Sihirli Draje || Draje Dergi

Page 1

draje sihirli

Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 10 • Aralık 2009- Ocak 2010


ULUSA SESLENİŞ

Fotoğraf: Alican Erkol

H

er şeyin alıştığımız yerde durması ve alıştığımız şekilde hareket etmesi hadisesine dostlar arasında gerçeklik deriz. Oysa şeyler bunu son derece sıkıcı bulabilir bazen. Bu yüzden bal kabaklarının kabak tatlısı olmaktansa birkaç saatlik bir zaman dilimi için arabaya dönüşmesini de yadırgamamak gerekir. Hangimiz olduğumuz şeyden sıkılıp başka bir şeye dönüşmeyi arzulamadık ki? O halde küçük bir öpücükle yakışıklı bir prense dönüşen kurbağayı ayıplamanın ne âlemi var? Sihirli Draje için sözcüklerden pasta yapmaya çalışırken çok yorulduk. Oysa bize böyle öğretmemişlerdi. Sihirden medet umanlar, hiç çaba harcamadan her şeye sahip olmak isteyen tembel kişilerdi sadece... Dün bu tembelliğin cezası kızgın ateşlerde can vermekse bugün aklı bir karış havada olmakla itham edilmek ve hayalperest yaftasıyla dolaşmak zorunda bırakılmaktır... Madem bunu istediler bizden; söylenmesi gereken şeyleri zamanında söyleyelim: Aklımız bir karış değil tam bin karış havada ve bu yüzden oksijen sıkıntısı çekmiyoruz... Ortalama algı, kafasına sopayı indirdiğiniz zaman değil, şeyler alışıldık biçimde davranmaktan vazgeçtiği zaman çılgına dönüyor nedense. O

10 Num Dergi

zaman kibarlık bir anda kapı önüne konuyor ve savaş baltaları gömüldükleri bataklıktan çıkarılarak hücuma geçiliyor: Korkaksınız... Kaçıyorsunuz... Dünyaya dönün artık... Oysa hayat mucizelerle ve sürprizlerle doluysa yaşamaya değer değil midir? Madem doğdun o zaman koşmaya başlamadan önce sürünmek zorundasın. Şarkı söylemeyi öğrenmeden önce ba-ba demen gerekir. Daha neler neler... Taşın görevi konulduğu yerde durmaktır... Senin görevinse ne olduğun söyleniyorsa onun gibi davranmak… İş bölümü böyle yapılmıştır bir kere. Heyecan ve maceranın infaz hükmü böyle verilmiş... Oysa bize gerçeklik diye yutturulmaya çalışılan o beton yığınının gardiyanları bu kadar kaba olmasalar dünyanın başka türlü hallerine de şahit olmaları mümkündü… Çünkü sevgili okur, şeylere nasıl sesleneceğinizi bilirseniz büyük bir hızla şekil değiştirebildiklerine de şahit olursunuz. Çünkü sihir en çok sözcüklerle ilgilidir. Çünkü şeylerin adına eriştiğinizde isteklerinizi geri çevirmezler. Bunu Ursula öğretmişti bize… Sihirli sözlerle dünyayı değiştirmek 62’den tavşan yapmak kadar kolaydır. Ve tavşan canlıdır elbette. Sadece ona nasıl sesleneceğinizi bilmeniz gerekir. Sihirli Draje alışık olmadığımız bir şekilde gecikerek tarayıcınıza düşerken boş durmadık. Çok yazdık çok çizdik çok gezdik çok konuştuk… Hiçbir


mara

draje Genel Yayın Yönetmeni Erdinç Yücel Yazı İşleri Müdürü Birkan Can Evirgen

şey yapmadığımız günlerde deli gibi koşturduğumuz günlerden daha çok yorulduk. Bir an oldu, Sihirli Draje hiç çıkamayacakmış gibi geldi bize. Ama güçlükleri tutkuya dönüştürmek sihirle ilgili olmasa gardiyanlarımızın haklılığına kanaat getirmek durumunda kalacaktık. Betonun görevi sınırlarımızı belirlemekti çünkü. Bizse ona nasıl sesleneceğimizi biliyorduk. “Açıl susam açıl” dedik ve hazine dolu word dosyaları önümüze seriliverdi. Yeni yıla Sihirli Draje’yle girmek kaderin bize küçük bir oyunu olsa gerek. Bu vesileyle yaşadığımız tüm saçmalıklara rağmen kadere teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Çöken bilgisayarımız sayesinde söyleşi kayıtlarının bir kısmı buharlaşan Brenna Maccrimmon’a da elbette… Kendisiyle tanışmak büyük bir zevkti… Brenna için yaptığı şahane illüstrasyon sayesinde Demet Özge Akyan’ı ayın drajesi ilan etmekten mutluluk duyuyorum… Dünyanın kendi eksenindeki dönüşünü her an yeniden bitirip başlattığını bize söyleyen olmadı şimdiye kadar ama biz yine de biliyoruz bunu. Kendimizi… Aklımızı ve fikrimizi… Düşlerimizi ve tutkularımızı tazelemezsek bizim için hiçbir i şeyin yeni olamayacağını da bilerek giriyoruz yeni yıla. 2010’un hepimiz için gerçekten yeni bir yıl olması dileğiyle… Korkak Draje’de görüşmek üzere… Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni

Art Direktör - Grafik Uygulama Songül Yücel lugnosy@gmail.com Redaktör Derya Yücel Koordinasyon Sorumlusu - Menajer İlknur Seda Bendeş İnternet Uygulama Onur Şevket Bendeş Editörler İlknur Seda Bendeş • Birkan Can Evirgen • Erdinç Yücel • Songül Yücel Yaratıcı Drajeler Alican Erkol • Alper Günay • Ali Doğan • Betül Kurtkaya • Beyrut Yıldırım • Cem Güventürk • Cem Vurnal • Ceren Gül Çıtak • Çağla Elektrikçi • Demet Özge Aykan • Ece Dericioğlu • Emrah Sarıgöl • Emre Alettin Keskin• Esra Erdem • Hayriye Gülle • Mark Town • Mehmet Şahin Tabak • Nida Kireççi • Özge Ç. Denizci • Pınar Karaaslan • Tayfun Bayrakçı • Tuğba Hanım Şanlı • Utku Atalay

info@drajedergi.com Gelecek ay konsept konumuz: “KORKAK DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle info@drajedergi.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.




6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de

efsun


e deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

nlu bok S

önmeye yüz tutmuş sigaramdan bir duman daha çektim. Hafif közün verdiği azıcık duman ciğerlerimde etkisini yaratıp çıktığında hoşnutsuz yüz ifa-

demin altında derin bir düşünce vardı. Çünkü benden bir adım uzaktaki çakmak bir ömür uzağımda gibi geliyordu. Bir can çekişen tütün çubuğuma bir en yakın ateş kaynağıma bakıyordum ve keşke ellerimle ateş yaratabilsem dedim. Parmaklarımı gerip iki elimi birleştirdim ve yavaşça sihirli kelimeleri söyledim. Oluyordu! Ellerimin arasında bir alev peyda oldu. Koca bir alev topu ellerimin arasında, sanki evcil bir hayvan gibi oynaşıyordu. Neden olmasın? Sen de hiç olmadık bir zamanda karşına çıkan engellerden bir parmak şaklatmasıyla kurtulmak istemedin mi? Hop şu kız bana hasta olsun, bir kelimeyle banka hesaplarım dolsun, şu ayar olduğum adam sihirli değneğimin altında mahvolsun. Ama olmaz, olmaz tabi! Sen yattığın sin. Ne acı değil mi? Karşılığını ödemediğin mal senin olmaz. Sırf kıçını kaldıramadığın için hayata geçiremediğin isteklerin olağanüstü güçler tarafından yapılamaz. Senin sihir dediğin, gönülden bir dilek dediğin şey aslında tembel ruhunun abuk sabuk fantezilerinden başka bir şey değil. Şimdi hala gizli öğretilerin seni bulunduğun yerden daha güzel bir evrene ışınlamasını mı bekleyeceksin yoksa vücudunun yüzde bilmemkaç yağını ihtiva eden koca kıçını kaldırıp kendi mucizeni avuç içlerini patlatarak kendi ellerinle mi gerçekleştireceksin?

Ressam: Henri Matisse Mme. Matisse

Yazı: Birkan Can Evirgen - E-mail: birkance@gmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

yerden dandik hayatını daha iyi bir şey haline getireme-


Tayfun Bayrakçı - http://valjeanjean.deviantart.com

8

“Dünya, bir sihirbazın beş dakika önce bomboş olan silindir şapkadan tavşan çıkarması kadar akıl almaz bir şeydir...” Sofi’nin Dünyası



10

SEEESSSSSSİİİ

***Kendisi zaten sihirli…*** Ses dediğimiz zaman zaten sihrin ta kendisinden bahsetmiş olmuyor muyuz? Bence kesinlikle oluyoruz. Duymanın ya da ses çıkarmanın kendisi bile büyülü bir şey. Yani nasıl oluyor da oluyor bazen cidden anlayamıyorum ve tam da bu yüzden büyüleniyorum. Size olmuyor mu? Hele bir de o sesler zamanın içinde organize oluyor, örgütleniyor, örgüleniyor, çözülüyor, serpiliyor, sıkışıyor, daralıyor, kısalıyor, inceliyor, kalınlaşıyor, genişliyor dahası da oluyor da geliyor ya kulağımıza cidden bazen şaşkınca büyüleniyorum tam da bu yüzden.

Yazı: Özge Ç. Denizci - E-mail: ozgedenizci@gm

***Eskiden beri sihir müzik*** Mitolojinin üzerine kurulduğu öğelerden biri kesinlikle sihirken, diğeri de müzik, ses… Müzik kelimesi bile bize teee o zamanlardan geliyor. Müz yani Muse! İlham tanrıçalarının adı Muse, yani sesi yaratanların; daha doğrusu belki de sihrin sesi. Aklıma Tom Robbins’in ‘Parfümün Dansı’ isimli kitabı geldi. Orada da Pan kendisine inanlar olduğu sürece dağlarda flütünü çalmayı sürdürüyordu. En sihirli ses de belki ondan çıkıyordu. Öte taraftan Şamanlar sihir yaparken davul çalar. “Tam tam” da “tam tam”!!! Sahi bir de Kızılderililerde aynı ritüel var. Onlar da büyülerinde, dualarında ve ritüellerinde müziği kullanıyorlar. Afrika’da kabile geleneklerinde… Ya kiliselerde? Her zaman müzik var, ilahileri düşünelim, Eski Mısır’dan Bizans’a; Hindulardan Ortodokslara hymnleri… Afrika’ya kadar uzanır, hatta bence yeraltı, yerüstü hatta yerin yedi altı, yedi üstü. Sesin sihri var dememiş miydik başında da? Alın işte ispatı! Bu ülkede ezan gerçeği var. Ezanın da kendine has bir sihri... Neden mi? Çünkü milyonlarca insan o sesin ardından belli bir ritüeli hemen hemen aynı anda gerçekleştiriyor. Bu ülkede dedim çünkü bildiğim kadarıyla ezanın bu kadar müzikal olduğu başka bir ülke daha yok. Keza kilise çanları öyle müzikal ki… Büyülüyor işte hele bir de kilisenin avlusundaysanız o sırada akustikle beraber kendinizden bile geçebilirsiniz. Bunların sihirle ilgisi yok mu? Ya müzikle? ***Sihirli enstrüman!*** Bir de enstrümanların sihri var elbette. Genelde üflemelilerde bu özellik var. O yüzden belki de

bahsettiğimiz Pan flüt çalıyordu. Shakuaçi diye bir enstrüman var Japonlarda. Hatta kamikazeler hayatları ve hayatlarını sona erdirmeden önce, ömürleri boyunca hem silah hem de enstrüman olarak kullandıkları bu çalgıyı çalıyorlar. Belki de kendilerini ölüme hazırlayan bir sihirdir bu. Burada neyden de bahsetmek lazım. Onun

Özge yazısını hazırlarken kaç şarkı dinlemiştir, hangisine eşlik etm yüz bin milyon şarkının etkisi olduğu bilinmektedir. Ayrıca bildiği Özge’ye iyi gelmediğidir. Erdinç yazıyı pek beğenmiş fakat bunu Özge’ye söylemekte ep milyonlarca kişiyi tuvaletlere taşıdığı gerçeğinin ihmal edildiğini borç biliriz. Fuko ölmedi kalbimizde yaşıyor... (Edit: Hade len, ko


İİİHİİİİİİRRRR!

mail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

üzerine sular taşmış, kamışlar bitmiş. Sonra bu kamışlardan ney yapılmış. Ney aynı rivayete göre bu sırrın en büyük taşıyıcısı ve o sır her üfleyen nefeste dökülüyor… ***“Got a Black Magic Woman…”*** Gitar rifleri, puslu ses ve Blues mucizesi. Şarkının kendisi zaten yeterince sihirli… Sihirli şarkıları düşünüyorum da hangisi sihirli değil? Hepsinin kendine has bir büyüsü var. Bazısının çalımındayken o sihir, hani icracısının tavrında, bazısının sözlerinde, ritminde, dokusunda, hissinde, halet-i ruhiyesinde, ha unutmadan bir de eğer vokalliyse vokalinde: diyaframında, gırtlağında, nefesinde, ruhunda; o sesin geldiği her yerinde.

hikâyesi de sesi gibi başlı başına sihir efsanesi. Çok çok eski zamanlarda özel törenlerde çalınırmış zaten. Ama sakladığı “sır” durumu onu zaten başlı başına sihirli kılıyor. Rivayete göre tanrıya ait bir sırmış bu. Hz. Muhammed, sırrı Hz. Ali’ye anlatır. Sır Ali’ye ağır gelir ve kör bir kuyuya sırrı söyler. Kuyuda bunun

miştir filan bilmemekteyiz. Ancak, yazılarında on imiz bir şey daha varsa o da barbekü çılgınlığının

pey gecikmiştir. Yalnız reklam cıngıllarının da başladığı anda i elemle teşhis etmiştir. Fuko abimizi bu vesileyle anmayı bir oca adam yumruk kadar yerde yaşar mı hiç?)

Beni en çok Güney Amerikalı kadınların öyle içten içten gelen gırtlak hareketleri, yer yer kafataslarından çıkan, sinüslerinden akan uğuldayan, acıyan, kanayan, bazen hatta çoğunlukla mutlu eden sesleri büyülüyor; sihirlenmiş oluyorum. “Otomobil farına tutulmuş tavşan” bana uyarlansa “melez gırtlağına tutulmuş Özge” biçimini alır. Bir de söylemeden edemeyeceğim en çok Bulgar kadın vokalleri beni sihirlendiriyor: hani şu hep bir ağızdan polifonik söyledikleri şarkılar var ya işte onlar… Kafkasya polifonisi, Tuva’nın, Moğolların ton üstü devinimi overtonelar da cabası. Eskimo kadınlarının karşılıklı geçip sesleri ve sözleri hecelerine hatta yer yer hücrelerine bölmesine ne demeli? Ya galiba ben dünyanın seslerinin sihrindeyim. Ya buraya ait seslere? Bağlamaya, hatta 3 tellisine, ağıtlara, uğurlamalara, horona, bozlaklara… Cayır cayır gitar da, gümbür gümbür davul da, naif keman sesi ya da tangır tungur akan piyanonun iniltili hali de beni büyülüyor. Ah ya Hammond B3? En çok neyin mi sihrindeyim? Sesin! Gerçekte, Sessizliğin!


12

GERBERA MARGARIT Yazı: Çağla Elektrikçi - E-mail: moodindigo8@googlemail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

G

ünlerce yağmur yağdı buralarda,havai fişeklerin gökyüzünü aydınlattığı, tüm küçük çocuklar ve ben izleyip mutluluk sarmaşıklarıyla bucaklara uzanışları seyrettikten sonra. Kadraj ve piksel gökkuşağını es geçti penceremden. Tarihsel olguları, koskocaman yeşilliklerle kaplı yerleşim alanlarının aralarından yavasça yürüyüp her farkediş ve bütünle harmanlanan soğuk rüzgar,

sokaklara taşmış bireylerin saçlarına bir tutam özgürlük yaşattı. ‘’Öncesiz ve sonrasızlığı’’ ile objektif bakışların yaşattığı, sihirli hikayem burada başlıyor. Güneşin doğduğu anı bir düşünün, gökyüzü aniden karanlığından bir doğum sanrısıyla mosmor bir kolektif resimden ayrılarak bir küçük cocuk misali, aydınlığın getirdiği dürüstlükle sesini yüksel-


tir rüzgarlarıyla. Ağaçlar şarkılarıyla danseder gibi salınırlar,bulutlar da uyumludur hani. Güneşi beklersin, sende onlar gibi. Beyazlarla kaplı pencereler bütünleşirken kainatın kılıfıyla,başkalaşır, kelimeler uçuşur, çılgın bir konser salonunun ezgileriyle sesler zihninizde size eşlik ederler. Hiçbir şeyin endişesi olmadan köşelerden, size içtenlikle gülümseyebilen, uzaklardan yakın olabilen ani çıkışlarla güven seli ve hayal kapıları ardına kadar açııir karşınızdan ellerinize. Bunun sizi durduracağı, karşınıza çıkan her adım, inançla sarılırsınız düşüncelerle bağlı gözlerinize, gördüklerinizdir yaşam. Başlı başına kilise mucizelerden. Trajedi ve mübalaa sanatı olmadan algıladığımızda bulguları size riflerden ötesini, masallardan kaybolmuş büyümüş düşüncelerle siz, var olan her yaşamla renkli kalem ve boyalara dalarak boyayabilirsiniz gökyüzünü. Mevsimlere bakmadan, bir dilim huzurdur yağmurun, güneşin getireceği. Ellerinizle uzanıp, bulutlar ardı ardına süzülürken aralayıp hayal gücünüzün derinliklerine dalmaya calişmadınız mı? Griliklerin ardındaki beyaz, kimin yüzü, gözleri, bahsi geçen yaşamın klavuzluğunda. Kahve aroması gibi, yudumlamadan önce tasvirlerinizle hissettiğiniz tutku. Pencereden siyah-beyaz bir resmi andıran Hitchcock düzlemlerinin ardındaki kayboluş, buluşlarla. Bunun neresi Gerbera Margarit değil mi? Penceremin kenarındaki kırmızı alman papatyası o. Hergün büyüyor, renkleri ayrışıyor, kolektif saf bir duruşla senfonilerle seyreliyor. Her zaman hikayeleri farklılaştırmıştır ruhumu, bireysel olmamış, doğayı özgür kılmıştır detaylarıyla bir masumiyet zinciri kurarak. Kırılgan, çıtı pıtı haliyle isyankar baharlardadır. Çocukluk dergilerini andırır; Negatif, Eski’z,Virgül ile Roll ve Tarzan ile Arab Kadri misali. Bu şekilde bir kiyasla, birileri değerden düşüyor tabii, kendi başlangıcını

temellendirebilme zorunluluğunu başarıyla, aşamalarııyla olmazsa olmazi. Bu hiç gitmediğiniz, Airkosita köyü’nün yeşillikleriyle bezendiği katmanlarinin Frida Kahlo hesabi resmiyeti. Bu soyut kestirimlerle, bu heceleme yarışmasındaki ölümle yarışmak mı? Kadere karşı güreşmek mi? Talihe karşı gelmek mi? Tranquilo,hermano (sakin ol kardesim), Özenle unutulmuş mucizeler ve sihir anca buna derim. 90 kusağı yazarlarından İrfan Yıldız’ın ‘’Şapkasız İstanbul Destanı’’, Hikmet Uluğbay’in ‘’38’lik Smith Wesson intihar teşebbüsü’’. Babakale ve Şeytan kalelerinin görüntüsü. Demek istediğim Karbon+Hidrojen’lerin birbirlerini nasil çekim gücü içerisinde bağlanışları gibi. Bizi yaşama bağlayan unsurların toplamıyla mükemmel olmadığı halde sihirli tasvirleri, yaşamları. Su ve Potasyumun mübalaasıyla aşırı uyumsuz reaksiyon içerikli patlamalarına gerek yok. ‘’Küçük Prens’’ masalı bu aslında. Yılan, tilki ve gülle sohbet edip, gıüe olan özlemi ve aşkıyla kainati anlamaya calışan bir yürek; büyükleri anlamayışıyla, doyumsuz yaşamlarının içerisindeki körelmiş sihiri farkedişiyle, Ayyaş, kral, Işadamı karakterlerine karşı gelir. Antonie De Saint Exupery aslında bahsettiği çocuğun kendisidir. Buğday saçlğ, gizemli küçük çocuk. Bir yüzyıl öncesinde yazılmış olan masaldaki unsurlardan ne degişti? Küçük Prens’in dört dikenli gülü varsa, Saint-Exupery’nin de Arjantin postaları için çalışırken tanıştığı Salvadorlu Conseula adında sevgilisi vardı. Küçük Prens gerçek hayatında da, masalında fanus ile kapatıp koruduğu gülüyle evlendi. Antonie mimar, pilot ve yazardı, bu ilginç donanımla masalına, çölde uçaği düşen pilotun başına dikilip ‘’Bana bir kuzu resmi çiz’’ diye başlarken ben de, sihirin derinlikleriyle bitiyorum Gerbera Margarit’in sınırsızlığı ile.

Çağla Aralık ayı yazısını çabucak göndermiştir fakat tembel ve o sıralar başı sınavlarla dertte olan Draje editoyası kendisine geç cevap yazmıştır. Burdan hep beraber “pardon yav” diyoruz. Ayrıca Garbaret Magrit nedir, bunu bilen beri gelsin! Uzun ve çetin saatler boyunca yaptığımız Google araştırması sonucunda papatyanın irisi olduğunu sanıyoruz. Fakat bunların hepsi rivayet, bilim çevreleri de kendi arasında gruplara ayrılmış durumda. Bu konu hakkında aydınlatıcı bilgiyi gelecek sayıda Sevgili Çağla’nın ağzından, yine bu satırlarda bulabilirsiniz.



Time is the charm... Utku Atalay - http://dramod.deviantart.com Model: Mehmet Ĺžahin Tabak


16

Kanada’dan türkiye’

Söyleşi Beyrut Yıldırım E-mail: beyrutfatosyildirim@gmail.com • Erdinç Yücel • Fotoğraflar: Al


’ye sihirli bir macera

lican Erkol • Betül Kurtkaya Illüstrasyon: Demet Özge Aykan E:mail: kult-ablasi@hotmail.com

B

renna Maccrimmon Kanada’dan buralara Türk müziği sevdası ile gelmiş ve hakkını vererek en bilinmeyen türküleri bulup çıkarmış, muhteşem sesiyle yorumlamış bir sanatçı. Hikâyesi bizlere sihirli bir masal gibi geliyor. Onun türkülere merakı okyanusu aşmasına ve buralara kadar gelip uluslararası bir müzisyen olmasına sebep oluyor. Seksenlerde üniversitede etnik müzik dersinde Türk müzisyenlerle çalışmış ve o günden bu yana özellikle Balkan müziğiyle uğraşıyor. Bunu yaparken de köy köy, kasaba kasaba Trakya’yı ve Balkanları gezmiş. Klarnetçi Selim Sesler ile Karşılama’yı kurdular ve aynı isimle bir albüm çıkardı. Birçoğumuz için o “Türkü Bacı”… Türküleri öyle içten yorumluyor ki günümüzün birçok türkü yorumcusuna taş çıkartıyor. Kendisini Badehane’de dinledik; türkülerle şenlendik, Leonard Cohen’den Sister’s of Mercy’yi söyleyince heyecanlandık, röportaj esnasındaki içtenliği, alçakgönüllülüğü ile büyülendik. Bütün bunların yanında söyleşi kayıtlarımızın başına bin bir türlü iş geldi ve bu güzel söyleşiyi kısaltarak yayımlamak zorunda kaldık.


18

Draje: Selim Sesler ile nasıl tanıştınız? Brenna: Çok uzun ve eski bir hikaye ama Sıraselvilerde barlar vardı Selim orada çalıyordu. Zen gurubu ile daha sonra Babazula oldu. Aynı zamanda Amerikalı çok iyi bir araştırmacı vardı Sonia Seeman. Özellikle roman müzikleriyle ilgileniyor ve araştırıyordu. Sonia’ya sordum hiç böyle bir klarnetçi duydun mu diye. Selim galiba dedim. “Selim mi aaa?” diyerek hemen odasına girdi.Eski bir kaset çıkardı, “ Bu mu Selim?” “Evet bu “ dedim. Meğer Sonia ve Selim çok iyi arkadaşlarmış. Birkaç ay sonra albüm yaptığımda klarnet istedim. Kim olabilir dedik, ilk aklıma gelen Selim oldu. Sonia’yı aradım. Onun yardımıyla tanıştık. Draje: Araştırmalarınız için Türkiye’yi ve Balkanları dolaştınız, bu yolculuklarda başınıza gelen en ilginç olay neydi ? Brenna: Balkanlarda ve özellikle balkanlardan göç eden insanlarda Türk örf ve adetlerine daha yakın oluyorlar, çok samimi insanlar, misafirperverlik onlar için çok önemli… Sanırım en iyi Türk kahvesini Üsküp pazarında içtim ikincisini de, Bulgaristan Haskova’da içmiştim. Başka yerlerde Türk kahvesini yapmayı unutmuşlar sanki ama balkanlarda devam ediyor. Draje: Kanada da, Türk müziği ile tanışmadan önce müzikle ilgileniyordunuz, türk müziğini keşfetmeden önce ve şimdi arasında nasıl bir değişim geçirdiniz? Brenna: Kolay bir cevabı yok ama böyle arkadaşlarla çalışmak çok değerli bir şey benim için. Dalga geçiyoruz biz artık Müzisyen Cumhuriyeti olduk. Yaşlı müzisyenler geleneksel müzisyenler bana teşekkür ettiler. Taa oradan geldin burada Türk müziği yapıyorsun diyerek. Draje: Peki burada zorlukla karşılaştınız mı hiç? Brenna: Tabii, her zaman hayat zorlukla dolu zaten. Kendi albümümü çıkarmak kolay olmadı ama dediğim gibi hayat hiçbir yerde kolay değil ki… Draje: Türkiye’de gördüğünüz ve sizi

rahatsız eden bir şeyler var mı? Keşke böyle olmasaydı daha iyi olurdu diyebileceğiniz şeyler… Brenna: Çevre sorunları beni çok ilgilendiriyor. Daha temiz bir dünya için ne yapabiliriz diye soruyorum kendime… Bence bizim için en büyük sorumluluk o. Hepimiz için çok önemli bir problem. Yoksa çocuklarımız için bir şey kalmayacak. Berbat bir dünya vereceğiz onlara. Ve elbette insan hakları da çok önemli. Bizler birbirimize değer vermiyorsak, dünyamıza değer vermiyorsak nereye gideceğiz? Yani biz insanlık olarak bunları aşmak zorundayız. Sadece Türkiye’den bahsetmiyorum. Draje: Türkiye’ye dışardan gelen pek çok insanın korku ve tedirginlik yaşadığını biliyoruz. Peki bir “yabancı” olarak Türkiye’ye gelirken hiç kaygı duydunuz mu? Brenna: (Gülerek cevaplıyor) Hayır… Daha korkunç yerlerde bulunmuştum. 80’lerde New York gerçekten korkunçtu. Burada insanlarla arkadaş olduğunuz zaman herkes sizi kolluyor. Başka bir güvenlik var aslında burada. Draje: Zaten “Türkü Bacı” diyorlar size. Biliyorsunuz değil mi? Brenna: Aslında bu Belkıs Akkale’nin lakabı. Ama ben Belkıs Akkale kadar büyük değilim. Draje: Biraz da albümünüzden söz etmek istiyoruz. On beş yıldır türkülerle iç içesiniz ama Karşılama ve Ayde Mori’nin üstünden neredeyse on sene geçti. Neden bu kadar uzun sürdü? Brenna: Olayların akışı… (Gülüyor)


bir türkü ama biraz eski. Artık çok söylenmiyor. Şimdi geliyorum. Bunun gibi bir yerde herkes eşlik ediyor. Daha tatlı bir şey olamaz benim için.

Kabaca maddi imkanlar diyeyim… Aslına bakarsanız ben biraz inançlıyım. Yani dijital programlar ya da altyapı kullanmak istemedim. Doğal müzik ve doğal seslerle yapmak istediğim için biraz yavaş oldu. Bir de Karşılama’yı on sene evvel yaptık, Ayde Mori’yi yapalı sekiz sene oluyor ama hala dinleniyorlar. Bu açıdan biraz da gurur duyuyorum elbette. Bir şey yaptığımız zaman devamı olsun istiyoruz. Onun için acele etmeyelim. Biraz düşünelim. Plastiği kağıdı boşa harcamayalım… Doğru iş yapalım… Draje: Son zamanlarda Facebook’ta sizin videonuz çok paylaşılıyor. Şarkınız herkesin dilinde. Bu size ne hissettiriyor? Brenna: Şok oldum. Hatta Toronto’daki arkadaşlarım da şok oldular. Çok sevindim. O bilinen

“ En iyi Türk kahvesini Üsküp pazarında içtim”

Draje: Kanada’dan geldiniz Türkiye’de müzik yapıyorsunuz… İnsanların çok olağan şekilde yaşayabilecekleri bir macera değil bu. Bizim için çok sihirli bir şey… Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Brenna: Evet sorunuzu anlıyorum. Hayat sihirli anlarla dolu zaten. Ben “niçin bu böyle?” diye sorgulamıyorum. Sanırım onu böyle kabulleniyorum. Bazen sizin sorduğunuza benzer şekilde soruyorlar. “Sen Kanada’dan geldin Türk müziğiyle Balkan müziğiyle ilgileniyorsun. Tuhaf değil mi yani?” Evet belki biraz tuhaftır ama düşününce başka ne yapabilirim ki bilemiyorum. Tesadüfler arka arkaya geliyor. Doğru kişi, doğru an, doğru yer… Doğru geliyor bana bu böyle. Draje: Peki gelecek planlarınızda Türkiye’nin yeri nedir? Yeni bir albüm düşünüyor musunuz mesela? Brenna: Albüm için en büyük zorluk on bir tane şarkı seçmek. Onlarca türküden hangisini seçeceğiz… Bir de bazı değerli

arkadaşlarım benim için türküler topluyorlar: “Lütfen sen söyler misin?” diyerek. Bu da büyük bir sorumluluk benim için. Sadece seslendirmek değil, önce o türküyü içinizde yaşatmanız gerek. Ama kesinlikle yeni albümler yapmak istiyorum. Draje: Son olarak okurlarımıza üç film ve üç kitap önermenizi istesek… Brenna: En beğendiğimi seçmek hemen hemen imkansız… Film olarak “Night on Earth - Jim Jarmusch, Food, Inc- Robert Kenner, Fatih Akın’ın çok iyi bir anlatıcı, The Last Waltz - Martin Scorsese… Kitaplar ise “Johnny Got his Gun - Dalton Trumbo, 1938’de yazılan ve daha sonra filme çekilen bu kitabın çok güçlü bir anti savaş kitabı olduğunu düşünüyorum. İkincisi Up in the Old Hotel - Joseph Mitchell, The End of the Line - Charles Clover, The Bridge of the Golden Horn by Emine Sevgi Özdamar, Bastard of Istanbul by Elif Safak, ve şu sıralar Stephan Pastis’den Pearls Before Swine’ı okuyorum, gayet eğlenceli bir kitap…


20

HOGVIRTS’DAN N

Yazı ve illüstrasyon: Cem Güventürk - E-

• Hogvırts diye sihirin büyünün kol gezdiği bi mekan var. Adamlar bunun okulunu okuyorlar.Ama sabi mektebi gibi yer. skini sallasan çocuğa çarpıyor, ejderhası var üç başlı köpeği var, kızlı oğlanlı böyle de karışık bi yer. Kızlar güzel… İlik gibi kızlar var allahıma, biblo gibi hepsi ki hogvırts’da kızlar teklif ediyormuş diyorlar (bilmiyorum). Ama daha yaşları küçük, yani sen ben gitsek bize “abi” çekerler, güceniriz. • Beden eğitimi dersleri var ama o kadar y.rrak gibi bir ders ki ne top var ne bahçe, kimse alt eşofman falan da giymiyor, pelerin melerin giyiyor, ortada uçan bi skimanço var herkes onun peşinde, salıyorlar sonra bin süpürgeye kovala babam kovala. Geçen beni takıma almadılar, kantinden tost ayran alıp gittim, ”süpürgenizi skyim” sizin diye başlayıp “ekinler dize kadar” tezahüratıyla bitirdim. Bende öyle süpürge olucak “uç” diycem uçucak, o okuldan nasıl fıyarım biliyo musun, sonra ver elini atari salonu, skorpiyon vins pörfekt! • Yemekler yemek değil, eşeğin önüne doğrar gibi doğramışlar yeşilliği, iyi yıkanıyo mu yoksa yalapşap bi sudan mı geçiriliyo bilmiyoruz, tatlı diyorlar yavan şöbiyete benzer bişiyi koyuyolar

önüne, hadi ye, geçen yatakhanede ”kardeşlerim yolları bilse de gelse, annemin bir süpürgesi olsa da binse de gelse” diye cırlayan bi çocuk gördüm... Ağzına bi tane tokat vurup “sus lan gece yatmak bilmiyorsun sabah kalkmak bilmiyorsun, 2 gündür uyku uyumuyorum ben, yat zıbar skerim kaynatanı” dedim, yattı uyudu. Askerlik gibi, verdiler çubuğu yok efendim maymunu kurbağa yap, kurbağayı maymun yap bu ne mna koyim, bi kerrat cetveli öğretin bi dil öğretin şurda da ülkemize vatanımıza hayırlı olalım, 3 hafta oldu kesirlere geçemedik. Markete süt almaya gitsem 1/2 yazsa kitlenir kalırım orda ben, anneme biz daha kesirleri işlemedik diyemem. okula gitmiyorum atariye kaçıyorum sanar, skorpiyon vins pörfekt sanar. Bu yüzden geldim geleli ne bir değerlendirme çalışması yaptım, ne bir hazırlık sorusu yaptım, varsa yoksa büyü ezberletsinler. Geçen gene büyü dersindeyiz, büyücüye çıkıştım, Bu büyülerin türkçelerini öğrensek ya, sırf ezber yapıyoruz, öğrene öğrene gitsek ya dedim, burda hep cepten yiyoruz hocam dedim, elindeki çıbığı döndere döndere bir büyü yaptı, bi gram aklım vardı onu da aldı, cin çarpmışa döndüm. hoca bütün büyüleri biliyo zaten, bize bazı şeyleri


NAKİL SEN MİSİN?

-mail: cemguventurk@windowzlive.com

öğretmiyolar, bilirseniz kötüye kullanırsınız diyolar. • Okul bi de tam ısınmıyor, geceleri donuyoruz, kaloriferler yanmıyor, holde kocaman şömine var, müdür odun parasını almayı bildi ama yakmıyor, zaten parayı aldı ama ne makbuz ne bişey, hiçbişey vermediler, o paralar nereye gitti bilen yok soran yok. Bi tane ingiliz piçi var Ron, çocuklar duymasındaki havuça benziyor, ”cem bu böyle olmaz gel isyan edelim” dedi kanıma girdi, sonra annesi mançester’den katalitik yollamış. Yolunu bulunca anında sattı beni. Geçen gördüm katalitiği yakmış 5 çayı içiyor, ”olum Ron kapat şunu bütün havanın nemini emdi” diycektim, emmek fiilinin ingilizcesi aklıma gelmedi. direkt gittim kapattım. Bu böyle, oo faklı what izli falan bişiyler diyince de gücüme gitti, arbede yaşandı orda,beni disipline vermişler. • Müdür de dedem yaşında adam, saygısızlık olmasın diye sesimi çıkarmadım ama adam sakala yol vermiş, saldırmış tel kadayıf gibi sereserpe, Gözümü dikip baktım. kalorifer konusunu açıp disiplinden yırtmak gibi niyetim vardı ama bi türlü simple present tense’e ayak uyduramıyordum. Elime bi evrak tutuşturdu, sonra gönderdi. Harry’I bulup ”ne diyor lan burda çevir bana bakiyim” deyince, ”cem tasdikname olum bu, seni eskişehirde bi üniversteye vermişler, çayırlı çimenli bi yer, en azından memleketin.. hakkında hayırlısı olmuş, bu el memleketlerde yapamıyordun…” diye başlayınca sıkıldım, heri potırla mı konuşuyordum dayımın oğlu irfanla mı konuşuyordum bir türlü anlamadım “tamam lan şatap” dedim. hatta “şarapçı şarap şarap” dedim gülüştük. • Pılımı pırtımı topladım, akdeniz flex sport bavulumu yüklendim gidiyorum, ”bi uğurlayanım bile yok” diye düşünürken baktım Hermione gördü beni, şu yumak saçlı kız vary a o, ”naber” dedi baktım gözleri dolmuş, bana karşı boş değilmiş gibime geldi, kulağına eğilip “hermi burada olduğum sürece sana karşı hep bişeyler besledim,

hep seni leğende salınırken arzuladım küsküyü nasır ettirdin bana, şimdi gidiyorum daha askerlik var sigortalı bi iş var halledeyim, çiçeğimle çukulatamla geliriz buraya ak sakallıdan isteriz seni” dedim, “hepsi hallolur” dedim… kalbini işaret ederek “şurası çok önemli kalbin temizse her şey olur” diyecektim ki, yanlışlıkla memesini elledim sanırım, bu cırlamaya başladı, baktım hayvan çocuğu gibi koşarak Ron geliyor yakalayıp ağzımı yüzümü kırdı, meğer manitasymış ipnenin, katalitiğin de sinirini atamamış olucak katalitikle vurdu. Orda bayılmışım. • Ayıldığımda Anadolu Üniversitesi öğrenci işlerindeydim. ”Hogvırts’dan nakil sen misin?” dediler, başımı sallayıp onayladım, ”şu kağıdı al sekretere onaylat harcı da yatır” dediler, kırık dişlerimi göstere göstere güldüm, ”gözünü sevdiğim memleketim” diye yerleri öpmeye başladım, ”beni köyümün yağmurlarında yıksanlar”ı çığırdım, çok bağarıyorum diye yan sınıfın hocası muharrem akrep rahatsız olup nooluyor lan diye içeri geldi,bu ipne yine mi geldi buraya diyip iki tane wkombo çekti bana sonra muharrem scorpion vins pörfekt!


22

“BERZAH” Alican Erkol


- vaveyla@gmail.com


24

YAŞAM MANİFES


MCI STO

Yazı: Mark Town - E-mail: smanola@hotmail.com İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

İ

nsanlar sadece formasyonları üzerine yoğunlaşıp ilgi alanlarına bunun dışında kalan seyleri işlerine yaramayacağı düşüncesi ile sokmuyorlar. Bir mimar müzik yapmanın, bir şöför ekolojinin ya da bir doktor astronominin kendisine bir şey katmadığını savunarak bunlardan uzak duruyor ve verdiği bu kararı rasyonel buluyor, bulduruyor. Halbuki insanların bir şeylerin ayrımına en çok varamadığı nokta mesleklerinin temel amacının para getirmek olduğu. İnsan parayı bir şeyler yapmak için kullanır; para için yaşamaz. Astronomi olsun, su bilimi olsun ya da mimari olsun , bir insan her şeyle ilgilenmelidir çünkü gerek doğada gerek şehir hayatında olsun, var olan olguların hepsi birbiri ile bağlantılıdır ve aynı zamanda insanlar arasındaki ilişkiler de farklı perspektiflerden bakılmadan açıklanacak kadar basit değildir. Daha da ötesi yarattığınız dünyaya ne kadar çok pencere açarsanız hayatın önemini ve ne kadar muhteşem bir şey olduğununu o kadar çabuk idrak edersiniz. Yaşamın anlamını kitaplardan öğrenmeye çalışmaktansa kendinizi yaratılmış olan güzelliklerin içinde gezdirin. İntiharın ise ne kadar saçma bir şey olduğu ölümünüzün kimseye bir yararı olmayacağını etrafınıza baktıkça daha iyi anlarsınız. İnsanın evi bulunduğu dört duvar arası değildir, bütün çevreniz sizin yuvanızdır, özel mülkiyet ya da uluslaşma gibi kavramlara çok fazla takılmayın, yaşamınız bunlara karşı vereceğiniz savaş ile kirletilemeyecek kadar değerli. Radikal kararlar almanızı engelleyen bir şey yok çok geniş bakarsanız. Her bir insanın hayatı çok değerlidir, para ya da herhangi bir kaynak harcayarak yaratamayacağınız bir şeydir, onun mükemmeliyetini sorgulamak yerine hayran kalın, onu taşıyan bedenlere gerekli saygıyı gösterin. Gözünüzü açın, dünya çok geniş, dünya fırsatlarla dolu gözlerimiz tek bir yöne bakmak icin yaratılmamıştır. Draje Dergi editörleri, Mark Town’un Uzak Doğu maceralarına filan girmeye üşenmediği halde bi ara dergiyi boşlamasına çok içerlemişlerdi. Mark Town’un baklavalarını pörsütmek için kendisine yüz porsiyon şöbiyet ısmarlama planları yapan ekibimiz bu yazıyı okuyunca pişman olmuş ve tövbe ederek imana gelmiştir.


26

“SİHİRLİ SPATULA”

SİHİRLİ TATLARLA SÜSLÜ MASALSI BİR MEKAN… Söyleşi ve Fotoğraf: Ece Dericioğlu E-mail: ece-yc@hotmail.com



28

Draje: Asıl mesleğiniz nedir? Pastacılık eğitimi aldınız mı yoksa doğal bir yetenek mi bu? Ayça İlkel: Asıl mesleğim bilgisayar programcılığı ama hiç yapmadım üniversite son sınıftayken pastacılığa olan merakım ve hevesimle Ritz Carlton otelinin mutfağında çalışmaya başladım. Üniversite bittikten sonrada Amerika’da çeşitli okullarda eğitim aldım, ama pratiğini otellerde ve mutfaklarda çalışarak yaptım. Draje: Böyle bir yer açmaya nasıl karar verdiniz? Dekorasyonu da size mi ait? Ayça İlkel: Bu işe başladığımda amacım zaten ileride bir gün kendi yerimi açmaktı fakat kendi mutfağımda kendim çalışmalıydım, eğitim almak yeterli değildi tabii ki 5 sene çalıştıktan sonra tamam artık dedik, biz de kendi yerimizi açabiliriz ve harekete geçtik şubat ayının 13’ünde Sihirli Spatula’nın kapılarını açtık. Dekorasyonu tamamen bize ait, dekorasyona da zaten ilgim vardı ama bu işe başladığımdan beri yurtdışından tabaklarımdan bardaklarıma kadar dekorasyonla ilgili şeyleri taşımaya başladım, bir gün işime yarayacaklarını biliyordum Draje: Pastalarınız için tasarım harikası diyebiliriz. İnanılmaz yaratıcılık gerektiren bir şey. Nasıl ortaya çıkıyor şekiller? Ayça İlkel: Biraz yaratıcılık biraz da zevk diyebiliriz. Tabii pastalarla ilgili araştırmalarımda hiç bitmiyor, boş kaldığım anlarda nasıl daha güzel daha farklı şeyler yapabilirim diye araştırmalar yapıyorum.

Draje: Şu ana kadar yaptığınız en güzel pasta hangisi sizce? Yemeğe kıyamadığınız ya da yenmesini istemediğiniz bir pasta oldu mu? Ayça İlkel: En güzel pasta diye ayırmak çok zor aslında hepsi birbirinden farklı bi sürü değişik pastalar yaptım bazen bittikten sonra dakikalarca karşısına geçip izlediğim bile oldu, bunu nasıl kesecekler die düşünüyosunuz ister istemez. Bir varmış bir yokmuş, Ayça ve Gökçe ilkel adında ikiz kardeşler varmış. Yan yana büyümüş, hep birbirine destek olmuş ve aynı hayatı paylaşmışlar. Ancak üniversite yıllarında ayrı branşları seçmişler, farklı iş ortamlarında bulunmuşlar, ama bir zaman sonra ortak hayalleri onları yine aynı noktada buluşturmuş. Birbirlerinden güç alıp, toz pembe hayalleri gerçeğe dönüştürebildikleri bir mekan yaratmışlar, ve adını Sihirli Spatula koymuşlar. Mekanın masalsı dekorasyonundan mıdır, yoksa hayalgücünü zorlayan leziz ikramları tattıklarından mıdır bilinmez ama Sihirli Spatula’ya gelen misafirler burayı asla unutamıyormuş. Sanki her gelen büyüleniyormuş ve bir daha geliyormuş, bir daha, bir daha... İşte bu yüzden buranın bir sihri olduğuna artık herkes inanmış.

www.sihirlispatula.com Adres: Acıbadem Cad.Rauf Paşa Hanı Sok. No.1 Telefon: 0216 428 3828 / 0530 460 8585


m i. om o rg c i.c . de i rg je g de ra r je .d w ra de w .d om e c w m j . /w o w gi a :/ i.c r er /w tp rg d :/ ed . ht de aj tp w je ht dr . ra w w .d w w /w /w w :/ :/ /w tp :/ ht tp tp ht ht

draje www.drajedergi.com

Pencüse... Severler dergiyi gencüse!

m

co

Kendisi genç Ruhu olgun Hacmi dolgun Internet dergisi

BU ALANDA SİZİN DE REKLAMLARINIZ YAYINLANABİLİR! İRTİBAT

info@drajedergi.com

27

http://www.drajedergi.com


30

..SÖZCÜK(

Yazı: Tuğba Hanım Şanlı - E-Mail: ulkum.tr_th

S

abah erken kalkmaların devamı mutlu yoğunlukların bitmesini asla istemediğimiz zamanlara geldiğimizde fark yaratacağımıza inandığımız hissinin bizi sıkıştırıp sıkıştırıp rahat bırakmasıyla başlayan akıl almaz bir iç konuşmayla birlikte zamanın sonsuzluğu ve bedenimizin sonunun geleceği günün bir an kadar yakın ve yine bir an kadar uzak olduğunu düşünerek etkilendiğimiz tüm yaşantıların kahramanlarını gece yastıklarımızda ve çoğu zaman saatlerce hayalimizde devam eden yaşantılarla özdeşleştirmenin ötesine geçip gözümüzü sımsıkı kapamanın verdiği huzuru hissederek aslında dünyadaki kötülükleri de görmezden

gelerek oluşturduğumuz kısa anların mutluluğunu bütünün yerine koyup tekrarından yorulmadığımız sevmeleri ekleyerek harcadığımız enerjinin yorgunluğu üzerimize bir gülle misali çökene kadar varlığımızın sebebinden uzakta ve sadece kendimizle geçirdiğimiz zamanlarda farkına vardığımız insan olma sebeplerinin asla uygulamaya geçemediği dünya düzeninde bir nefes daha alıp insan içine çıktığımızda gerçekleştirdiğimiz tüm bencilliğimizin zihinlerimizde oluşturduğu nasırlarla geçen bir ömürden başkası değilken hayat iyiliğin yalnızca adını anmak ve sahteliğin ortasında kendinin gerçek olduğuna inanmanın bir sonucu olduğunu

Evet yanlış okumadın ve evet redüktörün hatası değil. Bu yazıda oku. Okurken gözlerini de kırpma bence, gözlerinin içine elmasla yarattığı gözlerin içine bak bir süre. Hiç durmadan, ara vermede yokmuş gibi bekle, bekle ama umma, ümit besleme, gülme, hüz


(CÜK)LER..

hs@hotmail.com - İllüstrasyon: Nida Kireççi

zannettiğimiz egoistlik duvarlarını yıkamadan ve üretemeden geçmekte olan vaktin içimizi cız dahi ettiremediği gerçeğiyle yüzleşip yine kendimize tam bu anda bin defa küfür yağdırmakla yetinmenin zahmetsiz işini ağır bir yükmüşçesine omuzlarımızda taşıyoruz sıfatına bürüyerek geçip gittiğimiz yollar yokuş yukarı bile değilken yürümekte zorlandığımız zamanların varlığıyla bitip tükenmek bilmeyen sözcükler arasında tam olarak söylemek istediğimizi söylediğimizde bile başka anlamlar çıkarmaktan hoşlandığımız durumları yaşayıp bununla asla yetinmez ve kurduğumuz tüm senaryoyu çevremizdeki karakterlerle bağdaştırır ve kendinin bizde kim olduğunu bilmeyen insancıklarla yaşa-

nanların sebebini düşünürken dünyayı anlayıverişimizi asla farkedemez ve fark edemediklerimizle çoğalıp bir çamur birikintisinin tüm ayak seslerini yutması misali sözcükleri duymayıverdiğimiz vakit tek bir şarkı sözü ve ritmiyle bile hüzünlenebilecek duygusallığa erişmenin iyidir kötüdür yorumları eşliğinde kendilerince insan olma sebepleri belirleyip haklı haksız kuralları koyabilenlerin dünyasına hoş geldiğimi düşünürken en doğru sözcüklere sahip olan “en güzel umutlar çocuklardadır” şarkısını söylemekten mutluluk duymaktan asla vazgeçmeden ve her gün yeni anlamlar yükleyerek bu sözcüklere kendimizi inandırırız sözcüklerin sihrine.. sözcükler,sadece sözcüktür işte..

a pak noktalama işareti yok. İstersen şimdi bir de bunu bilerek ar safirler batsın okurken. Bu arada aramıza yeni katılan Nida’nın en geçen, beklemeye vaktin olmayan hayatına inat hiçbir şey zünlenme de, sadece bekle. Araç değil amaç olsun beklemek.


32 sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

Acemi illüzyonist Be

DÜNYA, SAVAŞIN E

Haber: Hayriye Gülle - E-mail: asparajans@gmail.com - Fotoğraf: As Parajans

Amerika’nın Washington şehrinde 24 – 27 Kasım 2009 tarihleri arasında düzenlenen geleneksel illüzyon festivali birbirinden görkemli gösterilere sahne oldu. Yaklaşık 350 illüzyonistin katıldığı festival basının da ilgi odağı konumundaydı. Festivalin son gününde kendini göstermek isteyen San Marino asıllı Billy Bob Corn isimli 17 yaşındaki gencin gösterisi ise inanılmaz olayların yaşanmasına sebep oldu.

B

eyaz Saray Yok Olunca… Festivalin son saatlerinde Billy Bob Corn adlı 17 yaşındaki genç Beyaz Saray’ı yok edeceğini söyleyince herkesin aklına dünyaca ünlü illüzyonist David

Copperfield’ın Özgürlük Anıtı’nı yok etme numarası geldi. Merak ve heyecanla gösteriyi bekleyen seyircilerin heyecan dolu bakışları arasında meditasyon pozisyonu alan Billy Bob Corn bir

Özür ve Düzeltme: Edepsiz Draje’de Hayriye Gülle imzasıyla sunucularımıza sızdırılan yazının mendebur uzaylılarca tertiplenmiş bir saldırı olduğunu üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz. Hayriye Gülle’nin cesur ve seviyeli habercilik anlayışıyla bağdaşmayan bir içerik taşıyan yazıda; Hayriye Gülle’nin memeleri olduğu, onları küçük oyunlarına alet etiği, bu memelerin koşarken zıpladıkları ve

hatta beş - on yıl içinde sarkacakları ima basının cesur kalemi Hayriye Gülle’nin m odaklarının iğrenç bir yalanından ibarett anaokulu yılarından bu yana yalnızca ha kötüleri ve halkın haber alma hürriyetini g yerinden zıplatmıştır. Memelerinin arasına


m sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem s

eyaz Sarayı Kaybetti

EŞİĞİNDEN DÖNDÜ saat kırk yedi dakika boyunca bulunduğu yerden kalkmayınca sıkılan seyirciler festival alanını terk etti. Genç illüzyonistin hiç hareket etmediğini, adeta nefes bile almadığını fark eden festival yetkilileri sağlık görevlilerini gösteri alanına davet ettiklerinde ise inanılmaz bir olay yaşandı ve Beyaz Saray bir anda gözden kayboldu. anlı Yayında Şok Gelişme Festival alanında bu olaylar cereyan ettiği sırada Amerikan Başkanı Barrack Obama dünya barışını tesis etmek üzere geliştirilen yeni askeri teknolojiler hakkında bilgi vermek üzere Beyaz Saray’da bir basın toplantısı düzenlemekteydi. Obama Türk – İslam âleminin mübarek kurban bayramını kutlarım diyerek başladığı konuşmasının sonuna geldiğinde Beyaz Saray’ın yok olduğunu görerek birden çığlık atmaya ve yüksek sesle kelime-i şahadet getirmeye başladı. Olay anında bütün dünya televizyonlarının canlı yayını keserek ekrana Necefli Maşrapa görüntüleri getirmesi ise Türkiye’de, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde ve Yurtdışı temsilciliklerimizde coşkuyla karşılandı. Bununla beraber gizli servis elemanlarınca basın mensuplarının elindeki tüm kayıt cihazlarının alınması basın özgürlüğüne vurulmuş bir darbe olarak tel’in edildi. ki Ordu Kırmızı Alarma Geçti Beyaz Saray önünde bunlar yaşanırken festival alanında kendinden geçmiş bir halde garip sözcükler fısıldayan Billy Bob Corn ise hemen tutuklanarak gizli servis elemanlarınca sorguya alındı. B. B. Corn’un San Marino asıllı olduğu bilgisi Beyaz Saray ve Penta-

C

İ

a edilmektedir. Gerçeğin sesi ve hür memeleri olduğu tamamen malum şer tir. Ayrıca belirtmeliyiz ki Hayriye Gülle aberden habere koşmuştur ve yalnızca gasp etmeye çalışan şer odaklarını a kalem sıkıştırma iması da bu cesur

gon yetkililerine ulaşır ulaşmaz alarm durumuna geçen Amerikan kuvvetlerinin San Marino’ya doğru harekete geçmesi üzerine San Marino Güvenlik İşleri Bakanı Luigi Allesandro Itturiaga bir basın toplantısı düzenleyerek; “savaşa da barışa da hazır olduklarını” vurguladı. “San Marino – Fransa milli maçı için hazırlık halinde olan San Marino ordusunun kırmızı alarma geçirildiğini” de sözlerine ekleyen bakan; “tarihi maça bandodan yoksun şekilde çıkmaktan da çekinmeyeceklerini” belirtti.

S

orunu Hipnoz Çöztü Bir saat kırk beş dakika boyunca sorgulanan Billy Bob Corn eski bir Haiti kitabında okuduğu sözlerin bir illüzyon numarasıyla ilgili olduğunu sandığını ve Beyaz Sarayı geri getirmek için gereken sözcükleri birbirine karıştırdığı için bu yanlış anlamanın ortaya çıktığını söyledi. Amerikan Gizli Servis elemanlarınca hipnoz etkisine alınan acemi illüzyonistin doğru sözcükleri telaffuz etmesiyle Beyaz Saray yeniden görünür oldu ve dünya büyük bir felaketin eşiğinden döndü. rtık Beyaz Değil Dünya’yı yeni bir savaşın eşiğine getiren kriz tatlıya bağlanırken Beyaz Saray’ın yeniden ortaya çıktığında pembeye dönüşmüş olduğu da gözlerden kaçmadı. Olayı As Parajans için değerlendiren Toplumsal Gerçekçi İllüzyonistler Sendikası (TOGİ-SEN) genel başkanı Adile Taş ise “bunun basit bir illüzyon numarası olduğunu, sihir diye yutturulmaya çalışılan şeyin toplumu uyutmak için emperyalist ajanlarca tertiplendiğini” söyledi.

A

kaleme yapılmış alçakça saldırıyı ele vermektedir. Draje Dergi olarak Hayriye Gülle’nin cesur kalemini köşeye sıkıştırmaya çalışan hainlerin bu provokasyonunu kınıyor, sunucularımıza sızan bu hain yazıdan dolayı okurlarımızdan ve Hayriye Gülle’den özür diliyoruz. Kamuoyuna saygıyla duyurulur . Draje Dergi Yayın Kurulu


34

ANNEANNEMİN

ÇİLEKLİ TURTALARI


Yazı: Alper Günay - E-mail: agunayist@hotmail.com İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

T

urtalar. Çileklileri özellikle. İçim bir tuhaf olur hala düşündükçe. Yiyemez oldum artık. Pek bir şey ifade etmiyorlar. Halbuki küçükken anneannemin çilekli turtalarına doyamazdık. Kuzenlerimle oturup kilolarcasını yerdik. O kadar da iyi değildi aslında. Pek lezzetli yapamazdı. Şeker bile koymayı unuturdu bazen. Ama bizi her seferinde başka bir yere götürürdü. Her seferinde yeni bir maceraya atılırdık. Çocukluğumuzun en keyifli anlarıydı bunlar. Bazen suları pembe akan şelaleden aşağı düşerdik. Bazen mavi bir tayın üzerinde bulurduk kendimizi. Rüzgar ılık ılık yalardı yüzlerimizi. Hatta bir keresinde Everest’ten aşağıya leğenle kaydığımızı bile hatırlıyorum. Ne heyecandı ama… Hepsi anneannemin turtaları sayesinde. Sonra birden fark ettik ki anneannem her seferinde kendinden bir şeyler katıyordu turtaların içine. İşin sırrı buymuş aslında. Biz her sefer çıktığımız yolculuktan döndüğümüzde anneannemizi bir parça daha tükenmiş buluyorduk. Biraz daha yaşlanmış. Ölüme biraz daha yaklaşmış. Ama asıl acı olan bu değildi. Öyle ki hiç birimiz bunun farkına vardığımızı belli etmedik. Yani anneannemizi gün geçtikçe kaybettiğimizi… İster bencillik deyin ister çocukluk. Vicdanı rahatlamıyor insanın. Hiç unutmayacağım o son yolculuğu ve sonucunu. Turuncu bulutların üzerindeydik. Bütün kuzenlerim ve ben. Yumuşacık, mis kokulu bulutların. İnsanın vücudunu okşayan, o zamana kadar hayal bile edemeyeceğimiz bir haz. İlk kez salgılanan bazı hormonlar... Kızlara başka türlü bakmak mesela. Evet çoğunuzun bildiği bu tanıdık duyguların ilk kez belirmesi hepsi ama hepsi bu son yolculukta oldu. O ana dek yapılanların en iyisiydi. Nereden bilebilirdik ki bu onun ölümüne yol açacaktı. Şimdi aramızda yok ve bunun sorumlusu benim. belki birazda kuzenlerim ama suçu onlara atmak korkaklık olur. Vicdanımı rahatlatmaya yönelik boş bir çaba olur belki de. Sizde bilin istedim. Çünkü bu sadece bende kaldıkça kemiklerim daha hızlı eriyecekti. Umarım anneannem beni affeder. Alper yazısını yazarken Jefferson Airplain’den White Rabbit’i dinliyordu. Bursun size bir bukle: One pill makes you larger / And one pill makes you small / And the ones that mother gives you / Don’t do anything at all / Go ask Alice / When she’s ten feet tall And if you go chasing rabbits / And you know you’re going to fall / Tell ‘em a hookah smoking caterpillar / Has given you the call / Call Alice / When she was just small


36

SİHİRBAZDAN

B

ana seslendiniz, geldim. Cambaz, düzenbaz, küfürbaz, oyunbaz, kumarbazdaki baz. Sihrin yapıcısı, edicisi... Sihirci, sihirbaz. İnanmadınız değil mi? Zaten sihirbaza inanılmaz. Tanrıya inanırsınız ama... Ol, deyip yaratmıştır koca evreni. Kaba bir inşacıdır aslında. Kendi hayal gücünün sınırları içindedir yarattıkları. Ben ise hayal ettiklerinizi veririm sizlere. Alis benimle gezer harikalar diyarında, prensesler benim öpücüklerimle uyanır, prensleri ben döndürürüm kurbağadan Bred Pit’e, ben uçururum halıları kubbeli şehirlerin üzerinden, benim dilimle konuşur börtü böcek, Alaattin’in lambasına cini ben koydum, külkedisini ben Sindirella yaptım, Galya’lı Asteriks benim iksirimle korudu köyünü Roma işgalinden, Ali Baba benim sözlerimle açar haramilerin kapısını. Oradaki sihir dağın açılması değil -açıl susam açıl-, derken susam kelimesini düşünmeden kabullenmenizdir, perilerin değneklerini ben yaparım. Bebek kokladınız mı hiç? Tanrı sizleri yarattı, sizler bebeği. O kokuyu ben yaptım. Bok kokardı tanrınıza kalsaydı. İlk öpüşmelerinizi hanginiz unuttunuz? İlk dokunuştaki titremeler, sevgilinin kokusu? Aşk, benim dokunuşumdur. O yüzden âşıkken uçan halılarda gezersiniz de sihrin etkisi geçtiğinde tepe üstü çakılıp -ne yapıyorum ben, dersiniz. Boğazın çocukları, İstanbul’a ben dokunduğum için bu kargacık burgacık şehir bu kadar güzel, deniz kıyısında içilen çayı ben demledim, simite susamı ben atıyorum, ben yaptım diye domates, biber ve yumurtadan oluşan kusmuk muadili şey o kadar yenilesi. Gargamel kötüdür çocuklar, aman dikkat. O büyücü. Büyünün karası vardır. Sihir ise beyaz, neşeli ve muzip. En fazla şirinleri sabundan baloncuklarda gezdiririm. Ha bir de, Şirine’nin eteğini uçururum ara sıra şirinlerle beraber seyredelim diye. Bizim alemde erkekler sihirbazdır, dişiler cadı. Bir sihirbaz aşık olduğunda karanlık tarafa geçer. O artık büyü yapmaktadır. Yani sihirbazlar sihir yerine cadı yaparlarsa büyücü olurlar. Büyücü eşittir cadıbaz. Bir ben kaldım sihirbaz, ben de tatlı cadının peşindeyim. Sıkıldım artık sadece çocukken bana inanılmasından. On yüz bin milyon yaşındayım büyüyemedim. Noel Baba dediler bana, hem de beni hiç görmeden eciş bücüş bir şekil uydurarak. Şimdilerde de kuantum diyorlar. Ordaki kedi Schrödinger’in değil, benim kedim. Biraz büyüyünce bana inanmak yerine sihri fizikle açıklamak zorunda kaldılar. Oysa, Küçük Prens’i gezegen gezegen gezdiren benim sihrimdi. Maykıl’ı ben dans ettirdim. Sihirli bir adam olduğunu, sihre inandığını göremediniz mi? O yüzden büyümekten korktu, çocuk kalmak istedi. Tıpkı Peter Pan gibi. Çağırdınız geldim. Büyüyorsunuz ama artmıyor, eksiliyorsunuz. Ço-

Yazı: Ali Dogan - İllüstrasyon: Erdinç Y


N MEKTUP VAR

Yücel E-mail: yucelerdinc@gmail.com

cukların değil ergenlerin sihirli hikayelerini duymak istiyorum sizden. Peter büyümekten korkmasın. Alis genç bir kadın olduğundada ziyaret etsin harikalar diyarını. Küçük ,sihirli yemişler toplasın yerden. Yakışıklı bir adamı yatırsın yere, eteklerini toplayıp çıksın üzerine. Sihirli yemiş bir tane yenildiğinde büyütsün, bir daha yenildiğinde küçültsün vücutta istenilen bir yeri ve Alis yedirsin bütün yemişleri. Pamuk Prenses, prens onu öptüğünde değil hanedanın ilk tohumları atılırken uyansın ormanda. Ama yedi cüceler ilk öpücükten sonra oduna gitsinler.Ergenleşsin ki sihirli hikayeler, sihrimin beyazlığı gençliğinizi, yaşlılığınızı da kaplasın. Yaşamınızda sihir eksik değil mi, sihirli değnekler eksik. Hepinize verdim. Öptüm tek tek parmaklarınızın ucundan. O yüzden anlamsız harfler anlamlı oluyor, çizgilerinizle anlatabiliyorsunuz derdinizi. Sihrimi kullanıyor ama bana inanmıyorsunuz acemi sihirbazlar. Şimdide gözlerinizden öpüyorum ki perde kalksın gözlerinizden, sihirli dünyayı seyredin.

GENEL YAYIN YONETMENİNE NOT İnanmadın değil mi benim sihirbaz olduğuma. Peki sana Kırçıl’ın benim kedim olduğunu söylesem, biz sihirbazların sizin alemle irtibatını kediler sağlarlar desem ve onun ismi üzerinden irtibatta olduğumu söylesem. İnanmazsın. Peki Oyuncu Draje’deki Kırçıl yazdığın paragrafa bak. İsimleri sayalım. Özge, Erdal, Kırçıl ve sen. Şimdi durugörü yapalım. Bir minübüsün içindesin, yıllar öncesi. Cama uzanıyorsun, camın buğusuna hayatının bir dönemi önemli yer kaplayan dört harf yazıyorsun. Harfleri okuyamıyorum. İlgilendin, bir tanıdıktır dedin ama inandırmaya yetmez. Yeraltı gibi bir yer. Erdal’la karşılaştın, Erdal topluca bir adamdı. Sonra görmedin onu. Şimdi on kilo eksik olduğunu görüyorum desem ve sorsan ona doğru olduğunu öğrensen, inanmaz ortak tanıdık dersin. Renkli gözlü, hafif çilli masum yüzlü bir kız görüyorum. Kedimin yeni sahibi. Kırçıl, piyanosunun tuşları gibi. Siyah, altı beyaz. Kuzguni siyahın arasında beyaz kırçıllar. Onun için Kırçıl. O kıza de ki -Kırçıl, anası ŞAKİRE ile beş kardeşini aramaya gitti. Şakire’yi Özge’den başka kim bilebilir ki? Yıllar önce Kırçıl bebek piyanonun tuşları üzerinde gezerek piyano çalıyor. Hatırlar mı Özge? Benden başka kim dört ismi aynı paragrafta buluşturabilir. Evrensel rastlantısallık mı? Ben yaşamında bir rastlantı değil sihirbazım. Belki de şapkasına önceden koyduğu tavşanları çıkaran hokkabaz.


38

YASANMISCAS YAŞANMIŞCAS Yazı: Cem Vurnal - E-mail: cemvurnall@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

D

olmak bilmeyen kadehin boş tarafıyla ilgilendikçe masanın üstünde biriken boş şarap şişelerini diziyordum usulca camın önüne. Her yeni bir ekleniş manzaramı değiştiriyordu. Artık bana sunduğunu değil, görmek istediğimi görüyordum. Düşündükçe ve en kötüsü hatırlayıp inandıkça akan ter damlalarım, alnım yerine pencereden süzülüyordu bana kelimeler yazarak. İnanmak beklemekten daha zordur biliyor musun? İnanmak kelimesinde ümit vardır umut vardır en önemlisi arzu vardır. Ama beklemek kelimesinde soru işaretleri vardır sıkıntı vardır. İnanmak beklemenin içinde gözükmeyen, uçmayı bilmeyen bir kuş gibidir. O kuşun orada olduğunu görmek mutluluk verse de zamanla onun uçup gökyüzünde kaybolacağını bilmek acı verir. Onu kaybetmeye cesaretim yok çünkü siyah şapkamın içinden çıkarabileceğim tek kuş o. Ayrıca iskambil kağıtlarıyla oyunda yapamazdım; aklından tuttuğun ama benim bulamadığım kalpli kağıdı çıkarmak için… Sana yapabileceğim tek sihir; birbirine küskün olan kelimeleri bir araya getirip sanki yaşanmışçasına bir sayfada sunmak: Zor olan bu satırları doldurmak değil benim için aksine bu satırları boşaltmak. Hayatı tersten yaşadığımı kabullensen de bu söylediğimi alınganlıkla karşılayabilirsin. Sana bu sayfaya beyaz yakışıyor desem kızarsın çünkü siyah desenleri senin için bir anlam ifade ediyor. Yazı yazmak seninle konuşmak gibi. İkinizde de kendimi özgürce ifade edebiliyorum. Sanki yukardan baktığında yüksek görünen uçurumdan kayalara vuran dalgalara gözü kapalı atlamak gibi. Kalemimin ucunu sayfalara acımasızca değdirdiğimdeki hissi, İstanbul’un ışıkları altında karşı koltuğumda otururken kendimi sana anlatırken yaşıyorum. Derince bir kuyu içine bağırdıkça tekrar kendi sesimi daha yüksek seste duyuyorum ikinizde de. O kadar masumca ve safça dinliyorsunuz ki beni sonsuza kadar devam etmek istiyorum. Sana yazdıklarımı her seferinde yırtıp attığımı söylemiştim ya işte sebebi bu; onu buruştururken parmaklarımın arasında bütün benliğimle hissetmek için. Olanları yazmaya ihtiyacım yok ki sadece hislerime ellemek istiyorum. Bükülen dudaklardan çıkan anlamsız notalar bir besteymiş gibi bütün gece dilimden düşmüyor. Söyledikçe hüzünlendiğim, hüzünlendikçe ses tonumu biraz daha arttırdığım, arttırdıkça da içerden gelen hadi yat artık cümlesi. Kafayı yastığa koyduğundaki an, gözün kapanması sanki bir kurtarıcı gibi yetişiyor bazen akan gözyaşlarının yastığa düşmesini engellediği için. Sonra o kurtarıcının, gözyaşlarındaki kokunun bana seni hatırlatmasını engellediği için nefret duygusu ve “Bazen senle hiç tanışmamış olmayı diliyorum. Çünkü tanışmamış olsaydık, geceleri yatarken dünyada senin gibi biri olduğunu bilmeden uyuyabilirdim.” repliği…


SINA

Cem demişken aklıma Cem Yılmaz’ın Hokkabaz filmi geldi. Ne acayip filimdi o. Bu arada bir de İlhan İrem vardı, ne oldu o? Adam birden sırra kadem bastı, sazlıklardan havalandı adeta. Sevgili İrem bu satırları okuyorsan bize bir haber et. Bu arada İrem demişken bir de Hayalet Sevgilim diye bir şarkı vardı. Konu konuyu açınca nereye gideceği belli olmuyor, Patrck Swayze de öldü. Merhuma Allah’tan Rahmet, yakınlarına ve bilcümle sevenlerine sabır diliyoruz. Patrick’ten Kurt Russell’a nasıl geçtiğimizi anlamasak da Tango ve Cash diye bir film vardı, ne güzel filmdi adeta insanları koltuklarına çivilerdi.


40 minik draje minik draje minik draje minik draje minik

ELİF VE SİHİRLİ KUTU Yazı: Ceren Gül Çıtak – 3. Sınıf Öğrencisi - İllüstrasyon: Ceren Gül Çıtak

E

llif çok şirin ve iyi kalpli bir kızmış. Elif’in çok istediği bir kırmızı kutu varmış. Bir gün Elif kutuyu almış. Yolda evine giderken kutu; - Merhaba Elif, demiş. Elif az daha kutuyu yere düşürüyormuş. Elif kekeleyerek; - Me me me-raba, demiş. Elif ve kutu böyle konuşarak arkadaş olarak eve gitmişler. Eve gidince Elif kutuya, içine ne konulmasını istediğini sormuş. Kutu; - Deniz kabuklurını koyar mısın, demiş. O anda saat çalmış ve Elif uyanmış. Meğer bunlar bir rüyaymış. Ama Elif o gün gerçekten kutuyu almış.


Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir! Bu alana reklam vermek için: info@drajedergi.com


42

TANRI KATIN’DA BİR AKŞAMÜSTÜ Yazı: Emrah Sar›göl - E-mail: flyguitar@windowslive.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

T

anrı bir gün oturuyordu tahtında. Canı çok sıkılıyordu. Melekleri bile onu güldüremiyordu. Düşündü, yeni bir şey yapmalıyım, yeni bir şey yaratmalıyım dedi. Daha önce yarattığı dünyayı, melekleri ve dünyada yarattıklarını huzuruna topladı. Onlara sordu; ‘’Ben yeni bir canlı yaratmak istiyorum, konuşabilmeli, gezebilmeli, gülebilmeli ve çoğalabilmeli, bana yardım eder misiniz onları yapmam için? Ona ne vermek istersiniz kendinizden’’ Konuşmaya başladılar sırayla; Rüzgâr dedi ki; ‘’Ona hızımı vereyim, koşsun hayatı boyunca oradan oraya’’ Güneş dedi ki; ‘’Ona sıcaklığımı vereyim, soğuk kış gününde kendini ısıtsın ‘’ Ay dedi ki; ‘’ Ona ışığımdan vereyim, kötülüklerden arınsın ‘’ Ayçiçeği dedi ki; ‘’Ona yapraklarımdan vereyim, umutları bol olsun ‘’ Yıldızlar dedi ki; ‘’Ona güzellik vereyim, kendisini boy aynasında seyretsin’’ Zaman dedi ki; ‘’Ona ömür vereyim, yaşarken sevinsin, öldüğünde başkaları üzülsün’’ Ormanlar dedi ki; ‘’Ona yapraklarımdan vereyim, yazları çiçek gibi açsın neşeden, kışları hüzünlerini döksün’’ Dünya dedi ki; ‘’Ona yaşayabileceği bir yer vereyim, orada kök-

lerini sarsın, yalnız bırakmasın beni’’ Melekler dedi ki; ‘’Ona iyilik ve kötülük vereyim, arasındaki farkı anlasın’’ Aslanlar dedi ki; ‘’Ona cesaret vereyim, dimdik yürüsün’’ Karanlık dedi ki; ‘’Ona karanlık vereyim, biraz karanlıkta yaşamayı bilsin’’ Aydınlık dedi ki; ‘’Ona gün ışığı vereyim, ne zaman uyuyup, ne zaman uyanacağını bilsin’’ Aşk dedi ki; ‘’Ona bir duygu vereyim, hem sevilmeyi, hem sevmeyi yaşasın’’ Doğru dedi ki; ‘’Onun hayatında bir çizgi olayım, çizgimden çıkıp da tanrıyı kızdırmasın’’ Kötülük dedi ki; ‘’Ona fesatlık vereyim, şeytandan çok uzaklaşmasın’’ Şeytan dedi ki; ‘’Ona intikam duygusu vereyim, hiç bir şeyde gözü kalmasın’’ Ve tanrı dedi ki; ‘’Ona ruhumu vereyim, zamanında geri alınmak üzere’’ O gün ilk insanı yarattı. Ardından insanlar, insanı yarattı. Tanrı oyuncaklarını sevdiği için, ölseler bile yanlarından ayrılmasın istedi. İyi oyuncaklarına cennet, kötü ve oynamaktan sıkıldığı oyuncaklarına cehennemi yarattı. Aslında tanrının hiç bir kerameti yoktu yaratırken, insanı yaratması tamamen can sıkıntısıydı.


Can sıkıntısı ile ilgili çeşitli iddialar olduğu bir gerçektir. Draje Dergi editörlerinin beğenerek takip ettiği İç Mihrak ekibine göre can sıkıntısı karşı-devrimcidir. Erdinç ise can sıkıntısının bütün keşiflerin anası olduğunu söylemekte ve aynı zamanda keşiflerin çoğuna uyuz olmaktadır. Kısacası başımıza ne geliyorsa can sıkıntısından gelmektedir. Uykusuz geçen bir Draje gecesinin ardından saat sabahın 7 buçuğu olmuşken Erdinç İç Mihrak’ın belki de bunu kastediyor olabileceğini düşünmüş ve yüzü kızarmıştır. Kim bilir belki de yüzünün kızarma sebebi uykusuzluktur. Bu arada bahsi geçen can sıkıntısının Can’la da ilgisi yoktur. Zira Can bu yazı yazılırken içerde fosur fosur uyumakla meşguldür. Rüyasında Emrah’ı görüp dehşet içinde uyanması Erdinç’in en büyük dileğidir.


44

Emre Alettin Keskin - ale


ettin_keskin@hotmail.com


46

ASYA MODUMAKOS Yazı: Esra Erdem - E-mail: esra_rdm@yahoo.com - İllüstrasyon: Nida Kireççi

A

birüş safirüş safsafsata makirüs... Kadın mırıldandı tuhaf tuhaf sözleri dilinde, kıza baktı sonra. Kız güldü gülecek belli etmemek için dudaklarını eğip bükecek derken kapı çalındı tak tak tak. İçeri girdi bir kadıncaz. Ağzında sakız cak cak ve de cakss... Off aman bu nasıl bi caz. Kapıyı ardına kadar açık bıraktı, dışardan içeriye giren ışık huzmesi biraz olsun içeriyi aydınlattı, odanın ağır kokusu bikaç saniyeliğine de olsa dışarı kaçtı. ”Havayla birlikte ben de bi kaçabilsem şurdan” diye iç geçirdi kız. Sözleri mırıldanan kadın kıza baktı. Kızcağız korkusundan zihnindeki tüm balonları bom bomm patlattı. O anda karşısında duran kadın işaret parmağıyla kulaklarını tıkadı. ”Ohaa!! Bu sesi siz de mi duydunuz ?” dedi kız şaşkın şaşkın. Kadın “Ohaa!! Tabi ki duydum” dedi alaycı bi şekilde sonra da bi sigara yaktı .Sakız çiğneyen kadın koşarak çıktı odadan bi küllük getirdi. Masaya eğildi, sakızı küllüğün içine eliyle değil diliyle koydu, bol tükürüklü işlemi hakkıyla gerçekleştirdi. ”Ben çıkıyomm ablam bi isteen olursa burdan yollannn birilerini” dedi, gacır gucur bi sesle çekiverdi kapıyı. Kız balonlarını şişirdi yine “Acaba içtiğim kahvenin köpüğünün alamet-i farikası bu mu? Hem “Burdan yollan birilerini abla” ne demek ki? Burda bi ben bi de Modumakos Abla var. Birileri kim oluyo ki, kaç kişiler ki, nereye gidecekler ki? ki kii kiii?” dedi sonra da güm gümm gümletip balonlarını söndürdü. Kadın “Aaaa yeter ama bu kadarı fazla, başım kaldırmıyo” dedi. Kız korktu ne diyeceğini bilemedi. ”Pardon!” demekle yetindi. Kadın “Bu kız salak mı yoksa bana mı öyle geliyo” diye bi süzdü karşısındakini. Çaktırmadan, yan yatmadan, hiçbi yerlere batmadan, gönülleri yalandan dolandan abirüş safirüş safsafsata makirüslüklerle dolduran

Modumakos Abla bikaç aydan beri bu işi yapıyodu böylesini de ilk kez görüyodu. Ah bi de kız onun göremediklerini bilseydi, salaklığı bile sökmez o dakka orayı terkederdi. Kapı tekrar açıldı, içeri giren olmadı. Modumakos Abla kapının önünde biri varmışcasına kafasını çevirip gülümsedi. Sonra da başını saygıyla öne eğdi. Birisini karşılar gibiydi. Ardından kıza döndü “Biraz yana kay bakalım sen dedi”. Kız “Bu kadın cidden deli bir an önce burdan kaçmam gerek” diye aklından geçirdi. Bu kez renksizdi balonlar hatta söndürme gereği bile duymadı. ”Ha şöyle ya işte ben de bunu bekliyodum.Sessizlik!!!” diyerek derin bir nefes aldı Modumakos Abla. Kız korkuyla inanmama, inanıp da kanmama, kanıp da ciddiye almama, ciddiye alıp da kabullenmeme, kabullenmeyip de bi yandan da kendini burda bu sözlere inanıp inanmama arasında gidip gelirken buldu. Bir salıncakta sallanıyor gibiydi.Bir ileri bir geri... Ardındaki eller her an hızını arttırıp onu kumlara doğru sertçe fırlatma telaşındaydı sanki. Kumların her bir tanesi gözlerini alacak kadar parlaktı, gizemliydi. Avuçlarına alsa her bi tane karanlığa bulanıp karanlıklar diyarında yolculuğa çıkacak gibiydi. “Eee şeyy.. Ben izninizi istesem, çok geciktim, halletmem gereken bazı işlerim var da” dedi kadına. ”Tam yan taraftan gelen ses kesilmiş, tadilat bitmiş, ben konsantre olmuşken mi gidiyosun bakalım sen?” dedi Modumakos Abla. Kız afalladı “Nasıl yani?” dedi. ”Ne nasıl yani?” diyerek baktı kıza Modumakos “Ben de sanmıştım ki şeyy” dedi kız. ”Ne sanmıştın eveleyip gevelemeden konuşsan anlıycam da” dedi Modumakos abla. ”Yok,yok önemli değil” diyerek hafif tedirgin, kafası karışık, bu halini belli etmemeye çalışan sırıtık bi yüz


ifadesiyle masanın üzerine bi miktar para koyup, açık kapıyı aralayıp çıktı. Modumakos Abla cama doğru yöneldi sigarasından bi fırt çekip binadan çıkan kızın ardından baktı. Kız kalabalığın arasında hızla kayboldu. “Modumakos Abla haa!! Vay be Asya bu ismi de nerden bulduysan“ dedi güldü kendi kendine. Yeni çıkaracağı kitap için aylardır bu role bürünmüştü ama aylar bu rolün ağırlığını kaldıramayacak gibiydi artık. Ağzından sakızı eksik etmeyen kadını da karın tokluğuna yanında çalıştırmıştı gerçekçiliği yakalamak için. Gerçekler yakalanınca hayallere olan ihtiyaç daha da artıyordu. Yanına gelenlerin de derdi bu gibiydi. Gerçeklerden sıkılıp onları masallar diyarına gidip de güzel şeyler yaşayacaklarını vaddeden birinin varlığı

sahte de olsa hoşlarına gidiyordu. Modumakos Abla ne de olsa yapardı, bikaç sihirli sözüyle hayalleri gerçek kılardı. İnsanların umutlarını tükettikleri anlarda bilmedikleri saçma bikaç sözden umut arar olmalarına en başta şaşırmış sonra da alışmaya başlamıştı. Haddinden fazla hikayesi olmuştu artık. Biriken paralarla aldığı kıyafetleri, oyuncakları çocuk esirgemedeki miniklere dağıtarak onların küçük hayatlarına azıcık da olsa sihirli bi dokunuş yapacak olması da onu kitap dışında heyecanlandıran başka bi sebepti. Kendini daha fazla sihirlendirmeden, az önce çıkıp giden kızla birlikte bu işe son noktayı koymuştu. Abirüş safirüş safsafsata makirüsleri mırıldanarak, etraftaki bakışlara aldırmadan binadan çıkıp evine doğru yola koyuldu...


48


EŞKENAR DÖRTGENDEKİ

MOR BABALAR Yazı: P›nar Karaaslan - E-mail: pnar.karaaslan@gmail.com - İllüstrasyon: Erdinç Yücel

S

ihir denen şey gerçek olsaydı, herkes kendi cennetini yaratır, kişisel cehennemlerinden kurtulurdu herhalde. En büyük korkuların yolları kapatılır, beklenti kuyruklarında dilek kalmazdı. Hoş olur muydu peki Sabrina olmak? Küçükken olacağını düşünürdüm hep. Ya da adını hatırlayamadığım, çocukluk yıllarımın bir başka dizisindeki, uzaylı babasının üç boyutlu kristal bir eşkenar dörtgendeki mor ışığıyla konuşan kız olmak? (Bakınız 80ler çocuk dizileri.) İşaret parmaklarını birbirine her değdirişinde dondururdu herkesi. Ooof!, derdim hep. Ben de istiyorum aynısından. (Ama babam gayet malatyalı. Malatya da uzayda değil.) Olmadı hiç. (Olsaydı da sıkılırdım herhalde belli bir süre sonra. Nitekim, kontrol edebildiğimiz şeyler alışkanlık yaptığı için hemen, sıkılganlık da rutinin bir parçası oluyor.) Böyle böyle kendimi sevmeyi öğrendim. İşin güzel yanı böyle çıktı ortaya. Yapamadıkların yüzünden ağlayıp, izolasyon evresine gireceğine; yapabildiklerin ve yapabileceklerinle devam et. Memnun olmayı öğren; ama dene de bir yandan. Hani her zaman, yan gelip yatmamak da lazım. (Hala arada bir işaret parmaklarımı birbirine do-

kundururum, beni boğan her konuşma esnasında. Ve hala bir işe yaramaz..) Yine de Tanrı’ya sorular sorduğum olurdu kendimce. Neden benim de annemler mutant değildi ki? Ne kadar süper olurdu, uçmak mesela. Elindekilere seviiin. Dünyanın yarısı açlıktan sürünürken, uçmak da nerden çıktı? ... Kıssadan hisse diyeceğim şu ki, çocuk olmak güzeldi. Çünkü yanlış yoktu çocuklukta. Mutluluk yakın ve basitti. Annenin kafaya fırlattığı terlikle, uzaya çıkan astronotu oynarken, terlikle uzaylılara, ‘merhaba uzaylı, ben dostum’ demek kadar ulaşılasıydı her şey. O zamanlar sihirbazdık hepimiz. Herkes de inanırdı hemen. İnanmak kolay ya da eğlenceli olduğundan mı bilemiyorum; ama güzeldi. Hala kolay aslında ve güzel; ama sonuçları sınırlar, somurtularla dolu bazen. Ve neredeyse her sihir gerçek. Keşke bir de tavşan olsa, şapkalara tıkılmış. ... Yazının din ya da inançla alakası yok. Sadece sıkılgan bir ana denk gelmiş bir beyinle alakalı her şey. Hani aksi duygulara kapılmışsanız bir açıklama sihriyle beyninizi aydınlatayım dedim. (Elektrikler mi kesik ağbi? Yanmıyor lamba..!)

Pınar taa uzaklaran Sihirli Draje’ye ses verirken “keşke sihir denen şey gerçek olsaydı” filan diyerek sanki bi nevi yüzümüze küfür etmek istemiş gibi durmaktadır. Bundan mütevellit (okurlarımız olası yanlış kullanımı mazur görsünler sayfa altına entelektüel bi hava vermek için ara sıra böylesi kelimeler kullanmak hoşumuza gidiyor...) şey ne dyoduk? Ha... Bundan mütevellit Erdinç görseli hazırlarken fotoğraftaki yüze (bilin bakalım bu kimin yüzüdür? Erdinç mi? Oha daha neler...) pasta filan yapıştırmayı düşünmüş fakat katmanlı okumaların önünü açabilmek için yandaki görseli hazırlamıştır. Pınar Hanım sihir denen şeyin gerçek olduğuna her an yeterince inansaydı uçan kızımıza kumar masası muşambasının ardından öyle kıskanç kıskanç bakması gerekmezdi. Bu kafayla (tamam çok sempatik göründüğünü kabul ediyoruz) Erdinç’e vermediği için yitirdiği mavi şapkadaki tavşanı göremez elbette. 62 ile idare et sevgili şirin yazarımız... Bu arada Pınar demişken bu vesileyle yazarımızla ilgisi olmayan başka bi Pınar’ın doğum gününü kutlamak isteriz. İçimizden biri, kendisini çok özledi.


Çıkan kısmın özeti: Aklıma gelen ne kadar ahlaksız şarkı varsa hepsini sıraladıydım geçmiş zamanlardan birinde. İkinci haftadan itibaren sofrada geğirmeye başlayan Ali buna çok üzülmüş ve oradan uzaklaşmış. İçine tıkıldığımız bataklıkta turşu kurarken lahanaları kütür kütür yemekten geri durmayan Marquis de Sade, 1875 yılında ‘’sapık’’ olarak gönderildiği belediye otobüslerinde en ufak bir frene dayanamayıp bana sürekli içli, duygu dolu mesajlar atıyormuş. Uzayda kayda değer bir yer bile teşkil etmeyen senin o küçücük benliğin uyuşturucu alemleri yapıp, ayrık iki ön dişi arasından “fıskieee fıskieee” tükürürek kızların korkulu rüyası olurken, niyeyse bende hafiften bir sevimlilik hissi uyandırıyor. Kocaman bir çift meme, yolda yürürken yanından geçerse telefonun çalar, annen arar, nerde olduğunu sorar. Ne gerek var gerçeğe; babannemi az önce kaybettiğimizi, merhumeyi son yolculuğuna uğurlamak için gitmem gerektiğini söyleyerek kendisinden izin istedim. Bir algı çerçevesine gerilmiş topluluğun iki bacak arasına bakıp gözleri dolacak ve beni arayıp evet evet binlerce kere evet diyecekti annem güzel bir dille… Cilt cilt ansiklopedi dizsek, oraya inmek zaten mümkün olmayacaktı… Haliyle ben de arkama bile bakmadan, köpek boklarının arasından nasıl geçeceğimi hiç önemsemeden kaçmaya başladım. Topluluk içinde yapılması hoş karşılanmayan şeyleri takip eden Sodom’a gelince, dünyayı çıplak görmüştüm. Her şey de tartışılmaz ki zaten. Bazen kabul etmek gerek. İpin ucu hepten kaçtı. Yalnız burada değil. Rezillik her yerde… Okuyoruz işte gazetelerde. Çıplak tenimin üzerinde iki kilo ağırlığında kokuşmuş kocaman bir bok kütlesi var. Son zamanlarda annemlerle birlikte kaldığımdan, ya annemle dizi izleyecektim ya da babamla futbol programlarını... Pişmanlığın verdiği keyifle yatakta içtiğim çayın şekeri gibiydi bizim mahallenin muhtarı Dostoyevski. Geçtim aynanın karşısına ve fermuarımı açtım. İzlenecek şey aslında budur. Prenses pamuk, cücelerin evine adım attığında küçücük masada duran yedi tabaktan birer kaşık alıp, tek tek o günahlardan aldığı hazla medeniyet gördü sayemde. Duruma alışık her Türk genci gibi onlar da birkaç küfür sallayıp konuyu kapatmıştı. Bunlardan alınacak en iyi ders her zaman misyoner ile başlamaktır. Bu benim için aşılması çok zor bir sınır. Kendi hayatımı da bunun üzerine kurmuşumdur. Böyle EDEPSİZ çok ayıp bişey olur.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.