Rafadan 11

Page 1

Kesik kesik yollardan davet eden bakışlar; Sessiz-nefessiz, renksiz-resimsiz… Büyük büyük adamlar, ucuz oyun oynarlar; Kalpsiz, kalemsiz, ciddi kelâmsız…

Rafadan Renksiz, resimsiz. rafadandergi@gmail.com

Düşünce, Edebiyat Dergisi Eylül, 2012 Yıl: 1 Sayı: 11

Anla(mla)şma Eşref Berrak Ortalığı kaplayan dumanın çıkması için bir pencere gerektiğini düşündüm. Bir pencere dedim, dışarıya açılan. Önce dışarı ve içeri demiş oldum böylece. Sonra içerinin içini doldurmam gerekti, dışarısı anlam kazanmalıydı. İçeri nedir, cevap veremedim. Sonra dışarının dışında kalanlardı… Dışarısı nedir, içeriye sığmayan mı? Anlaşalım, bir içerisi var ve duman kaplıyor ortalığı. Bir şekilde tahliye edilmesi gerek bu dumanın. Anlaşamadık; yanmakta olan bir şey kabul etmiştim. Şimdi onu soracaklardı; neyin dumanı bu diye. Anlaşalım dedim, bütün pazarlık paylarını zaten gözden çıkartmıştım. Anlaşabilirdik, yanmakta olanın ben olduğumu kabul etseydik… Yanmakta olanın ne olduğunu kabul etmedik… Anlaşalım; yanmakta olan, dumanlar çıkaran, ortalığı kaplayan ve yanmakta olan bir şey var… Dışarıya çıkması gereken… … İçerisi veya dışarısı yoktu. Yalnızca havaya karışmayan bir duman vardı. Önünü kapladığı için ‘içeri’ diye bir yer olduğunu vehmetmişti. Dumanlar gözünün önünü kaplamıştı hâlbuki. Anla(mla)şamadık.


…but I can… Ethem Köse Keşke öğrendiğim kelimeleri cümle içinde kullanmaktan hiç vazgeçmeseydim. Keşke yediği dayaklardan ibret alabileceğim bir abim olsaydı benim de… Ağaçtan erik toplayanım! Şimdi eksiğim, kaldım yarım. Sadaka sadaka büyüyen …bir hurma ihtiyacım. Keşke dallarımı eğip büken bir bahçıvanım olsaydı; Kurtlu gövdemi budayan… aşı yapanım. Şimdi eksiğim, kaldım yarım. Sancı sancı olgunlaşan …bir hurma ihtiyacım. Sıcaksa çay… Şekersiz alırım. Keşke olsaydım sadık hizmetkârın… Kollayıp gözeten, Efendi’ye ‘sahip’im… Sensiz eksiğim, kalan yarım. Rahmet rahmet yağan …bir hurmaya muhtacım. Sıcak bir çay… Kalır yarım.

*** Düşünseli Münir Ersan Tuna aralığın yirmi sekizi günlerden Salı bugün sen nihayet haklısın Çengelköy’de oturuyorum karşımda hoyrat bir deniz rüzgâr doluyor kulaklarıma uğulduyor deliksiz arkamda genç bir anne sesleniyor çocuğuna ansızın irkiliyorum

II


buz kesiyor donuyorum yağmur basıyor Çengelköy’ü apansız önümden kaçışarak geçiyor kocakarılar boğuyor yüreğimi acılardan devşirme bir aşk kararıyor gözlerim sanki doğuştan körüm üzerime emanet bir koku çöküyor sensiz geçen her gün boğazımda düğümleniyor aralığın yirmi sekizi günlerden Salı bugün sen nihayet ilk defa haklısın seni son gördüğüm güne dönüyorum birden küçük bir masada karşılıklı oturmuşuz göz gözeyiz unutursun diyorsun unutmam diyorum çekip gidiyorsun kalakalıyorum boğazıma keskin bir sis çökmüş dönüp bakmıyor umursamıyorsun nefes alamıyorum yığılıp kalıyorum hatıraların üstüne düşlerimden tek celsede boşanıyorum aralığın yirmi sekizi günlerden Salı bugün sen nihayet son kez haklısın denizi seyrediyorum yorgun bir göğün altında arkamda küçük bir çocuk yaramazlık yapıyor annesi tatlı sert heceliyor ismini adım diline lal olmadan önce tıpkı beni çağırdığın gibi hatırlıyorum sesini yani bugün aralığın yirmi sekizi ilk defa unutmuşum seni

III


Pembe Zarflar Osman Avcı Suzan’ın gözüne takılan, sehpa üzerindeki küçük pembe zarf dikkatini çekmişti. Usulca açtığında içinden çıkan küçük kâğıtta, “Düşün ki, kapına konuşmasını bilmeyen birisi gelmiş ve sana on zarf ile bir şeyler tarif etmeye çalışıyor. Şu an birinci zarftasın ve her bir zarf için bir cümlelik ipucu hakkın var. Bir çiçeğin güzelliği beslendiği toprakla ilgili. Toprak olsan sende beslenmek için kurumuş bir çiçek olmaya, çiçek olsan seni beslemek için toprak olmaya razı olurdum.” yazıyordu. Şaşırmış bir yüz ifadesi ile kâğıda bakarak olayı anlamaya çalışmıştı. Gözlerini odada aheste aheste dolaştırmaya başlayarak düşünmeye koyulduğu esnada, gözüne menekşe çiçekli küçük saksının üzerine konmuş zarf ilişti. Yavaşça açarak okumaya başladı; “Ömrümü bir kitaplığa benzetmiş olsaydım sen bu kitaplığın en gözde kitabı olurdun.” yazıyordu. Anlamıştı artık, üçüncü zarfın ipucuydu bu. Kitaplığa dikmişti gözlerini “En gözde kitabı Kuran olmalı” diyerek üst rafta duran Kuran-ı Kerim’lerin sayfalarını karıştırmaya başlamıştı. Küçük sarı renkli mealin içindeki pembe zarfı da bulmuştu. “İnsanların en çok değer verdikleri şeyleri sakladıkları yerde saklardım seni… Çünkü benim için senden daha değerli bir şey yok!” Yazılı küçük kâğıdı da okumuştu. Biraz zorlandığını hissetti, dördüncü zarfın yerini düşündü birkaç dakika. Birden yüzünde küçük bir gülümseme belirterek aklına eşi ile yaptığı konuşma gelmişti. “bilezik takmayı hiç sevmiyorum.” “o zaman kaldır bir yere koy zaten insana yakışmıyor altınlarla dolaşmak.” “sen sakla o zaman.” “insanlar buna öyle çok değer veriyorlar ki kimileri koca koca kasalarda saklıyor. Ama ben bunun değersizliğine istinaden çatı arasındaki küçük açıklığa koyalım derim.” Gülümsemeli bir halle “çöpe atma da!” Sonra ayağa kalkarak çatı arasındaki küçük açıklığa gitmişti. Dördüncü zarfta oradaydı. Tebessüm ederek onu da okuyuvermişti. “Varlığın dünyama açılan pencere misali seninle baktığım her şey güzel.” Fısıltılı bir ses tonuyla “beşinci zarf” dedi.

IV


Artık zarfların mantığını çözmüştü. Ya cümle içinde kurulmuş bir kelimede ya da konulmuş olduğu yerle ilgili bir anı içinde saklıydı her biri. İçinde meraklı bir heyecan ile evin içinde dolaşmaya koyulmuştu. Küçük bir çatı katı ve dışarıya bakan iki penceresi vardı. Pencerelere gözü çarptığında yine bir cümle hatırına gelmişti. “Bu küçük pencereden koca bir dünyaya bakmak aslında koca bir dünyadan küçük bir yıldıza bakmak gibi çünkü sen benim dünyaya bakan gözlerimsin.” “Pencere!” dedi gülerek. “Beşinci zarfın olduğu yer pencere!” Perdenin arkasında damlalığa koyulan küçük zarfı da buldu. Artık zarfları heyecan ve merak arasında kalmış bir refleks ile açıyordu. Beşinci zarfta yazılan ise, “Seninle yaşadığım her şey bir film arşivi gibi özenle saklanmış en güzel filmlere nispet…” Okuduğu her zarftan sonra gülümsemelerindeki duygu artıyor, içindeki sevgi, merhale merhale çıkıyordu aşkın ülfet makamına… Altıncı zarfın yerini düşünmeye başlamıştı. Dilinde cümledeki kelimeler ve sesinde kısık bir ton ile mırıldanmalar… “yaşam, film, arşiv…” düşünürken ciddiyetli duruşunu yine bir tebessümle bozmuş ve televizyon masasındaki taşınabilir belleği eline alıp kılıfından çıkarmaya çalışırken fermuarı açtığı anda altıncı zarf ayak parmaklarının ucuna düşüvermişti. Ve altıncı zarfta, “Yokluğunda buzdolabına açılmış kapak gibi gözlerim hep üşüyorum sensiz.” yazılı kâğıdı okudu. Bu cümle yakın zamanda eşinin söylediği cümleye çok benziyordu. “Senin yokluğun bu eve hiç yakışmıyor, ne zaman annenlere gidip birkaç gün kalsan sanki buzdolabının önüne oturmuşum ve yüzüme soğuk vuruyormuş gibi oluyorum.” Zarfları okudukça anıları tazeleniyor oturup onları düşünmeye koyuluyordu. Ama zarfları da bulma heyecanı içinde kıpır kıpırdı. Fazla dalıp düşünmeden zarfların peşine düşmeye tekrar koyuluyordu. Yedinci zarf, buzdolabının üzerindeki tüpçünün numarasının yazılı olduğu mıknatıslı tüp taşıyan karikatürün altına iliştirilmişti. Onu da açıverdi bulur bulmaz. “Sen yanımda iken anlamsız bütün takvimler günlerden hep sen, aylardan hep sen…” Sekizinci zarf… Eve ilk taşındıkları zamanlarda duvara hicri takvim astıklarında geçen konuşmada gizliydi.

V


“Neden hicri takvim asıyorsun ki?” “Aslında önemli olan günler değil, günlerin nasıl geçtiği ama bu takvimi asmak Türk ceza kanununa göre yasak, ben buna muhalif olmak için asıyorum. Yoksa günlerin ne olduğu değil önemli olan, o gün Allah için ne yaptığın.” Duvardaki asılı takvimde yapıştırılmış sekizinci zarfı da almış okumaya başlamıştı. “Gelin olmuş kızların özenle sakladıkları çeyizler kadar değerlisin.” Gülümsemesi dozajını arttırmış bu son cümlede neredeyse kahkaha olmuştu. Daha dün annesinin özenle hazırladığı çeyiz sandığının yerini değiştirirken eşinin, “Yahu ne değerli şeymiş bunca bez. Koyacak yer bulamadık koca evde.” dediğini hatırlamış ve hemen çeyiz sandığının yanına gitmişti. Sandığı açtığında dokuzuncu zarf sanki gülümseyerek ona bakıyordu. “İnsanların yastık altında biriktirdiklerini toplasan sana eş değer bir şey var edemezsin.” Bu cümle de tanıdık gelmişti. “İnsanlar kendilerini düşünmeye başladıkça başkalarını unutur oldular güvendikleri yer sadece yastıklarının altı oldu. Öyle ki ilahları para, ibadetleri alışveriş haline getirdiler. Paylaşmayı unuttular unuttukça Allah’tan koptular ve hadlerini aşıp, -bu devirde babana bile güvenmeyeceksin!- der oldular.” Bu cümleyi hümeze suresini anlatırken duymuştu eşinden. Ve yastık altında biriken onuncu zarfı işaret ettiğini anlayarak onuncu zarfı okumanın yolunu tuttu. Yatağın başında duran yastığı kaldırdığında yeni tomurcuklanmış bir gül ve ona bağlanmış onuncu zarfa elini uzattığında kalbi anlamadığı bir şekilde çarpıntı haline bürünmüştü. Gülü eline alıp zarfı çözdü, nedense bu sefer yavaş davranıyordu. Bitmesini istemediği bir hale bürünen bu zarf oyununu kendince uzatıyordu tebessüm ederek. Onuncu zarfı açmıştı. Gözleri buğulandı anlayamadığı bir duyguyla; “Kısacası sevdiğim, Allah seni ömrümden eksik etmesin… Seni çok seven eşin.” Yazısını okuyunca içinin ta derinliklerinden gelen bir âmin döküldü dilinden. Bu dua eşinin sürekli beraberken ona söylediği dua idi.

*** VI


Arefe Seda Ketum şimdi bayram geçti geçecek son yaprağına ramak kala bir defterin çünkü sayfa kitapta olur. uzun vadeli bir yaşamla dursaydım bir hayale ilerlemek değil, yinelemek elbet ve yine tekerrür, sıkıcıdır. bu yüzdendir, ömrümde ömürsüzlüğümde bir ilk bu perdelerin havalanması kuşların şehre köy getirmesi bir ilk. demiştim, diyorum ve diyecek elbet bir gün canımdan bir parça adım aşk benim babamdır görmeyi öğreten, bulutlara. şimdi bayram geçti geçecek anlam bulmuş bir temmuz sonrası dolup taşması gibi bir ağustosun geçmesiyle bahar kokacak saçların ki elimin uzanırkenki titrekliği bir ilkten sebeptir nereye koyacağımı bilemediğim gözlerim. al bunlar ölümler bunlar da yaşanmışlar işte bir avuç al omzumda şehirler yürüyor eksik gönderildiğim dünyanın bir parçası bu bak altı parmaklı ayak diyorum, öyle uzak değil. hiç bakmadığım kırmızılıktır kirpiklerinin ardında, aşkın doğurduğu aydınlıkla parlayan. gel tutup ellerinden çay ocağına götüreyim yazıhanede bayram geçti geçecek bir yarın ki evladım yapacak seni tut gel ellerimden Diyarbakır şahit olsun kabul edilmediğim deniz, gözlerinden af diliyor ömrüme. ben de şimdi lütfedip dünyaya ve uzaya bir Pazar güneşinde, hiç dilden geçmemiş bir sır gibi seni kalbime bağışlıyorum.

VII


Silgi Tozları Cihan Deniz “bazen üzerini çizsen de okunur…” sileceksen yazmayacaksın ya da yazacaksın silmek uğruna yaza sile, sile yaza yaşlanacaksın. yaşayacaksın bir ömür denen çizgi boyunca gerektiğinde ise çizmeyi bileceksin üzerini kimi insanların, yaşanmışlıkların. öleceksin/öldüreceksin kimisini kalp içinde baş harfiyle kimisini defterinin arasında saklayacaksın taşıyacaksın biriktirdiğin silgi tozlarını aşırılan ve aşındırılan yürekler bilir ancak silgi tozlarını ve artık her biri anlamlı her biri bir yaşanmışlıktır artık o silgi tozlarının yeniden aç yüreğini ve yazmaya başla sende boş sayfa çok mürekkebin fikrindir ki bilirim sende ne tükenmezdir o fikirler ve süzülsün bırak gözlerinden yıkıntılar yaşlarla ne kadar ağlarsan o kadar temizlenirsin çünkü bardaktan boşanırcasına/denizler taşırırcasına/kainat yarılırcasına ağla neden ağladığını unutana dek yana yakıla/cana yakına ağla ve sonunda gözyaşlarını da sil ve yeniden aç yüreğini ve yeniden yazmaya başla elinde avucunda kalan silgi tozlarına rağmen ve dolayısıyla. aşırılan ve aşındırılan yürekler bilir ancak silgi tozlarını ve artık her biri anlamlı her biri bir yazılmışlıktır artık o silgi tozlarının geçmişin gölgesinde küçülür insan o küçük insanlardan sakın olma ancak unutma da elbet silgi tozlarını gelecekte geçmişe düşürmekten korurlar seni ikinci kez yazarsan aynı şeyleri suç arama kimsede beğenmeyip sildiğini yazmayacaksın şayet yazmaya çalışırsan yeniden bil ki bu son sözlerin adamlık üzerine sıfırdan başlamak diye bir şey yoktur çünkü hayat birden başlar/birinden ve biri, bir gün, biriyle ikiye geçer. bu başlanan kaçıncı sıfırdır hatırlıyor musun?! aşırılan ve aşındırılan yürekler bilir ancak silgi tozlarını ve artık her biri anlamlı her biri bir yanılmışlıktır artık o silgi tozlarının

VIII


Buluşma İbrahim Emre Günay İşte tam karşımda. Her şeyi ile tam karşımda oturuyor. Biçimli kaşlarını, yalan söyleyen ağzını, ufak şekilsiz kulaklarını, her şeyini istisnasız görebiliyorum. Elimi uzatsam mutlaka bir uzvuna dokunurum. Kendi kendime konuşsam, mutlaka duyar sesimi. Ne kadar yakın bana. İşte tam karşımda. Oysa hiç ihtimal vermiyordum. Bunca yıldan sonra kendisi sadece bir hayal, yaşanıp yaşanmadığı mutlak olmayan bir anı gibi kalmıştı hatırımda. Bunca zaman sonra bana bu kadar hararetli anlattığı şey ne acaba? Gezdiği kentleri, gördüğü köyleri, tanıştığı adamları anlatıyor gibi, izlediği oyunları, geçirdiği hastalıkları. Hayal kırıklıklarını anlatıyor biraz, sonra da umutlarını. Neden aramadığını, arayamadığını izah ediyor bana. Şaşıyorum. Nasıl da inanıyor söylediklerine. Bana odaklıyor gözlerini, susuyor, bir şey isteyecek veya soracak herhalde. -Ne içeriz? Oysa benim sormam gerekirdi bunu. Hay aksi! Onsuzluk bu kadar mı kabalaştırdı beni. -Ne içmek istersin? Gülümsüyor. “Rakı” diyor. Elimde olmadan bende gülümsüyorum. Oysa bu masaya oturmadan evvel söz vermiştim, mesafeli olacağıma, katı olup hemen çözülmeyeceğime. Rakı sipariş ettiğim garsonda gülümsüyor garip olan. Rakı birden herkesi mutlu kılıyor sanırım. Suskunluğum devam ediyor. Sıkılıyorum, ne yapayım. Keşke yalan söylemeye devam etse. Geçen yıllardan sonra binlerce konu olmalıydı konuşacak. Oysa şimdi ikimizin de ağzını bıçak açmıyor. Sanki görüşmediğimiz zamanın yasını tutuyoruz. İçim burkuluyor. Babası ölmüş bir çocuğun yalnızlığını ve korumasızlığını hissediyorum. Hâlbuki karşımdaki ne kadar güçlü. Tek hamlede yıkabilir beni. Tek kelimesi yeter canımı almaya. Avın avcı karşısındaki mahzunluğu var üzerimde. Bir de ona bak. Gülümsüyor. Tam karşımda işte görebiliyorum. Hiç şüphe yok gülümsediğine. Görüşmediğimiz zamanlarda da hep böyle mutlu muydu acaba? İçim sıkılıyor. Şu rakı gelse bir an önce.

IX


Derken rakımızda geliyor. Kadehlere doluyor. Mezemizde var biraz. Neye içelim diye soruyor. Tereddütteyim. “Şerefe” diyorum. “Şerefe” diyor. Manidar geliyor bu bana. İçiyoruz. Ne kadar susamışız hayret. Derken iniyor kadehler dudaklardan. Hayır. Bu sefer korkmak yok. Bende konuşacağım. “Şimdi ne yapacaksın?” diyorum. Sanki sözlerim daha iyi anlaşılacakmış, sanki içimde taşıdığım ve dillendiremediğim açıkçası ne olduğunu da tam çözemediğim “şey”i ona daha iyi aktarabilirmişim gibi gözlerinin içine bakıyorum. -Bilmiyorum, emin değilim. Şimdilik buralardayım. -Ama gideceksin…? -Gideceğim ama ne zaman bilmiyorum. Burukluğum artıyor. Gideceğim dedi. Sanki bir kapıyı çarpıp kapattı. Hâlime sinirleniyorum doğrusu. Umursamamalıyım oysaki. Bir yudum alıyorum rakımdan. Bu sefer o soruyor: -Sen ne yapacaksın? -Okulu bitiririm herhalde. Aslında gelecek ile ilgili kaygım yok çünkü bir planım yok. Şu an bunun iyi yoksa kötü mü olduğunu kendimle tartışacak değilim. Sadece bunu ona söyleme gereğini görmüyorum. Rakı tesirini gösteriyor yavaştan. “Aa bak sana ne göstereceğim!” deyip çantasından birkaç fotoğraf çıkarıyor. Gittiği memleketlerde çektiği fotoğraflar bunlar. Masanın ortasına koyuyor hepsini. Ben de yaklaşıyorum. Pek ilgilendiğim söylenemez aslında. Ama ona biraz daha yaklaşmanın getireceği ürpertiyi ve korkuyu merak etmiyor da değilim. İşte şimdi yan yanayız. Koluna değiyor kolum hatta. Meraklı görünmeye gayret ediyorum. O ise anlatmaya başlıyor. Fotoğrafların bazısı Anadolu köylerinde çekilmiş, bazısı büyük Avrupa kentlerinde. Bu kadar çok yer gezdiği için gururlu olduğu aşikâr. Tebessümü eksik değil. Lakin dişinin arasında siyah bir şey var. Rakının etkisiyle bir hayal olabilir mi? Sanmam. O ise farkında değil bunun. Dişinin arasındaki bu siyahlığın kaynağının hangi meze olduğunu merak edip masaya göz gezdiriyorum. Sonra yüzüne bakıyorum. Hoşuma giden bir çirkinliği var. O ise fotoğrafları açıklamanın derdinde. Sarhoşum, söylediklerinin birçoğunu anlamıyorum. En nihayetinde son fotoğrafı da gösterip arkasına yaslanıyor.

X


“Güzel” diyorum sadece. “Ne kadar çok yer gezmişsin.” Belki de daha konuşmamalıyım. Konuştukça daha çok içesim geliyor. Zaten kafam kâfi derecede dumanlı. “Öyle” diyor cevaben. Sözündeki kinaye kulaklarımı tırmalıyor. Sanki daha çok yer göreceğini, daha çok fotoğraf çekeceğini ve bunları yıllar sonra tıpkı şimdi olduğu gibi gene dumanlı bir kafa ile bana göstereceğini ima ediyor. Bu anlam, kalabalık sayılabilecek meyhanede beni bir başıma bırakıyor. Bu kadar yalnız mıydım Allah aşkına ben? Sonra lavaboya gitmek için izin istiyor benden. Dönüşünde de hesap isteyip kalkacağız. Elbette diyorum. Her zamanki resmiyetimiz aslında bu. Sadece şimdi fark edebiliyorum ne denli gereksiz olduğunu. Sandalyesinden kalkıyor, çantasını koluna takıyor. Bir tek kabanı kaldı yan sandalyede. Onu da alsa sanki öyle bir gidecek ki, seneler sürecek dönmesi. Arkasından bakıyorum o yürürken. Sıradan vücuduna olan hayranlığım artıyor. O uzaklaştıkça sanki daha fazla özlüyorum. Keşke hiç gelmeseydim bugün. Garsona “Hesap” diye seslendim. O gelmeden ödemek istiyorum. İki dakika sonra hesap geliyor, parayı veriyorum ve üstünü bahşiş olarak bırakıyorum. Hemen ertesinde ise o dönüyor. Hesabı tek başıma ödedim diye sitemkâr. Çıkış kapısına on adım mesafe var. Önden gidip, kapıyı açıp hazır ediyorum ona. Kapı gıcırdıyor… ve işte çıktı meyhaneden. Veda zamanı geldi işte. -Allahaısmarladık diyor. Haklı, çünkü giden o. -Güle güle.

***

XI


Nokta Yusuf Koçak 22 Mayıs 1963 “Bakılan yerde görmek istenilenin görülememesi insanın içinde limonumsu bir tat bırakıyor; baktığın yerde hayal kırıklıkları görmense daha da ötesini. Hayretler içerisinde kaldığın dakikaları yaşaman biraz uzun sürüyor, anın içerisinden çıkamıyorsun bir türlü. O göz açıp kapamaya bile yetmeyen zamanda aklından geçenleri normal zamanda düşünmek çok emek istiyor. İçinde bulunduğun duygu ise ardı arkası kesilmeyen bir şekilde zahmetsizce geliyor sana. Sen oluyor her şey de, bir sen olamıyorsun her şeyde. Soru işaretlerinin bir lokomotifin ardındaki vagonlar misali sıralanması seni bilinmedik diyarlara sürüklüyor kıyından köşenden çekiştirerek. Onlarca insana duyarsızlaşıyorsun da bunun farkına varıp kurtulamıyorsun. Başka bir insanda yaşadığın bu duyguda kendine dahi nokta koyabilmen seni sen olmaktan çıkaran oluyor aslında. Çok zaman geçmiyor kimine göre noktanın ardından gelecek olan büyük harfi yazmaya, sen ise takılıp kalıyorsun küçücük bir noktaya. O kalem tınısı yolunu kesmiş geriyor seni, bir yudum nefese mani… Peşine taktığı cümlelerle tıkıyor, yutkunamadığın o ufacık oluyor.’’ Küçük noktalarımın olduğunu görüyorum geçmişle bağımı en ufağına kadar hatırlatan not defterlerimi okuduğumda; binlerce küçük noktamı. Olumlu/olumsuz yaşattıklarıyla; zamanı durdurup başlatmalarıyla; vedalara ve merhabalara vesile olmalarıyla; bazen koyu, bazen silik olan ama hayat çizgimi oluşturan ve hem başta hem de sonda yer alan binlerce küçük nokta… Şimdi en büyük noktaya adımlarımı yoğunlaştırırken hüzünle bakıyorum beni ben yapan noktalarıma… Ve Tıpkı 22 Mayıs’ta olduğu gibi kelimelerim çaresiz kalıyor geçmişi yâd etmeye... Aslında geçmemiş diyorum ve… Nokta.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.