Rafadan Sayı 04

Page 1

Mesela mail adreslerinde plaka veya doğum tarihleri... Ya da kendimizi ifade eden ilk rakamlar, yaz ayları, salı günleri... Yahut baharın yeşil, kışın beyaz, sonbaharın sarı oluşu gibi...

Rafadan Her Kafadan! Rafadandergi@gmail.com

Düşünce, Edebiyat Dergisi Şubat, 2012 Yıl: 1 Sayı: 4

Üç farklı güneş Mücrime LEM Soğumasına izin verilmeyen, kapanmasına asla vakit olmayan yaralardandı. Anlaşılmaz bir ihtiyaç, bana bütün gücümle o yarayı derinleştirme arzusu veriyor; böyle birden bire ve keskin, doğrudan vuran ışıklar gibi. Gelinlik çağı kendiliğinden gelmemiş, gelip ziyan olmuş, gelip oluruna bırakılmış, gelip göze alınamamış kızlar gibi cam kenarı, kalorifer dibi, mutfak balkonundan başka bir yer bulamıyorum kendime. Yapacak bir iş… Onu da bulamıyorum. Kafamı kendi yanlışlarımla doldurmuşum. Doğrulara hiç mi yer kalmamış… hiç! Acıyorum kendime; dünyanın sonu gelmişken üstelik! İnsanlık uğruna ağlamam gerekirdi hâlbuki. Hâlâ kapatamadığım defterlerin mi peşindeyim? Alacak-verecek hesabında…? Kendime acıyorum; kendim olan ve sonu gelene. Dünyası bir sondan ibaret olan bana. Yazık ettiklerim, uzak hesaplarım, derin sorumluluklarım, geniş uzaklıklarım… çingene arzularım! Size de acıyorum. Bir köprü altında, bir boş arazide, bir terk edilmiş viranede yeşerme çabanızı küçümsüyorum! Çingene gibi bir alanda sözün geçer. Kendi çöplüğün iki düğümden ibaret; birbirine çakılmış iki çivi! …ve kafama dolan yanlışlarım; ancak boşluğu doldurabilecek kadarsınız. Yazık olacak kadar bile değil; boşluk kadarsınız! Yalnızlık kadar boşluktasınız… Size acıyorum!


… Kar kalpli, güzel bir kızdı. Salı ve perşembe gibi kısaydı. Yalnızca bir ihtimal… ve eriyecekti! Yazık olacak kadar, yazık olanlar kadardı. Üç katlı bir bina. Uzağından yol geçiyor. Benim yolum mu? Etrafı ağaçlı, karlı. Yakınında baraj gölü. Bahçesi yol gibi uzamakta. Bisiklete binen, saçları beline uzayan genç kızlar. Ufukta sararan, kızıllaşan, kaybolan güneş. Yalnızlığın üç rengi; üç farklı ateş… Söz olmadan anlatan, sessiz var olan melodi gibi. Horozların yanlış vakitte öttüğü gündü. Üç katlı ve bahçesi ufukta kaybolan, balkonu bulut, kapısı denize açılan... çatısı göğe uzayan evdi; üç katlı. Bisikletler birbirlerini kovalayarak bahçenin aydınlık yerinde tek vücut oldular. Ağaçların karı eriyip bulutların beyazına karıştı. Yanlış vakitte mi öttü horozlar? Kız, yazık olandı. Bisiklet geriye doğru, azalarak gidiyordu. Zamanda gibi geriye yürüyor, eksilerek bitiyordu. O tek âna sığması gereken şimşek aydınlığına kadar alıştı karanlığa gözlerim. Bisiklet geriye, ufka, denize ve bulutlara doğru eksilerek kaybolan, yine de izleri kalacak gibi zamanda var olan, bir şimşek aydınlığına sıkışabileceği yere… maveraya gidiyordu, gözlerimin takip edemeyeceği bir hızla, gözlerimin kör olduğu bir yere gidiyordu bisiklet. Ufukta üç ayrı güneş, üç farklı renkte. Tek bir ufukta üç farklı yalnızlık. Hazin; horozlar yanlış vakitte. Hazin; üçü de bir aydınlık etmeyen güneşler! Kız, ufuktan sürüdüğü saçlarıyla, mavera kokan vücuduyla geri dönüyordu. Bisikleti de artık gidondan ibaretti. Yük ve eşya gibi yük… yük ve kaldıramayacağı, eşya gibi sahiplendiği, yalnızlığına ortak ve belki sadece yalnızlığı olan bir yük! Yük ve kaybetmekten çekindiği, kendisine ait, kendisinden olan -mesela saçları gibiannesinden annesine, annesinden annesine miras kalan bir uzun yalnızlık gibi bir yük! Kolları kopsa da vazgeçemeyeceği bir yükle geliyordu, sırtlanmış. Sağı gözünde, solu gidondan bisiklete sıkı sıkı yapışmış… falları kaybolmuş gibi kardan elleri! Elleri ve parmakları. Boşuna vakti sayan saatler gibi habersizdi zamandan. Kendinden ve varlığından emin olduğu bir mutluluk sahibiydi. Saate ihtiyaç duymayacak kadar

II


dar bir vakitti; zamana katılamayacak kadar da gerekli olmayan. Kendi bildiği gibi kullandığı bisikleti… arkasında toz bıraka bıraka gelen, bıraktığı tozlar saç olan, yemyeşil -ve tek tekerlekli, tek tekerleği gidon olan- bir bisikleti vardı. Bitmeyip sonsuzluğa karışacağı umulan saçları vardı. Makastan bile yalnızdı. Ertelenen, üç katlı, yola kadar bahçeli bir evdi. Ay ışığını üzerinde çatı yapan bir evdi. Her katta bir genç kız; gündüzleri bisiklet, geceleri ay ışığı… gündüzleri yola, geceleri yola kadar bahçeye bakan gözleri. İkiden geriye sayılanlardı. Yeşil bisikletler, tek tek ayrıldılar birbirlerinden. Ay yarım, yol uzundu. Kanatları emanet olan baykuşlar… kanatları yalnız hayalimde var olan baykuşlar… deniz tarafından gelen, yola doğru uçar adımlarla -ikiden geriye ve şimşek gibi- zamandan habersiz giden kuşlardı.

*** Saatin de hesap etmedikleri var. Dünya gibi sonu gelecek kendisinin de. Benimle birlikte bilmem kaç deftere hesap verecek saat de! İkimiz de soracağız açık defterlerden; ikimiz de muhtacız tekrar o seslere.

*** Havaya karışanlardandı. Havadan şimşek gibi toplanıp, yıldırım gibi önüme düşmüş, üç katlı ve yol ile deniz arasında bir ev olmuştu. Hiç gerçek olmayan ve rüya gibi bir gerçekti. Yüzleşilemeyecek aynalardan ve kırılmaya fırsat bulunamayan bir şimşek gibi gerçek olup, bana ait olmayan, benim olmadığına emin olduğum bir vakitte bana her şeyi -ve ikiden geriye saymak da dâhil her şeyiöğretmişti. Bir yıldırım düşmesi gibi kaplamıştı beni. Sesiyle kulaklarımı, aydınlığıyla gözlerimi, kokusuyla baştan başa -saçlarımı titreterek- kuşatandı gövdemi. Kabul ve reddedilemeyecek kadar çabucak anlatıp, anlamama fırsat vermemişti. Anlayıp anlamadığımla ilgilenmeyen bir derslik beraberlikler kadardı. Yemek saatlerinde parça parça hatırlar gibi olduğum ve saç titremeleriyle hissettiğim -doymama fırsat vermeyenbitmesi gerekenler gibiydi. Soğudukça başkalaşan tatlar gibi uzadıkça beni sessiz bırakan yakıcı ilaçlar gibiydi. Ağrısı hep, acısı hep; tadı hiç ve tadı sonradan anlaşılmayan doğum sancılarındandı. Belki ağaçtı ve artık tahammülü kalmayınca, bana yapraklarıyla kustu; belki kuştu tokluğa hasret… Belki -ciddi ciddi- görünmez adamdı, kim bilir?

III


Belki ağaç kadar yaprak olan saçlarım, şimdi kuş gibi hafifseniz… yahut adam gibi ayakta duran kaşıklı ellerim; kim bilir üç güneşten bir renksiniz! Falları çalınmış bir eldi üzerime titreyen. …kar gibi eriyen belki falları.

… Anlamak istedim. Sarı, kızıl ve kaybolan diye üç renkli bir güneşten bahsetti. Çakan şimşek gibi başlayıp biten bir renkle bana bu renkleri vadetti. Onu anlamadım. Sesi biraz geriden geliyordu. Yaklaşmak istedim; artık tek renkti. Yaklaşmak istedim, ufukta bir güneşti. Sesi giderek beni saran, ama uzaklaşan; sarı, kızıl, kaybolan… Sayılardan bahsetti. İkiye kadar dedi hepsi; çok bilen geriye saymakta güçlük çeker, tek bilen üç renkten en güzelini seçer… Yalnız -emin olmak için- (onun sesiyle) bana geri say, dedim. Cevap vermedi. Sorar gibi baktı. Soran bendim. Onun sesiyle sormuştum. Kendime bakarak sormuştum. İçimden bile konuşmadığım bir anda sormuştum… Senin sesinle.

*** Karanlık - II Sedat CAN Henüz haberdar değildi ne yaptığından. Yaptığının etkilerini uzun süre hissedecek, yıllar sonra bile bir ufak çıtırtı, bir film sahnesi, bir ayakkabı teki, kulağına çarpan bir kelime hep bu ânı hatırlatacak ve aynı pişmanlığı uyandırıp acele ettirecekti ona. Selamlaşmak zorunda kaldığı insanların sayısı arttıkça yaptığına daha fazla anlamlar yükleyecekti. Ama henüz normal dediği çok şey vardı ve kim bilirdi… Ayakkabılarını bağladı tekrar. Olur olmaz çözülen eski ayakkabılarından kalmıştı bu durup durup bağcıklarla oynama alışkanlığı ona. Farkında

IV


bile değildi belki. Bağcıkları çekiştiriyor ve önce sol, sonra sağ tekini çözüyor ve sonra da önce sağ sonra sol tekini tekrar bağlıyordu. Belki de farkındaydı… Takıntılıydı. Takıntıları yalnızca zihninde değil bedeninde de varlık buluyordu. Sırtındaki kambur, ayak parmaklarındaki yaralar, çıkık elmacık kemikleri, birleşecek sanılan ama ansızın kesilip hayal kırıklığı olan kaşları, çelimsiz -ama esnek- kolları, sağ kulağının şişliği hep takıntılarının eseriydi. Kendisi de farkındaydı bunun. Bir süre önüne geçmeye çalışmış ve artık ‘normal’ olmaya karar vermişti. İyi gidiyordu önceleri; bardağın masadaki yerini önemsemeyi bırakmıştı mesela. Ama giderek her şeyi birbirine bağlamaya başladı (tekrar); bardak, çay kaşığına, o bardak altına ve o da şekerliğe bağlıydı. Nihayet bu bağ onların bir arada durmalarını gerektiriyordu. Bir arada dururken de uyum içinde olmalıydılar; bardak bir adım önde, çay kaşığı bardak altına yaslanıp şekerliğe doğru uzanmış ve şekerlik en geride, biraz da sağda… ve tüm bunlar da masanın sağında ve gerisinde durmalıydılar. Böyle böyle bağladı hayatında ne varsa. İçinden çıkılmaz bir takıntı yumağıydı artık karşısında duran. Doğruldu. Yola devam edecekti; emin olamadı. Bağcıklarını gözleriyle kontrol etti. Sanki sağdaki gevşek mi olmuştu? Tekrar eğildi. Her şeyi tekrar tekrar kontrol etmek de bir diğer takıntısıydı. Hayatı bir şeyler yapmaktan çok kontrol etmekle geçiyordu. Tuttuğu notları evde temize çeker, sonra bir arkadaşınınkiyle kıyaslar, emin olamayıp kitaptan kontrol eder… kitapta anlatılanlar çok uzun gelir, yorulur, uyumak ister, bir molayı bir molaya ekler ve nihayet kendisinden adam olmayacağını haykırıp lanetler okuyarak uyumaya giderdi. Çok defalar not tutmadan dersi dinlemeye çalışmıştı; bu sefer de kalemle oynarken hayallere dalar ve kalem düşene kadar da kendini kaybederdi. Tekrar doğruldu. Birkaç adım attı ve tekrar durdu. Hayatında çok sık tekrar vardı. Yarım bıraktıklarına dönüp tekrar başlamak huyu yarım bırakmak kadar eskiydi onda. Eline aldığı bir kitabı yarım bırakıp bir başkasına, onu da bırakıp bir diğerine geçer, dönüp ilk yarım kitaba devam etmek

V


ister; ama emin olamaz, bir kaç sayfa geriye giderek kontrol eder, emin olamaz, tekrar en baştan başlamak üzere bir kenara bırakır ve tekrar en baştan başlar, bu sefer okudukça hatırlar, hatırladıkça sıkılır ve tekrar bırakır… sonra tekrar ve tekrar… Saate baktı. Emin olamadı, tekrar baktı. Kaçta orada olması gerektiğini hatırlayınca tekrar baktı ve beşer beşer hesapladı; yirmi beş dakikası vardı. Yetişemeyeceğini düşündü. Sağa sola bakındı bir süre. Tekrar saate baktı, otobüse binmek isterse on dakika beklemesi gerekti. Durağa baktı, bekleyenler çoktu; demek epeydir gelmemişti tramvay, demek gelmesi yakındı. Tekrar saate baktı, tramvaya binerse on beş dakikada varırdı. İnince de sekiz dakika yürüse… saate bakarak hesaplamaya devam etti. Sonunda tramvaya binmeye karar verdi. Kafasını kaldırdı ve giden tramvayı gördü. Yine kaçırmıştı. ‘Hay aksi…’ Kendini tuttu, küfretmedi. (Lanet okurdu genelde.) Belki bu bir işarettir, diye düşündü. Belki gerçekten de bu gün gitmemeliydi. ‘İşaretler’ onun bir başka takıntısıydı. Ne zaman hesapta olmayan bir durumla karşılaşsa hemen kendi kendine “Bu bir işaret mi?” diye sorar ve çoğu kez yapacağından vazgeçerdi. Giderek öyle bir hal almıştı ki işaret takıntısı, kendi yaptıklarının bile önüne geçmiş, pek çok şeyi işaretle yapmış veya yapmamış ve pek çok kere de kendisinin bir hatasını işaret saymıştı. Tekrar saate baktı. Otobüse dokuz dakika vardı. Bağcıklarını kontrol etti, bu sefer soldaki… ayağını durduğu yerde oynattı, biraz da sıkı olmuştu. Ayakkabısını bağlarken karar vermeye çalıştı. Karar vermek için düşünürken kendini unuttu ve önce sol sonra sağ tekini çözdü bağcıkların ve önce sağı sonra solu bağladı tekrar. Doğruldu. Birkaç adım attı. Otobüse mi yönelmişti? Ne zaman günlük işlerinin dışında bir şey yapacak olsa kaygılanırdı. Mutadın dışına çıkmayı sevmezdi. Kendisini ikna etmesi bazen günler sürerdi. Çoğu kez de böyle bir işaretle gitmeye karar verir ve hemen hep bir başka işaretle yolundan döner, vazgeçer, ertelerdi. Hayır, bu bir işaretti, bugün gitmemeliydi.

*** VI


Özünde ‘küçük yer’liydi. Boğulmaya geldiği büyük deniz, onu kabul etmemişti. Kendisi gibi farklı insanlara yaşama fırsatı tanımıyordu buranın denizi. Onu boğmuyordu bile, tükürüyordu adeta. Aslında iyi niyetliydi, başka niyeti de yoktu. Yani kötü bir niyeti… olamazdı da. Ona göre yaradılıştan iyi niyetli olan insanlar vardı (kendisi gibi) ve bunlar kötü niyetli olamazlardı. Zaten kötü niyetli olamayacak kadar çok biliyordu. Saat çaldı, susturdu. Bir yere oturduğu zaman saatini kurar ve o çalıncaya kadar çay üstüne çay içerdi. Kendisini böyle kontrol etmeyi uygun buluyordu. Saat çalar ve kalkıp hesabı öder, bundan sonra da geldiği yoldan dönerdi eve. Kafasını cama yasladı otobüste. Yanında bir kız oturuyordu. Ne unuttuğunu düşünüyordu. Zaten yapılacaklar ve yapılmışlardan başka ne düşünmek gerekirdi? Bundan sonra da eve varınca yapacaklarını düşündü; banyo eder, kitap okurdu belki. İnsanlar neden biliyorlar? Bilmek, öğrenmek çabası niçin? Varlığı daha derin anlamak…? Ya niçin daha derin? Ben bu kadarıyla da açıklayabiliyorum. Açıklayamıyor muyum? Yaşıyorum ve bir şeyler açıkladığım kesin; yetmez mi? Yoksa para kazanmak niyetinde miyim? Bütün bunlar bir vesvesenin ürünü mü? Nereye götürecek bu çaba beni? Bu yol nereye çıkıyor? Gözlerini gölgesinin bittiği yere dikerdi yürürken. Gölgesini, gölgesinin kaldırım üzerinde uzayıp kısalmasını, eğilip bükülmesini takip ederdi. Dikkati dağılmasın ve bir taraftan yola da dikkat etsin diye böyle yapıyordu. Zaten en iyi saydığı fikirler böyle yürüyüşlerin mahsulüydü ve bu yüzden doğruydu yaptığı. Yine bu sebepten yolun bir kısmını yürür, sonra otobüse binerdi.

*** Kelebekleri müjde saymayı babasından öğrenmişti. Ne var ki anlayamadığı çok şey vardı.

VII


Kapuskadan Hayatlar Uğur Yılmaz

Ne acı ki bize sevmesini unutturdular… Sevmemek adına dik tutulduğu sanılan “eğilmez başlar(!)” örnek oldu hayatımızda… Bir tebessümü esirgediğimiz yakınlarımızla, akrabalarımızla aramıza, hiç de umursamaz bir tavırla yılları koyabildik… Aşılmaz duvarlar ördük… ve hayatın bize gösterdiği ihanetleri tadınca, ve onlara ulaşmak istediğimizde, o duvarın altında kaldık… Nedense “en güzel(!)” dostlukları bizim sevemediklerimizin sevmedikleriyle kurduk… Onları yaralamak için her şeyi göze aldık da, sevmek için hiç mi hiç çabalamadık… Yani biz hep köfteyi sevip, kapuskadan nefret ettik… Oysa köftenin lezzetiyse onu bize sevdiren, kapuskanın vitamini için olsun onu da sevemez miydik? Yani hayat… Kapuskanın bile sevilebildiği hayat… Denemeğe değmez mi? Ya da hiç kapuskalara kadar uzanmadan kendi içimizde mi halletmeye başlasak bu sorunu?

*** Kısacası demek istiyorum ki; Annenize en son ne zaman “Seni seviyorum anneciğim!” dediniz?

VIII


Gidiş Ahmet Münib Bazen iki olmak zordur kendini sana makul tutmak ne kadar zorsa yorsa da ruhunu buruk hayallerle yaşamak tek seçenektir geçen hayatla son sözler olsun demek istediğinde bir ilmek; boğazında düğümlenmiş bir dizi kelime gözlerine hapis birkaç damla tuz su karışımı çıkar gider sana rağmen kendinle yaman çelişkidir sevda ile korku; sevmek korkmak gerektirir... telaşla beraber kalp atışlarında hissettiğin o olur! bazen tek başına yetmez sevmek korkunun karşısında, güçlü olmak ister ama bir mumun alevine de özenmiştir rüzgarın karşısında içine atıp da susturduğun kelimeler birer çığlık olur zihninde gözlerin buğulu, kelimelerin duçar, kalbin yorgun düşer kaldırıp kafanı baktığında gökyüzüne yitik yorgun bulutlar görüp de onlara özenmek küskün aşık bakışları görmek kadar acı gelir ve deyip bağlamak, aşkı kuşlarla gökyüzüne bırakmak Aklı O'na sürgün tutup düşünmek ile birdir dedim ya; zordur iki olmak... sen ve kendin bir araya geldiğinde kendime geldim diyebilmek susuz çöllere bir rahmet gibiyse de farkına varmak zordur şimdi bilmediğin kaçıncı rüyada yüzerken o sen, sensiz bir gecede senle baş başasındır da, bilmezsin aslında bu bir hayat oyunudur uzayıp gidersin durduğunda bir soluk için o yarışta önde sana gülen bir sevgili bekleyip, elini sana uzatır da sen başını eğersin, görmezsin bilmezsin ne kadar sevdiğini öylece çekip gidersin işte bana gitmek gerekti sevgili benden uzağa, sen dolaylarına...

IX


Ölenlerin ardından… …ve belki biraz da senin için… Ethem Köse

Dişlerimi fırçalamalıyım. Ölmeden önce mi? Böyle olmaz mıydı? Ölüm yaklaştıkça insan her şeyi son defa yapmaya başlar, muhakkak yapmak isterdi. Büyük bir görev sorumluluğu mu olurdu? Belki hayatı boyunca dişlerini fırçalamış gibi. Yaklaştıkça insanın gözleri daha sık dalıp gitmeye başlardı. İnsan artık ötelerin arkasından, maveradan bir şeyler beklemeye başlar. Ölümle birlikte pek çok şey yaklaşır. İnsan artık anlamaya daha meyillidir. Her şey Rabb’den geliyordur şimdi ona. Boğazında bir başka tat hissetmeye başlamaz mı insan ölüm yaklaştıkça? Boğazını takılan bir ‘ağırlık’ hissetmez mi? “Ne söylersem sökülür ki bu?” Ne söylerse söylesin boğazından aşağı inmeyen, yukarı çıkmayan ve boğazında duran ve alışılamayan bir şey vardır. Emanet dedikleri bir şey vardır. Bütün her şeyin kırıldığı bir tek an vardır; kırılma tektir. Yazlığı kime bırakmalıyım? Ölmeden önce… Anlamını yitirmeyen şeyler de olurdu bazen. (Bazıları için.) Hâlâ inanamadıkları bir hesaptı ödemekten kaçındıkları. Bildikleri, ama biraz daha duymadan tanıyamayacakları, tanımak için biraz daha duymaları gereken bir melodiydi; öyle sanılırdı başlarken. Israr edenler olurdu. Bazıları vazgeçerdi. Ama sonra sonra soğuyan, bilinmediği anlaşılarak soğuyan bir melodiydi. Bilmediklerini kabul etmeleri gerekirdi. Kulakları kaldıramazdı. ‘Büyük bir gürültü’ydü. Mukadderattı. Ölüm yaklaştıkça eşya basitleşmeye mi başlardı? Ama dişleri fırçalamak önem kazanır, namaz kılmak önem kazanır, abdest almak ertelenemez, herkese aynı anlam işaret edilir. Hoş sadâ bırakmaya çabası mı belki? Anlaşılmaz bir huysuzluk, bir başka dil vardır artık. Öteler ile bağ kurulmuş, ama anlaşılamamıştır hâlâ. Eksik kelimeler vardır. Yetmemiş midir? Ama ölmek için hep erkendir.

X


*** Avluda oturuyordum. İçeriye girip çıkanlar, gelip içeri giremeyen, kapının önünde bekleyenler vardı. Kapıda duranlar birbirlerine beni işaret edip başlarını öne eğiyorlardı. Bense avlunun o tek köşesine bakıyor; geçen bayram dedem, babam ve amcamların kestiği koçtan bir iz arıyordum. Hepsinin bir anlam olup uçtuğunu ve bir anlama karıştığını düşünemiyordum henüz. İlkokulun ilk yıllarıydı.

*** Annem ölürken… Acaba…? Falancaların ölümleri, eskide kalan cenazeler hatırlanmaya çalışılır. Pişmanlığın tadı mı o ağızdaki; boğazdan aşağı inmeyen, yukarı çıkmayan ve boğazda duran ve alışılamayan o ağırlık pişmanlık mıdır? İtiraf etmek mi gerekir? Bir senet, bir tılsım, bir efsun… iki kelime; senin adın!

*** Kapının önünde, ayakta duruyordum. Elimdeki tepsiye, tepsiden sürekli eksilenlere bakıyordum. Kafamı kaldırmak, ağlayanlarla göz göze gelmek… veya ağlamak için göz göze gelmemizi bekleyenleri ağlatmamak istiyordum. Ya biri durmuş, tepsiden tek tek şeker alıyordu… Gerçekten çok hızlı eksiliyordu… Değişik eller… Yüzüklü parmaklar, ince parmaklar, etli parmaklar, nasırlı eller, kısa parmaklar, uzun parmaklar, yaşlı eller, genç parmaklar… ve beyaz ellerle birleşen bembeyaz parmaklar! Titredim. Kafamı kaldırdım. Tepsi yere düştü. Sarılıp birbirimize hıçkıra hıçkıra ağladık.

*** Eski ölümler anılır; cenazeler artık daha anlamlıdır. Salâ verilirken yaşaran gözler vardır; herkesin bir bildiği… Dokuz boğum boğazım, su geçmez. Su doyurmaz. Sürgün bitmez. Yorgunluk… Tükeniş… İçine bütün anlamların katılabileceği derinlikte bir tükenme vardır. Şarkılar tek melodi. Hepsi tanıdık. Geceleri uzaktan gelen biri vardır yalnızca, yaklaşılmak, hangisi olduğu anlaşılmak istenen… Ne o, ne ses yaklaşabilir. Melodi boğularak, boğazındaki giderek artan ağırlık…

XI


Elim Eşref Berrak … Ben kendi elime bakarım; Kendi siyah lekelime… Ya siz kimsiniz; Yüzümde gözleriniz?

Dipsiz hokka, yedi renkten mürekkep… Kırmızı mavi ışıklar; Siz kimsiniz? Nerden geldiniz? Kör güneş gözlükleriniz, Siyah altın çerçevelerde Kışın aksi pencereniz, Yazlık evlerde tatiliniz… Ben kendi elime bakarım; Kendi kanlı tekelime… Demin kimdiniz, şimdi kim; Gözümde elleriniz?! …


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.