Uç nokta Fanzin Ekim 2013 sayısı

Page 1


İÇİNDEKİLER BİZ, KISACA

BENİM GURURUM UTANCIMIN KIPKIRMIZI RENGİNE BOYANDI. GENET

1 |U ç N . k t a


İletişim ucnoktafanzin@gmail.com Blogger ucnoktafanzin.blogspot.com 2 |U ç N . k t a


Seyirci Yürürken, evleri izlerim bir yandan. Ne var ne yok, hangi kadın ne giymiş, neresi açılmış… Adam çocuğuyla ilgileniyor mu ya da, ne bileyim, o evde yemek pişiyor mu bilmek isterim sanki. Otomobillerin içini, bir dükkânın çalışanlarını, masalardaki çatal-bıçak takımlarını, yemek yiyen aileleri, sahilde bir kayalığa kucak kucağa oturup öpüşen çiftleri izlerim ben. Onları, oraları, olan o şeylerin her birini izlerken hiç badire atlatmadım mı, neler geçti başımdan neler! Seviyorum o hayatları izlemeyi. O kadının kıvrımlarını seyretmeyi seviyorum; adamın kol kaslarını, çocuğun saçlarını ya da seke seke yürümesini, öpüşmesini çiftlerin, seviyorum. Sokağın lâmbasını seviyorum. Islanan bir ışık huzmesini seyrediyorum. Ellerimi cebime sokup yürüyemem, dengem bozulur. Elimi kolumu sallaya sallaya dolaşıyorum. Peşimden gelen bir köpek irkilmeme neden oluyor o an, dengem bozuluyor. Kapaklandığım yerden kalkıyorum. Toza bulanmış gömleğimi temizlemiyorum. Defterime bir şey olmasın yeter. Bir de çantamla geziyorum. Sağa sola, ne varsa, yazıyorum. Arkamdan iki adamın ayak sesleri takip ediyor beni. O ayaklara sahip adamlar takip ediyor beni. O adamlara sahip hırs, aç gözlülük takip ediyor. Ben de diğer tüm insanlar gibi aç gözlülüğün takibindeyim, hissediyorum. Hissediyorum, çünkü şu dünyada bana bir tek hissetmek kalıyor. Adımlar yaklaşıyor bana, sesler yaklaşıyor. O adamların içini izlemek istiyorum ama arkamdalar. İnsan arkasını izleyebilir mi, hızlanıyorum. Korkudan değil –neyim var kaybedecek, çaldıracak- refleks gibi, uzaklaşmak istiyorum. Evin içi değilim ki, güzel bir kadın değilim, kaslı bir vücut, seke seke yürüyen çocuk değilim ki. Hayatım roman değil, öyle olsa yazar mıyım, düşünür müyüm, kıskanır mıyım onları hiç. Adamlardan iyice sokuluyor yanıma. Ekşi ekşi kokuyor, şişmanca. “Terletmişim adamı,” diye düşünüyorum; hüzün çöküyor, anlık bir hüzün. Yerini tedirginlik alıyor. Oduncu gömleğinin etekleri, doğru düzgün sıkıştıramadığı pantolonuna diretmiş de fırlamış dışarı; belli ki yürümek ona göre değil, takip onun işi değil. Tüm hayatı boyunca, belki 3 |U ç N . k t a


de ilk kez birini takip ediyor. Yüzünden izlediğim umarsızlığı daha önce, bir yerlerden öyle iyi hatırlıyorum ki, babam geliyor aklıma. Öldürdüğüm adam geliyor. Ben babamı, her gün öldürüyorum. Öldüğü günden bu yana, belki her rüyam onu öldürerek sonlanıyor. Tam anlamıyla ölmemiş babam, bu beni bir üzüyor, bir üzüyor ki şiir yazamıyorum. Adam yol kenarına doğru itiveriyor beni, beklemediğim bir anda olduğundan gene tökezliyorum. Sokağın lâmbasına tutunarak ayakta kalabiliyorum. Gözlerim adamın kara gözlerine dik dik bakıyor. Kara, ya da karanlığın oynadığı bir oyun olmalı ki kapkara gözler görüyorum. Öyle ya, karanlık ne oyunlar oynuyor bize. Bakışlarının içinde, kendini salmaya hazır, öfkeli mi sitemkâr mı belirsiz bir gözyaşı kendine yol arıyor. İzliyorum kan çanağına dönmüş; yalnızca çok acı çekmiş ve utanmışutandırılmış bir insanın gözlerinden fışkırabilecek o parlamayı, gözlerinden. Yüzüm kızarıyor çünkü ben onun mahremine sürükleniyorum. Dudakları titreye titreye, kendine aitmiş gibi, ondan çalmışım gibi, sanki tüm dünya ondan işte şu hak ettiği tonla parayı, maddiyatı çalmış gibi çemkiriyor bana, “para ver” diye. Tüm o hırsızların, hortumcuların, kaçakçıların, pezevenklerin sözcüsü değilim ki ben. “Param yok, şairim ben,” diyorum. “Sikerim şiirini” diyor, “olsun” diyorum. Elden ne gelir. Yakama yapışıyor, “Oğlum ver cebinde ne varsa deli etme beni!” diyor. Elimi atıyorum cebime, içlerini gösteriyorum, cüzdanımı çıkarıp akbilimi gösteriyorum, “dört lira var içinde karşıda oturuyorsan vereyim,” derken tokadı yiyorum avurdumun kemiğine. Zonklarken yanağım, “dalga mı geçiyorsun lan orospunun evladı?” diye bir ses duyuyorum arkadan. Evlat sözcüğündeki tüm o sıcaklık, bu kadar çabuk, nasıl da uçuveriyor değil mi? Ve böylece ikinci adam devreye sokuyor kendini. “Çıkar şu çantayı,” diyor. Sırtımdan aşağı akışını hissediyorum çantanın, yanağımın zonklamasını da hissediyorum. Şişman, bana bakmıyor ayak ucunu izliyor, ayağının ucunda delindi-delinecek bir nokta. O ayakkabıyı ne zaman almıştır? Hangi parayla –kimin?-. Para dediğimiz kime aittir? Şişmanın bunları düşünmediğine eminim. Ayağının ucunda bir sokak lâmbasının aksi, bir de gözlerinin o utandırılmışlık parıltısı dikkatimi çekiyor. Dikkatle izliyorum hareketlerini. “Küfür mü ettin içinden,” diyor 4 |U ç N . k t a


arkadaki. “Nerden bildin,” diye soruyorum. “Anasını siktiğimin” diye başladığı cümleyi sırtıma indirdiği yumrukla tamamlıyor. Böyle ağrı olamaz. Karıncalanıyor belime kadar tüm gövdem. Eli çok ağır adamın, ağır işlerde çalışmış belli. Şişman hiç bakmıyor yüzüme. Gocunuyorum. Çakmak ister gibi para istedi benden, tecrübesizliğinden utanmış da olabilir, diye düşünüyorum. Çantamı allak bullak edip hiçbir şey elde edemeyince, telefon, saat falan arıyor üzerimde. Bulamıyor. “Biz bu orospu çocuğunu buraya kadar ne sikime takip ettik ulan!” diye çıkışıyor şişmana. Evlat demiyor bu defa, çocuk oluveriyorum birden. Suçlu ise şişman oluyor ve artık ben aradan çekiliyorum. Şişman arkasını dönüp bir cevap vermeye çabalıyor, beceremiyor. Yere yığıldığı gibi ağzından köpükler, gözyaşlarına karışıp asfaltı ıslatıyor. Dilini yuttu-yutacak. “Sikerim böyle işi,” deyip uzaklaşıyor diğeri. Ben şişmana yöneliyorum. Eylemden gelmişim, çantamdan çıkardığım eldiveni takıverip, adamın ağzına soktuğum işaret parmağımda dilini eski haline getiriyorum. Başını hafifçe kaldırıp gözyaşlarını siliyorum. Konuşabilse o an, özür diler miydi bilmiyorum açıkçası. Ben olsam dilemezdim, biliyorum. Adamı orada bırakıyorum. Talan olmuş çantamı toparlayıp yürümeye devam ediyorum. Hıçkırık sesleri beni takip ediyor. Adam ağlıyorsa da görmemiş gibi duymamış gibi yapıyorum. Ne çok isterdim uzaktan uzağa izlemeyi. Yolun sonundan bir başka sokağa sapıyorum. Bir florasan ışığına doğru ilerliyorum. Karşısına dikildiğim evin içinde bir kadın yemek pişiriyor. Mutfağın kapısının dibinde bir çocuk oynuyor. Baba da evde, telefonda konuşarak mutfağın önünden geçtiğini görüyorum. Kadın güzel. Anne güzelliği var kadında. Annemin güzelliği var. Üst kattan bir adam bana bağırıyor. Sıçrıyorum, tüm sessizliği yaran adamın beni korkutmasıyla. Kadın aniden bana dönüyor. Gözleri bakışlarımda; beni izliyor. Üstünü çekiyor, memelerini benden gizliyor öncelikle. Sonra perdeyi çekiyor, saadetini de gizliyor. Ben de gizleniyorum sokaklarda. Yürümeye devam ediyorum. Eve az kaldı.

Ali C. Yoksuz

5 |U ç N . k t a


6 |U รง N . k t a


Hüsn-ü A.’ya Mektuplar 1

Bu mektup tarih taşımıyor, taşıyamaz da, çünkü içeriğinin özünü bende her an var olan bir duygunun bilinci oluşturuyor. Kierkegaard.

Yakındaki yakınlığın yakıcılığından olsa gerek, uzaktaki yakınlıkları yazmaya gidiyor el. Öyle bir yabancılık ki, tüm tanımlar varoluşları itibariyle sarsılıp yıkılıyor ve kum taneleri olarak seriliyorlar öylece yere. Çöl, evet. Her an var olan bir duygunun bilinci, tarihlendirilemez. Bu noktada ‘çöl’ bir duygu mu, bir bilinç mi yoksa bir tanım mı? Çölü tarihlendirebilir miyiz? Sorma hali tanım arama halidir ve bir şeyin tanım olup olmadığına karar vermek için onu önce (yine) tanımlamak gerekir. Sizin de gözünüzün önüne matruşkalar geldi değil mi sayın Hüsn-ü A.? Ne çok tanım tutkumuz var. Ne çok isim koyma, bilinmezliğin ürkütücülüğünden kurtarıp, varlıkları tehlikesiz hale getirmek maksatlı adlandırma merakımız var. Ne çok “çöl”. Doğada serbestçe gezinen herhangi bir şeye tahammülümüz yok. Ve bana kalırsa bunun sebebi yenilme korkusu. Yenilmeden kastım mağlup olma değil, bilmediğimiz bir şeylerin bizi yemek yer gibi yemesi. Burada 7 |U ç N . k t a


olsaydınız bana birçok noktada itiraz eder ve yine haksız çıkarırdınız. Ah Hüsn-ü A., ne güzel adınız var, keşke benim olsanız. Bir defasında sizinle kadınların isimlerinden ve tanımlarından konuşmuştuk. Konuşmuştuk değil mi? Doğada serbestçe dolaşan “kadın” varlığının, tüm tehlikesinden, toplumun onu tanımlar içine hapsederek nasıl korunduğundan. “Eş” deyip, “anne” deyip, onu dizginlemesi ve vahşiliğini bu güdülerle bastırmaya çalışmasından. Konuşmamış mıydık? Keşke konuşsaymışız. Kadının doğal vahşeti, çizilmeye değer bir resimdir ve resim sizin işinizdir. Bu mektubu size Normandiya Kıyıları’ndan yazmıyorum. Çocuklara neden isim koyuyoruz dersiniz sevgili Hüsn-ü A.? Onları karıştırmayıp birbirinden ayırabilmek için mi? Sanmıyorum. Ben bunu onları yememek için yaptığımızı düşünüyorum. Bu düşüncemin nedenini yüzünüze bakarak anlatmak isterdim aslında. Ama yüzünüz… Yüzünüzde gözleriniz var ve ben buna dayanamıyorum. Bunca tanım varken, uydurmuşken ve hala uyduruyor ve varediyorken; peki bu yabancılaşma neyin nesi sevgilim Hüsn-ü A.? Ah sanırım size sevgilim dedim. Tam olarak da öyle demek istedim. Afedersiniz. 8 |U ç N . k t a


Benim de gözümün önüne matruşkalar geliyor. Bir çöl boyu matruşka. Kuma dair bir boğulma hali tanımlayasım var ama matruşkalardan korkuyorum. Onları sayıyla ölçmek mümkün değil. Bu tanımlanamayan boğulma ve sayılamayan ölçüsüzlük sonum olabilir. Beni yiyebilir. Sanırım bu mektubu size Solomon Adaları’ndan da yazmıyorum. Hüsn-ü A. Ötekileşiyorum. İçerde ve dışarıda. Anlamda ve tanımda. İsimde ve cisimde. An içinde fotoğraf taklidi yapmak üzerine düşündünüz mü hiç? An tarafından ele geçirilmiş ve dondurulmuş numarası yapmak yani. Verilen poz, insanın kendisini hatırlamak istediği hâli midir yoksa insanların onu hatırlamasını istediği hâli mi dersiniz? İnsanlar -özellikle denize bakarken-, birileri tarafından fotoğrafları çekiliyormuş taklidi yaparak poz verirler. Kime mi? Kendilerine tabii ki. Kendini hatırlamak istediği gibi kaydederler. O an felakete uğramışçasına üzgün ve kederli olsalar da bunu yaparlar. Çünkü öyle yabancı ki geçmiş, bunu bilmese de

9 |U ç N . k t a


hissederler. Mektubumun bu kısmı başlangıçtaki arayışım olan uzaktaki yakınlık noktasından saparak, yakındaki uzaklık noktasına meyletti. O yüzden devam etmiyorum. Bu hususu başka bir mektupta değerlendirmeyi tercih ederim. Ve bu mektubu size kesinlikle Semerkant’tan yazmıyorum. Artık şiir yazamıyorum sayın ve sevgili Hüsn-ü A. Çünkü şiiri tanımlandıramıyor ve tarihlendiremiyorum. Şiirin tek karşılığı çöl. Parçalanmış ve dağılmış manalardan oluşan kum yığması. Çölden şiir çıkar mı dersiniz? Zaman zaman o çölde arkanız dönük halde, görüş açıma bir hayli uzak bir mesafede sizi görüyorum. Her zamanki dik duruşunuz mesafeleri anlamsız kılıp retinamı delik deşik ediyor. O zaman bir şiir başlıyor sanki. Sonra siluet kayboluyor ve nazım başlangıç kötü bir nesir sona mahkûm oluyor. Bu mektubu size, bu mektubu nereden yazdığımı bana söylemeniz için yazıyorum. Hüsn-ü A. Matruşkalarla dolu bir çöl geliyor aklıma. Apansız bir sıtma gibi. Sanırım aşkınızla başa çıkmaya yetemiyorum… Nur An

10 |U ç N . k t a


Kanama Usulca yüzüne uzandım, gözlerine. -Alt mı üst mü? dedim. Bekledi birkaç saniye… -Alt. dedi. Üstteydi, kirpik. Öptüm, uzun uzun. Öptü… Burada hiçbir şey yok şimdi; içime baksan yani, girebilsen, görebilsen. Hiçbir şey yok. Boşluk bile kendi hiçliğini terk edip gitti. Bir zamanlar sarıydı her yer; bütün duvarlar gecenin karasından, hastalığın sarısına dönmüştü. Sonra astı kendini. Tek yapabileceği şey buydu, bileklerini kesemezdi, niye diye sormayın yapamazdı, bir kutu hap alıp intihar etmeyi fazla naif bulurdu. Ve yüksek bir yerden aşağı da bırakamazdı kendini. Ne mecali vardı onca yükseğe çıkmaya ne de heyecan kalmıştı içinde. Ölmek bile heyecansız olmalıydı, bir anda değil can çekişerek. Öyle de oldu. Sonra çok uzun bir süre, kendini astıktan sonra sallanıp durdu, dağılıp durdu. Öldü ama gidemedi, terk edemedi. Parçalarına ayrıldı, toz oldu, çölün tozu oldu. Döndü durdu içimde derviş gibi. Boşa döndü durdu. Döndü durdu boşluğa dönüşene dek. Ancak öyle olunca çekip gidebildi içimden. Şimdi işte, böyle, karşında. Görebilsen, imkânsız ama hissetsen. Böyleydi eskiden. O gitti benden… Kabuktan ibaretim şimdi yalnız. Kalbimin kapakçıkları yok, kalbim kendine küs. Kızamık olmuş çocuk gibi ateşli ve donuk. Mızıkçılık yapar gibi kendi oyununu kendi bozuyor. Aşkı bulup kendinden saklıyor. Benim içimde boşluk bile bargınmıyor, boşluk bile! Sen bana hâlâ hangi acıdan bahsediyorsun? Koyu karanlıklar iniyor gözlerime bir kirpik parçasının peşi sıra, sen hangi unutulmuş türküyü dinliyorsun? Gidiyor çocuklar, kendileriyle savaşarak, ağlamaya bile utanıyorlar. Sen kime 11 |U ç N . k t a


masal anlatıyorsun? Bak diyorum dünya dönüyor, şuranda sol yanında bir acı hissettiğin sürece de dönecek. Sonrasını boş ver. Sonrası kıyametten de beter!.. Kendi yuvanda barınamıyorsun diyor kulağıma. O ses benimle hep konuşuyor. Kediler bakışlarıyla bir şeyler anlatmaya çalışıyor, köpekler dönüp duruyor, martılar yeryüzüne iniyor, su kuşları uyuyamıyor. Sallanarak yürüyorum, düşer gibi ama düşmeden, sarhoşluktan belki, kim bilir belki hüzünden. Yeterince geç mi vakit? Yeterince vakit geçirdik mi? Sana bir şey itiraf etmeliyim. Dilimde büyüyen bu yarayı sesimle ihya etmeliyim. Çünkü kanıyor. Üzerini kapadıkça toprakla, altından sızıyor, yara bandı kâr etmiyor. Bir girdap gibi dönüyor, görüyorsun, okuyorsun. Bir anafora dönüşüyor sonra içindeki kanla. Ruhun tanık ama gözleri görmüyor, bu haliyle nasıl tanıyor? Çok soru soruyorsun diyor bana, ben yalnızca akıtıyorum içimdeki irini, çünkü kanıyor, bazen kendine bile kanıyor. Çünkü kalbim kızamık, belki çocuk değil ama öyle işte. Mızıkçılık yapmayı çok seviyor. Çalgıları dinliyor, çünkü suskunsun. En iyi yaptığı şeyi yapıyor, bekliyor. Bazen yazıyor, keşke yazmayı beklemekten daha iyi yapabilseydim, keşke bu kadar beklemek zorunda kalmasaydım diyor ama âh etmiyor. Çünkü alışkın, alışkanlığın en büyük hastalık olduğundan habersiz. Ben onun çocuğuyum, o hiçbir bok bilmiyor. Yaralarını ben kapatıyorum, aklını ben saklıyorum. Bazen inadında çalıp kaybediyor, bir köşede buluyorum. Çocuklar böyledir, düşünmek zorundadırlar her şeyi, korumak zorundadırlar. Ona kalsa o anı koleksiyonculuğundan başka bir şey bilmiyor. Ben gidiyorum, şimdi o geliyor… Bir kirpik var yüzünde, gözünün tam altında düştü düşecek. Uzanıyorum, yetişemiyorum. Usulca yere düşüyor. Dudaklarını görüyorum kenetlenmiş. Açılmıyor… Burak Albayrak 12 |U ç N . k t a


Sızı ‘Sahip olmak’ bir fiilden çok bir sonucu, yer yerse bir zaman dilimini temsil ediyor. Süregelim sonucu oluşan durum, sahip olduğun şeyleri koruma içgüdüsünü ortaya çıkarıyor. Korumaya değer şeyler korunuyor ve diğerleri tarihin içinde ‘hatıra’ olmaya terkediliyor. Yıkanan çamaşırların kurusunlar diye iplere asıldığı sokakların birinden geçiyordum. Böyle yerlerin hâlâ var olduğunu gördükçe, daha bir rahatlıyordu içim; samimiyeti hâlâ yok olmamış geçmişimin. Ve aynı ‘geçmişimin’ bir yerlerde birileri tarafından sürdürüldüğünü gösteriyordu buralar. Akşam ezanıyla eve girmenin zorunlu olduğu yıllarıma götürüyordu beni. Sonuçta gazozuna yaptığımız mahalle maçları da çok eskide kalmış sayılmazdı. Bir ellerin bir ellerim yeter belleyelim yetsin Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat Durma kendini hatırlat Durma göğe bakalım dizeleri hayat buluyor zihnimde şimdi. Bencildim bu konuda. Sadece kendime ayırırdım ve sadece bana hatırlatmasını isterdim kendini. Ama hayat bu kadar toz pembe değildi ve ben üçüncü sigaramı yakmıştım çoktan. Geçmişe mi dönüyordum yoksa gelecekten mi kaçıyordum, birhayli belirsizdi kafamda. Artık sadece kurtulmak istiyordum. Başlarda sorunlarımı çözmeme yardımcı olduğu için benimsemiş olsam da, artık, bana özel bir lanetmiş gibi geliyor. Somutu soyuta indirgeyen bir lanet gibi adeta. Kurtulmanın imkânsız olduğu, bu şekilde yaşamaya mecbur eden bir lanet.. Mücadele etmenin anlamsızlaştığı durumlardan biriydi aslında. Ne kadar çabalasam da sıyrılamıyordum. Göğüs kafesimde dışarıya çıkmaya çalışan bir şey varmış hissi ölümü arzulatır seviyeye kadar çekmişti beni. Korkusuzca yaklaştığım her şeye rağmen buna yaklaşımım hayli ürkek 13 |U ç N . k t a


oluyordu. Canımın tatlı olmasından değil; daha fazla yanmasını göze alamadığımdandı belki de. Durumu özetleyemiyordum kendime. Uzun uzun yaşıyordum sancılarını. Bir çare olmalıydı. Bir hamle yapmalıydım. Çok geç değildi bir şeyler için. Rakı sofralarında tokuşturduğum kadehten, küçükken bakması için bırakıldığım Sevinç teyzeye kadar, yaşadığım her kare gözümün önünden geçti bir anda. Son nefesimle son hamlemi belki kurtulurum diye yapmış bulundum: -Sen de hoşça kal.. Ufkum Ç.

14 |U ç N . k t a


15 |U รง N . k t a


16 |U รง N . k t a


Yaradılış BAB 2 zamanın rahmini zehirli şiirlerimizle çürütebilseydik bu kadar acıya mahruz kalmayacaktık hiçbirimiz sessizlik böylesine yapışmayacaktı derimize ölüm bu denli yakışmayacaktı bize lanetlendik tüm kapılar kapandı üzerimize gece uzadıkça uzadı gözlerimiz kanla ıslandı dokunulması yasak olana dokunduk dokunmasaydık bilemezdik dokunduk bir boşluk geldi oturdu içimize nefesimize

17 |U ç N . k t a


... gözlerinde bir şey var kahve fallarındaki yollar gibi gözlerinde bir şey var ölüm gibi yaşam gibi gözlerinde unuttukların unutamadıkların uykusuzluklların yorgunlukların gözlerinde gözlerimiz var gözlerinin üzerinde kirpiklerin kirpiklerin nöbet tutuyor gecenin içinde yavaşça ölen bir kirpi gibi sessizce

Bay Pisuvar 18 |U ç N . k t a


● çok boyutlu evrenlerin içinde, kendi halinde bir cep evren eski zamanlara dair değil, iyimserlik de içermez keskin kokulu, yüksek kontrastlı hislere gebe hep monokronik dünya tekil şahısların diktatoryası en çok da ben’lerin oraya düşmek için bir tavşanı kovaladığını sanırsın düşünce fark edersin kovaladığının kendin olduğunu

Erdem Akdoğan

19 |U ç N . k t a


20 |U รง N . k t a


Son Damla da Düşer

göz kapaklarından ölüm akıyor ilmik ilmik urgana bulanıyor kansız acı kokuyor dilini boğazından tavana asıyor.

kör topala çelme attı bir çınar köklerini tarıyor İstanbul'un boğazında intihar manifestosu Müridler kuyularını kazıyor "HÜKÜMSÜZDÜR"

21 |U ç N . k t a


diren çakıl taşı dur yerinde dikil çakıl taşı letheye karşı "SODOMUN ÇOCUKLARI"

Gabriel

22 |U ç N . k t a


23 |U รง N . k t a


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.