Rafadan 07

Page 1

Herkes kendi sıfırını seçme ve kendi sıfırından başlama hakkına sahiptir 2012 ve sair kimseye dayatılamaz.

Rafadan Hep Sıfırdan! rafadandergi@gmail.com

Düşünce, Edebiyat Dergisi Mayıs, 2012 Yıl: 1 Sayı: 7

Bir gün beni de anlayan insanlar olacak sanıyordum yazmaya başlarken. Okudukça yüzündeki tebessüm gülümsemeye dönen, gözleri puslanan insanlar… Sonra buğulu gözleriyle, kahkahalarla ‘aptal, aptal, aptal!’ diye haykıracaklarını hayal ediyordum. Beni anladıklarını hissedeceğimi sanıyordum. Bir gün birlikte yürürken sahilde, ikimizin de saçlarının rüzgârda titreyeceğini ve aynı duygularla ayı arayacağımızı sanıyordum birbirimizden habersiz. Tutunmak için gözlerimiz, uzak bir minareyi seçecek diye bekliyordum doğrusu. Belki bir otobüste yaşlılara yer verdiğim için diyordum, toplum düzelecek, insanlar yeniden farkına varacaklar iyilik yapmanın keyifli bir şey olduğunu, hatırlayacak, özlerinde bir tatlı ürpertiyle onlar da ayağa kalkmak, bir şeyler yapmak isteyecekler… Yahut uzaktan geçen bir bozacının sesi alıp götürmeye yetecek hepimizi. Hep birlikte eskilerden bahsetmeye başlayacak ve çatlayana kadar da böyle konuşmaya devam edecektik. Konuştukça eskileşecek, eskiler gibi olacak, siyah beyaz, durağan, mutat ama ‘monoton’ olmayan bir şeyler gelip hayatımıza yerleşecek ve biz eskilerden olmanın aslında utanılacak bir şey olmadığı, övünerek haykıracaktık. Belki yere tükürmekten yalnızken de çekinirdik bir gün. Hep birlikte, yere düşen bir şeyi almak için eğilir, tokuşan kafalarımızın sızısıyla ismimizi söylerdik… hayatın bizce’si olan ismimizi, hiçbir karşılık beklemeden, yerdekini kaldırmak için eğildiğimiz gibi…


Ters Köse Ethem Köse Yarın bana soracaklar, neredeydin diye. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ne demeliyim bilemiyorum. Nerede olduğumu bilmiyorlar mı sanki? Saçma sapan şeyler işte. Bırakmalı mı işi gücü? Nereye kadar, nereye kaçabilirim ki hem? Bilmiyorum, kaçmak bende bir acı hastalık. Kalbini kırdıklarım beni anlayamazlar, âşık olduklarım bana çok uzaklar. Dostlarım, dostlarım, dostlarım diyordum hepsine; ama beni bir türlü anlamayanlardı dostlarım. Uyuyordum, diyeceğim. Komik bir tavır mı takınacağım bunu derken? İnandırıcı mı olmalıyım? Mahcup mu görünmeliyim? Ben uyuyordum ve uyumak da bir başka hastalığım oldu artık. Düzensiz uyumak, uzun süre uykusuz kalmak ve uzun süre uyumak. İnsanların içine giremiyorum, aralarında sırıtıyorum. Ben de farkındayım bunun. Yazı yazıyorum, yazıyorum ve anlatamıyorum. Niye yazıyorum? Ben mi seçtim sanki bunları? Uyandın mı artık, diye soracaklar. Ne diyeceğim? Uyanmasam ne işim var burada…? Yoksa, hâlâ uyuyorum mu demeli? Ne anlayacaklar ben böyle söylerken? Hakkımda ne düşünecekler? Onlarla dalga geçtiğimi mi sanacaklar? Onlarla dalga mı geçiyorum? Hayır, beni anlamıyorlar ve artık hiçbir şey trendeki gibi olmayacak. Tren? Ne oldu ki trende? Cevap vermeden kapının önünde öylece duracağım. Her şeyin aktığını düşüneceğim. Her şey akıyor sonsuza doğru, diye bakacağım camın arkasına. Kendilerini umursamadığımı düşünecekler, haklılar. Ama konuşmamak demekle susmak demek aynı şey değil… Anlatacağım bir gün onlara da bunu. Bir soru daha soracaklar, anlamayacağım. Sadece onlar ve ben birbirimize yabancı değiliz, aynı zamanda anlaşmak için ortak bir dilimiz de yok. Onun için duyup da anlamayacağım. Ama saçmaladığımı sanıyorlar. Efendim..? diyeceğim. Tekrar edecekler. Tekrar anlamayacağım. Düşünür gibi yapacağım camın arkasına bakıp. Bu sorunun da zamanaşımına uğramasını bekleyeceğim. Belki sıradaki soruya anlamlı bir cevap verebileceğimi umuyorumdur. Ama öyle olmuyor. Bir sonraki soru da anlamsız, gereksiz ve saçma geliyor. Susuyorum bu yüzden. Onları anlıyorum ben; merak ediyorlar. Ama anlamak istemiyorlar, sadece merak ediyorlar.

II


Belki de seni işten çıkartmalıyım artık… diyecek patron önündeki kağıtlara bakarak. Aslında kâğıtlara acıdığımı asla fark etmeyecek. Sessizce ben de kâğıtlara bakacağım. Diyeceğim ki, siz daha iyi bilirsiniz. Hep onlar bilirler zaten. Aksini iddia etsem, iddiama sağlam deliller getirsem de ‘hep onlar bilirler…’ Ben de aksini iddia etmeyeceğim bu yüzden. Hep bildikleri gibi olacak ve hep daha iyi bilecekler. Ama benim de aşağılık olduğumu bilmem gerekir, bu yüzden de sürekli bana soracaklar, suskunluğumdan kendi bildiklerine bir pay çıkaracaklar. Sadece kâğıtlara acıdığımı asla fark etmeyecekler. Siz daha iyi bilirsiniz, diyeceğim. Korktuğumu zannedecekler. Hâlbuki ben ‘evet’ diyordum, çıkartın beni işten ve düşlerimi uyandırmayın bir daha. Bana rüyamı mı soracaktınız? Niçin uyandırdınız? Normal değilsin sen… Seni işten çıkartmalıyım belki…? deyip tekrar susacaklar. Bana düşünme fırsatı verdiklerini sanıyorlar. Oysa ben zaten hepsini daha evvelden düşünmüştüm. Söz konusu kırılan vazo olunca açıklayamıyordum sadece bunları. Onlar da biliyorlardı zaten. Ama hep daha iyi bildikleri için açıklayamıyordum durumu. Bir şey demeden öylece kapının önünde bekliyordum. Beni işten çıkartmalı mıydı, diye sordum kendime tekrar, sahilde yaptığım gibi. Camın arkasına bakıyordum artık. Kâğıtları kendi kaderlerine terk etmiştim. Yerinde olsam, diye başlayamadım; bütün benliğime böyle ihanet edemezdim. Etmedim de, bence kimse yerinde olamazdı. Çocuklarımdan bahsetmemi bekliyor gibiydi. Kalemi çevirdi elinde. Kâğıtlara baktı. Bir şeyler çiziktirdi sanki. Dikkatim dağıldı, kâğıtlara acıyamadım. Bana baktı, kendisine bakıyordum. O zaman eğdi kafasını. Bir yerleri mi arayacaktı? Muhasebeyi mesela? Sakince bekledim ve ne diyeceğimden habersizdim. Buranın bir düzeni var… diye başladı. Camın arkasına baktım tekrar. Yüzbinler defa aynı şeyleri dinlediğimi düşündüm. Şimdi dinlemiyordum, yüksek binaların amaçlarını düşündüm. Bilemedim. İki katlı evler görmüştüm Ankara’ya giderken. Onlar geldiler gözlerimin önüne. Hiçbir şeyin trendeki gibi olmayacağını düşündüm. Tam emin olamadım. Camın arkasına baktığımı hatırladım ve son cümleye yetişmem gerekti; …belki seni işten çıkartmalıyım.

III


Siz de biliyorsunuz ki… diye başladım. Çünkü onlar iyi bilirlerdi. Beni işten çıkartabilirlerdi tabi. Peki sonra ne yapacaklardı? Bir başkası, bir başkası ve bir başkası daha. Böylece yılda onlarca kişiyi işten çıkartmış ve onlarca kişi işe almış olacaklardı. Hâlbuki her insan uyuya kalabilirdi. Burada işleyişin de kesintiye uğramaması için… …siz daha iyi bilirsiniz, diyerek bitirdim. Başımı yere eğmedim. Zaten ayaktaydım, camın arkasına baktım tekrar. Keşke ‘siz daha iyi anlarsınız’ diyebilseydim. Ama onlar yalnızca biliyorlar ve nasılsa anlamıyorlardı. İşte, beni işten çıkartmışlardı. Şimdi işsiz ve yorgunum üstelik. Bir yeni işe alışacak kadar gücüm yok, zaten iş de bulamayabilirim. Varlığı anlama çabam ve ben, bir kere daha kapı dışarı edilmiştik. Onlar daha iyi biliyorlardı!

*** Yolcu(luk) II Uğur Yılmaz Yeni kalemler, yeni defterler, yeni yazılar içindi. Bir kenarda duruyordu. Oysa şimdi yazılanlar herhangi bir kalemle de yazılabilirdi. Öyle de yaptı! Yine geç kalmıştı. Keşke bir arabam olsaydı diye geçirdi içinden. Arabalar... hızlandırılmış serüvenler gibi... Bir yerden başka bir yere gitmeye bu kadar acele etmeseydi insan, icat edilmezdi. Artık normal gelmeler, geç olarak kabul ediliyordu; oysa bir arabası olmayan için erken bile sayılabilirdi geldiği vakit... Muhtaçlığını acziyle perçinleyen insan kendine yeni, modern sıkıntılar edindi. Yani önce arabayı buldu, sonra geç kaldı... Bir yerden bir yere en çabuk şekilde gidememe korkusu... intihar gibi bir şey! Çünkü bir intihar olabilirdi ancak, asıl çıkılan yolculuğu bu kadar yavaştan almak; esas gidilecek son duraktan, saatte yüz yirmi kilometre hızla uzaklaşmaya çalışmak...

IV


Değişmez Değişkenler Münir Ersan Tuna

severim ben yeşile kaçan maviyi sarıya tutulan yeşili sonbaharı severim yağmur ıslatmazsa düşlerimi gitmeleri severim ben ardında bırakacaksa kalmaya gebe gülüşleri kafesleri severim ben tutsak olmaya tutkun kuşlar gibi yüreğim gibi severim ben göğüs kafesimi tutmayı severim ben sözlerimi hele incitecekse bir damla çiçek açan gözlerini dönmeyi severim ben yarı yoldan yanlış yolun sonuna varmamayı severim acıyı da severim hissettirecekse yeniden nefesimi dikeni severim ben kanatsa da ellerimi tebessüm ettirmeyi severim gül güzelini bir sensizliği sevmem ben çaresizliği kalmıyor çünkü sen gidince hiçbirinin değeri

V


Karanlık - V Sedat CAN “Bırak kendi bildiğini okusun… Nereye istiyorsa oraya gitsin, bırak!” Bir takım bağrışmalar, hızlı adımlar, sert çarpan araba kapılarından sonra yabancı olduğu bir ses, yabancı olmadığı bu kelimeleri söylemişti. Durdu, elindeki kitabı masaya bıraktı. Gönlünde bir burukluk hissetti. Hiç yaşamadığı anılar canlandı gönlünde. Sanki yıllardır bu anı yaşıyordu. Camdan dışarı çıkmaya uğraşan aptal bir sinek gibi hissetti kendini; sıkışan, yerini arayan, her seferinde cama çarpan, üzerinde gezdiği camı kendi yeri zanneden ve perdeyle cam arasında ezilmeye müstahak bir kara, bir aptal sinek! Toplumsal zorlamaların etkisiyle yaptıklarını düşündü sonra, ilkokul ve lise yıllarında… Belki bu günleri aptallıktan saymayabilir yahut o günlerde zaten aptal olduğunu peşinen kabul edebilirdi. Ama bir adım öteye gidince, kendi güvenli bölgesinin olmadığını fark ettiği o çarpışmaya kadar hep toplumun zorlamalarıyla bir işler yapmıştı. Kendi anıları olmadığı için konuşmaktan geri duramamıştı mesela, arkadaşlarının maceralarını -biraz da değiştirerek- anlatmış, sonra yine toplumsal baskılara boyun eğerek ‘diğerlerini’ eleştirmiş ve açıkça dedikodu yapmıştı. Yine toplum ona saç tıraşı şekli dayatmış ve ‘böyle güzel olmamış’ların, ‘eski hali daha iyiydi’lerin o kırıcı baskısıyla her seferinde farklı bir berbere gitmiş ama hep ‘adama benzemeden’ kalkmıştı o koltuktan. Berberin hangi toplumdan olduğunu hiç sormamıştı kendine. Bunun gibi pek çok tercihini, toplumun baskısı altında kalarak yapmış, yine de toplumu memnun edememişti. Bu bezginliğin mazisinde işte bunlar yatıyordu. Ama o zamanlar hiç birinin farkında değildi. Henüz bunları düşünemeyecek kadar ‘toplumcu’ydu. Sonra bir gün, her şeyi fark ettiği bir çarpışmaya duçar olmuş, bir çarpışmanın tarafı olmuş ve çarpılmıştı. Sonra üzerindeki toplumsal baskıyı fark edinceye kadar niçin’leri birbirine bağlamış nihayet bütün bu yaptıklarından keyif almadığını kendine itiraf etmiş ve daha sonraki ‘niçin’ onu topluma düşman etmişti.

VI


Artık toplumsal zorların farkına varmış ve bu zora baş kaldırmış, muhalif olmuştu. Böylece kendi keyfince yaşayacağına ant içmiş ve tüm dostlarına, tüm toplumsal zorlama parçalarına, bu zorun tüm uzantılarına sırt çevirmiş ve “kendi keyfince” yaşamaya başlamıştı. Şimdi duyduğu bu sesler, onda piç bir anıyı, hiç yaşamadığı ama hep hissettiği duyguları, hiç okumadığı roman, hikaye ve şiirleri hatırlatmış ve bir an kendini unutmuştu. Öyle sanıyordu. Aslındaysa toplumsal zorlamaların aksini yapıyor ve söz dinlemeyen bir ergen gibi burnunun dikine gitmekten başka bir şey yapmıyordu. Canının ne istediğini sürekli kendine sorarak, kendi keyfinin toplumun yaptıklarının aksini istediğine kendini inandırarak da yine toplumsal zorlamaların etkisiyle yaşıyordu.

*** Yalnız başına anlamı olmayan veya soğuyunca bütün tadını yitiren yahut başka şehirde geçmeyen bir şey gibiydi. Oturduğu yerde bir medeniyet kurmuş, sonra onun nasıl yıkılacağını düşünüp, bulup, bu sebeplere şimdiden önlem almayı istemiş, kendi medeniyetinin çöküşünü tasavvur etmiş ve onu yıkacak sebepler bulmuştu. Şimdi iş bunlara önlem almaya, henüz bu sebepler var olmadan, yumurtalaşmadan onları yok etmeye kalmıştı. Gelen tramvaya bindi ve duracak bir köşe aradı kendine. Şemsiyenin kapının arkasında durması gereği gibi bir ihtiyaçtı kendisinin bir köşede durması, böyle bir anlamdı... biliyor, fakat anlatamıyordu. Ve o köşeye, durmak için muhtaç olduğu herhangi bir köşeye -ki kendisi durmak için muhtaç olduğuna göre herhangi değildi- geçip durmadan rahat edemiyor, kendi ve tek dünyasına dönemiyordu. Tramvay kalabalık ve tüm köşeler dolu (dolayısıyla herhangi) idi. Köşesini bulamadığı için bir yere tutunmayı aklına getirmemiş ve hareketin ilk sarsıntısıyla yaşlı bir adama çarpmıştı. “Affedersiniz.” “Önemli değel yeğen…” Hayır, böyle olmamıştı. Aptal aptal adamın yüzüne bakmış, kendi köşesinin dolu olduğunu veya adımın yanlış yerde durduğunu ima eder gibi derin bir nefes almış, adamdan bir özür bekler gibi uzun uzun bakmış, adamı ‘önemli değil…’ demeye mecbur saymış, adamı ‘önemli değil…’ demeye mecbur etmiş ve adama ‘önemli değil…’ dedirtmişti. Sonra aptal aptal ve gerek de yokken ‘Affedersiniz.’ demişti.

VII


Geri döndüğünde elini bir yerde tutunur, ayaklarını hazır ol’da buldu. Yine de bir köşe bulamadı. Düşündü, böyle olmaması gerekirdi.

*** ‘Seninle konuşmak istiyorum.’ Olurdu, konuşsundu. Peki ne anlatacaktı? Bunu dinlemeden bilemezdi. O halde dinlemeliydi. Ama anlaması da gerekirdi; sonra kendisinin de konuşması… ‘Ne hakkında?’ Aslında ne hakkında olduğu onu ilgilendirmezdi. Konuşma gereğinin doğması anlamına takılıp kalmıştı. Birisi niye bir başkasıyla (ve özellikle kendisiyle) konuşma gereği duyabilirdi? İnsanın bir konuşma ihtiyacı vardı. Aslında ihtiyaç olan şey düşünmek ve düşünmek için gereken fikri alt yapı, yani okumak… ve bunun için de dil öğrenmek, yani konuşmak. Konuşmanın başlarken bir ihtiyaç olduğunu kabul ediyordu. Sonra nasılsa insan içinden de konuşabilir, yani düşünebilirdi. Zaten ne hakkında konuşulsa yanlış, boş ve gereksiz… Elleri önünde birleşmiş ve kafası hafif sağa eğik, gözleri yere bakıyordu. Düşünüyordu. Düşünmesi onun dinlemesine ve anlamasına engel oluyordu; çocuktu hepsi, bunları zaten biliyordu. Karşısındaki sustu ve bir cevap bekliyordu. Gözlerini yerden kaldırdı, kafası eğikti. Düşünüyordu. ‘Olabilir.’ Dedi. Vedalaşmayı umuyordu. Karşısındaki bir sandalye işaret etti. ‘Ama şimdi gitmem gerek…’ dedi. Demek zorunda kaldı. Çünkü korkuyordu. Bazı anlamları sakladığı yerde büyük bir yangın çıkmıştı yıllar evvel. Sonra geri döndüğünde zararı tespit etmesi gerekti. Yananların arasında kendisinin oraya bırakmadığı, bırakmadığına emin olduğu bir şey buldu. Bu yangında mutasyona uğrayan bir anlam, bir fikir, bir düşünce kalıntısı olmalıydı. Mutant anlamdı bu. Mutant ellenmeye, ayaklanmaya başladı. Ne olduğuna anlam veremedi. Hâlâ ‘hangisi’ diye soruyordu. Tanımadı. Mutant anlam büyüdü, ellerini ve ayaklarını doğurdu kara, tozlu çemberinden. Kendisini kavrayacak ve yakacak veya hesabını soracaktı bu yangının. Titreme hissetti. Yanmanın acısını biliyordu. Hesap veremeyeceğini biliyordu. Kaçması gerektiğine emindi.

VIII


Geri dönmeye, çekmeceleri, dolapları arayıp yanmamış bir şey bulmaya cesaret edemedi. Karanlık çöktü sonra o yerin üzerine. Belki bu bir işaretti. Sonra beğenmediklerini atacaktı bu karanlık ve yangın kokan yere. Bu yer, artık terk edilmiş bir yerdi. Sebebini bilmediği bir yangının elinden aldığıydı. Kendine unutturmaya çalıştı, olmadı. Korkuydu bu yerin ismi… Kendine hatırlatmadı. Sonra bir bahar sabahıydı. Uçurması düşmüş, kaybolmuş, ararken de dayak yemişti. Yakılmalı bu, diye düşündü. Bir keresinde babasının verdiği harçlığı az bulmuş, masaya bırakmıştı; anlamı kalmayan bir anıydı. Babası ölünce gereksiz de olmuştu. Yakılmalı… Sonra bir kız vardı, âşık olmuştu. Ama kız ne bilsindi! Anlamazdı, asla anlamazdı… Öyleyse dedi, bu da yakılmalı! Bir defasında küfretmişler o da kendisine iletmişti… küfredilen arkadaşıydı onu tersleyen. Sonra bir kavga çıkmış ve ünlemli cümlelerden dayak yemişti. Bir başarısızlık… Yanmalı, ancak yanmalı! Sonra bahçesinden erik topladıkları adamdı… sonra kendisine ait olmayan… bahar sabahı kapısında beklediği kız… yine mi kovulmuştu? Yanmalı hepsi! Yetmez dedi, yine yetmez… Kumar oynadığı günlerdi, kendisini kusturan hastalıklar… Bir keresinde kasadan para almış ve dövülmüştü. Kasa para alınmak için değil miydi? Onlar ne bilsinlerdi! Yak öyleyse! Arkasından bir de lanet okudu. Hepsini o büyük yangının çıktığı yere attı. Sanıyordu ki, bir başka yangın daha çıkacak ve bunların hepsinden kurtulacak. Bir işaret gerekiyordu belki bu büyük yangın için… Acaba diğeri nasıl çıkmıştı ki o yangının? Hatırlayamadı. Yangın da çıkmıyordu bir türlü… Kendisine hatırlatmak istemedikleri, yakmak istedikleri Korku’da birikti. Orası, oraya çöken karanlık, mutant anlam ve yangından kalan koku… Kurtulmak istiyordu, yansınlar istiyordu. Kendi haline bıraktı; yanacaklardı! Geri dönmeden önce ‘olabilir’ deyip kabul ettiğini, ‘gitmem gerek’ diyerek o karanlık yere attı. Nasılsa anlamayacaklardı, konuşmak gereksiz, dinlemek daha gereksizdi. Belki dinlemeli… Geri döndüğünde ellerinde bir çift göz buldu. Karşısında bir el, onu bekliyor… elini uzattı, ‘Gitmem gerek…’ dedi tekrar. “Sizi dinlemeyi çok isterdim ama…” Kendisi zaten biliyordu.

IX


Kaybolan Meydan Mücrime LEM

Ayağımın altında incecik bir rüzgar… birisi uzun uzun üflüyor sanki. Kulaklarımda bir kadın sesi, şarkı söylüyor. Kendi beğendiği bir şarkıyı benim de beğeneceğimi umarak, beğenmemi bekleyerek, beğendin mi diye sormak için söylüyor. Birisi hal hatır soruyor. İyiyim diyorum. Aklımda bir iyilik doğar gibi oluyor. Yüzüne bakıyorum, inanıyor; iyiyim diyorum. Omzuma dokunup iyisin diyor. İkimiz de birbirimize bakıyoruz. İkimiz de kadın sesini yalnızca kendisinin duyduğunu sanıyor. İkimiz de aç değiliz. Bir elimi koynuma götürüp eğiliyorum. Kalabalığın karşısında kendi acısıyla meşgul olan gibiyim. Kadın acıyla kıvrandığımı sanıyor; sesine yanık bir şeyler gelip ekleniyor; hala kulaklarımda. Henüz kendimi kaybetmedim ve kadını dinliyorum. İki kere yaşayacak gibiyim. Nefesimle başlayan ve onun gibi dışıma çıkıp giden, kaybolan bir sancı duyuyorum. Eli koynunda daha fazla kalamayacak gibiyim. Bu acıyı artık paylaşmak istiyorum. Hem yutkunuyor hem de elimi koynumdan çıkarıyorum. Elimi biri tutup sıksın diye bekliyorum. Hayır, kadın şarkıya kaptırmış kendini ve artık onu herkes duyuyor; eminim! Herkes büyülenmiş gibi onu dinliyor… ve ondan nefret ediyorum! Aklımda bir iyilik ölüyor. İki elimi de koynuma götürüyor ve kendime sarılıyorum. Kafamı iyice eğip saçlarımı kollarımda hissediyorum; yoksa kollarım mı saçlanıyor? Şükür ki nefes alacak kadarım. Artık sancı duymuyorum. Şiirli mezar taşları gibi bir şarkı oluveriyor kadının sesi. Büyülenecek gibiyim. Yaklaşan bir ses var; şarkı ve hal hatır sormayan bir ses. Karar vermem gerektiğini hissediyorum. Ne için? Kalabalıkla acımı paylaşamam hem. Kalkıp gitmemek de kalabalığın kararı. Saygı duymamı bekliyorlar. Ellerim koynumda, son defa nefes almak ve bu boğazımdan inmeden yutkunmak istiyorum. Geriye sayacak ve müsaade isteyeceğim; önce şarkı söyleyen kadın sesinden.

X


Havaya yazılan şiirli mezar taşları. Kapıdan çıkınca merdivenler uzanıyor aşağı doğru. İki tarafta mezarlıklar; alçalan ve yükselen. Sol tarafta manzara; daralıp genişleyen. Merdivenleri işaret ediyorlar. Kadın sesi uğurluyor beni bu sefer ağıt yakar gibi. Kadın sesi uğulduyor kulaklarımda. Yağmur henüz dinmiş gibi hissediyorum. Ayağımın altında ince bir rüzgar var hâlâ. Arkama mı bakmalı, son bir selam, bir el sallama…? Gerekmez diyorum. Zaten sallamadıklarımdandı ellerim. Aşağı doğru merdivenleri kullanarak inmeye başlıyorum. Manzaraya katılan mezar taşları… Bir tanesindeki tarihler bana tanıdık geliyor. Düşünmüyorum şimdi bunlar. Merdivenlerin indiği yeri de merak etmiyorum. Aşağıdan gelecek kimseyi de beklemiyorum. Yere de manzaraya da azar azar bakarak, ikisinde bir şeyler eksilterek ve ikisine de bir şey katarak aşağı doğru iniyorum; basamak basamak. Bazı mezar başlarında insanlar. Ağlamıyor ve her şeyi kabullenmişler. Hak veriyorum onlara. Acılarını da paylaşmak istemediğimden yere bakıyorum. Beni hiç fark etmediler. Sırtları bana dönük, önlerinde mezar taşı ve manzaraya bakıyorlar. Mezarı mı, içindekini mi düşünüyorlar? Beni hiç fark etmediler; basamak basamak yere bakıyorum. Bazı mezarların da başında insanlar oturmuş; elleri dizlerinde, elleri saçlarında, elleri gözlerinde insanlar. Mezarı önlerine almışlar yine. Bunlar toprağa bakıyorlar; acıklı bir şarkıya bakar gibiler. Onları rahatsız etmek istemiyorum. Basamaklar aşağı doğru uzuyor. Merdiven gibi düşünüyorum; ikimiz de aşağı iniyoruz. Ne kadar geride kaldı diye arkamı dönüp bakınca şarkıdan bir parçayı diyen duyar gibi oluyorum aynı kadın sesinden. Bana sallanan eller görür gibi oluyorum. Bazı mezarların da başlarında yine bazı insanlar; ayaktalar. Yüzleri bana, sırtları manzaraya dönük. Mezarı da arkalarına almışlar. Sarı saçlı bir manzara, sarı saçlı bir mezar gibiler. Poz verir gibiler. Anlam veremiyorum. Onlar da yukardan mı geldiler? Ayrıldığım yeri özler gibi oluyorum. Aklımda nefretim sönüyor ve bir özlem doğar gibi. Bakıyorum; basamaklar. Aşağı inmekten başka yol olmuyor basamaklar. Olduğum yerde kalakalıp karar vermem gerektiğini

XI


ve bir nefeslik o sancıyı duymak istiyorum. Olmuyor. Basamakların bittiğini hayal etmek zorundayım.

*** Yağmur dinmiş ve basamaklar bitmişti. Sola ve sağa, aynı duvarın dibinden giden ve belki aynı yere çıkan, düz ve basamaksız iki yol vardı. Karar verme gereği gibi belki. Sağdan dedi gibi duydum şarkıyı. Soldan esen rüzgar gibi sağa gitmem gerektiğini hissettim. Duvarların arkasında mezarlıklar gibi bir soğuk duyarak sonuna geldim daralan yol ve duvarların. Meydana çıktım! Yalnız bir adam geçebilecek kadar geniş veya dar bir aralıktan, bir adam gibi ve yalnız tek bir adımda geçtim; meydana çıktım! Apaydınlık bir meydandı. Üzerinde sonsuza uzayan göğü de içine alan, anlamına katan, uzak bir meydanmış aslında. Üç güneşin ısıttığı, üç güneşçe aydınlatılan büyük bir meydandı karşımda. Kalabalık. Aydınlık. Uzun, geniş ve duvarlarla son bulan, çok aydınlık bir meydandı bu. Bütün geçmişi eriteceğim yerin bu meydan olacağını içimden geçirdim. Birazdan meydana karışacağımı, kalabalıktan bir parça olacağımı ve geçmişimin eriyerek kaybolacağını hayal ettim. Ne şarkı, ne hal-hatır… Ne basamaklar, manzara ve merdivenler; ne mezar taşları ama! Yeni gibi güneşlerden başlayarak hissedeceğimi, çocuk gibi büyüyeceğimi ve meydanla birlikte genişleyeceğimi hissettim.

***

Fark ettim ki; Mutsuz insanlar daha kısa, ama daha çok konuşuyorlar. Mutsuz insanlar daha uzun, ama daha az konuşuyorlar. Münir Ersan Tuna

XII


İlan-ı Aşk E.B. Mesela mail adreslerinde plaka veya doğum tarihleri... Ya da kendimizi ifade eden ilk rakamlar. yaz ayları, salı günleri... Yahut baharın yeşil, kışın beyaz, sonbaharın sarı oluşu gibi... Seni seviyorum. Uzak denilen ve üzerinde uzlaşılamayan, elektrik denilip anlatılan, kırmızı diye tarif edilen bir şey gibi… Seni seviyorum. Suyun tadı, suyun rengi, suyun kokusu, suyun şekli… Anlatılamayan ve çok sevilen, susamak gibi de bir ifadesi olan, bende titreme olup karşılık bulan, anlaşılan bir A4 boyunca… Seni seviyorum. Yorgunluğun uzak bir yerden geldiği zannı gibi kendimde taşıdığım ve uzak yerden gelmeyen ve kendi dışımdaki bir ifademe anlattığım, aslında bildiğin ve benim olmayan bir dua ile… Yalnızca bu binadan çıkmasına müsaade edilmeyip, başka her yerde anlatılabilen, anlaşılabilen; rutubet nüfuz ettiğinde peynirin küflenmesi gibi önüne geçilemeyen ve kuşların da korktukları bir gelincik gibi… Yeşilin nasıl olup da sararması, çiftçilerin Allah’a daha yakın olması, göklerin bulutlandığı gecelerde de var varlık bulan ay gibi… hatta ışıkların istemeseler de aydınlatması ve karanlıkların korktukları bir gerçek gibi, dalga dalga değil de tek bir çeltik sanki, ân ile ân arasında geçen anlar, aylar olup suda çözünemediği için ve de bunun gibi bir başka ifadesi de olmayan… anlattıkça gereksiz ve köksüz bir şey olan, mumyalandıkça toprağa daha çok karışan, göz nuru diye anılan, ele ayağa düştükçe körleşen ve köksüzleşen ve köklerine yakın olduğu, olması gerektiği, olduğu sanıldığı halde köksüzleşen… Günün birinde diye ifade edilen bir tarihten bugüne kadar, geriye doğru başlayan bir hayat hikâyesinin noktalamaları eksik olan kısmında, titreyen ellerin ve sağır kulakların da ifade ettiği gibi; aslında okunmadan da sonu bilenen, yine de kıyılamayan ve bir göz nurunun bendeki karşılığı olarak, noktalama işaretleri olmayan ama başka türlü de vurgulanamayacak pek çok iç içe geçmiş anlam halkalarının karşılıklı ve yine de zincir olmaları gibi, satıhtan başlayarak ve yine de zemine doğru sızan ve akar gibi açıkça sızan, bir çakmak kadar az şeye muhtaç… ancak onu da aramayıp bulamayan ve yanamayan ve yakamayan ve parlamaktan da yoksun; üç noktalara sığması gereken bir şeyleri de içinde barındıran ve yalnızca belki üç noktalarda okunabilen seni… Seni seviyorum.

XIII


Bir aşk hikâyesine dönüşmesinden korktuğum için yarım bıraktığım, özlemle ve tamamlanmış olarak, yine de yarım ve yarım ve açıkça yarım bıraktığım, kel başa şimşir taraklar dünyasında çok da sırıtmayan… belki uzaklarda bir gün ama yine de günün birinde olan bir yere kadar zaman ile mekânın değil de camekanla suretim arasında her ne varsa incitmeden beni yansıtan ve dosdoğru, hiç katmadan arkasındakilere beni, bana arkasındakileri, bana kendimi ve arkasındakilere arkamdaki boş pantolon, gömlek ve fanilaları işaret eden… her ne varsa… ki görülmeyip kabul edilen ve kabul ettiklerimize katılıp göremediklerimizi de anlamlı kılan bir şey gibi; ufukta önce bacanın görünmesi zorunluluğu doğuran, yine de kabul görmeyen… anlaşılmasını kimseden bekleyemeyeceğim bir iki üç arasında virgül gibi olan yine de dört gibi ne beş ne de altıya muhtaç ve beşe gebe ve üçü de barındıran bir isim gibi… görünmeyen her ne varsa; seviyorum seni. Altında çokça anlamların barındıran, yine de birini anlatmakla yetinebilen, süslü değil de sade ve anlamlı olan, cümle değil de bir kelime ve soylu bir kelime olan, uzakları da içinde barındıran, doymayıp uzakları başka bir anlamıyla içinde barındıran, doymayıp senin de içinde olduğun uzakları bile içine alan ve yalnızca benden yoksun, yalnızca beni kovan o harfler kadar derin ve kör gözlerin bile hissettiği kadar kırmızı; seni seviyorum. Seni seviyorum’ların halka halka zincir olup uzandığı ve senin her yüze bir parça karıştığını bilerek, her yüzü biraz da yüzünden severek… ve belki de parmaklarını, ellerini, kollarını ve birleşen bir cam ile gözlerin arasında duran ve görünemeyen ama sen ve ayna arasında olup, seni sen, camı ayna, aynayı ayna, aynayı arkasındaki insanları da içine katan bir cam yaparak… uzaklaşan ve yakınlaşan ve kendine ait olduğunu gördüğün ama emin de olduğun senin kontrolün dışında olanlardan… ve sanki hepsinin seni anlattığı Cuma hutbelerinde birer ikişer olup içeri giren ve sonra uzayan saflarda ve sonra uzayan dualarda kısa tutulan ve bir kelime olduğunu sandığım, doyamadığım bir kelime olmasına, anlam veremediğim… doyulmayan ve bir kelime olduğu için de değil hem, doğduğu yerdeki çok kelimelerden haber verip o kelimelere de bağlanacağı hissi veren… bir duygu olan ve her çeşit göz yaşından bir damlanın birleşerek, musluktan akarcasına bir zincir olduğu, bir duygu olan bir şey gibi… Seni seviyorum.

XIV


Kendinden sonsuz olan ve yalnızca bir kelime olan, bütün kelimelerin kendisini anlattığı ve bütün rakamların da o kelimeden doğup üredikleri, suyun ve kelimelerin aslında aynı şeyi ifade ettiği, suyun susuzlukla değil de kendiliğinden ve rakamların da kelimelerle değil de dilden ifade edildiği semboller gibi… mantıklı veya mantıksız, kel veya saçlı, kör veya topal arasında bir ayrımın yapılmadığı ve benim bir yer, seninse her yer veya yine hiç dediğin gibi, anlamayarak ama baştan sona, sondan ortaya, orada baş ile buluşup şu ânı anlamlı kılacak şekilde birleşmesini niyaz ederek ve hep ve hep ve hep’lerin birleştiği ama hiç’lerin asla birleşemedikleri ve delilleri de hep olmayıp birle yetinebilen hiçlerin, sonsuzluğu sembol eden bütünlerin bir parçası değil ta kendisi oldukları, kimsenin vücuda ihtiyaç duymayacağı, herkesin bir vücudu olacağı, yalnızların da bildiği gibi, çabuk yanan sigaraların icat edildiği, mucitlerin yeni dedikleri, kendilerine mucit dedikleri kadar icat etmedikleri bir yeni bir eski bir hep ve kendisine karıştıkları bir hiçin de içinde olan bir aşkla… hani ben böyle ifade ettiğimi sanıp, aslında muslukların kaynaktan getirip elime döktükleri ve kaynağı bana haber verdikleri, asla önemsemediğim kaynakların ve hep önemsediğim muslukların açıkça beni küçülten her şeye katılmaları gibi… sen biliyorsun işte, koridorların bina oldukları, binaların koridorlardan ibaret oldukları, iktisadın hep olduğu, iktisadın hiç olduğu, tekrarların anlamı yok ettiği, ama aksinin olması gerektiği, kel başa şimşir tarakların dünyasında sırıtmadığı anlaşılan, buralarda aksinin olmasının beklenmediği, buralarda âdetlerin bu zemin üzere yükseldiği, âdetlerini kendisi koyan, âdetlerini kendisi yıkan, âdetleri de adamına göre olan ve paralarının üzerinde kullanma kılavuzu olan, altı kırmızı çizgilerle çizilen kelimelerin sadece iki defa okunduğu ve altı çizilmeyen kelimelerin hiç de yok sayılmadıkları, ne var ki benim bilmediğim bir varlıktan bahseden pek çok şeyin de senden bahsetmeleri, iki aranın bir dereye gebeye olduğu ve derenin iki arayla hiç mi hiç ilgisinin olmadığı, derelerin iki aralar olmaksızın aktığı, akan her şeyin dere olduğu, dereden başka akanların bile dere denilip geçilecek kadar basit olduğu, ama bir kaynağa delil oldukları için hepsinin isminin farklı olması gibi, seni işaret ettikleri derece kadar, ona benzedikleri kadar sevdiğim yüzlerin birer suret bedenlerin, kalp kırmalarımdan sonra pişenlerin, akşam ile gece, gece ile seherin başka başka şeyler olması ve yine akşam ile seherin aynı renk ve başka şeyler olması gibi…

XV


tık tuk bi' tek ses tek aşk ve tek çift yahut bir kel kul hep yek ve tek aşk Hay, Hû ve ölsek Yalnız ve sessiz Çıplak ve titrek Ne ses ne tık tuk Sakin ve kaç kez Ölsek de ölsek Birden gelir sen Kör, kel ve ruhsuz... Açlık, karanlık Doysak da ölsek Ölsek gömülsek Ağlar boşalmaz Asil ve öksüz Toprak ve kemgöz Kalpsizce sussun Sessiz nefessiz Öl sen de tek sen Ölsen de teksin Bir es ve galip... Yahut karayla Evli ve yalnız... Yalnızca bir kez Ölsek dirilsek... Suçsuz ve masum Ölsek de bazen Duysak ne tık tuk Kör bir karanlık

Ölsek de görsek


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.