Rafadan 05

Page 1

Hiçbir şey ‘sadece’ değildir; Hayat bir zincir gibi halka halka yükselir.

Rafadan Her Kafadan! rafadandergi@gmail.com

Düşünce, Edebiyat Dergisi Mart, 2012 Yıl: 1 Sayı: 5

… Daha yolum olduğunu anlayınca tekrar kitaba döndüm. Birkaç satır sonra kaçıncı sayfada olduğumu merak ettim. Gözüm kaydı, baktım; yetmiş dördüncü sayfa. Geri döndüm, yarım bıraktığım cümleye tekrar başladım. İçimden de 'yetmiş dört...' diyordum; nereye bağlayacağımı bilemedim. Bir kenara bırakmak istedim. Durup etrafıma baktım, nerede olduğumu anlayamayıp kendimi bunu anlamaya adadım. Yetmiş dördü unutmuştum. Yol, hızla anlamsız manzaraların arasına doğru sürükleniyordu. Burayı hatırlamıyordum. Yüksek sesle sordum veya yanımda oturan adam içimi okudu; nereye gidiyorsun sen, diye sordu. Ama öylesine değil; benim kendime hep sorduğum gibi, aynı ritim ve renkte veya iç âlemindeki bütün yankılarını da topladığı anlaşılan bir sesle sordu. İnmek için duymam gereken de bu gibiydi. Ölmem gerektiğini ve hayatın akışı içinde ne kadar gereksiz bir yerde öleceğimi hissettim. Adam da cevap beklemedi daha fazla, kulağına yine kulaklığını taktı. Artık rahatsız olmadım bu sesten; kulaklığın tabutun içinden gelir gibi ya da tabutun içine ancak yetişen sesinden. …


Zar Melodi Mücrime LEM

‘Sıcak su yokmuş, ölmüşüm.’ Zarları gözlerimin önünde yeniden görmeye başladım; şeşyek, düşeş, şeşbeş, ve hep şeş olan kombinasyonlar beliriyor ve yerlerini bir sonrakine bırakıncaya kadar beliriyorlardı. Kafam karışıyordu. Her biri iki doğruyu temsil etseydi belki böyle olmazdı. Şimdi her biri iki rakam olan ve bir doğru etmeyen zarlar gözlerimin önünde beliriyorlar. Oynamak istiyorum, olmuyor. Aceleyle bir sonraki zar geliyor gözlerimin önüne: sonuna kadar okunmaya sabredilemeyen romanlar gibi kendilerini bitiriyorlar. Onları oynatmama izin vermeyerek hiç oluyorlar… yazık oluyorlar! Gözlerimi kırpıp kaybolmaları arzusundayım. Olmuyor; hayır, gözlerimi kırpamıyorum. Zarlar öyle aceleyle geliyorlar ki, gözlerimi kırpamıyorum. Eksik olan şey ne? Zar sesleri! Onun yerine kulağımda sekiz ‘şey’ yankılanıyor. Anlamıyorum. Belki sekiz farklı enstrüman, sekiz farklı ritmi çalıyorlar aynı anda. Hiçbiri uzak veya yakın olmayan -hepsi aynı mesafede belkisekiz farklı enstrüman. Kendime gelmek istiyorum; zarlar durmuyorlar… Peş peşe gelmeye devam ediyorlar. Şeş’li geliyorlar hep. Şeş sürekli yer değiştiriyor; sağa geçiyor, sola geçiyor, sağa geçiyor, sağda kalıyor… kalır sanıyorum; sola geçiyor, sağa geçiyor… Nerden geldiğini bilmediğim bir ağaçtan yapılma iki zar ve hep değişerek asla bilemeyeceğim bir şekilde… rastgele geliyorlar; yazık ediyorlar. Ayaklarımda bir halı oluveriyor; tüylü bir halı! Gözlerim yeşilleniyor, kulağımda -sağ ve sol olan- sekiz enstrüman! Zarlar hep gözlerimin önünde. Yukardan ve gözlerimin önündeki zarların yerine düşerek onları yok ediyorlar. Sevinmek istiyorum; güzel gelmiyorlar!

II


Yavaş yavaş aralarında anlaştıklarını, en azından bir ikisinin aynı ritmi çaldığını hissediyorum enstrümanların. Sazlı teller mi? Telli çalgılar mı? Üflenen şeyler mi? Vurulan telli çalgılar mı? Yaylılar mı? Okkalı bir tokat yükseliyor melodilerin arasında; gelip zarlara iniyor. Gözlerimi kırpabiliyorum artık; ayaklarımın altında tüylü bir halı… Kulaklarımda beyaz bir melodi. Üşüyorum. … Hoş, çok hoş bir duyguydu. Altı farklı ben, aynı anda altı farklı arzumu gerçekleştiriyordu. Gözlerimle göremeyeceğimi düşündüğüm altı farklı hayal; zarın, her bir yüzü gibi altı taneydiler… nasılsa hepsi aynı anda görünen altı yüzüydüler. Aynı anda, altı farklı zar gibi, belki sıralanmış ve var oluyorlardı. Kendimi kaptırdım; sanki altısını da aynı anda ben yapmışım gibi. Mutluluğun altı farklı şekliydi; aynı anda duyulan altıya bölünmüş tek bir mutluluktu belki. Hoş geldiniz’le, Merhaba’yla, affedersiniz’le başlayan tek bir mutluluğun altı parça olduğu yol ayrımıydı sanki. Senin gibi içimde de bir yansıması olan, benim gibi senin için ‘hiç’ ifade eden bir altı parçalı mutluluktu, zar gibi kıvrılan. Şahsi bir başarının başka kimseyi ilgilendirmeyen bir ödülü gibiydi. Öyle ilgili olmayan ki, sarılacak bir kimse bile yoktu… öyle bir mutluluktu ki, içinde herkesin payı olan, altı parçalı ve hatta her bir parçası bir yüz olan, her sathı bir yüz ve her yüzü göğüs olan altı parçalı bir çarpışmaydı bu. Fizikli ilgiliydi belki. Aynı anda altı farklı ben, altı farklı hayalimi gerçekleştirdi ve bir kenara çekildiler. Gerçek olanlar benim hayallerimdi; sonuçlarından başka bir şey bırakmadı yine de bana, başka yüzlerle ben olan o altı farklı kişi. Artık sonuçlarını öğrenmem gereken altı farklı gerçektiler. Altı parçalı bir mutluluk içinde sahnede tek başımaydım. Altı farklı gerçektiler ve sahte

III


suratlı altı başka ben… Bizden ibaretti dekor. Zemin bile kendisine katılacak kadar önemli veya vazgeçilebilecek kadar ayrıntıydı. Perdelere ayrılamayacak kadar tek bir sahneydi hepsi; Seyircilere göre ayrılan altı perdelik tek sayfaydı. Başı ve sonu aynı sayfada olan tek sayfalık bir senaryo gibi… … Kelimeleşen bir ritim gibi her şey; ama nasılsa ‘adam, sahte, yani, uzaktan, kurt, sedef taşı, mercimek’ gibi benim anlamlar çıkarmaya çalıştığım ama onların hiç de anlaşılma kaygısı gütmediği bir kelimeleşen şeyler bütünü… Zarlar kayboldu. Gözlerimin önünde parmaklar oynuyor. Boyasız, iri, etli, kemikli, yüzüklü ama boyasız parmaklar… Bir şey işaret ediyorlar… yek? se? şeş? Hayır, rakam olmayan bir şeyler; gel, git, sus gibi belki. Parmaklar bir şeyler anlatıyorlar; evet, ses çıkaran da onlar! Yorgunum, üşüyorum… ayağımın altında tüylü halı.

*** Karanlık - III Sedat CAN Aşağı, yukarı, sağa ve sola ve tekrar aşağı… Işığın etrafında birkaç tur ve tekrar aşağı… sağa ve sola. Gözüyle bir sineği takip ediyor, oturduğu yerde kafasını oynatmadan sessiz sessiz nefes alıyordu. Ona göre sinek bile insanla konuşuyor, ama insan bunu anlayamıyordu. Yine de takıntılıydı ve odasında bir sineğe de yer yoktu. Kurduğu düzen o sineğin ölmesini gerektiriyordu. Kalktı… ve tekrar oturdu.

IV


Gece sinekler tarafından çok sık rahatsız edilirdi. Buna rağmen hiçbirini öldürmemişti. Bir gece artık bir şeyler yapma ihtiyacı hissetmiş, yine de sineğe kıyamamış, kalemlik yaptığı bir cam bardağa hapsetmişti onu. Bir süre gitmiş, bir süre gelmiş, seyretmiş ve seyrettikten sonra yaptığının hoş şey olmadığına karar vermişti. Sinek serbest bırakılmış, ama odadan da kovulmuştu. Kalktı. (Emin miydi?) Tekrar oturdu. Vicdan azabı çekmekten korktuğu için öldürmek istemiyordu ama sineğin de yeri yoktu bu odada. Küçükken de sineklerin yeri yoktu evlerinde. Belki dışarı çıkmak için cama konan sinekleri hatırladı. Camın üzerinde yürüyüp bir yol arayan sinekleri önce perdeyle hapseder, sonra… sonra yazık ederdi onlara. Çünkü yanlış yerdeydiler ve burada onların yeri yoktu. Onun için gitmeli, kendi yerlerini bulmalıydılar. Burada kalarak kendileri intihar etmiyorlar mıydı? Doğruldu. Galiba tekrar kalkacaktı. Kendisinin bulunduğu yer ne kadar doğruydu peki? Yanlış yerde bulunarak intihar ediyorsa, kimse onu uyarmayacak ve ansızın ezecekse? Ya kendisinin de yerini araması gerekiyorsa? Kalktı ve kıymetsiz kitaplardan biriyle sineğe doğru bir hamle yaptı. Sinek sanki aynı karenin içinde dönmeye devam ediyordu. Sinirlendi, düşünmeden bir hamle daha yaptı… ve artık sinekle bir düelloya tutuşmuşlardı. Kare büyüdü, kitabın yerini daha hafif ve çevik bir başkası, onun da yerini bir gazete aldı. Sinek yoruldu, cama kaçtı. Gitmek istiyordu… Kendisinin kurduğu düzen… … Saate baktı, otobüsün ne zaman geleceğini bilmiyordu. Yine de ne kadar beklediğini hesap ederdi her zaman. Düzen demek, her şeyin cetvelle çizilmiş gibi durması demek değildi. Böyle kabul edilirse ormanlar çok düzensiz olurdu. Hâlbuki ilahi bir düzen vardı ve her şey, her yer buna göre düzenliydi. Düzenin ‘her şeyin yerinde durması’ demek olduğunu söylüyordu. Her şey yerli yerinde durmalı ve her şey kendi yerine doğru gitmeli… Her şey kendi yerini aramalıydı.

V


Saate baktı. Durağa yeni gelenleri fark etti. Kimsenin umurunda olmadığını sandığı düşüncelerine geri döndü. Durağın en arkasında duruyor ve düzeni düşünüyordu. Acaba kendi yeri orası mıydı bu durakta? Kambur olduğu için böyle mi olması gerekti? Hayır, kendisinin farkında değildi. Her şey yerine doğru yol alıyor ve her şeyin bir yeri var; kendisine ait olmayan yerde duran eşya kıymetsizleşir yahut işlevinden uzaklaşır. Sineğin de odamda yeri yoktur. Odamda yeri olsaydı beni rahatsız etmezdi. Beni rahatsız ettiğine göre düzene aykırı hareket etti. Oda benim olduğuna göre ben doğru yerdeydim. Sinek ışığa gelmiş bile olsa yanlış yaptı. Kendi yeri orası değil… belki başka bir ışık, sokak lambasının yahut apartmanın ışıkları… Bu beni ilgilendirmez, ben doğru yaptım. İnsan kendi doğrusunu bir kere bulmayagörsün. Artık her şeyi eğip büküp, o doğruya uydurur ve içi rahatlar… bazen de doğrusunu eğiyor, büküyor ve yine doğru yapmış oluyor. Düzen de onun kaçtığı, sığındığı doğru olmuş ve yanlışı yapan yine sinek olarak kabul edilmişti. Artık otobüs gelebilirdi. … İnsan sürekli tüketirdi. Tükettiklerinin yerine yenilerini koyması gerekirdi. Bu tüketmekle ilgili değil, yahut tüketimin en temel kanunuydu. Adımlarını kontrol edemediği hissetti. Bir acele duydu boynundan başlayıp ayaklarına ve aynı anda başına uzanan. Çabucak anlatması gereken bir şey vardı sanki. Ne zorluyordu onu böyle yaşamaya? Küçüklükten beri yol kenarındaki ağaçları sayar, kaldırım taşlarını sayar, yoldan geçen arabaları sayardı. Saymak hastalığı… belki de bir başka takıntısıydı. Hayır hayır, insanlar anlamıyordu. Bu yüzden çene yormak gereksizdi. Göz göre göre yalan söylüyor olamayacaklarına göre… ‘aptal olmalı’ydı insanlar. Tüketmek, tüketim, tükenim… Nereden açıldıysa bu konu, bir anda alevli bir tartışmanın ortasında buldu kendini. Masadaki arkadaşları durmadan konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor da konuşuyorlardı. Birkaç defa

VI


yeltendi, hatta lafa girmeyi de başardı. Ama bir türlü sonunu getiremedi. Çünkü ‘düşünerek konuşmak zor’du. Aptal kız! Şimdiyse otobüsten hiç binmesini gerektirmeyecek kadar erken inmiş, masada konuşamadıklarını düşünüyordu. Zihninde her bir soruya cevap veriyor, bütün iddiaları asılsız bırakıyor, bütün teorileri çürütüyor ve galip geliyordu. Giderek daha hızlı, daha hızlı ve daha hızlı yürüyordu. Acele, bütün benliğinde yeşeren bir yeni nişan, bir zafer nişanı gibi görünse de onun ölümcül bir kanseriydi. Tüketim derinlemesine ele alınmalıydı. Her şeyin temellerine bakılmalıydı. Ve her şey zıddıyla kaimdi. Üretim de tüketimi doğuruyordu. Esas problem burada düğümleniyordu. Aptal işte! Olayları bir örgü içinde ele alınca bunları onlar da -aptal kız yani- anlayacaklardı. Bir mantık örgüsü gerekirdi. İnsanlar önce tüketimin tarihine bakmalıydılar… önce evet... Tarih önemliydi… ve her şeyi anlamaya yardımcı olur, anlamayı kolaylaştırır ve ezbercilik kötüdür!… her şeyi ve her şey gereklidir. Gereksiz bir şey yoktur. Gereksizler de zıddıyla… ve kendisi biliyordu ama anlatamıyordu. Anlatsaydı da anlamayacaklar, anlayamazlardı. Anlamak için bir mantık örgüsü gerekirdi. Duvarlar vardı ve bunlar yükseliyordu. İnsanlar yanlış yapıyorlardı. Ona neydi? Hayır, kendisi biliyordu ve anlatmalıydı. Yoksa insanlar tüketimi ne bilsinlerdi! Tüketmek yaradılıştan ihtiyaçtı ama bunun da kanunları vardı. Bir mantıklı örgüler bütünü içinde bunları öğrenip tüketmek gerekti. Müslüman tüketse bile ibadet sayılırdı. Kendisi biliyordu bunları... ama anlatamıyordu. Sadece içinden konuşurken ‘şimdi’ ve ‘yani’ ve ‘çünkü’ kelimelerini bir kenara bırakabilenlerdendi. İnsanlarla konuşurken bu kelimeleri her nefes arasında (bir nokta ve paragraf başı) gibi kullanırdı. Ne var ki, içinden konuşurken de konuyu dağıtıyordu. Örnekleri örneklere, ‘yani’leri ‘mesela’lara ve ‘şimdi’leri, ‘çünkü’lere bağlıyordu. Komikti ama kimse gülmüyordu… gülselerdi bile onlar bilmiyorlardı.

VII


Hızlı yürümeyi hiç sevmezdi; hızlı düşünmeyi, yemeyi, içmeyi, hızlı konuşmayı, hızlı okumayı, yazmayı… Hızın her türlüsünden aceleyle kaçardı. Bunlar onunu sükûnetini bozuyor, sükûneti bozulunca huzuru kaçıyor, kendine kazanacağı bir düello arıyor, buluyor, başlıyor, ama burada bir hayal zihnine saldırıyor, engel tanımıyor, kontrolden çıkıyor… hayal kendi kendini kuruyor, ona konuşma hakkı tanımıyor, düello yarım kalıyor, bitmiyor, kayboluyor, huzursuz oluyor, giderek hızlanıyor, acele ediyor, anlaşılmaz bir sığlıkla, anlaşılmaz saçmalıkları hatırlıyor, buradan dayısının vefatına, oradan annesinin cenazesine, sonra kız kardeşinin düğününe… bir toplantı salonuna gidiyor, ama bir türlü yavaşlayamıyor, sükunete kavuşamıyor ve duramıyordu. İşte bu ateşli tartışma, ilk kıvılcımıyla ona ‘toplantı salonu’nu hatırlatmış ve bir an kendini kaybetmemesi gerektiğini, sonraki an kendini kaybetmeyeceğini, lafa girerken de sakin olacağını kendine söylemiş, kendisine söz vermiş… ama işte başaramamıştı. Zorunda olmadıkça bir şey yapmazdı. (Ayrıca hiçbir işaret kendisini bir şeye ‘zorunda’ bırakamazdı; işaretler onun kafasında iki ihtimal varsa söz konusu olan bir takıntı çeşidiydi.) Yapmak zorunda olduklarıysa mükemmel olmalıydı, eksik kabul edilemezdi. En başarılı olmak, başarı zincirine halkalar, halkalar ve halkalar eklemek ve her halkayı bir öncekinden daha büyük kılmak ‘zorunda’ydı. Başarısız olamazdı ve olmamıştı da! Sineğin iki hamle geç ölmesi, insanların anlayışsız olması, hocaların yeni fikirlere kapalı olması onun başarısızlığı değildi... Ne vardı sanki onu da bir gün forvete koysalardı! Kendisinin suçu değildi bu, ayakkabıları kaleye müsaitti… Aptal bakkal! Oldu olacak önce parayı verip sonra alışveriş etseydi! çocukların uçurtmasının ipini koparmasaymış; iplere dokunmamıştı ki… parasını sonra verecekti hepsinin, hemen tutup kulağından götürmüştü… sersem bakkal! Hain uçurtma! Aptal kız! Evin zilini defalarca çaldı. Öyle aceleye kapılmıştı ki, annesinin öldüğünü komşular hatırlattılar. Evet, annesi ölmüştü.

VIII


Yolcu(luk) Uğur Yılmaz O biricik çağrıyı duyduğunda yanaklarına doğru çoktan süzülmeye başlamıştı gözyaşları. Onu seyreden kalabalık gözlerin önünde birden ayağa kalktı ve yanındakilere doğru yönelerek: -

Hayır! Kapatmayın pencereyi dedi…

Daha önce de duymuştu… Hem de hiç düşünmediği bir yerde… Bilimi geliştirmek için attığı adım onun hidayete yönelen kapısı olmuştu... Başını öne eğdi ve usulca konuştu: - Ben Müslüman olacağım…. Muhtemelen imkânsızlık coğrafyası olarak tanımladığı o âlemdeki çağrının aynısı madde dünyasında zuhur edince kırılmıştı gönül zincirleri… Ve sen bunca imkânsızlık içinde her gün aynı çağrıyı duyan mü'min! Senin de mi AY'a çıkman lazım "yeniden inanmak" için…

IX


Peron üç, saat on… Mart Ekspresi Münir Ersan Tuna bahar geldiğinde kapıyı çalacaksa ayrılık soğuk bir kış günü aşık olmamalı insan oysa şimdi tuz kokulu gecelerin en müstehcen anlarında şu boyası benek benek dökülmüş şeftali kırmızısı bankta oturup bir iç çekiş senfonisi eşliğinde çenem ellerime düşmüşken bu ıssız tren garının saksılarında kuruyan çiçekleri seyre dalıyorum kahırla dolup taşan pas kokulu vagonlardan birine atlayarak terk edip gidemediğim her gece bu erguvan kokusu sinmiş şehri anlıyorum, hiçbir farkım yok sizden bu ıssız tren garının saksılarında kuruyan çiçekler sizleri seyre dalıyorum halbuki en sevdiğim mevsimdir yaz ama katlanamıyorum bir türlü içimdeki nehirlerin kurumasına sen, yüreğimi seslendiren kadın hiç düşündün mü senin için dalından kopardığım o çiçek ne hissetmiştir şimdi? peki ya kirlettiğimiz onca şarkı söylenebilecekler mi bir daha aynı içtenlikle? evet, evet biliyorum ben hâlâ kuruyan bir denizin kenarında elinde havlusu, üstünde şortuyla o denizde yüzmenin hayallerini kuran bir çocuğum ah Tanrım, elimde değil her geçtiği kadında bir parçasını bırakabilecek kadar yüreği büyük olan adamları kıskanıyorum

X


Sualler Ahmet Münib Sual I Susacak dillerin sevda tepelerinde Yer edinecek kalbin kanlı ellerimde Sebepsiz girdiğin gönül bahçelerinde Kendini arayacak buğulu gözlerin Terkedecek belki çiçekler dallarını Kuşlar dahi açmayacak kanatlarını Sokaklar unutunca kaldırımlarını Ellerimi arayacak belki ellerin Aheste akıttı gözlerin yaşlarını Umursamaz oldu gönlün telaşlarını Seyredince şimdi ilk zaman aşklarını Susup da inkar edecek belki dillerin Sual II Sebepsiz açmadı güller gelen baharla Onlar ki; kırmızıya boyandı kanlarla Bülbüller de unutulurken şarkılarla Duyar, mırıldanır anlatamaz sözlerin Bazen oldu, mutluluk sanki bir oyundu Yıldızlar serpilip gökyüzüne dizildi Ay gecede aşk için güneşe soyundu Görünce durup yaşatmayacak kalplerin Haram kıldı Mevla, gözlerini sevdaya Uzanamaz etti, ellerini devaya Dilbazdın, susturdu dillerini kelama Şimdi nasıl kavuşur sözlerin manaya? Nerede, kim için atacak ki kalplerin?

XI


Veda Bitti gece, gün karanlık Madde ruh; nefs aydınlık Süslü, dinle; boş lakırdı Sussun gitsin, bitti sahne Söndü resim, şimdi sensin Damla damla merdivenli Çizgi çizgi bir uzaklık Ufuk derler, ‘dar burunlu’ Geniş alnın doysun artık Secde bilmez kirli gözler Yaşlı cüzdan, genç beyinler Puslu görür, kemse gözler Rütbe rütbe yüksel artık Yüksel, yüksel… taşlı yollar Yollar şimdi sayfa sayfa Bitti sayfa; son karanlık; Gözce’m derdim, derman sözde… Gözce derdim; derman gözde…


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.