokasyonlarıyla zora gireceğini gösteriyor. Kıbrıslı devrimciler, Kıbrıslı Türkler ve Rumların tek çıkış yolunun bağımsızlık yolundan geçtiğini belirtiyor.

Fransa neoliberal politikalara karşı meydanlarda Neoliberal politikalara karşı Fransa'da on binlerce kişi sokağa çıktı. CGT, Solidaires, FO, FSU ile siyasi parti düzleminden Sol Cephe Partisi ve Komünist Parti’nin çağrıcılığını yaptığı eylemlere Paris, Touluse, Bordeaux ve Strasbourg’da kitlesel olmak üzere ülkenin hemen hemen tüm merkezi noktalarında katılım sağlandı. Yapılan açıklamalarda 100 binden fazla kişinin hükümeti uyarmak için sokakları doldurduğu belirtildi.

Chibok Boko Haram'dan alındı Nijerya'nın kuzeyinde yer alan Chibok kentini cihatçı Boko Haram ele geçirmişti. Nijerya ordusu yaptığı bir operasyon ile Chibok'u geri aldığını duyurdu. Ordu yetkilileri çok sayıda cihatçının öldürüldüğünü açıkladı. Boko Haram IŞİD'e biat ettiğini açıklamıştı. Örgüt Nijerya'da batılı eğitime karşı bir okuldan 200 kız öğrenciyi kaçırarak adını duyurdu.

Narko-terör devletinde öğrenci katliamı SONER TORLAK Meksika’da 26-27 Eylül tarihlerinde Iguala kentinde öğretmenlik okulu öğrencilerine karşı gerçekleşen polis saldırısı sırasında kaçırılan ve katledilerek topluca gömüldüğü ortaya çıkan 43 öğrencinin polis ile uyuşturucu çetelerinin işbirliğiyle öldürüldüğü ortaya çıktı. Polis saldırısında altı öğrenci hayatını kaybetmişti. Guerreros Unidos isimli uyuşturucu çetesinin üç üyesi, öğrencilerin polis tarafından kendilerine öldürülmek üzere teslim edildiğini, öğrencilerden 15’inin teslim edildiğinde polis tarafından boğularak öldürülmüş olduğunu itiraf etti. 43 öğrenci en son polis tarafından gözaltına alınırken görülmüştü. Soruşturmayı yürüten Başsavcı Jesus Murillo, uyuşturucu çetesi üyelerinin verdikleri ifadeleri basınla paylaşırken, toplu mezardan çıkan cesetlere yapılan DNA testi sonrasında cesetlerin öğrencilere

Katledilen öğrencilerin katillerinin cezalandırılması ve hükümetin istifa etmesi talebiyle halk sokağa çıktı, okullarda boykota gidildi ait olmadığı ortaya çıktı. Ortaya çıkan telefon görüşmelerine ve çete üyelerinin ifadelerine göre öğrencilerin katledildiği anlaşılırken, cesetlere dönük arama çalışması sürüyor. Öğrencilerin kaçırılmasının ardından kayıplara karışan Iguala Belediye Başkanı Jose Luis Abarca ise 4 Kasım’da başkent Mexico City’de yakalanarak tutuklandı. Abarca’nın öğrencilerin yakalanması ve katledilmesiyle doğrudan ilişkisi olduğu düşünülüyor. HALK SOKAKTA, 100 OKULDA BOYKOT, HAVAALANINDA İŞGAL Öğrencilerin, polis-çete işbirliğiyle katledilmesi üzerine Meksika halkı sokağa çıktı. Başkent Mexico City’deki Zocalo Meydanı’nda 170 binden fazla kişi, katillerin cezalandırılması talebiyle toplandı.

Veracruz eyaletinde hükümete ait binalar ateşe verildi, polisin saldırısına kitleler otobüslerden barikat kurarak ve direnerek yanıt verdi. Tijuana’da toplanan on binlerce kişi, devlet başkanı Nieto’nun kuklasını ateşe verdi. Katledilen öğrencilerin katillerinin cezalandırılması ve hükümetin istifa etmesi talebiyle yaklaşık yüz okulda boykota gidildi. Acapulco’da sokağa çıkan eylemciler havalimanını işgal ederek uçuşları engelledi. Gösteri 3 saat boyunca sürdü. Polisle çıkan çatışma sonucu 18 polis, 9 gösterici yaralandı. İşgal süresince Devlet Başkanı Pena Nieto kastedilerek “Katil Pena” sloganı atıldı ve istifa çağrısı yapıldı. AİLELER ÜLKEYİ DOLAŞIYOR 43 öğrencinin aileleri hükümetin

tavrını protesto etmek için otobüs ile tüm ülkeyi dolaşmaya başladı. Ülkenin güneydoğusundaki Guerrero Eyaleti’nden yola çıkan otobüse yüzlerce kişi konvoy oluşturarak eşlik etti. Aileler, polisin uyuşturucu çeteleriyle işbirliği içinde hareket etmesine ve hükümetin olayı örtbas etmesine karşı kamuoyu oluşturmak üzere il il dolaşarak insan hakları örgütleri ve toplumsal hareketlerle görüşmeler yapacaklar. NARKO-TERÖR DEVLETİ Son seçimlerde neredeyse alenileşen hilelerle sağın yine iktidarı kazandığı Meksika, devletin uyuşturucu kartelleri ve kontrgerilla birimleriyle işbirliği içinde toplumsal muhalefeti bastırmaya çalıştığı bir ülke. Güney sınırında Zapatistaların kendi özerk yönetimlerini kurduğu ülkenin, kuzeydeki ABD sınırı çevresi ise her gün onlarca kişinin katledildiği bir mezbaha görünümünde.

Fransa'da gaz bombası yasaklandı Fransa’da bir HES protestosunda polisin attığı gaz bombasının başına isabet etmesi sonucu 21 yaşındaki Remi Fraisse hayatını kaybetmişti. Fransa İçişleri Bakanı Bernard Cazeneuve günlerdir yapılan eylemler sonucunda gaz bombasını yasaklama kararı aldı. Cazeneuve, "Olayın tekrarlanmasını istemiyorum, kamu düzenini sağlamak için güvenlik güçlerinin bu bombayı kullanmasını yasaklıyorum" dedi.


8

EMEK 20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Halkın Sesi

Gün geçmiyor ki önlenebilir iş kazalarında katledilen işçi haberleri görsel ve basılı medyada yer bulmasın. Soma maden faciası -başka ve doğru bir deyişle- katliamında 301 maden işçisinin göz göre göre katledilmesi sonrasında işçi ölümleri bir anda egemen medyanın ilgisini çekti. Oysa bizler biliyoruz ki işçi sağlığı iş güvenliği meselesi, iş kazaları ve ölümler işçilerin her zaman gündeminde... 6331 sayılı İş Sağlığı İş Güvenliği kanunu çıkalı iki yıl oldu ve kanun ile beraber işçi ölümlerinin önüne geçileceği iddiası sürekli dile getirildi. Oysa ne iş kazaları ne de işçi ölümleri son buldu. AKP’nin 12 yıllık iktidarı boyunca 14 bin 455 işçi, önlenebilir iş kazalarında yaşamını kaybetti. Yani işçiler için kanunun çıkarılması ile bir şey Sinem D. değişmedi. Kanunlar ve bağlı yönetmeliklerin Çetinkaya sermayeden mi emekten mi yana Birleşik Metal-İş olduğu, bu kanunları kimlerin çıkarUzmanı dığı aslında bu soruna bakış açımızda önemli bir yer tutmak zorunda çünkü emeğin temsiliyetinin ve söz hakkının olmadığı devlet, sermayenin örgütü olarak varlığını sürdürmekte ve bu çark böyle işlemeye devam ettiği müddetçe buna mahkum. Düşük ücretler, güvencesiz, taşeron ve en ağır şartlarda çalışan milyonlarca emekçinin bu çalışma düzeninde sömürülmesinin; özelleştirme taşeronlaştırma ve güvencesizleştirme politikalarından bağımsız düşünmemiz de mümkün değil. Örneğin resmi verilere baktığımızda son on yılda taşeron işçi sayısının yaklaşık 700 bin artmış olduğunu görürüz. Kamu ve özel sektörde neredeyse 1 milyon 100 bin işçi taşeron olarak çalıştırılmaktadır. Taşeron çalıştırma, güvencesizliğin kayıt altına alınması ve en temel yasal hakların kullandırılmaması demektir. İşçilerin canının, kanının, en temel haklarının sermaye için maliyet unsuru olduğu, zaten emek ve meslek örgütleri tarafından sürekli olarak dile getirilmekte. Ancak sorun yalnızca yukarıda bahsettiklerimizle sınırlı değil... “Kar mı? İnsan hayatı mı?” sorusuna sermayenin verdiği cevap ortada. Devlet de esnek ve güvencesiz çalışmayı kural haline getirmek için çabalamakta, denetleyici ve düzenleyici konumunu yerine getirmemekte ve hak ihlallerine gözlerini kapatmakta. İşçilerin en doğal hakkı olan sendikaya erişim mümkün o-la-ma-mak-ta baskı tehdit yasak ve barajlarla sendikalar da engellenmektedir. İşçi sağlığı İş güvenliği mevzuatlara hapsedilen teknik meseleler olmanın ötesinde sınıf mücadelelerinin önemli bir alanı olarak her zaman var olmuştu ancak günümüzde daha da büyük bir önem taşımaktadır. Geçtiğimiz Haziran İsyanı’nda ve sonrasında alanlara çıkan emekçiler de bu taleplerini daha gür bir sesle dile getirmeye başlamışlardır. Sendikalar da işçi sağlığı iş güvenliği meselesine her zamankinden çok daha fazla önem vermeye başlayarak, bu yönde eğitimler, eylemler, kampanyalar ve örgütlenme çalışmalarına ağırlık vermeye başladı. Aslında her şey çok net bir biçimde ortada; bu ülkede emekçilerin yalnızca teri değil kanı üzerinden işleyen bir çalışma düzeni hüküm sürmektedir. Çalışırken ölmek, sağlığını kaybetmek istemeyen milyonlarca emekçi, bu çalışma düzenini değiştirecek güce ve tarihsel birikime sahiptir. Sanıyorum mesele bunu hatırlamak ve bu düzeni yıkacak cüreti kuşanmaktır, sermayeden ve devletten bağımsız sendikal bir mücadele ile ancak işçi yığınları olmaktan çıkıp sınıf olma yolunda büyük bir adım atabiliriz.

MESS dayatmasına pes etmeyeceğiz!

İ

şveren sendikası Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) ile DİSK Birleşik Metal-İş ve Türk-İş Türk Metal-İş arasında 150 bin civarında işçiyi ilgilendiren metal işkolu 2014-2016 dönemi Grup TİS görüşmeleri 6 Kasım’da 60 günlük yasal sürenin sonunda uyuşmazlıkla sonuçlandı. MESS’le Birleşik Metal-İş arasında uyuşmazlık zaptının tutulmasının ardından, Birleşik Metal-İş’in toplanan Merkez TİS Kurulu önerileri çerçevesinde sermayedar sınıf ve örgütü MESS’in tutumunu protesto etmek için TİS kapsamında olan 41 işyerinde iş

durdurma ve uyarı eylemlerine başladı. Tezgahbaşlarına eylemlerle giden metal işçileri 15-16 Kasım tarihlerinde de haftasonu mesailerine kalmayarak, işveren örgütüne karşı direniş tarihlerine yenisi eklemeye hazırlanıyor. Eylemlerin ardından MESS’in çağrısı üzerine 17 Kasım’da TİS görüşmesinde Tazminatların Hesabı ve Ödenmesi başlıklı 42. madde ve 4 maddelik teklifleri kabul edildi. Ayrıca MESS, zam oranı konusunda olmasa da ücret zam yöntemi konusunda Birleşik Metal-İş’in yüzdeli maktu zam yöntemini kabul etti.

Halkın Sesi Sahibi ve Sorumlu Yaz› ‹şleri Müdürü Ali Ergin Demirhan Telefon / Faks 0212 245 90 37 Adres Ergenekon Mahallesi Cumhuriyet Caddesi No: 175/2 ŞİŞLİ/‹STANBUL Bas›ld›ğ› Yer ART Matbaacılık, Türker Saltabaş, İstasyon Mah. 242 Sk, No:32 Kartepe / Kocaeli (0262 373 45 03) halkinsesi@gmail.com 15 günlük Yayg›n, Süreli, Türkçe yay›nd›r.

İşçinin tabutuna bir çivi daha Sermaye iktidarı AKP, iş cinayetlerinin üzerini örtmek ve katliamların sorumluluğundan kaçmak için yeni bir İş Güvenliği Paketi’ni gündeme getirdi HANSEL ÖZGÜMÜŞ/ ENERJİ-SEN UZMANI

KP işçinin sağlığını ve güvenliğini sermayeye emanet etmeye devam ediyor. Arka arkaya gelen işçi cinayetlerinin ardından işçi sağlığı ve iş güvenliğinin (İSG) sürekli gündemde kalmasının ve artan tepkiler sonucunda Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından 12 Kasım günü bir İSG önlemleri paketi açıklandı. Bugüne kadar iş cinayetleri karşısında oluşan tepkileri “Avrupa’daki yasal düzenlemeleri getirdik”, “takdiri ilahi” gibi çeşitli argümanlarla yanıtlayan AKP iktidarının, şapkadan çıkardığı son tavşan da İSG’yi daha da fazla sermaye insafına bırakmak oldu. Davutoğlu tarafından toplam 31 maddeyle ilan edilen “önlemler” ile işçilerin can güvenliğinin piyasa denetimi ile sağlanacağı müjde olarak duyuruldu.

A

İŞ KAZALARI GİZLENECEK Davutoğlu tarafından açıklanan İSG paketinde, 3 yıl boyunca iş kazası olmayan şirketlerin işsizlik sigortası prim oranlarında düşüş yapılması, iş kazası olan şirketlerin ise işsizlik sigorta prim oranlarında artış yapılması öngörülüyor. Davutoğlu, daha önce ölümlü iş kazaları durumunda ve yıllık olarak yapılacağı söylenen uygulamanın tüm iş kazaları için geçerli olacağını vurguladı. İş kazalarının büyük çoğunluğunun yaşandığı tehlikeli ve çok tehlikeli işkollarında 3 yıl boyunca iş kazası yaşanmayan işyeri bulmak neredeyse imkansız. Zaten kayıt altına alınması oldukça sorunlu ve yetersiz olan iş kazalarının bu değişiklik ile sermaye tarafından hasıraltı edilmesi gündeme gelecek. Şirketler iş kazalarının SGK kayıtlarına yansımaması için kaza geçiren işçileri ve ailelerini tehdit ve kan parası ile bildirim yapılmasını engellemek isteyecekler. Bugün bile sıklıkla gündeme gelen bu uygulama AKP’nin teşviki ile daha da yayılacak. Çünkü bu olasılıkları engelleyecek bir önlem alınmıyor. DENETİMLER BİR KEZ DAHA SERMAYEYE AKP hükümeti iş cinayetlerinin siyasi sorumluluğundan kaçabilmek için daha önce piyasalaştırdığı İSG hizmetlerinin ardından bu sefer de İSG denetimlerini piyasaya açıyor. Açıklanan pakette maden patronlarına çalıştırdıkları işçiler için hayat sigor-

tası zorunluluğu getiriyor. İşyerlerinin sigorta şirketleri tarafından denetlenmesini sağlamak ise denetimin özelleştirilmesi anlamına geliyor. Devlet denetlemediği, denetlese bile siyasi sonuçları ile yüzleşmek istemediği için ceza yazamadığı sermaye gruplarını sigorta şirketlerine havale ediyor. Pakette inşaatların denetlenmesinin ise yapı denetim şirketleri tarafından yapılacağı belirtiliyor. Bu şekilde işçinin bir patronun insafına bırakılmak istenen can güvenliği bir başka patron tarafından denetlenecek. TAŞERONLAŞTIRMA DEVAM EDIYOR AKP tarafından hayata geçirilen sermaye birikim düzeninde merkezi bir rol tutan taşeronlaştırma bu pakette de unutulmamış. Son dönemde yaşanan iş cinayetlerinin ardından taşeronlaştırma emek ve meslek örgütleri tarafından iş kazalarının en temel gerekçeleri arasında sayılmıştı. Önlem paketinde taşeronlaştırma meşru bir işleyiş olarak varlığını sürdürürken konuyla ilgili birkaç göstermelik düzenleme yapılması planlanıyor. MAKSAT PAKET OLSUN AKP iktidarı özünde İSG’yi özelleştirme, sermayeye açma yöneliminin bir sonucu olarak açıkladığı pakette ilan edilen madde sayısı arttırmak için mevzuatta zaten yer alan pek çok maddeyi “önlem” diye sundu. Şantiye şeflerinin iş güvenliği uzmanı olmasından, uygun kişisel koruyucu donanım sağlamayan işverenlere ceza verilmesine, mesleki yeterlilik sertifikasından, İSG harcamalarının sözleşmelerde yer almasına, üretim zorlamasının engelleneceğine kadar pek çok madde halihazırda mevzuatta yer almasına rağmen bizzat AKP tarafından uygulanmıyordu.

LLUTRASYON: FAHRETT N ERDOĞAN

İşçinin kanı sermayenin karı

Emekçilerin uyarıları pakette yok Gerek 2012’de yürürlüğe giren İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu öncesinde gerekse de sonrasında yaşanan iş cinayetlerinde DİSK, KESK, TMMOB ve TTB tarafından dile getiri-

len başta güvencesizliğin engellenmesi ve sendikal örgütlenme yasaklarının ortadan kaldırılması olmak üzere uyarı ve önerilerin hiçbiri açıklanan pakette yer almıyor.

Direnişle mayalandı, zaferle sonuçlanacak AKP iktidarı seçim öncesi, sermayenin öngördüğü programı uygulamak için kolları sıvadı. Bu programın hedefi sermayenin büyümesi ve kârlılığın artması iken yegâne kaynağı işçi emeği. Ücretler ne kadar düşürülürse, çalışma saatleri ne kadar uzarsa, emekçi ne kadar yoğun çalıştırılırsa ve

bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için işçiler ne kadar örgütsüzleştirilirse büyüme o kadar fazla olacak. Bu nedenle sermaye iktidarı AKP, bir yandan yeniden kıdem tazminatını programına alırken, bir yandan da asgari ücretin sefalet ücreti olarak kalmasında ısrar ediyor. Diğer yandan ise esnek ve güvencesiz çalış-

maya, iş cinayetlerine ve sendikasızlaştırma saldırılarına karşı işçilerde ciddi ölçüde birikmiş bir tepki ve direnç var. Kasım ayı, anayasal haklarını kullanarak sendikaya üye olan ya da çalışma koşullarının iyileştirilmesini istedikleri için işten atılan işçilerin direnişine sahne oldu.

BEDAŞ ÖNÜNDE DİRENİŞ ÇADIRI BEDAŞ işçileri, can güvenliği koşullarının sağlanması talebiyle yaptıkları eylem nedeniyle işten atılan DİSK'e bağlı Enerji-Sen üyesi 26 işçinin direnişi 97 günü aştı. İşçiler, güvenlik malzemelerinden yanmaz eldiven dahi verilmediğini, sahaya yalnız gönderildiklerini, eski panoların ve yeraltından geçen eski elektrik kablolarının facialara davetiye çıkarttığı bir ortamda çalışmaya zorlandıklarını belirtti. Sürekli iş kazalarının ve ölümlerin yaşandığı enerji sektöründe, iş güvenliği istemenin bedelinin işten atılma olduğunu söyleyen işçiler, direnişlerini Taksim'de bulunan Genel Müdürlük binası önünde çadır kurarak sürdürüyor. ÜLKER DİRENİŞİ BİRİNCİ AYINDA İstanbul Cevizlibağ'da bulunan Ülker Fabrikası'nda çalışan 9 işçi, Hak-İş'e bağlı Öz Gıda-İş'ten istifa ederek DİSK'e bağlı Gıda-İş Sendikası'na geçtikten sonra işten atıldı. Sendika seçme hakkının ellerinden alındığını ifade eden işçilerin direnişi 22. gününde sürüyor. İLAÇ FABRİKASINDA DİRENİŞ Abdi İbrahim ve Mustafa Nevzat gibi ilaç fabrikalarına hizmet veren Zet Farma Lojistik firmasında, DİSK Nakliyat-İş sendikasına üye olan 10 işçiyle sendikasız 2 işçi 31 Ekim'de işten atıldı. Esenyurt, Hadımköy, Kıraç ve Kâğıthane’de işyerleri olan şirkete karşı işçiler, 15 günden beri direnişte.

da çalışan işçiler, DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye oldukları gerekçesiyle işten atıldı. 7 işçi, fabrika önünde direnişe başladı. 12 günden beri direnişlerini sürdüren işçilere destek ziyaretleri sürüyor. TÜSA DENİM DİRENİŞİ 200. GÜNE YAKLAŞTI Türk-İş'e bağlı TEKSİF Sendikası Mayıs 2014'de Bartın'da bulunan Tüsa Denim fabrikasında örgütlenme çalışması başlattı ve çoğunluğu sağlaması üzerine toplu sözleşme yetkisi aldı. Ancak, patron sendika üyesi 31 işçiyi işten çıkarttı. İşçiler fabrika önünde direnişlerini 192. gününde sürdürüyor.

NESTLE'DE DİRENİŞ BÜYÜYOR Bursa Karacabey'de bulunan Nestle fabrikasında Hak-İş'e bağlı Öz Gıda-İş Sendikası'na üye 28 işçi, toplu iş sözleşmesi sürecinde işten atıldı. Patron, işten atma gerekçesi olarak sosyal medyada yapılan paylaşımları gösterdi. Öz Gıda-İş Sendikası'nın kendilerine sahip çıkmadığını söyleyen işçiler, Türk-İş'e bağlı Tek Gıda-İş Sendikası'na geçti. İşçiler, 137 günden beri fabrika önünde direnişlerini sürdürüyor.

DANONE&TİKVEŞLİ'DE DİRENİŞ ÇADIRI Kırklareli'nin Lüleburgaz ilçesinde bulunan Danone&Tikveşli fabrikasında Gıda-İş üyesi işçiler, yaklaşık bir aydır Toplu İş Sözleşmesi için eylemler gerçekleştirdi. İşçiler bugün de fabrika önünde direniş çadırı kuracak. ARMSAN'DA HAK ARAMA MÜCADELESİ İstanbul Ümraniye'de bulunan ARMSAN Silah Sanayi fabrikasın-

M&T REKLAM DİRENİŞİ M&T Reklam şirketi 17 işçiyi DİSK'e bağlı Birleşik Metal-İş Sendikası'nda örgütlendikleri için işten attı. Şirketin Gebze ve Düzce'deki fabrikaları önünde devam eden direniş 184. günden beri sürüyor. ICF'DE DİRENİŞİ 100. GÜNÜNDE Eskişehir Organize Sanayi Bölgesi'nde bulunan ICF Ankastre Cihazları Fabrikası'nda DİSK Birleşik Metal-İş Sendikası'na üye oldukları için işten atılan 13 işçinin direnişi 100 günü geçti. “Kadro daraltma” bahanesiyle atılan işçiler, zorluklara rağmen fabrika önünde kurdukları direniş çadırında eylemlerini sürdürüyor. İşçilerle dayanışma ziyaretleri de devam ediyor.


SERMAYE

9

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Halkın Sesi

A K P B E S Lİ YO R , B İ R Lİ K T E K AT L E D İ YO R L A R

“Üretim zorlaması”: Durdurmadan durmayacak aden ve inşaat sektörlerindeki iş cinayetleri “Yeni Türkiye” rejiminin meşruiyeti için ciddi bir sorun oluşturmaya başladı. AKP iktidarı “İş Güvenliği Eylem Planı” açıklayarak bu meşruiyet sorununu çözme çabasında. Taşeron ve rödovans sistemine son verilmesi, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanında piyasa dışı özerk-demokratik bir kurumsallaşmaya gidilmesi, sendikalaşma önündeki engellerin kaldırılması gibi başta DİSK olmak üzere emek-meslek örgütlerince dile getirilen çözüm önerilerinin hiçbirine dair en ufak bir adım “yeni” planda yer almıyor. Bu kadar boş bir paket ancak oldukça süslü sözlerle pazarlanabilirdi ki öyle oldu. Başbakan Ahmet Davutoğlu “İş Güvenliği Eylem Planı”nını açıklarken madenlerle ilgili olarak “Kimse üretim zorlamasında bulunamayacak, bulunursa işi durdurulacak ve sözleşmeyi feshedeceğiz” dedi. “Üretim zorlaması” Soma Katliamı’nın ardından sıkça duyulmaya başlanan bir kavram. Maden işçileri tarafından “hadi hadi” düzeni olarak tercüme edilen “üretim zorlaması” rödovans modeliyle hayata geçirildi. Modelin temeli, devletin kendi mülkiyetindeki madeni kiraya vermesi ve madende ne üretilirse onu satın alması şeklinde yürüyor. Maden şirketi en az maliyetle ne kadar çok kömür çıkarırsa o kadar çok kazanıyor. Böylece, işçilerin beş dakika soluklandıklarında bile “hadi hadi” diye işe koşuldukları bir emek cehennemi yaratılıyor. Sonuçta, özel sektörde üretilen bir ton kömür için TTK’ye (Türkiye Taş Kömürü Kurumu) oranla 10 kat daha fazla işçi ölüyor. AKP’nin İş Güvenliği Eylem Planı’nda yerini sağlamlaştırdığı rödovans modeli tam da “üretim zorlaması”nı mümkün kılmak için tasarlanmış. 2004 yılında Maden Yasası’ndaki değişikliklerin ardından Türkiye Kömür İşletmeleri’nin yeraltı kömür üretiminin yarısından fazlası rödovans modeliyle sağlanmış. Rödovansın önününü açan değişikliklere dair TBMM görüşmelerinde “verimlilik”, “üretim artışı” gibi kavramlar bolca kullanılmış. Davutoğlu hükümetinin programında bu konudaki “başarı” şu ifadelerle anlatılıyor: “(…)kömürün enerji portföyümüzde daha ağırlıklı olması için harekete geçtik. Göreve geldiğimizde 8 milyar ton olan kömür rezervine (…) 6,8 milyar ton daha ekledik.” Umar Üretimi yüzde 80 artıran Karatepe bu “zorlama” ile övünç duyulan hükümet programında, DİSK Sosyal “hadi hadi” düzenine de Medya Uzmanı “devam” deniyor. “Cari açığı daha düşük seviyelere indirmek ve enerjide dışa bağımlılığı azaltmak amacıyla” yerli enerji kaynaklarının payının artırılmasına “kararlılıkla” devam edileceği söylenerek nükleerin yanında kömüre de işaret ediliyor. Türkiye’de tüm sektörlerde karlılık ortalaması yüzde 3.9 iken yüzde 15.5 ortalama karlılık ile çalışan madencilik, teşvik siteminde öncelikli yatırımlar kapsamına alınıyor. “Hadi hadi” diyen resmi belgeler hükümet programı ile sınırlı değil. 2015-2017 yılları için hükümetin yol haritası olan Orta Vadeli Program’da şöyle söyleniyor: “Linyit kömürü (…) gibi yerli kaynakların arama ve üretim faaliyetleri azami seviyeye çıkarılacaktır.” Üstelik hükümet bu kararını dünyaya da ilan etti. G-20’de sunulmak üzere hazırlanan "Ekonomide Öncelikli Dönüşüm Programı Eylem Planı"nda yer alan “Yerli Kaynaklara Dayalı Enerji Üretim Programı”, enerjide yerli kaynağın yüzde 27 olan payının 2018 yılı sonunda yüzde 35’e çıkarılmasını hedefliyor. Bu programda, Afşin Elbistan, Konya Karapınar ve Trakya Ergene gibi büyük linyit havzalarında alım garantili termik santraller kurulacağı duyuruluyor. Bu da daha fazla termik santral daha fazla kömür ve daha fazla maden işçisi demek. Davutoğlu içi boş bir paketle “üretim zorlamasına son vereceğiz” derken Soma-Yırca’da köylüler, Kolin şirketi tarafından gerçekleştirilen “çitlemeye” son veriyor, termik santral için kesilen zeytinlerini yeniden dikmeye hazırlanıyordu. Aralarında o köyde yaşayan Dev Maden Sen üyesi maden işçileri de vardı ve zeytinin kesilmesinin madene doğru giden yolda “hadi hadi” demek olduğunu en iyi onlar biliyordu. Bülent Arınç’ın bahsettiği “dağ taş”, güvencesiz ve geleceksiz işçi ordusuyla dolsun, bu işçiler rahat rahat daha fazla üretime “zorlanabilsin” diye çitliyorlardı zeytinlikleri. Aynı Kolin’in enerji dağıtım şirketi BEDAŞ’tan işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri talep ettikleri için atılan Enerji-Sen üyesi işçiler, şirketin önündeki çadırda direnmeye devam ediyordu. Davutoğlu “sendikalar kaza olmadan üyelerini hakları konusunda bilgilendirmeli” derken sağında oturan Enerji Bakanı konuyla ilgili olarak sendikanın başvurularına, görüşme taleplerine aylardır yanıt vermemişti. Kısacası “üretim zorlaması” dedikleri madendeinşaatta ölüm, parklarda-korularda panzer, zeytinliklerde çitleme, ormanda 1000 odalı saray! Üstelik kendi kendine duramayacak kadar krizde! Durdurmadan durmayacak, yıkmadan yıkılmayacak! Öznesi de yazının içinde…

M

Madenci katilleri buluşuyor MEHTAP METİNOĞLU oma Katliamı'nın ardından maden işçilerinin çalışma koşullarının düzeltileceği söylenerek kabul edilen torba yasa ve Ermenek'te 18 işçinin göçük altında kalmasının ardından hükümet tarafından açıklanan iş güvenliği paketi, iş cinayetlerini temelden çözmeyi hedeflemiyor. Her katliamdan sonra yeni bir paket ya da torba yasa içine doldurduklarını işçilerin önüne sürmeyi "iş" edinen AKP ve 70 maden şirketinin üyesi olduğu Türkiye Madenciler Derneği yeni bir etkinlikle sahnede. 4 Aralık Dünya Madenciler Günü'nde Soma'nın, Ermenek'in ve tüm madenlerde yaşanan iş cinayetlerinin sorumluları bir araya gelecek, "iş sağlığı ve güvenliğini" konuşacak. “Uluslararası Madenlerde İş Sağlığı ve Güvenliği Sempozyumu ve Sergisi” adı altında düzenlenen sempozyum, 45 Aralık tarihlerinde Haliç Kongre Merkezi’nde yapılacak. Sempozyumu destekleyen kuruluşlar arasında Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı da yer alıyor. Sempozyumun sponsor kurumları ise Eti Maden İşletmeleri Genel Müdürlüğü, Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu, Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü ile Maden Tetkik ve Arama Genel Müdürlüğü.

S

TÜM KATİLLER BİR ARADA Türkiye Madenciler Derneği’nin üyeleri arasında, maden işçilerinin kanı üzerinden kârına kâr katan şirketler bulunuyor. İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 4 Aralık Dünya Madenciler Günü'nde bir araya gelecek olan şirketlere ait maden işletmelerinde meydana gelen kazaları derledi. Listenin ilk sırasında resmi verilere göre 301 işçinin katledilmesine sebep olan Soma Kömür İşletmeleri AŞ buluyor. 2011 yılında Maraş Afşin’deki Çöllolar Madeni’nde

4 Aralık Dünya Madenciler Günü'nde Soma'nın, Ermenek'in ve madenlerde yaşanan iş cinayetlerinin sorumluları bir araya gelecek, "iş sağlığı ve güvenliğini" konuşacak. Emekçiler ise madenci katillerinin peşini bırakmayacak heyelan sonucu meydana gelen iki ayrı göçükte 11 maden işçisinin hayatını kaybetmesine neden olan Ciner Grubu'na ait Park Teknik Elektrik San. ve Tic. AŞ de üyeler arasında. Samsun Eti Bakır AŞ’de 7 işçinin hayatını kaybetmesinden, Adana Gökdere Barajı’nda 10 işçinin sulara kapılıp katledilmesinden ve İstanbul BEDAŞ’ta yaşanan iş cinayetlerinden sorumlu olan Cengiz Holding de sempozyuma katılan isimlerden. Soma Katliamı'ndan hemen sonra Konya’da bir işçinin hayatını kaybettiği ocağın sahibi Barit Maden Türk AŞ ve madeninde bugüne kadar 3 işçinin hayatını kaybetmesiyle “övünen” Çayeli Bakır AŞ'nin genel müdürü de derneğin üyeleri olarak sempozyuma katılacak. Kanadalı Eldorado Gold Şirketi’nin Türkiye’deki uzantısı Tüprag Metal Madencilik Şirketi, Demir Export Kömür İşletmesi ve özelleştirilmesinden sonra 40'ın üzerinde maden işçisinin yaşamını yitirdiği Eti Krom madenlerinin sahibi Yıldırımlar Holding AŞ de derneğe üye şirketler arasında. CİNER-AKP İŞBİRLİĞİ Sempozyuma katılacak olan şirketler arasında bulunan Ciner Grubu’nun adı 17 Aralık Operasyonu tapelerindeki ‘pazarlıklarda’ geçmişti. “Bürokratik pürüzlerin" karşılıklı anlaşmalar

üzerinden giderildiği tapelerde, "Alo Fatih" ile gündeme gelen Fatih SaraçTayyip Erdoğan arasındaki konuşmalarda madencilikten medyaya kadar karşılıklı istekler üzerinden anlaşmalar yapılıyordu. Rüşvet ve yolsuzluk dosyasına giren tapeye göre Tayyip Erdoğan, Kasımpaşa Spor Yönetim Kurulu üyesi Turgay Ciner'den bir futbolcuyu Çaykur Rize'ye bedelsiz istiyordu. Erdoğan bu talebini Fatih Saraç'a iletiyor. Saraç ise Turgay Ciner'e bu talebi ilettiğinde Ciner önce, “Yok anasının ..." diyor. İhaleleri, ruhsatları ve anlaşmaları düşünen Ciner, Fatih Saraç'a “Onun saçının teline tüm takımı feda ederim” demesini tembihliyor. Bu futbolcu alışverişinin elbette bir karşılığı oluyordu. Konya Ilgın’da termik santral yapmak isteyen Ciner’e engel olan iki EPDK (Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu) bürokratı için Taner Yıldız'dan yardım isteyen Ciner, problemi çözemeyince Erdoğan'ı arıyor. Erdoğan'ın talimatıyla işini halleden Ciner, 6 Mart 2013’te EPDK tarafından termik santral için 49 yıllığına verilen üretim lisansını kapıyordu. İKTİDAR ÇATIŞMASI ALTIN MADENİNDE AKP’nin kurduğu çıkar ağında da ‘pürüzler’ yaşandı. Kaz Dağları’nda işletilmek istenen ve ÇED olumlu bel-

gesini almış altın madenlerine karşı açılan 7 davanın 6’sında yürütmeyi durdurma kararı verildi. Kozak Yaylası ve Ayvalık arasında bulunan demir madeni zenginleştirme tesisine yürütmeyi durdurma kararı çıktı. Niğde Ulukışla’daki altın madeninin yürütmesi durduruldu. Bergama Ovacık ve Kozak Yaylası gibi birçok yerde altın madenleri bulunan altın şirketine vergi incelemesi başlatıldı. Doğa savunucuları için yerinde görünen bu kararlar aslında bir iktidar çatışmasının ürünüydü. Söz konusu madenler Cemaat'e yakınlığı ile bilinen Koza Altın Şirketi'ne ait. AKP-Cemaat çatışmasıyla başlayan operasyonlar emniyet ve yargıda devam ederken operasyonun ayaklarından birini de altın madenciliği oluşturdu. Başbakan Erdoğan, Koza Altın Şirketi'nin sahibi Akın İpek’i hedef alarak “Bunların altın madeni ruhsatlarını ellerinden alınca bas bas bağırıyorlar. Altın ağalığı yaparken iyiydi” demişti. Bu sözlerin ardından 3 yıldır çalışan Çukuralan Altın Madeni “Çevre izni veya Çevre İzin ve Lisans Belgesi” olmadığı gerekçesiyle kapatıldı. Şirketin yasal olarak bir yıl geçerli olan “geçici izin” belgesiyle 3 yıldır faaliyet gösterdiği böylece ortaya çıkmış oldu. SEMPOZYUMU MÜHÜRLEMEYE İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, 45 Aralık'taki madenci katilleri buluşmasıyla ilgili 4 Aralık sabahı kongre merkezinde olacaklarını söyleyerek şu açıklamayı yaptı: "Arkadaşlarımız işçilerin can güvenliğini sağlamayan çalışmayan Çalışma Bakanlığı’nın kapısını mühürlemişlerdi. Biz işçiler, katlettiğiniz işçi yakınları ve ekoloji-halk sağlığı mücadelesi veren arkadaşlarımızla birlikte sempozyumunuzu mühürlemeye geleceğiz."

O maden şirketleri nerede? Taraf'ın "ekonomi kulislerinde dolaşan" bilgilere dayandırarak yaptığı "150 şirketlik maden havuzu" haberi oldukça ilgi gördü. Taraf'ın haberinde ruhsat izinlerinin Başbakanlığa bağlanmasının ardından, “150 iş adamından oluşan” bir madenci havuzu oluşturulduğu iddia ediliyor. Haberde ruhsat izinlerinin Başbakanlığa geçmesi ile birlikte daha önce madencilik sektöründe çalışmamış kişilerin de maden şirketi kurmaya başladığı ve AKP’ye yakın kişilerin doğrudan veya dolaylı olarak kontrol ettiği maden şirketlerinin bu havuzda yer aldığı söyleniyor. Taraf’ın yaklaşık üç ay önce yaptığı “AKP madeni buldu” başlıklı haberinde ise madenciler listesinde yer alan AKP

yöneticisi isimlere dikkat çekilmişti. Haberde eski bakanlardan Osman Pepe ve çocuklarının, Kar Cihan Uluslararası Mad. San. ve Tic. AŞ ile BCK Uluslararası Mad. San. ve Tic. Ltd. Şti. isimli şirketlerle faaliyet gösterdiği söyleniyor. AKP Bitlis Milletvekili Vahit Kiler’in de Trakya Kuvarsmadenleri San. ve Tic. AŞ ve Kanaroğlu Madencilik Yapı Enerji Loj. Akary. Tic. ve San isimli şirketlerin sahibi olduğu belirtiliyor. Ancak bu şirketlerin bir internet sitesi bile bulunmuyor. İnternet taraması yapıldığında şirketlerin Taraf'ın haberi dışında yalnızca iş ilanları bulunabiliyor. AKP Uşak Milletvekili Nuri Uslu ve AKP üyesi Saffet Benli'nin

ortakları arasında yer aldığı söylenen Başkanlar Madencilik Şirketi'nin ve AKP Rize Milletvekili Bayram Ali Bayramoğlu'nun ortağı olduğu MSD Kıymetli Madenler Ve Dış Ticaret Sanayi AŞ'nin birer internet sitesi bulunuyor. Ancak her iki şirketin de sitesinde, yönetim kurulu ve ortaklık yapısı gibi bilgilere yer verilmemiş. Sitelerde şirkete dair yalnızca adres ve telefon bilgisi mevcut. Bu haberin detaylarıyla ilgili Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız tarafından yazılı olarak cevaplandırılması istemiyle TBMM Başkanlığına 30 Eylül'de soru önergesi verildi. Meclis'in sitesinde soru önergesi "işlemde" görünüyor.

Dertleri madenci değil, daha fazla kar Meclis Soma Komisyonu’nun taslak raporu 16 Kasım'da açıklandı. Raporda maden kazalarının önlenmesi için Maden Bakanlığı kurulmasının yanı sıra maden şirketlerinin borsaya kote olması (şirketin borsada alınıp satılabilir listesine eklenmesi) önerildi. Raporda "İş kazası ve meslek hastalıklarının az olduğu firmalara bakıldığında işyerlerinde çok sıkı iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin alındığı" belirtildi. Bu ifadenin ardından maden şirketlerinin “borsaya kote” olmasıyla iş cinayetlerinin "kendi kendine" çözüleceği iddia edildi. İş cinayetlerini önleme formülü raporda şöyle ifade edildi: “Oluşturulması hedeflenen bu sistemde yatırımcılar, borsaya kote olmaları yönünde teşvik edilmelidir. Böylece işveren üzerinde bir de

kamuoyu denetimi oluşturulmuş olacak ve sağlıklı ve güvenli çalışan işveren pazarda itibar görerek değer kazanırken, iş kazası ve meslek hastalıkları ile çalışanını zarara uğratan işveren ise sistemde kendiliğinden ekonomik olarak kayba uğrayacaktır.” Taşeronu kaldırmak yerine şirketleri borsaya sokmayı planlayan Meclis Soma Komisyonu yeni bir başlık açmış bulunmuyor. Maden İşleri Genel Müdürü Mehmet Hamdi Yıldırım, Ocak 2013'te maden şirketlerinin rezervlerinin toplandığı raporların hazırlanacağını bunun kamuoyuna duyurulacağı ve borsada işlem görmesini sağlayacaklarını, bunun altyapısını hazırladıklarını duyurmuştu. O tarihte ne Soma Katliamı ne de Ermenek'teki iş cinayeti yaşanmıştı.

Yıldırım'ın o tarihte verdiği bilgilere göre hazırlanan düzenlemenin amacı iş güvenliğini sağlamak değildi: "Yasal altyapı tamamlandıktan sonra İMKB'de işlem gören maden şirketlerinin tüm üretim aşamaları akredite bir kurul tarafından denetlenecek. Şirketin rezervleri tespit edildikten sonra hazırlanacak rapor tüm dünya borsalarında geçerli olacak. Böylece spekülatif amaçlı rezerv bilgileriyle borsaya etki yapılamayacak. Aynı zamanda yeni bir rezerve ulaşmış şirketler, hem bu rezerve ilişkin hisse çıkarıp satabilecek hem de borsa değerinin artışıyla yeni finansman imkanına kavuşacak." Raporda, ayrıca madenciliğin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’ndan ayrılarak bağımsız bir bakanlığa dönüştürülmesi de isteniyor.


10

ÜNİVERSİTE

Halk›n Sesi

Yeni YÖK Başkanı, yeni bir mücadele dönemi ok uzun zamandır kendisinden haber alamadığımız YÖK (Yükseköğretim Kurumu) Tayyip Erdoğan'ın atadığı yeni başkan Yekta Saraç, nam-ı diğer "Alo Yekta" ile yeniden gündeme geldi. Yekta Saraç'ın nezdinde "yeni YÖK'e" değinmeden önce, üniversitelerin başına bir darbe ile dikilmiş bu kurumun uzun zamandır neden işlevsiz kaldığına bakmak lazım.

Ç

AKP'nin başar ıs ız evladı: YÖK YÖK'ün tarihi 80 darbesine dayansa da "bizim nesil" için AKP ile özdeşleşmiş bir kurum olarak varlığını sürdürdü. Eskinin YÖK düşmanı, sözde özgürlükçü (elbette ki sadece türban "özgürlüğü") ‘ılımlı’ islamcılarının eline bir koz olarak geçen YÖK önce AKP'li Yusuf Ziya Özcan sonra bir diğer AKP'li Gökhan Çetinsaya ile yoluna devam etti. Yusuf Ziya Özcan türbanı üniversitelere sokma misyonunu yerine getirse de AKP'nin istediği ölçüde üniversitenin piyasacı dönüşümünü tamamlayamadı. Görevini yerine getiremedi. Elbette bunda sadece kendisinin yeteneksiz bir komedi unsuru olması değil, Öğrenci Kolektifleri'nin paralı eğitime, harçlara karşı verdiği mücadele de etkili oldu. Yusuf Ziya birkaç başarısız harç zammı denemesinden sonra başarısızlığı ile birlikte tarih oldu. Ardından gelen Gökhan Çetinsaya ise tam bir demokrasi şovu ile üniversiteye tanıtıldı. İşte tam o zamanlarda aslında uzun süredir tartışılan ama bir türlü gerçekleştirilemeyen YÖK Yasası gündemi şişirildi de şişirildi. Aslında kimse YÖK'ü sevmiyorMUŞ, YÖK'ün ismi değişecekMİŞ, YÖK daha merkezi bir işleve kavuşacakMIŞ, üniversitelere şirketler dikeceklerMİŞ, üniversitelerden atılma gelecekMİŞ... ‘miş ve mış'ların arasında akademiye diz çöktürecek birçok kararı, üniversiteye tartıştırıyorMUŞ gibi yapan Çetinsaya da Öğrenci Kolektifleri'nin o dönem sadece tartışılma evresinde olan YÖK Yasa Taslağı'na karşı üniversitelerde ördüğü duvarı aşamadı. Adeta bir kaybedenler kulübüne dönen YÖK'ü de Çetinsaya'yı da o günden beri Bircan ne duyduk, ne gördük... Birol Derken Tayyip, Cumhurbaşkanı oldu. Ve Öğrenci yaptığı ilk hamlelerden iki Kolektifleri tanesi doğrudan YÖK'le ilgiliydi. YÖK Yasası'nı YÖK'le halledemeyeceğini anlayan Tayyip yine kendi işini kendi görerek, daha önce sıkça diline doladığı üniversitelerden atılma ve canını çokça sıkan üniversiteyi doğrudan yönetememe, istediği "verimi" alamama konularına el attı. Şu sıralar imzasını atmış bulunduğu kararlarda, “Okulu uzatıp terörist oluyorlar” dediği biz üniversite öğrencilerinin kaldığı ders başından kaldığı yıl başına kadar para hesabı yapılan bu yeni düzenleme ile 7 yıldan sonra üniversiteden atılma geri geliyor. Tıp Fakültelerini Sağlık Bakanlığına bağlayan, vakıf üniversitelerinin mütevelli heyetlerini belirleme görevini de YÖK'e veren düzenleme ile akademik kadroya yönelik baskı da artıyor. Tüm bunları "kendi yöntemleriyle", kendi parlementosuyla halledecek olan Tayyip, YÖK'teki gözünü de Yekta Saraç olarak belirledi. Yekta Saraç, sonuçta sadece bir isim. Ama bir yöntemin ve bir dönemin kendisini temsil etmesi açısından önemli. Bir müddettir üniversiteye müdahale, kitlesel ve güçlü tepkilerle karşılaştığından dolayı doğrudan AKP tarafından yapılmıyor. Hatta AKP'nin hiçbir siyasi temsilcisi üniversitelere yumurta korkusundan gelemiyor. Ancak bu yeni dönemde, yukarıdan bağlanan düzenlemeler AKP'nin "atanmışları" ile uygulanmaya başlanıyor. Yani YÖK Yasası'nın akıbeti henüz belli olmasa da önce Kayseri Üniversitesi'nde şimdi de Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi'nde "harçlar geri geldi". Üniversitelilerin alttan aldığı ders başına para ödemesi gerekiyor, milyarlara tekabül eden 'borçlar' var. Belirsizlik halini avantaja çevirmeye çalışan AKP'liler, işlerini parçalayarak görmek istiyorlar. Tayyip ne yapmak is tiyor ? Yekta-Tayyip-YÖK şeytan üçgeninde, üniversite oldukça yukarıdan yürüyen üstü kapalı bir saldırı ile karşı karşıya. Yasanın bir kısmı geçirilmeye çalışılsa da önceliklerine koydukları maddelerde; doğrudan üniversitenin paralı hale getirilmesi, öğrencilerin kafalarını kaldırmadan ders çalışacağı bir üniversitenin oluşturulması, AKP'nin doğrudan kontrol edebildiği bir üniversite modelinin yaratılması hedefleri var. Tayyip de farkında, kendisinin baskı yöntemleri üniversitede tutmuyor. Polis, özel güvenliğe yapılan onca yatırım, disiplin yönetmelikleri... Ne boykotları ne yumurtaları ne işgalleri engelleyebildi. Meşruiyeti sarsılmış iktidarın bir o kadar kukla YÖK Başkanı ile üniversitelerde yeni bir dönem başlıyor. Tabi yeni bir mücadele de. Anlaşılan bu seferki daha çetin olacak...

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Erdoğan YÖK’ün başına emir erini atadı

Yekta Saraç

YÖK Başkanı’nı tanıyalım: Alo Yekta Gençlik hareketinin mücadelesi AKP’nin üniversitede hedeflediği piyasacı, gerici dönüşümü sekteye uğrattı. Erdoğan 12 yıllık iktidarın başarısızlık öyküsünü değiştirmek için kolları sıvadı, YÖK başkanlığına Gökhan Çetinsaya yerine emir eri Yekta Saraç’ı atadı rdoğan, Cumhurbaşkanı olmasının ardından üniversitelere yönelik doğrudan kendi eliyle yürüteceği bir saldırı hazırlığını başlattı. 6 Kasım YÖK’ün kuruluş yıldönümünde mevcut YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya’nın görevine son verildi. 2005’ten itibaren YÖK üyeliği yapan ve YÖK Başkan vekilliği görevini sürdüren Prof. Dr. Yekta Saraç, Tayyip Erdoğan tarafından YÖK Başkanlığı’na atandı. 3 yıldır YÖK Başkanlığı’nı sürdüren Gökhan Çetinsaya’nın görevden alınması AKP’nin üniversite politikalarının başarısızlığını gösterirken Erdoğan’ın kendisine bağlı YÖK üzerinden üniversitelere yönelik yeni bir saldırı planını devreye sokacağının da habercisi.

E

BAŞARISIZLIĞIN AKTÖRÜ GÖKHAN ÇETİNSAYA “Özgürlükçü” ve “demokrat” maskesiyle göreve getirilen Gökhan Çetinsaya AKP’nin yükseköğretimdeki politikalarını “başarıyla” sürdürecek isim olarak parlatılmıştı. Aralık 2011’de YÖK’e atanan Çetinsaya göreve gelir gelmez YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde göstermelik değişiklikler yapmış, hızlıca “Yeni YÖK Yasası” hazırlıklarına başlamıştı. Yasa hazırlanırken üniversitenin gerçek sahipleri öğrenciler, bilim insanları ve üniversite emekçileri ile görüşmek yerine “paydaş” olarak ifade ettikleri sermaye temsilcileriyle bir dizi toplantı gerçekleştiren Gökhan Çetinsaya üniversiteyi sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillendirmek doğrultusunda politikalar geliştirdi. Yapılan hazırlıkların ardından 2012 yazında açıklanan ‘Yeni YÖK Yasa Taslağı’ üniversiteleri sermayeye ve gericilere sınırsız bir biçimde açan ve üniversiteyi doğrudan AKP’ye bağlamaya çalışan bir içerik taşımaktaydı. Örneğin yasa taslağında üniversiteyi yönetecek kurumsal yapı olarak oluşturulması planlanan ‘Üniversite

Konseyi’nde Bakanlar Kurulu’nun belirlediği 2 üye ve üniversitenin bulunduğu şehirde en çok vergi veren kişinin üye olması önerisi vardı. AKP bu planla hem sermayenin üniversite yönetiminde yasal olarak söz sahibi olmasını hem de kendisinin doğrudan belirleyeceği isimlerle üniversiteleri kontrol altına almayı amaçlamaktaydı. Bunlar karşısında üniversite muhalefetinin hem ‘Yeni YÖK Yasası’ hazırlıklarına hem de AKP’nin genel üniversite politikalarına karşı önemli bir direnç göstermesi AKP’nin yükseköğretimdeki hesaplarını bozdu. Yasanın gündeme gelmesinden itibaren üniversiteliler ve akademisyenler yasa taslağını üniversite gündemine taşıyarak çeşitli etkinlikler ve tartışmalar gerçekleştirdi. Üniversiteliler AKP’nin saldırısı karşısında yasanın engellenmesi noktasında taraflaştı. 6 Kasım 2012’de binlerce üniversiteli YÖK yasasına karşı sokağa çıkarak iktidara kitlesel bir eylemle karşılık verdi. YÖK ve Bakanlık koridorlarında, sermaye ile görüşülen masalarda yapılan hesaplar üniversitede tutmadı. Sermayenin temel beklentileri ve kendi siyasi çıkarları doğrultusunda üniversiteleri yasal bir dönüşüme zorlayan AKP, gençliğin direnişi karşısında bir kez daha YÖK yasasını rafa kaldırmak zorunda kaldı. Gökhan Çetinsaya, AKP’nin üniversiteye saldırı girişiminin baş aktörüyken görevden alınması ise bu politikanın yenilgisinin bir göstergesi. AKP ÜNİVERSİTELERDE YENİ SALDIRILARA HAZIRLANIYOR

Açık ki AKP üniversite politikasında bir kriz yaşıyor. 12 yıl boyunca ne sermayenin piyasalaştırma sürecindeki isteklerini tam anlamıyla yerine getirebildi ne de üniversiteleri bütünsel olarak kendi siyasal çıkarlarının arkasında saflaştırabildi. Bütün, kapsamlı ‘Yeni YÖK Yasası’ denemeleri başarısızlıkla sonuçlandı. Üniversitenin yönetim

mekanizmalarına atanan AKP’li kadrolar eliyle sürdürülen politikalar üniversite gençliğinin direnci ile karşılaştı ve AKP üniversiteleri kendi arka bahçesine çeviremedi. Ancak vazgeçmiş değil. YÖK’ün doğrudan cumhurbaşkanlığına bağlı olması Tayyip Erdoğan’ın yetkilerini genişletmiş ve üniversiteleri tepeden daha denetimli bir biçimde kontrol etmesinin önü açılmış durumda.Yekta Saraç kapsamlı bir piyasacı ve gerici dönüşümü yürütecek aktör olarak YÖK Başkanlığı’na atandı. YÖK BAŞKANI’NDAN İLK DEMEÇ: YÖK KALDIRILMAMALI KALİTE KURULU’NA İHTİYAÇ VAR

Yeni YÖK Başkanı’nın göreve gelir gelmez ilk açıklaması YÖK’ün kaldırılmayacağına yönelik oldu. Saraç bu açıklamasıyla yıllardır üniversitelerin üzerinde baskı ve denetim unsuru olan YÖK’ün bu işlevinin sürdürüleceğini ifade etmiş oldu. Yekta Saraç’ın “YÖK hantal yapısından kurtulmalı, daha verimli çalışmalı…” açıklamasından da anlaşılacağı üzere özerk ve demokratik üniversitenin önündeki en temel engellerden olan YÖK, üniversiteler üzerinde daha profesyonel bir baskı aygıtı olarak şekillendirilmeye çalışılacak. Yeni YÖK Başkanı Saraç ‘ın verdiği röportajda “Vakit kaybetmeden YÖK’ün dışındaki paydaşlara da açık bir ‘Kalite Kurulu’nun teşekkül ettirilmesi gerekir” ifadesini kullanması ise bu dönüşümün odağında sermayenin yükseköğretimde kurumsal varlığının sağlanması hedefinin olacağını gösteriyor. Yekta Saraç üniversitelerin işleyiş ve karar mekanizmalarında sermaye temsilcilerinin de bulunması için adımlar atılacağını söylüyor. Anlaşılan o ki yeni YÖK Başkanı da ‘paydaş’ gibi süslü ifadelerle sermayenin üniversitelerde daha fazla söz sahibi olmasını sağlayan dönüşümler için hazırlık yapıyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya’nın ardından YÖK Başkanlığı’na Prof. Dr. Yekta Saraç’ı atadı. Yekta Saraç, lisans eğitimini 1981-1985 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. 3 Aralık 1985’te aynı üniversitenin Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eski Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı’nda araştırma görevlisi olarak akademik kariyerine başlayan Saraç, 1987-1991 yılları arasında doktora eğitimini aldıktan sonra, 25 Haziran 1992 tarihinde yardımcı doçent, 04 Ekim 1994’te doçent ünvanını kazanarak, 2000 yılında profesör oldu. Yekta Saraç’ın YÖK ile tanışıklığı eskiye dayanıyor. 2005 ve 2010 yıllarında YÖK üyeliğine seçilen Yekta Saraç, 2010’dan bu yana YÖK Başkan Vekilliğini yürütüyordu. Yekta Saraç bu görev sürecinde Tayyip Erdoğan’ın üniversitelerdeki eli olarak görülüyordu. Yekta Saraç İslamcı gelenekten gelen bir ailenin üyesi, Nakşibendi tarikatının hocalarından M. Emin Saraç’ın oğlu. İlim Yayma Vakfı’nın genel başkan yardımcılığını yapmış olan M. Emin Saraç aynı zamanda Tayyip Erdoğan’ın akıl hocası olarak biliniyor. Yekta Saraç’ın kardeşi Fatih Saraç ise El Kaide’nin finansörü olarak bilinen Yasin El Kadı ile ekonomik-siyasi ilişkileri ile biliniyor. Fatih Saraç’ın adı daha önce Türkiye’de Yasin El Kadı hakkında ‘kara para aklama’ ve ‘terör örgütü El Kaide’ye yardım etmek’ suçlamaları nedeniyle açılan soruşturmada geçmişti. Asıl ününü ise ‘Alo Fatih’ tapeleri ile kazandı. 17 Aralık 2013’te başlayan Erdoğan ve AKP merkezine yönelik yolsuzluk soruşturmalarında açığa çıkan tapelerde, Erdoğan Habertürk yayınlarına ‘Alo Fatih’ hattı ile müdahale ediyordu. Yekta Saraç’ın adı da internete sızan tapelerde geçmiş THY yönetim kurulu Başkanı Hamdi Topçu’nun Dubai’de okuyan kızı için İTÜ’de usulsüz kontenjan açıldığı ve Topçu’nun talebinden Saraç’ın da haberi olduğu iddia edilmişti. Yine aynı dönemde açığa çıkan bir ses kaydında da Yekta Saraç olduğu iddia edilen bir kişinin İstanbul Üniversitesi'nde rektörlük seçimleri ile ilgili talimat almak istediği, Başbakan Erdoğan olduğu iddia edilen kişinin de, cevaben mevcut Rektör Prof. Yunus Söylet ile devam edilmesi talimatı verdiği iddia edildi.

6 Kasım’da gençlik sokaktaydı 12 Eylül darbesinin kurumu olan ve 33 yıl önce kurulan Yükseköğretim Kurumu’na (YÖK) karşı üniversiteliler bu yıl da eylemdeydi. 17 ayrı ilde buluşan üniversiteliler, bu sene de seslerini Cumhurbaşkanı olmasıyla YÖK ile ilgili kararların bir numaralı ismi olan Tayyip Erdoğan’ın YÖK’üne karşı birleştirdi. Hem üniversitenin hem de ülkenin sorunlarını gündemine alan gençlik; pek çok ilde özellikle Ortadoğu’daki savaş, emperyalizm ve gericilik karşıtı söylem ve pankartlarıyla dikkat çekti. “Gericiliğe, savaşa ve AKP’ye karşı gençlik direniyor” diyen üniver-

siteliler, İstanbul’da buluşmayı yine Beyazıt’a kesti. Ankara’da ise üniversitelilerin karşısında polis vardı. Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü önüne barikat kuran polis, üniversitelilerin yürüyüşünü engellemek istese de üniversiteliler bu sefer Yüksel Caddesi’nde buluşarak eylemlerini gerçekleştirdi. Akdeniz Üniversitesi’nde ise Rektörlüğe yürümek isteyen öğrencilere, kampüs içinde polis saldırdı. Kocaeli Üniversitesi’nde de özel güvenliklerin Rektörlük önündeki saldırısına uğrayan yüzlerce öğrenci, gerçekleştirdikleri yürüyüş ardından yaptıkları basın açıklamasında, “YÖK

yıkılsın, Tayyip altında kalsın” dedi. Karadeniz Teknik Üniversitesi öğrencileri ise işçi ve doğa katliamlarına da dikkat çekerek, “İşçinin, doğanın, Ortadoğu’nun katili AKP’den hesabı gençlik soracak” dedi. YÖK eylemlerinin bir diğer görünür yüzü ise üniversiteli kadınlar oldu. YÖK’ün gericiliği, cinsiyetçiliği ve kadın düşmanlığına değinen üniversiteli kadınlar, “İnadına isyan” dedi. Mersin, Eskişehir, Bursa, Zonguldak, Muğla, Isparta, Çanakkale, Samsun, Adana, Edirne, İzmir, Denizli, Antalya, Kocaeli, Trabzon, Hopa’da da 6 Kasım eylemleri gerçekleştirildi.


HALKEVLERİ ÇALIŞTAYI

11 Halkın Sesi

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Halkın Hakları Hareketi’ni yaratmak için Halkevleri Mayıs 2014’teki 21. Genel Kurulunda aldığı karar doğrultusunda Halkın Hakları Hareketi’nin yaratılması yolunda bir “Kent ve Doğa Hareketi”nin inşasının somut gerekliliklerini tartışacağı bir Çalıştay düzenliyor

alkevciler, Mayıs 2014’te gerekleşen son genel kurulda alınan karar doğrultusunda 29-30 Kasım’da Ankara’da “Halkevleri Çalıştayı”nda buluşuyor. Hedeflerinin “Halkın Hakları Hareketi”ni yaratmak olduğunu belirten Halkevciler, bugüne kadar neoliberalizme karşı halkın hakları ekseninde başta eğitim, sağlık, barınma, ulaşım, su, enerji olmak üzere kamusal hakları mücadele konusu haline getirdi. Barınma hakkı mücadelesinde Barınma Hakkı Bürolarından Barınma Hakkı Meclisi’ne giden süreç örgütlendi. Bu süreçte hem konut mücadelesinin mülkiyetçi ilkel bir toplumsal refleksin ötesine geçerek yeniden üretim alanına ilişkin diğer sorunları da konu alan bütünlüklü bir mücadele olarak barınma hakkı mücadelesine dönüşmesi hem de parça parça mahallelerde yürütülen direnişlerin giderek bölge, il ve ülke düzeyinde dayanışma ve ortak hareket deneyimleri edinmesi yolunda ilerlemele sağlandı. Eğitim hakkı mücadelesinde Eğitim Hakkı Meclisleri, AKP’nin 4+4+4 eğitim sistemini getirdiği dönemde “4+4+4’ü

H

Durduralım Koordinasyonu”nu kuruldu. Eğitim alanı, piyasalaştırmanın yanı sıra gerici saldırıların da doğrudan hedefinde olduğunda hak mücadelesinin politikleşmesi sorunu bağlamında özgün deneyimler açığa çıktı. Yine önemli deneyimler olarak “Emekli Hakları Meclisi” ve “Engelli Hakları Meclisi”, iletişim hakkı mücadelesinde “Halk Medya” Halkevleri’nin öne çıkan çalışmaları oldu. Sağlık hakkı mücadelesinde muhalefetin bütün renklerini bir araya getiren ve ülke çapında kitlesel kampanyalar örgütleyen “Herkese Sağlık Güvenli Gelecek Platformu”, I. Halkın Hakları Forumu’nda sağlık alanındaki piyasacı dönüşüm programına karşı mücadele tartışmalarından doğmuştu. HES’lere karşı mücadelede “Derelerin Kardeşliği Platformu”, su hakkı mücadelesinde “Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu”, “Bursa Su Platformu” Halkevleri’nin bizzat örgütlediği ve diğer emek ve demokrasi güçleriyle yan yana geldiği deneyimler oldu. Nisan 2013’te İstanbul Ümraniye’den Antalya’nın köylerine kitlesel ve militan eylemlerle sahne alan 2-B karşıtı mücadelelerde öne çıkan renk yine turuncu idi. Halkevleri, ülke çapında yaygınlaşan örgütsel varlığının da etkisiyle “Yeşil Gerze Platformu”, “Çanakkale Çevre Platformu”, “EGEÇEP” gibi ülkenin dört yanına yayılan çevre mücadelesi platformlarında yer aldı. Çevre hakkı mücadelelerini bir araya getirerek Ankara’da 9 Nisan Doğa ve Çevre Mitingini örgütledi. Ulaşım hakkı mücadelesinde “turnikeden atlama” eylemleri ile ülke çapında sempati yaratan ve örnek olan doğrudan eylem pratikleri yaşama geçirildi. 2007’deki I. Halkın Hakları Forumu ile halkın hak mücadelelerinin politik içeriği tartışılıp, her bir hak başlığındaki talepler açığa çıkarılmıştı. Farklı hak mücadelelerini ortak bir düzlemde bir

araya getirme ve ileri bir noktaya sıçratma iradesiyle de 2011 yılında II. Halkın Hakları Forumu düzenlendi. Ve ülkenin en büyük halk isyanı, AKP’nin kent yağmasına karşı direnişten çıktı. “Gezi Parkı” direnişi, AKP’nin neoliberal-gerici politikalarına karşı tüm ülkeyi saran bir halk ayaklanmasına, Haziran İsyanı’na dönüştü. AKP’nin kent ve doğa yağmasına karşı mücadeleler kendilerine özgü çeşitli örgütsel formlar da yaratarak irili ufaklı olarak devam ediyor. Halkevleri de kentlerin yağması, doğanın talanına karşı direniş ve kamusal haklar mücadelesinin “Kent ve Doğa Hakkı Hareketi” yaratmak hedefiyle ilerletilmesini öncelikli görev olarak önüne koyuyor. Yoksullaştırma, mülksüzleştirme ve güvencesizleştirme temelinde geliştirilen, emeğin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmayı hedefleyen yağma politikalarına karşı emeğin hakları mücadelesini fiili, militan ve yaratıcı biçimlerde yükseltmeyi de temel gündem olarak benimsiyor. Çalıştay’da Halkevciler şu başlıklar altında tartışmalar yürütmeyi planlıyor: Halkın hakları mücadelesinin deneyim• leri ışığında açığa çıkan olanak ve sorunlar. • Haziran İsyanı ile birlikte ortaya çıkan dinamikler, kent rantına karşı devam eden tepkiler ve ortaya çıkan örgütsel formların ortak düzlemde bir araya getirilmesi. • Hak mücadelelerinin birleştirilmesi sorunu. • Halkın Hakları Hareketi’nin yaratılması doğrultusunda bir “Kent ve Doğa Hareketi”nin inşasının somut gereklilikleri. • Emeğin güvencesizleştirilmesine karşı mevcut birikimler ve olanaklar temelinde sınıf hareketine devrimci bir yenilenme seçeneği sunan bir örgütlenme ve mücadele stratejisi yaratılması.

Neden Halkevleri Çalıştayı? H

alkevleri Genel Başkanı Oya Ersoy, Halkevleri’nin bu dönemde neden bir çalıştay yapmaya ihtiyaç duyulduğu sorumuzu şöyle yanıtladı: “Neoliberalizme karşı Halkın Hakları Mücadelesini politik programının eksenine koymuş ve yıllardır halkın hakları hareketi yaratmak için ülkenin dört bir yanında sokak sokak, mahalle mahalle, köy köy tırnakları ile kazıyarak çalışan bir örgüt olarak çizgimizin doğru-

luğu Haziran İsyanı ile kanıtlandı. Haziran İsyanı iki şeyi gösterdi. Birincisi, toplumsal muhalefet hareketinin halkın hakları mücadelesinden yükselecek. İkincisi, en temel yaşamsal hakların gaspına karşı mücadele ve kamusal haklarımızın kazanılması ancak kitlesel, meşru, militan eylem tarzı ve doğrudan eylemle mümkün. İsyanla birlikte meşru, militan, kitlesel eylem tarzı ve doğrudan eylemle hak alma bilinci yükseldi ve yaygınlaştı. İsyanla birlikte mücadelenin içerisinde yer alarak açığa çıkan dinamikleri kavrama ve ilerletmenin yol ve yöntemlerini tartış-

maya başladık. Ve Mayıs kongremizde sonbaharda çalıştay yapma kararı aldık. Amacımız, 15 yıldır halkın hakları mücadelesinde biriktirdiklerimizi bir sıçramaya dönüştürmek, halkın hakları hareketini oluşturmaktır. Bunun için yerellerde ve çeşitli sektörlerde parça parça yürüyen hak mücadelelerini yerellikten ve sektörellikten çıkarmanın, birbiriyle ilişkisinin ve dayanışmasının kurulmasının olanaklarını, hak mücadelelerinin sürekliliğini ve siyasal mücadelenin diğer bileşenleri ile parlamenter siyaset karşısında bağımsızlığını sağlamanın yol ve yöntemlerini tartışacak yeni adımlar atma kararları alacağız.”

Emperyalizme, gericiliğe, faşizme karşı H

alkevleri Çalıştayı’nın tartışma konuları sadece hak mücadeleleri değil rejim, emperyalizm ve Ortadoğu’da savaş, gericilik, kadın mücadelesi, Alevi ve Kürt sorunları da gündem olacak. Halkevleri bu siyasal gündemleri hak mücadeleleri gündemlerinden ayrıştıran, hak mücadelelerini salt ekonomik mücadeleler olarak örgütleyen bir yaklaşımla değil, aksine siyasal mücadeleyi hak mücadeleleri temelinde ele alan bir yaklaşımla hareket ediyor. Çalıştay’daki tartışma kurgusu da bu şekilde olacak ve rejim

tartışmasına ayrılan ikinci günde gericilik, Ortadoğu-Savaş ve Kürt sorunu başlıkları ele alınacak. Halkevleri emperyalizme, mezhepçi faşizme, gericiliğe karşı laik, demokratik ve bağımsız bir ülkenin kurulması mücadelesinin öncü ve kurucu merkezi haline gelmeyi bir görev olarak önüne koyuyor. Bu bağlamda aşağıdaki hedefler doğrultusunda adım atmak üzere tartışmalar yürütüyor: • AKP’nin savaş politikalarının durdurulması ve savaş

suçlarının hesabının sorulması, göç ettirilen halklarla dayanışmanın örgütlenmesi, • Kürt sorununda toplumsal ve demokratik çözüm, • Yukarıdan aşağıya örgütlenen Sünni gericiliğe; eğitimin dinselleştirilmesine, okulların imam hatipleştirilmesine, kadınların toplumsal yaşamdan dışlanmasına karşı mücadelenin örgütlenmesi, • Mezhepçi faşizme karşı laik, demokratik, eşitlikçi ve özgürlükçü bir siyasal çizginin oluşturulması.

KADIN MECLİSLERİNE DOĞRU Kadın mücadelesi ise AKP’nin kadını hedef alan gerici, mezhepçi politikaları nedeniyle daha da önem kazanıyor. Özellikle dinci gericiliğin tırmandırıldığı 3. iktidar döneminde kadın bedenine, kadınların yaşamlarına yönelen saldırılar sıçrama yaptı. Sünni gericiliği yukarıdan aşağıya örgütlemek için eğitimin dinselleştirilmesinden ortaöğretimde kız çocuklarının kapatılmasına kadar toplumsal yaşamın gericileştirilmesi doğrultusunda planlı bir şekilde uygulanan politikalar en çok kadınları etkiliyor. Halkevci Kadınlar erkek egemenliğine, gericiliğe, cinsiyetçiliğe, kadın düşmanlığına karşı kadın özgürlük mücadelesinin örgütlenmesini temel görev olarak benimsiyor. Hak mücadeleleri deneyimlerinde, barınma hakkı mücadelesi, eğitim hakkı mücadelesi, HES’lere karşı direnişlerde açığa çıkan kadın militanlığı; kürtaj eylemlerinde olduğu gibi AKP’nin kadın düşmanı politikalarına kitlesel karşı duruş, politik bir kadın hareketinin oluşturulmasının olanaklarını gösteriyor. Halkevci Kadınlar, kadınların kendi yaşamlarında söz, yetki ve karar sahibi olacağı; kadınların özgücünü açığa çıkartacak zeminleri çoğaltmayı hedefliyor. Bu hedef doğrultusunda erkek egemenliğine, cinsiyetçiliğe, gericiliğe, kadın düşmanlığına karşı en geniş zeminlerle temas kurabilecek, demokratik, kurumsal yeni bir kadın örgütlenmesi hedefiyle kadın meclisleri kurulması tartışılıyor.

Halkevleri büyüyor H

alkevleri örgütü bir yandan Çalıştay’la birlikte hak mücadelelerini daha ileri bir düzleme sıçratmayı, yani nitel bir değişimi tartışırken bir yandan da nicel gelişimini sürdürüyor. Son bir ay içinde 5 yeni Halkevi şubesi daha açıldı. Ülke çapında Halkevleri Genel Merkezi’ne bağlı olarak faaliyet yürüten Halkevi sayısı 74’e, faaliyet gösterilen il sayısı da 25’e çıktı. Bu 25 il Türkiye nüfusunun işçi ağırlıklı yüzde 60’ını barındırıyor. Yeni açılan Halkevleri arasında İstanbul’da Bakırköy Halkevi, Adana Beyazevler Halkevi, İzmir Menderes Halkevi, Edirne Halkevi ve Artvin Borçka Halkevi bulunuyor. Köklü bir Halkevi

geleneği olan Bakırköy’de Halkevi 90’lı yılların ortasında kapanmıştı. 20 yıla yakın bir süre sonra Haziran İsyanı ile birlikte Halkevi’nin yeniden kurulması gündeme geldi. Kuruluş çalışmalarının sonlanması ile Bakırköy Halkevi Şubesi 1 Kasım’da Bakırköy çarşı içinde gerçekleşen kitlesi yürüyüşle açıldı. Adana Beyazevler Halkevi ise Halkevci kadınların yerel seçimler sürecindeki muhtarlık çalışmasının ürünü. Edirne ve Borçka Halkevleri ise Türkiye’nin iki ucunda doğa ve yaşam hakkı mücadelesinin giderek boyutlandığı iki alanda toplumsal muhalefeti güçlendirmek için kapılarını açıyor.


12

SOKAĞIN SESİ

Halkın Sesi

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Ya hepimiz engelliyiz ya hiçbirimiz!

Emek, kent ve doğa mücadelelerinin sesi Maraton’da

30 Kasım'da Taksim’deyiz!

36. İstanbul Avrasya Maratonu’nda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Validebağ direnişçileri tarafından “Cami bahane rant şahane” sloganlarıyla protesto edildi. Zonguldaklı maden işçileri iş cinayetlerine karşı ‘Güzel ölmek istemiyoruz’ yazılı tişörtleri, İstanbul Öğrenci Kolektifi’nden üniversiteliler ise Yırca ve Validebağ’da katledilen ağaçları, Soma’da ve Ermenek’teki iş cinayetlerini simgeleyen baret ve zeytin dallarıyla maratondaydı.

Kırmızılı Kadın yalnız değil ‘Kırmızılı Kadın’ olarak Haziran İsyanı’nın simgelerinden birine dönüşen İTÜ araştırma görevlisi Ceyda Sungur’a bir bilim emekçisinin iş güvencesini savunan maili ve astığı ‘grevdeyiz’ yazılı afiş için iki soruşturma açıldı. Ceyda Sungur’u öğrencileri, Eğitim-Sen ve Asistan Dayanışması 19 Kasım’da yaptıkları eylemle yalnız bırakmadı.

AKP bildiğini yapıyor, biz de bildiğimizi yapacağız Yatağan Termik Santrali ve bu santrale kömür temin eden linyit sahası ile taşınır ve taşınmazların özelleştirilmesine karşı bir buçuk yıldır eylemlerini sürdüren enerji ve maden işçileri, işletmelerin teslim tarihine (Yatağan için 7 Aralık, Milas için 26 Aralık) kadar Yatağan, Muğla ve Milas’ta sürekli eylem kararını 17 Kasım’da yaptıkları yürüyüşle ilan etti.

Engelliler, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü’nde ‘normal’ bir toplumsal düzende sadece fiziksel ve zihinsel olabilecek her türlü farklılığın, bu düzende bir ‘engel’ teşkil ettiğini bildiklerini ve reddettiklerini söylerek Taksim’e çıkıyor Aralık Dünya Engelli Hakları Günü’nü örgütlemek üzere İstanbul’da gerçekleştirilen Engelli Hakları Forumu’nda Taksim’e çıkma kararı alındı. 2 Kasım’da gerçekleşen Engelli Hakları Forumu’nun örgütleniş sürecinin ilk adımı, Engelli Hakları Atölyesi’nin 14 Eylül’de Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nde gerçekleştirdiği Engelli Hakları Mücadelesi ve Örgütlenmesi başlıklı forumunda atılmıştı. “Bizler bu ülkenin köle gibi çalıştırılan, öldürülen sakat bırakılan işçileri, açlığa ve sefalete terkedilen işsizleri, yaşam alanları, suyu ve toprağı çalınan köylüsüyüz. Sağlığını kaybeden sağlıkçıları, ata-

3

ması yapılmayan eğitimcileri, paralı, niteliksiz ve bilimsel olmayan bir eğitim sistemine mahkum edilmiş milyonlarca öğrencisiyiz. Her gün dövülen, öldürülen, sakat bırakılan kadınları, sokaklarında, parklarında koşup oynayamayan beton mahallelerde çocukluğunu kaybetmiş milyonlarca çocuğu, geleceği çalınarak cendereye alınmış, esir edilmiş milyonlarca genci ve yaşarken mezara gönderilen yaşlılarıyız. Biz Türkiye’nin çoğunluğunu oluşturan engellenmiş bir halkız” diyen engelliler ‘Ya hepimiz engelliyiz ya hiçbirimiz’ diyerek tüm engellenen kesimleri 30 Kasım saat 14.00’da Taksim Meydanı’nda buluşmaya çağırıyor.

Saray yıkılsın tiyatro yapılsın

Engelliler tüm toplumu eşit, özgür ve sağlıklı şartlarda yaşamaktan alıkoyan, engelleyen ve öldüren koşullar ortadan kaldırılıp, siyasal iktidarlar, insanca yaşam koşullarını sağlayana kadar Dünya Engelliler Günü olan her 3 Aralık haftasında, toplumun, engellenen tüm birey ve kesimleriyle birlikte Taksim’de olacaklarını ilan ediyor. Engelli Hakları Forumu, Türkiye Sakatlar Derneği, Altı Nokta Körler Derneği İstanbul Şubesi’nin ilk çağrıyı yayımladığı eyleme katılmak ve imzacı olmak isteyen kurumlar engellihaklar ifor umu@gmail.com adresi ile iletişime geçebilecek.

İşleri rayına sokacağız KESK’e bağlı Birleşik Taşımacılık Sendikası üyeleri, demiryolları ulaşım ve taşımacılığının özelleştirilmesi tasarısına ve çalışanlara dayatılan esnek ve güvencesiz çalışma koşullarına karşı Balıkesir, İstanbul, Van, Antep ve Zonguldak garlarından Ankara’ya yürüyüşe başladı. Eylem 24 Kasım’da Ankara TCDD Genel Müdürlüğü önünde gerçekleşecek.

Taşeron varsa sağlıklı yaşam yok

Devlet Tiyatrosu oyuncuları ve onlarca Ankaralı sanatsever, 16 Kasım’da Şinasi Akün Sahnesi önünde bir araya gelerek kültür ve sanat alanına yönelik baskıyı protesto etti. Ankaralılar herkesi, sanatı güçsüzleştirmeye ve ele geçirmeye çalışan AKP’ye karşı mücadele etmeye çağırdı.

Sağlık Bakanı Mehmet Müezzinoğlu 15 Kasım’da ‘Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Yaşam Yürüyüşü’ne gittiği Samsun’da taşeron işçiler tarafından protesto edildi. ‘Taşeron çalıştırmak yasaklansın’ diyen Dev-Sağlık İş üyesi sağlık işçileri gözaltına alındı.

‘Hiçbir kanun insan haklarından İnsanlık Yeni Asır’ın üstün olamaz’ kapısına dayandı AKP’nin Büyükşehir yasası ile daha önce köy olan bölgeleri belediyelere bağlı mahallere dönüştürmesi ve ranta açması planı ile birlikte Sincan’a bağlı Saraycık Köyü de mahalle oldu. Bölge halkı, yasayla birlikte Saraycık’ta ilerleyen hukuk dışı ve rant amaçlı kentsel dönüşüm projesine karşı çıkan bölge halkı Barınma Hakkı Meclisi ile bir araya geldi. Saraycık halkı 6 Kasım’da belediye önüne giderek sözleşmeleri imzalamayacağını ilan etti. Tarım arazileri-

nin yaygın olduğu, bölge halkının ağırlıklı olarak tarım ve mandıracılık ile geçimini sağladığı Saraycık’ta halk eylemin ardından barınma hakkı için örgütlenme konusunda bir ileri adım daha attı. Saraycık halkı 9 Kasım’da Barınma Hakkı Bürosu’nu kurdu, açılış etkinliğinde Saraycıklıların kararlı duruşu, bir mahallelinin dillendirdiği “Hiçbir kanun insanların haklarından üstün olamaz” sözlerinde karşılık buldu.

İzmir Halkevleri, ‘İnsanlar yaşasın, insanlık yaşasın’ diyerek savaş mağduru Ezidi, Türkmen ve Kürt halkıyla dayanışma için düzenlediği kampanyayı hedef gösteren Yeni Asır’ı 8 Kasım’da gazete önüne yaptıkları yürüyüşle protesto etti. İzmir Halkevleri açacakları davadan kazandıkları parayı da IŞİD zulmünden kaçanlara göndereceklerini açıkladı. İzmir toplumsal muhalefet örgütlerinden temsilcilerin, dayanışma konserine katılan sanatçıların da destek verdiği

eylemde Halkevleri İzmir halkını bu gazeteyi okumamaya, ilan vermemeye ve her yerde teşhir etmeye çağırdı. Yeni Asır, Halkevleri’nin ülke çapında örgütlediği bu kampanyanın İzmir ayağında dayanışma için gerçekleştirilen “Kardeşliğe köprü ol” konserinin ardından, kampanyayı “yasa dışı”, konserde yer alan sanatçıları da “marjinal” ilan etmiş, Halkevleri ile birlikte Konak Belediye Başkanı Konak Belediyesi Sema Pekdaş’ı da hedef göstermişti.


HALKIN SESİ

13 Halk›n Sesi

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…

Halkın Sesi de... ir politik kitle gazetesi, yüklendiği tarihsel politik misyonla anlam kazanır. Kitle ile gazete arasındaki temel bağ politikadır. Yoksa gazeteyi çıkaranlar bu işi esas olarak “gazeteci” oldukları için yapmaz. Dağıtanlar “gazete dağıtıcısı” değildir. Gazetenin ulaştırıldığı insanlar da bu gazeteyle temaslarını sadece bir “gazete okuru” olarak kurmaz. Gazete, onu veren ile alan arasındaki politik bağın nişanesidir. Gazeteyi “dağıtmak” ya da “almak” politik bağ kurmanın, “dağıtmamak” ya da “almamak” bu bağı reddetmenin ya da ihmal etmenin işaretidir. Politik kitle gazetesi, iktidar perspektifiyle yürütülen kitle çalışmasında politikayı kitleye taşır, deneyimleri paylaşır, iletişimini sağladığı farklı alanlarda yürütülen çalışmaların bir bütünün parçası olduğunu gösterir, ortak bir kimlik oluşturur. Okurumuz yeniden üretimine katıldığı politikanın yayıcısıdır aynı zamanda. Politik mesele birincil, teknik mesele de yine vazgeçilmez önemde ama politik olana tabi ve ikincildir.

B

PUSULASINI HİÇ ŞAŞIRMADI Halkın Sesi, bundan 9 yıl önce yayın hayatına neoliberal kapitalizme karşı halkın hak mücadelelerinin devrimci bir politik çizgi olarak örgütlenmesinin mümkün olduğunu gösterme hedefi ile başladı. Yıllar içinde bu politik iddia doğrultusunda sarf edilen devrimci

çabalarla dere yataklarından okul önlerine, atölyelerden direniş çadırlarına, turnikelerden kampüslere yaygınlaşan hak mücadeleleri muhalefetin ana ekseni haline geldi. Halkın Sesi ise okurlarının/dağıtımcılarının sokakta büyüttüğü insanca yaşam, emek, doğa ve kent mücadelelerini sayfalarına taşıdı, bu mücadeleler içinde kendini yeniledi. Neoliberal İslamcı rejimin kurucu partisi AKP’ye, sermayeye karşı hakları için mücadele eden emekçilerin, emperyalizme karşı mücadele eden dünya halklarının, faşizme-gericiliğe karşı sokakta özgürlük için mücadele edenlerin sesi oldu. Pusulasını hiç şaşırmadı. DİRENİŞ EĞİLİMLERİNDEN HALK İSYANINA AKP’den “demokrasi” bekleyenlerden, İslamcılardan anti-emperyalizm umanlardan, ‘türban’ı kadın özgürlüğü ile açıklayanlardan, egemenler arası kavgadan medet umanlardan, şovenizme yelken açanlardan, sayfalarını parayla satanlardan olmadı. Halkın bağımsız siyasal çıkarlarını savunmak yayın ilkesinin, halkın bağımsız siyasal hareketini yaratmak iddiası yayın politikasının temeli oldu. Halkın Sesi’nin sayfalarına taşıdığı direniş eğilimleri 2013 Haziran’ında ülke tarihinin gördüğü en büyük halk isyanına dönüştüğünde artık gazetemizde yankılanan “isyanın” sesiydi. Bu seslenişin mesajı netti; sosyalizm bu ülke topraklarında gerçek bir seçenek, hal-

kın hakları mücadelesi ise bu seçeneği yaratacak devrimci mücadelenin ana yatağıdır. KONDULARDAN MEYDANLARA Haziran İsyanı, Türkiye’de emekçi sınıflar mücadelesinde yeni bir sayfa açarken Halkın Sesi’nin sayfaları, direnişleri tüm ayrıntıları ile aktarmaya, “direniş haberciliği” yapmaya yetmez oldu. Halkın Sesi de isyanla birlikte yayın politikasında eskinin içinde yeniyi inşa etme eylemine soyundu. Haziran’ın ardından halkın direniş eğilimleri isyanın yarattığı yeni siyasallaşma kanalları içinde büyümeye devam ediyor. Bugünün acil siyasi görevi ise bu direniş eğilimlere önderlik ederek devrimci bir doğrultu kazandırmak, ülke çapında bir direniş hareketini, halkın hakları hareketini yaratmaktır. Halkın Sesi gazetesinin yenilenmesi halkın hakları mücadelelerini iktidar mücadelesine seferber etme iddiasının gereği olarak alınması gereken devrimci inisiyatifin mütevazı bir yansıması, bir aracı olacaktır. Halkın S esi , yoks ul mahall eler den kent meydanl ar ına...

*Gazetenin yenilenmesi ve dağıtım konusunda iletişime geçmek, talep ve önerilerinizi iletmek için iletişim kanalları: Tel : 0212 245 90 37 e-pos ta : halkinsesiiletisim@gmail.com Twitter : @halkinsesigzt Facebook: /halkinsesigazetesi web: halkinsesigazetesi.net/

Gazetemizi birlikte üretelim, dağıtım ağını yeniden kuralım… Gazetemiz mücadelemizin sesi soluğu, işçisi ve kılavuzu. Halkın Sesi’nin yenilenmesinin bir ayağında içerik üretimi bir ayağında da dağıtım ağı var. Halkın Sesi gücünü yıllardır yüz yüze dağıtımdan alıyor. İsyan’la belirlenen yeni hedeflerle hak mücadelelerinin bu derece kitleselleştiği bir dönemde dağıtım ağımızı kapalı devre ve geleneksel ilişkilerin ötesinde, zaten ilişkide bulunduğumuz daha geniş kitlelere, tüm direniş alanlarına genişletmenin tam zamanı. Geleneksel dağıtım mekanizmasını genişletmenin dışında sokak satışı, kitabevlerine gazete bırakma, akademi ve kurumlara yönelik abonelik, sosyal medya kanallarımızı aktif kullanma gibi yeni görevlerle karşı karşıyayız. Gazetemizi ulaştıracağımız her bir yeni insan, yeni bir mücadele ve direniş alanı halkın hakları hareketini kurma yolunda yeni bir adım olacak.

Halkın Sesi’nde ne değişiyor? Halkın Sesi gazetesinin içeriği, halkın hakları hareketini oluşturmak üzere devrimci yığınak yapılan mücadele alanlarına yoğunlaşacak. Halkın hakları hareketinin sürükleyici halkası olarak kent ve doğa mücadeleleri, örgütlenme eğilimleri, sermayenin kente ve doğaya yönelik saldırı stratejileri ve güvencesizliğe karşı mücadele içinde kurulan yeni işçi sınıfı hareketine yönelik tartışmalar temel gündemlerimizden olacak. Türkiye devrimci süreci-

ni Ortadoğu devrimci sürecinin içinde anlamlandıran bir kavrayışla Ortadoğu5deniz disiplini sayfalarımıza eklenecek. Gericiliğe karşı mücadelenin büyütülmesi ve devrimci bir laiklik anlayışının geliştirilmesine, AKP eliyle yürütülen mezhepçi faşizme karşı direniş hattının kurulmasına katkıda bulunacak aktüel ideolojik/politik tartışmalar ve somut mücadele gündemleri gazetemizde özel olarak yer bulacak. Faşizme, şovenizme

karşı mücadele ve Kürt sorununun demokratik toplumsal çözümüne yönelik tartışmalar, emperyalist stratejiler ve sermayenin yönelimlerine ilişkin dosyalar, tarih, söyleşi, sokağın sesi sayfaları gazetemizde yer alacak. Alternatif medya, devrimci gençlik hareketi, liseli devrimci gençlik hareketi, kadın hareketi, devrimci kamu çalışanları hareketi, toplumsal hukuk ve halkın mühendis, mimar ve şehir plancıları hareketi mücadele alanlarının gündemlerini

bugüne kadar daha çok yoksul mahallelerde yankılanan Halkın Sesi’ne, Halkın Sesi’ni de kendi mücadele alanlarına taşıyacak. Okurlarımızın sıkça dile getirdiği “kültür-sanat ve spor sayfaları da olsun” talebinin de gündemimizde olduğunu belirtelim. Halkın Sesi içerik zenginleşmesi ile birlikte biçimini de değiştirecek. Mücadelenin renkliliğini tüm sayfalarına taşıyacak ve bundan böyle tabloid ebatında yenilenmiş baskısı ile okuyucularıyla buluşacak.

Manşet manşet gelen isyan N

isan 2006’da merhaba diyen Halkın Sesi gazetesinin o günden bugüne kesintisiz olarak her iki haftada bir toplam 221 sayısı yayımlandı. Halkın sesi çıkmasın diye, herkes egemenlerin dilinden konuşmaya zorlanırken çıktı Halkın Sesi. 20 Nisan 2006 tarihli ilk manşeti “İnsanca bir yaşam için 1 Mayıs’a” idi. AKP sevdalısı liberaller “özgürlük”, TSK sevdalısı ulusalcılar “bağımsızlık” masallarıyla halkı arkalarında saflaşmaya çağırırken; Halkın Sesi “insanca yaşam” diye çıkıyor, “Bağımsızlık ve özgürlük emekçilerin insanca yaşam kavgasından ayrı düşünülemez” diyordu. Yola çıktığımızda, başların büyük kavgalarının arasında, ayakların kendi kavgasını bambaşka bir çizgide vereceğine inananlar azınlıktaydı. Biz de ilk sayılarımızda böylesi bir çizginin mümkün oldu-

ğunu göstermeye çalıştık. Halkın Sesi, Dikmen Vadisi’nden yükseldi, “Barınma hakkımızı istiyoruz” diye. Sonra yankılana yankılana yoksul mahalleleri dolaşmaya başladı. Mahallelerden kentlere ve gün gelip ülkenin kalbi olan meydanlara aktı. Hastanelerden taşeron işçiler katıldı bu sese. Emek ve Ekmek Meclisleri, Su Meclisleri, parasız eğitim hakkı için yürüyen öğrenciler, parasız sağlık hakkı için yürüyen hekimler, parasız ulaşım hakkını almak için belediyelere kök söktüren emekçiler, HES direnişleri, 4+4+4’e karşı direnişler, Kent Savunmaları, Forumlar, Dayanışmalar eklendi. HALKIN SİYASETİ HALKIN SESİ Siyaset, 2007 Cumhurbaşkanı seçimine doğru devletin tepesinde AKP-TSK arası kavga tarafından

şekillendirilirken, Halkın Sesi’nin 16 Kasım 2006 tarihli 16. sayısında Dikmen Vadisi’nde barınma hakkı için yürüyen gecekonduluların meşaleleri, yeni yeni örgütlenmeye başlayan taşeron sağlık işçilerinin halayı, zeytincilerin yol kesme eylemi manşetteydi. Ocak 2007’de ise Türkiye provokasyonlar ve suikastlerle dolu bir çatışma ortamına sürüklenirken Halkın Sesi halkın çözümünü ilan ediyordu: “Kilitlenen Türkiye’ye halkın anahtarı: İnsanca yaşama hakkı, Halk demokrasisi, Kürt sorununda kardeşçe birlik, Bağımsız ve özgür Türkiye.” Nisan 2007 tarihli 26. sayımızda “Bir yasak tarihe gömülüyor” diyerek 1 Mayıs’ta Taksim’e çağırıyor, 3 Mayıs 2007 tarihli 28. sayımızda da bütün engelleri aşarak 30 yıl sonra Taksim’e çıkanların

fotoğrafını, sloganlarıyla manşete taşıyorduk: “İşte Taksim, işte 1 Mayıs!” 2007 Haziran’ında I. Halkın Hakları Forumu ve devamında yaz ve güz ayları boyunca barınma hakkı başta olmak üzere yükselen hak mücadeleleri ve güvencesiz işçi mücadeleleri sayfalarımızı dolduruyordu. Neoliberal politikaları dinci gericilikle iç içe ilerleten AKP, ikinci iktidar döneminde İslamcı hedeflerini gizlemekten çıkıp açılışı “üniversitede türban serbestliği” ile yaptığında “Özgürlük sahtekârlığına hayır!” dedik (7 Şubat 2008, 48. sayı). Küresel ekonomik kriz Türkiye’yi de etkisine alırken 4 Eylül 2008’de “Aklamayacağız haklayacağız” manşeti ile çıktık. Bu sloganla ülke çapında bir seferberlik başlatan Halkevciler 2 Kasım Ankara mitinginde “Halkın hakları var, Krize karşı şartları var” diyerek yeni bir başlangıç için binler olup kol kola girecekti. Hak mücadeleleri tekil, kendi yereliyle sınırlı, parçalı, egemen siyaset karşısında etkisiz mücadeleler olmaktan çıkıp ülke çapında gündem belirleyici mücadeleler halini alıyordu. Bu mücadelenin gazetesinin de hem hacim hem de içerik zenginliği anlamında daha kapsamlı olması gerekiyordu. Biz 9 Ocak 2010’da 97. sayımızda yeni bir yüzle çıkmaya hazırlanırken, sokak da bizi haklı çıkardı, Tekel işçilerinin büyük direnişi patlak verdi. 97. sayımız “Emekçi güvenceli iş, insanca yaşam yolunda / Artık dönüş yok” manşeti ile çıktı. Ülke 12 Eylül 2010’da AKP’nin Cemaat’le kol kola bütün devlet

iktidarını ele geçirmek için demokratikleşme masallarıyla gündeme getirdiği Anayasa Değişikliği Referandumu’na giderken, 6 Ağustos tarihli 112. sayımızda “Halkın ‘Hayır’ı Var!” dedik. Referandum geçip “Hayır” diyenlerin haklılığı açığa çıktığında, farklı tutum alanlar AKP’nin mutlak iktidar pratikleri karşısında hayal kırıklığı ve umutsuzluğa bürünürken, Burhan Kuzu’nun kafasına Kolektifler’in yumurtaları yağdı. Türkiye üniversitelilerin yumurtaları etrafında saflaşırken, Aralık 2010 tarihli 121. sayımızda “Daha fazla yumurta” dedik. 2011’e gelindiğinde Türkiye kadına dönük şiddetin 7 yılda yüzde 1400 arttığı bir manzara ile karşı karşıyaydı. Şubat 2011’de 126. sayımızda Kibele özel eki ve “Kadına gerici liberal zincir” manşeti ile çıktık. 129. sayıda liselilerin sınav skandallarına isyanı manşetimize çıktı. HOPA’DAN GEZİ’YE… 2011 1 Mayıs’ına giderken 130. sayıda “Tek yol sokak tek yol devrim” manşeti ile çıktık. Bu slogan daha sonra pankart olup genel seçim öncesi 31 Mayıs’ta Hopa’ya giden Erdoğan’ın karşısına çıkacak, AKP Hopa’nın isyanına polis saldırısıyla yanıt verip Metin Lokumcu’yu katlettiğinde, Türkiye’nin dört yanında “Tek yol sokak tek yol devrim” diye sokaklara çıkılacaktı. Sonra neredeyse her sayımızda bir kent ve doğa direnişi, AKP’nin Kürt düşmanı, Alevi düşmanı, kadın düşmanı gerici faşist saldırılarına karşı eşit-

lik, özgürlük, demokrasi, saygı talepli direnişler ve yeni tipte kitlesel muhalefet dinamikleri sayfalarımızı dolduracaktı. Ağustos 2011 tarihli 139. sayıda “Buraya termik santral kurmanız için bizi vurmanız lazım” diyen Gerzelilerin direnişi, bir sonraki sayıda Erzurum Tortum’daki HES karşıtı direniş, 143. sayıda Van depremi, 147’de Roboski Katliamı manşetlerimize taşındı. 155. sayıda Halkevleri’nin 80. kuruluş yıldönümünde “Karanlığa meydan okuyan on binleri” manşete taşıdık. 157. sayıda HES’lere karşı büyüyen isyanı, 159’da kürtajı yasaklama girişimine karşı kadınların isyanı, 161’de 4+4+4’e karşı kitlesel tepkiler, 173’te Aralık 2012 ODTÜ isyanı, 174’te fabrikalarda, hastanelerde, kampüslerde süren direnişler, 182’de yeniden dayatılan Taksim 1 Mayıs yasağına karşı direniş, 183’te Reyhanlı Katliamı ve protestolar, 30 Mayıs 2013’te çıkan 184. sayıda da henüz Haziran İsyanı’na dönüşmemiş Gezi direnişi “AKP’nin baskıları sokakta sökmüyor” başlığıyla manşetimizdeydi. İsyan hak mücadelelerinin, AKP’ye ve temsil ettiği gerici, faşist, talan düzenine karşı direnişin içinden süzülerek gelmiş, ve bütün bunların toplamını aşan bir nitel dönüşümle yeni bir siyasal toplumsal düzen yaratmıştı. Halkın Sesi o günden bu güne isyanın sesi olmaya çalıştı. Ve şimdi isyanın açığa çıkardığı bu yeni tarihselliğe uygun pratik politik hattın ihtiyaç duyduğu yenilenme göreviyle karşı karşıya.


14

TARİH

Halkın Sesi

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Zeytinin de bir tarihi var

Antik dünyanın özgür olmayan emeğinden günümüzün küçük meta üreticisi köylülerine, topraktan fışkıran bir bereket hikâyesi olarak her zaman var oldu zeytin. Ancak dönem neoliberalizm dönemi… AKP’nin kent ve doğa talanı sınır tanımıyor. Bu talanın son adreslerinden biri Yırca. Kolin, Yırca köylüsüne vahşice saldırarak 6 bin ağacı söktü. Bu ağaç katliamının ertesi günü Yırca köylüsünün

gözyaşları ve öfkesi yansıdı kameralara. Sökülen zeytinlerin yerine yenileri dikildi. AKP’nin bürokratları sırayla çıkıp doğasını savunanları hedef gösterdi. Kent-doğa mücadelelerinin karşılarına dikilen en önemli isyan dinamiği olduğunun kendileri de farkında. Tarih sayfamızda binlerce yıllık zeytinin hikâyesini anlatıyoruz. Zeytinin de bir hikâyesi vardır.

Halkın ve yaşamın ölmez ağacı Birileri Ege’den 6 bin ‘ölmez ağacı’ kopartıp kenara attığını, işi bitirdiğini sanabilir. Ancak zeytin ağacı öldü sanıldığı anda köklerinden filizlenir. Aynı bu toprakların isyanı gibi... Çünkü kötüler varsıl, iyiler yoksuldur sık sık; Ama onlarla değiş tokuş etmeyeceğiz erdemimizi, Çünkü her zaman kalıcıyken o, El değiştirir her gün varsıllıklar. Solon nsanlığın zeytin ağacıyla ilişkisi binlerce yıllık bir serüvendir. AKP’nin bugün kesmekte olduğu zeytin ağacıyla insanlar tarih boyunca değişik nedenlerle ilgilendiler. Bütün ağaçlar arasında zeytin ağacını farklı ve diğerlerine göre üstün kılan özelliklerinin başında zeytinin insanlara sunduğu nimetlerin çeşitliliği gelir. Bu nedenle zeytin birçok şeyin sembolü olmuştur. Sadece barışın sembolü değildir. Aynı zamanda bolluğun, ölmezliğin, yeniden doğuşun ve zaferin de sembolüdür. Zeytin ağacı bir kez toprağa tuttuktan sonra kolay kolay ölmez. Yaprakları yaz kış yeşilliğini korur. Bu nedenle zeytin ağacına birçok yerde “Ölmez ağacı” da denir. İlk olarak nerede çıktığı belli olmasa da zeytin ağacının Suriye ve Anadolu civarında çıktığı düşünülmektedir. Zeytin üzerinde yapılan araştırmalar yabani zeytin ağacının yaşını 50 bin yıl öncesine götürüyor. İnsanların zeytincilik ile ilişkisi ise M.Ö. 6000 civarında başladı. Antik dünyada zeytinyağı özellikle güzellik ve sağlık için kullanılıyordu. Eski çağlarda zeytinyağı o kadar zor elde ediliyordu ki çok değerliydi. Zeytinyağı bu değeri nedeniyle tanrılara adak olarak sunulurdu. Atina’ya ismini veren efsanede tanrı Athena, sonsuza kadar yarar sağlayacak zeytin ağacını insanlığa armağan eder ve ismi şehre verilir. Antik dönemlerde bazı bölgelerde zeytini sadece bakire kızların ve erdemli erkeklerin toplamasına izin verilirdi. Tek tanrılı dinlere göre de zeytin kutsal bir meyve olmuştur. Nuh tufanında karaya ulaşan güvercin zeytin dalı taşıyarak dönmüştür. Akdeniz’de zeytin ile ilgili yüzlerce, binlerce öykü anlatılır. Bu öykülerin ortak noktası ona atfedilen tanrısallıktır. Binlerce yıldır zeytin, insanların sofrasında yerini almış, sağlığına sağlık katmış ve zeytin ticareti sayesinde medeniyetler ayakta kal-

İ

Solon

‘Özgürlüğü ve zeytini koru’

A

M.Ö. 6000’den beri Akdeniz halkları zeytinden faydalanıyor. Zeytinyağı M.Ö. 1000’de ise soframıza girdi mıştır. İnsanlar kendilerini aydınlatan, doyuran, temizleyen, sağlık kazandıran her şeyden öte temel geçim kaynağı olan bu ağaca tanrısallığı atfetmişlerdir. Zeytinyağı tarih boyunca oldukça değerli bir ticaret malı oldu. Antik olimpiyatlarda birinci gelen atlet yüklü miktarda zeytinyağı kazanır ve bu nedenle zengin olurdu. Zeytinin bu topraklarda ne kadar önemli olduğunu, Solon’un (M.Ö. 640–559 arasında yaşadığı tahmin ediliyor) Atina Anayasası denilen kanunlarına bakınca görebiliriz. Kanuna göre zeytin ağacına zarar veren ya da kesen biri yargılanır ve ölüme mahkûm edilirdi. Zeytin ağacının yakınına bir tarla kurulacaksa en az 8 adım boşluk bırakılması gerektiğini kanunlarına ekledi. Çünkü zeytin ağacının kökleri uzundur. Bu kanunlar tarihin ilk zeytincilik kanunları olarak

bilinir. SOFRAMIZDAKİ ZEYTİNYAĞI Bilinen en eski yemek kitabı İ.S. 1 yy’da Romalı soylu Apicus tarafından kaleme alınan “De Re Coquinaria” da zeytinyağının kullanıldığı birçok tarif içerir. Zeytinyağı teknolojisi geliştikçe hem zeytinyağı ucuzlamış hem de sofralardaki kullanımı yavaş yavaş keşfedilmeye başlamıştır. Zeytin’in sofralardaki yerinin M.Ö. 1000 civarı fark edildiği tahmin ediliyor. Önce Demir Çağı’nda manivelaların, ardından da Roma döneminde Arşimet vidasının kullanılmasıyla kolaylaşan zeytinyağı üretimi çok geçmeden zeytinyağını Akdeniz mutfağının vazgeçilmezleri arasına sokmuş. ‘100 YIL YAŞARSIN’ Antik dönemlerde ilkel yöntemlerle elde edilen yağ, sağlık alanında da kullanıldı. Antik

çağların yaşlı Plinus’u zeytin ağacının çiçeğinden ve yaprağından elde edilen yağdan yapılan merhemlerin 23 farklı hastalığa şifa olduğunu yazar. Zeytinden günümüz modern tıpta da yararlanılmaktadır. Yüz yaşından fazla yaşadığı söylenen ünlü Demokritos içimizi balla dışımızı zeytinyağıyla ovarak uzun yaşanabileceğini söylemiştir. Hipokrat 2500 yıl önce sağlıklı bir yaşam için zeytini önermiştir. İnsanlık tarihinde zeytin önemli bir yer kaplar. Piramitlerin yapımında tonlarca zeytinyağı kullanıldığı düşünülüyor. Musa zeytinliklerde çalışan erkekleri askerlikten muaf tutardı. Roma’da zeytin kalitesine göre beşe ayrılırdı ve toplumun en üst kesimi kaliteli zeytinyağı kullanırken köleler çürük zeytinlerden yapılan zeytinyağı verilirdi. Platon ilk akademisini bir zeytin ağacının gölgesine kurmuştur. Hollandalı

ressam Van Gogh’un on dokuz ayrı zeytin tablosu bulunmaktadır. Temel Reis’in sevgilisi Safinaz’ın orijinal ismi Olive Oyl’dur ve Temel Reis’ten önce yaratılmış ve zeytin reklamlarında kullanılmış. 1919 yazında yaratılan karakter daha sonra Temel Reis’in ıspanak reklamlarında kullanılması ile geri plana düşmüştür. Türkiye’de zeytincilik özellikle Cumhuriyet döneminde tekrardan canlandırılmaya çalışılmıştır. İtalya’dan 6000 zeytin ağacı ve teknik elemanlar getirilerek örnek bir zeytinlik oluşturulur. Yurtdışına eğitime gönderilen ziraatçılar arasında en büyük pay da zeytincilere ayrılır. Birileri Ege’den 6 bin ölmez ağacı kopartıp kenara attığını, işi bitirdiğini sanabilir. Ancak zeytin ağacı öldü sanıldığı anda köklerinden filizlenir. Aynı bu toprakların isyanı gibi…

Tanrıların en sevdiği meyve Z

eytin Akdeniz halkları için başlıca geçim kaynağı ve işte bu sayede bu toprakların kutsalı olmuştur. İnsanlar zeytin ağacıyla hep tanrısal bir ilişki kurmuşlardır. Akdeniz halkları zeytini ve yağını tanrılarıyla özdeşleştirmiştir. Bütün din kitaplarında zeytin kutsal ilan edilmiştir. Antik Yunan’da, Atina kentinin isminin Athena’dan geldiğine inanılırdı. Atina yeni kurulurken tanrılar bir yarış düzenleyerek şehrin tanrısının kim olacağına karar vermeye çalışır. Athena ve Poseidon kentin tanrısı olmak için yarışır. Yarışmada iki tanrıdan insanlığa sonsuza kadar yarar getirecek bir şey yaratmaları istenir. Poseidon mızrağını yere vurarak denizden bir at çıkartır. Bu at hiç yorulmaz ve çok hızlı koşar. Athena mızrağını yere sapladığında ise yerden bir zeytin ağacı yükselir. Efsane bu ya; Atina’nın ismi buradan gelir. İnsanlık tarihi boyunca zeytin hep tanrısal bir meyve olarak görüldü. Antik Mısır’da zeytinciliği insanlara tanrı İsis’in öğrettiği-

ne inandı. Tek tanrılı dinlerin kitaplarında zeytin kutsal bir meyve olarak kutsanmıştır. Kutsal kitapların yazıcıları zeytini birçok bölümde geçirmişlerdir. İncil’de zeytin kelimesi 140 kez geçer. İsa’ya atfedilen Mesih sıfatı mesh edilmekten yani yağ ile ovulmaktan gelir. Yıllar yılı zeytinyağı aydınlanmak için kullanıldı. Eski Ahit’te Yahudilerin Mısır’dan çıkışında “İsrail halkına buyruk ver, kandilin sürekli yanıp ışık vermesi için saf sıkma zeytinyağı getirsinler” diye aydınlanmakta kullanılan zeytinyağına atıfta bulunulur. Hala Kudüs’teki tapınağın kandilleri yağ ile doldurulur, Hanukkah törenlerinde zeytinyağı önemli bir yer tutar. Eski Ahit’te zeytinyağıyla yapılan bir yemek tarifi bile vardır. Kuran’da zeytinyağının aydınlık verici ışığı Tanrı’nın ışığıyla benzeştirilir. Yine Kuran’da “Tür-i Sina’da da yetişen bir ağaç hem yağ hem de yiyenlerin ekmeğine katık edecekleri zeytin verir” diye yazar.

tinalı Solon ünlü kanunlarıyla bilinir. Bu kanunlarıyla varsıllar ve yoksullar arasındaki dengeyi sağlamayı amaçlamıştır. Bir Atinalının başka bir Atinalıya köle olmasını yasaklamış ve akıllıca bir hamle yaparak ülke ekonomisi için dış ticareti sadece zeytinle sınırlamıştır. Siyasi amaçlı olarak tarımsal üretime dair kanunlar yazdı. Bu kanunlara göre zeytin ağacına zarar veren biri ölümle yargılanırdı. Solon yakın dostu Anakharseos’a “Kanunlar örümcek ağlarına benzer. Bu ağlar zayıfları ve güçsüzleri yakalayacak ama varsıllar ve güçlüler tarafından delik deşik edileceklerdir” dediği rivayet edilir. Günümüz tarihi yazılırken sınıflı toplumlarda kanunların nasıl yırtılıp atıldığına bir kez daha tanık oluyoruz. Kendi kanunlarını dahi uygulamayan bir iktidarın gölgesine sığınan Kolin şirketi, vahşice Yırca köylülerine saldırıp 6 bin ağacı tüm ülkenin gözü önünde katletti. Solon’un tarihe not düştüğü başka bir uyarı hatırlanmaz mı şimdi; “Sevinç gözyaşlarını silme”. Peki ya 6 bin ağacın ardından gözyaşları toprağa damlayan Yırca köylüsü?

Antik olimpiyattan Kırkpınar’a A

ntik olimpiyatlarda oyuncuların vücudu yağla ovulurmuş. Oyunlar sonrası atletlerin vücudunda biriken yağ, ter ve toz karışımı strigil denilen özel kaşağılarla toplanıp hayranlarına satılırdı. Sporcuların vücuda yağ sürme geleneği her yıl yapılan Kırkpınar güreşlerinde de sürmektedir. Bilgelik tanrıçası Athena adına yapılan Panathiakos oyunlarında da ödül olarak zeytinyağı dolu amforalar verilirdi. Ülkemizde de yer yer yağlı güreş yarışmalarında ödül olarak zeytinyağı verme kültürü devam etmektedir. Antik Yunan’da kent devletleri arasındaki savaşlara sadece olimpiyatlar sırasında ara verilirdi. Atletler düşman topraklardan ellerinde zeytin dalı taşıyarak geçer ve olimpiyatlara giderlerdi. Antik Olimpiyatlarda zeytinyağından yakılan meşale günümüzde zeytinyağı değişse de kullanılmaya devam edilmektedir.

KAYNAKÇA

Athena poseidon yarışı Merry Joseph Blondel, 19. yy, yağlı boya, Louvre Müzesi

Plutark; Solon-Poplica G.E.M. de Ste Croix; Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadeleleri Mahmut Boynudelik, Zerrin Boynudelik; Zeytin Kitabı Mücahit Kıvrak; Yeni başlayanlar için zeytin – Balıkesir Üniversitesi


15

KENT 20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Halkın Sesi

Ölesiye direncez, toprağımızı vermicez! ÖZEN TAÇYILDIZ oma Yırca’da Kolin’in kurmak istediği termik santral için Danıştay, 7 Kasım’da itiraz yolu kapalı olmak üzere yürütmeyi durdurma kararı verdi. Acele kamulaştırmayı durduran karar, bölgede termik santral yapılamayacağına dair hüküm de içeriyor. Ancak kararın öğrenildiği günün sabahında dozerlerle alana giren Kolin, 6 bin ağacı yıktı geçti. Engel olmak isteyen köylüleri şirketin özel güvenliği darp etti, kelepçeleyerek alıkoydu. Kesilen 6 bin ağaç orta yerde dururken de mahkeme kararı öğrenildi.

S

PROJENİN SAHİBİ AKP, TAŞERONU KOLİN “Biz şimdiye kadar böyle gündeme gelmedik” diyen Kolin, “imaj düzeltme” sorumluluğunu, sırtını dayadığı AKP’nin üzerine atma derdinde. “Bizim projemiz değil, devletimizin projesi bu, zeytin mi enerji mi seçimini yapan biz değiliz”, “Enerjide dışa bağımlıyız, ülke menfaatini düşündük, külfetin altına girdik” diyen şirket, Soma’da termik santral kurma şartıyla rödovans ihalesi yapıldığını ve rekor fiyat vererek kazandıklarını anlatıyor. AKP de Kolin de,

‘proje’yi birbirlerine atsalar da nihayetinde beraberler, projenin sahibi AKP’yse taşeronu da Kolin. 3. Havaalanı’nda, Yusufeli Barajı’nda, otoyol, hızlı tren ihalelerinde olduğu gibi. AKP’nin ihale gediklisi olarak bu ihaleyi aldı, santral için gidip en kârlı alanı seçti. Zeytinlik alan olmasını önemsemedi, para cezası aldığı halde ağaçları kesmeye devam etti ve nihayet, 15 gün içinde mahkeme kararının çıkacağını bildiği halde beklemeden dozerle girip 6 bin ağacı katletti. Halledeceğini düşünüp,

“Köylüleri ikna ederiz” demişlerdi ama birden ‘ağaçlarımıza dokundurtmayız’ çıkmıştı ortaya. Köylünün direnciyle “şoke” olmuşlardı. “Başta anlaşmıştık şimdi neden böyle yapıyorlar anlamadım” diyordu şirket yetkilisi. “NE MADENCİ DAĞIN ALTINA GİRSİN, NE KÖYLÜ EZİLSİN” Kolin’i “şoke” eden, “kışkırtılmış vatandaş”, açıktan anlatıyor ne olduğunu. Köyün muhtarı Mustafa Akın, “Evet” diyor, “Başta bu insanlar, devle-

‘TERMİKLE ELEKTRİK VERDİLER AMA HAYATIMIZ ZİNDAN OLDU’ “Evlatlarımız” dedikleri zeytinlikleri için haftalardır direnen Yırcalı köylülere uygulanan şiddet ve 6 bin ağacın kıyımı tepki çekince, Başbakan Yardımcısı Manisalı Bülent Arınç, açıklama yapmak zorunda kaldı. Devletin taraf olmadığını, şirketin sorumlu olduğunu söyledi ama tarafını belli etmeyi de ihmal etmedi. “Dağ taş zeytin, enerjiye ihtiyacımız var” dedi, “Köylüler termik santralin yapılacağını duyunca düğün bayram etmişlerdi ama” dedi. Oysa ne dağ taş zeytin, ne Kolin’le gelen termik santral Yırcalılara düğün bayram. Türkiye’de zeytinin yetiştirilebileceği alanlar zaten sınırlı, üstelik zeytinlikleri imara, santrale, madenlere açacak kanun teklifi Meclis’te bekliyor. Yanıbaşlarındaki santral ile yıllardır zehirlenen, ürünleri verimsizleşen, “Termikle elektrik verdiler ama hayatımız zindan oldu, çocukların vücutları ecza dolabı gibi” diyen Yırcalılar, Arınç’ın söylediği termik değil yaşam istiyorlar.

Sermaye adına kendi sınıfına karşı Yırca’da sermaye, mülksüzleştirilen köylülerin karşısına güvencesiz koşullarda işçileşmeye mahkum edilen insanları getirerek kendi adına/çıkarına şiddet uygulamasını istedi

A

KP iktidarı, derelerimizi, ormanlarımızı, vadilerimizi sermayeye dikensiz gül bahçesi olarak bırakmak üzere yasal düzenlemeleri arka arkaya yaparken kolluk gücünü de sermayenin emrine vermiş durumda. HES’lere, maden ocaklarına, santrallere karşı çıkan halkın karşısına polis, jandarma dikiliyor. Torunlar’da asansörün düştüğü duyulur duyulmaz şantiyeye polisin yığılması, Validebağ’da polisin geceligündüzlü nöbet tutması, yeni bir tür olarak “beton polisi”nin konuşuluyor olması boş yere değil. Devletin sermayenin yanında bu biçimde saf tutması da yetmiyor şirketlere, şiddeti bizzat uygulamak da istiyorlar. “Proje”leri, “yatırım”ları, bir an önce hayata geçmeli. Yırca’da, Kolin kendisi anlatıyor neden acele ettiklerini: “Ama biz de beklemedik. Niye beklemiyoruz? Devlet bu yatırımı 6 yıl içinde yapacaksın diyor. 6 yıl içinde bitiremezsen 155 milyon TL’yi getir diyor faiziyle birlikte. Acele, bu yatırımı bir an evvel gündeme getirebilmenin acelesi” Tek başına bu da değil artık, yükselen mücadele, bölge halkının direnişi, meşruiyeti ve aldığı destek korkutuyor. Aceleci Kolin de Yırca’da

özel güvenliğini sahaya sürdü. Mahkeme kararının öğrenilmesinden iki gün önce, bölgeyi çevirdiği dikenli telleri yükseltti, otobüslerle alana taşıdığı 200’ye yakın güvenlik görevlisini her 5 metrede bir nöbetçi olarak dikti. 7 Kasım sabahı da dozerlerle ağaçları yıkıp geçtiğinde engel olmak isteyen köylülere güvenlikler saldırdı, darp etti, kelepçeleyerek alıkoydu. Şirket daha önce de iki defa özel güvenlikleri saldırtmış, köylüler yaralanmış, üstüne bir de köylülerden şikayetçi olmuşlardı. ‘Serbest piyasa’da şirketin kendi güvenliğini alması, özel istihdamla iş görmesi zaten ‘normal’. Ama “Yeni Türkiye”de dağı taşı maden ocaklarına, HES’lere, santral-

lere, betona kesecek, sermayesi ölen işçiler üzerinden yükselecekse ‘güvenliğini’ de artırılmalı. Özel güvenliğin köylülere uyguladığı şiddeti “hukuki, nefsi müdafaa” olarak tanımlayan Kolin gibi, sermaye, birikimini fiziki olarak saldırarak da yapacak. Üstelik sermaye, geçmişte de özel güvenliği bunun için kullandı. Özel güvenlikler, Afrika ve Ortadoğu’da faaliyet gösteren İngiliz enerji ve madencilik şirketlerine hizmet vererek büyüyen bir işkolu oldu. MÜLKSÜZ KÖYLÜNÜN KARŞISINA GÜVENCESİZ İŞÇİ Yırca’da sermaye adına/çıkarına şiddet uygulayan, emeklerini Kolin’e satan

işçiler de yağmacı sistemden paylarını aldılar. Kısa sürede bir işi olsun isteyen işsizlerin, yoksulların oluşturduğu özel güvenlik işçileri kendi sınıfına karşı şiddet uyguladı ama kesimin hemen sonrası işlerinden oldu. Kolin, köylüleri zeytinlik alana sokmamaları karşılığı birer maaş ikramiye vaat ettiği, iş garantisi, emeklilik sözleri verdiği işçilerden 50’sini hemen işten attı. Atılan güvenlikçilerden biri, o günü “Bizleri kandırıp köylülere saldırttılar. Onlarla karşı karşıya getirdiler. Sonra da kullanıp attılar” diye anlattı. Yırca’da devletin sermaye lehine mülksüzleştirdiği köylülerin karşısına yine mülksüzleştirerek, güvencesiz koşullarda işçileşmeye mahkum ettiği çevre köylerden insanları koyduğu sistemde, çıkarlarısınıfları aynı olanlar karşı karşıya geldi. Köylüler zeytinliklerini bırakmazken benzer biçimde, atılan güvenlik görevlileri de şantiyeyi terk etmedi. Şantiye şefi ve güvenlik amirinin dışarıya çıkmasına izin vermediler. Onlara desteğe giden de, “Biz haklının yanındayız” diyen de, dövdükleri Yırcalılar oldu. Belki de ilk kez deneyimledikleri direnişi, sermayeye-devlete direnmeyi onlarla kavga ederek öğrendikleri Yırcalılar.

tin bu termik santrali nasılsa yapacağını, vazgeçmeyeceğini düşündüler. Zaten arazilerimiz gidecek hiç değilse biraz para alırız, iş buluruz” dediler. Şimdi, istemedikleri santrale karşı koyabileceklerini biliyorlar. Değişen bu. Hukuki süreç devam ediyor ama muhtar “Soma’da termik santrali yaptırmicaz o şirkete” dediğinde köylüler bir ağızdan “Termik santral istemiyoruz” diye bağırıyorlar. Kolin’in “Olmayan ağaçların nesini savunacaklar?” diye kıydığı ağaçların yerine memleketin başka yerlerinden gönderilen fidanları dikmekle kalmıyor, alanın önceden boş olan kısımlarını da ağaçlandırıyorlar. Bir başka biçimde sahiplendikleri topraklarında hedefleri kesilen ağaçları da aşıyor, 10 bin ağaç dikme niyetindeler. Bir zamanlar pamuk, tütün, sebze-meyve ekebildikleri topraklarda dayanıklı olduğu için seçtikleri zeytini de bırakmak istemiyor, Türkiye’deki 150 milyon zeytin ağacının mücadelesini veriyorlar. Termik santrale karşı direnişleri sadece Yırca için de değil. Direnişin kadınları Kolin’in peşinde, “Bu şirket bizim 6 bin ağacımızı kesti, buradan başka bir yere santral yapmaya giderse biz de peşinden gideriz. Nereye gitse oraya gideriz, dağa gitse dağa çıkarız, ovaya inse ovaya ineriz, bu şirket artık bizim düşmanımız!” diyorlar. Yeni santralin yükünü evde bakacakları yeni hastalarla taşımak istemeyen kadınlar, zeytinle beraber yaşam alanlarını da savunuyorlar. Yırcalılar asıl işvereni de görüyor; kırdan-tarımdan koparılmak istenen köylünün de, koparılıp güvencesiz koşullarda çalıştırılan eski çiftçi-yeni işçinin mücadelesini de veriyorlar: “Kolin kesti ama devlet kestirdi. Şirkette de çalışmicaz, taşeronda da çalışmicaz, ne madenci kardeş dağın altına girsin, ne köylü ezilsin!”

Kolin’e Yırca’nın hesabını sordular Kolin’in 7 Kasım sabahı 6 binß ağacı katledip, köylüleri darp etmesi Kolin’in olduğu her yerde protesto edildi. İstanbul’da Validebağ Direnişçileri, Kuzey Ormanları Savunması ve İstanbul Kent Savunması’nın çağrısıyla 11 Kasım’da bir araya gelen İstanbullular, Kolin’in İstanbul’daki ofisine yürüdü. Bir gün önce Validebağ Korusu’nu korumak için direnen ve polisin saldırısına uğrayan İstanbullular, “Validebağ’dan Yırca’ya yaşamın düşmanları kaybedecek, direnenler kazanacak” pankartının arkasında, nöbet kardeşleri Yırcalılara saldıran Kolin’den hesap sormak için yürüdü. Kolin İnşaat’ı koruyan polis barikatının önünde yapılan açıklamada “Kutsal zeytin ağacının, Yırca’da ve Validebağ’da yerlerde sürüklediğiniz kadınların, madenlerle, inşaatlarda öldürdüğünüz bütün işçilerin; bağrını kirli ellerinizle deştiğiniz toprağın, suyun, ormanın ve yaşamın hesabını sormak için her gün savunmada, sokakta olacağız. Yırca’da o zeytin ağaçları yeniden yeşerecek” denildi. Yaşam savunucuları yanlarında getirdikleri zeytin dalı ve dikenli teli şirketin önüne bıraktı, Yırca’daki yıkımının fotoğraflarını da şirketin önüne astı. İzmirliler 12 Kasım’da EGEÇEP’in (Ege Çevre Platformu) çağrısıyla Konak’ta eylem yaptı. Açıklamada “Gezi’de, ODTÜ’de, Çine’de, Çeşme’de, Artvin’de, Gerze’de,

Tortum’da ve Validebağ’da gece yarısı çalışan iş makineleriyle halkına karşı devlet eliyle yürütülen terör, bu kez yandaşları tarafından aynı pervasızlıkla uygulanmıştır. Yırca, AKP hükümetinin, halkını ve hukuku tanımaz, yaşam alanlarını talana açan politikalarının çarpıcı bir örneğidir” denildi. “Ağaçlarımıza sarılmak, birbirimize sımsıkı tutunmak için, umudu da isyanı da dört bir yanda büyütmek için herkesi yaşama, geleceğe ve emeğe sahip çıkmaya çağırıyoruz” denilen çağrıda Yırca’nın zeytinliklerinden kesilmeden önce toplanan ilk zeytinler dağıtıldı. Ankara’da kadınlar 10 Kasım’da Kolin önünde zeytin standı açtı. Sokak tabelasının bulunduğu direğe, “Ağaç kesen Kolin’e gider” yazan ve üzerlerinde “Zeytin dile geldi: Beni niye kestin?”, “Zeytin-insan birlikte özgür” pankartı taşıyan kadınlar, binanın önüne stant kurarak zeytin tadımı gerçekleştirdi, Yırca’da yaşanan ağaç kesimi ve Kolin İnşaat’ın hukuksuzluğunu anlattı. Çanakkale’de 13 Kasım’da, Soma’nın altıncı ayında, Çanakkale Dayanışması ile Çanakkale Çevre Platformu, Kolin’in Kepez’de faaliyet gösteren oteli önünde eylem yaptı. Başlarında madenci bareti, ellerinde zeytin dalları, pankart ve dövizlerle gelenler, termik santrallere ve madenlerdeki işçi ölümlerine karşı direneceklerini ilan etti.


SOKAĞIN SESİ

16

20 Kasım 2014 / 3 Aralık 2014

Halk›n Sesi

Derelerin kardeşliğinden Karadeniz savunmasına! Karadeniz’de HES’lere karşı öne çıkan mücadele topyekun bir direnişe; derelerin direnişi/kardeşliği, Karadeniz’i savunmaya evriliyor ÖZEN TAÇYILDIZ

Kasım’da Karadeniz’in dört bir yanından binlerce kişi, Trabzon’da buluştu. Derelerini, vadilerini yağmalayan HES’lere karşı yıllardır mücadele eden, polisin-jandarmanın saldırısına, haklarında açılan onlarca davaya direnen Karadenizliler, yeni bir kavgaya hazırlandıklarını ilan ediyorlardı. Yıllardır yer üstü zenginlikleri olan dereleri, vadileri HES’lerle yağmalanan Karadeniz’de halk, eksiğiyle-gediğiyle, dere başlarında-mahkemelerde-ÇED bilgilendirme salonlarında biriktirdikleri deneyimle, bu defa topyekun olarak sermayenin hedefinde olan yurtlarının yağmalanmasına karşı ayağa kalktılar. Bölgeden binlerce insan, onlarca yerel mücadele, o gün arkasında yürüdükleri “Derelerimiz, yaylalarımız, ormanlarımız satılık değil”, “Gezi’den Soma’ya Kobane’den Karadeniz’e doğaya, emeğe ve insanlığa sahip çıkıyoruz” pankartıyla yıllardır yürüttükleri mücadelenin yeni bir evreye geçtiğini haber veriyorlardı.

9

Valide biziz, bağ da bizim İ

stanbul Üsküdar’da Validebağ Korusu’nu yapılaşmaya açacak inşaata karşı direnenler, polis saldırısına rağmen mücadeleye devam ediyor. 10 Kasım günü çevik kuvvet ekiplerinin korumasında alana beton mikseri getirildi. Nöbet tutan insanların yaklaşmasına izin verilmezken inşaata engel olmak isteyenler de ağır şekilde darp edildi. Nöbet alanında bulunan kadınlar, koruya girmek istediklerini söyleyerek polis bariyerlerinin açılmasını istedi ancak polis, kadınlara biber gazıyla saldırdı. Aynı günün akşamı yapılan çağrıyla toplanma devam ederken saldırıya uğrayan kadınlar yeni eylemlerine karar vermişlerdi bile. Kendilerini mücadeleden, mücadele alanından “süpürmek” isteyenlere karşı “Faraş süpürge, valideler direnişte” sloganıyla eylem yapacaklardı. Aynı akşam yapılan basın açıklamasında saldırıya uğrayan kadınlardan Arzu, hem saldırıyı anlattı, hem de 13 Kasım günü “valide”ler olarak yine alanda, eylemde olacaklarını söyledi. Saldırıya uğrayan bir başka kadın, Damla da kararlılıklarını aktardı: “Beton aracının geldiğini duyup geldik, betonu döktünüz kaldırın barikatları koruya girmek istiyoruz dedik ama birkaç dakika içinde biber gazı yedik. Yırca’da 6 bin ağacı kestiler, insana, ağaca, yaşama düşman karanlık zihniyet bütün gücü elinde bulundurduğunu düşünebilir ama hiçbir yere gitmiyoruz en doğal hakkımız burada bulunmak, koruyu korumak” dedi. Basın açıklamasının bitmesinin ardından “Bu alan bizim, koru bizim” diye-

rek koruya girmek isteyenlere polis, tazyikli su ve gaz bombalarıyla saldırdı. 15 kişiyi gözaltına aldı. 10 Kasım’da polisin çifte saldırısına uğrayan kadınlar, sözleştikleri gibi 13 Kasım günü, eylemdeydi. “Çevik! Validen Görse Ne Der?” yazılı pankart açan kadınlar, polis şiddetini protesto eden slogan ve dövizlerle yürüdü. “Sınıflı bir toplum yaratma projenize inat, biz tek bir ağacın dallarıyız. Şiddetinize, polisinize, biberinize, fişeğinize, mermilerinize rağmen, karşı çıkıyoruz” diyen kadınlar, basın açıklamalarını da polis barikatının önünde yaptı. Koruları için direnişte olduklarını söyleyen kadınlar açıklamalarında, “Validebağ’da, Yırca’da yaşananlar hikaye değil, çocuklarımıza anlatacağımız onurlu bir mücadeledir. Toprağını korumak isteyenlerin, kibirden örülen bütün sarayları yerle bir edeceği bir mücadele. Valideyiz, kızkardeşiz, eşiz ve eşitiz. Tüm kötülüklere karşı direnmeyi biliriz. Toprak ana derler bize. Gövdemizde bakıp büyüttüğümüz sevgiden yeşerir her şey, hayat bulur” dediler. Barikatların arkasına, “Polisleriniz, barikatlarınız, bizi yaktığınız biber gazınız olmadan, betonlarınızı dikemiyorsunuz. Sizi gözetim altına aldık” sözleriyle seslenen kadınlar, “Kaçak saraylardan direnenleri, mücadele edenleri ‘süpürün’ talimatları verdiğinizi biliyoruz. Biz valideler evlerimizi temizlediğimiz gibi bütün kötülükleri süpürmeyi de biliriz” diyerek ellerindeki süpürgeleri de barikatlara astılar.

DEKAP: MÜCADELEYİ BÜYÜTMEYE… HES’lere karşı mücadeleyi örgütledikleri Derelerin Kardeşliği Platformu’nun (DEKAP) öncülüğünde yapılan mitingin çağırdığı herkes oradaydı: “Enerji ihtiyacı bahanesiyle, HES yapıp dereleri kurutanlara karşı ‘Satılık suyumuz yok’ diyen” Ordu’dan Artvin’e HES’e kesmiş her ilçe; “Yeşil Yol Projesi ile yaylaları betonlaştırmak isteyenlere karşı ‘Yolun başında bekliyor, yol vermiyoruz. Yeşil Yol’u istemiyoruz’ ” diyen Samsun-Artvin hattından insanlar; maden, termik ve nükleer santral çalışmalarında siyanürle zehirleyenlere karşı “Termiksiz, nükleersiz, siyanürsüz bir yaşam istiyoruz” diyen Ünye-Fatsalılar… Üzerlerine giydikleri balıkçı ağları, ellerinde çay ve lahana yapraklarıyla miting alanına taşıdıkları isyanları, somut mücadelelerle bir yandan zaten sürüyor. Artvin

Murgul’da siyanürlü altıncılık yapmak isteyen Cengiz İnşaat’a topyekun bir ilçe olarak direnen Murgullular, şirkete geri adım attırdı. Cengiz’in, Murgul’da işleyeceği altınları çıkaracağı Cerattepe’de açılan davanın bitmesini beklemeden ağaç kesmek isteyen, özel güvenlikle alana giden şirkete karşı halk günlerdir nöbette. Ordu, Ünye-Fatsa’da yine siyanürlü altına direnen halk, direnişini çadıra taşımış durumda. Kürsü konuşmaları, pankartları, sloganlarıyla bu saldırıların toplamına, Karadeniz’de planlanan termik ve nükleer santrallere, siyanürlü maden arama çalışmalarına, çimento fabrikalarına, taş ocaklarına, çöp tesislerine karşı çıktılar. Doğada onarılamayacak yaralar açarak yaşam alanlarını tehlikeye atacak projelerle mülksüzleşeceklerini, binlerce yıldır yaşadıkları topraklardan ve yarattıkları kültürden uzaklaşacaklarını haykırdılar. TALAN YOLU “YEŞİL YOL” “Yeşil yol”, “cennet yolu” adıyla allanıp pullanmış projeye karşı uyanıklardı. Projenin iktidar tarafından sermaye için planlandığını da kürsüden açıktan söylüyorlardı. “İktidar, siyaset, şirket ilişkisinin parasal döngüsünün kurulması” dedikleri “yeşil yol projesi”, Samsun’dan Artvin’e yaylaları birbirine bağlayacak bir yolu öngörüyor. Yaylaları boydan boya geçecek yol ile el değmemiş ve koruma önceliği olan doğal yaşam alanları yok edilerek, yaylalar imara, sermaye için daha kolay yağma ve ranta açılacak. Bir yandan da yol boyunca yayılmış, parçalı onlarca maden yatağına devlet eliyle yol açılmış, sermayeye masrafsız teslim edilmiş olacak. Ancak Karadenizliler bu talan dalgasına karşı hazır. Saldırının evrilmesiyle HES’lere karşı öne çıkan mücadele de topyekun bir direnişe; derelerin direnişi/kardeşliği, Karadeniz’i savunmaya evriliyor. Yeni örgütlenme biçimi, Tüm Karadeniz’i birleştirmekle kalmıyor, yaşam alanlarının tümü-

ne ilişkin mücadeleleri de, kadın-erkek, çoluk-çocuk binlerce insanı birleştiriyor. Konuyla ilgili gazetemize konuşan DEKAP Yürütme Kurulu üyesi Taylan Kaya, bölgeyi bekleyen yeşil yol, termik santral, çöp depolama tesisi ve henüz resmi ağızlardan dillendirilmemiş ama halkın konuştuğu NATO üslerinden bahsederek mitingin toplamda Karadeniz’i bilgilendirmeyi ve yaşam alanlarının talanına karşı ortak mücadele hattını kurmayı amaçladığını söylüyor. Mitingi, “DEKAP öncülüğünde yürütülen mücadelenin yeni biçiminin deklarasyonu” olarak tanımlayan Kaya’nın işaret ettiği bir başka şey de, Karadeniz’de kurmak istedikleri ortak zeminin bir süre sonra Türkiye’de doğa-yaşam savunusuna dönüşebileceği ihtimali. Taylan, ortaya konan iradeye de vurgu yapıyor: “Burada toplam duygu, hukukun geçersiz bir hale geldiği yönünde. Elbette hukuki kısmını yadsımıyorlar ama mücadelenin yönü daha baskın bir biçimde fiili mücadeleye dönmüş durumda.” Tam da bu nedenle DEKAP, “halkın aleyhinde yasalar çıkarılıp, hukukun görmezden gelindiği”ni belirterek, doğayı savunmak için kendilerine kalan tek mücadele yolunun omuz omuza verip kendi güçlerine güvenmek olduğunu ilan ediyor. Üstelik bu defa ceplerinde vadi vadi yayılmış, kendi örgütlenmelerini oluşturmuş bir HES mücadelesi deneyimi ve memleketin dört bir yanına yayılmış direniş kardeşliği nöbetleri var. Üstelik bu yeni topyekun direniş çizgisi sadece Karadeniz için değil memleketin diğer bölgeleri ve hatta toplamda tüm Türkiye için umut verici bir model olarak duruyor. Kaya’nın dediği gibi “Yırca, Validebağ ve Antalya’da süren direnişlerle HES karşıtı mücadele yan yana geldiğinde, omuz omuza direniş örgütlendiğinde böyle bir hareket Türkiye’yi de değiştirir belki de.”

Artvin halkı madene geçit vermiyor C

engiz İnşaat’ın Artvin şehir merkezini bir çatı gibi çevreleyen Cerattepe’de yapmak istediği maden arama çalışmasına karşı yıllardır direnen bölge halkı, mücadelesini bırakmıyor. 2012’de Artvin’in sayılı doğal orman alanlarından Genya’nın da eklendiği maden sahasının ruhsatı ihalesini Artvinli Özaltın şirketi aldı, birkaç ay sonra da ruhsatı Cengiz İnşaat’a devretti. Ruhsat alanını kapsayan bölgedeki 2 milyonun üzerinde ağaç, kesilme tehlikesiyle karşı karşıya. Üstelik bölgenin içme suyu kaynakları da bu bölgede. Cengiz İnşaat, projenin altın değil bakır madeni, açık değil kapalı işletme galeri sistemi olduğunu, madeni Artvin’de değil taşıma yoluyla Murgul’a götürüp burada işleyeceklerini, Artvin’e zarar vermeyeceklerini söyledi. Ancak kurumlara sunduğu dosyalar tam tersini anlatıyor. Proje, kent merkezinin hemen üzerindeki Kafkasör’de açık işle-

tim sistemiyle çalışacak siyanürlü altın madeni. Cengiz İnşaat, açılmış dava sonucunu beklemeden ağaç kesmeye, bölgede izinsiz ölçüm yapmaya kalktı, ancak her defasında halk engelledi. Son olarak 12 Kasım’da şirketin maden sahasında ağaç kesimi için örnekleme çalışması yapılacağını öğrenen bölge halkı, sabah saatlerinde alana gitti. Yeşil Artvin Derneği

Başkanı Nur Neşe Karahan, maden şirketinin çalışma yapmak üzere geleceğini haber aldıklarını söyledi ve “Görüyoruz ki; bazı mahallelerin, köylerin yolu açılmazken, maden şirketi yolu açmış. Bu yolu herhalde hizmet amaçlı açmadılar” dedi. Yırca’da yapılanın bir benzerinin Artvin’de de yapılmak istendiğini söyledi: “Eğer bugün burada biz olmasaydık, onlar olacaktı.

Acımadan ağaç katliamı yapacaklardı. Tıpkı Soma’da yaptıkları gibi. Henüz dava devam ediyor. Mahkemeye verilmiş bu alanda çalışma yapmak istiyorlar. Biz buna asla izin vermeyeceğiz.” Köylüler buradaki açıklamanın ardından Cerattepe’ye 3 kilometre uzaklıktaki Kafkasköy Dağ Evleri’ne gitti. Bölge halkı Dağ Evleri’ne geldiğinde maden şirketinin özel güvenlikleri ile görüşmek istedi. Polis tarafından ablukaya alınan Artvinliler ile şirket görevlileri arasında tartışma yaşandı. Tartışma sırasında Karahan, özel güvenlik görevlilerine “Siz de Artvinlisiniz. Gelin bizim yanımızda yer alın. Bu maden Artvin’i yok edecek. İş dert ediyorsanız biz size iş buluruz” diye seslendi. Kafkasköy Dağ Evleri işletme sahibi de maden şirketinin teklifini geri çevirdi ve konaklama ile yemek vermeyeceğini duyurdu. Artvinliler, şirketin olası müdahalesine karşı 12 Kasım’dan beri nöbete devam ediyor.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.