Hayvani Draje || Draje Dergi

Page 1

draje hayvani

Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 14 Mayıs 2010


İllüstrasyon Demet Özge Aykan

Kırmızı tasm draje

V

icdan, vefa, merhamet meseleleri konuşulurken az duymamışızdır: Neymiş, insan olmak zor zanaatmış efendim… Hani filmlerde filan olur ya, tonton ihtiyardan hayat dersleri no bir… Sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma! Hayvanlığın lüzumu yok hani… Aslında genel doğrular iyidir. Adı üstünde geneldirler ve doğrudurlar. Arkasında sırıtan o haylaz mantıktaki kırılmaları, şişmeleri, zonklamaları kurcalamadığınız sürece hayatınızı kazasız belasız sürdürmenize yardımcı olurlar. İnsan olmak zor zanaattır… Ona buna çelme takıp omuz atmamak gerekir. Düşeni tekmelememek, komşun açken tok yatmayı sindirememek gerekir filan... Aslan kafesine düşen çocuğu aç aslanların insafına terk etmek insanlığa sığmaz mesela… Hayvani bir aymazlık gerekir o kafesi öylece seyretmek için... İşte cümlenin tam burasına geldiğimiz zaman, ortalama algı filmi dondurarak şüpheci bakışlarla süzmeye başlar bizi… Kafasını bir tek soru kurcalamaktadır: Çocuğun kafeste ne işi var? Tam bu noktada, görüntüyü hafifçe karlandırıp, bulanık bir geçiş efekti

yaparak filmi geriye sardığımızda kafes temizliğini az önce bitiren bakıcının dikkatsizliğine şahit oluruz. Bakıcı, kafesin kapısını kapatırken çok özenli davranmamıştır. Çünkü aklı, az önce kendisine ağza alınmayacak küfürler savuran alkolik serseridedir. Alkolik serserinin öfkesi ise aslında bakıcıya değil, hayvanat bahçesinin müdürünedir. Bu çirkin adam yaşına başına bakmadan, kız kardeşine asılmaktadır serserinin. Çok bunalan kız kardeş çalıştığı anaokulundaki ufaklığın kulağını çekmiştir sebepsiz yere… Ufaklık artık okula filan gitmek istemediği için annesi onu eğlenceli bir gün geçirme vaadiyle ikna etmeyi başarabilmiştir. İşte çocuğunun elini sımsıkı tutmayarak, yavrucağın aslan kafesindeki o umutsuz duruma düşmesine neden olan anne karşımızda öylece duruyor. Tonton ihtiyardan hayat dersleri no iki… Son pişmanlık fayda etmez… Herkes rolünü dikkatli oynayacak… Buraya kadar, insan olmanın neden zor zanaat olduğuna dair bir fikir edinmiş olmalıyız. Bu zincirdeki herhangi bir kişi kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmaya kalkışmasa, şimdi çocuğun kafeste ne işi olduğunu anlatmak için bu kadar dil dökmemiz gerekmeyecekti. Hayatımızı kazasız belasız sürdürebilmemiz için bize kılavuzluk eden tonton ihtiyar izin


malı

draje Genel Yayın Yönetmeni Erdinç Yücel

verirse, kafamıza sokup durduğu genel doğruları şöyle bir iteklemenin vakti geldi sanırım. Ortalama algı, eline geçirdiği her türlü alet edevatla aslana saldırmaya başlamadan önce kafamızı kurcalayıp duran o tek soruyu biraz mahcup bir edayla dile getirmenin tam sırası… Aslanın kafeste ne işi var? Hayvani Draje, yazısını çizisini fotoğrafını toplamış gelene geçene çelme takıp, omuz atmak üzere karşınızda. Günlük hayatın o bitmek bilmeyen telaşı içinde, üstüne düşünmekten vazgeçtiğimiz pek çok şeyi hatırlatmak üzere odanızdayız… Bize yapılmasını istemediğimiz ama başkalarına yapmaktan da bir türlü vazgeçemediğimiz şeylerden bahsetmek için buradayız. Bütün bunlardan söz etmek için kolları sıvamışken, her birimizin kendini uzak tutmayı başaramadığı bin bir saçma iş, bin bir saçma telaş olduğunu söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Hayvani Draje için hazırlanırken çoktan yorgun düşmüştük bile. Bahar yorgunluğu, sınav yorgunluğu, iş yorgunluğu, işsizlik yorgunluğu derken ayın sonu nasıl geldi hiçbirimiz anlamadık. Neyse ki Hayvani Draje’ de aramıza katılanların sayısı tek tek isimlerini anıp teşekkür edemeyeceğimiz kadar çoktu. İyi ki varsınız… RENKLİ DRAJE’de görüşmek üzere... Erdinç Yücel Genel Yayın Yönetmeni

Yazı İşleri Müdürü Birkan Can Evirgen Art Direktör Songül Yücel lugnosy@gmail.com Grafik Uygulama Erdinç Yücel Redaktör Ece Naz İlkin bestoftheperfect@hotmail.com Koordinasyon Sorumlusu - Menajer İlknur Seda Bendeş İnternet Uygulama Onur Şevket Bendeş Editörler İlknur Seda Bendeş • Birkan Can Evirgen • Erdinç Yücel • Songül Yücel Yaratıcı Drajeler Alper Bakıner • Aslı Parlak • Ayten Üstündağ • Cem C. • Cem Güventürk • Cem Vurnal • Ceren Gül Çıtak • Çağla Elektrikçi • Demet Özge Aykan • Duygu İslamoğlu • Engin Arınan • Esra Erdem • Gizem Güvendağ • Hayalcan İncesağır • Hayriye Gülle • Hayvan Zihni • Onur Ünder • Özge Ç. Denizci • Pınar Karaaslan • Remzi Erdem • Sinan Yalçın • Tolga Öztorun • Utku Atalay

info@drajedergi.com Gelecek ay konsept konumuz: “RENKLİ DRAJE” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle info@drajedergi.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.



muhteviyat


UYGARL

6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de

S

Sinyor L babası S lemle k temizle ehlileşti değiştir dostluk uzun öm doksan Messi is sürüden yalamas

inc da V e o d r a ey Leon lan söyl su u a ne y klık kuşk h i a c l par zliği ter b e yem ok sebe ç i pek ryenler a t i veje ma eğil a l ı h alg dık mu y olsa bilece le ü nc gör aları in m y ı k rlerin editö var. r yara : İn im efen am ıl yarg


LIKNEDİR?

e deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

Leonardo’nun üç bin nesil önce yaşamış olan büyük Sinyor Carleone, henüz bir insansı iken benzer bir ikikarşılaşmış ve kabarık su faturalarına alışmaktansa yüzünü emek için hayvanlardan faydalanmayı düşünmüştü. Böylece irilmiş ilk hayvan olan Kermit insanlık tarihinin kaderini de rmiş oldu. Kermit ve Sinyor Carleone arasındaki büyük k, Sinyor Carleone’nin yüzünü kaplayan siğiller yüzünden mürlü olmadı. Sinyor Leonardo’nun iki bin dokuz yüz n dokuz nesil önce yaşamış olan büyük babası Sinyor se daha cesur bir çıkış yaparak, aykırı fikirleri nedeniyle n uzaklaştırılmış olan Russel isimli kurtla her sabah yüzünü sı yönünde bir anlaşma yapmayı başardı. Sinyor Messi ted-

birli bir insansı olduğu için, yüzüne şeker sürüp Russel’a yalatırken, sol serçe parmağını acı bibere batırıp hayvana yedirdi… Böylece Russel, hayattan zevk almak istiyorsa, patronunu yememesi gerektiğini bu acı tecrübeyle öğrenmiş oldu. Dönemin tarihçilerince bu anlaşmaya, Kurt Öperse Parmaklar Eksik Kalır sözleşmesi adı verildi. O gün bugündür kurt Russel’ın torunları bu sözleşmenin kısaltılmış şekliyle çağırılır.

Fakat bunların hepsi çok yıllar önce gerçekleşmişti. Sinyor Leonardo şeytani makinesini tamamladığında her şeyin yolunda gittiğini düşünüyordu. Oysa tasarlamış olduğu saç kurutma makinesinin fişini takacağı bir priz tasarlamaya ömrü vefa etmedi. Bu şeref, torunu Sinyor Caprio’ya düştü fakat o da fişi prize banyoda sokmaya çalışınca ne olduğunu anlayamadığı bir şeyin çarpması sonucu ebediyete intikal etti. İşte bu olaylar zincirine en kaba haliyle “shit factory” denir. Dilbilimciler ise ona uygarlık diye seslenmekten çekinmemektedir…

zde ğimi i d n ğre nu ö ki u ğ u old larında t imiz b saç ir. E a i n b O sırma a gerek la ilgili e y r dıy jeta i ols ğu k... n ve şırmadı yle ilgil amak ta oğunlu ibi i n ’ i c e g d a rç eler hiç ş lenm ci bi a da elim ğlıklı bes felsefi y rının ezi an ucub ıyor n ş a i, uz sa nin tıbb oplulukl ler savu mda ya olarak ki ş t r u e l ü a n r l da p m h et ilir. İnsa pkın gö n bir to i sapkın alarımız e b a c i s a yiy da dolm Dergi tary bi ol ganları veje r ceset e a e a aje s v y e O ve nin y ektir. Dr tmemizd işil . e r k l i fi d n lir rç on ye de ur imin len et yi alınan b ık bir ge u da be ki? Şud n e ç e n u p a rip htem kasapta olduğu er olduğ ç nedir erlendi rı şil ki nu eğ ekti parçala yiyen ki ğımız so inden d r t t a e cese amının e çıkarac z yer üz idir... iy u n n tam unlarda rduğum bakmak u b Tüm ı kendi d diklerine r e a l d nsan rine ne e y mak

leonardo da vinci - Portrait of Cecilia Gallerani

Yazı ve İllüstrasyon: Erdinç Yücel

S

inyor Leonardo bu kez gerçekten büyük bir ikilemle karşı karşıyaydı. Her banyodan sonra uzun saçı ve sakalları kurumak bilmediği için ya dolgun sinüsleriyle yaşamaya alışacak ya da saçı ve sakalını kurutabilmek için dehşetengiz bir makine tasarlayacaktı…


a ç r a p m a r a P

r a l m a C r e l i d e ve K Yazı ve İllüstrasyon: Cem Güventürk • http://www.facebook.com/scyaa

Kaygılı

“Ben gelemicem fenci ödev verdi, “yarına yetiştirmem lazım” dedim, ”iyi” diyip ayrıldılar balkonun altından. Belli ki takım oluşturmakta sıkıntı vardı ve yeterli sayıya ulaşamamışlardı, yoksa beni hayatta çağırmazlardı!... Aslında fencinin ödev verdiği falan yoktu, verse de yapmazdım zaten… Benimki daha çok özgüven sorunuy-

du, sokağa çıkıp arkadaşlarla futbol oynamayı g.tüm yemiyordu. Annesi babası çalışan bi çocuk olduğumdan evde tek başına zaman geçirmek de büyük zorluktu. Çizgi filmlerin zamanı belliydi ve evde danaburun olduğundan kıllanıyordum, bişiyin altından danaburun çıkıcak da beni sokacak diye aklım çıkıyordu.. Yani sokağa çıkmaya can atmam gereken bu


durumda, gelen teklifi elimin tersiyle itmiştim… Ayakkabıları sıkıca bağladım. Maç yapılan yerin yakınlarında, salçalı ekmek yiyen Büdü’nün yanına oturdum. ”Hani ödevin vardı len?” sorularına ya aldırış etmedim, ya da “kısaymış,yaptım” diyip otomatiğe aldım. Gözüm pencereden bizi izleyen Güzin teyzenin kedisindeydi. Top ne yana giderse kafa otomatikman oraya gidiyordu. Geneli tekir, göğsü beyaz, sevimlice bi kediydi. Zaten mahallecek Güzin teyzenin kedi merakını bilirdik.. Selo’yu babası eve çağırınca adam eksildi, Büdü de salçalı ekmeğini daha bitirmediği için kendimi bi anda ortasahanın solunda buldum. Futboldan çok az anladığım için top geldiğinde fütursuzca vuruyordum. Hava kararmaya yakın yine bir ikili mücadele sonucunda top önüme düştü, forvette demarke durumunda olan Hasan’a atmak istemiştim topu ama, hayvançocuğu gibi abandığım için, top Güzin teyzenin dairesine doğru yöneldi ve daha da hız alarak kedinin bulunduğu cama doğru hızlıca çarptı!...

Huysuz

O tabloyu görmiyim diye evin 2. katındaki tuvalİçerden “şangırt!” diye bi ses geldi. Yemeği bangonun üzerine koyup holden tedirgin bi şekilde oturma odasına koştum. Gördüğüm manzara fenaydı, sokakta top oynayan çocuklar camımı kırmıştı. Çocuğum olmadığından çocukları severdim, o yüzden kızmaya bağırmaya lüzum yoktu. Zaten hepsi kaçmıştı. Çoğu komşumun çocuğuydu zaten, kimseyle bu olay yüzünden yüz göz olmak istemezdim. Ne yani gidip “iyi günler çocuğunuz camımı kırdı, alın cüzdanınızı ve bana para verin” mi diycektim? Hadi canım!.. İçerden faraşla süpürgeyi aldım, terliklerimi giydim. Bi yandan telsiz telefonla Murat’ı arıyordum, gelirken bi camcıyla konuşsun yanında

onu da getirsin diycektim... Hemen sonra açtı, konuştuk, ”senin bi yerine cam falan gelmedi di mi iyisin yani?“ Dedi, ”yok yok ben içerdeydim zaten, şimdi temizliyorum işte falan” dedim kapattık.. Yine de içimde bi sıkıntı vardı… “Olur yaa!.. Mala gelsin cana gelceğine“ diyip kendimi teselli ettim. İçeri giderken Huysuz’un kumunun çok kirli olduğu gördüm, Murat gelene kadar temizliyim, hem camcı da “ayy ne kadar pis insanlar” demesin diye temizlemeye koyulacaktım ki, bi anda aklıma bir şey dank etti, Huysuz nerdeydi?!... Yoksa?....

Umursamaz

Kaldırımın oraya düşünce dört ayağım da pişti, hay mna koyim dememe kalmadan, bu futboldan zerre anlamayan veletler fıydı bile, sadece biri geldi yanıma, 150 katlık plazadan düşmüşüm gibi hareketler yaptım, aklı çıktı. Baktım ağlayacak gibi oldu. Tamam lan tamam diyip apartman kapısına gittim ve kapıyı açması için gözümü kapıya dikip baktım. Salak anlamadı!... Usulca yaklaşıp orama burama dikkatlice baktı, bi yerime bişiy olmuş mu diye her yeri inceledi, ben de içi rahat etsin diye bunu yapmasına izin verdim. Zaten hep camdayken bu çocuğu görürdüm, azıcık salakça, tuhaf bi çocuktu... Ekmek almaya annesinin terlikleriyle giden bi çocuktan zarar gelmez diye düşünürdüm zaten hep… Sonunda durumu anlamış olacak ki apartman kapısını açtı, ben de bi kat yukarı çıktım, kaçsam kaçardım ama Güzin’e ayıp olur diye kaçmadım, ”mına koyim çocuğu olmuyordu işte, bana niyetlenmişti, hevesini kaçırmak olmazdı şimdi!..” Kapıya gelince bağırdım, çağırdım… İçerden hızla koşan ayak seslerini duyunca, ”hah yandık .mna koyim” diyerek iç geçirdim. Kapı açılır açılmaz kemiklerimi kırarcasına sarıldı. ”Anneeeeeeem! Yavruuuuum!” diye sarılıyordu, sanki az önce pencereden düşmemiş, 15 ay sonra askerden terhis olmuştum. Neyse içeri girince girdim yattım bi süre, ”ne aksiyon yaşadık lan” diyip içten içe güldüm, Yeni temizlenmiş kuma s.çarken hep o çocuğu düşündüm, şu cam takılınca ilk iş o çocuğa bakıcam, acaba napıyodur lan dedim kendi kendime gülümsedim.


10

Cümle Mahlukatı

Yazı: Ayten Üstündağ • İllüst

B

eş - altı yaşlarındaydım, gündüzlerim 15 tavukla birlikte bir kümeste gecelerim ise tüneme işini bir türlü kıvıramadığımdan geniş ve ataerkil ailemin benim için tahsis ettiği yün döşekte geçiyordu. Tavuklarla birlikte o kadar haşır neşir olmuştum ki işi kendimi tavuk sanmaya kadar götürmüştüm, bilişsel gelişimden bi haberdim ama haşlanmış mısır ile çekirdek karşılığında tavuklarla mutluluk takası ticaretinde elime kimse su dökemezdi. Derken bir gün abim elinde kocaman bir bıçakla kümesimi tavaf ettikten sonra 7. turda en yaşlı arkadaşımı (ki aslında ben ondan daha yaşlıydım) yakalayıp kesti. Gördüğüm ilk hayvan kanıydı ve aynı düşüp yaralandığımda kanayan dizim gibi ve o anda ağlamaktan kan çanağına dönen gözlerim gibi kıpkırmızıydı. Gözleri ufak bir çığlıktan sonra benim üzerimde donup kaldı, sanırım son nefesinde o da benim gibi gerçeğin farkına vardı, ben tavuk değildim. Ağabeyimin ilk cinayetiydi, ilkiyle birlikte güçsüzlüğünü de öldürdüğü için daha sonrakilerde hiç eli titremedi. Mahallenin şen kasabı olmuştu, kasaplar kendilerini He-Man, ellerindeki bıçağı kılıç ve diğer canlıları canavar sandıkları için mi “Gölgelerin gücü adına güç bende artık” nidalarıyla şenleniyorlardı acaba? Hemen, kendimi She-ra olarak gördüğüm rüyalarımın işine son verdim. Gelelim cinayetin diğer suç ortağına yani anneme; sıcak su dolu bir leğende arkadaşımın tüylerini yolarken ağda yaparken söylediği türkülerden mırıldanıyordu neşeyle. Daha sonraları yaramazlık yaptığımda annemin “tüylerini yoldurtma bana” bağırtısıyla zaten az olan tüylerimden olmamak için sürat koşucusu misali 100 metreyi 9:99 saniyede katetmem o günkü manzaranın verdiği korkum yüzündendir. Akşam ise ağlaya zırlaya canilerle birlikte sofraya oturmak zorunda kaldım; tuz yerine gözyaşlarımı ektim arkadaşıma. Tıpkı kümeste onu kovaladığım zamanlar gibi bir o yana bir bu yana kaçışıp durdu ağzımın içinde kederle. Zamanla alıştım arkadaşlarımı yemeye. Zayıf bir çocuktum, okula 8 yaşında başlayabildim Adına protein denilen göremediğim bir şeyi görebildiğim canlıları yeterince yemediğim için zayıf kaldığımı söyledi ilkokul öğretmenim. Ama beslenme çantalarımıza musallat olan ilkokul öğretmenimiz yüzünden zayıf kalmaya devam ettiğimi söyleyemedim o yıllarda aileme. O büyüdükçe biz çocuklar küçüldük. Sonra bir de doğanın kanunlarından bahsetti bize; çocuk aklımla hemen anladım bu işin haksızlık barındırdığını, ben kanun yazabilecek kadar okuma yazması olan bir hayvan görmedim ki! Kanunların bizden

yana olması çok doğal. Bir de güçlünün güçsüzü yemesi var ki o tümden yalan insan yiyen zürafa gördünüz mü hiç? Liseye başladığımda “Mc Donalds gibisi yok” tu gerçektende. Hayvanları uyurken kıymaya, bizi yemek yerken canavara dönüştürebilen ilk müessese olarak geçti tarihe. Biz, Happy ‘nin anlamını, o menüleri midemize indirdikten sonra verdiği hazdan dolayı kendiliğimizden öğrenirken aynı başarıyı uyanmadan, acı çekmeden ölebilmekte gösterebilir miydik onu bilmiyordum doğrusu. Zamanla biz orta halliler sindirim dağarcığımıza şinitzeli, nagıtı eklerken; ensesi kalınlar fırında portakallı Varyemez Amca’yla, dilimlenmiş Miss Piggy bacağını tercih ettiler. Yine ben lisedeyken hiç insan kesmeyen biyoloji öğret-


ın efendisi: insan

trasyon : Birkan Can Evirgen

kuvvetli ışık tutunca kaçamamaları avcıları kurşun masrafından kurtarmıştır. Aynı teknik sorgulamada hem iyi hem de kötü polisin yıllarca takdirini toplamıştır. Piyasaya sürülen çoğu ilacın bir sürü yan etkisi olduğuna göre ancak hayvanı öldürüp öldürmediğine bakılarak piyasaya sürüldüğünden ise neredeyse emin olucam. Zaten bir postları olduğu halde beyinsiz zenginlerin hayvanlardan neden beyin yerine ikinci bir post çalmak istemelerinin nedeninden ise hala emin değilim. Bunda kalantorların mağara özlemi veya direkt beyinsizlikleri etkili olmuş olabilir.

menlerimiz, tek maharetleri vıraklamak olan karizma yoksunu Kermitleri bilim uğruna harcamaktan çekinmezdi. Onların dolaşım sistemleri öğrenmek öğrencilerin biricik derdiydi sanki. Kurbağanın dolaşım sistemini en iyi öğrenen arkadaşlarım üniversitelerde tıp okudular. Kurbağanın çirkinliğine katlandıkları için de Bax Banny, Tom ve Jerry ile ödüllendirildiler. Küçük şirin yaratıkları kesmeye alıştıkça Gargamel’in sevimsizliğine büründüler hastane koridorlarında. Bunların en acımasızları insanları kurtarmak yalanıyla aslında cüzdanlarını doldurmak için kendilerini laboratuarlara kapatıp, işi televizyon yıldızı Çarlileri kesip biçmeye kadar götürdü. Bu deneylerin işimize yaramadığını söyleyemiycem tabi ki, mesela tavşanların gözüne

Yaşı 30’u çoktan geçmiş insanlar için insan merkezli, egoizmin hüküm sürdüğü bir dünyaya dönüşüm oldukça yavaş işlemiştir ancak şimdilerde televizyonlarda dönen reklamlar bunu oldukça çabuklaştırmıştır. Artık çocuklar Şen Piliçlerin kahkahaları eşliğinde yemeklerini bitiriyorlar. Milka’nın mor ineği ile Sütaş’ın uçan ineği sindirim sistemlerinin karanlıklarında daha çabuk yok olabilmek için çarpışıyorlar ölesiye. Anneler ise tek bir çocuğu emzirirken bile dişlenmekten koca bir yaraya dönüşen memelerinden hiç bahsetmiyor çocuklarına. Koca insanlığı süte doyurmaya çalışan ineklerin, koyunların, keçilerin memeleri kimsenin en çokta annelerin umurunda değil. Ben merkezcilik empati ile uyuşmaz çünkü. Ayçiçeği, mısırözü, fındık yağı kesmez bizi, smokinli penguenlerin yağlarını bir sarraf edasıyla gözlerimizle tartarız. Japonların avlarken ruhlarını sakatladıkları yunuslarla değil doğuştan bedenleri sakat çocuklarımızın terapisiyle ilgileniriz. Türkülerde çok kullandığımız için eşi vurulan turna bizi uğraştırmadan intihar etme nezaketini gösterirken tekmelediğimiz köpekler inatla dişlerini göstermez bize. Yine de kurtulamazlar gazabımızdan. Hayvan, insan dışındaki canlıların adı değil en ağırından bir küfürdür artık. Düşünemediğinden değil de kötülük düşünemediğinden. Hikmetinden çokça sual ettiğim Tanrı bile kötüyken biz yaratılanlar nasıl daha iyi olabilirdik ki? Bakın nasıl buyurmuş sorgusuz sualsiz inananlara:“Andolsun ki, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır, fakat onunla gerçeği anlamazlar. Gözleri vardır, fakat onlarla görmezler. Kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibidirler. Hatta daha da aşağıdırlar.” Bütün bunlardan sonra ben nasıl biri miyim? Gözlerim, kulaklarım açık ama vicdanımı tortop edip çoktan fırlattım camdan dışarıya, aynı sizin gibi bir insanım, ne eksik ne de fazla!


12

Bir Değil HER DEVRiN

KADINI

Yazı: Tolga Öztorun • E-mail: tolgaoztorun@yahoo.com • İllüstrasyon : Demet Özge Aykan

B

en size bu sayıda çok özel bir kadın anlatmak istiyorum. Yakından sadece ufacık ama gerçekten yorgun bedeni ile tanışıyorsunuz. Gerçekte ise o bir dev. Bizlerin alışkın olmadığı kadar ve bir daha yenisi gelmeyecek kadar kocaman bir dev. Savunduğunuz bir konuda o kadar usta olun ki, sizin gibi düşünmeyenler sizden korksun. Öyle bir korksunlar ki adınız geçtiğinde bile huzursuz olsun, titresinler. E bir düşünce insanı güçlü olmaktan daha başka ne ister ki? Yok yok! Çok şey ister ama yine de bu da ne süpermiş yahu… Bir gün ben de böyle anılmayı çok isterim. Ben bir kadın tanıyorum sadece bir devrin kadını değil, her devrin kadını. Konusunda bir mermer gibi sert, ancak yanında gittiğinizde tanımak için hiçbir saniyeyi boşa harcayamadığınız, içi dışı bilgi dolu, yanına oturduğunuzda ağzından her çıkanı not etmek istediğiniz bir kadın... Erdemini isminde taşıyan, davasını hap yapmış, koca bir ulusa içirmiş. Hem de ne içirmek be kardeşim… Eğer biz bugün “yaşam hakkı” diyebiliyorsak onun sayesinde… İyi ki varsın bildiğim ilk ve gerçek hayvan hakları aktivisti Panter Emel… Devlet - mevlet tanımadı, doğru bildiğini her yerde bağıra bağıra söyledi. Hem de sadece hayvan hakları mı? Çevre dedi, doğa dedi, nükleer dedi, kadın dedi, eşcinsel dedi… Çok denendi ama susturulamadı. Onu sevmeyenler bile içten içe hayranlık duydu duruşuna. Bazen olmadık bir yerde öyle bir belirdi ki, hep yüzümüzü güldürdü. Kimi zaman bir karganın peşinde Türkiye’yi gezdi. Kimi zaman bir nükleer santral projesine karşı ter döktü. Benzerleri, taklitleri çok oldu, ama yaşayamadılar. Döneminin hep başını çekti. Açık Radyo’da hayvan hakları programı yaptı, Öküz ve Hayvan isimli mizah dergilerinde şahane, kitap olası yazılar yazdı. Günün birinde o yazıların bir kitapta toplanması en büyük hayalim. Sayesinde hak’kı öğrendik. Açtığı yol pek aydınlık kalamadıysa da ardından yürüyoruz. Eğer bugün yarım yamalak da olsa bir kanun varsa, onun sayesindedir. Gerçi mevcut kanun Türk Ceza Kanunu bünyesinde değil, Kabahatler Kanunu bünyesinde ama… Yani özetle geldiğimiz noktada; kapalı alanda sigara içmek ile sokak köpeğini öldürmek birbirinin muadili suçlar olsa da… Yaşa var ol her devrin kadını.


ADINI


14

BAY SEViMLi Yazı: ve İllüstrasyon : Onur Ünder

Y

üzüstü uyandığında kesmediği sakalları suratına battı. Saate şöyle bir baktı. Günün ortasındaydı. Üç buçuk... Belki de dört, çünkü saatinin yanılma payı düzensiz yaşantısıyla bütünleşmiş olsa gerek, asla doğruyu göstermiyordu. Yine bu kadar geç kalktığı için kendine küfürler yağdırarak, ereksiyon haldeki organına bakıp gülümsedi. Yatakta doğrulduğunda, etrafında kalmış ‘’koku‘’ artıklarını alması için pencereye uzandı. Perdeyi açtığında, karşısında yine O’nu gördü. Soğuk bir günde donmuş bir kediden farksızdı. Kedi kadar masum, kedi kadar şirin. Ama bay Sevimli, kedilerden tiksinirdi. Camı aralayarak, perdeyi örttü. Ayağa kalktığında telefonuna bir göz gezdirdi. En yakın dostlarından gelen cevapsız çağrı”ları gördü. Cevapsızdı; çünkü öyle olmalarına çaba harcıyordu. Zaten “hayatında yaşamaya değer ne yapıyorsun?” deseler, onlara dostlarına vermediği cevapları ve şu sabahı çoktan aşmış akşamüstü saatlerindeki “sabah ereksiyonu”ndan bahsederdi. Banyoya koştu. Banyoda günlerdir açılmamış çeşmesine uzanarak, aynada kendini süzdü. Çapaklarını sevdiği için çeşmeyi açmadan yine banyodan çıktı. Giyinmek için kirli sepetine yöneldi. En az kokulu olanları giyerek evden ayrıldı. Aslında evden seneler önce ayrılmıştı, ama ilişkiden sömürebileceği kadarı için şansını zorluyordu. Pencereden gördüğü “kedi gibi” olanla yine karşılaştı. Hatun kızmış bir edayla yanına yaklaşıp, “dün geceden sonra onu neden kapıya koyduğunu” , “bay Sevimli için bir objeden farkı olmadığını anladığını” ve suratına tükürmek için evden çıkmasını beklediğini söyledi. Bay Sevimli ise, ağ-

zını açtı ve bekledi. Ama tükürük yerine bir tokat geldi. Canı o kadar yandı ki, coşkuyla bir tane de o, hatuna patlattı. Bay Sevimli, “kedi gibi sevimli ama ona göre boktan farkı olmayan hatun”un, yüzüne bir şeyler olduğunu, düşüncesine göre, “gözlerinden su çıkarmaya başladığını” gördü. Aniden, “onu bile doğru düzgün beceremediğini, tuzlu ve iğrenç bir tatta çıkardığını” ve “defolup gitmesini” söyleyerek, yanından ayrıldı. Cebini sigara için şöyle bir yokladı, ama sigara yoktu. Arkasını dönüp “bari bir sigara ver” dedi. Kız sigara paketini yüzüne doğru fırlatıp, koşarak uzaklaştı. Bay Sevimli gerçekten bu kadarını beklemiyordu. O bir dala razıyken, hatun bütün pakedi vermişti. Sevincinden ağlayacak gibi oldu. Ama “duygularını bu kadar boktan bir şey için harcamak, onları boşuna kullanmak, israf olurdu” diye düşündü. Kullanmadı.. Dün geceyi harcadığı bara doğru yönelirken, kahvaltı için bir şeyler bulmalıydı. Kenar mahallerin birinde denk gelen simitçiden taze bir tane alarak, “iyi dileklerini” sundu. Sokağın bir köşesindeki, eski bir müstakil evin bahçesinin duvarına çıkarak simitle sevişmeye başladı. Tıkınırken gözüne sokaktaki bir reklam tabelası ilişti. Üzerinde, seksi bir hatun resmi ve “Aşk için el ele” diye bir yazı vardı. Simit bitmek üzereyken o tabeladaki hatunu gözünde canlandırıp, simitten her ısırık alışında onu bağırttığını hayal ederek karnını ve de libidosunu doyurdu. Duvardan atlayarak, sokaktan ana caddeye doğru yol aldı. Toplu taşıma araçlarından tiksiniyordu. Ama binmek zorundaydı. Balgamları etraflarına saçılmış yaşlı dedelerin torunlarından da, kocalarından zıl-


gıt yemiş, akşam ne pişireceğinin derdine düşmüş teyzelerden de pek haz etmezdi. O yüzden otobüsün en yalnız köşesine doğru ilerledi ve oturdu. Otobüsün doluluğundan dolayı, yanına doğru gelen yaşlı bir çift gördü. Yaşlı kadın değnekle, kocası ise, titreyerek yürüyorlardı. Yaşlı adam, karısına bay Sevimli’nin yanını gösterip oturmasını söyledi. Bay Sevimli buna razı olamazdı. Yaşlı teyzenin iznini isteyerek, pencere kenarındaki koltuğundan kalkmak istediğini söyledi. Yaşlı kadın, kocasına gülümseyip, yanına doğru çağırdı, ama yaşlı adam oturamadan bay Sevimli koridor tarafındaki koltukta yerini almıştı. Bay Sevimli sadece yerini değiştirmişti, çünkü; iki durak sonra inecekti ve pencere kenarına oturmuştu. Bu kısımdan çıkması zor olacaktı. Dün akşam içtiği bara sonunda varabilmişti. Bar sandalyesine çöktüğünde, aniden bir şey fark

etti. O, artık kendisi olmaktan çıkmıştı. İğrenç ve güvensiz bir insan olup çıkmıştı. Toplum tarafından itile itile, “it”in kendisi olmuştu… Düşündü… Etrafındaki insanlara nasıl davrandığını ve nasıl da yitmiş bir haysiyeti olduğunu kavradı. Yaşlanmış ve buruşmuş yüzünde bir tutam “sevimlilik” aradı… Bulabildikleri ise; çapakları, kirli sakalları ve sivilceleriydi. Kirlettiği bakirelerin sayısı kadar bira içerek, iyi bir insan olmak istediğini haykırdı kendi kendine… Ayağa kalktı, barmen kıza teşekkür edip, parasını ödedi ve bardan uzaklaşarak çıkmaz sokaklardan birine girdi. Sokağın gittiği yere kadar gidip, cebinden çıkardığı altı sıkımlık “aile yadigârı”nı alnına dayadı. Gecenin ilerleyen saatlerinde tek ve tok bir ses duyuldu arka sokakların birinden… Birileri o gece uyudu, birileri o gece sevişti, birileri de o gece sesleri dinledi sokaktaki… Dinleyenler uykusuzdu, sevişenler gergin, uyuyanlar habersizdi ve yaşayanlar suskun…


“vambirtevşan” - Remzi Erdem - http://remzierdem.deviantart.com/


Varoluşun Hayvani Dönüşümü Aslı Parlak - E-Mail: ilsa.kalrap@gmail.com

O

da, biz de hangi zamanda olduğumuzun ayırdında değildik, ama onun, yıpranmış paltosunun içindeki cılız ve çelimsiz vücudunun bu dondurucu soğukta hepimizden daha fazla üşümekte olduğunu tahmin edebilirdik. Yaklaşık 40 dakikadır sabit bir noktayı gözlerken, tamamen hareketsizdi. Ancak beklediği şeyin 100 metre ötedeki köşeyi dönüp de gelmekte olduğunu görünce bir anda keyiflenip, ayaklanıverdi. Gözlerinde beliren ışığı ve yüzünde aniden ortaya çıkan kocaman gülümsemeyi gördüğünüzde, ona yaklaşan bu şeyin belki de hayatının ilk aşkı olduğunu sanabilirdiniz; fakat neyse ki değildi. Onun yerine körüklü kırmızı bir belediye otobüsü, tıngır mıngır bize doğru yaklaşmaktaydı. Büyük bir zafer kazanmışçasına, “İşte”, dedi. “Sonunda geliyor.” Bu sözcükleri söylemesiyle, henüz 50 metre ötede olan otobüsün yamru yumru duruşuna bakıp içindeki kalabalığı fark etmesi bir oldu. Nadide gülümsemesi de bu fırsattan istifade ederek hemen dudaklarından yere zıpladı ve pıt kaldırımdaki su birikintisinin üzerine düştü. “Kahretsin, bu defa da çok dolu yahu! Şuna bakın sanki yolcu değil, çöp topluyor. Sonra da onları bir güzel öğütüyor!”... “İyisi mi ben bir sonraki otobüsü...” Tam bunları düşünürken L. otobüs durağında birden coşkulu bir alkış tufanı koptu. Aynı anda ilginçtir ki birileri de ışıkları söndürdü. Şimdi de hiçbir şeyi göremiyordu! Peki, ama bu nasıl bir oyundu? Bu alkışlar? Yoksa tiyatroda mıyız? Yoksa… Yoksa gerçekten de otobüs durağında değil de bir, bir sahnede? Ehh düzenbazlar!” diyerek kimi olasılıklarla mantık yürüttüğü sırada birileri tekrar ışıkları yaktı ve kısa bir göz kamaşmasından sonra her şeyi yeniden görebilir oldu. Aynı anda kırmızı bir örtü tepesinde bir kuş gibi uçuşarak seyircilerin üzerine savruldu. Çevresinde birçok insan toplanmış ona bakıyor, kalabalığın içindeki çirkin çocuğun “Tanıyorum annee, onu tanıyoruuum” diyen tekrarlı çığırtgan sesi kulaklarında yankılanıyordu. İyi ama bu çocuk az önce annesiyle birlikte otobüs bekleyen ağlak çocuğun ta kendisi değil mi? diye düşünerek bu saçma oyundan çıkmak ve orayı hemen terk etmek istedi, ama yapamadı. Tıpkı az önce olduğu gibi, başı sola dönük sırtı kambur oturur şekilde donup kalmıştı. “Ses... Ses... 1 2 3 deneme” ve kulakları delen ggggııııırrcccc sesini takiben biri kürsüye çıkarak bekleşen kalabalığa seslenmeye başladı “Sevgili B. ilçesi sakinleri, görmüş olduğunuz, buzdan yontularak yapılmış bu muazzam yapıt bir düş değil. Büyük sanatçımız, heykel üstadı S. Y. tarafından, gerçeğinin bire bir ölçülerine sadık kalınarak....Hiç bir zaman eriyip gitmeyeceğine

inandığımız, Var oluşun Dönüşümü isimli bu sanat eserinin ilçemizin en güzide noktasına ayrı bir ihtişam kazandıracağına.......” Konuşma buna benzer sözcüklerle devam etti ve biter bitmez alkışlar yeniden duyuldu. Ürpertiyle kendine geldi. Otobüs ağır ağır yaklaşırken, beyninin bir göz açıp kapama süresinde nasıl olup da böyle garip düşler üretebildiğine şaşırarak kendine geldi. Kararlı adımlarla, bekleyen diğer yolcularla birlikte nihayet durmaya karar veren otobüsün tam önünde açılan orta kapısına doğru ilerledi. Hiç bir işine yaramayacağını düşündüğü geometri şimdi işine yaramıştı. Lise öğretmeninin “Geometri hayatınıza estetik katar çocuklar” sözünü hatırlayarak, 75 derece açıyla kapanmakta olan kapıya yaslandı, 45 derece sola döndü, havada kalan sağ ayağını tıpkı bir balerin gibi 30 derece kaldırıp diğer ayağına paralel olacak şekilde uygun bir boşluğa, ancak önce birilerinin ayağına basarak, yerleştirebildi. Sonra da mükemmel refleksi sayesinde sol eli ile üzerine kapanmakta olan kapıyı tuttu. Kapanan kapının diğer tarafında hormurdanmakta olan gence bakıp sessizce “pardon” dedi. Genç adam homurtuyu keserek, başını sağ tarafındaki sarı saçlı kıza doğru çevirdi. Derin bir nefes almak istedi ama az olan oksijen nedeniyle bundan vazgeçti. Her şeye rağmen başarmış, eve dönüş yolculuğu öyle ya da böylece başlamıştı. Tam beş dakika bu yamuk şekliyle hiç kıpırdamadan durabildiğini görünce sevindi. Tutunamıyordu ama düşebileceği iğne deliği kadar bir boşluk bile olmadığından endişelenmedi. Fakat artık hızını iyice alan otobüs bir sonraki durağın önünde, ani bir firenle hızla durunca, ayaktaki diğer yolcularla beraber dengesini yitirdi. Düşmemek için hemen birşeylere tutundu. Aynı anda tutunduğu yumuşak şeyin (ne olduğunu bilmiyordu elbette) olduğu yerde, minik bir kadın boyutlarından hiç beklenmeyecek ölçüde korkunç bir çığlık attı “Hayvaaaaaan... Irz düşmanı... Namusuz hayvaaaaan!” Ne olduğunu anlayamadan kafasına inen ağır bir çanta darbesiyle şiddetin merkez üssünün ta kendisi olduğunu farketti. “Pardon... ama... otobüs... ben asla... düşmemek için...” gibi kelimelerle olanı gelişi güzel açıklamaya çalışırken tüm yolcular aynı anda cıkcıkcıkladılar. Cıkcıkcıklar bitince tepesine inebilecek yeni bir çanta darbesinden korkarak, can havliyle “inecek” düğmesine bastı. Şaşkın ve utanmış bir vaziyette orta kapıdan uzayın karanlık dehlizlerine doğru fırlatılırken, alkış tutan kalabalığın ortasında tekrar kendini gördü. Çirkin çocuk annesine onu işaret etmekte, katıla katıla gülmekteydi...



Sen Doğayı Dinlersen Doğa da Seni Dinler! Söyleşi: Erdinç Yücel • Fotoğraflar: Gürşat Özdamar - Defne Okay - Erdinç Yücel

D

efne Okay bir akademisyen, bir anne, bir hayvan dostu, bir fotoğrafçı, eski bir dansçı… Bunlar ve daha fazlası… Ancak kendisini Hayvani Draje okurlarına tanıtmak için sıraladığımız bu sıfatlarla kimliklendirilmek istemeyen, “kimlik giyinmeyi” tercih etmeyen bir yolcu… Defne Okay’la içsel yolculuğundaki duraklardan konuştuk ve o yolculuğun bir saatine ortaklık etmiş bulunduk…


20

Yolda ölü bir hayvan gördüğü yakında toprak varsa toprağa koyuy bunu gören insanlar için bu o kadar ki… Tuhaf tuhaf bakıyorlar.

Draje: Fotoğrafla ilişkinden başlayalım istersen… Defne Okay: Öncelikle şunu söyleyeyim. Bu bir yolculuk benim için… Bir tür iç yolculuk aslında… Bana göre hayatta ne yaparsan yap aslında bir amaç için yapıyorsun… Benim de amacım kendimi daha iyi tanımak ve ifade etmek. Fotoğraf sürecinde ya da yaşamım içinde kendimi daha iyi anlamak, neden burada olduğumu anlamak… Kendimi daha iyi ifade edebilmek için fotoğrafı seçtim. Ben önceden dans ediyordum. Konservatuarda yarı zamanlı klasik bale eğitimi aldım. Daha sonra başka danslar da yaptım ama sakatlandım. Dans hayatım aslında çocukluktan itibaren başlayıp, 1991 yılına kadar sürdü. Dansçı da olsam fotoğrafçı da olsam… Belki çöpçü de olabilirdim ama ne yaparsam yapayım içinde olduğum arayışta bir araçtır o yaptığım iş. Şimdi de bu arayışta fotoğrafı kullanıyorum. Draje: Danstan söz ettin ya, dansta bir hâkimiyet olayı var gibi geliyor bana... Bedenine hâkim olmak, çevrenle daha uyumlu etkileşmek gibi şeyler var dansta. Fotoğrafta da bu hâkimiyet meselelerinin bir yeri yok mu? D.O.: Fotoğrafta da cevre ile etkileşime giriyorsun. Ama fotoğrafta bireyselliği dansa göre daha çok hissediyorum. En basit olarak ifade edersem fotoğraf makinesini boynuma takıyorum ve gidiyorum bundan daha özgürce bir şey var mı? Bir sürü görüntü içinden birini seçiyorum ve o anda deklanşöre basıyorum. Neden o görüntüyü seçiyorum? Aslında bence asıl soru o. Neden sağdakini değil de soldaki görüntüyü seçiyorum. Neden 2 dakika önce ya da sonra değil? Draje: Bir şey görüyorsun ve o sadece senin gördüğün bir şey… Herkesin baktığı bir yerde sadece senin gördüğün bir şeyi sabitliyorsun… Bir kontrol takıntısı filan yok mu burada?

“Sergi köpek fotoğ da orada bir araç. Var anlatmaya çalıştım b niyetliliğimle köpeklerden


ümde kaldırıp yorum mesela ama r garip bir davranış

ğraflarından oluşuyor ama tabii onlar r olmak yok olmak… Bir dönüşümü ben orada ve bunu anlatırken tüm iyi faydalandım, destek aldım diyelim.”

D.O.: Yok canım… Öyle şeyler yok… Ama şöyle bir şey var. Çok gerilerden gelen bir şey... Ben şu an sana bakıyorum. Senin fotoğrafını çekebilirim. Ama şuradaki kedinin de fotoğrafını çekebilirim. Ya da mesela gökyüzünün... Yani o anda neyi seçtiğim ve neden seçtiğim çok önemli. Herkes farklı bir yol seçebilir ama benim tercihim genellikle bir konsept belirleyip onun etrafında çekimler yapmak. Böyle olunca çekmeye başlayana kadar zaten düşünsel olarak bazı şeyleri oturtmuş ve ‘’yeni bir başlangıç yapmak için’’ bazı sonuçlar çıkarmış olarak gidiyorum oraya… Draje: Oradaki seçimlerde ruhsal durumun bir önemi yok mu peki? D.O.: Ruhsal durum elbette var ama sadece ruhsal olana dayandırmak doğru bir şey değil. Ben zaman zaman spontane çekimler yapsam da az önce dediğim gibi bir konu belirleyip onun etrafında dolaşmayı tercih ediyorum. Sonuçta fotoğraf teknik bir mesele… Tekniği kullanabilmek önemli. Ne çekmek istediğini bilirsen ona göre teknik ekipmanla gidebilirsin çekime… Draje: Biz Hayvani Draje derken benim kafamda daha çok insan merkezcilikle ilgili sıkıntılar dönüp duruyor ve belki de “insan nedir?” sorusunun cevabını arıyor gibiyiz. Burada verdiğin cevaplar da bence konuya bağlanıyor aslında. Fotoğraf çekerken ortada düşünsel bir süreç var. Bir karar alma süreci var ve bunun bir arka planı var, senden çok önce yaşamış insanlardan gelen bir birikim var… Bir yandan da tamamen öznel duygusal süreçlerin var, bakışın var falan… Kontrol takıntısı diye sorarken yine bu “insan nedir?” sorusuna varmak istiyordum doğrusu… D.O.: İnsanın tanımı üzerine dünya kadar kaynak var. Bu konuda tartışmalar var... insanın tanımını ortaya koyan ‘’sadece’’ bunlar mıdır gerçekten? Bu soru, öyle iki dakikada cevap verilebilecek bir şey değil. Hele benim için hiç değil… Röportajın başında ifade ettiğim gibi, bir arayış içindeysen, varlığını sorguluyorsan hele… Bilmem ki bir ömür yeter mi buna cevap bulmak için. Bulduğunda ya da bulduğunu zannettiğinde de o öyle kalmıyor ki. Değişiyor. Değişmesi, gelişmesi demek değil mi? Draje: Bir anı bir kareye hapsederken orada dış dünyaya karşı bir kontrol ilişkisi yok mu? D.O.: Hımm. Hapsetmek mi, özgür bırakmak mı? Sonuçta elinde mekanik bir alet var ve gözlerini kapayıp ortaya rasgele bir kare çıkarma şansı tanımıyor sana… yani çekersin de nasıl olur bilemem… Draje: Modelli fotoğraf çekerken peki? Sen şurda dur, şöyle bak, şu duyguyu ver filan… D.O.: Tabii orda daha fazla kontrol var. Karşında bir model duruyor. Orada ışığı kontrol edebilirsin, kadrajı kontrol edebilirsin ama modelin davranışlarını bir yere kadar kontrol etmek mümkün. Draje: Hayvan fotoğrafları da çekiyorsun. Sokak hayvanlarıyla ilgili serginden söz edelim mi? D.O.: Sergi köpek fotoğraflarından oluşuyor ama tabii onlar da orada bir araç. Var olmak yok olmak… Bir dönüşümü anlatmaya çalıştım ben orada ve bunu anlatırken tüm iyi niyetliliğimle köpeklerden faydalandım, destek aldım diyelim.” Köpekler var, evet bunu hayvan haklarını savunmak olarak da yorumlayabilirsin. Çünkü onların hepsi sokak hayvanları... Fotoğrafların hepsi, gece vaktinde Emirgan parkında çekildi. Onlara dikkat çekmek için de çektiğim söylenebilir, o da doğru… Yanlış bir okuma değil bu. Ama asıl amaç o değildi. Asıl amaç benim kendi içimde yaptığım bir takım tanımlamaları ortaya koymaktı. İşte bunlardan bir tanesi zaman, bir tanesi dönüşüm, var olmak, yok olmak…


22

sa toprağa koyuyorum ama bunu gören insanlar için bu o kadar garip bir davranış ki… Tuhaf tuhaf bakıyorlar. Nasıl oluyor da ölü bir kediyi elimde tutuyorum. Nasıl oluyor da iğrenmiyorum, korkmuyorum… Kafalarında bu var… Canlıyken korkmadığım bir hayvandan ölüyken niye korkayım ki? Ona saygı gösteriyorum. Bütün mesele bu.

Draje: Hayvanları çekerken hayvanlar tepki gösteriyorlar mıydı? D.O.: Ben köpeklerin yanında fotoğraf çekerken sanki orada yoktum. Benim varlığımı hissettiler ama ben orada yokmuşum gibi davrandılar. Onların ortamındayken onlara saygı duymak zorundaydım. Zaten hayvanları bir tehdit unsuru olarak görmüyorum. Tehdit unsuru olan insanlardır. Sen hayvanlara bir şey yapmazsan hayvan da sana bir şey yapmaz. Draje: Bütün hayvanlar için geçerli değil ama bu. Kaplanın yanına gittin, bir şey yapmaz mı yani? D.O.: Kaplan Taksim’de dolaşıyor mu? Kaplanı hayvanat bahçesinde tutuyoruz mesela… Buna hakkımız var mı? Sen kaplanın ortamına girip ona tüfek doğrultursan o da seni yer. Bu onun hakkıdır! Draje: Hani dini metinler filan evrenin insan için yaratıldığını söyler ya. Sadece dinlere de mahsusu bir şey değil bu. Bilim de böyle yapıyor… “Her şey insanlar için” diye bir algı var. D.O.:Şu bir gerçek, insanlar için bir şeyler yapılması gerekiyor. Bunu da göz ardı edemeyiz. Sadece her şeyin dozunda yapılması gerekiyor. Hayvan deneylerini düşünelim. Daha önce yapılmış deneyler tekrar tekrar yapılıyor. Sırf tıp öğrencilerinin bu konuda deneyimleri olsun diye. Gitsin kaynaklardan öğrensin ya da videosunu izlesin. Tekrar tekrar bir kurbağanın karnını açmaya ne gerek var? Hayvanlar üzerinde kesinlikle deney yapılmasın demek kolay değil. Bunun tamamen önlenebilmesi de çok zor ama bunun en aza indirilebilmesi gerekiyor. Draje:Oradaki meşruiyet alanı ne? D.O.: Benim karşıma hep şu soru çıkıyor: “e bir hayvan da diğerini öldürüyor…” Evet, öldürüyor çünkü karnını doyurmak zorunda. Biz, sadece yediğimiz kadarını değil aynı zamanda zevk için gidip avlanıyoruz. Bir hayvanı beslenmek için öldürecekseniz acı vermemeye de özen göstermeniz gerekmez mi? Doz, niyet ve üslup çok önemli… Saygı duymak önemli… Yolda ölü bir hayvan gördüğümde kaldırıp yakında toprak var-

Draje: Hani hayvan haklarıyla ilgili bir şeyler söylerken bir takım “muhalif” insanlar şey derler ya: “Bilmem nerde insanlar öldürülürken senin dert ettiğin şeye bak… Gitmiş balinalarla ilgileniyorsun…” Şunu anlamıyorlar galiba, balinalar öldürmüyor ki o insanları… D.O.: Ben onlara bir şey demiyorum artık. Neden bir seçim yapmak zorunda olduğumuzu anlamıyorum. İnsanlara gösterdiğin özeni aynı zamanda doğaya da göstermelisin. Hayvanlara ve bitkilere de göstermelisin. Ama böyle şeyler duyduğumda cevap vermiyorum. Kendini kısıtlayan bir insana neyi ne kadar anlatırsan anlat, o inandığı ve bildiği kadar alacaktır.

Draje: Kendini bu konuda bir kimlikle tanımlıyor musun? “Hayvan sever” olur, hayvan özgürlükçüsü olur… D.O.: Yo bir kimlik giyinmenin Kaplan Taksim’de d hiç anlamlı olduğunu düşünmühayvanat bahçesinde yorum. Ben kendimi ne kadar Buna hakkımız va önemsiyorsam çevremi de o ortamına girip ona tü kadar önemsiyorum. Bu ruhunuzda yaşatacağınız bir şey. Her seni yer. Bu on şey birbiriyle bir etkileşim içinde ve birbirinden ayırıp hareket edemezsiniz. Her şey bir ayna… Yolda gördüğün kediye tekme atıyorsan o tekme kendine attığın bir tekmedir aslında. Demek ki çok öfkelisin ama o tekmeyi kendine vuramadığın için kediye yöneliyorsun. Ona gösterdiğin saygı kendine gösterdiğin saygıdır… Ayrıca hayvan sever lafına çok sinir oluyorum ben. Ne demek hayvan severler… Hayvan sevmeyenler ne yapsın? Tekme atsın, su vermesin, her şeyi yapsın mı? Hayvan sevmek zorunda değilsin ama saymak zorundasın evet. Draje: İlkel denen kültürlerin doğayla ilişkisine benzer şeyler söylüyorsun… D.O.: Sen doğayı dinlersen doğa da seni dinler. Seni sadece ben dinlemiyorum burada… Arkandaki ağaç seni dinliyor. Şuradaki kedi seni dinliyor. Dinliyor bundan emin ol. Her tavrın her tepkin bir şekilde sana dönecektir mutlaka… Hani “insan nedir?” dedin ya; bunun kısa bir açıklaması yok ama cevap bu konuştuğumuz şeylerde gizli belki. Draje: İnsana pozitif ya da negatif anlamlar yüklemiyorsun anladığım kadarıyla. D.O.: Hayır. İnsanı bir takım öğretiler bir takım yasalarla filan kısıtlamadığın takdirde, onu kendi


haline bırakırsan insan kendini bulur öyle değil mi? Draje: Peki bu bir takım şartların, kuralların, öğretilerin “insan nedir” meselesinde bir yeri yok mu? Hani insanı insan yapan şeyler deyince hep pozitif olana vurgu vardır ya… Ama o öyle değil. İnsan bugün neyse… Despotluğu da kötülüğü de dâhil insanı o şey yapan şeyler arasında bu kurallar yasalar filan yok mu? D.O.:Kediyi kedi yapan ne? Sadece varlığı işte… Ben insana da öyle bakıyorum. En azından böyle görmeyi tercih ediyorum. Bu da benim tercihim. İster hayal âleminde olduğumu söyleyin, ister baksa bir şey… Bu da benim umurumda değil.

Draje: Ama senin davranışlarını güdüleyen pek çok etmen var. İçgüdülerin var, deneyimlerin var, öğretilmiş şeyler var. Yasalar, kurallar, tabular bir sürü şey… Senin bu bakış açını koşullayan bir sürü şey var yani. D.O.: Öğretiler diyorum ya zaten. Benim neredeyse 16 aylık bir oğlum var. Kedi, böcek ne görürse ondan korkmamasını sağlamaya çalışıyorum. Çünkü her şey bizim bir parçamız, ben buna inanıyorum. Yaşama böyle baktığın zaman, dolaşıyor mu? Kaplanı insana şöyle davranmalı, bitkiye e tutuyoruz mesela… şöyle, hayvana şöyle... gibi bir ayrıma girmiyorsun. Tabii ki fark ar mı? Sen kaplanın var… Fark yok demiyorum ama üfek doğrultursan o da biz neye göre onları sınıflandırınun hakkıdır… yoruz. Bizim gibi konuşamadıkları için mi? Yürüyemedikleri için mi? Okuyup yazamadıkları için mi? Yoksa ufak olduğu için mi bir böceği ya da karıncayı ezebiliyoruz? Nasıl bir güç ki bu? İletişimin bin bir yolu var. Çok var. Bunlardan biri de zihinsel iletişimdir. Bunu denemek çok mu zor? Deneyin bakalım,neler olacak… ’’İnsanlığımızdan‘’ bir şey kaybetmeyiz, emin olun! Draje: 16 aylık bir oğlun var. Büyüdüğü zaman elinden tutup hayvanat bahçesine götürür müsün onu? D.O.: Hayır kesinlikle… İnsan sirki belki eğlenceli olabilir ama hayvanların zorla kapatılıp bir takım şeyler yapmaya zorlandığı bir sirki ya da hayvanat bahçesini eğlenceli bulmuyorum. İnsanlar orada kendi isteğiyle, iradesiyle çalışıyor ama tutup da bir fili iki ayak üstünde tutamazsınız. Durduk yere niye iki ayak üstünde dursun. Kendi doğasında var mı böyle bir şey. Draje: Nasıl yaptırıyorlar? D.O.: Bilmiyorum ama aklıma hemen ayıların oynatılması geliyor. Türkiye’de o yasaklandı mesela. Ayaklarını kızgın zemine koyup tef çalıyorlar ve o şekilde şartlandırıyorlar. Bu işkence… Sirklerde de o hayvanların kendi doğasında asla yapmayacağı hareketler buna benzer yöntemlerle yaptırılıyor.

Draje: Filler mesela küçüklüklerinde ayaklarından zincire bağlanıyor. Zorluyor zorluyor koparamıyor ve büyüdüğünde artık denemiyor çünkü o zinciri koparamayacağına şartlandırılmış oluyor. D.O.: Biz de şartlandırılıyoruz. O hayvanların orada o şartlarda tutulmasını doğal karşılamaya şartlandırılıyoruz. Ben çocuğumu sirke götürmem ama götürecek olursam da karşıt bir tezle götürürüm. ‘’Bak bu hayvanlar kafeslere kapatılıyor, ama mutlu olmalarına imkân yok, onların yeri doğal ortamları…’’ diye. Biliyor musun, şehirlerarasındaki benzin istasyonları artık müşteri çekmek için küçük hayvanat bahçeleri yapıyorlar. Draje: Çocukların hayvanları tanıması, sevmesi için bunlar gerekli diyorlar… D.O.:Hayvanları ben o şekilde sevmedim. Kafeslerde gördüğüm ya da acıdığım için sevmedim. Hayvanlar için pek çok şeyi feda edebilirim ve bu sevginin ve saygının ortaya çıkması için hayvanat bahçelerine gitmem gerekmedi. Hayvanların yeri o kafesler değil ki… Draje: Sokak hayvanları hakkında ne düşünüyorsun? D.O.:Bir itirafta bulunayım. Ben sokakta kedi köpek görmekten keyif alıyorum. Bir şekilde hayvanlarla iç içe olmak hoşuma gidiyor. Ama onların daha iyi şartlarda yaşamlarını sürdürebilmesi için başka bir şeyler lazım. Barınaklar konusu da özel bir noktaya denk düşüyor burada… Orası bir hapishane bir yandan… Öte yandan bu hayvanları kötü toplumdan koruyan bir hapishane. Bu bir çözüm mü? Değil bence… Zor konular bunlar… İnsanı ikilemde bırakan konular. Draje: Okurlarımız için üç kitap önerebilir misin? D.O.: Britta Jaschinski ‘nin ‘’ZOO’’ isimli fotoğraf albümü. Franz Marc’ın resimleri. Rudolf Steiner ‘’ Teozofi’’ ve Maurice Merleau - Ponty ‘’ Algılanan Dünya’’ ve ‘’ Göz ve Tin ‘’ Bir de Leonardo da Vinci’nin “Bilmeceler”i var. Da Vinci’nin vejetaryen olduğunu bilir misin? Hayvanlara ilişkin çok katı soru cevapları var. Tavsiye ederim çok ince ve güzel bir kitaptır.


24 12 MAYMUN vs. 3 MAYMUN Yazı: Erdinç Yücel • E-mail: yucelerdinc@gmail.com

H

ey siz dışarıdakiler… Orada olduğunuzu biliyorum. Niçin çığlık çığlığa bağırıp durduğum hakkında hiçbir fikriniz yok hala! Merak da etmiyorsunuz elbette… İstediğiniz tek şey birinin artık beni susturması… Kes sesini… Kes sesini pislik… Kulaklarınızı tıkamanız boşuna… Biliyorsunuz bunu… Ben bağırdıkça televizyonlarınızın sesini daha çok açıyordunuz. Bu delikten fırlayıp karşınıza çıkmamdan korkuyordunuz ve kafanız televizyon ekranına gömülecekti neredeyse… Her şey için çok geç ama hiç ders almıyorsunuz şu hayatta… Çenemi kapamam için bile seslenmiyorsunuz bana… Dilinizi yutmuş gibisiniz ama içinizden tekrarlayıp durduğunuz her şeyi biliyorum ben… Kes sesini… Kes sesini pislik… Tamam, bunu siz istediniz… Çığlık çığlığayım çünkü biri beni duymak zorunda… Sonsuza dek kendi kendime konuşmaya mahkûm edemezsiniz beni… Sizlerden biri olamamanın bedelini çoktan ödedim ben. Yüzüme iliştirdiğim o aptal sırıtışla ödedim… Sizi taklit ediyordum sadece… Size benzemek için yaptım ne yaptıysam… Biri beni duysun diye… Biri konuşsun diye benimle… Her şeyin sebebi buydu… Hepsinin sorumlusu sizsiniz kaçış yok bundan… Kes sesini… Kes sesini pislik… O aptal sırıtışla öyle komiksin ki… O delilik… O hayvani çığlıklar yüzünden ölene dek o delikte iyileşmeyi bekleyeceksin… Kes sesini… Kes sesini pislik… Televizyon… Sesini sonuna kadar açtığınız yetmedi, koca koca kolonlarla desteklediniz onu… Beş artı bir… Kafanızı gömdüğünüz ekrandan mutluluk akıyordu suratınıza… Bağırsaklarını boşaltan hazımsız bir bünyenin duyduğu memnuniyet… Ritmik kasılmalar… Kıyılmışşş… Zeytinyağı ve şaraba batırılmış ettt… Yüzünüzü çevirip aynaya bakacak ce-

saretiniz olmadığı için oradasınız… Görmekten ve duymaktan deli gibi korktuğunuz her şeyden dolayı buradayım… Beni dinlemek zorundasınız… Sonsuza dek kendi kendime konuşmaya mahkûm edemezdiniz beni… Hey siz dışarıdakiler… Orada olduğunuzu biliyorum. Bir kez daha gömüldüğünüz bu sessizlik değil miydi başınıza gelen her şeyin sebebi? Kulaklarınızı yeniden kapamanız boşuna… Bu, kafeste bir mahkûmun size son çağrısı… Kodeste bir deli… Tımarhanede maymun… Görmekten ve duymaktan korktuğunuz her şey, televizyonda oynaşan görüntülere bağımlı kılıyor sizleri… Vıcık vıcık pornografi… ettt pazarı… Kes sesini… Kes sesini pislik… Aklınızdan geçtiği anda donup kaldığınız her şeyi yapabildiğim için buradayım… Ama beni bu kez dinlemek zorundasınız… Televizyon ekranlarına yapışıp sesini sonuna kadar açmasaydınız, bu kadar şiddetle haykırmak zorunda kalmayacaktım… Ana haber bültenlerinden seslenmek zorunda kalmayacaktım size… Hey… Siz... Dışarıdakiler… Orada olduğunuzu biliyorum… O sığınaklarda kaç kişi kaldınız? Sadece bunu merak ediyorum… Hey siz… Erdinç, Utku’nun yan sayfada görülmekte olan çağrısına uyarak, insan nesline bir günde yükselen bir duvarın öte tarafından seslenmekte; öte yandan bu seslenişiyle 12 Maymun ve 10… 9… 8… filmlerini selamlamaktadır… Her iki filmi de izlemekte sonsuz fayda görülmektedir… 10… 9… 8… Buyurun… http://www.vicdanfilmleri.org/?see=gzmxx


“CHOPPİNG UP” Utku Atalay http://dramod.deviantart.com


26

ET GERÇEĞİ Arabanızdan mı?, bifteğinizden mi vazgeçersiniz? Yazı: Tolga Öztorun • E-mail: tolgaoztorun@yahoo.com • İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

S

ürekli bir küresel ısınma lafıdır gidiyor. Bilen de bilmeyen de konuşuyor. Peki gerçeklerin ne kadarını biliyoruz? Yada katil endüstriler bizden ne kadarını saklıyor? Bilmediğimiz çok şey var. Çünkü çok şey bilmemiz bir çok köşe başını rahatsız edecek. Küresel ısınma yüzünden bugüne kadar hep ampulleri, arabaları suçladık ama geç de olsa öğrendik ki küresel ısınmanın en büyük sebebi tabağımızdaki ceset. Endüstriyel etin yani endüstriyel hayvan çiftliklerinin, küresel ısınmadaki en büyük suçlu olduğunu biliyor muyuzdunuz ? Yani çiftlik hayvanlarının çıkardığı metan gazı. Bir ineğin yıllık gaz salınımı 4.5 arabanın meydana getirdiği ya da bir arabanın 70.000 km kat ederek yaydığı gaz salınım miktarına eşit. Bütün suç ineğin poposunda değil mi? İnanılmaz bir rakam değil mi? Peki şimdi küresel ısınmanın suçlusu “hayvanlar” mı oldu? Yok değil elbette. Onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce zavallı hayvanı bir kafese doldurup, toprağa basmadan, güneş yüzü görmeden yaşatıp, kesip yiyen insanoğlunda suçun tamamı. Endüstrinin her çeşidi öldürür, yok eder, tüketir, bitirir. Haftada sadece bir gün et yenmemesi, bütün geleneksel ampullerin düşük enerjili ampullerle değiştirilmesi durumunda ortaya çıkacak sera gazı salınımı düşüş miktarının iki katı kadar etki yaratacaktır. 6 etsiz gün, arabaların yok edilmesi ve hiç kullanılmaması ile aynı etkide. Hayvansal kaynaklı protein üretmek için kullanılan alan miktarı, bitkisel kaynaklı protein üretmek için kullanılan alanın yaklaşık 10 katı. Sözün özü: İklim problemlerinin çözümü aslında tabağımızda! Herkesi düşünmeye davet ediyoruz: Arabanız mı, bifteğiniz mi?” Peki ya siz şimdi sorum size… Dünya için bir şey yapacak olsan arabanızdan mı bifteğinizden mi vazgeçersiniz? İki yüzlülüğe gerek yok. Et yiyen bir çevreci veya hayvan hakları savunucusu olamaz. Gelecekteki ütopyam herkesin vejetaryen olması… içi de dışı gibi temiz insanlar, mutlu hayvanlar, kansız para, endüstrisiz yaşam. Çok mu şey istiyorum sizce ? Yaşam Hakkına Saygı Derneği, Hollanda Hayvanlar Partisi tarafından çekilmiş “Meet the truth” ismindeki şahane belgeseli Et Gerçeği ismi ile Türkçeye çevirmiş, yetmemiş seslendirmiş daha da yetmemiş http:// www.etgercegi.com diye internette yayınlamış. Eee daha ne yapsınlar. Seyretmeyen çölde susuz kalsın.



28

sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak günde

Lokantad

Güneşin kendisini gösterip havaları ısıttığı bugünlerde Tayland’da 27 Nisan 2010 günü Tayland’dan gelen hab

Haber: Hayriye Gülle - E-mail: asparajans

Beyninin önemli bir bölümünü kaybettikten sonra lokantada dehşet saçan cani maymun (temsili)


em sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

da Vahşet

an gelen vahşet haberi Türk ve Dünya kamuoyunun içini ürpertti. berler ülkemizde büyük infiale sebep oldu.

s@gmail.com - Fotoğraf: As Parajans

C

anlı Maymun Lokantasında Dehşet: Tayland muhabirimiz Mervenur Tekbıyık’ın bildirdiğine göre 27 Nisan Salı günü Tayland’da bir iş gezisi için bulunan ve isminin açıklanmasını istemeyen bir vatandaşımız maymunların korkunç saldırısı sonucu ağır yaralandı. Tayland gezisi sırasında yerel mutfağı tanımak için canlı maymun lokantasına giden talihsiz iş adamı, lokanta görevlilerinin ihmali sonucu bağlı olduğu düzenekten kurtulan maymunun saldırısına uğradı. Lokantada yaşanan kargaşa sırasında kaçmaya çalışırken birbirini ezen müşterilerden ikisi hafif yaralanırken cani maymun, aralarında 50 yaşındaki işadamımızın da olduğu iki müşteri ve bir personeli rehin alarak dehşet saçtı…

H

er Şey Yolunda Gidiyordu: Yerel saatle 21:00 sıralarında Brainbow isimli restorana giden talihsiz işadamı, siparişini verdikten sonra özel düzenekli masaya getirilen maymunun kafatasını bizzat açmak istedi. Restoran görevlilerinin yardımıyla bu işlemi büyük bir başarıyla gerçekleştiren vatandaşımız, garsonların gösterdiği beyin bölgelerini yemeye başlamıştı ki olanlar oldu. 3 yaşında olduğu bildirilen Moloko isimli maymunun Prefrontal korteks bölgesine kadar yemeğine devam eden vatandaşımız beynin önemli bir bölümünü yemişti ki birden maymunun kendisine küfretmeye başladığını gördü. Hemen garsonları çağırarak bu skandaldan dolayı özür bekleyen işadamımız, garsonların umursamaz tavırlarıyla karşılaşmaktan duyduğu memnuniyetsizlikle lokantadan ayrılacaktı ki masayı toplamaya başlayan görevlilerin ihmali sonucu bağlı bulunduğu düzenekten kurtulan maymun tarafından rehin alındı.

İ

nanılmaz Vahşet Görüntüleri: Ağza alınmayacak küfürler eşliğinde müşterilere saldıran Moloko isimli maymun, aralarında işadamımızın da olduğu iki müşteri ve bir görevliyi rehin

alırken olay yerinden kaçmayı başaran turistlerin çağırdığı polis ekipleri geldiğinde her şey için çok geçti. 50 yaşındaki talihsiz işadamının ırzına geçen Moloko ölü ele geçirilirken cani maymunun zorla tuzluk yutturduğu lokanta çalışanının hayati tehlikeyi henüz atlatamadığı bildiriliyor.

T

ABİTAK: “İşadamının Hatası” Dedi… Olayın ardından bir açıklama yapan Tayland Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu sözcüsü Somchai Chavarat; cani maymun Moloko’nun beyninin önemli bazı bölümlerinin yenilmesi sonucunda maymunun insanlar gibi konuşmaya başlamasının yeni bir bulgu olmadığını belirtti. Chavarat, böylesi olaylarla karşılaşılmaması için gerekli tüm uyarıların lokantaya giren herkese yapılmakta olduğunu ve her şeye rağmen, uyarılara aldırmayan vatandaşımıza geçmiş olsun dileklerini en üst düzeyde ilettiklerini de sözlerine ekledi. TABİTAK’tan yapılan açıklamaya sert tepki gösteren Kamboçya merkezli “İnsanlık Hakkı Sevgi Birliği” isimli sivil toplum kuruluşu üyeleri ise; beyinsiz maymunların insanlara has davranışlar sergileyebildiğini ima eden Chavarat’ı kınayan bir açıklama yaparak olayın gerçekleştiği lokantanın önüne getirdikleri maymun maketini yaktılar.

V

ahşetin Kurbanı Yurda Döndü Adının açıklanmasını istemeyen talihsiz kurban ise As Parajans için yaptığı çok özel açıklamada Tayland’a bir iş gezisi için gittiğini ve orada yerel tatlar hakkında bilgi edinmek gibi masum bir amaçla ziyaret ettiği canlı maymun lokantası yetkililerinden davacı olacağını söyledi. Uğradığı saldırının kişisel olduğuna inanmadığını belirten talihsiz kurban; “Bu iğrenç saldırı bütün insanlık âlemine yapılmış vahşi ve hayvani bir saldırıdır, ömrümün geri kalanını sahipsiz hayvanların kısırlaştırılması mücadelesine adayacağım” diye konuştu.


30

“Cinciky” - Gizem Güvendağ - http://gizemm.deviantart.com/


Çırılçıplağız, Etiket Basılmış Yazı: Pınar Karaaslan • E-mail: pnar.karaaslan@gmail.com

“Ne?” dedim; “Mukadderat?” dedi biri. “Olmaz. Ama bu kadarı olmaz. Yani en azından simdi olmaz. Sana olmaz. Olmamalısından bir demet değil miydi bu? Hani harikaydı. Harika ne demekti ki?” dedim; ”Ben bilmiyorum. Artık bilmiyorum.” dedi biri. Hayvan bunlar demek istedim. Diyemedim. Bana yakışmadı. Etiketlerimizle konuştuğumuzdan, ilerisine geçemedik hiç. Yetmedi. Yetiremedim; diyen Şener Şen misali; koşasım var şimdi, sokaklarında, ait olmadığım şehrimin. Çırılçıplak. Olmadı; olduramadımındayım şarkının. (bakınız, olduramadım, Özkan Uğur) Özüme döndürmediler beni. Hayvan olamadım. Oldum da bilemedim belki. İnsan olmak günümüzde hayvanlıktan geçiyor ya bir kuplecik. Benim bilinçli isteğim, Catch 22 Kombat Yossarian vakasına dönüştü. Adam eğer bir gün gelip de ben deliyim diyorsa, bu kırmızı düğmeye basmak gibidir. Adam deli değil; Sadece bilinçlidir. Hayvanım ben. Duyuyor musun? Hoşa gitmeyen hareketler sergileyen kişilere hayvanlığın lüzumu yok filan derler ya... Hayvanlar böyle çirkin, kötü, aptal yaratıklar oluyor bu durumda... İnsanlar da sanırsın her biri birer milla yovoviç, bred pit, albert aynştayn ve rahibe teresa hepsi birarada şahane varlıklarız... Peki bu kediyse ciğer nerede? Ya da bu ciğerse kedi nerede? Hırsızın hiç mi suçu yok? Toplama kamplarını hangi maymun kurdu? Atom bombasıdır, napalmdır giyotindir hangi eşeğin icadı? Savaşların, çevre felaketlerinin filan sorumlusu hangi gergedansa çıksın ortaya yüzüne dolu dolu tükürmek istiyoruz. Hele o televizyonlarda bizimle alay eder gibi konuşup duran tavus kuşları var ya tüylerini tek tek yolmak istiyoruz onların. Sokaktaki çocukları tekmeleyen kedilereyse söyleyecek söz bulamıyoruz. Hayvanlığın lüzumu yok yani...


32

Doğaya Müd

Yazı:Duygu İslamoğlu • E-mail: duygu.islamoglu

Y

edi yaşındaki kardeşimle savaşlardan bahsediyorduk. Ona bir şeyleri anlatırken en baştan başlamak, en basit haliyle anlatmak benim için de, konuya bambaşka bir gözle bakabilmem açısından çok faydalı, çok farklı bir deneyim oluyor her zaman. Güç, Ego, Sahiplenme Duygusu, İnsanlık ve İçgüdüler, bir anda bambaşka gözüküveriyor gözüme. Hani şu hakkında atıp tutmaya bayıldığımız, uğruna defalarca süslü cümleler dizdiğimiz; kalp atışlarımızı hızlandıran, bize birer sigara yaktıran, yeri geldi mi uykularımızı kaçırtan kavramlar. Kardeşim kaşlarını çatıp şöyle diyor: “Çok saçma. Hâlbuki daha iyi bir yolunu bulabilirlerdi.” Onun gözüyle, mahallede kendi kendilerine oynayan çocuklara kabadayılık yapıp ‘burası bizim yerimiz, gidin başka yerde oynayın’ diyen çocukların yaşadığından hiçbir farkı yok savaşın. Arkasındaki güçlere (anne-baba-abi), silahlarına (taş, sopa, yumruk) ve oranın kesinlikle kendilerine ait olduğunu sanmalarına güvenen bu çocuklar genellikle savaşı kazanan taraf oluyorlar. Her şey normal gözüküyor. Ancak iş, Ego’yu anlatmaya geldiğinde işin rengi değişiyor. “Şimdi biz, her şeye sahip olmaya çalışıp, her şeye müdahale edebileceğimizi sanıyoruz. Dünyada Doğa’dan daha güçlü bir denge düşünebiliyor musun? Doğa’ya bile kafa tutuyoruz. Ne için? Şöyle bir yaptıklarımıza bakıp bilmiş bilmiş sırıtabilmek için.” Doğaya müdahale, insanı tuhaf bir şekilde gururlandırıyor, şişiriveriyor. Özene bezene ektiğim çiçeklerimi salyangozlar yediğinde, yağmurda üzerlerine basmamak için bin takla attığım o hayvancıklara karşı saçma sapan bir öfke büyüdü içimde. Oysa düşündüğümde, bundan daha doğal bir şey olamazdı. Nerelere varabileceğini düşündüm bu duygunun; önce salyangozları yok etmek için bir ilaçla sıvayacaktım bahçeyi. Sonra toprağa, o ilacın etkilerini dengelemek için başka bir ilaç daha. Sonra çiçeklerim salyangozların ulaşamadığı, pırıl pırıl çiçekler olacaktı. Bahçem de salyangozlardan mahrum, belki… Sonra ilk aklıma gelen çözüm ilaçlama olduğu

için biraz utandım, çünkü kardeşime sorduğumda “hepsini toplayalım, onlara bir ev yapalım, yiyeceklerini oraya bırakalım, böylece bizim bitkilerimizi yemek zorunda kalmazlar” deyiverdi. Başta komik gelen bu fikir, araştırdığımda en mantıklısı çıktı. Küçük adam yine haklıydı. Bir anda gözümde şöyle bir sahne belirdi, elimde ilaçlama şişesini kılıç gibi kaldırmış bahçede dikiliyorum. Bir ayağım bir taşın üzerinde hatta. “Nıhahahaha! Benim bahçeme bulaşmayacaktınız aşağılıklar!!” diye bağırıyorum pis pis. Ne fena. Müdahale ve ego konusundaki asıl aydınlanmayı, bahçe kapısının önünde, bir rafın içindeki kolide doğuran kedi sayesinde yaşadım. Üç minik bebeğini emzirip durduğundan, o kapıyı kullanamaz olduk. Yemek vermek için bile koliye yaklaşamıyorduk çünkü. Türlü çeşit iletişim yolu denedik. Hatta kardeşimi bir keresinde ellerini büyücü gibi kaldırıp fısıltıyla kediye bir şeyler anlatmaya çalışırken yakaladım. “Düşünce gücüyle anlaşabiliriz belki” dedi. “Çünkü onlar insanların dilinden anlamıyorlar. Aslında onlar kedi değil. Onlara bu ismi biz koyduk. Eminim onlar kendilerinin kedi olduğunu düşünmüyordur. Acaba onlar ne düşünüyordur?” Hayvanlarla iletişim tarihimi hızlıca gözden geçirdim. 15 yaşındayken bir kedim vardı, ben üzülünce gelip ‘miyırk’ yapardı bana, ben de onun iyi günde kötü günde hep yanımda olacağını düşünürdüm. Sonra kontrolden çıktı. Onunla iletişim kuramadım. –olumsuz10 yaşındayken muhabbet kuşum kaçtığında aynı kardeşim gibi düşünce gücüyle, onu geri getirmeye uğraştığımı hatırlıyorum. Pencerede durup ağlayarak onu ne kadar çok sevdiğimi, gelirse istediği her şeyi yapacağımı söyleyip duruyordum. Gelmedi. –olumsuz18 falandım herhalde. Kamp yaparken bir adamın bağırdığını ve bir eşeğin de durmadan anırdığını duyup koştum. Adam, inadı tutmuş eşeğe sopayla deli gibi vuruyor, türlü türlü hakaretler ediyordu. Kan beynime sıçramıştı ve gidip eşeğe sarılarak adama ağzıma geleni söylemiştim.


dEhale Etme!

u@gmail.com • İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

Biraz fazla sarılmış olacağım. Arkasını döndüğü gibi, nasıl olduysa, beni yere düşürerek kaçmaya başlamıştı. “Nankör eşek. Eşşoğlueşek!!!” diye bağırmıştım arkasından. –olumsuzSahibiyle tanışmadan evvel kendisiyle tanıştığım vanilya aromalı kedi Kırçıl, boyuna posuna bakmadan atlıyor, zıplıyor, kucağıma çıkıp oyunlar oynuyordu. “Ulan 8 yaşına gelmişsin, bu ne şımarıklık” diyor, hafiften de tırsıyordum. Hiçbir kötü niyeti olmadan kolumu cırmıklayıverdiğinde içim tuhaf duygularla dolmuştu, hayatımda ilk kez bir kediden korkuyordum. “Gelme Kırçıl.” Bunu yetmiş defa söyledim. O gece kucağımdan hiç inmedi. –olumsuz(Gerçi şimdi düşündüğümde, her şeyi anlamlandırmaya meyilli standart bir insan olarak, o eve her gün gideceğim zamanlarda orada olamayacağı için benimle daha çok vakit geçirmek istemiş olabilir diye düşünüyorum. Olabilir mi? Olumsuz…) Düşünce gücüyle, insan diliyle olmuyor bu işler velhasıl. Anniş Hanım da, (evet ona isim koyduk bir de utanmadan) bizi anlamıyordu. Dinlemiyordu bile. Bizimle iletişim kurmaya ihtiyacı yoktu ki onun. Olsa kurardı zaten. Bir gece gelip o kolinin içine girdi, sessiz sedasız doğurdu üç yavrusunu. Şimdi de koruyordu onları. Bizim hakkımızda bir şey düşünüyorduysa bile, “n’apıyo la bunlar” diyordur en fazla… Vazgeçtik. Ama sonra, bir de onu koruma derdine düştük. Her haliyle bir serseriye benzeyen bir erkek kedi, kolinin etrafında dolanıyor, Anniş de ona sürekli hırlıyordu. Tehlikeli olduğunu düşünüp kediyi her fırsatta kovaladık. Haklıymışız. Bir gün kedi çığlıklarıyla kapıya fırladığımızda, kolide iki yavru kaldığını, Anniş’in de koşarak bir şeyi kovaladığını gördük. Yapacak bir şey yoktu. Kalan iki yavruyu korumak için de hep tetikteydik. Ama yine bir gün, gözümün önünde, o serseri gelip Anniş yokken yavrulardan birini daha kapıp götürdü. Gözüm döndü adeta. Üçüncü yavruyu da ben kaptım, hemen bir koli hazırladım ve yavruyu içerde tutmaya karar verdim. Göz göre

göre onu da kaybedecektik. Anniş gelince kapıyı açardık emzirirdi. Elbette bu da olmadı. Neredeyse 3 saatlik bir nöbetten sonra “Doğaya Müdahale Etme!” dersinin sonuna geldik. Anniş yavrusunu alıp eski kolisine koymaya çalıştı. Beceremedi. Aldı götürdü. Ben içerde sinir krizi geçirirken de gelip ölüsünü bırakmış koliye. Aklım karmakarışık. Sadece yardımcı olmak istemiştim. “Hiç bulaşmasaydım” ile “o yavruyu hiç bırakmasaydım” arasında gidip geliyorum. Ama Anniş benden daha sakin gözüküyor. Böcek kovalıyor. Yatıyor, yalanıyor falan. Hiç ağladığını görmedim. Ya da histerik bir şekilde koliye bakakaldığını da. İnsanlık, hayvanlık, hepsi yeniden anlamlanıyor ya da mevcut yapay anlamlarını yitiriyor. İçgüdüden ibaret bu yaratıkları kıskandığımı itiraf etmeliyim. Başımıza ne gelirse egodan ve süper egodan geliyor zira. Her şeye binbir türlü anlam yetiştiren, çevresindeki hemen her şeyi sahiplenmeye meyilli ve kontrol delisi değil de, olabildiğince egodan arındırılmış olsak, nasıl olurdu dünya… Ölümü, kaybı, dengeyi anlayabiliyor olsak. Böyle defolu sevmesek birbirimizi, hep yüreğimize yakın olsak… Bu kontrol çılgınlığının sonunun savaş olduğunu hep bilsek. Rahatlasak. Eğlensek. Zaman ve iletişim başta olmak üzere bana her şeyi baştan sorgulatan kardeşimin dediği gibi; “bence yaşamak çok eğlenceli bi’şey, çünkü yaşarken her şeyi yapabiliyorsun.”


34

Maymunla

Yazı: Hayvan Zihni • http://hayvanozgu

B

aşlık sizi yanıltmasın, aslında biz bu filmi “Maymunlar Cehennemi” adıyla izlemiştik. Fransız yazar Pierre Boulle’in “La Planète des Singes” adlı romanından ilk kez 1968 yılında uyarlanan filmin yönetmenliğini Franklin Schaffner yapmıştır. Film büyük ses getirmiş, yaptığı 82 milyon dolarlık hâsılatın yanı sıra, 2001 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar verilmiştir. Filmin başarısı doğal olarak filmin seriye dönüşmesine neden olmuş ve takip eden beş yıl içerisinde 5 devam filmi daha gelmiştir. Son olarak 2001 yılında yeni versiyonu çekilmiştir. Peki efendim film neyi anlatmakta? Her zamanki gibi insan evladı yine uzayı keşfe çıkmış, içine edebileceği yeni bir gezegen ararken yabancı bir gezegen görüp hevesle gemiyi konduruvermiş. Bu gezegende yaşayan ve gezegene hâkim olan gelişmiş bir primat türü vardır. Bu maymun topluluğu tıpkı ilkel insanlar gibi, hatta bazen daha da “gelişmiş” özellikler gösteren bir hayat kurmuştur kendine… Gezegene iniş yapan astronotlardan bir kısmı maymunlar tarafından yakalanır ve üzerlerinde deney yapılmak üzere tutsak edilir. Hatta bir sahnesi vardır ki, tadından yenmez. Çocuğuyla birlikte büyük bir kafese hapsedilmiş olan bu insanları seyreden bir anne maymun, kucağındaki çocuğunun isteğine göre içerdeki bir “yavru insanı” almaya karar verir. Çocuğunun evde bu yavru insanı besleyip, onunla oynaması ve eğlenmesini istemektedir… Film, tür olarak literatüre “bilim kurgu/gerilim” diye geçse de, izleyen kişinin algısına göre durum değişebilmektedir. Şahsen beni germedi… Bana göre, hiç germeyen, aksine empati duygusu ve

vicdanı gelişmiş bir insanı iliklerine dek gevşeten, içinin yağlarını eriten, zevkten dört köşe ve beş kenar yapan, “işte budur!” haykırışlarıyla kahkahalar attıran bir tür… “Eğlence” türünde çekildiğini iddia ettiğim bu filmi izleyen iki seyirci tipi vardır: Tip 1 - İnsanmerkezci İzleyici: Dünya nüfusunun % 99’unu (iyimser bir tahmin) oluştururlar. Empati duyguları gelişmiştir. Lakin sadece kendi türüne karşı empati kurabilmektedirler. Dolayısıyla film boyunca tırnaklarını kemirerek “cani” maymunlar tarafından tutsak edilmiş “biricik” insanların kaçma girişimlerini gerilerek izlerler. Özellikle tutsak edilen astronot Taylor’ın kaçmasına yardımcı olan Dr. Zira ve Cornelius adlı “insan hakları savunucusu” maymunları delikanlılıklarından dolayı takdir ederler. Filmin son serisinde (Maymunlar Cehennemi İçin Savaş) intikam alınacaktır ve maymunlara hadleri bildirilecektir. Mutlu son… Tip 2 – Biyomerkezci İzleyici: Dünya nüfusunun % 1’ini


ar Cenneti

urlugu.com • İllüstrasyon: Erdinç Yücel

(çok iyimser bir tahmin) oluşturmaktır. Empati duyguları harbiden gelişmiştir. Sadece kendi türüne karşı değil, dünyadaki tüm canlı yaşamına karşı empati kurabilmektedir. Dolayısıyla filmi izlerken “hırsızın hiç mi suçu yok” düşüncesiyle her gezegene maydanoz olan ve önüne çıkan hiçbir canlı yaşamına saygı duymayan insan türünün kayaya toslayışından büyük bir keyif almaktadır. Patlamış mısır ve buz gibi Amerikan kolası paradoksal cabasıdır. Astronot Taylor’ın kaçması için yardımcı olan “insan hakları savunucusu” Dr. Zira ve Cornelius adlı maymunları ise hem takdir eder hem de saflıklarına gülümser. Zira, filmin beşinci serisinde insan türü kendinden bekleneni yapacak ve bu iyiliğe karşılık maymun gezegenine ot dikecektir. Bu arada; Her nedense orijinal adı “Maymunlar Gezegeni” (Planet of the Apes) olan bu film, bizim topraklarımıza giriş yaparken bir anda “Cehennem”e dönüşmüştür. Oysa film boyunca maymunlar açısından bir cennet gezegen izlemekteyiz. Özellikle insanın dünyasında sirklerde soytarıya çevrilen, hayvan hapishanelerinde (hayvanat bahçelerinde) ölene dek daracık odalarda tutsak edilen, hatta bazı bölgelerde beslenme amacıyla öldürülen

akraba türümüz için bir cennet gezegen… Oysa mevcut dünyamızdan bahsederken, insan dışı diğer hayvan türleri açısından bir cehennemden bahsedebiliriz. İnsanın cenneti, insan dışı hayvanlarınsa cehennemi olan bir gezegen: DÜNYA! Ama hakkını yemeyelim, adaletli bir yaklaşımla kendi türü için de dünyayı cehenneme çeviren bir türden bahsediyoruz. Yarattığı SAVAŞ olgusuyla en canice katliam, cinayet ve işkence metotlarını kendi türü üzerinde de gözünü kırpmadan uygulayan bir tür: İNSAN! Bir diğer paradoksal durumsa, bu filmin 2001 yılında Amerika Birleşik Devletleri Kongre Kütüphanesi tarafından “kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli” filmler arasına seçilerek ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza edilmesine karar vermesidir. Soğuk Amerikan şakası gibi… Film, “estetik” olarak önemli ve övgüye değer bulunabilir. Lafımız yok. Lakin “kültürel ve tarihi” olarak önemli bulunması özellikle maymun kardeşlerimizde kendileriyle dalga geçiliyormuş gibi bir his yaratabilir. Yaratması kuvvetle ihtimaldir. Her fırsatta dünyayı barışa filan bulayıp duran Amerika’nın son yüz yılda ciddi bir algı ve buna bağlı olarak kavram karmaşası yaşadığı ortadadır…Bu karmaşadan olsa gerek, insan-dışı hayvan türleri üzerinde en acımasız katliam, işkence ve sömürü metotlarını uygulayan Amerika Birleşik Devletleri’nin, bu yok edici, acımasız kültürüne (ve tarihine) bu filmi de övgüyle eklemesi kendi çaplarında makuldür. Şakacı bir özeleştiri anlayışı da denebilir belki… Zorlarsak neden olmasın?

Son: Maymunlar Cehennemi mi dediniz? Hollywood’a gitmeye gerek yok. En yakın tıbbi ve biyolojik araştırmalar yapılan hayvan deneyleri laboratuarına gidin. Maymunlar için cehennem nasıl olurmuş orada görürsünüz…


36

Hayvanî Şark Yazı: Özge Ç. Denizci • E-mail: ozgedenizci@gmail.com • İllüstrasyon: Erdinç Yücel

E

fendim kolaya kaçtığım sanılmasın, Hayvani Draje için müzik üstüne kalem oynatırken dipsiz bir kuyudan inci taneleri çıkarmam gerekiyordu fakat zamanımız kısıtlı, editörlerimiz ise sabırsızdı... Madem öyle, ben de bir değişiklik yapıp madde madde müzik ve hayvanlar arasında yeni öğrenmeye başladığım ve zincir çekmeyle 2 kroşe örgü stillerinde bağlar kuracağım. Aynen örgülerim gibi seyrek dokulu ve karmaşık olursa kusura kalınmaya.

1

Mö mö Mozart Hayvanlar ve müzik denilince aklıma en başta, kendilerine Mozart dinletilmek suretiyle sağılan inekler geliyor. Az çok karikatür biçiminde gözümde o sahne canlanıyor. Bilmeyenler için söyleyelim ki Mozart dinletilen inekler daha çok süt veriyormuş ve bu da bilimsel olarak kanıtlanmış. Ben ineklerin yerinde olsam o kadar dayanabilir miydim bilmiyorum. Ama armoniden daha yüce konturpuan denilen müzikal imlayı bulduğu için Mozart’ın önünde saygıyla eğiliyor ve ineklerin sütlerini içmeye devam ediyorum. Hayvanlardan müzikler Hayvan isimlerini kullanmak kimi gruplar için özellikle bir dönem vazgeçilmez oldu. Bunların da başında Animals mı geliyor ne? Cat Powers var mesela. Ne de olsa “kedi gücü” cidden çok sevdiğim gruplar arasındadır. Sonra, The Turtles, White Snake, Scorpions, Rupa & Apris Fish, Arctic Monkeys… Sanırım çok fazlalar vazgeçiyorum. Türkiye’de Dinazorlar vardı bir ara, bir de Karakedi’yi hatırlıyorum Ankara dolaylarından. Bas gitaristi bir festivalde bas gitarın telini koparma marifeti göstermiş, başta kendisi olmak üzere hepimizi pek şaşırtmış ve güldürmüştü. “Hayvan gibi çalabilmek” diye bir deyim yerleşmiş dilimize ve böyle gidiyor. “Hayvan gibi çalmak” iyi bir şey olsa gerek. Zira zaman zaman ben de kullanıyorum. Zaten insanlar hayvan seslerini taklit etmiyor mu çoğunlukla “ilkel” diye ötelediğimiz müziklerde. Doğanın

2

3

sesine öykünmüyor mu içten içe. Kuş cıvıltısı içimizi kıpırdatmıyor mu? Hayvanlara müzikler Kurban “Hayvan” diye bir şarkı yapmıştı zamanında. Oysa 2. Maddede söz ettiğimiz Karakedi isimli grup çoktan “Eşşoğlueşek” şarkısını yapmıştı. Eşek demişken “Arkadaşım Eşek”i ve Barış Manço’yu unutmak ayıp olmaz mı? Aynı şekilde “Bal Böceği” şarkısını az dinlemezdik kendisinden. Zira Fikret Kızılok’u da buradan saygıyla anıyor ve onun “Why High One why” şarkısını hatırlıyoruz birlikte. Hayvanlara da yaşam hakkı! Yazımı üstüne kurmayı günlerce planladığım asıl mevzuya nihayet 5. Maddede erişebildim. Dünyada çok özel bazı gruplar var ve bu gruplar hayvan haklarını ölümüne savunuyorlar. Bahsettiklerim ne sivil toplum kuruluşları, ne örgütler, ne de hayvan hakları grupları. Onlar müzik yapıyorlar ve şarkıları da hayvanlar ve onların yaşam hakkına ilişkin. Biz hayvanlara her türlü zulmü bilerek ya da bilmeyecek yapıyoruz. Onların çeşitli yöntemlerle bilerek ya da bilmeyerek yaşam haklarını ihlal ediyoruz. Hayvanlar deyince aklımıza nedense hep kedi ve köpekler geliyor. İçinde oturduğumuz binalardan, sinek ilaçlarına, karınca yemlerinden, fare zehirlerine. Hatta suyu boşa akıtmak bile hayvan haklarına saygısızlık. Bir de onları tutup sofralarıma getirip ağzımızın suyu aka aka yiyoruz. Tamam daha fazla uzatmayacağım ve kimseyi de irite etmeyeceğim. Sadece hatırlatmak istedim. Internet alemlerinin tozunu silerken enteresan bir siteye rastladım. Buraya bir daha bir daha yazmanın bir alemi yok, nasılsa daha once yazılmış: http://www.music4animals.com

4

5

YAŞASIN HAYVANLAR ve ONLARLA BİRLİKTE YAŞAMAK! Artık Draje Dergi’nin de resmî kedisine dönüşen Kırçıl’ımızın dünya turuna ısrarla devam etmesinin şerefine...


arkılar-ımsı

Mart 2009’da Yasak Draje ile başladığımız serüvende bugüne kadar 14 ayrı sayıda yüzlerce yazı, yüzlerce görsel ve on yedi ayrı söyleşiyle sanal alemde oynaşıp durduk. Draje’de yer verdiğimiz her işi çocuğumuz gibi benimseyip sevdik... Şimdiyse emekleye emekleye geldiğimiz bu noktada sevgili Draje’mizin çocuk çoluğu karışma zamanının geldiğini müjdelemek isteriz. Siz bu satırları okurken, biz Özge Denizci’nin ilk kitabı olan “Gürcüler”in Chiviyazıları Yayınevinden basılması için gün sayıyor olacağız. Ayrıca fotoğrafçılarimizdan Alican Erkol’un proje koordinatörlüğünü yürüttüğü Çayırbaşı Hıdırellez Şenlikleri’nin destekçileri arasında yer almaktayız. Böyleyken böyle... Bizi izlemeye devam etmeyin, buyrun aramıza katılın efenim...


38

SESİM RÜZGARA: MODER

Sokak hayvanları bu filmi 100

Yazı: Tolga Öztorun • E-mail: tolgaoztorun@yaho

S

esim Rüzgara : Modern Bir Sürgün Hikayesi, sessiz sedasız ve kısıtlı imkanlar ile çekilmiş, tamamıyla gerçekleri anlatan, çarpıtılmamış, maniple edilmemiş, üstü kapalı bir toplumun sorunlarına gönderme yapılmadan hazırlanmış gördüğüm ilk gerçek tarihi hayvan hakları belgeseli. Belgesel II.Meşrutiyet döneminde İstanbul’un gerçek sakinleri kimsesiz sokak köpeklerinin Hayırsız Ada’ya sürgün edilmesini anlatıyor. Anlatmakla kalmıyor, gerçek fotoğraflar, anı yazıları, kartvizitler, pullar ve daha nicesini derleyip toplayıp gözümüzün önümüze sunuyor. 100 senelik bu tatsız hikayenin başını sonunu anlatıyor. Aslında bir kitap araştırması yapılırken, tozlu raflardan rastgele gün yüzüne çıkmış bu proje. Yani amacı bu olmayan bir proje şekil değiştirip böyle bir işe dönüşüyor. Başından sonuna hüzün barındırıyor bu belgesel. On binlerce sahipsiz sokak köpeği acı çeke çeke ölüyor, açlıktan birbirlerini yiyorlar. Nasıl hüzünlü olmasın ki? Belgeselin seslendirmesinde de dev isimler destek vermiş yönetmene , Altan Gördüm, Altan Erkekli,

Engin Alkan’a, Hakkı Ergök ve Sungun Babacan gibi… Müziklerini de Erdal Güney hazırlamış… Güzel insan, Sosyolog Emre Sarıkuş tarafından hazırlanan, İstanbul’un köpeklerinin organize suç işlenerek yok edilmeye çalışılmasının ardından 100 sene geçmesine rağmen hiçbir şeyin değişmediğini ispatlamak için hazırlanmış bir belgesel olmuş. 1910 da yaşanan bu vahşet yıl 2010’a geldiğinde sadece şekil değiştirmiş. Ölümler devam ediyor. Eziyetin şekli değişiyor, suçu işleyenler değişiyor filmin gerisi aynı. Köpekler tarihte tam üç defa sürülmüş Hayırsızada’ya… İlki 1828’de II. Mahmut döneminde gerçekleşmiş. Söylentiye göre Tophane yokuşunda sarhoş ve kendilerine taş atan bir İngiliz’e saldıran köpekler İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne çektiği ültimatom üzerine ortadan kaldırılacaktır. Bu padişah için de bir fırsattır çünkü ne zamandır ülkesinin bu “doğulu” etiketini taşıyan köpekler giderse İstanbul daha “modern” “daha Avrupai” bir şehir olacaktır. Harekete geçen padişah bir süre önce yeniçeri ocağını or-


RN BİR SÜRGÜN HİKAYESİ

0 yıldır her gün izlemektedir.

oo.com • Fotoğraflar Uğurlu Tunalı arşivinden…

tadan kaldırdığı gibi aynı şekilde köpekleri de yok etmek ister. Fakat bunun günah olacağını söyleyen şeyhülislam, köpeklerin uzak bir yere götürülüp bırakılmasında bir sakınca görmez. Köpekler sürüldükten sonra Osmanlı Devleti önce Osmanlı Rus Savaşı’nı kaybeder, ardından Yunanistan bağımsızlığını ilan eder. Bu başarısızlıklar toplumda büyük bir huzursuzluğa yol açar ve halk tüm bunların köpeklerin Sivriada’ya sürülmesinden ileri gelen uğursuzluklar olduğuna inanır. Toplumdan gelen baskılara dayanamayan padişah köpekleri geri getirtir. İkinci sürgün 1865 yılında Sultan Abdülaziz dönemine rastlar. Yine sokaklardan toplanıp kayıklarla yola çıkarılan köpekler şehirde büyük bir yangın çıkması üzerine yine geri getirilir. Halka göre köpeklerin adaya gönderilmesi bu kez yangın felaketine sebep olmuştur. Son sürgün 1910’dadır. II.Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte özgürlüğüne kavuşan halkın sokakta daha görünür hale gelmesi, kentin altyapı sorunları yoğun köpek nüfusuyla birleşince köpeklere bir kez daha Sivriada’nın yolu gözükür. Halkın her türlü karşı çıkışına rağmen bu sürgün gerçekleşir. 1910

yazında Hayısızada’daki köpek sayısı yaklaşık 80 bindir. Rivayete göre köpeklerin seslerini, rüzgar estikçe Hayırsızada’dan İstanbul’a getirirmiş. Köpeklerin adaya sürüldüğünü duyan bir Fransız girişimci oraya giderek ölmüş köpeklerin deri kemik gibi arta kalan parçalarını değerlendirilmek üzere Marsilya’ya gönderir. Rivayete göre köpeklerin seslerini rüzgar estikçe Sivriada’dan İstanbul’a getirirmiş. Halk köpeklerin bu son sürgünlerinin büyük felaketler getireceğine inanmış. Bir süre sonra önce Trablusgarp Savaşı’nı, ardından Balkan Savaşları ve I.Dünya Savaşı’nı yaşar Osmanlı Devleti… Kısacası görüyoruz ya zulüm aynı, ölen aynı, bir tek adına devlet denen kişiler değişik… Bir daha ki 100 yıl geçtiğinde birileri bu yazının 3. aşamasını yazsın veya Sosyolog Emre Sarıkuş gibi güzel insanlar yeni belgeseller çeksin istemiyorum. Ve siz bu yazıyı okurken umarım sokak hayvanlarına uzanan eller taş olur, aynı zulmü o eller yaşar. Renkli Draje’de görüşmek üzere…


40


BANDİSTA: MEVCUDİYET

MUKAVEMETTİR! Söyleşi : Çağla Elektrikçi - Fotoğraflar: Erdinç Yücel

41

H

ayal yarışmasına giren düş çocukları onlar. Bütünlüğünü korumuş, birliği, biz demeyi hayli erken kavramış, tüm yaşamlarına dağıtmış oldukları yeni ayrışmalarıyla, yanlışları görürken doğruyu kaybetmemiş umutlu bireyler. Yorgun bir güne, geceye, haftaya ve tüm yoğunluklarına rağmen, sempatik tavırlarıyla karşımıza çıkıp sorularımızı cevapladılar. Güneşin ambargoları kırdığı, rüzgâr müttefiklerinin camları hiddetle kapatıp çarparken çıkardığı sese rağmen, hakkıyla tebessümlerle tadından yenmez bir gün yaşattılar… Göründükleri kadar eğlenceli ve dopdolu bir grup olarak karşımıza çıkageldiler. İstanbul’da sürekli olarak bugün söyleşcez yarın söyleşcez diye sözleşip durduğumuz Bandista’yla Kıbrıs’ta konuştuk. Bakalım neler sorduk ve neler dinledik…


42

Draje: Bandista nedir diye başlayalım mı? Bandista:Sevdiğimiz, ihtiyacımız olan seslerin üretilmesini ve yayılmasını önüne koymuş ve müzikal biçimde eylemlerini yürüten bir örgüttür diyelim. Eğer Bandista nedir derken isim nedir’e geliyorsan, o da kendi aramızdaki sohbet içerisinde doğmuş olan bir isim. Öncellikle biz bir band’ız, yani bandoyuz. Sonuçlarla bu kavramlar arasında, birleştirdiğimiz, uydurduğumuz ve ortaya çıkardığımız bir isim. Ama daha sonrasında, öğrendik ki, İtalyancada bir karşılığı var o da büyük bir bando içerisindeki tek bir eleman demek… Bir bandocu. Bu da hoşumuza gidiyor ve bunu şöyle yorumluyoruz, bizim büyük bandomuz, bütün muhalefet ve mukavemet âlemidir ve bütün bu direniş âleminin içerisinde… Bu büyük “bando gezegen”deki tek bando içerisinde biz de tek bir müzisyeniz… Bir Bandistayız. Yani aslında bu bir tür isim kullanmama hali, biz kamuya ait bir iş yapıyoruz, bu yüzden tüm üretimlerimizi anonime bırakıyoruz. Bu anonim içerisinde de bireysel olarak hepimizin çok emeği var ama bir taraftan da ortak bir derdin, ortak bir mücadelenin bir parçası olan eylemciler olarak da inandıklarımızdan, eylemden önemli değiliz hiçbirimiz. Bu yüzden Bandista olarak ortaya koyduğumuz her müzikal eylem, ya da parçası olduğumuz, dünyayı değiştirme azmindeki büyük eylem her şeyin önünde geliyor. O yüzden toplanan tüm sesler içinde, yani koca bandonun ürettiği tüm seslerin içinde bizde sadece bir sesiz. Sadece bir ses olmaktan da öte arzumuz seslerin yayılması, daha fazla sesin olması. Draje: Bandista’nın hikâyesi nasıl başladı? Oluştuktan sonra nasıl şekillendi? Bandista:Bandista her şeyden önce bir ihtiyaçtan doğdu. Hepimiz farklı alanlarda bizzat var oluş ya da politik dönüştürücü güç olma mücadelesi veriyorduk. Ve verdiğimiz mücadele içerisinde bir sese ihtiyaç duyuyorduk. Türkiye üzerinden konuşursak, belki yurtdışında olan ve orda tecrübe edemediğimiz kaçak oynamayan,sözünü net söyleyebilen alanını çok güzel tarif eden bir söze ihtiyaç duyduk… Bir eylem gücüne ihtiyaç duyduk ve bunun sohbetini yaptık çok uzun sure arkadaş çevremizle, arkadaşlarımızla… Ve sonra mevcut icra ekibiyle kolektifini oluşturduk, hani şöyle oldu ve oluştu gibi bir tarih yok. Eylemin tarifi vardı ve bu eylemi yapabilecek insanlara ihtiyaç vardı ve her güzel eylemde olduğu gibi insanlar ordaydı. Bizzat bu ekip için en uygunu Bandistaydı. Bunu şu şekilde de açıklayabiliriz. Elimizde bir akordeon olur, gitar olur, balkonun terasında onları çalmakla başladı şarkıların düzen-

lenmesi, tabii bütün o doğ yasadığımız, üzerine tartıştı olarak, bir örgütlenme fikri ve üzerinde uzun tartışmala arkadaşımızın kolektife dâh nik süreçlerden geçerek ol başka bir şehirden birlikte g yıl içerisindeki pratik, organ grup, bu şekilde eklenenle munu gün içerisinde, kend buldu zaten. Bütün doğallı olarak gelişti.

Draje: Bir tür organizmadan gruptan kopanlar eklenen mi? Bandista: Bir arkadaşımız Fr yor şu anda, başka bir arka teker teker önemi yok derk diyoruz. Derdimiz müziğimiz

Biz sadece mesaj taşımıyo şey öğretmeye muktedir d parçasıyız. Hani her şeyi bi gibi değil. Biz de öğrenen ö ritmi var ve o hayatın ritmin desteklemek olabilir. Söylene kuvvetlendirmek, herkese bu Yürüyüşün devam etmesi g

söylemek, buna başka baş girebilir, başka başka insan esas önemli olan hareketin nuşursak eğer, 80 darbesi v suren atmosferden sonra h de olan yeni bir eylemci ku ve biz de bu yeni eylemci k teker teker…

Draje: Sadece Türkiye’dek sunuz ama… Bandista: Elbette enternasy önceki 90’lar sohbetine be da başka bir şey oluyordu. ri ve alanları ortaya çıkmay içerisinde olduğumuz müc Ekolojik bir mücadelenin b zamanda cinsiyet ayrımcılı karşı mücadelenin bu kada dinlenir olması, bunun yanı tavırların özellikle savaş kar ortaya koyabiliriz burada. B olduğumuz pratiklerdi. Bu p


ğanın içerisinde, yaptığımız ığımız gibi bunu bir fikir olarak önümüze koyduk ar yaptık. Yani her bir hil oluşu, bütün o orgaldu. İcra edebilmek için göçtük İstanbul’a, son bir nik ihtiyaçlardan doğdu eri, olanların şu anki fordi hareketlerinin içerisinde ığında yetişti, organik

n söz ettiğimize göre nler filan da olmuştur değil

ransa’da master yapıadaşımız eklendi. Kişilerin ken de bundan bahsezi yapmak, şarkılarımızı

oruz, dinliyoruz da… Bir değiliz, biz ordaki elin bir iliyoruz ve biz öğretiyoruz özneleriz yani. Hayatın bir ni başka bir müzikal ritimle ecek sözler var, onu müzikle unu ulaştırmaya çalışmak… gerektiğine inanıyoruz…

şka enstrümanlar da nlar da katılabilir. Ama n devamıdır. Türkiye’yi kove yarattığı 90’lara kadar hakkaten sokakta eylemuşağı gelişmeye başladı kuşağının bir parçasıyız

ki resimden bahsetmiyor-

yonal resimde de az enzer şekilde dünyada . Farklı eylem biçimleya başlıyordu. Bunlar, cadeleler ve biçimlerdi. bu kadar yükselmesi, aynı ığına dair ya da otoriteye ar yükselmesi ve sözünün ında militarizme çok net rşıtı hareketin yükselişini Bunlar hepsinin içerisinde pratiklerin ne bir dile ya

da söze ihtiyacı vardı. Biz biraz daha içinde bulunduğumuz gerçeğin hikâyelerini tabi ki tarih bilincimizi yitirmeden yani en temelde bahsettiğimiz şeyin sınıf ve bağlanış mücadelesi olduğunu ve bunun yüzyıllardır da sürdüğünü hatırlatarak içinde yaşadığımız gerçekliğin eylemcileriyiz, daha fazlası değil. Draje: Müzik eşittir eylem gibi bir şey mi sözünü ettiğiniz şey? Bandista: Müzik bizim için her zaman vardı ama bunun bir bandista, bir grup olarak şekillenmesi tartışmaların sonucunda oldu. Yoksa müzik hep hayatımızın bir parçası, müzikle yaşıyoruz. Hayatını müzik yaparak kazanan arkadaşlarımız da var… İçerisinde zamanla buna dönüşen arkadaşlarımız da var ama artık müzik yaşıyoruz. Troubadour ve halk ozanları denebilir aslında, aşkla birlikte. Biz sadece mesaj taşımıyoruz, dinliyoruz da… Bir şey öğretmeye muktedir değiliz, biz ordaki elin bir parçasıyız. Bandista da medyumun kendisi. Biz de öğreniyoruz yani, bulunduğumuz her hal ve eylemden… Hani her şeyi biliyoruz ve biz öğretiyoruz gibi değil. Biz de öğrenen özneleriz yani. Hayatın bir ritmi var ve o hayatın ritmini başka bir müzikal ritimle desteklemek olabilir. Söylenecek sözler var, onu müzikle kuvvetlendirmek, herkese bunu ulaştırmaya çalışmak… Yürüyüşün devam etmesi gerektiğine inanıyoruz… Draje: Otorite figürlerine karşı muhalif rifleriniz ve kreşendolarınızla toplulukları coşturuyorsunuz. Sistemin içinde var olup eleştirirken onun bir parçası olmama meselesi de var. Sizin referanslarınız, okuduğunuz yazarlar, dinlediğiniz müzisyenler kimler? Hadi gençlere bir yol gösterin falan desek… Bandista: Öncellikle bizim kimseye yol gösterecek bir çabamız yok. Başka bir hayatın mümkün olduğunu gösterebiliriz sadece. Valla Pavlon nerede biz orada, öyle bir mottomuz var. Ne okuyoruz ne dinliyoruz, zor bir soru, geniş bir alan. Bu tür sorular kısa devre yaptırır yani. Draje: O zaman şöyle diyelim; bahsettiğiniz büyük bandodaki diğer bandistalar hangileri… Bandista: (Aralarından biri kalkıp t-shirtünün arkasını gösteriyor, thevoice/myspace yazan) Bunlar Filistinli, Beyrut’taki mülteci, toplama kampında müzik yapan bir band. Bunları çok seviyoruz, Kıbrıs’tan Sol Anahtarı aynı şekilde işleyebilir, Hataylılar Güvercin Cımbırtısı işleyebilir. Dün gece Özgür vardı mesela, hip hopcu dostumuz. Eğer resmi bir hat varsa, Bob Marley de bu hattın içerisindedir yahut Nazım Hikmet de bu hattın içerisindedir. Nazım


Herhangi bir Bandista performansının bir öncekiyle bir benzerliği olmak zorunda değil, şarkılarımızın konserlerimizde herhangi başka bir versiyonunu çalabiliriz. Çalıyoruz da… Standart, ambalajlanmış, paketlenmiş, böyle giriyor, böyle çıkıyor, burada da böyle oluyor, bir 23. saniyede şöyle oluyor, böyle bir şey değil yani Bandista. Tamamen whatever it is denilenden. Önemli olan bizim için orda, o ritmi tutmak, grubu tutmak, sesleri sökmek, bozmak, yeniden takmak, yani construction denilen bir eylem hali.

Hikmet’in şiirlerindeki ritim, Eminem’inkinden daha ileridir. Biraz böyle bir farkındalığımız var. Burada sorun hiç kimseyi buna zorlamak değil, ama biz sadece başka bir müzikal üretimin mümkün olduğunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Çünkü modern bir müzik yapıyoruz. Bir Bandista müziği yapıyoruz, gitar müziği yapıyoruz. Bu müziğin altın dönemi 50’lerde Rock n Roll’un icat olduğu günlerle, 80lerde MTV’nin icat olduğu günlerin arası, çünkü MTV ortaya çıktıktan sonra artık endüstri başka bir şekilde ürünlerini paketlemeye başladı ve bu bizim mücadele ettiğimiz bir durum. Playlist diye düşünüldüğünde, playlistimizde Aşık Veysel’den Ahmet Kaya’ya Bob Marley’den Scappie’e, herhangi bir tür, herhangi bir kişi değil, dünya üzerinde var olan aslında tüm müziklerle ilgileniyoruz. Dünya üzerinde basılmış herhangi bir notayı biz dinliyoruz. Bach da dinliyoruz. Ne kadar forma sokulmaya karşı olsak da aslında bizi insanlar dinlediğinde kafalarında ve kulaklarında bir ses oluyor, bir şeye benzetebiliyorlar,

çünkü çok benzer şeyler. Başka şekilde girebilirler çünkü sürekli öğreniyoruz, yeni şeyler içimize giriyor, yarın Bandista’nın yaptığı müziğin içerisine diyelim ki Afrika formunun daha çok girmeyeceği anlamına da gelmiyor. Çünkü biz ne kadar formsuzuz desek de, müzikle yapabileceklerimiz konusunda hem sınırlı ama bir anlamda sınırlı bir şey değil, sürekli öğrendiğimiz için yeni bir şeyler katabiliyoruz. İcra etmek, müzik yapmak… İcracılarının önemli olmadığı bir müziği yapıyoruz. Sadece icra etmek, herhangi bir düzeyde, herhangi bir düzey derken kimseyi ötekileştirmeden konuşmaya çalışıyorum, hani yeni gitar çalmaya başlamış iki aydır gitar çalabilen birinin de çalabileceği bir müzik üretebiliyoruz. Ama onda ısrar etmek, basit bir şekilde yapmak… Onu kendimizce biz şekillendiriyoruz tabi ki... Yoldaşlarımızın, kardeşlerimizin de bunu kullanabilir olması bizim için önemli. Herhangi bir Bandista performansının bir öncekiyle bir benzerliği olmak zorunda değil, şarkılarımızın konserlerimizde herhangi başka bir versiyonunu çalabiliriz. Çalıyoruz da… Standart, ambalajlanmış, paketlenmiş, böyle giriyor, böyle çıkıyor, burada da böyle oluyor, bir 23. saniyede şöyle oluyor, böyle bir şey değil yani Bandista. Tamamen whatever it is denilenden. Önemli olan bizim için orda, o ritmi tutmak, grubu tutmak, sesleri sökmek, bozmak, yeniden takmak, yani construction denilen bir eylem hali. Draje: Restorasyon gibi mi? Bandista: Restorasyon diyemeyiz çünkü, restorasyon var olan bir şeyi tekrar aynı forma göre yapılandırmak oluyor… Önce söylemek sonra başka yerden seslerle tekrar yapılandırmak diyebiliriz. Draje: Dinleyicinizin de en az sizin kadar entelektuel bir düzeyde olması lazım. Bandista: Biz böyle bir entelektüalizm yapmıyoruz ki. Yani derdimiz asla bu değil, biz avamda ısrar ediyoruz.

Draje: Post-travmatik bir post-modernite ürünü olarak, Bandista ve “De Te Fabula Narratur” tam olarak hangi felsefeyi sunuyor? Bandista: Kapitalizm hastalıklı bir şey, kapitalizm hastalığın kendisi, şizofreninin kendisi ve bütün bu hastalığın içerisinde yaşarken hiçbirimizin sağlıklı olduğu iddiası yok. Ve “De Te Fabula Narratur”un söylediği şey, Marx’ın da “De Te Fabula Narratur” derken altını çizdiği şey, bizim teker teker sahip olduğumuz hastalıkların ya da konformların diyelim, sağlık hallerinin, sadece bize ait olan şeyler değil, aslında her birimizin

h k n y la v ö b k h ç s t o h d T il m v k li k y o p Y y t u y t d m a t o r b s s a b s la ü p b

D li


hikâyelerinin yansıması olduğu... Çünkü dedik hepimiz koca bir dünyada yaşıyoruz, dünyanın organizasyonu her birimiz için aynı. Hepimiz aynı dünya içerisinde yaşıyoruz. Lakin karşılaştığımız sorunları bireysel sorunarmış gibi kişisel varoluş sorunlarıymış gibi algılamamızı ve birtakım psikolojik hallerle, sonuçlarla karşılamamızı öğütleyen bir propagandayla karşı karşıyayız… Oysa biz de diyoruz ki, hayır bu böyle değil, bu bayağı kolektif bir travma, kolektif bir hastalık ve hepimizin hikayesi, kapitalizmin içerisinde yaşıyorsak… Bir IBM çalışanı, tekel işçilerine bakıp onların pozisyonuna nasıl üzülüp acıyarak, kendisini daha yukarıya alıp, kurtulmuş zannediyorsa, bir yere gelmiş biri zannediyorsa, onlara diyoruz ki hayır, bu iş öyle değil, bu hepimizin hikâyesi, siz de aynı düzeyde garantisizsiniz, siz de aynı düzeyde bu kapitalizm saldırısına muhatapsınız. “De Te Fabula Narratur” Bandista’nın manifesto albümü, lk albümü. Biz ilk albümüzde kendimizi anlatışımızı, manifestomuzu, köşelerini, çerçevelerini net bir şekilde vermek istedik, keskin bir şekilde vermek istedik ve hiç kimsenin bizim özgürlükçü hattımızı… Özgürlükçülüğü iberal anlamında kullanmıyorum, liberter anlamında kullanıyorum. Bu liberter hattımızı başka bir şekilde yorumlamasına müsaade etmeyecek düzeyde, ne olduğumuzu ortaya koyan bir albüm… Biz tarihin bir parçasıyız. Bandista müziğinin henüz baslangicidir. Yaşamı olumlu algılama halidir. Yani bugün bize dünyanın anlatılışı fragmanlardan oluşuyor zaten… Teker teker küçük parçalar ve bütün o parçalar dizisi, küçük unique bodyler olarak, onlarla mücadele halinde yalnız kaldığımız duygusuyla büyüyoruz, aslında bir tarafıyla hakikatimize de denk düşermiş gibi hissetsek de bu böyle degil, etrafta var olan sorunlar yasadığımız gezegenin ekolojik, fiziksel sorunlarından tutun da, ayrımcılığa dair ya da seksizm’e dair, yahut bütün bir toplumsal sorunlarin tamamı hepimizin sorunlarıdır. Ve onların hepsinin içerisindeyiz ve bunları bütünsel olarak algılamanın doğru olduğunu düşünüyoruz. Yani bu bütünlükten koptuğumuz anda, bu bütünlük algısını yitirdiğimiz anda, o zaman işte teker teker, bireysel sorunlarına dönen ve o psikolojiye düşen, kendisine acımakla ve kendisini kurtarmakla başkalaşan, garip bireyler haline geliyoruz. Dolayısıyla bu tutsaklık içerisinde bir özgürlük alanı varsa bu sadece dayanışmaya oluşabilecek olan bir şey… Kendi bireyselliklerimizin üzerinden değil… Birbirimize dokunarak, birbirimizle paylaşarak ve birbirimizle çoğalarak yapabileceğimiz bir özgürleşmedir.

Draje: Buraya kadar anlattınız aslında ama en öz haiyle derdiniz nedir? Bandista neler icin çalışıyor?

Bandista: Sınırsız ve sınıfsız bir dünya için çalışırız, sınırların ve sınıfların olmadığı bir gezegen icin çalışırız. Kısa tabiriyle bu iki seyi ortaya koyabiliriz. Özgürlükçüyüz, enternasyonaliz. Kapitalizme ve her türlü ayrımcılığa karşı tabandan gelen bir mücadelenin parçasıyız. Cinsiyetçi olan, ekosistem dostu olmayan, hiyerarşik olan, doktriner olan, militarist olan hiçbir eylemde bulunmayız. Draje: Aslında şu ana kadar hiç açıkça sormasak da konuştuğumuz meseleler bu ayki konseptimize temas eden meseleler… Hayvani denilince akla ne geliyor sizler icin? Bandista: Bal geliyor… Köpeğimiz… Biz urban tipleriz ekosistem dostuyuz. Öyle abartılı bir âlemde yaşıyoruz ki, şişmiş, şişirilmiş şovlar üzerinden haberler… Şişirilmiş, şişmemiş… Hayvani derken aslında insani olanın ne olduğu tartışılmalı. Saat 18.30’daki İstanbul trafiği… 16 saat mesaide çocukları çalıştırmak… Televizyonu açmanız kâfi… Hipopotam şovmuş diye hayvanat bahcesindeki hayvancığa taş atan adam…

Draje: Kitaplar da tavsiye etseniz bize… Bandista: Bestseller’lara kanmasınlar. Bir işaretle belli olur, herkesin kendi hikayesi var zati, biz empoze etmek istemiyoruz.


46 LÜTFEN! BENLİĞİNİZİ YERE ATIP

CEZASI BİR


ATIP, HAYATA TÜKÜRMEYİNİZ

R ÖMÜRDÜR G

Yazı: Esra Erdem • E-mail: esra_rdm@yahoo.com • İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

ecenin bi yarısı uykunun en doyumsuz

Kafanı çevirdiğindeyse tutamadığı yeri bahane

anı ve yukardan aşağıya gelen sesler...

ederek karşıdaki ceylanın dibine kadar gelip,

Sanki bi köpek, hayır köpek de değil..

avına yavaştan yavaştan yaklaşan kurtlardan

Böğrük sesi olan bi hayvanat mesela inek ya da

birini görürsün. Büyükannesine yiyecek götürme-

neyse işte bilemedim..Aslında bildim de boş verin

yen, kırmızı saçlı, başlıksız, cümle sonu olmuş kız bir

buraya yazmaya gerek görmedim. Bu böğürtü

hamleyle oturur boş kalan yere. Kurt kurtcuk olur

ve karşıda inceden bi ağlama sesi. Ses o kadar

pısıp kalır tutunamadığı yerde.

ince, nazik ve derinden ki böğüren sesin altında

Toplu taşıma aracından beynin toplu halde

ezilmiş, hatta yaşaması için solunum cihazına

indiğinde,inip de nefesini havaya bindirdiğinde

bağlanması şart gibi. Yoksa birazdan ölecek. Ve

yerde birikmiş sarımsı, yeşilimsi, koyumsu ”hahh

bi çocuk sesi “nolur” diyen,yalvaran.. Sense aşa-

huhhhllar” eşliğinde yere düşenlere denk gelme-

ğıda uykunun bölündüğüne mi yansan, o kadınla

mek ister gözlerin. Çişini yaptıktan sonra kumu

çocuğunun yalvaran sesine kulaklarını mı tıkasan,

üzerine örten kediler “hahhuhlu” abilere örnek

hallerine üzülüp kaçan uykuyla birlikte gecenin

olsun istersin..

sabahla buluşmasına şahit mi olsan...Yoksa gi-

Eve dönüp de ekrana göz attığındaysa bi haber-

dip de o böğrük sese; dünyanın kaç bucak,kaç

de ya da bi belgeselde, ellerinde sopalar etrafı

en,kaç boy olduğunu onu dünyanın merkezin-

kana boyayan adamlar zavallıcıkları derileri için

den geçirip üstünden de insanları geçirebilece-

etleri için parçalayanlar, sinir katsayında artışa se-

ğini mi söylesen. Ve işte nihayet ses kesildi, uyku

bep olurlar. Kendileri insan; sopalarla giriştikleriyse

bölündü, sabah oldu ve horozlar öttü… Gece

dört ayaklı sınıfından...

uyanıklar gündüz uykulara daldı...

Anlarsın ki işte o an anlatılanlar, öğretilenler ya-

Dışarı çıktın.. Caddeden gelen gürültüler, kulak-

lan. Orman yok içinde huzurla yaşadığımız ama

lığından içeri süzülüp dinlediğin parçaya ayrı bi

hayvan çok birlikte yaşamak için dayatıldığımız,

ahenk oluştururken ve işte şimdi de otobüs dura-

onlardan olmak için baskılara maruz bırakıldığı-

ğındasın. Sırasında sırada olmayanlarla itiş tepiş

mız, olmayınca da hor görülüp oyun dışı bırakıldı-

biniyosun otobüse. Otobüsün camlarına yapı-

ğımız.

şarak gidenlerden camı açıp da hava alanlar

Tüm bu duygular, fikirler, davranışlar aslına ne

daha şanslılar. Arkadan bir nefes olmadı bi ses

kadar da uzak ve ne kadar bize yaban. Ve en

telefonla konuşuyor, dır dır dır dır vırvır da vırvır…

üzücü olan herkes halinden memnun kimse yok

Dönüp de bi bakış olmadı bi dirsek atarsın, papa-

halinden dert yanan. Özümüzü kaybetmişiz vardır

ğandan yolunmuş tavus kuşu yaparsın.

elbet ormanlarda halimizi bilip bizim için ağlayan.

Esra; malzemesi bol ülkemde, hayvani konularda cümlesi bol yazılar çıkacağını düşünmüş yazdıkca yazmıştır. Güneş artık inat etmeyip biraz olsun kendini göstermeye başlayınca, denize karşı oturup kimsecikler yokken kimsecikleri yazmak bi yandan da en sevdiği parçaları dinlemek ayrı bi eğlence haline gelmeye başlamıştır onun için…



HAYVANLAŞMAK ÜZERİNE BİR GÜZELLEME Yazı: Emre Sarıkuş • E-Mail: emrescribe@gmail.com • İllüstrasyon: Erdinç Yücel

“Everything is good in leaving the hands of the creator of things; everything degenerates in the hands of man.” Her şey yaratıcının ellerinden çıktığında iyidir; insanoğlunun ellerinde bozulur. Jean- Jacques Rousseau / Emile

oraya hayat olup olmadığını kontrol etsin diye bir zamanlar kutsal sayılan köpeği yolladı. Laika yola çıktıktan birkaç saat sonra nefes almıyordu. Aradan yine yıllar geçti, “insanlık” için daha büyük adımlar atıldı…

*** Uzay çağında narı keşfeder keşfetmez onu kapsüllere koyup eczanelerde satmaya başlayan insanlık hayvanlaşabilseydi eğer, bugünkünden çok daha yaşanabilir doğada olurduk. En azından Galeano’nun söylediği gibi bir çiçeği övmek için “plastik gibi” demezdik belki de… Doğal ürünler bu kadar pahalı ve az bulunur olmazdı ve bir kentin herhangi bir kıyı şeridinden gönül rahatlığıyla denize girilebilirdi. Susamlarının genetiğiyle oynanmış bir simidi Ada vapuruna eşlik eden bir martıyla paylaşmazdık. Kalitemiz öyle bir hale geldi ki onu bile yeni ürettiğimiz sertifikalarla kontrol etmeye çalışıyoruz. Hayvanlaşabilseydik eğer, sadece kendi türümüzle çiftleşirdik, karnımız acıktığında ihtiyacımız kadar avlanırdık. Diğer insanların burunlarına halka takıp eğlenmezdik. Hayvanlaşabilseydik eğer “konuşa konuşa” anlaşırdık ve kutuplaşmazdık kedici misin köpekçi misin kabilinden... Kendi türümüzü ve yaşadığımız yeri alaşağı etmek için özel bir çaba sarf etmezdik. Ne yazık ki biz “insan” kalmayı tercih ettik.

Hayvani Draje için çalışırken pek bir zorlandığımızı itiraf etmenin tam sırasıdır. Hani evli evine köylü köyüne derler ya... Drajelerimizin sınavdır tezdir projedir belinin alenen büküldüğü bir ayı geride bıraktık. Bu arada olan da ödev tez sınav iş filan gibi dertleri bulunmayan adı lazım değil bir editörümüze oldu. Neyse ki en azından yazılama işlerinde hiçbi yüke bana mısın demeyen adı lazım değil bir Tolga Öztorun ve mızmızlanıp durma işlerini üstlenen adı lazım değil bir Sinan Yalçın’ımız vardı da Hayvani Draje geç de olsa sağ salim çıkabildi... Bu arada Hayvani Draje’de aramıza katılan Ayten, Duygu ve Aslı Hanımlarla, Onur, Emre ve Cem Beylere selamlarımızı iletmeyi bir borç biliriz...

9

İ

nsanlık insanlaşmaya başladığından beri, daha doğrusu doğayı kontrol altına almaya başladığından beri, kendi doğasının yabancısı ve tanrısı… Bu yabancının statüsü ve hakları tarih boyunca yükselirken hayvanların ki tanrılaşmış insandan ona bahşedildi ve günden güne geri alındı. Eski Mısır’da köpekler kutsaldı; kediler de… Roma’da köpekler savaşta mesaj taşıyan araçlar haline geldiler, Ortaçağ’da rahiplerin ayaklarını altında ısıtmak için kullandıkları soba oldular. O sırada kediler de, engizisyonun cadı diye mahkûm ettiği kimsesiz yaşlı kadınlarla kent meydanlarında diri diri yakılıyordu. Bir süre sonra o kadar çok kedi öldü ki, köpekler artık her yerde fareleri kovalıyordu. Fareler Avrupa’yı istila ettikten bir süre sonra kıta nüfusunun neredeyse üçte biri, İngiltere’nin de yarısı vebadan ölmüştü. Sonra gün geldi insanlar “uygarlaşmaya” başladı. Birbirlerini daha kolay tahakküm altına almak için önce doğayı tahakküm altına almaya çalıştılar. Ne gerekiyorsa yapıldı. Yıllar ideolojileri kovaladı, ideolojiler çatışmaları, çatışmalar nefretleri, nefretler savaşları, savaşlar yıkımları, yıkımlar yeni insanı yarattı. Ama hayvanlar hep aynı kaldı. İnsanlar onlara özendi, önüne “düşünen” ekledi. Laf arasında hayvanlar gibi sevişen, hayvanlar gibi yemek yiyen, hayvanlar gibi “davranan” insan artık hayvanlardan farklı olarak “düşünüyordu.” Düşünen insan gün geldi aya taşındı,


Yazı: Sinan İzmir – Cem C. • Logo: iç mihrak • http://hayvanozgurlugu.com • http://www.facebook.com/group.php?gid=133591110505

Noluyo Lan Burda?! Panik yok. Size her şeyi anlatacağım. Yıl kaçtı hatırlamıyorum. Üç-beş yıl önceydi diyelim. Önce Animal Liberation Front (ALF) adlı dünya çapında ünlü bir hayvan özgürlükçüsü doğrudan eylem grubunun farkına vardık. Sonra tüm dünyaya yayılan bu eylemliliğin Türkiye topraklarına da musallat olması için ne yapılabilir diye düşünedurduk. Aslında fazla da düşünmedik. Madem konumuz doğrudan eylem, öyleyse doğrudan eyleme geçelim dedik. Elde ne varsa onunla, elimizden ve sesimizden geldiğince bir şeyler yapalım istedik. (işte tam bu ara beynimizin sol lobunda Moğollardan “Bi’şey Yapmalı” şarkısı tıngırdıyordu) Ücretsiz site sağlayıcısı bir web sitesinden önce dandik bir web sitesi kurduk. ALF eylem ve teoriğini Türkçeye aktarmaya başlamıştık. Sitenin bir bölümünde de Türkiye’de tavşan katliamı yaparak kürk üretimi yapan firma ve çiftlikleri deşifre ediyorduk. Sağ olsunlar, sesimiz hemen yankı buldu ve bir kürk çiftliği sahibinin şikayeti ve tehditleri üzerine ücretsiz servis sağlayıcısı tarafından dandik web sitemiz kapatıldı. Tam o esnada, Tolga (Öztorun) kardeşimle tanıştık. Onun, (ismini yanlış hatırladıysam beni bağışla!) Buğra’nın ve Haytap’tan Nesrin Hanım ile Fırat’ın destekleriyle nihayetinde http://hayvanozgurlugu.com isminde bağımsız olarak yayın yapan sitemizi kurduk. İlk hafta cillop gibi bir logoyla Elfun kardeşimiz destek attı. Akabinde Umut’un içerik için katkıları oldu. Yazıydı, çiziydi, fotoğraftı, videoydu derken 1 yılı geçkin bir süre önce Cem C. ile tanıştık. Site güncellenemez bir hale gelmişti ki, Cem haftada 2–3 çeviriyle bir anda siteyi kaynak web sitesi olma yolunda dönülmez bir yola soktu. Özellikle Dr. Steven Best çevirileri Türkiye’de hayvan hakları mücadelesini hakkıyla vermek isteyenler için kutsal metinler gibiydi. Ardından ALF’in kurucu üyeleriyle ve basın bürosuyla röportajlar geldi. Öncelikli derdimiz ALF’i Türkçeye taşımaktı. Kıs-

men yaptık da sayılır. Çeviri grubuna eklenen Melis ve Sibel arkadaşlarımızla birlikte daha da hızlanıyoruz. Gerek kendi hazırladığımız, gerekse dışardan alıp eklediğimiz video görüntüler binlerce kez tıklanır oldu. Bine yakın fotoğraf ekledik. Artık günde ortalama 50 ziyaretçisi olan mütevazı bir siteyiz. Hayvan Özgürlüğü Ne Ola ki? İnsan türü, insan-dışı hayvan türleri üzerinde çeşitli katliam, işkence ve sömürü yöntemleri uygulamaktadır: 1- Tıbbi ve biyolojik araştırmalar (Hayvan Deneyleri) 2- Et, süt ve yumurta endüstrisi 3- Eğlence sektörü (sirkler, hayvanat bahçeleri, yarışlar, yunus havuzları, pet shop v.s.) 4- Kürk üretimi 5- Diğer (yaşam alanlarının yok edilmesi v.s.) Tüm bu sömürü ve katliamın tek sebebi, insan türünün kendi dışında kalan tüm türleri aşağı canlılar olarak görmesi; bu hastalıklı türcü bakış açısının sonunda da dünya üzerinde yaşayan tüm canlılar üzerinde hakimiyet kurma isteğidir. “Sizin başka işiniz yok mu?” diye soranlara da “benim işim, senin kendine iş edinmediklerindir” demekteyiz. Ne mutlu ki, yer yer bazı e-postalar almaktayız. ALF özlemiyle yanıp tutuşan e-postalar… “Türkiye’de var mı? Varsa nerede? Yoksa var etsek…” diyen, coşan, gürleyen e-postalar. Bu e-posta çiselemesi, sağanak yağışın habercisidir diyerek sevinmekte, kuyuya attığımız taşın yerine ulaştığını duyarak sabretmekteyiz. Son ve önemli bir uyarı olarak, HayvanOzgurlugu. Com sitesinin ALF ile hiçbir organik bağı bulunmadığını belirtir, sadece ALF’in sesini duyan ve bu sesi Türkiye’ye de duyurmaya çalışan mütevazı bir destek sitesi olduğumuzu beyan ederiz. İş bu beyanla, tüm Hayvani Draje sakinlerini HayvanOzgurlugu.Com ve aynı adlı Facebook grubuna çaya davet ettiğimizi bildiririz. Gelmeniz de yetmez. Gümbürgümbürgümbürdemelisiniz! Olan biten budur işte…


m i. om o rg c i.c . de i rg je g de ra r je .d w ra de w .d om e c w m j . /w o w gi a :/ i.c r er /w tp rg d :/ ed . ht de aj tp w je ht dr . ra w w .d w w /w /w w :/ :/ /w tp :/ ht tp tp ht ht

draje www.drajedergi.com

Pencüse... Severler dergiyi gencüse!

m

co

Kendisi genç Ruhu olgun Hacmi dolgun Internet dergisi

BU ALANDA SİZİN DE REKLAMLARINIZ YAYINLANABİLİR! İRTİBAT

info@drajedergi.com

27

http://www.drajedergi.com


54

Bad-ı Eşaş Sadakat Yazı: Çağla Elektrikçi• E-Mail: moodindigo8@googlemail.com • İllüstrasyon: Hayalcan İncesağır

İ

nsan ölümcül bir hastalığa yakalanmış bir hayvandır.’’ Hegel Evrenin zarafeti karbon ayak izimizle, parçacıkların dünyasında ‘’ acı üstüne acı, kan üstüne kan, kayna kazanım kayna, yan ateşim yan, iktidar, iktidar, iktidar’’ ritmiyle, William Shakespeare’in ‘iktidar hırsı’ oyunu gözümde canlanıyor. Yaşlı dünyamızın kazan kaldırdığı başka bir yüzyılda, kara defterlerini ortaya savurmuş, ödevlerini teslim etmemiş, biz ki yaramaz çocuklarıyız onun, haklı ki, köreldi, koptu ipleri, özler olduk çocuk ve çocukları olmayı yeniden. Bir oksijen atomuna bağlı iki hidrojen atomu vahşi yaşamdaki politize edilmiş hiyerarşiyi, terör kurgusuyla nasıl betimliyorsa insaniyete, freudyen bakış açısıyla içgüdülerin ölümsüzlüğü nasıl etkilediği kalıyor mirasçılarımıza. Dürüst kaba ol, eğreti dürüst olma demiş büyüklerimiz, ne denli moleküler dengemizi ala kadr’ül imkânla çalıştırabiliyorsak da, iş Hegel’in dediği gibi. Kâinata nasıl bakıyorsak, o şekilde izleniyoruz, takip de ediliyoruz. Hayata bulmaca çözmek için gelmediğimiz aşikâr, zira ortalama 1300 gramlık beynimizle bu denli batabilir, aynı dereceyle düzeltip, yaratırken yıpranabiliriz. Eşdeğer litograflar bunlar, duvarlara, evrene çizilmiş, mutluluğun ne kadar tüketebileceğimize bağlı olsa dahi rejimlerle, kayna kazan kayna işte. Neo-korteks, beyinde problem çözme, farkındalık, vb, zekâ ile ilgili birimdir ki bizim yaşamımızı zorlaştıran da kolaylaştıran da bu bölgedir. Biz insanların 0–6 yaşlar arasında çocukken gelişir, etkileri ilerisinde görür temellendirdiği mimarisini. Kâinatımız da öyle, bir o kadar yaşlanmış olsa da, bir o kadar daha akıllı, birikimli, donanımlı. Kırmaya, dökmeye o kadar alışmışız ki mazoşist yaratılıcılarla, zaman öldüren benliğimizi, bırakıyoruz kollarına, talep ediyoruz işin ironisi kol saatlerimizle. Peki, o zaman ne zaman başladı, gelişti şu oluşum? Kestirimlerin ürünü, postmodernite oyunları, yüzeysel uğraşları aşamadan çarpıtılmış değerler

dizisinden şaşıp, sapmadan, sapıtmadan ne yapabiliriz? Herkesin kendine göre de haklı-haksız kavgası yer alıyor sahnelerinde. Dezavantajlar, avantaja dönüşecek makul zeki bireylerde, maddi imkânsızlıkları, yolculuklara, yenilenmeye, sanata, gençleşmeye borçlanmalıyız. Üretirken ahvalimizi sunmalıyız sevdiklerimize, bir kadına, bir erkeğe âşık olunabildiği kadar, ilk önce doğaya kâinata o denli bir olgunlukla sarılmalıyız ki, bütünlüğümüzü sağlayabilelim. Aslında ne kadar basit, bilgimize ne kadar zenginlik katabilirsek, ihtiyacımızın olduğu kadar tüketip, üretebileceğimizden daha fazlasını, sunabilip, paylaşabileceklerimizle ayrılabilelim köreltilenlerden masumiyetimizden arta kalan. Can, cinsiyetinden, ırkından, etnik kökeni ve evrim sürecinden arta kalanlardan anca başka nasıl ayrılır, hileye başvurmadan? Fiziksel herhangi bir yok ediş olmadığı gibi, herhangi bir canlının iyi-kötü bıraktığı her izde armağandır. Hayaller biriktirir, yoksunluktan yoksulluğa değil, bilginin zenginliğiyle bireye özgü yaratıcılıkla ve onu köreltenlerle de düzeltilebilir pek ala. Konservatif maskelerin ardındaki, şiddet, pornografi, çocukluk borçlarımıza çoktan ilelebet kazınmakla birlikte, ekran başında, hayalet kalabalıkla, boş lafla, eksik hayallerle yavaşça kendini zihinsel ölüme terk eden insanların farkı ne olabilir hayvani içgüdülerle yaşayan vahşi hayat düzeneklerinden? Leibnitz’in ‘ uçan tanrı ruhları’ teorisi, ilham aldığı onca şeyi, idealize edilen fantazyadan ibaret olan batıl inançlar gibi sonlandıramamış. Misal; Karaiplerdeki zemelerde bırakmamış, günümüz ucuz zaferlerinden hayvanlaşan insan ticaretinden, kendi kendini pazarlamadığıyla kalmamış, nesli tükenmekte olan türleri öldürmenin yasasını çıkarmış, vergi sistemine bağlamış, kapitalizm buhranında mevkiliyi belirleyen yiyecek ve giyeceklerle, yeni bir kültür, devir, devrimin aksine karmaşık mozaik bir yapı aşılamıştır. Hangi taraf hayvan gibi yaşıyor aslında.


Kan İzleri Yazı: Cem Vurnal • E-Mail: cemvurnall@hotmail.com • İllüstrasyon: Erdinç Yücel

B

ir savaştık, bir barıştık ve bizler hiç anlaşamadık. Yüzyıllardır devam ediyor, peki hala neden alışamadık? İçsellikten öteye gitmeyen kavgamızı salgın bir hastalık gibi yaydık, üstelik hiçbir seçeneğin bize varoluşun doğal getirisi olan özgürlüğü sağlayamayacağının bilincinde olarak… Ait olamamışlığı isimsizlikten başka en iyi ne anlatabilir ki? Acımasızca ölenlerin günün birinde unutulmasında ve unutanların suçluluk duygularında, ölümlülüğümüzün dehşet verici keyifliliğini çıkarmak gerek. İnsan varoluşunun anlamsızlığında yaşamını kurtarmak için bir çare bulamadığında, ölmeye hazır hissetmiştir kendini. Ölüm varoluşumuzu ne kadar inkâr etse bile, başkalarını öldürerek kendine ispat etmiştir acı gerçeği. O bu cinayeti yeryüzüne bıraktığı bir iz olarak görüyor. Ve bu iz onu tanrı kadar güçlü kılıyor ve unutulmamak adına umutlandırıyor. Savaş yarattığı ortam ve ikilemlerle, sevgiye vurulabilecek en büyük darbeyi vurmuş; insanların sevgilerini tutsak edip düşlerini ellerinden almıştı zaten. Kaybettiğimizi anlamadan kazanmaya çalıştık hep. Keşke yaşamak için ölmemeyi öğrenebilseydik. Belki o zaman anlayabilirdik bu savaşların çıkma nedenlerini; başka bir varlığa dayanamayarak daha fazlasını isteyen, ölen, öldüren ve bunları yaparken de acımasız vahşi bir hayvana dönen insanın biz olduğunu. Savaştan yorgun düşmüş caddelerde, sevişmek için yer bulamamış kalabalıklarının çığlıklarından uzak, bir sokak çalgıcısının melodisi yankılanır kulaklarımızda sessizce: bütün yaşanmışlıkların utancını taşımak zorunda kalarak hayal kuracağız, insan olmanın hüznüyle…

Çayırbaşı Hıdırellez Şenlİklerİ

8

Mayıs 2010 Yer: Çayırbaşı Meydanı TARİH: 8 Mayıs 2010 / CUMARTESİ SAAT: 13.00-18.00/ ATÖLYE Çalışmaları 19.30-24.00/ KONSERLER


52 minik draje minik draje minik draje minik draje minik Metin ve Oyuncu Yazı ve İllüstrasyon: Ceren Gül Çıtak İlkokul 3. Sınıf Öğrencisi

Anaokulunda herkes Elif ve Metin kardeşlerin sırasına toplanmıştı. Bunun sebebi Elif ve Metin’in bulduğu köpek yavrusuydu. Elif bu ilgiden çok memnundu ama Metin bunalmıştı. Petek: - Elif köpeğinin adını ne koyacaksın? Elif köpeğe baktı. Köpek oyun oynamayı çok seviyordu. Elif: - Oyuncu olsun. Bu isim ona çok yakışır. Okuldan sonra iki kardeş annelerinden köpeğe bakmak için izin istediler. Anneleri izin verdi ve köpek için alışverişe gitmişler.

Metin köpekle hiç ilgilenmiyormuş çünkü Oyncu ona hep hırlıyormuş. Metin de korkup ağlıyormuş. Birgün Elif dayanamayıp Metin’e: - Metin oyuncuyla hep ben ilgileniyorum. Biraz da sen ilgilen, demiş. Metin: Oyuncu bana hep havlıyor, beni korkutuyor. demiş. Elif: -Bir dahaki sefere ona yumuşak davran ve korkma diyerek gitmiş. Metin korkmadığı zaman Oyuncu’yla arkadaş olmuş.


Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir! Bu alana reklam vermek için: info@drajedergi.com


EZBER Yazı: Erdinç Yücel • E-mail: yucelerdinc@gmail.com

Ş

imdi gözlerinizi kapatıp içinizden kaça kadar saymak isterseniz o kadar sayın… Bir iki üç dört beş… Biraz hızlı oldu sanki. Dünya öyle görülesi ki gözlerimizi uzun uzadıya kapama şansı vermiyor bize… Sihirlerle dolu…

Şuradaki muhteşem poster shop’taki o şeyler mesela… Adamlar koymuş tasarımı gel de odana asma… Ya da tam karşısındaki eskici dükkânı… Az önce geçtiğimiz alışveriş merkezinde fırsatlı indirim ürünleri varmış gördünüz mü? Gözünü kapamaya gelmiyor işte… Her an her köşeden fırlayabilecek bir sürprize hazırlıklı olmak gerek. Burada bir tarihi eser, şurada bir gezi parkı, orada bir göğüs dekoltesi… Şimdi gözlerinizi sonuna kadar açma zamanı. Şehrin merkezi insanlarla dolu… Koşuşturup duran bir dolu insan… Kalabalıktan sıyrılıp bir köşede nefeslenirken yanınıza sokulan köpeğe dikkat ettiniz mi? Ettiniz elbet, bir parça tehditkâr bakıyor sanki… Bir parça korku dolu… Bir parça sevimli… Acıkmış olabilir, susamış ya da şefkate muhtaç… O bir yabancı burada. Bütün köşelere kokusunu bırakıyor “burası benim egemenlik alanım” der gibi ama bir yabancı o… Basbayağı yabancı işte… Binlerce yıl önce, sonraki bütün nesilleri tehdit altında bırakan bir hatanın ürünü… Alışveriş merkezleri, betonarme devler ve göğüs dekoltelerinden oluşan bu büyük resimdeki hata… “Resimdeki hatayı bulunuz”lu dikkat ölçer soruların kestirme cevabı… Yerinde olmak istemeyeceğiniz…

Özdeşleşemeyeceğiniz… Tepkilerini öngöremeyeceğiniz bir ŞEY! İşte size hiçbir sözlükte bulamayacağınız bir “yabancı” tanımı… Soluklanmak için ilişiverdiğiniz köşedeki köpek, ya da sebepsiz yere tekmeyi bastığınız kedi, kısırlaştırılması ya da ıssız bir alana bırakılması için belediyeyi aradığınız herhangi bir sokak hayvanı o… Vapurdan simit attığınız martı da olabilir… Pencerenize bıraktığınız kırıntılarla beslenen bir serçe de… Sevebilirsiniz, acıyabilirsiniz, korkabilirsiniz, korkutabilirsiniz… Canını oracıkta alıp yakalanırsanız kabahatler kanunu gereği bir akşam yemeği parasından filan da olabilirsiniz… Bir yabancı o… Özdeşleşilemeyecek olan yani… Sokak hayvanları… Çağdaş uygarlık seviyesi diye tapınıp durduğumuz kıyma makinesinin atık ürünleri… Ancak bir yabancının özdeşim kurmayı deneyebileceği kurbanlarımız… İşte onlar hakkındaki bir filmi tanıtmak için yazıldı bu hikâye… Bir “yabancının”… Taze Drajelerimizden Tolga Öztorun’un yazıp yönettiği “Ezber” işte bu yabancı tanımından dolayı imkânsızı arayan bir film… Tolga’nın başardığı ama izleyicinin sadece izleyici olarak kalmaya mahkum olduğu bir empati girişimi… Bazılarımızın ahlanıp vahlandığı ve bazılarımızın dünyanın en normal şeyi saydığı gündelik vahşeti anlatan bir korku filmi… Kısa film diyorlar ya hani… Gözünüzü kapatıp istediğiniz kadar sayma halinin bir başka biçimi… Bir iki üç dört beş… Biraz hızlı saydınız sanki… Şu vitrindeki fırsatlı indirim ürününü gördünüz mü? Çantadaki asalete bakınız… Gerçek timsah derisi… Sahi… O köşedeki yabancıdan ne güzel bir manto çıkar değil mi? http://www.ezberfilm.com/


“HATA” Erdinç Yücel • http://fotokritik.com/kullanici/hiperdinc


Menfur Saldırılar No:2

“BU MART SOĞUKTU SAFİR” Hikâye: Alper Bakıner • İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

M

oritz nam bir zat-ı mestan komşuluk eder kulunuza; soldan ikinci viranenin alttan birinci penceresini mesken tutar. Pir-u pak denemez belki lakin öyle bok çukurundan çıkmış da değildir. Daha ziyade ağır külliyatıyla bilinir ama göğsünün hafifçe altına gizlen-

meye çalışan, siyahın üstüne biraz garip durmuş açık kahverengi benek onun asıl alamet-i farikasıdır; pek kimse bilmese de. İşte bu Moritz bir akşam gök karardığında yavaş yavaş açtı gözlerini, gözlerimin önünde. Bir bakış-


Şimdi yanımdan geçen bu çift önceden onun kafasından geçti mi bilmiyorum; ama şu tiz perdeden şikâyetler sıralayan kadını onun da duyduğundan eminim. Rüzgâr da önceden onun tüylerini kaldırdı muhtemelen. Sokağın sonundaki meydana vardık. Moritz ardına baktı bu sıra fakat beni görmedi, ya da görmek istemedi. Bir araba geçti önümüzden. Sonra Moritz devam etti; peşinde kuyruğu ve ben. Ağaçlar gördük… Bebek arabaları ve ayakkabılar… Nasıl olmuşsa bir önceki geceden kalmış birkaç öfkeli bağırtı… Soğuktan kurumuş bir el gördü sonra Moritz; pek ilgilenmedi… Yaşlanmış sokağın saçları gibi seyrelmiş kedileri gördük… Ne yalan söyleyeyim; üzgün ve üşümüş görünüyorlardı… Bütün bu kalabalığı geçince, en köşede bilmem hangi zamanın bilmem hangi rüzgârından; ya da ne bileyim, belki de besbereketli bir yazdan beli fena halde bükülmüş bir incir ağacının altında durduk… Ağacın baktığı yere baktık… Hala yaşamakta olan yarımay bir dalgaya vurdu… “Şimdi biraz daha ışık olsaydı” diye iç geçirişimi o duymuş mudur bilmem… Ama ben Moritz’in “Safir” diye geçirdiği iç’i ellerimle koydum buraya…

tık fakat bunun ayrımında olduğunu sanmıyorum. Biraz durdu öyle; sonra usulca ayağa kalkıp artık iyiden iyiye eprimiş kütlesini hantalca bıraktı aşağı ve bırakmasıyla beraber ağır ağır döndü. Gözlerimin önünde iki sıra önündeki duvara bitişik taşa yerleştirdi ellerini ve oradan öyle bir gerindi ki, kopacak sandım. Biraz sürdü bu hali. Sonra yine bakıştık; galiba bu kez o da fark etti.Yürümeye başladı Moritz kaldırım sıra. Yavaştı ve kıçı yavaş yavaş bir sağa, bir sola kıvrılıyordu. Kendisi de köşedeki bakkaldan yukarı kıvrıldı.

Dediklerine göre her uyku çıkışı tutunduğu o taşı oraya yerleştiren yol işçisinin ismini vermişler Moritz’e. Kendi kendine söylenir ya da hikâyeler anlatırmış bu adam. Bir gün neden hep yürürken sola yalpaladığını anlatmış mesela. Başka bir gün tükürüğün ağız sağlığına olan faydalarından; daha başka bir günse, geldiği yerde ekmek hamurunun içine atılan acımsı bir kökten söz etmiş de, bizim komşu dışında hiç kimse dinlememiş bunları. Demeye devam ettiklerine göre adam Moritz, o son taşı avucunun ortasıyla pat pat vurmak suretiyle yerine yerleştirirken bilindik halinden birazcık daha öfkeli görünüyormuş. Hiç olmadığı kadar ses çıkıyormuş her bir vuruştan da; taş iyice yerleştikten sonra bile vurmaya devam ettiğinden ölçüyü azıcık kaçırmış.


Menfur Saldırılar No:2 Sonra durmuş. O son taşa öyle bakakalmış. Anlattıklarına göre akşam çöktüğünde hala bakıyormuş. Son vapurla evlerine dönenler de onun hiç kımıldamadan taşa baktığını görmüşler. Moritz’in dediğine göre bir gözü artık o taşın rengini aldığında bile bakmaya devam ediyormuş adam. Sonra diğer gözü taş olmuş; yetmemiş, taşa vurduğu avucu da. Taş kolları sıra yürümüş adam Moritz’in, ne bilekleri kalmış, ne de parmakları. Bunların hepsi bizim Moritz’in gözleri önünde olmuş.

ibaret olması gereken, bütün bu olan bitendi .”

Şimdi Moritz bana diyor ki; bu taş bir kez duraksamış sadece. Ama Moritz bu duraksamanın neden olduğunu tam olarak kavrayamamış: Taş Moritz’in ona baktığını henüz fark ettiğinden mi; yoksa yolunun üzerinde artık sadece adam Moritz’in kalbi kaldığından mı?

O kadar güzel görünüyordu ki; kuş dayanamayıp bırakıverdi nazarını…

En sonunda dediler ki; Moritz bu garibanın önce bakışlarını, sonra dilini, sonra hikâyelerini, sonra dertlerini, sonra dirayetini, sonra sessizliğini… Öyle olunca en sonunda ismini almış da; bir daha kımıldayamamış bu yükten.

“Senden isteyip isteyebileceğim beni biraz ısıtman.” dedi Moritz hiçbirimizin beklemediği bir cesaretle. Safir başından beri yaptığı gibi gözlerini sola devrilmiş tutmaya devam etti. “Ellerimle birleştirebilirim kopan parçaları” dedim. Moritz öfkelendi. Yarımay tepede yine göründü; Safir ona şimdilik bakmadı. “Şu yıldızın benim için kayması hepimizin hayrına olurdu.” diye söylendi Moritz titrek bir sesle. Gösterdiği yüzü asık parıltıya baktım. Safir’in gözü bir süredir tepede dönüp duran kuşa takıldı; karnı gibi gözleri de ara sıra parlıyordu bu kuşun. “Hangimizin yerine?” diye soracak oldum. Moritz her zamanki gibi yavaşça çevirdi başını. Gözlerindeki öfkeyi ellerimle tutabilirdim; ama sesi herhangi bir histen uzaktı: “Her düş kendi düştüğü aklı yakar.” Safir’in başı kuşla beraber dönüyordu. Sakin görünüyordu Safir; hatta gözlerim beni yanıltmıyorsa hafifçe gülümsediği bile söylenebilirdi. En azından havadaki bu garip kasvet ona pek ilişmemiş gibiydi. “Birkaç güzel günün düşüydü beni yakan.” diye devam etti Moritz. Kuş Safir’in şimdi biraz büzüşen dudaklarından geçti. “Oysa bir düşten

Şimdi bir adım attı Safir, incir ağacına doğru… Bir adım daha… Sonra birkaç adım daha… Kuş dönmeye devam ediyordu… Safir -bir kızgınlıkla değil ama- etrafında dönenleri aklı almamış birinin edasıyla kaşlarını çattı… Kuş tuhaf bir sesle bağırdı; sessizlikte birkaç kez yankılandı ve söndü… Safir en yakındaki dala usulca kondu… Ağacın bükülmüş beli boyunca tüm zarafetiyle tırmandı…

Mülayim bir dostundan bahsetti bir gün Moritz; çok eskiden tanıdığı. Demiş ki bu dostu; her şubat sonunda kedilerin vücutlarında üç boşluk peyda olurmuş: İlki, sol üstten ikinci kaburganın bitiş noktasında nüksedip büyümesi yaklaşık iki buçuk gün sürermiş. Buradan bir ay boyunca kullanılacak miktar ve çeşitte kokular imal edilir, böylece yâre yarene rezil olmanın önüne geçilirmiş. İkincisi sol arka bacağın hemen dirsek üstüne konuşlanırmış ve ilkinden sonra düşmesine rağmen hemencecik bir âdem elması büyüklüğüne geldiğinden olsa gerek, ilkinden önce girişirmiş lisan meseleleriyle cebelleşmeye. Bilge kişinin dediğine göre; bu haytanın en ufak bir beceriksizliği bütün bir mart ayının tarife gelmez çığlıklarla tarumar olmasına sebep olabilirmiş; fakat çok şükür ki kediler âleminin bilinen tarihinde böyle bir talihsizlik vuku bulmamış. Şubat ayının son gecesi, çenenin iki santim altına ve birkaç milim sağ tarafa, kedi çıplak gözüyle görülemeyecek kadar küçük ve saydam bir kürecik düşermiş son olarak. En çok korkulması gereken de buymuş. Asli işlevi usturuplu bir şekilde efkâr çekmeyi, sözgelimi güzelce ağıtlar yakmayı sağlamak da olsa bu kürecik; seyrek rastlanan kimi alengirli durumlarda kendi hacmine rıza gösteremiyor olmasından sebep, öyle bir hızlı büyürmüş ki; daha yedinci günden görünür, on yedinci günden acıtır hale gelirmiş. Yirmi yedinci gündeyse, artık zulümden inim inim inlermiş biçare kedi. Bilge kişi burada biraz susmuş. Denize bakmış. İç geçirmiş. Moritz, meraktan olsa gerek, yoksa sorgulamaktan değil hâşâ, titretmiş birazcık bıyıklarını.


Bilge yavaşça dönmüş yüzünü… Gözlerinden bulut geçmiş… Sağ patisini Moritz’in alnına koymuş… Şimdi biraz daha soğuk esmiş rüzgâr… Bilge gözünden yaş getirmiş… Bir incir yaprağı mart’a isyan etmiş… Moritz kaşlarını kaldırmış, sadece merakla… Bilge boğazını temizlemiş… Yüksek perdeden ıslık çalmış rüzgâr… Yaprak denize savrulmuş… Moritz kendine dokunmuş… Bilge konuşmaya başlamış ama ne gam… Moritz duyduklarını hayra yormuş her halükarda… Uzaktan Safir’in gülüşü gelmiş… Rüzgârınkine karışan bas sesiyle manasızlaşmış bilge… “Bir mart daha görür müyüm?” diye geçirmiş içinden Moritz… “Yok” demiş bilge…

“Yok” dedi Moritz incirin en tepesinden. Ağaç sanki biraz daha büküldü. “Bunlar benim son günlerim” dedi Moritz. Garip bir böğürtü geldi taşın içinden. “Bu geçen benim son martımdı”. Uzaktan bir kadının kahkahasını duyduk. “Tek bir an bile geçmedi seni düşünmediğim Safir…” diye devam etti Moritz ama yaprakların uğultusundan duyulmadı gerisi. Safir Moritz’e yasladı başını. On bir ay boyunca düşündüğü, eylediği, düşlediği her şeyi bu gece üstüne takmış takıştırmış gibiydi ve bu durum hepimizi bu buz gibi karanlığın sessiz ayin yoldaşlarına çevirmişti. Safir gülümsüyordu ve o böyle gülümsedikçe kaç vakittir azgınca esen rüzgâr bile giderek uysallaştı. Hala yukarı bakıyordu Safir ve o böyle baktıkça kuş daha bir iştahla dönüp durdu tepemizde. Safir en olmuş meyvesiydi ağacın; hiç kımıldamayacak gibi asılı kalmıştı zamanda. Sonra dile geldi Safir… Hiçbirimizin bilmediği bir dile… Birdenbire her şey tepetaklak oldu… Bilmediği bir sesti bu incir ağacının. Biraz kaldırır gibi oldu başını; galiba şaşkındı. Yapraklar zaten bir süredir uğuldamaktan ziyade bir şarkı mırıldanır gibiydiler; şimdi iyiden iyiye kulak kesildiler. Taş inlemeyi ve böğürmeyi keseli bir vakit olmuştu; o da olanı biteni dikkatle izler gibiydi. Kuş, uzaktaki başka bir ağaca kondu. Kadının kahkahaları geceyi yırtmaktan vazgeçti. Ömrünün son martını soğuktan titreyerek ve de sı-

ğındığı yerden başını bile uzatamadan tüketmek zorunda kalmış Moritz’in göğsü kabaracak gibi oldu. Bütün dünya ve hatta deniz susmuş, Safir’i dinliyordu; Safir’se ona dokunmakla meşguldü. Aylar sonra ilk defa ısındığını duydu Moritz. Yine titriyordu her yanı ama bu kez soğuktan olamazdı. Bu durumun ne kadar sürdüğünü açıkçası ben de bilmiyorum. Uyuyakalmışım. Uyandığımda etrafımdaki her şeyin uyumakta olduğunu fark ettim. Rüzgârla ve envai çeşit gürültüyle tıka basa dolmuş kulaklarım aylar sonra sessizliği tattı. Sonunda galiba teşrif etmişti bahar ve bu durum bizim Moritz’in sinirini adamakıllı bozuyor olmalıydı. İstemeye istemeye ağacın tepesine baktım. Hayır… Bu çok tuhaftı… Bu görülmedik bir şeydi… Moritz, gözlerini Safir’in gözlerine dikmiş gülümsüyordu… Kaç yüz kere gelmişti de çarçabuk kovmuştum bu görüntüyü zihnimden… İstemediğimden değil hayır… Olmayacak bir duaya âmin demekti bu; öyle görünüyordu… Ama her nasılsa gülümsüyordu Moritz… Taş çözülmüştü… Safir, Moritz’e diktiği gözlerini iki kez kapatıp açtı… Bir anlaşmayı onaylar gibi… Asla bilemeyeceğimiz bir anlaşmayı… Moritz’in gözlerinde bir şey parlayıp söndü… Sonra ikisi de denize dönüp, yarımayın ölüşünü seyre daldılar… Nisan 2010


Çıkan kısmın özeti: Ortalama bir anaokulu bebesinin yapabileceği çiziktirmelerle sanat dünyasında çığır açtığını zanneden Francisco de Goya, hevesle aldığı o tabloyu, nasıl içinden çıkacağını bilemediği bir labirente attı. İlk bakışta tanıdığımız fakat ne olduğu hakkında da bir türlü anlaşamadığımız bir şeyle birlikte yeterince uzun vakit geçirdiğimizde artık onun pembe yanaklarına, sofra zeytini kıvamındaki gözlerinden soru baloncukları çıkartabiliriz kafamızda. Oysa, yemek içmek sıçmak üçgeninde karşında beliriverir. Mekân yanlış, zaman yanlış, diyaloglar yanlış, sorular yanlış. Kendimizle barışıklığımızı hiçbir koşulda bozmamamız bundandır. Hani derler ya hep, “cennet kokusu gibi”, işte öyle kokuyor. Taze gibi. Burnu kocaman ve mor, gözlerinin rengi beyaza kaçmış, yüzü çizgilerden tanınmayan adam iki tane mermeri üst üste koymuş bizi s.kiyo. Ona baktığımız zaman içimizin oynadığı manzara tanıdık gelmiyor mu size? Sinekler ve bok böcekleriyse dâhil değildir buna. Sımsıkı sarıldığımız samimiyetimizle bakanların içi oynamaya başlar. Materyalist Estetik ve Plastik Cerrahi Vakfı başkanı Jean Paul Sangre’ın Keyifli söyleşileriyle sanat üzerine düşünmemiz falan gerekmemektedir. Yoksa ettir çürür, parçadır dağılır, memedir sarkar. Bu hengâmenin sebebi belki de yıllar sonra dahi diğerlerini onunla karşılaştıracağın ilk öpücüğü aldığın kız. Bazen kocaman bir burun. Cevaplar yanlış. Doğru olan ne peki? Tarifsiz bir mutluluk. Neyi gerçekten anlamanı isterdim, biliyor musun? Evin içinde çoraptan yaptığım topla futbol oynadığı kadın katili Monsieur Verdoux sevdiğim bir karakterdir. G.tümden uydurduğum bir yanlışlık var bu işte. Kalk artık, silkelen, kendine gel. aktif olarak alıyorsun enstrüman ve oynuyorsun dolap beygiri gibi. “Peyk” grubunun üyelerinden oluşan “Refresh Reggie Band” yüzüme pis pis sırıtıyordu. Onunla karşılaştıracağın kadınları töhmet altında bırakmıştım. Engin Arınan ise ruh güzelliğinin önemini gösterdi. Koridorun orta yerine hevesle cordon bleularını cevizli sucukla dengelemeye sıra gelemedi. Çocuk suratına inen bir şaplak, salonda röveşataya çıkarken Büyüme heveslisi ellerin kanayan dizini adeta tokat gibi patlıyordu. Canay Cengen’i kızdırmak pahasına şöyle bir kehanette de bulunabiliriz: Benim için ÇİRKİN bir Damdaki Kemancı, Yalın’ın orkestrasındayken beni yıldırmayı çok denedi.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.