Tembel Draje || Draje Dergi

Page 1

draje tembel

Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 16 Şubat 2011


İllüstrasyon Demet Özge Aykan

Yayılgan Dra M

isafirliğin kısası makbuldür. Süre uzadıkça oraya yayılır ve zeminle bütünleşmeye başlarsınız. Orada ev sahibisinizdir artık. Ya da sahibesi… Ne fark eder ki? Kıçında pireler hoplatmanın dili, dini, yaşı, cinsiyeti mi olurmuş… Boş laf… Şık bir etiket yapıştırmak istediğiniz birine, sormanız gereken sadece tek şey vardır: Boş zamanlarında ne yaparsın? Kimi uyurum diye cevaplar bu soruyu… Kimi kitap okuduğunu söyler… Kimi müzik dinlemekten hoşlanır… Cevaplar çeşitlendikçe karşımızdaki kişiyi daha yakından tanıdığımızı hissederiz. Oysa gerçek bir kez daha orda bi yerdedir… Boş zamanlarımızda yaşarız hepimiz… Çalışmaktan ve ders çalışmaktan ve hayatta kalmaya çalışmaktan arta kalan süreye boş zaman der onlar ve boş zamandan kasıtları aslında yaşamaya fırsat bulduğumuz anların toplamıdır. Boş zamanlarımızda sokağa çıkarız, yıldızlara bakarız, müzik dinler, dans edip şarkılar söyleriz… Boş zamanlarımızda sevgilimizin kulağına eğilip sıcak sözler fısıldarız. Kahvelerimizi içip fallar kapatırız. Adaklar adarız… Hayaller kurarız… Gözlerimizi kapatıp gözkapaklarımızda sinemalar oynatırız… Kitaplardan kayıklar yapıp

okyanuslara salarız… Kıçımızda boy boy pireler hoplatırız…

Boş bakışlar dünyasında ne zaman yaşamaktan söz etsek, ayaklarımızın yere basmadığını söyleyenler dikilir karşımıza. Bize çalışmaktan, ders çalışmaktan ve hayatta kalmaya çalışmaktan bahseden nutuklar çekerler… “Aç artık gözünü” derler; “hayat kısa, aç artık gözünü…” Sonra gözümüzü bi açarız: arbeit macht frei… Oysa öyle söylememişlerdir bize… Hayatımızı kolaylaştırmak için çalışmamız gerekmektedir. Çalışmamızın, ders çalışmamızın ve hayatta kalmaya çalışmamızın biricik gayesi budur. Ve böylece bütün bir ömrümüzü doyasıya tembellik edebileceğimiz günlerin hayaliyle geçirmemiz gerekir. Bazen karşımıza bazı adamlar ve kadınlar çıkıp şöyle söylerler: “hepsi iyi de sizin olayınız ne bilader?” Draje Dergi’den söz edildiğini anladığımız anda biliriz ki karşımızda müzmin bir tembel bulunmaktadır. “Halep orasıysa adresimiz burası aç da bak bi zahmet” demeyiz. Tembellik hakkının el üstünde tutulduğu çevrimiçi bir takla aparatı olduğumuzu söyleriz sadece. “Yaptığımız ve yapmadığımız her şeyin sorumlusu tembelliğimizdir” deriz.


draje

aje

Tembelliğimiz, sırdaşımız ve günah keçimizdir bizim. Yarın’larla aramızdaki köprüdür… “Bu gidişata bir son vermenin zamanı geldi, yarın başlıyorum” kararlılığımızdır… Ve elbette o yarınların bir türlü bitmek bilmeyişidir… Başımızı kaşıyacak zamanız boldur bizim. Şimdi lüzumu yoktur. İşte tam da ; bu yüzden her zaman herkesten daha çok işimiz olması da kaçınılmazdır… Boş boş oturduğumuzu söyledikleri tüm anlarda aslında yarın yapacağımız şeylerin listesini tutmaktayızdır… Tembel Draje, tembelliğin hakkını vere vere karşınızda. Güzel sohbetleriyle keyfimizi yerine getiren Barış Bölükbaşı, Roka Band ve Peter Hayes’e teşekkürler… Tembel Draje’de yazı ve çizgileriyle kendilerini göremeseniz de tembellikleriyle aramızda olduğunu hissettiren drajelerimize de elbette… Bu yazı zihin gücüyle word dosyasına aktarılmaya çalışılırken yüzlerce şarkı dinlendi, nihayet klavye kullanmaya mecbur kalındığı anda ise fonda Yasemin Mori’den “Aslında Bir Konu Var” çalıyordu…

KAYIP DRAJE’de görüşmek üzere… Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni

Genel Yayın Yönetmeni Erdinç Yücel Yazı İşleri Müdürü Birkan Can Evirgen Art Direktör Songül Yücel lugnosy@gmail.com Grafik Uygulama Hayalcan İncesağır Redaktör Pınar Birdane

Koordinasyon Sorumlusu - Menajer İlknur Seda Bendeş İnternet Uygulama Onur Şevket Bendeş Editörler • İlknur Seda Bendeş • Birkan Can Evirgen • Erdinç Yücel • Songül Yücel Yaratıcı Drajeler Alican Erkol • Alper Bakıner • Aslı Parlak • Cem Çomak • Cem Güventürk • Çağla Elektrikçi • Demet Özge Aykan • Dumrul • Emre Efendi • Esmeralda Acascarla • Esra Erdem • Gizem Güvendağ • Hayriye Gülle • Kate C. • Mustafa Akman • Özge Özgüner • Pınar Birdane • Pınar Karaaslan • Tolga Öztorun • Tuğba Hanım Şanlı • Utku Atalay

info@drajedergi.com Gelecek ay konsept konumuz: “KAYIP DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle info@drajedergi.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.


muhteviyat



6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de

İle k


e deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

K

imsenin yerinden kıpırdamadığı zamanlarda duymaya alıştığımız “arkaya doğru ilerleyelim beyler” cümlesi, ilk defa 27 Mayıs 1457 tarihinde Venedik’te kayıtlara geçmiştir. Bu tarih, bazı bilim adamları tarafından Rönesans’ın başlangıcı olarak da kabul edilir.

3 Haziran 1453 günü Asmalımescit’te kafaları çekmeye giden İnegöllü Aydın ve arkadaşları orada gürültü yapan Mihailis isimli bir su tesisatçısına çok sinirlenerek; “İpini koparan İstanbul’a geliyor. Başka İstanbul yok kardeşim” diyerek çıkışmıştı. Taşı toprağı altın diyerek İstanbul’a gelmiş olan Mihailis bu olaydan sonra Venedik’e göçerek oranın su tesisatını yenileme işini almıştı. Mihailis ileri görüşlü bir kişiydi. O yıllarda susuzluktan kırılan Venedik’te iyi iş yapacağını öngörebiliyordu. Bir akşam otobüsle işten eve dönerken Venedik’teki bütün sapların, aracın önünde biriktiğini gördüğünde durumun hiç de normal olmadığını anlayıverdi. Güzeller güzeli Lisa’nın dekoltesini dikizlemeye çalışan sapları uyararak o tarihi sözü de söylemiş oldu. O dönemdeki Marksist tarihçiler, arkaya doğru ilerlemenin nasıl bir şey olduğunu çok sorgulamış ve bunun tarihsel gericiliğe tekabül ettiğini söylemişlerdir. Freudien meteorologlar ise Mihailis’in anal dönemde takılıp kaldığı için, sınır kişilik bozukluğundan muzdarip olduğunu iddia etmektedirler. Ne yazık ki insanlar ilerlemenin düz bir çizgide geliştiğine inanmaktan hoşlanıyorlar. Oysa bu doğru değildir. Önce ellerinden tutarsın. Sonra yukarı çıkıp dudaklarından öpersin. Sonra bacaklarına inersin sonra

Ressam: tamara de lempicka - la dormiente

tekrar yukarı çıkıp memelere gelirsin filan… Hele ki çok ileri gitmek diye tabir edilen ilerleme biçimi, sık sık geri çekilmeyi de gerektirir. Yani ilerleme aslında düşündüğümüzden daha karmaşık bir süreçtir. Ve elbette zorluklarla dolu bir yoldur bu. Eskiden google olmadığı için insanlar edindikleri bilgileri ve deneyimlerini ancak kısa mesajlar aracılığıyla aktarabiliyorlardı birbirlerine. Bu yüzden herkesin, hangi mantarların kafa yaptığını öğrenebilmesi için milyonlarca insanın zehirlenerek ölmesi gerekmiştir. Muzun kabuğunu soymak ve kahve falı bakmak da bu nedenle nesiller boyu yeniden yeniden öğrenilmesi gereken beceriler olmuştur. İlkel atalarımız, kırmızı ışıkta geçerlerse kendilerine araba çarpacağını öğrenmek için milyonlarca kurban vermişlerdir. İlk eşeyli, üreme deneylerinde amfibi bilim canlıları, birbirlerine tükürerek üremeyi denemişlerse de bu konudaki başarısızlıkları nedeniyle soyları tükenmiştir. Birbirine tükürmektense kardeş kardeş uyumayı seçen yavşaklar nasıl olduğunu bile anlayamadan üremeyi başarmışlardır. İşte ilk ilkel atalarımızın, pek çok özelliği, aradan geçen milyonlarca yıla rağmen, günümüz insanlarında kendini gösterebilmektedir. Çünkü ilerleme dediğimiz şeyin atası, kıçını bile kıpırdatmadan her şeye sahip olabilme isteğimizdir. Tembellikten bu kadar hoşlanmasaydık, bugün hâlâ o dal senin, bu dal benim muz peşinde zıplıyor olacaktık. İlerlemenin bir diğer karakteristik özelliği de bir yere gidilmekte olduğu hissiyatını verebilmesidir. Tarihte ateşi bulan on bin sekiz yüz kırk yedinci kişi olan Pelin Batu olmasaydı, elbette bugün milyonlarca kişi mangal partisi için kırlara da gidemezdi.

Yazı ve İllüstrasyon: Erdinç Yücel • yucelerdinc@gmail.com

erleme’nin kısa tarihi


8


ÇIKIŞLAR HEDİYELİK EŞYA DÜKKÂNINDAN Yazı ve İllüstrasyon: Cem Güventürk • http://www.facebook.com/scyaa

A

bi zaten 1280x980’den 12 tane ayağının fotoğrafını çekmişsin hafıza kartı dolmuş bunun” dedi. ”Tamam işte sil onları yer açılsın” dedim. Bu diyalog büyük heveslerle geldiğimiz Paris’in ikinci gününde yaşandı. Koltukaltı kıllarını almayan ama yanında roll-on taşıyan Ferman, Türkiye’de annesinden “Burada saatler bir saat ileri alınıyor” haberini alınca “olum Türkiye’de saatler bir saat ileri alınıyomuş artık Türkiye’yle aynı zaman diliminde olucaz” diye sevinen Tuncay ve hayatım pahasına (tabi kişi ve kurumların adlarını değiştirmediğim için) bunları kaleme alan ben, artık Paris’teydik.

geçiyo nereleri geziyosunuz”a geçiş yaptı. ”Ya işte eyfel’e gittik dün, sonra versay sarayını gördük, şimdi de disneyland’e gidiyoruz anne metrodayım hadi sonra konuşuruz” dedim. ”Tamam bak baban Sen cermen’e gitsinler diyo, gidin oraya çok güzelmiş, ablanlara da hediye bişiyler al” dedi. “ya tamam anne hadi disneyland e geldik artık gişedeyiz para soruyolar mna kodumun kapitalistleri dünyayı bunlar yönetiyor ya yemin ediyoru… dememe kalmadan annem zaten kapatmıştı. Bu anneme karşı küçük taktiğimdir, ne zaman bilmiş bilmiş konuşsam annem bir şekilde konuyu örtmeye çalışır.

Oradaki 12 fotoğrafı silmesini söyledim, Paris’te falan gezmek istemediğimden, kendi makinemi Ferman’a vermiştim. Madem dışarı falan çıkmıyorum, benim için de bikaç fotoğraf çeksin de eşe dosta gösterilecek bişiy olsun elde, diye düşünerek yorganı tekrar üstüme çektim. Yorganın altından “olum siz de çok gezmeyin hava çok çılgın, valla atırık olursunuz” dedim. Bir süre yanıt alamayınca yorganı tekrar kaldırdım ama çoktan fıymışlardı. ”Of daha 3 gün var mna koyim, 2 gün de Roma” diye hayıflanarak ellerimi bacaklarımın arasına kıstırıp uyumaya devam ettim. Hani dostunu tanımak istiyosan onunla uzun bi yolculuğa çık orada tanırsın gibi bi ritüel var ya, heh işte ben bu yolculukta dostlarımdan çok kendimi tanımaya başlamıştım. Sanırım iflah olmaz bir tembeldim.

Telefon kapandıktan sonra pencereden bakmak için ranzadan aşağı indim. 3 katlı ranzadan aşağı inmem uyku sersemliği tembellik ve düşme korkusuyla toplam 12,4 dakikamı aldı.5 metrekare oda havasızlıktan perişan olmuştu. Perdeyi çekip pencereyi araladım. Küllün küllün öksüren bir Anadolu amcasına oksijen maskesi takmış gibi hissettim kendimi. LaFayette caddesinin ışıklandırma tesisatını izlemek istedim ama iki dakika sonra götümün donmasıyla, maskeyi amcadan çıkartıp götüme taktım. Ve bir daha o pencereyi açmamaya yemin ettim. Ranzaya yeniden çıkmak; soğuktan üşümüş ellerim, yatağımın en üst katta olması ve düşme tehlikesini göz önünde bulundurduğumdan yaklaşık 11.7 dakikamı aldı. Tam ranzaya çıktığımda çişimin geldiğini fark ettim. Eeeh sikerim böyle işi diyip yorganın altında bir süre çişimin geri gitmesini bekledim. Gitmedi. Gitmediği gibi anneannemin nereden öğrendiğini bilmediğim, bilimsel bi olasılık değeri taşımadığını düşündüğüm ama düşüncesi çok korkunç olan “çişini çok tutarsan kanına karışırmış” sözüyle titredim. O sırada gerginlikten parmağımı ısırdığımı fark ettim

Telefonun sesiyle irkildim. Bir süre çapakların arasından kimin aradığını seçmeye çalıştım arayan annemdi. Yeni uyanmanın verdiği çatallı sesime “dedik ama sana kaç kere, gitmeden al bi mont, içine yün atlet giy dedik, elli sefer dedik hem de bak daha ikinci günden üşütmüşsün”den keskin bir şekilde “ee nasıl


10

hatta öyle sert ısırmışım ki başparmağımın eklem noktasındaki etin inceldiğini ve kanadığını gördüm, kanı kokladım bildiğin kandı. O an aklıma “ulan demek ki çişim kanıma karışmamış daha karışsaydı burdan saf kan akmazdı çişli kan akardı diyerek biyoloji hocama bir intihar mektubu yazdırıp kendini asmasına yetecek geçerli sebepler verdim. Yaklaşık 25 dakika sonra hostel sakinlerinin anlamsız bakışları eşliğinde çılgınlı, kıvrınmalı ve bir o kadar sancılı bir şekilde tuvalete seğirttim. Çişimi yaparken Paris’in o eşşiz büyüsüne kapılmıştım, resmen arkamda Bizet çello çalıyor, Victor Hugo ve Aleksandr Dumas dev eserlerini yazıyor, Voltaire bana bakıp kıkırdıyordu.

Odaya döndüğümde Ferman’ın yatağında (ranzanın zeminindeki yatak) dalmışım. Tuncay’ın adımı söyler şekilde seslenmesiyle kalktığımda akşam olmuştu. ”Abi çok güzeldi her yer, gelseydin keşke” dedi. Cevap vermedim. Bişeyler yiyelim lan acıktım ben dedi ve hostelin mikrodalgasında bişeyler yapmak için La Fayette caddesine gideceklerini söyledi. Bana da “Gel lan sen de işte bütün gün yattın mnakoyim” diye veryansın etti. ”Zor geliyor lan şimdi montu giyin et, vereyim parasını bana da alın işte bişiler” diyip eline 50 euro tutuşturdum “Abi napıyorsun bozuk yok mu?” dedi. ”Olm üstüyle bizimkilere hediye al lan hazır çıkmışken” dedim. ”Abi saçmalama git kendin al ya” diyerek çirkinleşti. ”Almazsan alma lan

bütün gün gezerken iyi biz bi yere kadar git dedik mi yok ooh vallaa” diyip paramı elinden aldım ve o an üstümde başımda ne varsa öylece attım kendimi sokağa. 10-15 metre sinirli sinirli yürüdükten sonra üşümemle beraber koşarak hostele geri döndüm. Levent Kırca’nın sarhoş taklidindeki burnuna benzer burnumu çekerek “Gidicem montumu almaya geldim sadece” dedim ve arkama bile bakmadan dışarı çıktım. Paris’in meşhur sokağı Champs-Elysees’e gitmeye üşendim. Onun yerine hostelin yanı başındaki parıltılı Chinatown levhasıyla göz alan Ne alırsan bimilyoncu’ya girdim. İçerisi sıcaktı. Ne alsam lan acaba hediye olarak diye düşünürken tezgahtar kızdan yardım istedim. Gram dil bilmeyen kıza, mothersister-gift şeklinde üçlü çektirdim. Güç bela anladı. Dükkandan çıktığımda anneme ejderhalı biblo, ablama da üzeri işlemeli cam şişesinde ShodukenShangai parfüm aldım. Kısa süreli bir sevinç yaşadım çünkü hediyelerin bana maliyeti beklentimin 50 ya da 60 kat altında bişiy tutmuştu. Hostele döndüğümde bizimkiler mikrodalganın başında bekliyorlardı, belli ki ikisi de suratlıydı bana karşı, “Ne lan bu surat Paris’deyiz olm neşelenin lan biraz” diyerek ortamı cıvımaya çalıştıysam da başaramadım. “Amaaan sikerim tafranızı yavan herifler” diyerek yukarı çıktım. Yaklaşık 5 dakika sonra karnım acıktığı için tekrar aşağıya indim ve yemeklerini yedikleri masaya oturdum.Tuncay’a abi sen beni yanlış anladın ben senin zevkine güvendiğim için al dedim… gibi cümleler kurmaya başladım amacım Tuncay’ın dikkatini dağıtıp lazanyasından ufak ufak götürmekti. Ama olaya erken uyanınca beni tersledi. Tekrar odaya çıkıp aldığım hediyelere bakıp mutlu oldum. Çok az zahmetle çok az sürede başardığım işler beni mutlu etmişti. Ferman’ın yatağının üstündeki haritaya baktım, biçok şeyi 1.gün, 2.gün, 3.gün şeklinde yuvarlak içine almıştı. Uzunca göz gezdirdim, metro güzergahlarını inceledim ve “Amaan sağa bak katedral sola bak kilise, yatar uyurum daha iyi lan” diyip ranzanın zirvesine tırmanmaya koyuldum.


CUMALİ Yazı ve illüstrasyon: Dumrul - http://www.facebook.com/pages/Dumrul/137638836289247

Ç

ok pis bi dünya lan bu! Güzel bi temizlik gerek belki. Halının altına süpürülecek o kadar çok şey var ki… Dolaplara tıkıştırılacak… Belki alaksız gelecek ama hep Cumali diye bi okurum olmasını istemişimdir. “Cumali…” demek için ona… “Çok pis bi dünya lan bu…” Sürüklenip duruyoruz lan… Herkes herkese yalan söyleyip duruyo… Yediğin kazıkları toplasan buradan Mars’a yol olur… Duble böyle… Otoban… Çift şeritli sahil yolu… Bi de şey olsun isterdim bak… Ben böyle bi yakuzaya katılıyomuşum. Daha gencim ama. Ateşli filan… Mesleğimde hızla yükseliyomuşum. Her cumartesi buluştuğum bi sevgilim varmış. Bana yemek yapıp getiriyomuş hatun. Sonra aksiyondur şudur budur ben kırk yıl kadar o parka gitmeyi ihmal ediyomuşum ama hatun yine de her cumartesi gidiyo, oraya pasta, börek, suşi filan getiriyomuş. Deliye çıkmış adı yemin ederim. Niyeyse artık… Niyesini biliyoruz tabii Cumali. İnsanlar vefayı bi boza markası zannediyolar. Cumali, çok pis bi dünya lan bu… İnsanların arkadaşlığı arkadaşlık değil. İlişkileri ilişkiye benzemiyo. Yalan düzen, hile hurda boyum kadar… Hiçbirimiz gerçekten yaşamıyoruz, hepimiz ölüyoruz olum… Matrix olmuşuz abi hepimiz. Şu hayatta neyin hayalini kurduysam onun ya romanını yazmışlar ya da filmini yapmışlar abi… Kurduğum her cümleyi daha önce başka biri başka bi yerde başka birine fısıldamış bile… Bu yüzden beni intihalci sanıyor her dünyalı… Ne sandın… Şöhret bambaşka bişi olum… Misal geçen gene bi hayal kuruyorum. Dalıp gitmişim böyle… Hani şey oluyo. Bizim bi dergimiz varmış Draje diye. İnsanlar bunu okuyolarmış filan. Ama bizim içimize bu derginin tuvaletlerde filan okunamayışı çok dert olmuş.

Diyeceksin ki başka bi derdin mi yok senin? Yok abi, yemin ederim kazın ayağı öyle değil… Yalandan dolandan sıtkım sıyrılmış. İnsanlar benle konuşurken iyi kötü en gerçek hallerini göstersinler istiyorum. Başka nerede heladaki kadar gerçeğiz ki… Hepimiz sıçıyoruz, hayat bu… Atılması gerekeni atamıyoruz, sırtımızı dönmemiz gerekene dönemiyoruz. Başımıza türlü türlü haller geliyor da akıllanmıyoruz… Hiç bi bok yetmiyor… Sadece boklarımız olması gereken yerde… İnsan haliyle düşünüyor… Bizim dergi helada okunması gerekecek kadar gerçek bir şey… Bilgisayar ekranında çok sanal duruyo… Sonra devam ediyorum hayale Cumali… Bizim dergiyi okuyanlar her seferinde sevdikleri bi cümleyi bi yere not ediyolarmış, sonra hangi şehirde bi umumi helaya girseler en gerçek yüzleriyle orada otururken kapıya o cümleyi yazıveriyolarmış. Bi yerde bu dünyaya karşı bi protestoymuş bu. “Bizim yerimiz burası” der gibi… “Bu dünyanın ne boktan bi yer olduğunu biliyoruz” der gibi… Sonra dayanamıyolarmış, tahta sıralara, gazete bayilerindeki dergilerin sayfa aralarına, kara tahtalara, duvarlara, ışıltılı mağazalardaki giyinme kabinlerine filan sevdiceklerinin adını karalıyolarmış… “Draje Dergi hatırası” diyolarmış… “Cumali” diyolarmış… “Çok pis bi dünya lan bu!” Sonra bu yazdıklarımı okuyan okumayana anlatıyomuş. İş birden bambaşka bi hal alıyomuş. Sonra olaylar gelişirken diyomuşuz ki; “Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız.” Bu yüzden bizi hiç iplemedi ama bu pis dünyanın bi yerlerine imzamızı bırakmadan ölüm yok bize… İçimden bi ses onun da filmini yaptılar evlat diyor… Olsun… Cumali… Orda mısın abi? Çok pis bi dünya lan bu!


12


ARALIK SONU OCAK BAŞI Yazı ve illüstrasyon: Demet Özge Akyan - http://xanthippee.deviantart.com

4 Aralık Bazen hiç yazmak istemem. İstesem ne yazar? Yazamadıktan sonra... 13 Aralık İnsanı motive edici şeyler var dünyada; ama motive olacak insanı bulamıyorsan bi-dünya ol daha iyi. 17 Aralık İçimden o kadar hiçbir şey yapmak gelmiyor ki bu cümleyi bile tamamlayamayacağ....... 20 Aralık Bugün o aradı, Aralıksonu Ocakbaşı Restorantta buluşalım dedi; çok üşendim, gidemedim. 21 Aralık Bugün o yine aradı, yine benden bir yerlere gitmemi isteyeceğini bildiğimden telefonu açmadım. 22 Aralık Bugün tembelliğimin 89’uncu günü, hem bunun şerefine hem de o aramadı diye bütün gün uyudum, bir sürü rüya gördüm. Uyandığımda kendimi çok yorgun hissettim, “Keşke uyumasaydım,” dedim. 3 Ocak Nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde kendimi Aralıksonu Ocakbaşı Restorantta buldum, işin kötüsü fark ettim ki aralık çoktan bitmiş...

4 Ocak Tembel bir insan ne yapar, bari ben de onu yapayım, diye düşündüm; sonra aklıma birilerinin “Hiçbir şey yapmamak da bir şey yapmaktır,” diye çok-bilmişlik yaptıkları geldi, “Ben hiçbir şey yapmayarak ne yapıyorum acaba?” diye düşünürken uyuyakaldım. 24 Ocak “Neden kıyafetlerini ters katlıyorsun?” diye sordu, “Üşendiğimden,” demeye utandığım için “Bana şans getiriyor!” diye bağırdım. Bir şey fark-ettim; yalanla tembellik doğru orantılıymış. Bu bir gelişme; üşenmezsem, bir ara üzerine gideyim. 25 Ocak Yetiştirmem gereken çizimlere başlamamak için elli sekiz tane kahve içtim. “O kadar kahveyi yapmaya üşenmedin mi?” diye sorarsanız; yaptırdım! 26 Ocak O, artık hiç aramıyor. Aralıksonu Ocakbaşı Restorantı yıktırdım ve bir işin ucundan tutmuş olmak için yeni bir ocakbaşı açmaya karar verdim. Bu kararı verdiğim an telefonum çaldı. O’ydu: “Ocak da bitiyor,” dedi... Zaman çok çabuk geçiyor. Geçmesin istiyorum. İstesem ne yazar? Yazamadıktan sonra...

Demet Özge Aykan, ayın hemen başında “işte yazım” diyerek muhtevasını şimdi hatırlamaya üşendiğimiz tek cümlelik bir not göndermişti. “Böyle olsun… Komik olur ama di mi” filan da dedi sanırız. Aslında fena fikir değildi, biz de anasayfaya “üşendiğimizden bu ay kapalıyız” filan diye bir not düşüp uykuya dalabilirdik. Böylece tüm ziyaretçilerimizin okuduğu ilk sayımıza da imza atmış olurduk. Bir daha bakan olur muydu bilmiyoruz.


14

Amacınız Tembel

Pusulanız

“Aynadaki Ben” Gizem Güvendağ - http://gizemm.deviantart.com


Popo Saatleri İse

Kedi Olsun Yazı: Pınar Karaaslan - E Mail: pnar.karaaslan@gmail.com

Y

anımda kedim, kucağımda laptop, karşımda garip ve anlamsız bir programın gösterildiği anlamsız İsveç televizyonu, Tembel Draje’ye yazı gönderme çabasıyla tıkılı kalmış bir haldeyim. Ne yazabilirim; tembellik nedir ki derken, gözüm tekrardan kedime kayıyor ki, sanırım tembellik şu an O’nun yaptığı.

Uykunda bile bir amacı yerine getir. Aman eksiklik, kayma olmasın görev tanımlamaları ve uygulamalarında..

Yan gelip yatabilmek her durum ve koşulda. Hoş benim kedinin, diğer birçokları gibi, gün içinde yetiştirmesi gereken on bin işi, kendisini kanıtlaması gereken bin bir türlü görevi yok. Üstüne düşen benimle azıcık oynamak, ev temasını tamamlamak ve kuyruğunu çevreye dolamak ki bunların hepsini başarıyla tamamladığı için günün geri kalan yüzde seksenini yan gelip yatarak geçirmek… O’nun en doğal hakkı…

Amaçsızca duvara gözlerimi dikmek ve hiçbir şey yapmamak istiyorum.

Hoş o anlarında bile bana kendini sevdirdiği için, uykusunda bile çalışkan benim kedim. Benden, senden, bizden beklenen de bu zaten.

Ben ki bir güne haftaları sığdırırım. Yapı gereği tabi; mecburiyetten ziyade… Benim bile canım tembellik çekmiyor değil ara ara.

Uykumda bile bir şeylerle uğraşmamak, sadece yan gelip yatmak istiyorum. Yorgunluktan vesaire olabilir, diyeceksiniz belki; ama ben de arada bir durmak istiyorum. Hatta karar verdim bu seneki yeni yıl sözüm bu olacak. Tembelleşip, yavaşlamayı öğreteceğim kendime. … Nasıl?

Drajelerimizin narin bünyeleri Tembel Draje’ye o kadar iyi uyum sağladı ki derginin tasarım aşamasına kadar nasıl gelebildiğini anlatabilmemiz olanaklı değil. Elini en çabuk tutan drajemiz Demet Özge Aykan oldu ama üşendiğinden olsa gerek yazısını word dosyasına bile kaydetmemiş olduğunu hayretle gördük. Yazısını e-postanın gövdesine döşemiş hanım kızımız… İnsan bari başlık koyar yazısına diğ mi? Sonra Pınar Karaaslan hanımefendi yazısını gönderirken değerlendirme istemiş adı lazım olmayan bir editörümüzden. Okuduk da değerlendirmemiz kaldı bir tek… Niye yoruyosunuz anacım bizi, kendin oku kendin değerlendir. Editör dediğin okusa kendi yazısını okurdu değil mi ama?


FotoÄ&#x;raf: Utku Atalay - http://utk


kuatalay.com • Model: Kaan Sarı


18

KEYFİM BİRAZ D GÜZEL A

Söyleşi: Alper Bakıner•Fotoğraflar: Emre Efen

Bu toprakların musikişinas c her denize tereddüt etmek şahsiyetlerindendir Barış Böl bir tango orkestrasında Pia başka bir gün on binlerce ki en sertinden sololarla kula olmadı loş bir bar ortamında ya da en mütevazı haliyle şarkısına eşlik ederken bulm değildir. Kim Bunlar, Kıraç, ve daha birçok maceradan müzik yaşamından damıttığı artık kişisel bir serüvene bizleri. “Keyfimiz Güzel Ols albümlerinden biri olmaya perşembe sahne aldığı Kadı yakaladık; yakalamışken de s


MİZ DAHA ARTIK

ndi • http://emreefendi.com

camiasında bulduğu ksizin dalan ender lükbaşı. Onu bir gün azola yorumlarken; işilik bir meydanda akları dağlarken; fusion demlenirken e bir Manu Chao mak hiç de sürpriz , Fenomen, Luxus sonra, yirmi yıllık ı on güzel parçayla de davet ediyor sun”, yılın önemli a aday. Barış’ı her ıköy Woodstock’ta sorduk ha sorduk...


20 O zamanlar Kadıköy’de Kadife Sokak’ta Rock Cafe diye bir mekân, onun hemen altında da bir müzik mağazası vardı; ben her ikisinin de müdavimiydim. Bir gün o mağazada bir gitarcıyla karşılaştım, inanılmaz çalıyordu. Öğrendim ki Erkan Oğur’muş. Sonrasında aylar boyunca her gün geldi ve her gün en az on saat gitar çaldı. Ben de bunu kendime iş edinip her gün kahvaltıdan sonra onu dinlemeye gittim. Draje: Öncelikle albümün hayırlı olsun. Yanlış hatırlamıyorsam 98 yılıydı ‘Kim Bunlar’ın ilk albümünün çıkış yılı ve o tarihten itibaren sen de takip edilebilir müzisyenler kervanına katıldın. İstersen önce oraya kadar olan biteni konuşalım. Gitarla tanışman nasıl oldu mesela? Barış Bölükbaşı: Gitarla tanışmazdan evvel üç yıllık bir org çalma dönemim var aslında. Ortaokuldayken babamın aldığı küçük bir orgla kendi kendime epey bir yol kat ettim. Gitar çalıp şarkı söylemeye karar vermemse Beatles’ın müziğini duymamla oldu. Draje: Ne zaman oldu bu? B.B.: 88 ya da 89 yılı olmalı. Sonradan birlikte ‘Bekârlar’ grubunu kuracağımız Ozan Kotra’yla sıra arkadaşıydık. Tabii henüz birlikte müzik yapmak gibi bir plan söz konusu değildi. Tesadüf eseri Ozan’la aynı zamanlarda, fakat farklı kanallardan Beatles’la tanıştık. Müziğe bulaşmamız bu sayede oldu. Ben gitara başladım ve ilk olarak bir Beatles şarkıları kitabını hatmettim. Ozan bas gitara başladı. 90 yılında da yine Beatles tutkunu iki arkadaşımız, Ata (klavye) ve Armağan’la (davul) bir araya gelip Bekârlar’ı kurduk. Repertuarımızdaki hâkim unsur doğal olarak Beatles’tı. Yanı sıra Erkin Koray ve Barış Manço şarkıları çalıyorduk. Doğma büyüme Pendik’lilerden oluşan bir gruptu Bekârlar. O yıllarda Pendik başta olmak üzere Anadolu yakasının birçok belediyesi, yaz aylarında açık hava şenlikleri düzenliyordu. Biz de amatör bir grup olarak bu şenliklerde yer almaya başladık. Rock müziğin ciddi bir ivme kazandığı günlerdi. Bulutsuzluk Özlemi gibi özgün rock grupları birbiri peşi sıra arz-ı endam eyliyorlardı. Buna karşılık sahneye çıkılabilecek bar sayısı yok denecek kadar azdı. İstiklal caddesinde Balo sokakta Gitanes diye bir yer vardı. Bekârlar olarak profesyonel sahneye adımımızı burada attık. Bu arada ben de kendimi, gitarı akademik bir



22

ortamda geliştirme fikrine gün geçtikçe daha çok kaptırıyordum. Lise bitince müzik okulu sınavlarına hazırlanmaya başladım. Biraz zaman aldı bu ama sonunda 96 yılında Marmara Müzik Bölümü’nü kazandım ve böylece akademik müzik hayatım da başlamış oldu. Draje: Seni gitarla baş göz eden sadece Beatles değildi her halde. Hangi gitaristleri dinliyordun o yıllarda? B.B.: Tabii ki... beni müziğe Beatles başlattı ama özellikle gitarı benim hayatım haline getiren; Jimi Hendrix, Deep Purple’dan Ritchie Blackmore, Steve Ray Vaughan; daha sonraları da Steve Vai ve Joe Satriani gibi gitar virtüözleri oldu. Burada ilk hocam Mustafa Dönmez’i anmak isterim. Beni bu stillerle tanıştıran oydu. Ondan ders almaya başladıktan sonra yolum açıldı zaten. Bir de o zamanlar Kadıköy’de Kadife Sokak’ta Rock Cafe diye bir mekân, onun hemen altında da bir müzik mağazası vardı; ben her ikisinin de müdavimiydim. Bir gün o mağazada bir gitarcıyla karşılaştım, inanılmaz çalıyordu. Öğrendim ki Erkan Oğur’muş. Sonrasında aylar boyunca her gün geldi ve her gün en az on saat gitar çaldı. Ben de bunu kendime iş edinip her gün kahvaltıdan sonra onu dinlemeye gittim. Draje: Bekârlar sonradan -bir albüm sözleşmesinin de azizliğiyleKim Bunlar’a evrildi. O süreçten biraz bahseder misin? B.B.: Evet... yıllar içinde Bekarlar ciddi bir boyut kazandı. Kendi şarkılarını üretmeye başladı. Bir dönem Fuat Güner (MFÖ) önemli bir figür oldu bizim için. Her gün onun stüdyosuna toplu halde gidiyor ve bir nevi ders alıyorduk. Şarkı yazımı ve prozodi gibi konularda ondan önemli bilgiler edindik. Zamanla şarkılar birikti ve harıl harıl plak şirketi aramaya koyulduk. Sonunda dönemin en önemli markası olan Prestij Müzik’le yollarımız kesişti. Ancak şöyle bir problem vardı; Hilmi Topaloğlu’nun hayalleriyle

bizimkiler örtüşmüyordu. Bizden ilk albüm olarak türküleri kendi tarzımıza uyarlamamızı istedi. Bu arada grup isminin de onun standartlarında daha iyi çıkış yapabilecek bir isimle değişmesi gerekiyordu; ‘Kim Bunlar’ ismini önerdi. Karşılığında ikinci albümün içeriğine karışmaması sözünü alarak bunları kabul etmek durumunda kaldık. 98 yılında da ilk Kim Bunlar albümü “Atabarı” çıktı. Draje: Bu albümle beraber bir hayli medyatik oldunuz. Nasıl bir deneyimdi bu? B.B.:Prestij Müzik gerçekten de çok büyük bir şirketti, yelpazesi inanılmaz genişti. Bu önemli bir tanıtım gücüydü aynı zamanda. Aklınıza gelebilecek her tür tv programında boy gösterdik; klibimiz var olan tüm müzik kanallarında olabilecek en sık periyotlarda döndü ve biz, o promosyon dönemi başladıktan sonraki bir hafta içerisinde neredeyse bütün ülkede tanınır hale geldik. Daha 23 yaşındaydık ve açıkçası bu durum başımızı bir hayli döndürdü. Ama tecrübe dersen şöyle diyeyim. Bir kere dönemin önemli şahsiyetleriyle ilk elden tanışma ve fikir alışverişinde bulunma fırsatı bulduk. Medyanın ve sanat camiasının tam merkezindeydik. Bu zemin fazlasıyla kaygandı fakat bizim aklımız bir karış havada olduğundan bunu pek de önemsemedik. Asıl ikinci albümden (Ve Kim Bunlar) sonraki sıkıntılı süreç benim ayrılmam ve grubun da dağılmasıyla sonuçlandıktan sonra dönüp bakabildik o zeminin kayganlığına. Bütün o pusun içinde iki temel bakış açısı oluşmuştu bize karşı: İlk grup bizim türküleri dejenere ettiğimizi söylüyordu; ikinci grupsa, bizim bir takım çıkarlar uğruna ideallerimizden vazgeçmiş olduğumuzu düşünüyordu. Yani pek kimseye sevdirememiştik galiba kendimizi. Draje: Daha sonra Kıraç’la çalışmaya başladın ve hala da devam ediyorsun sanırım.

Yaşadığım en ilginç müzik d yıllık Luxus dönemi. Bazı müz bazı enstrümanlara ilk kez Luxus’la yaptığım iki albüm birlikte) son dönemlerdeki en çaldığım gitarları


deneyimlerinden biri oldu üç zik türlerine ilk kez dokundum; eşlik ettim, klarinet mesela. m (ikincisi henüz çıkmamakla n keyifli çalışmalarımdı. Orada çok önemsiyorum.

B.B.: Aslında arada bir boşluk var. Gruptan ayrıldıktan sonra, bir yılı aşkın bir zaman İlker’le (Görgülü) birlikte çigan müziği yaptık. Biraz da ekonomik sebeplerle kendi müziğime ara verdim diyebilirim. Bu çok tuhaf bir dönemdi; popülerliğim hala devam ediyordu ve biraz da utanıyordum açıkçası, yüzümü saklamaya falan çalışıyordum, nasıl olacaksa... Bu arada Kim Bunlar sürecinde ihmal ettiğim okula da dönüş yapmıştım artık. Kıraç’la çalışmaya başlamam bu sayede oldu. Kıraç’ın orkestrasının neredeyse tamamı okul arkadaşlarımdan oluşuyordu; Volkan Kemiksiz (klavye), Atakan Yörük (gitar) ve Barış Tokgöz (bas). Bir gün bana orkestraya bir gitarcı arandığı haberiyle geldiler. Hemen provalara başladık ve bir anda kendimi orkestranın içinde buldum. İlk o büyük konserlere çıktığımda kendimi çok tuhaf hissettim. Eşlik müzisyeni olma fikrine kendimi alıştırmam biraz zaman aldı. Sonra yavaş yavaş alıştım. Draje: Eşlik müzisyeni diyorsun ama katılımından sonraki Kıraç albümlerinde senin gitarlarının yapısal bir önemi var gibi duyuluyor bana. B.B.: Evet ben yer aldığım projelerde o projenin orijinini belirlemeyi seviyorum aslında. Bir süre Kıraç’ta da bunun yaptım. Ama sonuçta oldukça farklı müzik algılarımız var onunla. “Zaman”, “Kayıp Şehir” ve “Benim Yolum” albümlerini beraber yaptık. İçinde yer alma durumunu en çok müziğin kendisi belirliyor. Kıraç bir tür Anadolu müziği yapıyor ve bu benim yapmak istediğime uzak bir tarz. Bu sebepten içinde oluşumun bir sınırı var. Ama Kıraç’ı önemsiyorum. Cem Karaca’nın tabiriyle çorbamı kaynatan iş bu. Bir tür memuriyet yani. Draje: Senin albüme gelmeden son olarak biraz Fenomen’den bahsedelim. İsmail Soyberk’le tanışman nasıl oldu? B.B.:Ondan önce Ricardo’yla

(Moyano) tanışmamı anlatmam lazım. Benim için asıl dönüm noktası odur. Bütün o süreç boyunca bir yandan da gitarımı ilerletmek adına çaba sarfediyordum. O çabanın bir sonucu olarak yolum Ricardo’ya düştü ve daha ilk günden çok içten bir kaynaşma yaşadık. Bir anda kendimi haftanın en az üç günü ona gidip, her gidişimde sekiz-on saat gitar çalarken buldum. Onun sayesinde Güney Amerika geleneksel müziklerinin neredeyse her türü hakkında derin bilgiler edindim. Kısa bir süre sonra bu birliktelik bir Latin grubuna dönüştü. Bizim dışımızda bir saksafoncu, bir perküsyoncu ve bir de kontrbasçı vardı ekipte. Çok zaman geçmeden perküsyoncu ve kontrbasçı ayrıldı ve bunun üzerine Ricardo, İsmail Soyberk’i gruba davet etti; o da yanına Turgut Alp Bekoğlu’nu alıp geldi. Saksafonda Yuri Ryadchenko zaten devam ediyordu. Birkaç ay çalıştık, güzel de müzik yaptık. Ama araya yaz girip herkes işine gücüne dağılınca süresiz bir ara vermek durumunda kaldık. O yaz sonunda İsmail Soyberk beni aradı ve bir grup kurma isteğinden bahsetti. Tabii ki havalara uçtum. Yanımıza Mert Topel (klavye) ve Bülent Ay’ı (davul) alarak dörtlüyü kurduk. İki yıllık yoğun bir çalışmadan sonra da Fenomen isimli albümü çıkardık. Hala da devam etmeye çalışıyoruz zaman elverdiğince. Draje: Tam da o zamanlarda şarkı yazmaya başladın sanırım. B.B.: Yok aslında daha önceden başlamıştım. Kim Bunlar’ın ikinci albümünde bir şarkım var mesela ama zaten orada şarkıları beraber yazıyorduk. Sonrasında Kıraç’ın bir albümünde Zarife diye bir şarkım var, sözlerini Teyfik Yalçın’ın yazdığı. Bir de Canay’ın (Cengen) albümündeki altı şarkı bana ait. Draje: Peki bunlardan kişisel bir albüm yapma hayalini ilk ne zaman kurdun? B.B.:Şöyle diyeyim; Kim Bunlar’dan ayrıldığım ilk günden beri bu


24

hayali kuruyorum ben. Ama işte projelere dalıp dalıp çıkmaktan bir türlü fırsat bulmadım, sürekli öteleyip durdum. Bu arada şarkılar da bilgisayarımda birikti tabii. Kişisel fikrimi söylemeliyim; şarkılarla kendimi daha iyi ifade edebileceğimi düşünüyorum. Bir kere bu size daha çok insana ulaşma vaadi sunuyor ve ben bu kaygıyı hep taşıdım. Kesin kararımı 2008 yılında verdim. Önce eski şarkılardan bir seçme yaptım, sonra bunların üstüne yenilerini ekledim ve en sonunda başlayabildim kayıtlara. Draje: Bu ayki Draje’nin konsepti Tembel. Sen Tembel Draje’nin konuğusun yani. Ama öte yandan tam tersi bir konuk olduğunun da altını çizmek lazım. Ben dahil birçok kişi seni yılmaz bir müzik işçisi olarak tanıyoruz. B.B.: Artık bunu tamamen üstümden atmak istiyorum açıkçası. Artık hikâyelerimi anlatmaya geçmek istiyorum ve bunu da yapmaya başladığımı düşünüyorum. Bu albüm bu bakımdan eksik. Kendi grubumu kurup sahnede çalmaya başlayınca bu eksikliği açıkça gördüm. Henüz iki aydır sahnede olmamıza rağmen ciddi tecrübeler edindik. Artık müzikal kaygılardan olabildiğince arınıp hikâyelerimi en yalın biçimde anlatmanın yollarını bulmalıyım diye düşünüyorum. Şu kısa zamanda kendi sahnemden edindiğim deneyim bu. Draje: Ama buraya kadar getirdiğin işlerde sağlam bir “örme” eylemi söz konusu. Bu da bana akademik etkiler çağrıştırıyor. Müzikte okulun etkisi nedir sence; ya da ne olmalıdır? B.B.: Yüzdesini veremem tabii, içinden geldiği gibi çıkması lazım. Ama işte kendi albümüme yönelttiğim eleştiri de tam bu noktada. İşler bitip, albüm piyasaya çıkıp,

ben biraz dışarıdan bakmaya imkân bulunca müzikal bir kibir buldum albümümde. Evet, şarkılardaki akışı seviyorum; ama sonuçta bunlar benim küçük odamda yazılıp yine o odada kaydedildiler. Yani biraz hayattan kopuklar. Böyle olunca haddinden fazla akademik etkinin sirayet ettiğini düşünüyorum. Draje: Şarkı sözlerine genel olarak yalnızlık duygusu ve kaçış arzusu hakim. Ama diğer yandan “Keyfimiz Güzel Olsun” şarkısının ismini albüme vererek sanki biraz sağ gösterip sol vurmuşsun. B.B.: Evet bu konuda da sıkıntılarım var. Sözlerdeki biçimsel oynamalarımı seviyorum ama hüzün de haddinden fazla gibi geliyor şimdi. Muhtemelen bundan sonraki şarkılarım daha keyifli olacak. Draje: İki tane İngilizce şarkı var albümde: “In Pictures” ve “Game”. Yankı Enki’yle iyi bir ikili olmuş gibi bir haliniz var. B.B.: Garip bir hikâye bu. Bir gün bizim tonmaister Ozan Murat’ı aradım, dedim ki; “ben İngilizce şarkı yapmak istiyorum, var mı bildiğin bir söz yazarı”. O da beni hemen Yankı’yla iletişime soktu. Daha Yankı’nın yüzünü görmeden yaklaşık 15 tane şiiri mail box’ımdaydı. Ben de bunların yaklaşık onunu besteledim ve albüm repertuarını oluşturma sürecinde bunların ikisini kullandım. Bütün bu süreçte defalarca yazışmamıza rağmen en son albümün çıkmasına yakın Yankı’yla tanışabildim, yani o derece garip bir hikâye. Benim dil konusunda en ufak bir önyargım yok. Bu yüzden bu şarkıları albüme koyarken en ufak bir tedirginlik duymadım. Draje: Evet bu ülkede pek sık rastlanan bir şey değil. Barış Bölükbaşı: Ben hatta abartıp ilk klibimi “In Pictures” şarkısına çektim ve açıkçası bu

Medyanın ve sanat camiasının fazlasıyla kaygandı fakat bizim akl bunu pek de önemsemedik. Asıl i sonraki sıkıntılı süreç benim ayrı sonuçlandıktan sonra dönüp bak bahane gösterilip klip birçok kanal tarafından yayınlanmadı, birçok arkadaşımdan da eleştiri aldım. Sonuçta çocukların gülümsemesini anlatan bir şarkı bu, hangi dilde söylerseniz söyleyin. Her neyse... ben bu İngilizce şarkı yapma işinden büyük bir zevk aldım ve sonraki çalışmalarımda da devam etmeyi umuyorum. Draje: Şarkı söyleyişinde buram buram prozodi kokuyor. Lakin özellikle son dönemde bunu dıştalayan, hatta bunu dıştalamasıyla özgünleşen vokallere rastlıyoruz. Duman’ın Kaan’ı bunlardan biri. Sen ona prozodiyi önerir miydin mesela? B.B.: Yok hayır, önermem. O konuda ben de kendimi biraz bozmayı düşünüyorum hatta. Çoklu vokallerde mutlaka gerekiyor tabii ki ama kendi solo vokalimi özgünleştirmek


mutfağında yıllardır fazlasıyla bulunmaktan kaynaklanıyor bu. Arkadaşlarımın yaptıkları işleri dinlemeyi severim ama… Mesela Peyk grubu bunlardan biri…

tam merkezindeydik. Bu zemin lımız bir karış havada olduğundan ikinci albümden (Ve Kim Bunlar) ılmam ve grubun da dağılmasıyla kabildik o zeminin kayganlığına. açısından bu yaklaşımın tamamen dışına çıkmayı düşünüyorum açıkçası. Draje: Şimdi özel bir soru; ben İlhan İrem severim, bu bakımdan özel. “Keyfimiz Güzel Olsun” şarkın onu hatırlattı bana, onun 80’lerdeki işlerini. Sen de sever misin? B.B.: Aslında çok dinlediğimi söyleyemem ama İlhan İrem tınıları herkes kadar benim de kulağımda yer etmiştir. Bu şarkıyı yaparken de o tınılar hep kulağımdaydı ve bunu yansıtmayı da hedefledim açıkçası. Draje: Kimleri dinlersin peki Türkiye’den? B.B.: Eskiden başta MFÖ olmak üzere Barış Manço ve Fikret Kızılok’u çok dinledim. Şimdi artık özellikle dinlediğim bir şey yok. Belki de işin

Draje: Şarkı sözü yazmaya girişmek entelektüel bir donanım da gerektiriyor. Neler okuyorsun? B.B.: Son dönemde beni en çok etkileyen, İhsan Oktay Anar’ın “Suskunlar”ı oldu. Çok yoğun bir şekilde okuduğum dönemler olmuştu zamanında. Özellikle tarihi içerikli romanları çok seviyorum. Aslında edebiyatın her türünde sevdiğim özellikler buluyorum. Olabildiğince şiir okuyorum mesela. Geçen yıl yine Ozan Murat’ın tavsiyesiyle Haydar Ergülen’i epeyce okudum. Bende de öyle bir manyaklık oluyor; bir yazarı beğenmeye göreyim, onun hemen bütün külliyatına erişmeye çalışıyorum. Haydar Ergülen’in şiiri de beni fazlasıyla etkiledi. Bunun dışında Orhan Pamuk, ki bazı çevrelerin haksız eleştirilerine çokça maruz kalmış olduğunu düşünüyorum, 15 yılı aşkın bir zamandır takip ettiğim, fan’ıyım diyebileceğim bir yazar. “Öteki Renkler” hariç her şeyini okudum. Ama İhsan Oktay Anar farklı. Özellikle “Suskunlar”da estetik anlayışının da doruğuna vardığını düşünüyorum. Draje: Peki yabancı yazarlar? B.B.: Aklıma ilk gelen isim Puşkin. Onun hikâyelerini ve şiirlerini çok okudum. Yakın dönemlerden Khaled Hosseini’in “Uçurtma Avcısı” ve ve İvo Andriç’in “Drina Köprüsü” beni çok etkiledi. Özellikle “Uçurtma Avcısı”nı herkese tavsiye ediyorum. Draje: Yine gitara gelelim. Bu güzel soloların altında yatan ilk üçü sırala desem? B.B.: Bu çok zor bir soru. İlk üç değil ama ilk beş yapabilirim belki: Toto grubundan Steve Lukather, John Scofield, John McLaughlin, Nguyen Le ve tabii ki Erkan Oğur.

Draje: Son dönem sololarında, özellikle albümdekilerde, biraz doğuya doğru eğilim seziyorum. B.B.: Aslında şöyle bir durum var; ben daha 1516 yaşlarımdayken ilk Erkan Oğur’la tanıştığımda, onun o inanılmaz stilini duyduğumda, bana gelen ilk duygu bu stilden kaçma isteği oldu. Bu his beni sonraki tüm ustalarda da takip etti. Kendi stilimi yaratmam gerektiğini ve bunun yolunun stillerden kaçmak olduğunu düşünüyordum. Son dönem doğuya doğru bir eğilim var, bu doğru. Sanırım 2007’de başlayan Luxus macerasıyla alakalı. Yaşadığım en ilginç müzik deneyimlerinden biri oldu üç yıllık Luxus dönemi. Bazı müzik türlerine ilk kez dokundum; bazı enstrümanlara ilk kez eşlik ettim, klarinet mesela. Luxus’la yaptığım iki albüm (ikincisi henüz çıkmamakla birlikte) son dönemlerdeki en keyifli çalışmalarımdı. Orada çaldığım gitarları çok önemsiyorum. Draje: Sağolasın, onore oldum grubum adına. Bir son soru klişesi yapalım; ikinci albümde bizi ne gibi sürprizler bekliyor? Gerçi bu söyleşi boyunca bunu mütemadiyen anlattın ama bunların dışında diyeceğin şeyler var mı? B.B.:Sürpriz olarak nitelendirilebilir mi bilmiyorum. Şu an ikinci albüm için sırasını bekleyen 25-30 civarında şarkım var zaten. Onları düzenli bir biçimde dosyaladım ve ilk fırsatta başlarına oturacağım. Ama şöyle bir şey var; ikinci albümde daha sert bir müzik yapmak istiyorum. Distortion gitarların hâkim olduğu, sürpriz patlamaların yer aldığı bir sound var kafamda. Bunun dışında başka sürprizler yapabilirsem benim için de sürpriz olacak açıkçası... Draje: Peki, Draje adına teşekkürlerimi sunuyorum, başarılar...


36

HALLER İÇİNDE Yazı: Tuğba Hanım Şanlı E-Mail: ulkum.tr_ths@hotmail.com İllüstrasyon: Dumrul


T: Yaa balım, sabah erkenden gidelim olur mu? Deniz çarşaf gibiyken yüzmek istiyorum. G: Bence de, ama önce sen erken uyanmayı bi başar. T: Uyanırım ben. Kahvaltıyı sende mi yaparız, yoksa gidince bişiler alalım mı? G: Yaparız sahilde yaa. T: Taam bakalım. Hadi öpüştük. Görüşürüz. (uzaklaşırken aklıma gelir.) Pişttttttttt! Selam söle Esma teyzemeeee. G: He he... taam canım, aleykümselam. Ertesi gün, saat 7.30 (güüüneeşim aayım saaana ışık olsuunnnn sıcaaaaaaaaak…………) (telefonum çalıyooo…) T: (Off bee kızım bi kere de söylediğim saatten şaş bea !) Efendimm.. G: Alooooo! Allahım sese bak yaa... Kalkmadın demi sen daa… T: Yaa Gülşen, 10- 11 gibi gitsek olmaz mı? G: Tuğbaaaaaaaaa. Dün ne dedin sen bana. T: Yaa balım biliyorum da, çok geç uyudum. G: Erken uyusaydın bağaneyy. Kalk hadi kalk. T: Pöff… G: Kızım hadi, annem bi sürü şey hazırladı sen gelcen die. T: Ben mi gelcem? G: Kahvaltıya. Hadi kalk. T: Sahilde yapmııcak mıydık?

G: Yaa annem erkenden kalkmış bişeyler hazırlamış bizim için. Öff hadi artık. (Esma teyzemin erkenden kalkması benim uyuduğum vakide tekâmül eder.) T: Ohhhh!. Napmış? G: Gel de gör. T: Taam hemen geliom. Sen hazırlayadur kahvaltıyı. G: Kızım hazır diyom hazır. Hey alam yaa. T: Heee… Pardon yaa, iyi o zaman sen benim çayı doldur, geliyom. Yaz tatilimin özeti… Ertesi gün yine böyleydi. Sonraki gün yine… Ondan sonraki gün, daha sonraki gün, en daha sonraki gün de.. Çok en daha sonraki gün mü? Aynı aynı… Hallerden bir hal… İçine biri kaçar bazen. Yağmur yağarken çok mutludur içindeki, deli gibi koşturur seni sokaklarda, ıslak ve amaçsız. Olsun, güzeldir. Sonra başka biri girer içine, yığın olmuş işlerin vardır ama senin kılını bile kıpırdatman mümkün değildir. Şu isteksizlik hali var ya, beter bişey abi ya. Allah cümlemizi korusun böyle hallerden. Kabız olmak gibi. Ne alaka demeyin arkadaşlar. Saatlerce tuvalette oturursun sonuç. Aynı işte gördünüz mü? Neyse biraz alakasız olmuş olabilir ama ilk düşündüğümde neresinden tuttuysam artık pek bi alakalı gelmişti bana. Başka bi hallerden bir hal… Aynı duyguları hissediyordu bir kez daha. Bütün organları titriyor gibi.. Saatlerce susmak, hiç konuşmamak… İstekleri bazen saçmaydı. Kendi vücudu bile kaldıramazdı bunları. Beyninde olanları anlamsallaştıramıyordu. Bi sisin var olan her şeyi örtmesi gibi. Sonra geçiyordu. Çok uzun sürdüğü söylenemezdi bunun. Taş çatlasın 10 dakika... Sis beynini kapladığı zamanlarda hislerinden emin olamıyordu. Gülebilir ya da ağlayabilirdi. Fark etmezdi. İkisi de anlamlıydı nasılsa.

Tuğba Hanım Şanlı uzun süredir ortalarda gözükmeyen örnek bir tembeldir. Kendisini en son Mart ayında Narsist Draje’de görmüş olmamız bunu kanıtlamaktadır. Elbette aradan geçen 9 ay içinde sadece iki sayı Draje çıkmış olmasının da bunda payı olduğunu düşünenler çıkabilecektir. Ne alakası var kardeşim, hepi topu 6 ay yan gelip yattık diye bu tatava niçin? Ayıp değil mi?


28

Bir Gar Yanar, Zaman Seyre Dalar Yazı: Esra Erdem - E Mail: esra_rdm@yahoo.com İllüstrasyon: Özge Özgüner

H

aziran ayında gidememiştik o gösteriye, önümüzdeki aylarda tekrarlanacak ve biz bu kez kaçırmayacaktık. Yekpare’ydi adı gösterinin, ne güzel süslemişlerdi seni gelin gibi. Videosunu izleyebilmiştim, ışıkları söndürmüş kendimi orda hayal etmiştim. Marmara’nın kokusu karışmıştı soluduğum havaya, Haydarpaşam kendini bi kez daha hayran bırakmıştın bana… Ordaydım, yanındaydım sanki. Her türlü rengi giyinmişti üzerin.Yılların yorgunluğu hala yıkmamıştı seni. Ay ışığı vururken Marmarana sen yine heybetliydin, sen yine güzeldin... Denizin sularıyla oynaşıyordu fonda çalan müzik. Her rengine bir nota işlemişlerdi masallar âlemindeydim sanki. Işıklarınsa gökyüzündeydi, ay ışığıyla sarmaş dolaştı. Bi hasret sona ermiş, vuslat gerçekleşmişti. Bugünse yanından geçerken, seni o halde görünce parçalandı içim. Seni böyle göreceğim aklıma bile gelmemişti. Karalara bürünmüştün, sirenler senin için çalınıyodu. Kulaklarım sağır olmuştu sanki. Ben bu gösteriye hazırlamamıştım ki kendimi. Yekpare’den daha çok izleyenin vardı şimdi, herkes şaşkın herkes üzgün. Benimse gözlerim yaşardı. Ey heybetli

Haydarpaşam bunu sana kimler yaptı? Zaman durmuştu o an. Her şeyi bi ağırlık kaplamıştı, etrafta koşturan itfaiyeciler bile sanki olduğu yerde kalmıştı. Bi filmin slow motion halini izliyor gibiydim. Zaman tembelleşmişti, geçmek bilmiyordu… Alevler büyüdükçe büyüyor, Haydarpaşam büyüsünden hiç bişi kaybetmiyordu. Geçmişten bugüne nasıl durmuşsan hep sağlam hep ayakta şimdi de her şeye rağmen duruyordun karşımızda. Sen ki hayallerin ilk durağı, sen ki taşı toprağın altın şehrin yolcularını taşıyan emektar trenlerin hancısı. Alevler sarmış yüreğini, Marmaranın serin suları senin için seferber olmuş… Gitme bırakma bizi! Yanımdaki mırıldanıyo bişiler. Dudaklarını okumaya çalışıyorum… ”Lütfen diyo, lütfen!” Hadi sönsün artık yangının, tembel zaman hızlan artık, durdur Haydarpaşamın alevlerini. Saate bakıyorum. Bir saate yakın olmuş, bir saat bin yıla bedel olmuş. Alevin dinmiş, denizinse küllerine mezar. Sen yine aynısın ama yüreğini kırmışlar. Yüzünü soldurmuşlar… Haydarpaşam üzülme zaman alıştıracak seni olanlara. Yeniden yüzün gülecek, önüne kırmızı güller serilecek. Seni yok etmek isteyenlere, geçmişini silmek isteyenlere heybetli duruşun hep korku verecek…

“Yekpare; candaş Şişman ve Deniz Kader’in birlikte ürettiği, İstanbul’a özgü, özel bir audiovisual gösteri… Limanlarındaki ticaret hacmiyle başlayan milattan önceki yılları, gelişen ticaretle kaynaşan binlerce halkı, Bizans mimarisi ve Osmanlı’nın İstanbul’u fethiyle vardığımız 15. yüzyıl hikâyelerinin tümü sembolik anlatımlar ve şaşaalı görsel animasyonlarla izleyicilere aktarılacak. Dillerin ve inançların karmaşası, doğu – batı ikiliği, yakın tarihimizdeki göç dalgaları ve Haydarpaşa Garı’nın insan sirkülasyonundaki yeri ile kalabalık hayatımızın düzensiz düzenliği klişeleri, çağdaş animasyon grafikleriyle birleşiyor ve İstanbul, İstanbul halkının karşısına yerleştiriliyor. Yekpare, tarihin tüm katmanlarını üst üste getirmeyi amaçlıyor.” Yekpare adlı gösteriyi izlemek için : http://vimeo.com/12584289



40

“Tembellik Ö Fotoğraf: Alican Erkol -


41

Özgürleştirir” - vaveyla@gmail.com


42


TEMBEL TENEKE

TOLGA Yazı:Tolga Öztorun • http://vimeo.com/15590357 İllüstrasyon: Dumrul

Ö

ylesine tembelim ki, bu sayı tam benlik. Ben iflah olmaz uyuşuk bir tembelim.

Taa 34 senedir tembelim ben. İlkokula giderken ben sabahçıydım, öğlencilere özendim hep. Hatta sırf bu sebeple üniversiteyi bile gececi okudum. Her sabah karnım ağrır, başım ağrırdı. Okula gitmemek için türlü bahaneler uydurur giyinirken uyuya kalmış numarası yapardım. Yatağın içinde bir çorabını giymiş, diğerini giyerken uyuya kalmış 7 yaşında zavallı Tolgacık… Tabi annem bunu hiç yemedi. Ancak benim kronik tembelliğim hiç geçmedi. Yazmayı, çizmeyi öğrendim, görmeyi bakmayı öğrendim, yine de tembelim işte iflah olmuyorum, ne çare. Her ay eski dostum baba Draje Erdinç denen bu adam bana hatırlatma mesajları gönderiyor. Son 5 gün, son 3 gün… İşte yine yumurta popoya dayandı. Bu sabah bilgisayarımı açtığımda yine bir hatırlatma mesajı gelmiş. Eeh madem söz verdim oturup yazayım bari dedim. Bana bir Superman lazım. Öyle çok şey yapmak istiyorum ki. Fark ettim ki listelemeye bile üşeniyorum.

Yeni bir film çekmek istiyorum, 2011 de Dünya’da barış olun istiyorum, savaşlar unutulsun istiyorum, silahsızlanma istiyorum, tüm engelli hayvanlar ev bulsun istiyorum, evcil vahşi tüm hayvanlar özgür kalsın istiyorum. Sirkler, yunus parkları kapatılsın istiyorum. Kürk giyen kokoş karıların etleri dökülsün istiyorum. İnsanların inançları için hiçbir canlıyı kurban edemesinler istiyorum, tüm dünya vejetaryen olsun istiyorum, bir çocuk kitabı yazmak istiyorum, radyo programım daha yıllarca devam etsin istiyorum, Cem Adrian radyoda konuğum olsun ve o gün 4 saat canlı yayın yapayım istiyorum. Cem Adrian ve Meltem Taşkıran sırf benim için düet yapsın istiyorum. Daha niceleri… Üşendim işte yine… Evet evet bana bir Superman lazım. Yoksa işim zor. Ey Superman neredesin? İçimdeki ses sürekli Tolga durma diyor, duramıyorum işte… Dünya’yı kurtaracağım sanki. Birkaç aylık Draje’siz günlerde bir belgesel çektim ben. Yedikule Hayvan Barınağı’nın bir gününü göstermek istedim ey insanlığa. İsmi “Sıradan” bir gün evet sıradan bir gün onlar için ya bizler için?


34 Öyle çok şey yapmak istiyorum ki. Fark ettim ki listelemeye bile üşeniyorum. Yeni bir film çekmek istiyorum, 2011 de Dünya’da barış olun istiyorum, savaşlar unutulsun istiyorum, silahsızlanma istiyorum, tüm engelli hayvanlar ev bulsun istiyorum, evcil vahşi tüm hayvanlar özgür kalsın istiyorum. Sirkler, yunus parkları kapatılsın istiyorum. Kürk giyen kokoş karıların etleri dökülsün istiyorum. İnsanların inançları için hiçbir canlıyı kurban edemesinler istiyorum, tüm dünya vejetaryen olsun istiyorum, bir çocuk kitabı yazmak istiyorum, radyo programım daha yıllarca devam etsin istiyorum, Cem Adrian radyoda konuğum olsun ve o gün 4 saat canlı yayın yapayım istiyorum. Cem Adrian ve Meltem Taşkıran sırf benim için düet yapsın istiyorum. Daha niceleri… Onca gönüllü sabah gün ışırken nasılda koşturup didiniyor oradaki 3000 sahipsiz köpeği doyurmak için, ne emek ne emek… Tüm gönüllü dostlarımı gözlerinden öpüyorum. Haydi şimdi teşekkürlerimi sunayım. 3000 köpeğe gözleri gibi bakan tüm güzel insanlara en başta Yedikule Hayvan Barınağı’ının yöneticisi Mimar Meral Olcay olmak üzere hepsine teşekkür ediyorum. Neden be ey kadın neden bu kadar kalbin büyük? Bilim gelişmeli ve seni insanlık adına klonlamalı. Biricik Efem, belgeselin görüntü yönetmeni ve yönetmen yardımcısı Efe Balkan o olmasaydı bu belgesel olmazdı. Varlığı huzur veriyor insana. Herkesin böyle bir kardeşi olmalı hayatta. Sesine kurban Ezgi Özcan. Sizler onu Doğa İçin Çal’daki flütçü kız olarak tanıdınız ama ben onu başka tanıdım. Kanıyla canıyla bir cımcırık boyuyla o ses nereden çıkıyor? Evet flüt çalmak kolaymış çabuk öğrendim “mi minör”den çalmayı. Peki ya o sözler nereden çıkıyor ey Leyl? Üstad ve istisnasız en özel belgesel sesi Alp Buğdaycı, alçak gönüllülüğün için kendimi

çok şanslı hissediyorum. Hayalime can verdin. Seninle çalışmak büyük bir hayaldi. Dostum Tuna Arman… Sana diyecek sözüm yok. Öyle bir son söz söyledin ki… Cuk diye bir ses geldi son sözünden sonra. Seni seviyorum. Son sözün annesi Meltem Taşkıran… Sihirli değnekli kadın. Hep var ol. Hep yaz, çiz, söyle, eğit bize senin gibiler lazım. Gecelerin adamı Utku Bal, ansızın aradım, çıktın geldin. Bu belgesele güzel dansın ile ruh kattın. Dokunduğun her köpek seni soruyor. Buz gibi havada yarı çıplak dans ettin. İste sırtımda taşıyayım seni. Tanıdığım en deli adam Kerem Eser, ne iyi bir delisin sen… Jonglör ve sirk sanatları ustası arkadaşım benim. Lütfen sirkler insansız olsun. 3 topun hep göklerde iyilik için dönsün. Gülen yüzün hep gülsün. Dahasını da söylemek istiyorum… Ahmet yine gel, Sibel kralsın, Petro sana daha uzun rol vereceğim, Aslım Aslım, Erkan seni çok yordum, Başak kedişler nasıl? Birol otel sahibim. Ve Hasan Hoca, Duygu, Ümit, Aytaç, Nilay… Hepiniz iyi ki varsınız.

İzlemek isteyenler için işte “Sıradan” bir gün:

http://www.vindir.org/siradan-bir-gun-ezberin-yapimcisi-tolga-oztorundan-173503.html


KORKU BAKANLIĞI

Yazı: ÇağlaElektrikçi • E Mail: moodindigo8@googlemail.com • İllüstrasyon: Dumrul

H

ayatın mucizelerini insana yakışır şekilde kucaklamak, gölgelendirilmiş detaylı bir resmiyettir ancak. Eğer bunu tek tipleştirilmiş karabasan, tas gibi düştüyse betonlara, güvenlik ve tarihle harmanlanmış bir hastalık çoktan olmuş, devrim gidilmemiş, yolları kesişen üçgen koridor bekçilerinden sorumludur artık. Ve insan geçmiş insanlığını ise ancak gecikmiş insanlıklarıyla anlayabilir. Oysaki birçok görüntüyü yakalayabilmek için perdeyi kaldırmak gerekli sadece. Övgüsü yalnızlık, güvensizliği sırdı. Kapıların önünde valiz dolusuydu ağırlıkları. Acı gerçek, hayatin tatlı tadı dünyanın taptığı, tembelliktir tabii ki. Ona ulaşmanın kendine özgü eylemsizliği canlanır kolayca, oysaki hiçbir şey kendi içerisinde anlamını yitirmez. Dolaylı yoldan biz seçsek de, ne görmemize izin veriliyor ve imkânımız el veriyorsa onunla yaşarız. Zihinlerimizi ancak, bir çağrıyla özgürleştirebiliriz. Açlık mı ya da yoksa inanılmaz aidiyet karmaşası mı? Roger Vailand’in, Kanun romanında, hayatı şöyle özetler; “Tanrı bu dünyada her yere, düzensizliği, haraca keserek düzenin sürmesine katkıda bulunan kontrol görevlileri serpiştirmiştir.” Dize, melodi, beden, gerçek ve gerçeksizlikle bezeli bir zihin gayet kolaylıkla hayaletler ve kuruntularla doldurabilir kendini. Yaşam ve bağlantılar kişinin olurunu görmesiyle baslar. Kendini yeniden keşfi ve değişimiyle gözlemlenebilir. Bir bütün yoktur sözde, matematik ve kurtuluş arasında mesela, her şeyin barındığı, kişisel bir kahve seçiminden alınan haz kadar basit ve de farklı bir fizyolojidir sadece. Bedenler, farklılıklar olmadan birbirini tanımaz, insan benzerlik

bulmadıkça da aidiyet duymaz. Şehir karmaşası ve tüketici ilişkilerle kurulan şirketokrasi de bundan meydana gelir. Bizleri tüm kâinatla bağlayan, bölük pörçük, dağılmış aile yaşamlarına damgasını vuran kimya dışında geri dönüşü olmayan bir algoritmadır. Parçacıkların toplamı yine kendisi olacaktır. Halbuki, agorafobi değildir tembellik. Kişi, çevresini, kendi hayatını, üretkenliği durdurduğu ve tüketimi her yaşam alanına yayıldığı an tembel olarak tanımlanabilir. Anlamsız, yayvan negatif bir anlam yüklenebilir bu noktadan sonra. Karl Marx, insanı hayvanlardan ayıran özelliğinin gereksinim duymadığı şeyleri üretmesiyle ayırıyordu. Umursuzluk ve insana, kâinata verilen değersizle süregelen ideolojik bir engel. Alınan karnelerle değil, her gün alınması gereken insanlık diplomasıyla alakadar sadece o kadar... Ne kadar kafeslere kapanır, korkarsanız hayattan, işte, o kadar uzaklaşır aslında değerler.


36

KEDİ DÖRT AYAK ÜSTÜNE DÜŞEN MEDENİYET:

Yazı ve İllüstrasyon: Mustafa Akman • E Mail: smellsblue@hotmail.com


G

üzeldir hiçbir şey yapmamak. Miskinlik... Kafana göre takılmak, kafa nereye biz oraya (tamam afedersiniz). Neyse efendim. Bizim bir tane kedimiz var, rengi gri. Bir gün annem getirmişti. Ona da arkadaşı getirmiş. Yavruları dağıtalım kampanyası olur ya, işte bu kedi de bize oradan çıkmış. Ben hayvanları severim. Yeri gelir insandan daha çok severim. Fakat uzaktan severim, bakımından hoşlanmam. Yok çişi, yok kakası… (pis kokulu bakımları sevmem) Yarın öbür gün, gelecekte kendi ihtiyaçlarını gideren bir hayvan yaparlarsa işte ona talibim. Hatta

kendi ihtiyaçlarıyla kalmasın, benimkilere de bir el atsın. Yerleri silsin, market alışverişine gitsin. Bıktım eve ekmek almaktan. Hani geleneksel olarak evin en küçüğü bakkala gönderilir ya; benim kardeşim de olmadığından, şöyle yuvarlak bir hesapla bakınca ben 15 senedir bakkala gidiyorum. O yüzden artık sıramı savmak istiyorum. Üniversite bitirdim ama hala aynı bakkal ! Bence ayak işinden daha zahmetli bir iş yoktur şu dünyada. Nasıl da üşenirsiniz onu yapmaya. Bir yerlerde sıra beklemek özellikle.. Çıldırasım gelir. Evet, bunca zahmetli ve yorucu işle zaman zaman uğraşan ben, bir de dönüp bizim kediye bakıyorum ki işte orda benim kayış kopuyor. Yemeği önüne geliyor, suyu her gün değişiyor. Kakasını yaptığı kumu yenileniyor. Düşünsenize sürekli birilerinin arkanızdan sifonu çekmesi gibi... Okul yok, sorumluluk yok. Hastalanırsa veterinere götürülüyor, hemen müdahale. Bizim gibi hastane kuyruklarında beklemiyor. Mesela wikileaks’ten bi haber, savaş çıksa umrunda değil. Kriz onu gerçekten de teğet geçiyor. KPSS sorularının çalınması, ÖSS sisteminin değişmesi, yumurtalı eylemler onun için kaka yapmaktan daha önemli değil. Şimdi gel de bu hayvana sinir olma. Emeklilik hayatıma, ulaşmak istediğim huzura kedim benden önce ulaşmış bile. Bu ayrımcılığa katlanamıyorum efendim. İnsanoğlu medeniyeti yaratmış fakat boşa yaratmış. Yatarak hiçbir şey olmuyor. Oldu mu şimdi? Medeniyet şu kedi gibi yaşayabilmektir. Basit düşüyorum biliyorum, ama bilerek basit düşünüyorum. Çünkü kapsamlı düşünmek zor geliyor ve ben üşeniyorum. Hele şu kedi karşımda pozisyondan pozisyona girip uyurken bu mümkün değil.

Rivayet odur ki drajeler doğuştan tembel insanlar… Fransız milleti düşünmüş taşınmış bizim drajeler için bir kelime uydurmuş: BOHEM… Kimbilir belki bir gün Bohem Draje yaparız da orada laflarız filan demeye lüzum yok elbette. Tembellik dediğin, insanın içinden, en derininden gelen bir şey olduğunda işte o zaman “bohem”in sınırından da adım atmış oluyorsunuz… Bildiğin kedi işte… Gelgelelim “ne tembel insansın yahu” denildiğinde kızıp köpüren abla ve abilerimiz “bohem” sözü kulağa janjanlı geldiğinden olsa gerek ortalıkta “ben bohemim ben bohemim” diye dolanıp duruyorlar. Kariyer için, imaj için, hatun ya da adam “araklamak” için bin takla atan abiler ve ablalar neymiş? Bohemmiş efenim… Dünyayı da takmıyolarmış… Şaka gibi…


18

2005 yılının sonunda Efe’yle bir arkadaş ortamında tanıştık ve eşimin “siz beraber bir grup kurmalısınız” feryadına kulak verdik. Sonra ben, Erhan ve Özkan’a ulaştım ve repertuarı belirleyip prova yapmaya başladık. Birkaç ay sonrada kendimizi sahnede bulduk zaten o gün bu gündür aralıksız beraber çalıp söylüyoruz.


ROKA: SAHNEDE KUDURUYORUZ Söyleşi: Mustafa Akman - E Mail: smellsblue@hotmail.com • Fotoğraflar: Roka arşivi

Okurlarımız bakarlarımız filan iyi bilir: müziği severiz… Ama müzik dediğin canlı olacak… Sahne sokak fark etmez… Arkadaşlar toplanmışlar da bir masada koro kurmuşlar gibi… Bulunduğu atmosferle bütünleşen müzisyenleri daha çok severiz. Sen şurda dur şarkı söyle, sen şurda dans eder gibi yap, sen dinle, öteki de oturduğu yerden tempo tutsun gibi bir iş bölümü varsa orada müzikten keyif almak ne mümkün… İşte Tembel Draje’de atmosferle bütünleşip çalanı, söyleyeni, dinleyeniyle birlikte hep beraber kuduran bir grubu konuk edelim istedik. Böylece okumakta olduğunuz ROKA söyleşisi de ortaya çıkmış oldu… Draje: Bu cana yakın grup nerden tanışıyor, Roka Band nasıl kuruldu? Özge: Roka 2006 yılının başında kuruldu. Erhan, Özkan ve ben daha önceden beraber çalıyorduk sanırım Roka kurulmadan 3 sene önceydi bu. Bir şekilde o grubumuz dağıldı ama biz üçümüz görüşmeye devam ettik, hepimiz Kadıköy’de yaşayan ve takılan insanlarız zaten. Erhan ve Özkan başka gruplarda çaldılar yokluğumda. (İhanete bakar mısınız?) 2005 yılının sonunda Efe’yle bir arkadaş ortamında tanıştık ve eşimin “siz beraber bir grup kurmalısınız” feryadına kulak verdik. Sonra ben, Erhan ve Özkan’a ulaştım ve repertuarı belirleyip prova yapmaya başladık. Birkaç ay sonrada kendimizi

sahnede bulduk zaten o gün bu gündür aralıksız beraber çalıp söylüyoruz. Draje: İnternetten yaptığınız haftalık program duyurularınızda sürekli okuduğumuz bir kelime var: “Kudurmak…” Bu enerjinin kaynağı nedir? Hepiniz eğlenceli insanlar mısınızdır, yoksa çaldığınız müzik mi? Özge: Her ikisi de aslında hem çaldığımız müzik hem de biz eğlenceliyiz. Sahnede ya da provada fark etmiyor genelde beraberken çok eğleniyoruz. Sanırım benim hiperaktif olmamdan mütevellit programlar hep kudurmayla geçiyor. Ayakta mikrofonun önünde durup şarkı söyleyemiyorum maalesef. Ben kudurdukça grup


20

Albüm için tarz belirtmek bizim için zor aslında. İçimizden ne geldiyse o bile diyebiliriz tarz için. Funk parçalarımız da var, rock da var blues tınıları olan da var ama albüm genel olarak eğlenceli parçalardan oluşuyor ve günümüz rock parçalarına pek benzemiyor açıkçası.

kuduruyor, grup kudurdukça seyirci kuduruyor, seyirci kudurdukça ben kuduruyorum bu kısırdöngü böyle uzayıp gidiyor koca program. Sahnedeki rahatlığımız ve seyirciyle iletişimimiz de buna katkı sağlıyor tabi… Draje: Grubu bütünüyle etkileyen müzisyenler var mı? Özge: Her birimizin etkilendiği müzisyenler var tabii ki. Efe: Aslında genel olarak grupça 70’ler ve 90’lar rock müzisyenlerinden etkilendiğimizi söyleyebiliriz. Özge:Ortak bi isim söylememiz gerekirse Guns‘n Roses diyebiliriz. Özkan: Ben bu konuda kendi adıma Pink Floyd diyebilirim. Draje: Peki ya zamanı geri sarsak, hangi yılların müzisyeni olmak isterdiniz? Ben şu dönemin adamıyım dediğiniz… Roka: 70’ler diyebiliriz. Draje: Albüm hazırlığında olduğunuzu biliyoruz. Hangi tarzda olacak? Kullanılacak enstrümanlar neler olacak? Biraz bahseder misiniz? Özge:Albüm için tarz belirtmek bizim için zor aslında. İçimizden ne geldiyse o bile diyebiliriz tarz için. Funk parçalarımız da var, rock da var blues tınıları olan da var ama albüm genel olarak eğlenceli parçalardan oluşuyor ve günümüz rock parçalarına pek benzemiyor açıkçası. Enstrüman konusuna gelince, çok sesli bir orkestrasyon düşünmüyoruz açıkçası parçalar neyi istiyorsa basit şekilde onlar olacak mesela üflemeliler ve klavye kullanılacak bazı parçalarda. Draje: Biz de bu ay tembellik etrafında dönüyor ve bi bakıma uzandığımız yerden kuduruyoruz. O


yüzden size buradan grubun en tembelini açıklama fırsatı veriyoruz… Ve ona vereceğiniz bir ceza olsa ne olurdu? Erhan: Hepimizin farklı konularda tembellikleri var aslında. Bu konuda içimizden birini seçmemiz zor… Yani bu konuda da birbirimizi tamamlıyoruz… Draje: Kaplumbağa-tavşan hikâyesi hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce kaplumbağanın tavşanı yenmesi adil midir? Özkan: Çok sinir olurum kaplumbağanın yenmesine açıkçası ben tavşanın yanındayım bu hikâyede. Mesela Tom ve Jerry de de Tom’u severim. Efe: İşgüzar tavşan hak ediyor bence… Erhan: Bence olay tamamen tavşanın salaklığı… Draje: Tembele tenbel diyen birine nasıl davranırsınız? Erhan: Muhatap olmayız… Özge: Ben o kadar sert davranamam sanırım ama bir şekilde utandırmadan yanlışını anlamasını sağlarım. Draje: Roka Band’de bir de sincap olduğunu duyduk, doğru mu? Efe: Doğrudur… Hatta zapt edemiyoruz kendisini… Draje: Son olarak her söyleşi yaptığımız grubumuzdan Draje okurlarına 3 tane kitap tavsiyesi alıyoruz.. Özge: Ben bu soruya üç kitap yerine üç yazar ismi vererek cevap vermek istiyorum zira bu yazarların kitaplarının her biri birbirinden güzel. Murat Menteş, Emrah Serbes ve Sezgin Kaymaz…

Hepimizin farklı konularda tembellikleri var aslında. Bu konuda içimizden birini seçmemiz zor… Yani bu konuda da birbirimizi tamamlıyoruz…


40

“Büyümemek” Fotoğraf: Pınar Birdane


41


54


TEMBEL

DÜNYA

Yazı: Cem Çomak - cemcomak@hotmail.com • İllüstrasyon: Erdinç Yücel

T

anrı böyle buyurdu ve sen doğdun ansızın bilinmezlikten. Alevinden soğuk mevsimler doğurdun. O zamanlar ne Âdem ne Havva, kimse yoktu koynunda. Sonra yalnızlığına evlatlar bahşetti gizemli Tanırımız. Çiftleşiverdin vefa bilmez bir parçanla ve biz doğduk. Dul kalmışlığınla kendine eş, bize koca bir anne oldun. Ottan böcekten farklı, etten kemikten haylaz yavrularındık senin. Hangi dilde olursa olsun piç diye çağrılışımız babasız oluşumuzdan doğdu ve inandıramadık ne aya ne de yıldızlara Tanırının kutsallığından doğduğumuza. Bu vardı belki de, Tanrıya biraz da babaymış gibi sığınmalarımızda. Doğurganlığına diyecek yok, acıyı kabullenişine diyecek tek bir sözüm olmadığı gibi. Öyle ki rahminden doğan her yavrunu yine aynı bedene gömüyorsun korkunç bir sessizlikle. Yetim kalan her yavrun ölümle birlikte kavuşuyor sana eş olan gayr-ı meşru babaya. Çiftleştiğini sandığın o parçan en iğreti yerindi oysa. Biz öldük ve sen huzur içinde yatacağımız derin uykuyu en iğreti parçanla öyle bir böldün ki uyuyamadık bir daha ve uyanamadık cennet sabahlarına. Bir kardeşi varsa Araf’ın, o da bu boşlukta asılı kalışımızdır. Yaşanmışlığın en eksik yanının bedeninde saklı olduğu yalanı, derin bir çelişkidir artık bir ölünün ruhunda. Süt emdiğin bir göğsün aynı ses tonuyla ellerini uzatıp, en iğreti yerini baba diye sunması, piç diye çağrılışlarımızdan daha kötü bir durumdu oysa, yazık ki biz çoktan inanmıştık Tanrının mucizesi olduğumuza ve babasız olmak bunu yaşarken ki acıyı vermiyordu artık. Varlığına hiç tanık olmasak da dilimizden dökülen ilk kelimenin

baba olması, çare bilmez yokluğumuzun avuntusuydu. Tek ve en büyük yalanının ardında, gizlediğin koca bir gerçeğin var ama senin. Söyleyemediğin, ilk hissettiğin andan itibaren kapalı bir kutuda saklı bıraktığın, bir cüzam mikrobu gibi asırlardır yakandan düşmek bilmeyen, durmadan yok eden gerçeğin. Kulakları sağır eden sessizliğinin arkasında, gölgen gibi durdu ve sen ne zaman kaçmak istediysen kurtulamadın, çakılı kaldın o bataklıkta. Sen, koca dünya nerden bilebilirdin ki bir gerçeğin senin tüm bu çaresiz ve tembel kalışlarından doğup, mahkûm edeceğini var oldukça. Aya nefret besleyen, yıldızları hiçe sayan varlığın ve hep aynı şekilde dönüşün, rastlantıdan öte, kopamadığın saklı kalmış umarsızlığındandı. Sen pervane olduğun o güneşin sıcaklığıyla yeşillere boyandın. Ona yakın olan tarafın bahar mevsimiydi, üretkenliğin arttı. Uzak tarafın kıştı, kısır kaldın. Arsız tembelliğinle döndün durdun o sevda adımını atmadan. Eskimiş, köhne zihnin emindi, o güneşin hep orada, en cömert haliyle, sessiz sedasız yanacağından, sana hayat vereceğinden. Ve aldanmayacaktı en ergen vakitlerinde bile, ne marsın ne de jüpiterin bakireliğine. Sevgili dünya, korkaklığının ve tembelliğinin hasadını biz babasız evlatların topladık, her gün batımının kızıllığına ağlayarak. İşte nedeni budur altımda bedenini çiğnememin. Sen Tanrıya sığınmış duvaksız bir gelin bizse güneşsiz hain piçlerin.


46

KIPIRTISIZLIĞA Yazı: Aslı Parlak - E Mail: ilsa.kalrap@gmail.com • İllüstrasyon: Dumrul

E

vimizin yakınlarında, görmüş geçirmiş bir ağaç var. Ben kendimi bildim bileli o orada, ben de buradayım. Küçük ve aslında pek çok kişinin uzak durduğu bir mahalledir burası. Yalnızca öykülerde, masallarda geçebilecek türden garipliklerin adresidir. Tarihi de eskidir, evleri de eskidir. Ya insanları… Onlar da eskidir… Neden bilmem bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde sadece birkaç kişi vardır başka yere göç eden. Onun dışındakilerin aklına bile gelmez “gitmek”. Varsa yoksa evleri, bahçeleri, yıllanmış dostluklarıdır. Başka bir şey de istemez, bilinmeyene bir özlem beslemezler. Neden bilmem, şehrin epey dışında kalan bu öksüz mahalle çok az insanı kabul edip bağrına basar, yedirip içirir, büyütür. Çoğu yalnız, yapacak hiçbir işi, bir meşgalesi olmayanların yaşadığı, çoluğu çocuğu az bir kocakarı mahallesidir. Tarihi eski, insanı daha eski bu kaybolmuş beldenin adı Balçıklı’dır. Bir adımını attın mı, bir daha kurtuluşun yoktur sanki. Seni hareketsiz, unutkan, yorgun bir garibe dönüştürür. Dinginlik, büyük şehirdekilerin anlayamadığı ve sıkıcı bulduğu sonsuz bir yavaşlık vardır bu toprağın insanında. Toprağı dedim de, o da verimsiz, bereketsizdir. Acaba gerçekten de rivayet edildiği gibi Zeus’un laneti mi çökmüştür buraya? Hera, Zeus’tan kaçıp bir süre gizlenmek için bataklıklarla çevrelemiş bu toprakları. Efsane işte! Ben de gözlerimi burada açtım dünyaya, annem evimizdeki şu döşekte doğurmuş beni. Ondan sonra beni büyüten zaman ana babam için daha da bir hızlı akmış; onların saçlarına ak, yüzlerine iz bırakmış. Beni de aha böyle kazık kadar adam etmiş. Olabilirmişim ya, okumadığım halde serseri de olmamışım neyse ki. Anam böyle der, avutur kendini. Burada serseri mi var ki ben de serseri olayım?

İhtiyarların içinde daha çabuk tüketiyor insan ömrünü demek ki. Üzerimden 29 yıl akmış, ama öylesine bir rehavet çökmüş ki üzerime, sanki şu kayaları ben üst üste koymuş, böylesine yorulmuşum. Hiç âşık olmadın mı derseniz… Oldum, derim. Yapacak pek bir şeyi yoksa aşkı daha kolay buluyor insan. Fem vardı benim için. Çok istemiştim, bir gün evleneyim onunla. Resim yapardım o yıllarda. Görenler hayrete düşerdi çizdiklerimi görünce. Merakım, yeteneğim vardı. Sevdiğim başka bir şey de, yamacın eteğine tutunan evlerimizin bulunduğu mahallenin kısır ekseninden kurtulup, tepeye tırmanmaktı. Oradan karşıki ovaları, ufku, uçuşan kuşları, usulca akan ırmağı seyretmenin tadı bir başkaydı. Bizim mahallenin dışındaki dünya işte o kadarcıktı. Orada saatlerce oturur, resim yapardım. Bu güzel ahenge, kıpırtısızlığa bir övgüydü benim için resim. Tepeye çıktığımız bir gün Fem’in de resmini yapmıştım. “Tamam, öylece dur, kıpırdama şimdi. Yüzünü biraz sağa çevir, çeneni de dik tut. Harika, tam öyle kal.” Aşk vardı o yıllarda, gülüşler vardı, daha çok konuşurduk, anlardık birbirimizi, henüz ilk gençliğimizdi. Güzeldi yıllar, güzeldi Fem. Keşke hiç inmeseydik o tepeden aşağıya, kıpırdamasaydık bir daha. İkimiz de bir resmin içinde, öylece hareketsiz kalakalsaydık. Aşk olsun Zeus’a! Lanetini bulaştırdı üzerimize başımıza. Olmadı Fem’le; neden olmadığı da bir başka hikaye. Şehirli bir adamla evlendi dört sene önce. Bazen görürüm, arada gelirler ana-baba ziyaretine. Hala güzel ama gözlerindeki ışık çoktan sönmüş. Ben evlenmedim. Hera izin verirse şayet… İstanbul’a gidip, o kaosu resimlerimle delip geçmek, şehirli Fem’e ve diğerlerine kıpırtısızlığı övmek istiyorum. Çünkü aslında büyük şehirler, büyük


ÖVGÜ

Ben de gözlerimi burada açtım dünyaya, annem evimizdeki şu döşekte doğurmuş beni. Ondan sonra beni büyüten zaman ana babam için daha da bir hızlı akmış; onların saçlarına ak, yüzlerine iz bırakmış. Beni de aha böyle kazık kadar adam etmiş. Olabilirmişim ya, okumadığım halde serseri de olmamışım neyse ki. Anam böyle der, avutur kendini. bataklıklar gibidir. Hayatta kalmak için çırpınır, ne kadar çırpınırsan o kadar hızlı batarsın… Kurtulduğunda da zaten hayat biter. Fem gidince resmi tamamen bıraktım. Berber oldum. Baba mesleği... Gün boyu bir küçük aynanın önünde oturur, saçını sakalını kırpacaklarımı beklerim. Bir iki müşteri gelir sabahtan akşama kadar. Geri kalan zamanda küçük, kolonya kokulu dükkânıma uğrayanlarla havadan sudan lakırdı ederim. Başka türlü vakit hiç geçmez olur. Uyuyacağım gelir. Kimi zaman uyurum da. Bakkalın çırağı arada çay getirmeye diye uğrar, o uyandırır beni. Az önce de öyle oldu. Rüyamda güya dünyanın en kıllı, en gür saçlı adamı benim dükkâna uğramış. Saçlarını kesiyorum,

kesiyorum, bitmiyor… Kesiyorum kesiyorum, bitmiyor. Ya sabır diyorum, saatler geçiyor. Ben kestikçe kıllar uzuyor, ben kestikçe kıllar uzuyor. Sarmaşık gibi dolandıkça dolanıyor kollarıma, boynuma. Sanki gizlemeye, yok etmeye çalışıyor beni. Ama boğuluyorum da sanki. Fem’in sesini duyuyorum, gülüyor halime. “Kıpırdama” diyor, “Kıpırdama, çiziyorum”. Kan ter içinde, nefessiz uyandım. Ayılmak için kolonyayı başımdan aşağıya döktüm. Dükkân’dan çıkıp tepenin yolunu tuttum. Yolda benim ağacı gördüm. Yeşil elmalar pek güzel görünüyordu. Bir tane kopardım. Isıra ısıra yürüdüm. Ekşi ama güzeldi. Tepeye vardığımda o acayip rüyayı çoktan unutmuştum. Ah Hera, ah! Hepsi senin marifetin… Ne olurdu sen Zeus’u affetseydin, biz de yolumuzu bulsaydık.


48 n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n

Bu Kadar

Yazı: Erdinç Yücel - E-mail

Şimdi size Tembel Draje için çok ter döktük desek inanmazsınız. Aralık bitmiş ocak gelmiş hatta o da bitti sayılırmış kışın ortasında ne teri değil mi? Bir toplulukta herkes mi tembel olur? Oluyo işte. Bir de Tembel Draje yapalım dedik ki demez olaydık. Aslında işin bu kısmında bir sorun yok. Öyle ya da böyle bu dergi çıkacaktı. Gerekirse sayfaları boş bırakır gene çıkarırdık. Gelgelelim misal söyleşi yapmak gerekiyordu. Kimle yapcaksın? Tembel adamla ne konuşcaksın? Hani Can’la söyleşsek ne konuşcaz. “Ne haber abi?” “Nolsun yatıyoz işte…” Pek akıcı bir söyleşi olmayacağı kesindi yani. Biz de tembellikle uzaktan yakından alakası olmayan iki konuk ağırladık. Özellikle Alper Bakıner sağolsun, Barış Bölükbaşı’yla fevkalade söyleşti. Tembel Draje’de konsepte oturmayacağından endişe ettiğimiz diğer bir sayfamız da şu an okumakta olduğunuz sayfa oldu. Yanımızda yöremizde ne acayip kadınlar ve adamlar şaşırıyoruz doğrusu…

Biri Adam Miller imzası taşıyan iki alternatif kapakla çıkan “Dark Daze”, internetten de temin edilebiliyor. İlk İngilizce yayınları bu seride gerçekleştirilmek üzere Studio Rodeo tarafından hazırlanan zombi öykülerinin tümü, Kasım başında “Studio Rodeo Çizgi Roman Yıllığı” alt başlığıyla çıkan “Totem” isimli kitapta Türkçe olarak çıkmıştı. bir düş kadar çabuk geçer bazen...

(…) seksen altı senesinde ilkbahar bir serçe ölüsüydü bağışlamak nergis hastalığı bunu boynumla işiniz yoksa siz de mayısta öğrendiniz seksenlerden bir tek soğuktan dönmüş annelerin kaldığını ‘ilk görüş günü beyaz giyilmez’ bir İstanbul yapımı yine ses düşmesi gecenin hangi harfine baksan onlar avuç içinden de sorulmaz.

Sözü bu kadar uzattıysak bir sebebi var elbette. Yaklaşık dört ay önce bu satırların yazarı yeniden şiirle buluştu. Hani bazı sözlerde bir kuvvet vardır ya… İnsanı olduğu yerde kilitler ya da taklalar attırır. Metabolizmanızla oynar, dengenizi bozar yeri geldiğinde. Hayranlıkla örülü bir kıskançlık bünyenizi sarar. Dostumuz Didem Gülçin Erdem’in “Perdesiz” isimli kitabında yer alan her şiiri “ancak bu kadar olur” diyebileceğiniz bir tat bırakıyor insanın damağında. Cümlelerinizi şiir diliyle kurmayı arzuluyorsunuz bir süre… Fakat kitaptan bahsetmeye sıra geldiğinde ağzınızı açıp tek kelime edemiyorsunuz… Anlatmak için şair olmak gerekir belki. Didem Gülçin Erdem tam Draje çağlarında gencecik bir şair ama şiirindeki derinlik insanı olduğu yerde durduruyor. Derinlik ve

http://www.terminalpress.com/index.php/zomb http://striphaber.com/


n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluyo orda n’oluy

adar Olur

l: yucelerdinc@gmail.com

yaş arasında bir ters orantı beklemek ihtiyarlara özgü bir kibrin yansımasıdır aslında… İçimizdeki kıskanç ihtiyarı ortaya çıkardığı için Didem Gülçin Erdem’e kızsak mı, şiirinin bize verdiği tattan dolayı teşekkür mü etsek bilemedik… Kitabın birinci baskısı tükenmiş bile. İkinci baskı çıkar çıkmaz mutlaka ama mutlaka okumak gerek. Pişman olmayacaksınız… Hani hepimizin aşina olduğu bir klişe vardır ya, “Dünya beni anlamıyo, kıymetimi bilen yok, artık dünyaya küstüm…” İkinci haberimiz de iyi işlerin mutlaka bir karşılık bulduğuna dair güzel bir haber... Renkli Draje’de şöyle bir bahsettiğimiz Totem’i hatırlarsınız… 2011 Çizgi Roman Yıllığı alt başlığıyla Rodeo’dan çıkan Totem memleketimiz çizgi roman okuyucusunu dört köşe edecek çizgilerle doluydu. İşte Totem’de yer alan çizgili harikalar, Zombie Bomb isimli antoloji serisinde boy göstermeye başladı. Heavy Metal, Marvel, DC, Image gibi firmalarla çalışan kimi Amerikalı çizgi romancılar, bir süredir Zombie Bomb isimli antoloji serisine özel olarak kısa zombi öyküleri yazıp çiziyor. Serinin dördüncü kitabı olan “Dark Daze” 18 Aralık’ta satışa çıktı. Kitapta Yalçın Didman ve Murat Mıhçıoğlu’nun “İki Adam, Tek İntikam” isimli çalışması da yer almakta. Zombie Bomb’un beşinci ve altıncı kitaplarında, Ergün Gündüz, Cem Özüduru ve Murat Mıhçıoğlu’nun gerçekleştirdikleri iki zombi öyküsü daha yer alacak. Çizgi roman severler konuyla ilgili daha detaylı bilgiyi aşağıdaki adreslerden edinebilirler… Draje Dergi ailesi olarak, Rodeo ailesinden güzel haberler vermeye devam edeceğiz…

9

biebomb-dark-daze-a-solemn-stare-cover.html /n_goster.asp?cid=418


50

Yazı: Erdinç Yücel - Fotoğraflar: Son Gemi Arşivinden

SON GEMİ:

DAMSIZ GİRİLİR GAMSIZ GİRİLMEZ Yazı: Erdinç Yücel - E-mail: yucelerdinc@gmail.com Fotoğraflar: Son Gemi Arşivinden

İ

nsan Taksim’di Kadıköy’dü avare avare dolaşırken gidip kurtlarını dökebileceği mekân sıkıntısı çekmiyor doğrusu. Peki, binlerce mekânın içinde rahat edebileceğiniz yer sayısı kaçtır? Tembel Draje, yolu Kadıköy’e düşen ve düşebilecek tüm okurlarına eşsiz bir hizmette bulunarak Son Gemi’den bahsetmek istiyor.

Efenim ben öyle güzel yerler bulma konusunda pek başarılı sayılmam. Son Gemi’yle münasebetim de sevgili yazarımız Alper Bakıner sayesinde gerçekleşmiştir. Kendisine buradan selam etmeyi bir borç bilirim. Dizi dizi kafe, bar ve restoranın arasında Son Gemi’ye adım attığınızda öyle çok olağanüstü bir atmosferle karşılaşmazsınız. Kapıdan bakıp “işte diğerleri


gibi bir yer” filan demek de pek mümkündür. Ancak gövdeyi masaya salarak oturduğunuz andan itibaren ilk izleniminizin bir yanılsama olduğu gerçeğiyle baş başa kalıyorsunuz. İşte o andan itibaren “Son Gemi” her fırsatta soluklanmak isteyeceğiniz bir oksijen deposuna dönüşüyor. Son Gemi 1994 yılında mütevazı bir kafe olarak açıldığında, Akmar Pasajı’nın hemen karşısındaymış. Ardından 2003 yılında bir bar olarak 5 yıl boyunca ikamet edeceği Dumlupınar sokağa yerleşmiş ve nihayet Güneşlibahçe sokağa demir atmış. Israrla blues-jazz ve rock çalmış, akşamları türkülerle terennüm etmiş. Bolca müzik grubu ağırlamış,

canlı müzik yapılmamış ama hemen hemen her gece birlikte şarkılar söylenmiş. Her 1 Mayıs’ta kepenkleri indirip, tatil ilan eden bir mekân Son Gemi… Müşteri olarak adımınızı attığınız andan itibaren sizi temkinle süzmeye başlar. Sandalyelerin, gazete kesiklerinin filan öyle cansız durduğunu zannedersiniz ama onlar sizi inceler. Son Gemi’nin bünyesi sizi kabul edebileceğine karar verdikten sonra artık bir müşteri değil mürettebatsınızdır aynı zamanda. Servis beklemeye gitmişken servis yaparken bulursunuz kendinizi… Nöbetçi müdavim olarak DJ’liğe soyunursunuz. Üşenmediğiniz vakitler kültablanızı kendiniz boşaltıp biranızı alır ve adisyonunuzu da kendiniz yazarsınız…


52

Çok özel gecelere ev sahipliği yapmış. Mikail Aslan, Hayko Cepkin, Vedat Yıldırım, Grup Vova, Grup Marsis ve Ermenistan’dan gelen müzisyenler aynı masada, her dilden harman olmuşlar. Yetmemiş, “Lazsız Girilmez” gecesi yapmışlar. O da yetmemiş “Gamsız Girilmez” gecesi yapmışlar… Sonra bu geceler geleneğe dönüşmüş. Bazen spontan, bazen programlı… 2010’a girerken “2009’a Hassiktir” gecesi düzenlemişler… Eski sahiplerin kına ve düğününe de ev sahipliği yapmayı ihmal etmemiş elbette Son Gemi. Bazıları hoşlanmaz bunlardan ama Son Gemi’nin aklı havada ve gözü dışarıdadır her zaman Devrimin 50. yılında “Songemi” pankartıyla Küba’daymış, Kazım’ı uğurlarken Hopa’da, Hrant’ı uğurlarken Şişli’deymiş. Çok özel gecelere ev sahipliği yapmış. Mikail Aslan, Hayko Cepkin, Vedat Yıldırım, Grup Vova, Grup Marsis ve Ermenistan’dan gelen müzisyenler aynı masada, her dilden harman olmuşlar. Yetmemiş, “Lazsız Girilmez” gecesi yapmışlar. O da yetmemiş “Gamsız Girilmez” gecesi yapmışlar… Sonra bu geceler geleneğe dönüşmüş. Bazen spontan, bazen programlı… 2010’a girerken “2009’a Hassiktir”

gecesi düzenlemişler… Eski sahiplerin kına ve düğününe de ev sahipliği yapmayı ihmal etmemiş elbette Son Gemi. Masalardan uçanlar da olmuş, barda civciviyle dertleşenler de. Uçurtma da yapılmış, kızakla da kayılmış. Tanışıp evlenenlerin, çocuklarını da görmüş Son Gemi. Tabii gidenleri de: İsmail Sarıoğlu, Doğan Ergül, Ulus Baker, Necdet Öztürk, Arif Damar... Son Gemi’nin hiçbir zaman doğru dürüst ısınmadığı söylenir, belki de bu yüzden “Ne kadar çok insan, o kadar sıcak” ilkesini düstür edinmiştir. Müşterilerin evlerinden getirdikleri


battaniyelerle yaptıkları battaniyeli protestoya da ev sahipliği yapmış olması şaşırtıcı değildir yine de. Duvarlarından afişler, kapısından deliler eksik olmaz. Her yıl “Tadilat bahane, tatil şahane” diyerek 1 ay tatil yapar. İşli-işsiz herkesin gittiği ama herkesin kabul görmediği bir mekândan söz ediyoruz burada… “Gam”sız kimsenin kendisine yer bulamadığı, yaşı tutmayanları başka kapıya postalandığı ancak 18. yaşgünlerine ev sahipliği yapan bir mekân... Aslolan içkidir diyerek, yemeği ön plana çıkarmıyorlar ama et sotesi, hamsisi ve paçangası çok sevilir… Vejetaryen drajemiz Tolga kızmasın ama bu satırların yazarı da Son Gemi’ye her gidişinde mutlaka et sotesinden nasiplenmiştir. “Aman ben başka bir şey yiycem” diyenler balığını etini kendi getiriyor ve Son Gemi pişiriyor… Türlü çeşit iddialara girilen, anketler düzenlenen ama kimsenin alacağını tahsil edemediği bir yer arıyorsanız Son Gemi’ye uğramanız

gerekiyor. Scrable, boogle hatta isim-şehir seviyorsanız bütün boş zamanlarınızda soluğu burada alabilirsiniz. Ya da pazar günleri keyfinize taklalar attırmak istiyorsanız… Güneşli Bahçe Sokak. No:52/a Kadıköy (Akmar’ın bir üst sokağı, DİA marketin Karşısı) Telefon: 0 216 338 33 92


PETER HAY TEMBELLİK Akademik olarak tembelliği, tarihteki tembel düşünürleri, dönemleri, edebiyat oluşumunu, bilgi kapitalizmiyle karmaşası hakkında sorabildiğimiz tüm soruları İngiltere’deki, Sunderland Üniversite’sinde öğretim görevlisi olan, öğrencilerine Politika derslerini sevdiren Peter Hayes’le konuştuk. Bölümde karikatür çizerek derslerini anlatan, Politika ve felsefe profesörü Peter Hayes, söyleşi sırasında yine çizimleri ile sohbeti renklendirdi. Türkiye ve Kıbrıs’ta birkaç kez bulunmuş, Türkiye’nin Ölüdeniz’ini, Kıbrıs’ın ise Karetta Karettalarını sevdiğinin altını çiziyor.

İnsan insandır, yaşamı için elinden geleni yapan her sistemde onaylasa ve onaylamasa da yaşayabilir. Tembel olansa daha önce bahsettiğim gibi, uyanık olmak ve olmamak arasındaki dengeyi bulamayandır.


YES’LE K ÜZERİNE Söyleşi: Elektrikçi E Mail: moodindigo8@googlemail.com Fotoğraflar: Kate C.

Draje: Peter Hayes kimdir? Siz de yazıyor musunuz? Peter Hayes: Bunu açıklamak zor. Kişinin, kendini tanıtması kolay olmamakla birlikte, film karelerindeki bir karakterin analizini yapıyor gibi kendini kadraja sığdırmaya çalışması bir o kadar da acinasi olur. Kendimi konuk bir kişilik alarak kattığım eğlenceli, kendim yayımlattığım swimmy king adında bir kitabim olduğunu söylemek belki ilginç olabilir. Çok satmak, para kazanmak için değil, sadece kendime ait zamanımı kendim için işaretlemek için yazdığım bir dönemimden... Kendimi yayımlatmam lazımdı. Kendim yaptığım için daha rahat hissediyordum. Bunun dışında akademik araştırmalarımı mesleğimiz gerektirdiği için yayımlamaya çalışıyorum. Draje: Sizi en çok etkileyen yazarlar kimlerdir? P.H.: Bir çok yazarın dökümlerinden hoşlanıyorum, bunu belirli bir kıstasa koymamak gerek… Joseph Comprah, Evelyn Waugh’dan Secret Agents aklıma ilk gelenlerden. İngilizceyi 19 yaşından sonra öğrenen Evelyn’i tavsiye ediyorum. Edebiyatın ve kelimelerin her yerde aynı ifadelerle kullanılabilmesinin insanlık mucizelerinden olduğunu düşünüyorum. Küçük bir yazarınız olduğundan bahsetmiştin, bu çok güzel, en sevdiklerimden olan Michael Ende Momo’dan; The Grey Gentlemen’i okumasını tavsiye ederim. Her kesimin, her yaştan herkesin hoşlanabileceği bir kitap… Ayrıca Darwin ve Einstein’ın herhangi bir kitabı ve çalışması tavsiye için daha uygun olabilir.

Draje: Peki ya müzisyenler? P.H.: Müzik konusunda kitaplarda olduğu gibi açık görüşlü değilim. Popüler müziğin fakir ve anlamsız olduğunu düşünmekteyim. Klasik müzik ve senfonilerden hoşlanıyorum. Keman virtüözü olan Bradley Cresswick’in kişiliğinin müziğinin üzerinde büyük bir etkisi var. Natia Bernia’yı ise genç yetenekli piyanist olan bir müzisyen olarak tavsiye ediyorum. Klasik virtüözlerden olan Chopen ve Verdi sürekli dinlediklerim arasında. Draje: Tembellikten bahseden kitaplar diye sorsak? P.H.: Tembellik konusunda Robert Louise Stevevenson’dan Treasure Island (Hazine Adası) ve Barry Mckenzie’den Wonderful World’u bağdaştırıyorum. Treasure Island; Korsanlar ve iyi vatandaşlar arasındaki uçurumları anlatıyor. Protestan iş bağımlılıklarına dikkat çeken değerler sistemi ve normlar korsanların lideri Long John Silver’ı karmaşaya sürüklüyor. Wonderful World’de ise kızlar ve erkekleri konu alan bir basit bir kitap olmasına rağmen, genç bir adamın; baş karakter olan Nicholas Garden’ın karmaşık yaşamı konu oluyor. John Steinberg’den ise Travels with Charlie de eğlenceli bir anlatım olabilir. King the birds; Assesin Ladder, John Mckarthy(1927), Underconsumption (1929)’da bu sıralamalara girebilir. Draje: Tarih boyunca tembel diyebileceğimiz politikacı olarak kimleri anlatabilirsiniz? P.H.: Uzun süreçler içerisinde hiçbir şey yapmadan oturup düşünen, karakterize ettiği süreçlerde ise daha aktif bir birey


46

Kurbağalar bir gün başlarına bir kral geçmesini talep ederler. Akıllı geçinen bürokrat sayılabilecek kurbağa da kral olarak ortaya bir parça odun koyar. Kurbağalar liderleri olan ‘Tahta’nın gelişiyle ilk olarak çok mutludurlar. Sonra krallarının hiçbir şey yapmadığını görürler. Bu hikâye ise belki de bize tembel politikacının, gereksiz bir tahta parçasından ibaret olduğunu söylemektedir. olmaya karar veren, İrlandalı yazar, düşünür ve politikacı Eimar O. Duffy iyi bir örnek olabilir. Bu şekilde aklıma gelmesinin sebebi aslında, kendini eğlendirmek adına yapmak istediğini düşünmem ve ütopik komünizmi 21. yy. kapitalizminde savunmasıdır. Fakat bunu

hiçbir şey yapmayarak herkese maaş, mülk ve finansmanını deftersiz ve kitapsız savunmasıdır. Bu karmaşık noktada, diyalektik nehri derin bir şekilde sarsabilecek aslında kapitalizm karşıtlığıyla alakası olmadan yazar olmaya karar vermesi bu düşünceleriyle baslar. Hatta bunu şu şekilde açıklar; ‘eğer tüm isteklerimizi bir adam karşılayabilseydi, hiçbir işimiz olmaz, fabrikalar dururdu.’ Draje: Filozoflardan aklınıza kim geliyor? P.H.: Açıkçası, Sosyal bilimler alanında, Platon’un dahi savunduğu bir kavram var, demokrasideki felsefenin içerisinde kafanın boş olmasının gerekliliğinin altını çizmiştir. Çok çalıştığı takdirde, kendini okuyup düşünmezse yeterince geliştiremeyeceği konusunda... Draje: Peki, paylaşabileceğiniz bir hikâyeniz var mı tembellikle alakadar? P.H.: Geleneksel Çin öyküsü uygun olabilir, Lamb


of Woody denilmekte bu hikâyeye. Kurbağalar bir gün başlarına bir kral geçmesini talep ederler. Akıllı geçinen bürokrat sayılabilecek kurbağa da kral olarak ortaya bir parça odun koyar. Kurbağalar liderleri olan ‘Tahta’nın gelişiyle ilk olarak çok mutludurlar. Sonra krallarının hiçbir şey yapmadığını görürler. Bu hikâye ise belki de bize tembel politikacının, gereksiz bir tahta parçasından ibaret olduğunu söylemektedir. Bu arada tahta krala ne olduğu bilinmemektedir. Draje: Tembelliği açıklamak gerekirse, hangi kavramlara sığdırabiliriz? Örneğin Kapitalizm körüklüyor mu yoksa tam aksine önlüyor mu? P.H.: Bir iki konuda değişebilir bu kavram. Özellikle endüstriyel anlamda… Kapitalist sistemi, 3 olasılıkla ayırabiliriz. Modernizm, paradigmatik olasılık hesaplarının düzenliliği ve üretkenlik. Belirli bir üretkenliğiniz olmadığında bu üç değer ve sistemde çizgilerini kişi ve toplum için kayıp olarak dayatabilmektedir. Bürokratların tüm gün boyunca oturup düşünmeleri hiçbir yerde görülmemektedir, bunun sebebi, ekonomik değerlendirmelere ve nüfusun gelişmesi şehirleşmeyle aksine insanı hızlandıran bir sistem olmasındandır. Draje: Tembellik olumlu mu olumsuz mu? Sosyal yaşamla bağlantısı nedir? P.H.: Sorunlu bir tarafı yok. Anti sosyallikle hiç alakası yok. Olumsuzluk nasıl şekilde bakıldığıyla alakalı… Bunu uyanık olmak ve olmamak arasındaki üretkenlik açısından tartışabiliriz. Problem dağılımının kapitalizmde haksız olduğu kuskusuz. Bu tüm dünya üzerinde dengeli ve başarılı bir şekilde düzenlenemedi. Makineleşme, iş etiği ve bu dengenin arasında bir boşluk var. Ethos bu noktada devreye giriyor. Draje: Şu anda batının içerisinde bulunduğu neo-liberal kapitalist düzeni bu konuyla nasıl bir şekilde açıklayabilir, bu düzeni etkileyen düşünürlerden olan Karl Marx tembelliği nasıl şekilde açıklamaktadır? P.H.: Marx, 6 kesimle özetlemişti, ilginçtir ki, kapitalist düzen ve marksist açıdan da aynı kesim başarılı bir profili aynı noktalarda onaylamaktadır. Burjuvazi, işçi sınıfı ve orta sınıf çalışkan ve üretken kesimdir. Büyük burjuvazi, aristokrat genellikle kumar, kadın ve içki gibi alışkanlıklarıyla ünlü kesim ve genellikle sokakta yaşamayı kendini toplumdan bir

şekilde soyutlamış (lümpen) proletarya her iki görüşün karşıtı olmaktadır. Ayırdığımız 3 kesim mutsuz, dejenere ve maddi, tensel arsızlıklarıyla konumlanıyor her iki sistemde de. Üretken olan ve olmayan olarak ayrılabilen ve yetenek, mülk konularında şansını yaratan ilk bahsettiğimiz 3 olumlu profildir. Bu durumda, diyalektik olarak apolitik ve politik seçimlerde sınıf ve hiyerarşi ayırt etmeksizin tembelliğin adilane olmayan yoldan yolunu çizen negatif 3 kesimle olan oranının yüksek olduğunu görürüz. Bu konuyu özetlemek gerekirse, insan insandır, yaşamı için elinden geleni yapan her sistemde onaylasa ve onaylamasa da yaşayabilir. Tembel olansa daha önce bahsettiğim gibi, uyanık olmak ve olmamak arasındaki dengeyi bulamayandır. Draje: Tembellikle bağdaşmayacak bir düşünür ve yazar olarak örnek verebileceğiniz bir kişiyi anlatabilir misiniz? P.H.: Franz Kafka ve Foucault sevdiğim halde, daha hazin bir sonu olan Henri Bergson’dan bahsetmek istiyorum. Time and Freewill olarak tanınan kitabının orijinal çevirisi, Immediate determined consciouncnessdir aslında. Naziler Fransa yi işgal edince, tarih Yahudi olmasının da etkisiyle Nazi karşıtlığı için savaşırken hastalanıp ölmüştür. Draje: Son olarak Draje okuyucularına ve yazarlarına vereceğiniz tavsiyeler nelerdir? P.H.: Gecen gün arabamda giderken, otobüse yetişmeye çalışan gencin yetişememesiyle onu gideceği yere ben bıraktım. Bu olaydan yola çıkarak sunu söyleyebilirim ki. Kendimizi küçük özel dünyamızda arabalarla, kişisel küçük özel sürekli kullandığımız her şeyle kendimizi olduğumuzdan da yalnız yapmak için gerekli gereksiz müdahalelerin olumlu olmadığını düşünmekteyim. Avantajlarını ve dezavantajlarını tartışmak gerekli olmamakla birlikte, her konuda saklanmamaya özen göstermelerini söylemeliyim. Kulaklarını müzik dinlemek için kullandıkları kulaklıklarla tıkamamalarını söylemek istiyorum. Müzik dinlemek güzel tabii ki fakat, bunu duvarlar örerek, soyutlayarak yapmamalarını tavsiye ediyorum. Ayrıca televizyonun kişinin kendini tabuta koymasından farklı olmadığını düşünüyorum. Televizyonu hayatınızdan çıkarın. Her şeyi siz içselleştirip, keşfedin.


58

sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak günde

İtalya’dan Basın Özgürlü

DRAJE D YASAKLAM

C

em Güventürk Roma’da Adım adım gelişen büyük skandalın fitilini Cem Güventürk’ün Roma ziyareti ateşledi. “Midye Etiği ve Sinemasal Kaygılar” başlıklı bir konferans dizisi için sırasıyla Portekiz, İspanya, Fransa ve İtalya’ya giderek çeşitli temaslarda bulunan ünlü çizer Cem Güventürk basının büyük ilgisiyle karşılaştı. Roma’daki temasları sırasında bazı basın mensuplarının Carla Bruni’yle ilgili sorular sormasına sinirlenen Güventürk’ün; “Sizin başka işiniz gücünüz yok mu bilader, gidin evde televizyon seyredin” diyerek basın mensuplarını kovaladığı iddia edildi. Konuyla ilgili As Parajans’ın sorularını yanıtlayan Güventürk; “Ne alakası var kardeşim, Carla Paris’te yaşayan çok eski bir dostum olur. İlişkimiz anaokulu yıllarıma dayanıyor. Ben Roma’daki meslektaşlarıma Draje Dergi’nin tembellik hakkımıza çok saygı gösteren müstesna bir kuruluş olduğunu açıkladım o kadar” diye konuştu.

B

asın Özgürlüğü Ayaklar Altında Cem Güventürk’ün Draje Dergi hakkında yaptığı açıklamadan sonra iki gün boyunca yatağından çıkmayarak dinlendiğini gören magazin muhabirleri de patronları Berlus Coni’den tembellik hakkı talep edince adeta kıyamet koptu. Magazin muhabirleri; “Cem Güventürk’ün canı can da bizimkisi patlıcan mı” diyerek yatma eylemi başlattılar. Yatma eylemi sırasında bazı gazetecilerin kendisi hakkında ayıp şeyler düşünmesinden endişelenen Coni, kurmaylarını toplayarak bu harekete izin verilemeyeceğini belirtti ve Draje Dergi’nin yasaklanması kararı aldırdı.

T

üm Avrupa Ayakta Skandal yasaklama kararının ardından Avrupa genelinde büyük gösteriler yaşanırken, Yunanistan’da işçi ve memur sendikaları Draje Dergi’yle dayanışmak için bir günlük genel grev başlattılar. Genel Grev sırasında büyük çaplı olayların çıktığı da gelen haberler

Medya patronluğundan başbakanlığa büyük bir skandala daha imza atarak D Basın özgürlüğüne vurulan bu darbe b büyük gösteriler

Haber: Hayriye Gülle - E-mail: asparaja


em sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

gürlüğüne Büyük Darbe

DERGİ’YE MA KARARI

a tırmanan Berlus Coni Aralık ayında Draje Dergi’nin yasaklanması kararı aldı. büyük bir tepki yaratırken tüm Avrupa rle çalkalanıyor.

arasında. Öte yandan bütün Avrupa’ya yayılan gösteriler sırasında İtalya’da Pissa kulesinin işgal edildiği ve Londra’da Prens Edward’ın arabasının tekmelendiği de öğrenildi. As Parajans’ın Roma ve Londra temsilcileri tarafından her iki eylemin de olaysız sona erdiği bildirildi.

ans@gmail.com - Fotoğraf: As Parajans

H

içbiri Okumamış Olayların daha da büyümesinden endişe eden Coni’nin yasaklama kararını geri çekmek için yaptığı manevra ise başka bir skandalı daha ortaya çıkardı. Draje Dergi’ye yönelik yasaklama kararının, İtalya genelinde dağıtım yasağı şeklinde hayata geçirilmeye çalışıldığı öğrenilince Berlus Coni ve ekibinin Draje Dergi’nin aylık olarak yayımlanan bir internet dergisi olduğundan bile haberdar olmadığı da anlaşılmış oldu. Haberin duyulması üzerine açıklama yapan Sicilya Belediye Encümeni Benicio del Vaca; “Ben böyle cahil bir başbakanın yönettiği bir ülkede yaşamak istemiyorum” diyerek Draje Dergi’nin Avrupa’da en çok okunduğu ülke olan Almanya’ya iltica başvurusunda bulundu.

D

raje Dergi’den Hoşgörü Çağrısı Yaşanan gelişmeler üzerine yazılı bir açıklama yapan Birkan Can Evirgen şöyle söyledi: “Bilmemek de öğrenmemek de ayıp değil. İnsan olsunlar canımızı yesinler. Bedensel ya da zihinsel tembellik nedeniyle dergimizi okumayan hiç kimseyi kınamamız mümkün değildir. Draje Dergi’nin yasaklanması kararının mendebur uzaylıların bir komplosu sonucu ortaya çıktığını ve bu hatanın kısa zamanda düzeltildiğini elbette görüyoruz. Şimdi sükûnet ve hoşgörü zamanı... Siz evreni dinlerseniz evren de sizi dinler.” Evirgen’in hoşgörü çağrısı üzerine olayların yatıştığı bildirilirken magazin gazetecilerinin başlattığı yatma eylemine katılan çok sayıda kişinin ciddi bir nüfus artışı tehdidine neden olduğu da alınan bilgiler arasında.


60

Görkem Binzet: Türkiye / Turquie

Beda Sendes: Türkiye / Turquie

TEM KALM ABL

Hazırlayan: İlknu

O kadar tembeldiler ki, Renkli Draje’ye yetiş kaldı… Tembel Draje’nin h Beda Sendes: Türkiye / Turquie TR: Renkli hayat, istediğin gibi yaşamaktır. FR: La vie colorée est de vivre comme tu veux.. Fatima Ezzohra Ben Khaled: Maroc / Fas

Tommaso Poli: İtalya / Italie

TR: Bana göre hayatın renkleri yok, renk getiren, insanın beklenti ve mizah anlayışına göre yaradılışındadır. FR: Je crois que la vie n’a pas de couleurs, c’est l’être humain qui est la colorie à sa façon avec son humeur et ses attentes. Görkem Binzet: Türkiye / Turquie TR: Hayat ! Uyanınca beyaz… Sevince / Sevilince kırmızı, üzgünken gri, mutluyken mavi, uyurken siyah, Ne hayat ama... FR: La vie.. Quand on se réveille en blanc, quand on aime en rouge, quand on est triste en gris, quand on est heureux en bleu, quand on dors en noir et puis au revoir :)) C’est la vie! Bangoura Fodé Ousmane : Guinée / Gine

Maud Gallay: France / Fransa

TR: Renkli yaşam hayatın sırrıdır. FR: La vie colorée est le secret du bonheur.


MBEL MADI LA!

Maud Gallay: France / Fransa

ur Seda Bendeş

şemeyen “Her Kafadan Bir Ses” bu sayıya hakkı verildi, iyi de oldu. Maud Gallay: France / Fransa TR: Boğaz kenarında bir kahvaltı, yakın dostlarla güneşli bir sonbahar sabahı. FR: Un petit-déjeuner au bord du Bosphore, en bonne compagnie, un matin d’automne ensoleillé..

Jean Pernel: France / Fransa

Mauro Bertuleti: Italie / İtalya TR: Renkli yaşam deliliktir; delilik, yargılarla zayıflatılamayan bir enerjidir. FR: La folie est l’énergie pas atténué par le jugement. Tommaso Poli: İtalya / Italie TR: Hayat mavidedir gökyüzü gibi, çünkü hayat her an sonsuzdur. FR: La vie en bleu comme le ciel, parceque chaque instant elle est infinie. Jean Pernel: France / Fransa TR: Renkli yaşam, ayrıntıların sonsuzluğudur. FR: la vie colorée, c’est une infinité de nuances! Fatima Ezzohra Ben Khaled: Maroc / Fas


40

“Tembellik hakkı için oturma eylem Fotoğraf: Özge Özgüner - http


41

mi yapan kadınların fotoğrafı olsa” p://baskataraf.blogspot.com/


PİSYPHOS Yazı: Esmeralda Acascarla • İllüstrasyon: Dumrul


boğuşmasından kendisi için araklamış bulundu. O hımbıl boşlukta, o akmayan garip oluş diliminde bir an için, sanki kapı kolunun içi; kapı kolu nesnesinin her bir atomu ve bu atomların varoluş tarafından çitilmeye hazırlanan çekirdekleri, sarsılmaz çelik gibi iradeleri ve doğru şeyi savunuyor olmaktan gelen bir dinçlikle, yanakları kızarmış bir sürü minik devrimciyle doluymuş gibi geldi. İktidarın bekçisi şerefsiz ellere, marşlar söyleyerek bütün gücüyle direniyordu kapı kolunun minik devrimcileri. Bu yarı şizoid devrim ve direniş hikâyesi, ona o kadar şirin geldi ki, bir anlığına kapı kolunu açılmadığı için kalpten tebrik etti. Kapı kolunun açılması da hemen sonraki ana rastlar. Lokantanın kapısı açılıp akış yeniden başlayınca, adamımızın açlıktan ciddi raddede saçmaladığını fark ederek bu deli saçması devrim dosyasını kapatıp masaya yönelmesi de hemen bir sonraki ana. Çok karışık oldu? Bir daha anlatalım. Adamımız, saat ikiyi geçemeyesice yirmi bir gece, biraz kapıyla boğuştuktan sonra sarsak vücut hareketleriyle lokantadan içeri girdi. Bir masaya oturmadan evvel, yürürken sanki az önce küfür yediği muhatabına bakar gibi dönüp kapıya baktı sıklıkla. Omlet ve çay sipariş etti. Yemeğini bitirdikten sonra bir saat hiç kıpırdamadan oturdu. (Böylesi daha iyi. Evet, bu paragrafın üstündeki kum topağı tamamen iptal edilecek. Ummarrrrrrım unutmam.)

S

aat İkiyi yirmi geçecekti geçmesine de, lokantanın o ittirdikçe açılmamakta direnen kapısı, zamanı bir süreliğine sanki havada asılı bıraktı. Tam o sırada kapı kolunu kanırtarak açmaya çalışıp başaramayan sağ eli ve buna seyirci kalmaya gönlü razı olmadığı için şefkatli küfürler savurarak kardeşinin yardımına yetişen sol eli, vücudunun tüm enerjisini almaktaydı. Tüm bu kas meşguliyetine rağmen zihni, olan biten sırasında saatin ilerlemediğini fark edecek enerjiyi, önünde olup biten bu garip ‘kapı kolu - insan eli’

İlginç olan, karnını doyurduktan hemen sonra devrim fikrinin aklına tekrar teşrif etmesiydi. Vücut doyana kadar fikircağız bir köşede kibarca beklemiş. Hal böyleyken kendini bu düşünceyi ciddiye almak zorunda hissetti. Yenilen omlet ve içilen çaydan gelen tüm benzinin; “...Aslında içinde akmakla yükümlü olduğumuz ya da kendimizi yükümlü hissettiğimiz bir zaman algısı, bir dizge köleliği, lineer bir kavrayış memuriyeti var. -Garson çay koyarken daldı, bardak taşacak.- Bu algıya mecbur bırakılıp onu bir kez makul/mantıklı/var kabul edip, bu tip bir zaman algısını iktidar koltuğuna


66

oturttuğumuz anda; çabucak yıllara, aylara, haftalara, günlere, dakikalara, son kullanma ve son ödeme tarihlerine, okullara, sınavlara, mezuniyetlere, gençliğe, yaşlılığa, sorumluluğa, çalışmaya, kaytarmaya, faturalara, kontratlara, nesnelere, hediyelere, borçlara, istemeye, vazgeçmeye, gecikmeye, arzuya, korkuya, hasete, başarıya ve başarısızlığa bölünmemiz bundan. -Acaba uyarsam mı? Her taraf çay olacak.- Dolayısıyla aksama/işlemezlik ya da terslik diye tanımladığımız her halt, aslında oluş anında ne kadar küfretsek de, bizi bu ezbere akıştan araklayan minik tatil alanları gibi... Çıkan tersliğe küfür yerine şükretmek lazım… -Hah, taşırdı işte.- Hiç kimseye danışmadan hür iradesiyle tekleyen kapı kolu gerçekten asi galiba be?? -Soldaki kırmızılı hatun hiç fena değilmiş- Akış dediğin o çoklu hareket deresinde, o varoluş nanesinde kedi tırnağı kadar bir pencereden bakıp, mahrem bir vizyon geliştiriyorsun. -Hmm, sanırım bir sevgilisi var- O vizyonu din edinip, tüm hayatın boyunca da -Neyse canım, zaten benim de var- “İşler iyi gitti, işler iyi gitmedi” mealindeki kısır duaları, kör bir rahip gibi, ezbere bir ruh yordamıyla heceleyip duruyorsun… “İşler iyi gitsin” ya da “kötü

olmasın” gibi garip, son derece kişisel ve vizyonu sınırlı kodlar, dualar var edip hayata salarken, sen de akışa (normalde o pek şikayet ettiğin türden) bir iktidar dayatmış olmuyor musun? O yüzden tembelliğe göz kırpmak lazım, direniş için şahane bahane! Yerine getiremediğimiz her söz, geciktiğimiz her buluşma, özellikle bilinçli olarak yaptığımız her tembellik, aslında kendimize ya da buluşmada beklettiğimiz kişiye değil, bize dayatılan akışa (bazen kendimiz dayatıyor olsak bile) bir tür başkaldırı olmaz mı? Canına yandığımın tembelliğinin başa bu kadar bela açışı aslında bundan, bu tehlikenin farkında bütün otoriter toplum teyzeler ve toplum amcalar... Tembelliğe çekilen aslında, beceriksiz ve aciz değildir. Aksine kendi akıntısının şiddet ve miktarına karar verme özgürlüğüne sahiptir… Hem işler ne zaman tam olarak iyi gitti ki? Ya da tamamen kötü? Sonuçta, galiba iyi oldu bu kapı kolunun takılması, iyi... İyi ya da kötü değilse de, en azından, yerinde oldu diyelim hadi...” şeklinde giden ve aslında içi son derece beylik klişelerle dolup boşalarak sabuklaya sabuklaya devinen bir zihin akışına harcanması da bir ve bir sonraki ana rastladı. Kahvaltının üzerinden çok zaman geçmemesine (ya da adamımıza öyle gelmesine) rağmen, tekrar acıktı. Balık söyledi. Gelen balıktan bir lokma aldığı anda çenesine saplanan korkunç bir acıyla yerinden fırladı. Öyle canı acımıştı ki ayaklarının bir an yerden kesildiğini fark etti. Ayaklarını yere koymak istediğinde, artık bunu başaramadığını fark etmesi de bir sonraki ana rastlar. Ağzındaki balığın içinde, sanki ısırarak çenesinden asıldığı hayali bir kanca varmış gibi yavaş yavaş yükselmeye başladı. Çenesindeki korkunç acı onu sadist bir rehber gibi yukarı, lokantanın tavanına doğru sürüklüyordu. Yükselirken


pantolonunun paçasının duvardaki tablonun çivisine takılmasıyla birlikte, balıktan yapılma sinsi yemiyle hayali balık oltası ve duvardaki çivinin vücuduna ortaklaşa verdiği gerilim ve acı, doruk noktasına ulaştı. Rüzgarda çırpınarak ağlayan bir çadır bezi gibi “LAN, lan??? Pantolonum! Pantolonum!!.” diye çığlık atmaya başladı. Kafatasının tavana ulaştığındaki akıbeti ile ilgili derin endişe duydu. Kafası tavana ulaştığında, bina sanki beton değil de sudan yapılmış gibi, rahatça hareketine devam etti. Lokantanın tavanı ve binanın çatısını çabucak geçti. Bulutlara doğru çırpına çırpına yükselirken aslında söylediğini sandığı şeylerin hiçbirini söyleyemiyor, yakalandığını az önce fark etmiş bir alabalık gibi “pa!pah! pahh” benzeri sesler çıkararak ağzını açıp kapıyordu... Göğün bir tavanı olduğunu fark etti. Bu tavanın suyun hareketine benzer bir biçimde ışıldadığını fark etmesi de bir sonraki ana rastlar. Göğün tavanını geçince nefes alamamanın ciğerine verdiği acıyı hissetti. Lokantada çenesinde duyduğu acı bunun yanında cennet gibiydi. Ciğerleri ile birlikte sanki zihni de sıkışmıştı ki, yaşadığı olay, lavabodan dönerek deliğe akan bir görüntü gibi ortasından büzüşmeye başladı. Yok olacağını anladı. Öksürükler içinde yerinden sıçradı. Elinde oynadığı bir kürdan ve ceketinin kolunun üzerinde uyuyakalmıştı. Uyuklarken kürdan çenesine batmış, ama bu, ceket ve yüzünü gömdüğü alandaki hava bitene kadar onu uyandırmaya yetmemişti. Pantalonunu bir süre çekiştiren lokantanın kedisi de bir süre sonra kendisinden sıkılıp gitmişti. Şimdi soldaki masada, arkadaşıyla oturan kırmızılı bir kadına kendini sevdirmekteydi. Adam boğazını temizledi. Çevresine bakındı. Görünürde kimsenin onunla ilgilendiği yoktu. Rahatladı. Kimseye kepaze olmamanın verdiği rahatlık içinde; tekrar kapı kolu meselesini düşündü. “Şimdi.” dedi kendi kendine; “Şimdi hesabı ödemeden buradan kaçıp gitsem, kapı kolunun bana öğrettiği kadar bir yol katedebilir miydim acaba?” Bir miktar cesaret edinip, kendisinden bekleneni yapmamanın akışta yol açacağı yeni hayat olanaklarını düşündü. Sıvışmayacaktı. Dışarı sızmayacaktı. Başı önde ve dik gururla çıkacaktı lokantadan. Birisi arkasından yetişip, ücret talep ettiğinde de gayet sakin bir şekilde başına gelenleri,

görevi sanki açılmak değil de sonsuza kadar kapalı durmakmış gibi davranan kapı kolunun onurlu mücadelesi ve kutsal öğretisini, akışa direnmenin manasızlığını, direnmenin ve ezberlemenin, ezbere tepki vermenin hayatla birlikte akmak ve zamandan ara sıra tatile çıkabilmek gibi sonsuz raddede ferah fırsatları engellediğini, parası olduğunu ama yine de hesabı ödemeyi reddedip başına gelecek her şeyi kabul edeceğini, gözlerini karşısındaki garsonun ürken bakışlarına dikerek bir bir anlatacaktı. Dahası, okumayı az önce sökmüş bir çocuğun mesut yüz ifadesiyle yapacaktı bunu. Bu acınası delik deşik manifestoya garsonun vereceği tepki bilinmese de, adamımız muzaffer bir edayla yerinden kalktı. Üzerindeki ceketi düzeltti. Kapıya doğru yöneldi. Yolda tanımadığı bir kadının kucağında oturan kedinin kafasını, karşısındaki kişinin şaşkınlığını umursamaz bir el hareketi ve cingöz bir yüz ifadesiyle okşadı. Kadın hele bir sesini çıkarsındı. Hemen onu da (allahın cezası) muhteşem kapı kolu felsefesiyle ödüllendirirdi. Dışarı çıktı. O artık gerçek bir asiydi. Hayatında hiç hissetmediği kadar özgür ve mutlu hissetti kendini. Hiçkimse peşinden koşmamış, belki de herkes kutlu kapı kolu direnişinin farkında olduğu için, davasını (o yürürken arkasından sessiz ama onaylayan bakışlarla gülümseyerek) desteklemişti. Şemsiyesini lokantada unuttuğunu fark edene kadar bu naif zafer hülyasıyla yürüdü. Zaman, şerefli bir devrim liderini ışık hızıyla şemsiyesini hatırlamaktan aciz bir dangalağa çevirmekte hiçbir beis görmemişti. Şemsiyeyi alırken, bir an, çok uykusunun geldiğini fark etti. Bayılmaya benzer bir şekilde sandalyeye çöküşü de bir sonraki ana rastlar. Etrafındaki her şey uğulduyor, görüntüler netliğini kaybediyordu. Fakat adamımız tüm bu kaybolma ritminden memnundu. O sırada masadaki tuzluk saçma dijital tıngırtılar çıkartarak titremeye başladı. Başını masaya koymadan evvel, kedinin, kadının, duvardaki tablo ve şemsiyenin hep birlikte eridiği o anda, son bir güç bularak yokoluşuna engel olan tuzluğu (tabii ki kapı kolu felsefesi ve aktivizmiyle) duvara fırlattı. Saatlerdir uyumakta olduğu yataktan


68

dışarı uzanarak, başucunda titreyen çalar saati duvara fırlatıp, ışık hızıyla uykuya geri döndüğünü fark edemeyişi de bir sonraki ana rastlar. *** Göze fer, batna cila, cümle derde deva yani pek fantastik bir yapılanma olan Draje Dergi bünyesinde bir kerecik yazı yazmış olan Esmeralda Acascarla, bu sayıya bir halt yazamadı. Kendisinin köşesinde yeller esiyor. Kuyruğuna geldiğimiz 2010 efendi hazretlerinin son sıcak günlerinde serinlemek isteyen bir takım boş vakit zengini ruhlar, iş o güzel gözlerinizle tam da şu anda okumakta olduğunuz bu satırlarda, dinlenmek maksadıyla vakit geçirebilir… Sayfanın orta ya da kenarlarındaki varolmayan görsellerin, varolmayan gölgesinde oturabilir, sırf okuyucu gelip de gebeş gibi yayılsın diye (yoksa tembellikten değil) itinayla boşaltılmış paragraf çukurlarında serilip çay içebilirler. Yazmadı, yazamıyor. Sebebini kendisinin sözleriyle aktarmak gerekirse; derginin bahçesine elektronik bir taşa sarıp attığı mektupta yazdığı gibi “Çünkü ben çok temb...” Bu mistik sebep, bu mıstık sepet, bu uykulu bahaneden de bir kez daha anladığımız üzre kendisi resmen yazamadı. Bilin bakalım niçin yazamadı? Evet, bir zahmet siz bilin… (Utanmadan bunu da derenin karşı tarafına yıktı ya, yuh artık!) Zira kendisi düşünmeye de açıklamaya da üşeniyor imiş. (?) Siz onu yormayıp tahmin etseniz iyiymiş... Tahminlerinizden en azından bir kaçını realite adlı yavruyu tavlayacak kadar yakışıklı bulup kendisine iletirseniz daha da iyiymiş hatta. Bu arada, birşey ‘daha iyi’ olmaya görsün(müş)... O şeyin etrafındaki tüm diğer olasılıklar, dostça bir kıskançlık ve ivedilikle “ben de ben de ben de “ diyerek (olasılıklar cümleye girerken büyük harf kullanmaz ve hiçbir dilin buyurucu kurallarına saygı ya da ilgi duymazlar) bir takım olumlu varoluşlara uğrayıp, ‘ Daha iyi’ye gider, daha iyinin mutfağında neşe içinde kahvaltı eder ve ona kızkardeşinin geçen hafta incinen dizi ya da eniştesinin basurunun son durumu gibi gündelik konuları sorarak sohbet ederlermiş. Onlar muhabbet ederken, hayat aniden köşebaşından fırlayan ve kendisine katılmadan

edemediğiniz bir olumluluk halayına dönüşürmüş. Ta ki, birisi gelip “Ne lan bu? Polly Anna mısın? Hizaya gel!” diyerek zihnin ilgili oda/ ilçe/ halay sokağının ışığını kapatana ve böylece o şey daha iyi olmayı bırakana kadar… (Gelgelelim olasılıklar parantezlerin ve noktalama işaretlerini yanlış kullanma eyleminin yürekten tutkunudurlar.) Daha İyi’nin Kimseyi Pek De İlgilendirmeyen Kısa ve Mahrem Tarihi’ni durduk yerde açıklamaya fırsat bulmayı bal gibi bilen, fakat bir yazıyı yetiştiremeyen Esmeralda Acascarla bununla da yetinmiyor ve şunları söylüyor(!!!) : Gerçekten de bununla yetinmiyor, daha azıyla yetiniyor. Bir şey de söylemiyor, uyuyor. Terbiyesiz derecede tembel bünyesi fişi çektiği için kendisine ulaşamıyoruz. Bel(li) ki bu açıklamayı bile yazmayacağız hiç... Kimbilir? Gebeş gibi yatan, derginin bahçesine “ben çok temb”-”daha kendi evimi top” gibi manasız notlar bırakıp kayıplara karışan o, özür dilemek için biz niye yorulalım? Yukarıda, telefonlara cevap vermeyince kapısına dayandığımızda bizi kibarca misafir eden kedisinin minik bir denemesini yayımlıyoruz. Kedi amatörce edebiyatla ilgilenmekte imiş. Bize çalışma şartlarından yakındı biraz... Dediğine göre evde en rahat yazabildiği yer tuvaletiymiş, duvarlara ve kumuna not alıyormuş. Korkunç meşakkatli süreçlerden geçiyor, tam Yazılamaz denilen bir iki Yeni’yi yazma aşamasına geldiğinde, Esmebilmemne geliyor, homurdanarak tuvaletini temizliyor, bu kadar uzun süre pis bıraktığı için ke(n) disinden özür diliyor ve bizimkinin parlayıp tüm dünyaya kanatlarını açmaya hazır olan edebiyat kariyerini, bokları temizlemek suretiyle bok ediyormuş. Kedicağız, herşeyi baştan hatırlamak, tasarlamak, bina etmek zorunda kalıyor, “Oldu!” demesine bir an kala, yine tuvaleti homurtular ve özürler eşliğinde temizleniyor ve böylece başladığı noktaya geri dönüyormuş. Esmeraldakaskarlamarla bu ay, normalden daha da çalışkan ve hevesli bir şekilde tembellik ettiğinden kedi efendi, yazısının bir taslağını korumayı başarmış. Özürler ve mırıltılar eşliğinde; kedi- kum ve bok edebiyatının bu varolmayan örneğini size sunmaktan gurur murur duymayız, duymadık.


Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir! Bu alana reklam vermek için: info@drajedergi.com


58

Menfur Saldırılar No:4

DERİN TEMBELLİK LABORATUVARI

Yazı: Alper Bakıner • İllüstrasyon: Dumrul

B

u ayki konseptin “tembel” olacağını duyduğumda gözlerim bir an için uzaklara daldı, durgunlaştım. Arkadaş edinme sanatımın inceliklerinden olsa gerek, her yanım onlarla fıkır fıkır kaynıyordu. Kıçını kaldırmayı dağları delmekle aynı kefeye koyar benim en kıymetli hempalarım. Hoş, benim de eksik kalır yanım yoktur ya, aymazlık işte; başkasının çimeni nasıl daha yeşilse, kusuru da öyle kabak (ya da sözde kusur diyeyim, dalmasınlar sonra). Neyse, çok süremedi bu tefekkür hali. Omzumdan sarsılmak suretiyle kendime getirildim; “hadi moruk, işinin başına.” Heyhat... mevzubahis tembellik, yazmasam olmaz mı bu sefercik? Kaynaklarımı titizlikle yokladım; yok bir şey... Biraz sözlük karıştırayım dedim sonra. ‘Tembel’ Fars’çadan apartma. Sözlüklerin kimisi ‘tanbal’, kimisi de ‘tenbel’ diyor oradaki söylenişine (yüksek ihtimâl ‘a’nın telaffuzuyla alâkalı detaylar). Tam olarak ‘üşengeç’e karşılık geliyor. Üşenmedim, üşenmek kavramının

karşılığına baktım hemen: “Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya isteği olmamak”. Gevşeklik duymak?.. Neyse çok durmadım üstünde... Tabiatım itibariyle ‘tenbel’in içindeki ‘ten’e takıldım sonra. Şükür ki Acem-aşîrân’dan çok nüfuzlu ahbaplarım var. Herhangi bir gevşelik duymadım, yakaladım birini, sordum: “Tabii,” dedi bana dostum; “bütün mevzu tendedir”. Sonra devam etti: Asıl ‘tenperver’ dedikleri kimi zat-ı muhteremler varmış İran’da. Dil kurumundan biri gelip bana bu kavrama karşılık bul dese ben kesin keyif pezevengi derdim. Zira bu ‘tenperver’ dedikleri şahısların gecesi gündüzü oturmak ve kafayı bulmak suretiyle geçmekteymiş. Hah dedim, Hayyam’ın dîvâneleri sizi... “Bir de” diye ekledi dostum; “bu zevat ekseriyyetle şişmanlardan müteşekkildir”. Şişmanlar hemen akabinde tekrardan karşıma çıktı. Çağrışım icabı bir sonraki istasyonum “hımbıl”dı. Bu kavramın ilk karşılıkları; tembel,



72

uyuşuk ve şişman... Ama iki karşılığı daha var ki beni benden aldı: ‘Aciz’ ve ‘zavallı’. Gerçi bunlar -ne demekse- ‘Türkiye Türkçesi Ağızları’ sözlüğünden alınma. Ama demek ki bir takım ağızlar ‘hımbıl’ diye aciz ya da zavallı demek istiyorlar. Aciz’in karşılıkları: Gücü bir işe yetmez olan, güçsüz. Beceriksiz. Alçak gönüllülük gösteren kimsenin kendisinden söz ederken söylediği söz. Ödeme gücü olmayan kişi. (Şimdi burada ‘beceriksiz’le de didişmek vardı ama neyse, çok uzatmayayım)

seyrettiği izlenimi yaratmaya çalışmaktadır aynı zamanda (bakınız bir çalışma daha). Böylece bir yandan işin olmamasına dair bir masumiyet karînesi taşıyacak; öte yandan, bu biteviye durma hallerinin tanrılara özgünlüğü sayesinde, su götürmez bir saygınlık kazanacaktır. Heyhat nasıl bir zekâ kullanımıdır bu... ve takdir edersiniz ki zakânın bu denli komplike kullanımı da hayli yorucu bir çalışmadır; ki aslında çalışmak, bu kişlerin başlıca karakteridir. Bu zaten yoğun çabalı durağanlıklardan çıkışlarına bir bakın.

Biz yine ‘tembel’e dönelim. Ama benim için sözlük turunun bu kadarı kâfi. En azından Lafargue’ın çizdiği karizmatik desenlerde yol almadığımızı, hatta çoğu zaman bunlarla uzaktan yakından alâkamız olmadığını kederle anlamış bulunuyorum. Kavramın altını azıcık deşmek yetti; şişman mı beğenirsin, aciz mi, yoksa gevşek mi? Ben kendi hayallerimde yaşamaya devam edeyim, isabet olur. Lafargue yine de imdadıma yetişir, Lessing’den zümrüt değerinde bir tavsiye taşır: “Sevmek, içmek ve tembellik dışında tembellik edelim her şeyde.” Oh be... tereddütsüz atarım imzamı. Lakin tembellik haricinde her şeyde tembellik etmek sizce de biraz karışık değil mi? Üstad bize tembellik üzerine biraz kafa yormamızı, hatta haşâ huzurdan biraz çalışmamızı buyuruyor sanki. İşte... mütevazı laboratuvarımız, tam da bu sebepten, full donanım hizmetinizde. Demek oluyor ki tembellik, üzerinde çalışılabilir, neredeyse bilimsel bir alan aynı zamanda. Şimdi kimi nadide dostlarımız, tek kaşlarını şöyle bir kaldırıp, kendilerine bu davadan büyükçe paylar biçmeye yelteneceklerdir ki haklıdırlar. Elbette dostlarım, elbette ki şöyle rahat bir koltukta miskince yığılıp tatlı tatlı şarap yudumlamak, tembellik üzerine yapılan çalışmaların en alâsıdır. Laboratuvarımız bu çalışmalarınızın hakkını itinayla teslim edecektir. Fakat yüksek müsaadelerinizle, ben bu yüce hallerinizden, kendime bir takım inciler damıtmak istiyorum. Bu da ilk deney olarak kayıtlara geçsin lütfen.

Yerlerinden ok gibi fırladıklarını, hayatın baş döndürücü ritmine yılmaz neferler olarak daldıklarını göreceksiniz. Tamam, daldıkları şey bir karnaval ve yahut içki dükkanı olabilir; ama sonuçta birer hımbıl olmadıkları gün gibi açık değil mi?

Bir kere şuncacık bakınmadan anladım ki bende önceden mevcut bir takım işkillenmeler pek de yersiz değilmiş. Bana göre dostlarım; tembellik, bir işin olmaması üzerine yapılan özenli ve takdire şayân bir çabadır. Bu çaba esnasındaki -kimi zaman çıldırtıcı raddelere varan- durağanlık, yalnızca bir yanılsamadan ibarettir. Kişi, vücudunun her daim bu minvalde

Görüldüğü üzere dostlarım, hayatın şu zalim göreliliğinde kimi durumlardan sebep haksızca tembellik yaftası yemiş kişiler, aslında yaptıkları anlaşılamamış dahiler kervanının birer parçası olmak dışında suçsuz ve günahsızdırlar. Bu tezime destekleyici bir örnek sunmak açısından, hepinizden çocukluğunuza dönmenizi istirhâm edeceğim. Çünkü şimdi, hayat iyice demini alınca artık, etrafta birisi ‘tembel’ diye zikrettiğinde zihnimizde Oblomovvari bir gölge canlanıyor; ömrün acılarla yüklü hatıratından olsa gerek. Lakin biz çocukken böyle miydi ya? Bir ‘tembel’le ilk karşılaşmanızı hatırlayın. Birkaç istisna hariç, hepimiz okul sıralarında tanışmadık mı ilk tembelimizle? (Şükür ki buradaki tembel, tıpkı çirkin gibi, kişiye göre değişir. Bizim de birilerinin ilk tembeli olmamız kuvvetle muhtemeldir). İlk arkadaş olasılıklarımızın bazıları bize, havaya sert bir jestle kalkmış büyüük işaret parmakları vasıtasıyla, biraz da arsızca gösterildi. Onlar gibi olmamız istenmiyordu. Eğer gelecekte bir balta-sap ilişkisine taraf olmak istiyorsak, onlar gibi olmamak şöyle dursun, yanlarından bile geçmemek, mümkünse onlarla tek kelime etmemek, her fırsatta hakir görmek falan icap ediyordu. Maazallah bir teneffüs olsun onlardan biriyle yan yana görünmek dahi, bizim de tembellik yaftasından nasibimizi almamız için yeter de artardı bile. Öte yandan bu kişilere biraz yakından bakınca (ki bu kaçınılmazdı) kafaların karışmaması pek mümkün değildi. Tembel addedilen bu arkadaşların ders müddetince kıçları başları ayrı oynuyordu. Kimsede dikkat


namına bir halt bırakmamak, ulu öğretmen şahsının yüzünü gözünü tikler içinde bırakmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlardı. Sonra teneffüs zili çaldığında, arkalarında bıraktıkları kesif toz bulutundan başka bir şey görünmüyordu birkaç saniye boyunca. (Aslında tembel’in bu ilk tanımı şahane göründü şimdi gözüme... bilemedim). Saklamaya gerek yok; aralarına katılmak için daha ilk andan dizginlenemez bir istek duydum, zaten çok da sürmedi... Benim ilk şahsi tembelim Hasan’dı. Komşu Kürt mahallesinden Hasan. Fıldır fıldır dönen gözleri ilk elden dikkatimi çekse de, muhtemelen yapılmış uyarıların gözümde büyüttüğü korkuyla, başta onunla iletişim kurmamaya özen gösterdim. İlk adımın ondan geleceği hesapta yoktu. O sıralar boynumuzda yuvarlak, ortası delik silgiler asılı vaziyette dolanmak acayip janti bir durumdu. Bahçede deli gibi koşturduğumuz kısacık aralardan birinde, arkamdan birisi boynumdaki ipi çekip kopardığında neredeyse boğuluyordum. Toparlanmam zaman aldı. Sonra arkamı döndüğümde, elindeki silgiye havada daireler çizdirerek koşturan Hasan’ı gördüm. Çok hızlıydı, yetişmemin imkanı yoktu, derse kadar beklemeyi uygun gördüm. Sınıfa gittiğimde oradaydı; hiçbir şey olmamış gibi etrafına sakin gözlerle bakınıp duruyordu. Yanına gidip silgimi istedim, “bende değil” dedi. Fena dövüştük, çok zor ayırdılar bizi. O ders ve sonraki birkaç gün boyunca sert sert bakışıp durduk. Bu arada hayat devam etti, ben annemlere olayı anlatamadığımdan silgisiz dolaştım bir süre. Ama sanki Hasan’ı daha sık görüyordum artık; beni takip ettiğine yemin edebilirdim. Şöyle bir durup etrafıma baktığım her an birkaç metre ötemde beliriveriyordu. Sonra bir gün, her zamanki gibi cebimde elli kuruşla simit almak için kantin sırasına girdim. Sıra her zamankinden biraz daha kaotik görünüyordu fakat bunu önemsemedim. Daha ciddi sorunlarım vardı; Hasan yine civardaydı. Gözlerimiz asla birbirine değmiyordu ama oradaki varlığının bir tesadüf olmadığından da nedense emindim. Benim sıram geldiğinde kantinci sordu ben simit dedim, o simiti uzattı ben de parayı, o simiti geri çekti ben onun yüzüne anlamsızca baktım, o “simit artık 60 kuruş” dedi... ben açlıktan kıvranıyordum. Biraz ısrar ettim ama hiç yüz vermedi. Çaresiz çıktım sıradan. Hasan’la gözlerimiz bu sefer değdi birbirine ve değmesiyle onun fırlaması bir oldu, şaşırdım. Kantinin önündeki kaldırıma oturdum. O saniyeler içinde

ilk varoluşsal acılarımı yaşadığımı sanıyorum. Kafam iki avucumun arasında; bir yandan yaşadığım rezaleti, diğer yandan katlanılmaz açlığımı düşünüyordum. Sonra sesler duydum... daha doğrusu çığlıklar... uzaktan... ama giderek yakınlaşıyorlar... Kafamı kaldırdım; yine o kesif toz bulutu, döne döne kantine doğru geliyor. Yaklaştıkça seçtim; ilk Hasan’ı, sonra güruhunu... ellerindeki incecik ağaç dallarıyla (şimdi o olsa kesin deynek derdi) havada daireler çizerek deli danalar gibi koşuyorlar... bahçenin geri kalan tüm sakinleriyle beraber kalakalmış bakıyoruz. Sonra her şey çabucak oluverdi. Hasan ve beraberindekiler, kantin dediğim kulübenin öbür tarafına tekabül eden kapıdan hışımla daldılar... tereddütsüz simitlere yöneldiler... ceplerinden çıkardıkları bezden torbalara simitleri bir çırpıda doldurdular. Sonra tekrar kapıya yöneldiler ama Hasan yarı yolda durup geri döndü... halâ aval aval bakan kantinciye koştu... yanına vardığında bir an durdu... sonra zıplayıp elindeki sopayı adamcağızın kafasına geçirdi. Ben de bu arada kapı tarafına geçmiştim artık ve olan biteni biraz uzaktan izliyordum. Hasan bir elinde torba, diğerinde sopa, koşarak çıktı kapıdan. Beni görünce sopayı attı, koşarayak kolumdan tuttu ve sürükledi. Beraberce güruhun arkasından koşuyorduk şimdi. Bir dakika sonra okulun arkasındaki portakal bahçesindeydik. Durup biraz soluklandıktan sonra onlar kendi aralarında ganimetin akıbetini konuşmaya başladılar. Hasan bir yandan toplantıya kulak kabartırken diğer yandan elini torbasına soktu. İki simit çıkarıp bana uzattı ve kulağıma hafifçe fısıldadı: “Hadi sen git, ödeştik.” Derin tembellik cemiyetine adımımı böylece atmış oldum işte. Aslında ödeşmemiştik, Hasan beni alenen borçlu kılmıştı; bir yuvarlak gitmiş, yerine iki tane gelmişti. Üstelik bu gelenler neredeyse hayat kurtaran cinstendi. Sonra ilkokul sonuna dek yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmedi onunla. Gerçi silgimi hiçbir zaman geri vermedi ama bir şeyi hep baki bıraktı bana: Sonraki hayatımda boynuma bir daha asla öyle havalı şeyler takmadım. Hasan’ın şu meşhur tembelliğindense aklımda, sol gözüne fütursuzca yuva kurmuş minik bir çapak dışında bir şey kalmadı. O da onun nişanesi olsun...

Aralık 2010


Çıkan kısmın özeti: Bütün çocukluğu boyunca, ormanda şirinleri görebilmek için çamura bulanmaktan sakınan atın başını sağdan sola çevirişi için 16 sayfa betim yazan Bayram Abi elinde bulundurduğu çantasını düşürmekle etrafına rezil olduğunu fark etmemişti. Yine aynı krem rengi yelekli abi, ve yine benim yaşlarımda saçları ölümüne jöleli esmer çocuk sanki herkesin derisi üzerinde gezinmiş gibiydi. Belki de otobüste arkalara doğru ilerlemesi için ittirip küfrettiğimiz pek çok sempatik insanla Chris ise durumu kurtarmanın verdiği rahatlamayla iç geçirdi, ayin için 5 kez yarı zamanlı diriliş şarttı. Çünkü bakıldığında; dostluk kavramı umutsuz, aşk ise bahardan bahara çürüyen bir hastalık olarak tıp kitaplarının önemli bir kısmını kapsıyor. Adı da Müşfik Kenter’in odanın duvarında asılı duran güzel gözlü kadın resmine hüzünlü bi edayla bakışıydı. Burada biraz ara vermeliyim. Çünkü size ‘mahlûk’tan söz etmemin vakti geldi gibi görünüyor: Büyüyünce ne olmak istediği sorulduğunda, bir türlü cevap veremediği için, bi bok olamayacağından endişe edilen Winston Churchill sizi ortada ve etliye sütlüye karışmaz biri yapar. Oh hem de ne zevkle… Kim olduğunun, nereden geldiğinin bir önemi yok. Hayli zamandır siyah beyaz dünyanızdan bağımsızlığını ilan etmiş Sims karakterleri ne kadar yeseler de kilo almazlar, önceden belirli bi kiloları vardır sürekli o civarlarda gidip gelirler. Yani filmi beğenenler sola, beğenmeyenler sağa gitse, ben eve giderim. Badana üstüne badana, emek üstüne emek, yorgunluk ve kayıplar demek gibi olsa da senkronize şekilde dizilmiş eşdeğer sayılarla başkalarının hikâyeleri arasında tekrar kaybolmaya mahkûm kalacaktır. Frekanslara, direk ve yansıyan renk olarak algılanan göreceli kavramlar ne kadar kuvvetle üflesen bile her şeyi daha da kolaylaştırır. Sonra dedik ki belki yaratımında filan bi katkımız olmadı ama kendi yavrumuz gibi sahiplendiğimiz bebeklerin kalça çıkığı gibi sorunlar yaşamasını istemeyen varmış gibi geliyor tepelere baktığınızda... Uzaktan nasıl görünüyor olursak olalım bilin ki ilginçlikten yoksun bir dünyada ben, sen ve o ayrılmaz bir bütündür, araştırıp okudukça kafanız karışır, kafanız karıştıkça getirilerinin ve götürülerinin farkına varırsınız. Ama şunu söyleyebilirim, artık herkes göçmen ve herkes her yerde yaşama arzusunda… Sabahları uykuyla uyanıklık arası kıça batan küçük taşlar, kulak memelerini kanırtan faydasız böcekler de bütün bunları hiç sallamayana “kendisinin kundakçı olduğunu ve Amerika’da adını duyurmak için başka bir çaresi olmadığını” belirtti. Çünkü önceden yazdığım hikâyemi kaybetti ve ben de böyle arada kaldım. Neyse ki Mavi halkı bununla bile yetinebilir. Sol ayağının serçe parmağı ve yan komşusu mutfak kapısına varmış olmanın kabaca dürten farkındalığı sayesinde gençtir ama yaşlı görünmekten hoşlanır, bu huyuna sebep nedir kendisi de bilmez. Öyleyse şunu demekle yetineyim: Hepimiz RENKLİ hayatlarımız olsun istiyoruz.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.