Uç Nokta Fanzin Aralık 2013 sayısı

Page 1


İÇİNDEKİLER BİZ, KISACA

ÖLÜYÜM ÇÜNKÜ ARTIK ARZULAMIYORUM, HİÇBİR ARZUM KALMADI ÇÜNKÜ BEN LÂNETLENDİM, LÂNETLENDİM ÇÜNKÜ KURTULMAK İÇİN UĞRAŞMADIM, UĞRAŞMADIM ÇÜNKÜ HİÇBİR ŞEYİMİZİN OLMADIĞINI KANIKSADIK , HİÇBİR ŞEYİMİZİN OLMADIĞINI GÖRDÜKÇE , KENDİ BENLİKLERİMİZİ TÜKETMEYE BAŞLADIK . KENDİ BENLİKLERİMİZİ SUNMAK YA DA TÜKETMEK, KANIKSADIK Kİ HİÇBİR ŞEYİMİZ YOK , BUNUN FARKINA VARINCA OLMAYI ARZULADIK, OLMAYI ARZULAMAK , YA DA YAŞAMAK.

DAUMAL

1 |U Ç N . K T A


İletişim ucnoktafanzin@gmail.com Blogger ucnoktafanzin.blogspot.com

2 |U Ç N . K T A


Benlik “Tüm bu yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şeyler olmalı.” X yatağından doğrulurken, pencereden odasına doluşan sesler arasında bu sözü işitmiş ve kulak kesilmişti sokağa. Sesin ardı kesildi. Pencereye doğru baktığında top oynayan birkaç çocuk ve pencereden betona sarkar gibi, o bomboş ve buna karşın hep sesli olan sokağı boş gözlerle seyreden kadınları gördü. Ne de anlamsızdı hepsi. Bu kadınların ne işi vardı o camların önünde! İçeri girip güzel bir şarkı açıp dinleyemezler miydi; ya da güzel bir şiir okuyamazlar mıydı? Ne de anlamsızdı şu tüm pencere önü kadınları. Çocuğunu eve çağırıyordu şu “pencere önü kadınları”ndan biri. Çocuk biraz direndiyse de kabul etti. Bir apartmanın orta katlarından birindeki pencerenin önüne, sergilercesine oturttuğu kocaman -ve bir yönüyle doğurgan ve besili- memelerinin altında, kenetlemiş ellerini; çocuğuna bağırarak eve gelmesini emrediyordu. Çocuk uzun süre eve gitmemekte, aslında aç olmadığına annesini inandırmakta direttiyse de, anne çok netti ve çocuğun boynu ağrımıştı yukarı bakmaktan. Çocuk boynunu ovuşturarak apartmanın dış kapısına doğru yöneldi. Anne de otomata basmak üzere –olsa gerek- içeri girerken gözgöze geldiler. Kadının sokağı izlerken takındığı boş tavrı önceden bilmese, o kadının her şeye bu merakla baktığını sanabilirdi. X bu bakışın anlamını çözmek ister gibi kendi üstbaşına göz gezdirirken geceliğinin düğmelerinin koptuğunu fark etti. Geceliğinin önünü hızla kapatırken başını kaldırdığında, kadının çoktan içeri girdiğini gördü. İçi rahatlamıştı X’in. Pencereyi kapatıp perdeyi çektikten sonra geceliğini çıkarıp, düğmelerin neden koptuğunu anlamak ister gibi incelemeye koyulduysa da, pek bir şey anlamayıp bir köşeye bıraktı. Yatağın yanıbaşındaki çekmeceden beyaz bir sütyen çıkarıp, aynanın karşısında giyerken kopçalardan ikisinin kırık olduğunu fark etti. Çaprazlama takıp üzerine bir gömlek geçiriverdi. Bu “çaprazlama” tekniği ona kendini daha bir çekici hissettiriyordu. Aynada kendini izlemeye koyuldu. Kilo vermişti; birkaç aydır güneş görmeyen teninin, o koyu ve alımlı rengini yitireli çok olmadığını görebiliyordu. Eski “bembeyaz” kadına dönüşmesini izliyordu aynada. Omuzuna düşen saçlarını başının tepesine toplayıp boynunu izlemeye koyuldu. Boynundaki benleri saymak istiyordu. 3 |U Ç N . K T A


Ne de çok irili ufaklı beni vardı!... Bunlar nasıl yok edilirdi. Aslında, güzel görünüyorlardı; yok edilmeyip, aksine daha belirgin olsaydı bazıları keşke. Keşke. Hatta keşke bunlardan biri, dudağının üzerinde ya da yanağında olsaydı. Ama yalnızca boyun çevresinde ve birkaç tanelerdi. Ne de az beni vardı! Bazı kadınlar gerçekten çok şanslılardı. Topladığı saçları tekrar açıp, gözlerini izlemeye başladı. Bir süredir dikkatlice bakışıyordu kendiyle. Kirpikleri kısacık fakat çoktular. Önceki geceden kalma siyahlıkları iyi silememişti; irili ufaklı lekeler vardı göz altlarında. Aynanın önündeki kutulardan birinden bir mendil çıkarıp, dikkatle silmeye başladı göz altlarını. Alışkın değildi; arkadaşlarından biri olsa şipşak hallediverirdi bu “sorunu”. Hatta, dün geceden siliverir ve leke bile bırakmazdı. X şu beceremediği makyaj işinin, şu makyajı silme kısmını da beceremeyişine hayıflanıyordu içten içe. Sonra göz akındaki kırmızı bir leke dikkatini çekiverdi. Mendili bırakıp aynaya eğilerek göz akındaki bu lekeyi dikkatle izlemeye başladı. Sağına soluna, iyice bakındı. Anlam veremedi. Gözleri kanlanmıştı; çok uyumaktan olsa gerekti. Bu kırmızıya boyanmış göz akını izlerken, gözbebeklerine kaydı bakışları. Ne de karanlıktılar! Ne kadar da siyahtı. Dünyayı bu karanlık renkli yuvarlağın içinden izliyor oluşu ne şaşırtıcı şeydi. Düşünceleri yavaşca duyulmaz oluyordu. Kendi bakışlarına o denli odaklanmıştı ki, beklenmedik anda kendinden, bakışlarından ürkedek başını geri attı ve yalnızca ani bir korku yaşayan bir kadının çıkaracağı o ince ve keskin iç çekme sesini çıkarıverdi fütursuzca. Gözbebeklerini ve bakışlarını izlemekten vazgeçmişti. Bunun yerine dolaplardan birinden çıkardığı bir pantolonu geçiriverdi altına. Bacakları üşümüştü. Zaten gecelikle yatma fikri oldukça saçmaydı. Elbette düğmeler kopabilirdi. Saatlerce uyuyan bir insan o sırada ne hareketler yaptığını nasıl tartabilirdi! Öyle ya; hata geceliği giyenin değil, bu geceliğe düğme dikenlerindi. Hem madem düğme dikilmişti; bari dayanıklı düğmeler dikilseydi. Bunları düşünürken başını çevirdiğinde, perde aralığından, o kadının merak dolu bakışlarını gördü yine. Neredeyse irkilmişti. Pencereye yaklaşıp perdeyi bu kez eskisinden daha sıkı çekmişti ve geceden yanık kalmış ışığı da söndürmüştü.

Ali C Yoksuz 4 |U Ç N . K T A


● Kedi bakışlı sokakta geçen Senli benli konuşmalar Günlerden incir yaprağı kokuyordu Hatırlarsan Yine böyle zamandı Ben doğmuştum Senin adın yoktu

Simge

5 |U Ç N . K T A


6 |U Ç N . K T A


İkinci Sayfa

Sana böyle ulaşılacağını nederen nereden bilirdim Gogo. Ne olur küstüysen affet beni. Hoş, artık darılıp küsmeyle gösteremeyeceğimiz hislerin ve hissizliğim elindeyiz. Gogo. Sana bu mektubu dönüp dolaşıp geldiğim aynı yerden ve artık mektubun iletişim aracı olmadığı bir zamandan yazıyorum (ama hiçbir şey öylesine değişmedi ki, dünya inadına değişken, aklım çömezce statik). Yola çıkmadan önce (tam olarak ne zaman hatırlamıyorum) bana gelip, eşyalarımı toplamama yardım etmiştin. Yazar ve yayınevi sırasına göre kolilere yerleştirmiştik kitapları. Senin “bunları burada bırak; yeni gelen kullansın” dediğin; kurdela, balık yemi, yüksük, jilet, üç adet boş çakmak, deniz gözlüğü, tükenmez kalem kapağı, yarım küp merhem, bir avuç çivi ve eser miktarda pamuğu bakkaldan aldığımız gofret kutusuna doldurup ambalajlamıştık. Eşyaları ve kitapları satmakla uğraşmak istememiştim, ısrarlı gözlerini görmeye dayanamam. Bu kadar eşyaya bir şişe şarap verir miydi acaba tekelci abi? Verdiği şişe evde içmek karşılığında mı alınabilirdi? Şişe bittikten sonra mantarı ne yapılırdı? Mantarı alıp kutuya 7 |U Ç N . K T A


koydun ve benim, bizim evden nasıl çıktığını anlayamadığım güzellikte bir kağıtla ambalajladın. Bak Gogo, sekans sekans aklımda hepsi. Ama konuşmamıştık? En azından bir kere daha tartışsaydık.

neden

hiç

Sonra beklemiştik kapının önünde. Gözlerim ağzından çıkacak ilk harfle dudaklarının alacağı biçimi kaçırmamak için odaklanmıştı. Ben en çok ‘S’yi yakıştırırdım dudaklarına. Ama sen “Kalıyorum” dedin. Ben giderken sen kalıyordun. Son kararlarımız bizi ayırdı. Onca zaman sonra gitmek beni aynı yere getirdi Gogo. Dönüp aynı yere gelmişsen döndünü tamamlamış olur musun Gogo? Hatıralarımı yok etmeye çıktığım o yoldan aklımda hatırı sayılır hiç iz bırakmadan çıktığım yere dönmem geçmişimi bana yakınlaştırır mı ey Gogo? Yola çıktığım an başladım unutmaya harıtımı, bilinçdışımı yolda silmeye. Edimleye yer vermeden sürekli bastım pedala, yolda gördüklerim, selam verenler, küfür savuranlar, tacizciler, orospular, reklâm tabloları, simitçiler, kamyon şoförleri, kaldırım taşları, asfalt, cumhuriyet ilköğretim okulları, kardeşler birahaneleri, öz turizmler, şifa eczaneleri, yılmaz soyisimliler, karabaş köpekler, sarıkız inekler, yağmur. Yolda bundan başka ne vardı? Haritalarda şehirleri ayıran çizgiler bile yoktu görünürde. Ben yola çıkmadan önce (ne zaman hatırlamıyorum) bana bir şey sormuştun. Ben evdeki bütün ayakkabuları boyayıp, nane limon kaynatmıştım. Saçlarımı örüp yatağa girmiştin. Tam uykuya dalmadan önce “Denizler tuzlu değil de şekerli olsaydı yemekten sonra tuzla yer miydik?” Çok uzun düşündüm diye hatırlıyorum. Uyurken kulağına fısıldamıştım cevabı. Yavaşça yüzün düşmüştü, nefesin azalmıştı. Tam tersini söylememi istemiştin sanırım. Ama ne yapabilirim Gogo? Ben gitmek için uğraşıyordum. Kalmayı hep bir yerde ve biriyle düşündüğümden kavrama, daha doğrusu işarete tam yaklaşamıyordum. Gitmekse kendi başına ilk an eylemiydi ve her şeyden ziyade önce kendisiydi. Yanılmışım… Gittikçe bana anlamsız gelen, kurtulmaya 8 |U Ç N . K T A


çalıştığım her şeyin veba gibi yolları esir aldığını gördüm. Gözlerimi kapamam yetmedi. Yorulduğum an su vermek istediler, açılan araba camlarından üzerime nesneler vırlatıldı, arkamdan koşan her çocuk “hello” dedi. Farkında olmadan geldim buraya. İki yılda bir banyoya girip saçlarını kazımandan anlamalıydım kalacağını. O gazete haberini görmeme gerek yokmuş aslında Gogo, kalmanın anlamını çözmek için. O ne çirkin haberdi öyle: “Saçında boğuldu.” İnsan bir intihar haberinin başlığını böyle mi atar? Gerçi benim de ondan aşağı kalır yanım yok. Kalmanın anlamının, işaretinin durmaktan, durdurmaktan, ölmekten geçtiğini ben de çok sonra anlayabildim. Kalmak mı, gitmek mi tartışmalarımızda çok hevesli, yeni ayrılmış erken gibi soluksuz savunularıma bakan olacak gönüllü gözlerinin esrarını yeni görüyorum Gogo. Ve ben de kalıyorum. Mektubumu çıkarken kapısını üç kere kilitleyip, bir de üstüne kolunu çevirdiğim için suratıma bakıp munzır munzır güldüğün evimize bırakıyorum… Gogo, Gogom. Kalıyorum.

Kâmuran Sertdüş

9 |U Ç N . K T A


10 |U Ç N . K T A


Önce var sonra yok-sa(y)

Kirpiklerimden soluyor Bir adam esmeri Küp küp şekerler Eriyor ılıklığımızda Ne çok Tanrım (!) Ne çok Oluveriyoruz (böyle) Girip gelirken (hani) Gecelerin kısalığında Sigara söndürüyoruz (ama) 11 |U Ç N . K T A


Acı yok -beyazlar- hep yalan Buruşsun izi çıksın Esmerliğinin tenimde Vakit az (sonra) Bilirsin işte Taş var, Köpek yok (çünkü)

O Tanrının (da) Gelmişine Geçmişine

Müzeyyen Karlıpınar

12 |U Ç N . K T A


27 Saniye “Kırmızı ışığın, yeşile dönmesine 27 saniye kaldı. Hava parçalanmış bulutlarla dolu. İtiraf ediyorum hepsini ben parçaladım.” Kırmızı “27” ibaresi ile aynı anda gözüme, garip bir adamın gözündeki korsan bandı ilişti. Hemen ardından diğer gözünü gördüm. Üzerimde. Kalan tüm saniyeler boyunca demokrasi anlamını yitirmiş, bir bakış otokrasisi iki beden, üç göz ve bir göz bandından oluşan evrenimize hâkim hâle gelmişti. Ben teslimiyet sularında salınırken 27 saniye sonlanmış ve yeşil ışık olanca yönetsel otoritesiyle “geçebilirsiniz” komutunu vermişti. Hareketlendi güruh. Korsan bantlı adamla, birbirine doğru ilerleyen iki korsan gemisi gibiydik. Füme takım elbisesi, beyaz gömleği, taba rengi ince bir kravatı, siyah dizlerine kadar uzanan kaşe bir paltosu ve elinde de siyah deri bir evrak çantası vardı. 40 yaşlarında gösteriyordu. Dar pantolon paçalarının altında çok zarif görünen taba rengi İtalyan ayakkabıları zenginliğinin nişânesi gibi duruyordu. Tam çarpışacakken, sola doğru hafif bir hamle yapıp sağ koluyla sol kolumu ufak bir temasla sıyırdı ve geçti. Olduğum yere yaklaşık bir 7 saniye kadar çivilendim. 7 saniye, adamı takip etmeye karar vermeme, bu takibin mesafesi hakkında düşünmeme ve takip için somut bir gerekçeye ihtiyacım olmadığına kendimi ikna etmeme yetmişti. Ancak yeşil ışık için yeterli bir ömür değildi. Araba kornalarının âni hücumuyla kendimi korsan bantlı adamın peşine düşmüş hâlde buldum. Tam 18 adım gerisinden yürüyordum. Adımlarım konusunda daima çok ciddi olmuşumdur. Uzun ağaçlarlar çevrelenmiş, yaklaşık 100 metrelik bir ara sokağın dar ve düz olunda, düşük bir tempoda ilerliyorduk. Adım sesleri kalp ritmime eşti. Onu kan akış hızımla takip edebiliyor olmak, kontrolün bende olduğu hissini uyandırıyor ve rahatlamamı sağlıyordu. Bir süre aynı tempoda ve seyirde ilerledikten sonra, yolun sağ 13 |U Ç N . K T A


tarafına yöneldi. Sürgülü bir kapıdan, büyük taştan bir evin avlusuna girdi. Avluya bakmak istedim ancak duvarlar çok yüksekti. Yolun sol tarafında kalıp görüş açımı genişleterek, bir ağacın, korsan bantlı adamın beni göremeyeceği ama benim onu gözleyebileceğim bir tarafına yaslandım ve beklemeye başladım. İçeriye girdikten tam 5 dakika 45 saniye sonra, yanında kendinden kısa ve yaşlı bir adamla sürgülü kapıda belirdi. Adam dostâne bir edayla onu uğurluyordu ki, korsan bantlı adam, elindeki evrak çantasını açıp içinden şırıngayı aldı. Korsan bantlı adam, yaşlı adamın tepkisine fırsat vermeden arkasını dönmüş, o eve girmeden önceki ritmiyle ritmiyle, o eve girmeden önceki güzergâhına geri dönmüştü. Ben takip mesafesinin oluşması için biraz daha bekliyordum ki, gözüm, düşme sesinin geldiği yaşlı adama doğru döndü. Korsan bantlı adamın verdiği şırıngayı kalbine saplamış ve olduğu yere yığılıp kalmıştı. Şaşırmamıştım ve içten içe gülümsemiştim. Sandığımdan daha eğlenceli bir hâl almaya başlamıştı iş. Korsan bantlı adam önce, ben 18 adım arkada yürümeye devam ediyorduk. Yol bitmek üzereydi ve yolun bitiminde bir tane sağ tarafa, bir tane de sol tarafa yönelen iki ayrı yol görünüyordu. Oraya gireceğini anlayınca, yolun karşı tarafına geçip, daha iyi görebileceğim bir konuma yerleştim. Korsan bantlı adam içerdeki kıvırcık saçlı, bordo kazaklı kızla konuşuyordu. Kızın yüzünü, adamınsa geniş omuzlarını görebiliyordum bu açıdan. Gülüyordu kız, belli ki önceden bir tanışıklıkları vardı. Kızın önündeki garson olduğunu anlaşılıyordu ancak ifadesinde daha çok bir işletmeci hâli hâkimdi. Kız korsan bantlı adama her yanı camdan olan dükkânın içindeki iki masanın, dükkânın giriş kapısının sol tarafında kalanını işaret etti. Korsan bantlı adam oturmak için paltosunu çıkarırken kız tezgâhın arka tarafına doğru yönelmişti. Adam evrak çantasını, arkadaşıymış gibi tam karşısındaki sandalyeye özenle yerleştirmişti. Kısa süre sonra kız, içinde Brezilya kahvesi olduğunu tahmin ettiğim bir bardakla geri geldi. Adımlarım konusundan sonra hakkında daima ciddi 14 |U Ç N . K T A


olduğum bir diğer konu kahvelerdir. Kız kahveyi masaya bıraktıktan sonra tezgâha sırtını yasladı ve korsan bantlı adamla kahve bitene kadar söyleştiler. Adam paltosunu giydi, çantasını aldı ve kapıya yöneldi. Tam eşikte çantasını açıp içinden beyaz bir kasımpatı çıkardı ve kıza uzattı. İkisinin de yüzüde, ağzının sol tarafını kancayla yukarı doğru çekiştiriyorlarmış gibi eğreti bir gülümseme vardı. Bu gülüşten çok, garip ve sıradışı bir felce benziyordu. Adam yine karşı tarafın tepkisini beklemeden arkasını dönüp yoluna koyulmuştu. Sol taraftaki yoldan devam ediyorduk. Daha geniş ve daha az ağacın Tam sola ayrım noktasında, küçük pastaneye benzer camdan bir dükkân vardı ve adam oraya yönelmişti. olduğu, önceki gibi tenha bir ara sokaktı burası da. Korsan bantlı adam yine aynı tempoda sürdürüyordu yürüyüşünü ve ben yine tam 18 adım arkasındaydım. Yolun varış noktasından ve olacaklardan daha çok merak ettiğim husus, o çantanın içinde daha nelerin var olduğu sorusuydu. Sabırla ve merakla sürdürdüm takibimi. Korsan bantlı adam yol üzerinde rastladığımız, bacağı yaralı bir köpeğe, çantasından çıkardığı pansuman malzemeleriyle yardım etti ve sargı beziyle bacağını sardı. Bir süre köpeğin başını ve boynunu okşadı. Köpek hâlinden çok memnun görünüyordu, acısı az da olsa hafiflemiş olmalıydı. Korsan bantlı adamın yüzünde bu kez, felce benzer gülüşü değil, gerçek ve şefkatli bir gülümseme belirmişti. Doğrulup ritminden ödün vermediği yürüyüşüne geri döndü ve sağ taraftaki iki binanın arasından giden yola saptı. Yol oldukça dardı. Mekânın daralması ve özelleşmesiyle takip riskli bir hâl almaya başlamıştı. Ama bu durum beni korkutmamış, heyecanlandırmış ve merakımı daha da körüklemişti. Dar yolun sonunda bir binalar topluluğu vardı ama etraf yine çok tenhaydı. Hiç insan görünmüyordu. Binalardaki tüm camlar ve perdeler kapalıydı. Korsan bantlı adam, birkaç binanın arasından geçerek, şampanya rengi 7 katlı bir binanın girişine doğru yöneldi. Binanın kapısına gelip 15 |U Ç N . K T A


durdu ve çantasını açtı. Çantadan çıkardığı beyaz bir zarfı, kapının parmaklıklarının arasına sıkıştırdı. Ben o sırada, beni göremeyeceği bir konumda, bir kolonun arkasında onu gözetliyordum. Sonra tekrar geldiği dar yola yöneldi. İkilemde kalmıştım. Girip zarfı açmak istiyordum ama bu bu esnada adamı gözden kaybetmek istemiyordum. Hızla kapıya yöneldim, zarfı aldım ve dar yola doğru yürüme başladım. Dar yol bitip, geniş ara sokağa çıkınca, etrafa bakındım dikkatlice. Korsan bantlı adam görünmüyordu. Sağ tarafta, az ilerde köpek hâlâ yerde yatar hâldeydi ancak gözleri benim üzerimdeydi. O an ilk kez korktuğumu hissettim. Bakınmaya devam ettim ama adamı gözden kaybetmiştim bir kez. Yolda ilerlemeyi sürdürürken, elimdeki zarfı incelemeye başladım. Zarfın arkasında bir adres yazıyordu. Adresi okudum ve daha önce trafik ışıklarındaki kilitlenişim gibi bir kilitlenme daha yaşadım. Bu, bu benim evimin adresiydi… Kendime gelmeye çabalarken, mektubu açma girişiminde bulundum. Zarfın içinden bir fotoğraf çıkmıştı. Korsan bantlı adamın kolunun, benim omzumda olduğu bundan 10 yıl öncesine ait bir fotoğraf. Korsan bantlı adamın, korsan bantının olmadığı bir fotoğraf. Ve fotoğrafın altında şu yazı: “Bu mektup tarih taşımıyor, taşıyamaz da, çünkü içeriğinin bende her an var olan bir duygunun bilincini oluşturuyor. –Kierkegaard.” Gözlerimden istemsizce yaş gelmeye başlamıştı. Kafamı mektuptan kaldırdım ve karşımda büyük taştan evin sürgülü kapısında kendimi kalbinden şırıngalayan yaşlı adamı gördüm. Bir adım arkasında, bordo kazaklı kıvırcık saçlı kız duruyordu. Yaşlı adamın elinde şırınga, kızın elinde kasımpatı vardı ve ikisi de gülümsüyordu. Arkamdan bir adım sesi geldi ve ses doğru döndüm. Korsan bantlı adam korsan bandını ve paltosunu çıkarmış, çantasını yere bırakmış, tek eli arkasında, tek eli de bana bir şey uzatır hâlde duruyordu. Yüzünde köpeğe bakarkenki şefkatli ifade vardı. Eline baktım. Bana bir matruşka uzatmıştı. Elim titreyerek 16 |U Ç N . K T A


matruşkaya uzandım ve aldım. Adam köpeğe gülümsediği gibi gülümsedi bana ve arkasına sakladığı elini kafasına götürüp, o elindeki silahla o anda, kendini vurdu. Beni vurmuş gibiydim. Yere yığılıışı, bir şehrin olduğu gibi çöküşünü canlandırmıştı gözümde. Sarsıntıyla yanında duran çanta devrilmiş ve içi açılmıştı. Adamın kafasından akan kan yeşildi ve yeşil yuvarlak bir göl oluşturmuştu. Önce gölü sonra da çantasının içini gördüm. Trafik ışığının tabelası vardı çantada, yeşil yanıyordu… Kırmızı ışığın, yeşile dönmesine kalan 27 saniye bitti, yeşil ışık yandı. Takım elbiseli, 40 yaşlarında şık bir adam yanımdan koluma çarpıp geçti. Hüsn-ü A.’ya benzerliği sarsıcı boyuttaydı. Hava parçalanmı bulutlarla dolu. İtiraf ediyorum hepsini ben parçaladım. Parçalamak da ciddi olduğum konulardan biridir. 27 saniyede insan neler düşünebilir inanamazsınız. Ben yemek tarifleri düşünürüm genellikle. Ama bu kez öyle olmadı. Bir mektup yazmayı düşündüm. Hatta birkaç mektupluk bir serinin ilkini. Adını bile koydum: “Hüsn-ü A.’ya Mektuplar 1”.

Nur An

17 |U Ç N . K T A


18 |U Ç N . K T A


güzel olasılıkların peşinde

bir delinin umudunu kestiğidir bizim kopan güllerimiz tam böyle sarılacakken kime kimmiş diye bana okuma yazma öğrettiler ne sarıldık ne okuduk sonra en sevdiğimiz olacaktı ardını bırakmasaydık kimin kimmiş diye

19 |U Ç N . K T A


aklını yitirmiş kasten bundandır cana ışıması çünkü öğretilmedi, eğitilmedi kaygılı her sahte gerekten bize anlatmaya gelecekti ardını bırakmasaydık kimin kimmişiz diye bir bebeğin ailesini doğurduğudur bizim güzel günlerimiz.

Buğra Kavukçuoğlu1

Buğra Kavukçuoğlu’nun Acele adlı şiir kitabını edinmek isteyenler bize e-posta adresimizden ulaşabilir ya da FANZİNLİK’ten satın alabilirler. (FANZİNLİK adres: Rasimpaşa Mah. Karakolhane Cad. Nahcivan Pasajı No 18/8 Kadıköy) 1

20 |U Ç N . K T A


21 |U Ç N . K T A


22 |U Ç N . K T A


O Değil

Biz ucube çocuklarız diyorum, ucube Ucube ailelerin ucube evlatları Hastayız, deliyiz, ölüyüz Hasta bir zihin sağlıklı bir bedene uğradığı vakit, kişi kendini toplum normlarından daha özgürleşmiş bir hâlde bulur, bu başkalaşımı geçirmiş bireylerin soluklarına, ölüm tohumları serptiler, tanrılar, gelmeyen, hiç, görülmeyen, hiç, ama yine de hep beraber allahlanıyoruz, ne iyi di mi, haha ha, dermiş ki yaşamadan ölümü, ölmeden yaşamayı tattırmadığımız bu iğrenç yaratıklar, yaşarken ölümü, ölürken yaşamayı tohumlayacaksınız, korkun, kork, Biz, biz inanmıyoruz sana, yarabbim, söylemesi güç biliyorum, kendi kanımı sana bahşediyorum, gel bu evime, gecekondu, mavi nemli huysuz, çaydanlık devriliyor hep mutfaklarda, bazı evlerin, bazı zamanlarında, durulmuş durgun hazır, seviyoruz da herkesi hayır orası ayrı mesele susalım burada, susalım, şiire devam ediyorum pardon, ne diyordum? (Sincan F Tipi'nde kameraları kırdıkları için gardiyanların saldırısına uğrayan kanser hastası tutsak Erol Zavar, açlık grevine başladı.) Şairin notudur. Hastayız, delililiiyiz, ölülülüyüüzz, ne amına koyim kendine gel Gel bak bizim mahallemize orada hala reklam panosu yok camını indiremiyoruz, slogansız

23 |U Ç N . K T A


Bakkaldan ampuller alırız belli aralıklarla, bakkal bilir kimin ampulunun biteceğini, mooonooooot Dışarda içmeyiz cigara bak ayıp ananın babanın önünde, çatıya gel akşam, bekle bi, 05374568912 Bunlar süt aynen, bunlar çakmak bak bak bak, façalıya bak, piçe bak taklaya bak, iç iç iç şimdi sıkıntı yok Yaa nooooollduu kardeşim, beğenmiyodun dimi, değermiş di mi, değermiş piç, o ben sevmiyorum abi yalar neydi lan Yok sana daha işte sen siktir git şimdi, biz senlik dolarız her gün her gece, püüüüüüüüfffff, içimde, duman kaçmadı Biliyorum allahım geçirdiğim kötü bir sınavdır, ama unutalım bunu olur mu? Unutalım de nolur artık çalışıcam Artık biliyorum nereden sorulmadığını, kesin ve adice Biliyorum

nerelerden

sorulmadığını

artık,

söylemem

abes

kaçar,

bitiriyorum.

Burak Çağlayan

24 |U Ç N . K T A


Şeytanın Ville Valo’ya Fısıldadıkları

zerre zerre hançer bilgisi yenik bir kalpti sıcak fısıltılarla söküp soğuk kudretini bıraktıkları

şimdi daha güçlüsün be oğlum

şimdi ölüm dudaklarının insafında ardında binlerce şarkının bir umut yaşanmak için bak nasıl da zavallı sıra bekliyor derin ve kederli

25 |U Ç N . K T A


ve damarlarındaki soğuk karanlık coşkunun ellerinde ağır leşlerle siyahı giz tutanlar için boğulacak bir nehir olması biraz da tanrı kılıyor seni

"lokman kurucu"

26 |U Ç N . K T A


Geçiş Renklerin uyumu gökkuşağını anımsatmıyordu. Kör olmayı yeğleyecek kadar çok şey görmüş olmam beni her hangi bir konuda bilirkişi yapmaya da yetmiyordu. Derviştim kimi zaman selamını esirgemeyen ya da Kaystım Fuzuli'nin hikayesine konu olacak kadar hayali. Küllerinden doğan anka, küllerine ölen bana tepki olmalıydı "doğrusu bu" tabirinde. Etraf çok karanlık. Ama çıtırtılar kulağımı zedeleyecek seviyede hala. Tuhaf bir ses bu. Benzetecek olsam, kendimi Niagara yakınlarında bulurdum. Benzetemediğim için buradayım. Bir tabancayım. Köy yerinde çeyizin altına saklanan. Teklemeyeceğim bilinse bile, kullanılacak fırsatın karşınıza çıkmasını istemeyeceğiniz dede yadigarı. Belde taşındığım dönem biteli çok olmuş. Bir piyanistim. Bestesini yarıda bırakınca hasta yatağından kalkıp tamamlayan Bach gibi değil. "Tamamlanmaya yeltendiğin bestemi yarıda bırakmalısın. Sonları sevmem." Kurak bir iklimi yaşıyordum içimde. Çürüyordum yavaş yavaş. Islanmaya

ihtiyacım varken

yaşlanıyordu

topraklarım.

bir

Sonra

meteor

düşüyordu

çöküyordu

gece.

önce.

Sonra

Tökezliyordu

cümlelerim. Devriliyordu ulu orta. Yeniden doğrulmam vakit alsa da başarısızlığı kabul edemedim hiç bir zaman. Koluma giriyor eski anıların gardiyanları. "Vakti geldi." diyorlar bana.

. . . 27 |U Ç N . K T A


- Bir sonraki seansta görüşmek üzere Şevket..

- En büyük devrimimdir kabullenmek doktor. Görüşmemiz ümidiyle.

Ufkum Ç.

28 |U Ç N . K T A


29 |U Ç N . K T A


30 |U Ç N . K T A


Hiçlik Sokağa giriyorum. Sona geldim. Cebimdeki silâh hâlâ yerinde. Rahatlıyorum. Sokağın sonunda olduğunu biliyorum. Onu öldüreceğim. Hayatımı elimden aldı, ben de onu öldüreceğim ve her şey bitecek. Sokağa girer girmez uzun sakallarıyla, birasını yudumlayan yaşlı adam dikkatimi çekiyor. Derin bir nefes alıyor ve ona daha dikkatli bakıyorum. Kadim dinlerin reddedeceği o adama bakarken kendimi görüyorum. Düşüncelerim yoğunlaşıyor. Aklımı kaçırasım geliyor. Başka şeyler düşünmeliyim. Paralel evren, Freud, psikanaliz, devrim, Jack Karouac, babam, felsefe… Hayır. İşe yaramıyor. Sadece sokağın sonuna yürümeliyim. İnsanlar üstüme üstüme geliyor. Konuşuyorlar. Bu kadar çok ne konuşuyorlar? Biraz daha yürüyoruum. Solda bir kadın ağlıyor. Ne zaman bir kadının ağladığını görsem içim acır. Gözünden akan yaşlar yere damlıyor, çoğalıyor, sel oluyor. Diğerleri görmüyor. Sular yükseliyor, boğulacak gibi oluyorum. Elbiselerimi çıkartıp, doğduğum gibi “ben” olarak ona gitmek istiyorum. Düşüncelerimi kadından uzaklaştırmam gerektiğini hissediyorum. Bir adam yanına gidip “bayan, iyi misin?” diyor. İyiyim, cevabını aldıktan sonra arkadaşlarına dönüyor ve “iyiymiş” diyor. Bu kadar basit miymiş? Hayır. İyi değil. Biliyorum. O da benim gibi ölüyor. Çılgınlığın tam ortasındayız. Yürüyorum. Sorgulamadan, düşünmeden, cevaplamadan. Sadece yürüyorum. Düşünmeden çok fazla duramıyorum. Hakikati düşünüyorum. Gerçeklik nedir? Doğruluk nedir? Sevgi, nefret, iyilik, merhamet, kıskançlık?... Hayır, hiçbiri gerçek olamaz. Tanrı, seks, spor, tarih, akıl… Hayır, hayır, hayır. Septik olmanın tehlikeleri vardır. Adımlarımı ağır ağır atlatmaya devam ediyorum. İnsanların eğlendiğini görüyorum. İki çocuk var. ellerinde mendiller, onları yargılayan gözler arasında para kazanmaya çalışıyorlar. Kimileri teşekkür ediyor kimileri ise cevap dahi vermiyor. Çocukların suratlarından saflık akıyor. Bir çocuk ikinci oyuncak için ağlarken, onların bu saatte sokakta olması beni üzüyor. Birini 31 |U Ç N . K T A


yanıma çağırıyor ve elli lira veriyorum. suratıma bakıyor ve “dalga mı geçiyorsun?” diyor. Şaşırıyorum. Sevinmesi lazımdı. Cevap vermeden suratına bakıyorum. “Boş kâğıdın üzerine elli lira yazmışsın” diyor. Ona kızıyorum. Yürümeye devam ediyorum. Artık bu iş bitsin istiyorum. On-onbeş adım daha atıyorum. Bir köpek havlıyor. İnsanlar ondan korkuyor, kimisi köpeği kovuyor. Tek düşünebildiğim, onun bizden çok daha akıllı olduğu. Kızınca havlııyor, mutlu olunca kuyruk sallıyor. Hırsız, basit. , Sokağın sonuna geliyorum. Her şeyin sonuna geliyorum. Gözlerim onu arıyor. Bu iş bitmeli. Hiçbir şey düşünmemeye çalışıyorum. Kalabalık olsa da gözüm onu hemen seçiveriyor. Hayatımı elimden aldı. Kalp atışlarım hızlanıyor. Ayakta kalmaya çalışıyorum. Yavaşça yanına yaklaşıyorum. Hayvanî içgüdüler ile gizlice avıma doğru ilerliyorum. Son bir nefes alıyorum. Elim cebime gidiyor. Silâhımı çıkarıp ateş ediyorum. Anlayamıyorum. Kafam karışıyor. Suratıma güneşin yakıcı ışığı vuruyor ve odadayım. Çok takılmamaya çalışıyorum. Akşam olanlardan sonra, kaçıp uyumuş olmalıyım. Önümde bir gazete var. gazeteyi alıp okumaya başlıyorum. Gözüm dün yaptığım şeyle ilgili bir şey olup olmadığında. Sayfaları karıştırıyorum ve işte bir haber: “Dün gece saat 23.30 sularında bir genç kendini Kadıköy Kadife Sokak’ın bitiminde vuurdu. Çıldıracak gibi oluyorum. Olamaz. Kendimi kaybediyorum. Duvarları yumruklamaya başlıyorum. İçeri beyaz önlüklü iki adam ve bir kadın giriyor. Adamlardan biri, “ilaçlarını vermediniz mi?” diye soruyor. Beni tutmaya çalışıyorlar. Bağırıyorum. Kendimi kaybettim. Bitsin istiyorum. Kafamı duvara sertçe vuruyorum. Bir evdeyim. Aynaya bakıyorum. Tanıyamıyorum aynadakini. Ellerim titriyor. Kim olduğumu düşünüyorum. Kadın, erkek, çocuk, belki bir kedi, belki de bir yastık, cezaevindeki bir ‘suçlu’, tımarhanedeki bir hasta, keşiş… Hayır. Tekrar bakıyorum aynaya. Hiçbir şeyim ben, hiçkimseyim. Bir şeyim; belli olmayan.

Alp Kökten

32 |U Ç N . K T A


git

bir hışımla hıncını okşa git gözüme batmayacaksın boşa uğraşma.

gittin mi? dönme Ayakların geri geri gitmesin ayaklarını kaldırıp bakma buraya gittin mi? yüzümdeki duvara alınma ben o duvara işedim bile.

33 |U Ç N . K T A


geldin mi? illa geldin yani iyi sen bilirsin ben de gidiyordum zaten hiç durasım yok ne yalan söyleyeyim unutuyordum.

ne yapıyorsun şu an? Bilmiyorum kal mı dedin? Duyamadım git mi dedin suçlarcasına? anlamadım seni hâlâ dün gibi o gün gibi biz biz olalı bizi anlamadığım gibi.

gibi gibi.

Gabriel

34 |U Ç N . K T A


Yol Geçenlerde yine oturuyorum burada. Birden düştün aklıma, tam düşleri dişlerken. “Ah,” dedim “yine mi sen?” Döndüm evin içinde üç beş tur. Baktım yemek var, salça olayım; belki düşersin aklımdan, diye. Tuza bandın. İçime düştün. Yok! Dedim “olmayacak bu, kitap var” Dedim “bi şuradan kaybolayım.” Olur mu, ne münasebet! Gözlerime düştün. Neyse efendim, geçtim koltuğa açtım televizyonu salağa yatarsam belki kızar gider… Yok! Başladın benimle muhabbet etmeye… Çay demlerken buldum kendimi. Vardı ya bizim karar almalarımız falan; hani biz Bolşevik partisinin iki kişilik konseyiyiz ya, sektirmeden vuruyoruz her noktaya. Öyle dalmışım ki senle muhabbete, bi ara ne sinirlenmiştim yeminle. Velhasıl çay demini alıyordu. Kalkmışken geri dönüp oturmak olmazdı. Demlenene kadar mutfakta, dikilmiş başıma, konuşuyodun. “Az sus be kadın!” diyemedim. Daldım cümlelerine. Öyle dalmışım ki… Kafamı çevirdiğimde çay taşıyordu. Alelacele koydum çayı. Koyarken elim yandı; fokurdarken elime sıçradı suyu. Sanki canın, öyle bir yandı ki… Ama çaktırmamaya çalışıyordun. Ve ben bozuntuya vermedim. Neyse… Geçtim odaya. Bi sana bi bana, dizdim masaya bardakları. Şekeri de aldım. “Oh! keyif yapacaz” derken “n’apıyorum ben!” dedim. “Giyin,” dedim “çocuk. Çık dışarı.” Hafiften giyindim. Tespihi bileğime aldım. Giydim ayakkabıları, kapıyı açtım döndüm yine sana: "Sen kal evde. Ben gelecem." Çektim kapıyı, yürüdüm sokakta, çıktım ana caddeye, geçtim durağa, bindim otobüse ve son durakta indim. Gelene kadar yalnızca kesik kesik çizgileri izledim. Onlar benim dilek ağacımdı, bilirsin; geçerken yanlarından, her birine hayallerimi asar geçerdim. Öyle ya da böyle, hayallerimi asa asa, geldim semte. Yaktım bi sigara, yürüdüm peron içinden sahile. Ufaktan baktım Haydarpaşa’ya. Biri gürül gürül bağırıyordu "Sana aşığım!" diye. 35 |U Ç N . K T A


Duymadım say. Öylece yürüdüm. Sadece gidiyordum. Aklım sende kalmasındı mevzu. Öyle ya, seni evde bırakmıştım ben. Hah! Sen öyle san! Semtin her sokak tabelası sana çıkarmı be arkadaş! O sokak sana, bu sokak yine sana, hep sana. sana , sana, sana! Sağ da sana sol da sana… Ne yapayım daldım sokaklardan birine. Gözüme kestirdiğim bir kafeye geçip, oturdum köşedeki iki kişilik bir masaya. “Bi çay abi” dedim çay geldi. İki şeker atıp karıştırdım çayı. Kaşığı çıkarıp, iki parmak ucumla ileri kaydırdım bardağı. Çaya daldım. Yaktım bi sigara. Derin derin çektim; sömürdüm resmen sigarayı. Boğulurcasına veriyordum nefesi. Yakmadım ikinci sigarayı. Çay karşımda dikiliyor ben ona bakıyordum, Dedim “ben artık kalkayım. Sana afiyet olsun.” Hesabı istedim. Çayı masaya, para üstünü bardağın yanıbaşına bahşiş olarak bıraktım. Yine sana çıkan sokaklardan birine öylesine dalıverdim ve şehir içi otobüs peronlarına vardım. Ne Ümraniye ne Taksim ne Ataşehir ne Beykoz ne Kavacık ne de tüm diğerleri… Alayı sana mı gider ya! Alayı sana mı uğrar bunların! Dedim “çocuk. Bin birine. Git! Bunlar ya Cebraile ya Azraile çıkar. İlla ki ahirete uzanırsın. Sen aldanma bulutlara. Bin hadi." Bindim. İçeride yalnızca bir tane tek kişilik koltuk vardı. O da orta kapı semalarındaydı. Geçtim oturdum. Baktım, dikiliyosun tepemde. Sormadan duramadım "Hiç mi üşenmiyorsun beni sevmeye?" Tabi, sen hala otur. Hiç… Cevabımı aldığımın farkındaydım. Yine astım hayallerimi, yine dilek ağaçlarıma doladım seni. Sen tepemde dikilirken yine, sana geliyordum. Sana giden vasıtaların biriyle yol bitti, ben kalktım, sen kenara çekildin, ben indim, sen yoktun. Şaşırdım. Girdim markete. Bir sigara aldım. Para arttı. Bir de beyaz çikolata istedim. Yürüdüm usulca. Saate baktım, seni senden geçemiyordu; kala kala sen kalmıştın. Yol bitti, eve vardım, zili çaldım, kapı açıldı. Bıraktığım yerdeydin. Öyle ya, beyaz çikolatayı çok severdin ve ben sana gelmeyi ne çok sevmiştim. Sen şehirlere aldanıp bu kapıdan içeri beni bıraktığın günden beri… GABRIEL 36 |U Ç N . K T A


Fotoğraf: Engin Altundağ 37 |U Ç N . K T A


●●●●●●●●

●●●●●●●● 38 |U Ç N . K T A


Okuyucuya Duyurulur Bir seneyi ‘TÜKETTİK’. Öyle ki, birkaç mevsim ve sene daha tüketecek olmalıyız. Yürüyoruz. BİZ KİMİZ? Biz olan kimdir? Edebi uğraşımıza okuyucuyu, yani sizi, yani ‘SENİ’ dahil etmek istiyoruz. BİZE İNTİHAR MEKTUPLARI YAZIN. Bir şeyler DENİYORUZ. Her biriniz (her birimiz) ölümü düşünüyor fakat tadamıyoruz. Yalnızca kıyısında dolaşabiliyor ya da TANIK OLUYORUZ. Öyleyse bir adım daha yakından bakmak gerek aynaya BİZE İNTİHAR MEKTUPLARI YAZIN. Diğerlerine, onlar’a, bu satırları hiç okumamış olanlara bu mektupları okutalım. Onlar da DÜNYA ismindeki bir FANZİN’in habersiz okuyucusu olsunlar. Sizden, ölü olan sizden, olmayan sizden, Sen’lerden, yalnızca O ÇOK DEĞERLİ HAYATINIZI sonlandıracağınız an yazabileceğiniz bir metin ya da metinler istiyoruz. Çünkü ANLAMANIN İLK BELİRTİSİ ÖLÜM İSTEĞİDİR (BELKİ DE DEĞİLDİR)

İletişim ucnoktafanzin@gmail.com Blogger ucnoktafanzin.blogspot.com 39 |U Ç N . K T A


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.