match-up mag // issue 7

Page 1

match - up Keşfetmek üzerine kurgulanmıştır // Structured to explore

mag

TR 16¨

1


match - up Keşfetmek üzerine kurgulanmıştır // Structured to explore

mag

match-up mag keşfetmek üzerine kurgulanmış, bağımsız bir yaşam tarzı dergisidir. Sizlere zamansız içerikler sunmayı hedeflemektedir.

i match-up mag is an independent lifestyle magazine, structured to explore. Aimed to give you timeless content.

n İmtiyaz Sahibi // Publisher: Deniz Yılmaz Akman Papier Atelier Tasarım Genel Yayın Yönetmeni // Editor in Chief: Deniz Yılmaz Akman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü // Executive Director: Türker Akman ISSN 2149-8679 Yönetim yeri // Headquarter: Ortaklar Cad. Pehlivan Sok. No:42 A-11 Şişli/İstanbul Editörler // Editors: Deniz Özdağ, Emre Eminoğlu İngilizce Edtörü // English Editor: İlker Akman Kapak Fotoğrafı // Cover Photo: Eylül Aslan Katkıda Bulunanlar // Contributors: Anı Ekin Özdemir, Alexi Ward, Berna Vincent, Bethany Toews, Burcu Temiz, Çağla Gillis, Eylül Aslan, Denef Huvaj, Fidan Kandemir, İbrahim Akkaya, Juan Sebastian Rojas, Özge Yıldırım, Sezgi Olgaç, Rafafans, Pınar Dönmez, Zeng Shupin Yayın Türü // Type of Publication: Yaygın Süreli // International Matbaa // Printing: Sena Ofset Ambalaj Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. İletişim // Contact: info@matchupmag.com Sayı 02 // Issue 02

@matchupmag

matchupmag

matchupmag

www.matchupmag.com Tüm hakları saklıdır. Dergideki yazılar ve görseller yayıncının izni olmadan kullanılamaz.



“Daha kıpırtı yoktu önyüzünde sarayların. Ölüydü su. Gölge alanları ayrılmıyordu korunun yolundan. Yürüdüm diri, ılık solukları uyandırarak. Renk renk taşlar baktı; kanatlar sessizce kalktı.” Arthur Rimbaud

i “Nothing yet stirred on the face of the palaces. The water is dead. The shadows still camped in the woodland road. I walked, waking quick warm breaths, and gems looked on, and wings rose without a sound.” Arthur Rimbaud



Editörün Notu Sabaha doğru komşunun alarmı çalıyor. Sonrasında ayak sesleri… Kahve kokusunu duyuyorum. Hava yer yer koyu mavi, yer yer sarı. İstanbul sessiz. Yeni bir güne saatler kalmış. Yeni bir gün nedir sahi? Bir önceki günün benzeri mi, aynısı mı, bambaşka bir hayatın başlangıcı mı? Pencereye yaklaşıp o anda geceye dönen şehirleri düşlüyorum; biz burada sabahı karşılarken, bir yerlerde gece oluyor. Kıtalar arası gidip geliyor ruhum... Gözlerimi kapıyorum ve sabah serinliğinde dağlara çıkan çoban ve sürüsünü, yanına aldığı ekmek ve zeytini, başka bir kente gitmek için yola koyulan bir insanın telaşlarını, hayallerini, usta ve çırağın uykulu gözlerle fırına attıkları günün ilk ekmeklerini, çocuk ağlamasıyla yatağından fırlayan bir anneyi, gece uyku tutmamış birinin yeni uykuya dalışını, trenle sınırdan geçen bir mülteciyi, dağın tepesinde gün doğumunu izleyen bir gezgini ve boğazın serin sularını hayal ediyorum. Güneş tamamen aydınlatıyor etrafı. Güne başlarken; bazen sıfırdan başlamanın, farklı bir yerde farklı bir sabaha uyanma düşüncesinin ne rahatlatıcı şey olduğunu düşünüyorum. Zor olsa da bazı şeylerden vazgeçebilmenin, bazı şeylere de sımsıkı sarılmanın verdiği o hissi hatırlıyorum. “Dünyayı yalnızca güzelliğin kurtaracağını” ve her şeyin “bir insanı sevmekle” başlayacağını biliyorum.

Editor’s Letter

The neighbor’s alarm clock goes off towards morning. Then steps… The smell of coffee comes to me. The sky is partly navy blue and partly yellow. Istanbul is in silence. A few hours stand in front of a new day. What’s a new day by the way? Is it similar or a carbon copy of the previous one? Is it a beginning of a new life? I get closer to window and think about the cities turning into night right now. When we welcome the morning, night arises somewhere out there. My soul shuttles overseas… I close my eyes then I dream about a herd and its shepherd who goes to mountain in the fresh of the day, the bread and olives that he has taken, the haste of people who are trying to get to another city, their dreams, first baked breads that baker and apprentice put in the bakery oven, a mother getting out of the bed because of her child’s cry, a person falling asleep who is unable to get to sleep at night, a refugee who is crossing the border on the train, a wanderer watching sunrise on the top of a mountain and cool water of Bosphorus. The sun lightens everywhere. I am thinking how refreshing it is to wake up in a brand new day in a brand new place while welcoming the day. I remember the feeling of both giving up things which is sometimes hard and wrapping tightly things. I know “Only the beauty will save the world” and that everything will start with “to love someone else”.

Deniz Yılmaz Akman


15

11

43

51

içindekiler // content

23

01 Nirrimi Hakanson İnsan - People ■ Röportaj // Interview

07 Gitmek... Yaşam - Life ■ Deneme // Essay

11 I Am My Own Child İç Ses - Inner Voice ■ Deneme // Essay

15 Küba Keşif - Explore ■ Seyahat // Travel

23 Yeni Hayat Photo Essay

29 New York Keşif - Explore ■ Seyahat // Travel

35 Huashan 1914 Keşif - Explore ■ Seyahat // Travel

39 Contemporary Istanbul 2016

01

Sanat - Art ■ İnceleme // Review

43 Abhazya Yaşam - Life ■ Deneme // Essay

51 Ekmek Ustasının Hikayesi Yaşam - Life ■ Deneme // Essay

59 Zeynep Canaz İnsan - People ■ Röportaj // Interview

63 Abartının Dayanılmaz Çekiciliği Keşif - Explore ■ Deneme // Essay

69 Xavier Dolan Film - Movie ■ İnceleme // Review

71 Muhteşem Başlangıçlar Film - Movie ■ İnceleme // Review

63

07


Bilinmeyenin Coşkusu The Joy of Unknown Röportaj // Interview Deniz Yılmaz Akman Fotoğraf // Photography Nirrimi Hakanson

“Go into the unknown with truth, commitment, and openness and mostly, you will be okay.” Alan Cumming

1

İnsan | People


S

iz hiç “bilinmeyene” yolculuk yaptınız mı? Yoksa düşünürken bile; bir gün her şeyi ardınızda bırakıp deniz aşırı gitmek, bilinmeyene doğru yol almak size korku mu veriyor? Nirrimi’nin bloğunda (www.fireandjoy.com), büyük bir samimiyetle yazdığını düşündüğüm sözlerini okurken tam olarak aklımdan bunlar geçti. Gitmek, yeniden başlamak, tepetaklak olmak ve başarmak… Hâlbuki birçoğumuz çizilmiş bir yolda ilerliyoruz. Benzer şeyleri yapmamız bekleniyor. Doğup, büyüyüp, iyi okullarda okuyup, mezun olup, iyi bir iş bulup, aile kurup, çocuk yapıp sonra da ölmemiz bekleniyor. Detaylar belki de gereksiz bulunup, atlanıyor. Bir hengâme içinde, hayatı en yumuşak yerinden yakalamayı es geçiyoruz. Kuralları kendimiz koymaktan korkuyoruz. Peki, bu döngü ters akışta olsaydı, ya da döngüyü tepetaklak edip kafamıza göre bir hayat kursaydık ne olurdu? Belki o zaman bilinmeyenle gelen gizemi ve yaşamın verdiği hazzı başka yollardan tadardık. Tanıdık bir hikaye ile başlayacağım. Fotoğrafa meraklı bir çocuk okuldaki fotoğrafçılık derslerinde başarısız oluyor. Yıllar sonra ise birçok kişinin gözünde “başarıya ulaşmış” biri olarak kabul görmeye başlıyor. Ne kadar tanıdık geliyor değil mi? 15 yaşında okulu bırakıp -belki de farkında olmadan sayısızca yargılanmaya, etikete maruz kalıp- tutkuları ardından gidiyor. Bu kısım o kadar tanıdık gelmeyebilir… Kendi kendine fotoğrafçılığı öğreniyor, 17 yaşında fotoğrafçılık alanında uluslararası bir yarışmayı kazanıyor. 18 yaşında ise kendi ülkesi Avustralya’dan ilk kez ayrılıp, Amerika’daki önemli markalara fotoğraflar çekmeye başlıyor. Bir gün, Times Meydanı’ndaki billboardların birinde çektiği fotoğrafı görüyor. Şaşkınca duraksıyor. Karışık duygular içinde o fotoğrafa bakıyor… Belki de, bu an hayatının önemsiz, küçük bir detayını oluşturacak. Nirrimi Hakanson, hayallerinin peşinden koşan, koşarken de düşer miyim diye çok düşünmeyen bir fotoğrafçı. Bu yüzden; 13’ünde annesinin verdiği makineyle fotoğraf çekerken, 15’inde okulu bırakma kararı alıp kendi kendine fotoğraf çekmeyi öğrenirken, 18’inde daha önce gitmediği yerlere seyahat ederken ya da 19’unda sevdiği adamla Blue Mountains’a yerleşip anne olmaya karar verirken neyse, şimdi de o. Bugün 23 yaşında, büyük bir tutkuyla yazılar yazıyor ve insanların fotoğraflarını çekiyor. Hala büyüyor, eviriliyor ve bilinmeyene doğru yol alıyor.

i

H

ave you ever travelled to “unknown”? Does even the idea of travelling to unknown or walking away to overseas on day give you a thrill? While I was reading Nirrimi Hakanson’s sincere words on her blog (www.fireandjoy.com), that’s exactly what I was thinking. To leave, start over, tumble and succeed… However, most of us walk on the sketched path. We are expected to act like same. We are supposed to be born, grow up, educate in good schools, graduate, get a well-paid job, start a family, have a child then die. The details probably are considered unnecessary and skipped. We pass over to catch the life at its sweetest part during this rat race. We are afraid to set the rules. What would happen if this cycle was on the contrary or we would be able to make this cycle fall apart and build up a new life after our own hearts? Perhaps we could taste the pleasure which life has itself and the mystery which comes with unknown at that time. I will start with a well-known story. A girl who is into photography deeply fails the photography class at school. After years, she is accepted as a “self-made” person in the eyes of the most people. It is so familiar, isn’t it? She drops out the school at the age of 15 and follows her passion. She is unknowingly exposed to numerous prejudice while doing this. This part might not be familiar… She learns photography on her own then wins an international contest at photography at the age of 17. When she is 18, she leaves her home country Australia and starts shooting for a few significant brands in the States. One day, she sees one of her photos at a billboard in Times Square. She stops for a while puzzled and stares at the photo in different conflicting feelings… Perhaps, this moment will form an insignificant and tiny detail in her life. Nirrimi Hakanson is a photographer who chases her dreams without hesitating a failure. That’s why; as well as she was herself while shooting with the camera which her mother gave at the age of 13, dropping out the school and being a self-learning photographer at the age of 15, travelling to places where she had never been before at the age of 18 or settling in Blue Mountains with the man she loved and choosing to have a baby at the age of 19, and now she acts as herself as well. She is 23 today, writes passionately and takes peoples’ photos. She is still growing up, forming herself and travelling to the unknown.

2


3

Ä°nsan | People


“Suddenly life is full of promise again and the shadows feel so far away. How easy it is to forget they were ever there.�

4


Sana baktığımda güçlü, hayatın küçük detaylarından zevk almasını bilen, biraz çekingen ve aşk konusunda da cömert bir kadın görüyorum. Sen nasıl görüyorsun kendini? Yıldan yıla inanılmaz bir değişim geçirdiğimi hissediyorum fakat özüm hep aynı. Çok hızlı ama her zaman aynı köklerden büyüyorum. Bildiğim kadarıyla Avustralya Sunshine Coast’ta yaşıyorsun fakat sık sık Bali’ye gidiyorsun. Bali senin için ne ifade ediyor? 16 yaşımdan beri Bali benim ikinci evim gibi. Ayrıca Endonezce, ana dilim dışında konuşabildiğim tek dil. Oranın kültürünü, renklerini, iyi kalpli insanlarını seviyorum. Küçük aile işletmelerinde yemek yemek, pirinç tarlalarının yamacında motora binmek… Diğer yandan; son yedi yılda her gidişimde turizm endüstrisinin Bali’yi nasıl etkilediğini görmek beni üzüyor ve ikileme düşürüyor. 20’lerindesin, bir çocuğun ve seni farklı şehirlere sürükleyen, belirli markalar için çekimler yapmanı sağlayan bir fotoğraf kariyerin var. Bütün bu sorumluluklarını düşündüğünde, içindeki “çocuğu”, “anne” ve “olgun” kimliklerini nasıl dengeliyorsun? Aslında her ikisi için de zaman yaratmaya çalışıyorum. Sadece “anne” karakterine bürünmek ve her şeyin akıp gitmesine izin vermek en kolayı olurdu. Diğer yandan kendi kimliğimi korumaya çalışmak çok önemli benim için. Hala gezebiliyorum, fotoğraf çekiyorum, yazıyorum, arkadaşlarımla çocuklaşıyorum ve delice şeyler

5

İnsan | People

yapıyorum. Bir çocuğun olduğunda, bunları yapmak daha zor ama daima değerini biliyorum. Bu saydığın şeyleri dengelemeye çalışırken ve büyümeye devam ederken ne gibi korkuların var? En büyük korkum potansiyelimi tam olarak kullanamamak. Samimi ve açık bir dille blog yazan biri olarak, egonla aran nasıl? Bazen onunla çeliştiğin oluyor mu? Tabii ki oluyor. Özellikle egom paylaşılması zor şeyleri paylaşmamı istemiyor. Hatalarımı, zayıflıklarımı, kusurlarımı… Fakat gün geçtikçe bana dürüst olmayı öğreten, sesimi duyurmamı sağlayan özümü daha iyi dinlemeyi öğreniyorum. Yine de, daha çok gidilecek yolum var. Başarılı olmak, biraz da toplum tarafından şekillenen, göreceli bir olgu. Senin için “başarı” nedir? Başarı bence çok kişisel. Benim için; yazılarımın akışında, kızımın iyiliğinde, ya da daha önce tanımadığım birinden gelen içten bir mektupta… Yeni bir ev, yeni bir şehir, ya da yeni bir insan… Yenilikler söz konusu olduğunda senin deneyimin nasıl? Yenilikleri, yeni bir sayfa açmayı ve daha fazlasını arzulamayı her zaman seviyorum. Daha fazla seyahat etmeyi, daha çok aşık olmayı ve yeni tutkular edinmeyi… Şimdilerde, yeni olarak “ev” hissini benimsemeye çalışıyorum mesela. O ev hissi ne ifade ediyor peki? Sıkça seyahat eden ve yaşadığı şehri değiştiren biri için “ev” nedir? Bu konuda oldukça duygusal ve nos-

taljik hissediyorum. Bir yerden ayrılırken, arkamda sadece o yeri değil sanki tüm anılarımı da beraberinde bırakıyorum. Fakat sonuçta hayat devam ediyor ve hayatın içindeki o akışa karşı gelmemek gerekiyor. Diğer yandan, “ev” benim için “ailem”. Bugüne kadar çektiğin fotoğraflara bakınca, nasıl bir farklılık görüyorsun? Teknik ya da estetik anlamda farklılıklar var mı? Fotoğrafçılığa ilk başladığım zamanlarda daha sezgisel davranıyordum. Fotoğraf konusunda deneysel, hayalperest ve kalbiyle hareket eden biriydim. Şimdi ise daha gerçekçiyim; fotoğraf benim için artık saplantıdan çok, bir araç. Geçtiğimiz yaz, müzik grubu First Aid Kit ile turnedeydin. En sevdiğin gruplardan biri; First Aid Kit ile bu kadar yakın olmak nasıl bir histi? O turneyle beraber rüyalarımdan biri gerçekleşti diyebilirim. Sonradan dönüp baktığımda, o turne sırasında yaşadığım bütün zorluklara (sevgilimden ve kızımdan ayrı oluşum, yorgunluk, kendimi orada “yabancı” hissetmem) rağmen, bunun inanılmaz bir deneyim olduğunu ve ölene dek hatırlayacağımı düşünüyorum. Bir de grup üyesi Klara’nın şu anda en iyi arkadaşlarımdan biri olması işin bonusu oldu. Son olarak, “gitmek” senin için ne ifade ediyor? Bazen, tamamen gittiğimde; yani yok olduğumda nasıl olacağını merak ediyorum. Huzurlu olacağını düşlüyorum… Erkek kardeşim birkaç ay önce vefat etti. Sanki O da şimdi her şeyin bir parçası olmuş gibi hissediyorum. ■


When I look at you, I see a woman who is strong, who knows how to enjoy little details of life, a bit shy and generous about love. How do you see yourself, you stay the same or have been changed over years? I feel like I change so dramatically from year to year but my core always stays the same. I grow so quickly but always from the same roots. As I know, you live in Australia; Sunshine Coast now. But you travel to Bali several times a year. What does Bali mean for you? Bali has been a second home since I was sixteen. Indonesian is the only other language I can speak and I love the culture, the colour, the kindness of the people. I love eating at tiny warungs and riding a scooter down streets lined with rice fields. But seeing the way the tourism industry has changed Bali, even in the seven years since I began visiting makes me hesitant to escape there now. You’re in 20’s, you have a kid... And you have a “career” that takes you in different cities, and makes you do photo shoots for important brands. Besides all of these responsibilities, how do you balance the relationship between “the child” inside you and “mature” “mother” identities? I make space and time for both. It would be so easy to just become “mama” and let myself slip away, but it is so important to

me to hold onto my identity. I still travel, I still shoot, I still write, I still act silly with my friends and do crazy things. It’s harder now, but I appreciate it more than ever. When you continue growing up, which fears do you have? I’m afraid of not meeting my potential. As a person who writes an intimate and open hearted blog, how do you get along with your ego? Do you sometimes have fight with it? Of course my ego doesn’t want me to share the things that are hard to share, the mistakes and the flaws and the weaknesses. But I’m getting better at listening to the genuine part of me that feels it’s my purpose to be honest and share my voice. However I know I have so far to go still. “Being successful” is very relative concept, especially shaped by the society. What do you think about it? What is the notion of “success” for you? Success is personal. For me it’s in the flow of writing, or the kindness of my daughter, or a heartfelt letter from a stranger… A new home, a new city, a new person... How is your experience with the new starts? I love it. I always love beginnings to chapters and tend to long for more. To travel more, to fall in love more and to take up new passions. I’m learning to embrace this feeling of home now.

As a person who moves, and travels a lot, how is your perception of “home”? I am nostalgic and sentimental. I feel like I’m not just leaving behind a place, but also the memories I have there. But ultimately I know life keeps moving and it’s better not to fight the tide. “Home” to me is my family. All this time, when you look at those photographs you take, can you catch some differences in a technical or an aesthetical way? I was more intuitive when I started. More experimental, dreamy and heartdriven. Now I’m more real, photography is a tool now instead of an obsession. Last summer, you had a chance (or they had a chance) to travel together with the band “First Aid Kit”. What did you feel? How was the feeling of being close to one of your favorite bands on a tour? It felt like a dream come true. Especially in hindsight when all the gritty edges are filed down (the way I longed for my lover and daughter, the exhaustion, feeling out of place). It was incredible and I will remember that time until I die. And now Klara is one of my best friends, so that’s a bonus. Lastly, I wonder what “to leave” means for you? Sometimes I wonder how it’ll feel once I’m gone. I imagine it’s really peaceful. My brother died a few months ago and I imagine he is a part of everything now. ■ 6


Gitmek... To Leave... i

Yazı // Article Berna Vincent Fotoğraf // Photos Juan Sebastian Rojas

“İnternet tarifenizden mi memnun değilsiniz? Neden hattınızı iptal ediyorsunuz?” diye soruyor telefondaki ses. “Yurtdışına taşınıyorum.” diyorum. “Donduralım, geri döndüğünüzde yeniden kullanırsınız.” diyor. “Dönmeyeceğim.” diyorum. Ama “Ya dönerseniz...” diye üsteliyor. En nihayetinde gezer tozar ve dönersin. Gitmek ve dönmek. Bir diyalektik meselesi miymiş, gitmek hep dönmek üzerinden mi tanımlanıyormuş, ben mi dikkat etmemişim? İnsanlar giderler ve bu doğası gereği yarım bir eylem midir? Ait olunan yere dönüşle beraber bir tam tur tamamlanır. Tamamlanır mı? Ama ya aidiyet hissi zayıf olanlar? Ne çokuz değil mi? İnsanlar ve şehirlere davranışımız aynı sanırım. İkisinde de gizlerini keşfedene, karanlıklarını aydınlatana kadar aşık, mutlu ve heyecanlı kalabiliyoruz. Bir sabah dizleri genişlemiş çizgili pijamasıyla dolanırken, fırçalamadığı dişleri ve gözünde çapaklarla kahvaltı yaparken ansızın ona bakıyor ve heyecanın bittiğini üzüntüyle fark ediyoruz. Hala yakışıklı sayılır ama artık kanıksamış, özen göstermiyor ilişkiye. İstanbul da öyle... Hep güzel kalsaydın ya şehir? Gaz kokusunun sindiği sokaklarında sana aşık kalamıyorum, bu doğal kokun öldü artık senin, parfümünü değiştirsene. Değiştirmez. “Başka bir şehir/sevgili bul” diyor bana. Paris’te buluyorum kendimi.

The voice on the phone is asking “Aren’t you satisfied with your internet provider’s tariff? Why are you cancelling your internet subscription?” I tell that I am moving abroad. It says “We could defer your subscription then you would use it when you come back.” I say “I won’t”. It persists by saying “What if you do...” Eventually you bum around then come back. Leaving and turning back. Was it a matter of dialectic, is leaving defined in terms of turning back or haven’t I paid attention? People leave and is it an incomplete action as a course of its nature? By returning where you belong, vicious circle is completed. Is it completed? What about the ones whose sense of belonging is weak? We are so many, aren’t we? I think people and cities act alike. We remain in love and excited until we bring their secrets into the open and illuminate their shadows. One morning, a sudden glance at him while roaming in striped, flared kness pyjamas and sitting on breakfast table with crust round the eyes and unbrushed teeth makes us sadly realize that all our affection has come to an end. He is still handsome but is used to this. He doesn’t care our relationship. He is as same as Istanbul. I wish Istanbul could have stayed beautiful. I can’t stay in love with you in your streets with the permeated smell of gas. Your natural fragrance is dead, why don’t you change your essence? However, he never does. He says that I should find another city/lover. Then I find myself in Paris.

7

Yaşam | Life


i Önce

Beforehand

1- Vermek // Duygusal olarak bağlandığım birkaç küçük nesneyi seçip, gerisinden vazgeçiyorum. Koca kitaplığımdaki kitapları arkadaşıma veriyorum, en sevdiğim 30 kadar kitabı yanıma alıyorum sadece. Yine ihtiyacı olanlara vererek azalttığım kıyafetlerimi 2 bavula sığdırıyorum. Bir o kadar da ayakkabı ve çanta için gerekiyor. Bu aşamada seri verici olmak gerekiyor. Duygusuz olmak. Evde kişisel hiçbir şeyim kalmayana kadar veriyorum. Sadece koltuk, televizyon ve buzdolabı gibi özel hisler duymadığım nesneler kaldığında emlakçıyı arıyorum. Geliyor, gevezelik yapmayı seven tatlı bir kadın. Neden gittiğimi soruyor, yaklaşık 3 dakika içinde akıllı telefonuyla her yerin fotoğrafını çekiyor. Ona evi kiralaması için gelmeden hazırlattığım vekâletnameyi veriyorum. Gece “Topağacı’nda temiz daire” ilanının linkini benimle paylaşıyor. 12 yıldır yaşadığım iki odalı evim, benim bitirdiğim bölümde okuyan bir üniversite öğrencisine gidiyor. Bir hikayenin sonu. Nerede olursam olayım o daireyi özleyeceğimden eminim.

1 - To Give // By choosing a few objects that I feel attached, I give up the rest. I give away all the books in my library except around 30 books that I’d like to keep. I fit my clothes which I lessened by giving away to whom in need in two suitcases. There is supposed to be as many again for the shoes and bags, too. You should be a quick giver or insensitive at this stage. I am giving away all my belongings until nothing left at home. I call the real estate agent when such items like sofa, TV and fridge which I feel no attachment left. Here she comes, a sweet woman who likes chattering. She asks why I am leaving then takes photos in only 3 minutes by her mobile phone. I give her the mandate which I had it made ready to be able rent the flat before she comes. The same night, she shares me the link “A nice apartment for rent in Topağacı”. The apartment with two bedrooms where I lived for 12 years goes to a university student who studies at same faculty with me. An end of a story. I will miss that apartment wherever I live.

Ne tür bir gidiş olursa olsun, gitmeden birkaç ay öncesi heyecanlı olduğu kadar da zor. Zorluk, birim zamanda halledilecek işlerin fazlalığından kaynaklanıyor aslında. Yapılacaklar listesi çıkardığınızda daha az yorulmayacaksınız belki ama daha sakin kalacağınız kesin. Benim duvarlara yapıştırdığım, baktıkça ruhum sıkılsa da tik attıkça hafiflediğim 4 adet A4 kâğıdından oluşan listem vardı…

No matter what kind of leave it is, the last couple of monts before leaving is hard as well as it is exciting. The uneasiness is caused by the crowd of things needed to be done in a unit of time. To prepare a to do list won’t let you get less tiredness but it will keep you less stressed for sure. I had a list consisted four pieces of A4 sheets stuck on the wall which gave me stress whenever I looked at but felt relieved after each ticks.

8


2- Bürokrasi // Telefon, internet, elektrik, su, doğal gaz, kablolu TV… Ne çokmuş meğer hepsini kapattırıyorum. Neyse ki pek çoğu internetten yapılabiliyor. Son borcu ödüyorum, talimat veriyorum, o kadar. Bu iptal işlemleri sırasında bol bol aranıyorum kurumlardan. “İnternet tarifenizden mi memnun değilsiniz, neden hattınızı iptal ediyorsunuz?” diye soruyor telefondaki ses. “Yurtdışına taşınıyorum.” diyorum. “Donduralım, geri döndüğünüzde yeniden kullanırsınız.” diyor. “Dönmeyeceğim.” diyorum. “Ama ya dönerseniz...” diye üsteliyor. En nihayetinde gezer tozar ve dönersin... Sırada bankalar var. Tek bir vadesiz mevduat hesabım kalıncaya kadar tüm kredi kartlarımı iptal ediyor, hesaplarımı kapatıyorum. Gittiğim yerde gerekebilecek tüm belgeleri topluyorum. İkametgâhlar, nüfus kayıt örnekleri… Birkaç dilde alınabiliyor olması güzel bu belgelerin. İstifa ettiğim işimle ilgili belgeler, diplomalar, yabancı dil sertifikaları, referans mektupları, vesikalık fotoğraflar… Her şey bir dosyada hazır. 3- Ben // Gitmeden önce çekidüzen vermem gereken bir ben var. Diş taşı temizliği ve bir dolgu ile diş doktorunun yanından ayrılıp kuaförde saçımı biraz kısalttırıyorum. Lazer epilasyon, cilt bakımı gibi kadınsal konuları hallediyorum. Jinekolog, göz doktoru randevuları ve rutin bir kan testiyle sağlığımdan kendimce emin oluyorum. Ama yine de ilaç almam lazım, eczanelerde satılması yasak olsa da minik bir antibiyotik stoğu yapmayı başarıyorum. Göz damlaları, vitaminler, alerji ilaçları… 4- Veda //

Gitmeden önce vedalaşacaklarımın sayısını azalttıkça azaltıyorum. Her şey o kadar hızlı ki daha fazla kişiyi istesem de göremem. Öğle yemekleri, akşam içkileri derken bitiyor vedalar. (Bizim fırsatımız olmadı ama siz gitmeye karar verirseniz herkesin olduğu kalabalık bir buluşma ayarlayın.) Gitmeden önceki gece son kez Galata’daki Mavra’ya uğruyorum. Murat bize yolluk şarap veriyor. Ben de ona dağıttığımız kitaplıktan ayırdığımız “Houellebecq”leri veriyorum.

9

2 - Bureaucracy // Telephone, internet, electric, water, gas, cable TV bills… Now I find out how many they are and I can’t close all the subscriptions. I pay off the latest bill and instruct to close, that’s it. I get plenty of calls from agencies during these cancellations. The voice on the phone is asking “Aren’t you satisfied with your internet provider’s tariff? Why are you cancelling your internet subscription?” I tell that I am moving abroad. It says “We could defer your subscription then you would use it when you come back”. I say “I won’t”. It persists by saying “what if you do”. Eventually you bum around then come back… Next phase is banks. I cancel all my credit cards till an only demand deposit account left. I collect all necessary documents; residence permit, birth certificate… It’s great to be able to get these documents in another language. Documents regarding to my ex-job, diplomas, language proficiency certificates, reference letters, passportsize photos… Everything is ready in one dossier. 3 - Me // There is only me left to tidy up before I leave. After a

tartar cleaning and filling, I leave my dentist’s clinic and get my hair shortened in the hairdresser. I deal with a few feminine matters such as laser hair removal and skincare. Appointments at gynaecologist and optician and after a routine blood test, I try to be sure of my health in my own way. However, some medicine is necessary. I manage to pile up some antibiotics which can’t be bought without prescription. Eye drops, vitamins, medication for allergy…

4 - The Farewell // I am reducing the number of the people to say farewell. Everything is happening so quickly that I could not see more persons even I wanted to. During lunches and evening drinks, farewells come to an end. (We couldn’t have an opportunity to make it this way but if you decide to leave, make sure to arrange a crowded gathering where everyone involved.) I stop by Mavra in Galata for the last time on the eve of my leave. Murat offers us wine as a present for me – a departing traveler. In return for that I give him the books “Houellevecq” that I seperated aside for him.


Sonra

Paris’e ilk kez geldiğimde; “Keşke yaşasam...” dediğim yerde yaşamaya başlıyorum. St Germain des Pres’de küçük ve güzel bir ev. Alışmak hiç zor değil. Sabahları Paul’den pain au chocolat ve bagette tradition almak, apero için Bar du Marche’ye gitmek hızla rutinlerim arasına giriyor. Yepyeni bir yerde yaşamaya başladığınızda garsonların sizi tanımaya başlaması olumlu bir işaret, turist değil mahalleli olduğunuzun kanıtı. Ama bu aşamaya gelene kadar yaşayacağınız 5 hal, yani gitmenin de kendimce 5 hali var…

1- Özgürlük // Kendinizi daha önce olmadığı şekilde mutlu,

hafif ve özgür hissediyorsunuz. Telefon numaranız değiştiği için hayatınızda sadece bir kere alışveriş yaptığınız ev tekstili mağazasının ilgilenmediğiniz kampanyalarına dair kısa mesajlar gelmiyor ve bu büyük lüks. Aynı şekilde bankalar, GSM operatörleri, pizzacılar da yakanızı bırakıyor. Son ödeme tarihini hatırlamak zorunda kaldığınız bir kredi kartınız yok. Hayatın bir bakıma fabrika ayarlarına dönmesi gibi bir şey. Gerekli gereksiz “buluşalım mı?” mesajlarına dahil olmanız gerekmiyor, whatsapp gruplarından dışlanıyorsunuz ve buna hiç üzülmüyorsunuz. Balkanlardan gelen soğuk hava diye bir şey bile yok hayatınızda. Böyle hissediyorsunuz ilk etapta. Özgür.

2- Gibi // Ev bulmaya çalıştığımız ilk günlerde tesadüfen keşfettiğimiz egzotik Seyşeller restoranında yemek yerken 6 ve 4 diyorum. Bu iki arrondissement. Daha önce yaşadığım yerlere en çok bu bölgeler benziyor. Seine’e çok yakın bu iki yer. Seine, Boğaz gibi. Sonra Montorgueil de ekleniyor listemize. Çünkü orası da Galata gibi. Karşı kaldırımdaki sakallı genç hep gittiğimiz kafenin sevdiğiniz garsonu gibi. Marais’deki pizzacı Teşvikiye’deki küçük trattoria gibi, alt katta yaşayan akademisyen komşunuz üniversiteden hocanız gibi, evin köşesindeki bar Reasürans’taki Touchdown gibi. Gibi. Kısacası bir yere gittiyseniz özellikle ilk zamanlarınız karşılaştırmayla ve “gibi”lerle geçiyor.

3 - Yanılsama // Birinci maddedeki özgürlük meselesinin aslında bir yanılsamadan ibaret olduğunu çok geçmeden fark ediyorsunuz. GSM operatörünüz değişiyor ve yeni operatör mesajları gelmeye başlıyor. Birkaç parça kıyafet aldığınız bir alışveriş sonrası yeni e-mail adresiniz ilk spam mesajlarına kavuşuyor. Hayatınıza başka bir banka giriyor. 48 saat içinde Visa ve Amex kartlarınız teslim ediliyor. Elektrik faturasından muaf olmuyorsunuz. Tek fark, elektrik faturası burada zarf içinde geliyor. Kısacası ilk maddede yazdığım hafiflik yerini başka dilde aynı yükümlülüklere bırakıyor.

4- Keşke // Yerleşik hayata geçtikten sonra ilk zamanların Pollyanna ruh hali değişiyor. Boş vaktiniz kalınca aradığınızda buluşacağınız arkadaşlarınız olmadığını fark ediyorsunuz. Expat değilseniz işiniz de yok. Bu iki gerçek yüzünüze çarptığında acıklı “keşke” dönemi başlıyor. Whatsapp’teki buluşma mesajlarını okurken buruk hissediyorum. Louvre’a gidiyorum yine. Gereksiz duygusallaşmanın gereği yok, La Victoire de Samothrace’in önünde dikiliyorum. Gökçeada’ya yakın Semadirek adasından gelmiş. Hiç “homesick” görünmüyor. Ben de değilim. Ama keşke İstanbul’da olsaydım… İş çıkışı buluşalım mı diyecek kimsenin olmaması kötü. Balkanlardan soğuk hava gelse keşke. Keşke birileri arasa. Bu ruh haliyle sezonlarca CSI seyredip, Camembert peynirli ve şaraplı günler geçiriyorum. Bir noktada keşke hiç gelmeseydim bile diyorum. Bu patetik dönemi içinizdeki drama queen’in uyanışı olarak da adlandırabilirsiniz.

5- Uyum // Karanlık “keşke” döneminin üstünden aylar geçiyor. Bir öğleden sonra Rue Bonaparte’taki La Pre Aux Clercs’de yemek yiyorum. Marianne Faithfull çalıyor. Sanırım son albümünden, sesinde on binlerce sigara var çünkü. “Keşke” dönemi etkilerinin kaybolduğunu fark ediyorum o anda. Telefonun yer bulma özelliğini kullanmayı bıraktım ve sokaklarda hiç kaybolmuyorum. Hala pek arkadaşım yok ama bu o kadar da önemli değil. İstanbul’daki işimi burada da sürdürebiliyorum artık. Benimki gibi bir sektörde çalışıyorsanız -dijital medya, reklamcılık- bir ofiste olmanıza gerek yok. Artık başka müşteriler var. Revize mailleri yağıyor, yabancı ülkede hayatımın yoluna girdiğine dair bir işaret. Tek fark bu mailler artık Türkçe değil. Ama revizelerin saçmalığı dünyanın her yerinde aynı, bunun garantisini verebilirim... ■

Afterwards

I am about to start living in Paris where I said “I wish I could live in” when the first time I’ve ever been to. There is a nice little apartment in St. Germain des Pres. It’s quite easy to get used to. I quickly routinize buying pain au chocolat and bagette tradition at Paul’s in the morning and going to Marche for apero. When you start over living in a new location, it’s a good sign to be a familiar to waiters. It’s proven that from now on, you are not a tourist but have started being a local. However, you will go through 5 states until you get to being a local phase. I mean there are 5 states of leaving…

1 - Freedom // You feel yourself happier, lighter and more free than ever before. Because your mobile phone number has changed, you get only text messages about campaigns, which you have no interest, from the home textiles firm where you have done shopping once. This is a quite luxurious situation. Likewise, the banks, GSM companies and pizza shops lay you off. You don’t have a credit card to remember the expiry date.s It’s like turning your life into default settings. You feel no need to involve in “Shall we meet” messages, also you find yourself being isolated from whatsapp groups and this doesn’t make you feel disturbed. There is even no “a cold wave coming from Balkans” in your life. You feel like that in the first phase. Free. 2 - As if... //

I am saying 6 and 4 while having something in the Seychelles restaurant with exotic decoration where I came across by chance in the early days of looking for an apartment. These two arrondissements look alike most to the places where I used to live. Also, the places are the closest ones to Seine. Seine is like Bosphorus. Then Montorgueil gets in our list. Because it is similar to Galata. The young bearded man on the opposite pavement looks like the waiter who works in your favourite cafe where you used to go often. The pizzeria in Marais is like the little trattoria in Teşvikiye, the academician living downstairs seems to your professor and the bar on the corner reminds you Touchdown in Reasürans. The short of it is that; if you move to a new place, particularly at the beginning, you fill your time by comparisons and as ifs.

3 - The illusion // The moment that you realize the matter of freedom on the previous article is made up of an illusion comes before long. You change your GSM operator then you start getting new text messages. After you shop for a few clothes, your brand-new e-mail address meets with its first spam mail. Another bank comes into your life. Visa and Amex cards are delivered in 48 hours. You are never exempted from the electric bill. The only difference is you get your electric bill in an envelope here. Shortly, the lightness that I wrote on article 1 replaces itself with fundamentally same liabilities. 4 - I wish //

Once your life settled, Pollyanna mood changes. Then you realize that you don’t have any friends to call and meet. You don’t have a job if you are not an expat. When these two facts hold against your face, “I wish” period starts literally. I feel sad when I read whatsapp messages. I go to Louvre again. No need for an unnecessary sensuality. I am standing in front of La Victoire de Samothrace. It was brought from Semadirek Island which is near Gökçeada. I don’t look as homesick. I am not, either. However, I wish I could be in Istanbul. It’s awful that there is not even a person to meet up after work. I wish a cold wave from Balkans hit the city. I wish someone called. I watch seasons of CSI and I have my days with wine and Camembert cheese in this mood. I sometimes wish not to come here ever. This pathetic period can be called as awakening of the drama queen inside you.

5 - Adaptation // A few months pass over the dark “I wish” period. I am having lunch in La Pre Aux Clercs in Bonaparte in on afternoon. Marianne Faithfull is playing. I think it’s her last album because I can sense thousands of cigarettes on her voice. I suddenly realise at this moment that the effects of “I wish” period have faded away. I have given up using navigation feature on my mobile and I never get lost in the town. I still don’t have many friends meanwhile it’s not that much important though. I am also able to continue my job in Istanbul here. If you are working in such a business like mine –digital media and advertising, there is no need to stuck in an office. I have other clients now. I get tons of e-mails for revision which means that I’ve eventually settled in a foreign country. The only difference is these e-mails are not in Turkish anymore. However, nonsense of such these e-mails are same all over the world, I can guarantee this. ■ 10


I Am My Own Child Ben: Kendi Çocuğum i Yazı & Fotoğraf // Article & Photograph Bethany Toews

Bu yazı; altı yıllık bir ilişkinin bitmesi ardından, Los Angeles’taki evini terk edip, Atlantik’i geçerek yeni bir serüvene atılan Bethany Toews tarafından kaleme alındı. Bethany birkaç ay boyunca Avusturya, Almanya, İtalya, İngiltere, Portekiz ve Fas’ı gezerek yazılar yazdı. Bu yazıyı da, Avusturya Alpleri’ndeyken oluşturdu. Bethany Toews ended a 6 year relationship, left her home in Los Angeles, and set out for an adventure across The Atlantic. She spent several months traveling and writing in Austria, Germany, Italy, England, Portugal, and Morocco. She wrote this piece while in The Austrian Alps. 11 İç Ses | Inner Voice


O

’nu serbest bırakmaya korkuyordum. Sevgilimi… O’nun gitmesine izin vermem, kendimin de gitmesine izin vermem demekti – “benlik” algısı o noktada oluşuyordu. Diğer yandan biliyordum ki, kendimi geriye getirmek için tek şansım buydu. Boş verdiğim kendimi… Böyle bir durumda önündeki tek seçenek evini terk etmek olur. O benim evimdi. Yine de kalbimin evini terk ettiğimde, bir şekilde yolumu bulabileceğimi biliyordum. Kendime hasrettim. Böylece her şeyi akışına bıraktım. Cehennem çukuruna yol aldım. Her şeye yeni baştan başladım. Korkuyla beraber neleri kaybettiğimi ve hayatımı arayarak yol aldım. Çocuklarım olsun istiyordum. O’ndan çocuklarım… Fakat sürekli bekleyen taraf oldum. Sabırlı olmaya, beklemeye alışmaya çalıştım. Ama öyle olmuyordu. Vücut zihinle aynı anda hareket etmiyordu. Vücudum bir saatti ve zaman durmadan ilerliyordu. Kendimi geriye çekiyordum. Korkuyla beraber artık gelecek için bir şeyler dilemeye zamanımın kalmadığını hissediyordum. Bütün hayatımın ağırlığını tek bir cümlede, bu cümlede hissediyordum. Biliyordum ki, bildiğim hiçbir şeyle daha fazla savaşamam. Korkulara rağmen gitmeliyim. Düşüncemi serbest bırakıp, kimsenin bana söylemeyeceği şeyi, umudu zamanla kendim bulmalıyım. Gitmeliyim ve kendimi bulmalıyım. Ve şu anda buradayım. Okyanusu aştım. Bilinmeyenin denizinde sürüklenmeye hazır, su yüzeyinde güzelliği bulmaya çalışıyorum. Bazı günler havada dans ediyorum. Bazı günler ayakları üzerine kalkmış boz ayı gibi karmaşanın içerisinde bir ağaca tırmanmaya çalışıyorum. Beceriksiz. Şaşkın. Ne yaptığımı bilmeden… Bunları okuduğunuz sırada, bu yazıyı yazdığım yerden farklı bir yerde olacağım ama neresi bilmiyorum. Henüz varlığından haberdar olmadığım bir yatakta uyuyor, daha önce hiç tanımadığım insanların iyiliğine güveniyor, kredi kartımdaki bakiyeyi harcıyor olacağım. İhtimallere bağlı bir şekilde sürükleneceğim. “İhtimaller”, devam etmemi sağlayan, inancım olan şey. Bir şekilde anlayacağıma, bir yol bulacağıma, bir “ev” bulacağıma beni inandıran ihtimaller. İşte bu, dolaşmaktan yorulduğumda özlemini çektiğim şey olacak. Bu, karanlık gecelerde uykusuz bir haldeyken sıkı sıkı tutacağım şey olacak. O karanlığın bitiminde bir sonuç ve ait olduğum tanıdık bir yer olacak. Fakat şu anda gerçek şu ki; nereye gittiklerini düşünmeksizin gizem dolu her anı çözmek daha çok hoşuma gidiyor. Çünkü yola çıkarken aklımda şu vardı: Belirsizliğe teslim olmak. Bu benim kararım, benim seçimimdi. Bilinmezlikle yaşadığım bir aşktı.

I

was so scared to let him go. I knew letting go of him really meant letting go of me— the idea of what “me” had become. But I also knew it was the only chance I had of getting myself back. The me I had given up. Sometimes the only option left is to leave your home. He had been my home, “we” had been my home. And yet, I had abandoned the home of my heart and I knew I had to find my way back. I was homesick for myself. So I let it all go. I dove into the abyss. I began again. Unfettered and afraid, I went in search of what had been lost, in search of the life I had yet to give birth to. I want children. I wanted children with him, but I had become a woman in waiting. I tried to be patient, I tried to be ok with the wait. But the body does not abide by the lies of the mind. My body is a clock and time is moving forward. I was holding myself back. So I left, feeling so afraid that I would not have enough time to find my way to that wished for future. I do not say that lightly. I feel the weight of my whole life in that sentence. But I knew I could not fight anymore what all of me knew, that despite that fear, I had to go, I had to release an idea and ride on the raw hope of finding out in time what no one could tell me. I had to go and find out for myself… And here I am, across an ocean. Adrift in a sea of unknowing, I am trying to find grace in the floating. Some days I dance on air. Other days I am like a two-legged grizzly bear trying to climb a tree in a mall parking lot. Awkward. Confused. So very unsure of what I am doing. By the time you read this, I will be somewhere that at the moment of writing it, I do not yet know. I will be sleeping in a bed I have not yet met. I will be relying on the kindness of strangers, the credit of my master card. I will be carried by my devotion to possibility. Possibility, this is what keeps me going, this is my religion. The possibility of somehow figuring it out, finding a way, finding a home. This is what I ache for when I am exhausted from all the wandering and wondering. This is what I am grasping at sleepless in the dark— a conclusion, an end point, a familiar place of belonging. But the truth that has gotten me here is that I am more interested in unwrapping the mystery of each moment than figuring out where they are all leading. The choice I made was to surrender to uncertainty. It was a choice, a decision. My choice, my decision. I am having a love affair with the unknown.

12


“I must let go of what I once knew in order to make room for what is possible.�

13


Terry Tempest Williams’ın da dediği gibi: “Sesim, bilinmezliğin kırlarında yeniden doğuyor.”

My voice is born repeatedly in the fields of uncertainty. -Terry Tempest Williams

Onunlayken, suskunlaştım, görünmez oldum. Sesimi kaybettim. Yok oldum.

With him I had become silent, invisible. I lost my voice. I disappeared.

Kelimelerimle yeniden doğdum. Artık “ben”; kendi çocuğum. Yaşıma aldırmaksızın yeni doğmuş bir bebeğim. Otuz yıldan fazladır bu dünyadayım, çıplağım ve yardıma muhtacım. Farklı bir kıtada, her verdiğim kararın ağırlığıyla yaşamayı öğreniyorum. Her dönemeçte, hiç de tanıdık gelmeyen bir sokağa sapıyorum. Her bir yabancı kelimede konuşmaya ihtiyaç duyuyorum. İletişim kurmayı özlüyorum, fakat bir zamanlar kullandığım kelimeler şu anda anlamsız kalıyor ve dili yeni baştan öğrenmem gerekiyor. Bazen konuştuğumuz dile, kelimelere karşı çok dikkatsiz olabiliyoruz. Fakat yeni bir dille beraber, bütün derin korkularımıza, arzularımıza ses verebiliyoruz. Hayatla ve umutla dolu her bir ses duyuluyor. Her bir cümle şu soruyu soruyor: “Üstesinden gelebilecek miyim?” Bu söz çocukça bir hisle; aşk ve korunma dürtüsüyle, hayata yeniden dönmek için duyulan yardım ihtiyacıyla beraber yeniden doğuyor. Yardım et! Lütfen, yardım et… Konuşmayı öğrenmeye yeni başladığım kelimeler bunlar oluyor. Aslında biliyorum; kendimi neden yeni dünyalara doğru ittiğimi. Neden tekrardan bütün bir hayatımı tepetaklak bir hale soktuğumu… Ve son kez olmadığını. Kendime, nasıl yardım isteyeceğimi öğretiyorum. Güvenmeyi öğreniyorum. Başkalarına güvenmek, hayata güvenmek ve en önemlisi kendime güvenmek. Gözlerim açık ve bir çocuğun masum kalbiyle başlıyorum. Yolları soruyorum, dinleneceğim bir yer arıyorum, karşılığında beklenmedik sürprizlerle karşılaşıyorum. Geçmişte bildiğim ne varsa artık işime yaramıyor. Bir zamanlar bildiğim her şeyi bırakmalıyım. Bırakmalıyım ki yeni ihtimaller karşıma çıksın. Tam bu anda içimde patlamalar oluyor, tohumlar şiddetleniyor, şiddet büyüdükçe ben de büyüyorum. Tohum hiç endişelenir mi, ya hiç yağmur yağmazsa diye? Çiçekler uykudan vazgeçer mi, güneşten şüphe edip? Ben neden hayatın bana getireceklerinden şüphe etmeliyim ki o halde? Şimdiye kadar iyi gitti. Mesafelerle gurur duyuyorum. Büyük ayaklarla atılmış bebek adımları… Yeni baştan başlayıp, yola devam ediyorum. Şüphe duyuyorum, tökezliyorum. Yardım istiyorum. Sesim duyuluyor. Kelimelerimle kendimi yeniden doğuruyorum. ■

With my words, I give birth to myself. I am my own child. I am a newborn despite my age. Over three decades on earth, still naked and in need of care. I am learning to live on a different continent where every decision I make becomes a birth in and of itself. Each turn I take down an unfamiliar street. Each foreign word I need to speak. I long to communicate, but the words I once used no longer serve me so I must learn language all over again. What I say to you now has more weight because I do not say it carelessly. We can be so careless with a trained tongue. But when in learning anew how to give voice to our deepest fears and desires, everything that comes out quivers with life and hopes desperately to be heard. Each sentence somehow begs the question, “Will I survive this?” This communication is its own kind of infancy in need of love and protection, in need of help being carried into life. Help me. I am asking. These are words I am just learning to speak. I know that is why I push myself into these new worlds. I know that is why this is not the first time I have turned my life upside down. I know this will not be my last. I am teaching myself how to ask. I am learning to trust. To trust others, to trust life, and ultimately, to trust myself. With the wide eyes and innocent heart of a child, I begin. I ask for directions, for a place to rest, for answers to all of these new questions the unexpected presents. What I have known in the past does not serve me now. I must let go of what I once knew in order to make room for what is possible. This moment, this bursting seed, this aching blossom, it grows as I grow. Does the seed worry that the rains will not come? Do the flowers lose sleep doubting the daily ambrosia of the sun? Why should I doubt life’s promise to hold me while I am here, to carry me from one day to the next? I have made it so far. I am so proud of the distance. Baby steps with big feet. I start over, and I keep going. I stumble, I doubt. I ask for help. I am heard. With my words, I give birth to myself. ■

14


KÜBA Değişimin Kıyısından Kartpostallar Postcards from the Edge of Change Yazı ve Fotoğraf // Article & Photography Sezgi Olgaç

15


İ

nsan bir yolculuğa çıkmadan önce kendine neler sorar? – “Dünyadaki yüzlerce ülke içinden neden burayı seçtim? Beni neler bekliyor? Karşıma hangi yüzler çıkacak? Hayatımda neyi değiştirecek?” Biraz derine inersek, aslında beklentilerimiz basit. Dünyaya yeni bir gözle bakmak. Derin bir nefes almak. Yön duygusunu kaybetmek. Kaybolmak. Bilmediğimiz bir yerde uyanmak. Küba’ya gitme kararını aldığımda içimden bunların hepsi aynı anda geçiyor ama heyecandan hiçbirini tam olarak seçemiyorum. Aklıma ve kalbime; fotoğrafa duyduğum tutku, keşif duygusunun verdiği heyecan, Küba müziğine olan sevgim ve daha birçok duygusal nedenden oluşan, geceleri uykumu kaçıran tatlı bir kaos hakim. Gitmeye karar verdikten bir süre sonra Instagram’da bir fotoğraf paylaşıyorum. Altına düştüğüm notta Havana’yı sokak sokak araştırmaya başladığımdan, bir tur şirketiyle gidecek olmama rağmen (Patika Travel’a sevgiler) gideceğim yerlerin şimdiden bir haritasını oluşturduğumdan bahsediyorum. Ve ekliyorum: “Yine de her seyahatte olduğu gibi bunda da beni bekleyen sürprizli anlar var ve belki de seyahatin asıl anlamı bu anlarda gizli.” İşte sezgilerimde sonuna kadar haklı olduğum an. Ama tabii ki bunu bana zamanı geldiğinde Küba söyleyecek.

i

W

hat questions do you ask yourself before going on a journey? – “Why did I pick this destination amongst hundreds of others around the world? What is waiting for me there? Which faces will I encounter? How will they change my life?” Under the skin, our expectations are not that complicated. Seeing the world through new eyes. Taking a deep breath. Loosing the sense of direction. Getting lost. Waking up in an unfamiliar place. When I decided to visit Cuba, all these thoughts were running through my head but I was too excited to grasp them. I could only sense a happy chaos consisting of my passion for photography, the excitement of new discoveries, my love to Cuban music and many other sentimental reasons which kept me sleepless at nights. Before I leave, I had posted a photo on Instagram, adding a caption about how much research I had been doing about Cuba, despite the fact that I was going there with a tour company. (Hello Patika Travel!) I had said “Like all the journeys, this one will also bring many surprising moments that I cannot see coming. And maybe the meaning of this journey is hidden in those moments.” Well... Back then I was totally right about my intuitions but I was only going to comprehend it when I got to Cuba.

16


İ

stanbul’u geride bırakalı neredeyse 24 saat olmuş. Koskoca bir kıtayı boydan boya aşmış, dünyanın en büyük ikinci okyanusu üzerinde saatler boyunca uçmuşum. Ve nihayet Jose Marti Havaalanı’ndayım. Uçağın tekerlekleri yere değdiğinde, çilekli Daiquiri gibi tatlı bir günbatımının ışıkları camdan yüzüme dokunuyor. Havana’ya dair ilk izlenim içimi ısıtıyor. Peki ya sonrası? Havaalanından içeri girince Küba’da her gün bir yenisini yaşayacağım şaşkınlıklar silsilesinin ilki gerçekleşiyor. Her şehrin bir kokusu vardır ve o anda soluduğum havanın bendeki çağrışımını isimlendirmek hiç de zor değil: Eski kitap kokusu. Jose Marti havaalanının kapıları, sanki dünyanın dört bir yanından ziyaretçileri olan tropik bir başkente değil, içinde binlerce ikinci el kitap ve sayısız hikâye biriktirmiş kocaman bir sahaf dükkanına açılıyor. Zamanın geriye gittiğini, sadece dünyanın bir ucuna değil, zamanın da bambaşka bir boyutuna vardığımı düşünüyorum. Küba’ya gelmek demek, kesinlikle hem mekânda hem zamanda yolculuk yapmak demek. Susan Sontag’in “Zaman her şey bir anda olmasın, mekân ise hepsi bizim başımıza gelmesin diye var” sözü Küba’da geçerliliğini yitiriyor. Tebrikler, Küba’ya gelerek zamanı ve mekanı tepetaklak ettiniz; artık her şey bir anda olmaya ve hepsi sizin başınıza gelmeye başlayacak. Küba’da yaşayacağınız tarifsiz günlerin belki de en kısa anlatımı bu. Bizim bildiğimiz anlamıyla “hayat”, Küba’da 1959 yılında sosyalist devrim gerçekleştiğinde durmuş. Bizi yirmi birinci yüzyılın baş döndürücü atmosferinden çekip almasının, eski kartpostallardan, görkemli dönem filmlerinden, tarih kitaplarından tanıdığımız bir zaman dilimine, 1950’lere götürmesinin en büyük sebeplerinden biri bu. Hatırı sayılır bir motor gürültüsü ve benzin kokusu eşliğinde yanımdan geçen her klâsik Amerikan arabası, gerçeklikle bağlarımı biraz daha koparıyor. Sanki çok sevdiğim bir dönem filminin içindeyim. Benim gözlerime her biri birer fotoğraf karesi gibi görünen bu arabalar, aslında Küba halkı için günlük hayatın en abartısız ve en gerçek yanlarından biri. Onlar bu şeker pembesi, gök mavisi, yaprak yeşili arabalarda, her gün işe gidip geldikleri “collectivo”ları ya da hayatlarını sürdürmek için geçim kaynağı sağladıkları taksileri görüyor. Devrimin gerçekleştiği 1959 yılı öncesinde Amerikalılar tarafından adaya getirildikten sonra devrimle birlikte Küba’da kalmışlar. Yabancı otomobil satın almak da devrim sonrasında imkansız hale geldiği için Küba halkı zamanla bu arabaları günlük hayatlarının bir parçası olarak korumayı öğrenmiş. En genci 50 yaşındaki bu arabaların hala kullanımda olmasının belki de en büyük sebebi, Küba’daki okullarda tarımcılık ve otomobil bakımı gibi derslerin yer alması. Küba’da birçok yönden beklediğinizden fazlası var; hem günlük yaşamla iç içe nefes alıp veren bir doğa hem de her rengine ve örneğine rastlayabileceğiniz zengin bir mimari. Havana’da dolaşırken, önce dalları gövdesinden göğe doğru uzayan ve sonra da yere sarkan banyan ağaçlarına da hayran olabilirsiniz, art-deco-

17 Keşif | Explore

dan kolonyal döneme birçok örneğiyle dört bir yanınızı saran eklektik mimarisine de. Bu zengin ve çok katmanlı kültürün hemen yanı başındaysa bir o kadar yetersizlik var. Bunu en çarpıcı haliyle, ilk 24 saat içerisinde kaybettiğim kamera çantam sayesinde anlıyorum. Tam da yetersizlikler ülkesine gelirken, o güne kadar bir seyahatte yanıma aldığım en kapsamlı fotoğraf ekipmanını yüklenmişim. Makinem ve üzerindeki lens haricinde çok sevdiğim 50mm lensim, ikişer yedek pil, ikişer fotoğraf kartı, sürekli kamera taşımanın bana hediyesi olan sırt ağrılarımı hafifletmesini umduğum özel askı, Kübalıların portrelerini çektikten sonra onlara da bir kopya bırakmanın hayallerini kurduğum Instax makine... Hepsi birdenbire, toplu bir şekilde kayboluyorlar. Geriye sadece kameram, 24-105mm lensim ve ben kalıyoruz. Artık kameranın bir şarj aleti bile yok. Önce çantayı aramaya başlıyorum. 24 saat içinde artık çantayı bulamayacağımı anlayınca da yeni bir şarj aleti aramaya koyuluyorum. Havana’da böyle bir şey bulamayacağımı söyleyerek beni uyaranlar oluyor. Küba’ya gelip fotoğraf makinemi kullanamayacağım düşüncesini asla kabullenemediğim için aramaya devam ediyorum. Arayışımın sonunda Havana’nın turistlerce hiç ziyaret edilmeyen, merkezden uzak bir semtinin ara sokaklarında, küçük bir fotoğraf stüdyosuna ulaşıyorum. Şarj aletini bu küçücük dükkanda bulduğum ana kadar da Küba halkını daha iyi anlamaya, Küba’daki yaşamın neye benzediğini daha net görmeye başlıyorum. Küba’da hayat alıştığımız şekilde, yirmi birinci yüzyıl eseri konfor alanlarımızın çizdiği çerçevede ilerlemiyor. Kendi ülkemizde evimizde, iş yerimizde, kafelerde, sokakta yürürken her an ulaşabildiğimiz internet, burada ulaşmak için hem para hem de çaba harcamayı gereken bir “lüks”. Beklemek bir erdem değil, Kübalıların yapmayı çok iyi bildiği ve sizin de sıkça yapacağınız bir şey. Instagram’da paylaşmaya çalıştığınız fotoğrafın yüklenmesi, sipariş ettiğiniz yemeğin gelmesi, İngilizce bilmeyen satıcının sizi anlaması, para bozdurma kuyruğunda sıranın size gelmesi için bolca bekliyorsunuz. Küba sınırlarından içeri adım atar atmaz gizemli bir şekilde kaybolan çantam gibi, aslında sanki Küba da kendini dünyaya unutturmuş gibi. Yarım yüzyıldır dünyaya kapalı olmanın etkileri kolonyal dönemden kalma binaların sıva çatlaklarından göz kırpıyor. Bir yandan dünyada bu kadar yaşam enerjisiyle dolu bir başka ülke bulmak belki de çok zor. Bu boyaları güneşten sararmış binaların içinden rengarenk giysiler içinde, gülümseyen, tertemiz insanlar çıkıyor. Kapı önlerinde çiçekler, duvarlarda graffitiler, köşe başlarını sohbete mesken tutmuş mahalleli... Her gün, her an bir yerden kulağıma çalınan tatlı bir müzik. Klişe gibi, ama değil; her an eğlenceli bir salsa melodisi ya da tatlı bir Bolero melankolisi gelip seni buluyor. Kahvelerini içerken bile “Kahvemiz tatlıdır, çünkü hayatın kendisi zaten acı.” diyen Kübalılar, hayatlarının acısını da tatlısını da müziğe dökerek, doya doya yaşıyorlar.


I

t has been almost 24 hours since I left Istanbul. I have crossed a huge continent and flown over the second biggest ocean of the world for hours. Finally, I’m at Jose Marti Airport. When the wheels of the plane touch the ground, the light of a sweet sunset also touches my face, sweet like strawberry Daiquiri. The first impression about Havana warms my heart. And later? Just as I enter the airport, one of the surprising incidents, which I will experience in Cuba everyday, happens. Every city has its own perfume, and that smell in the air that I breathe is not difficult to name: the smell of old books. It feels like the doors of Jose Marti Airport open to a great second-hand bookshop that has thousands of second-hand books and numerous stories, instead of a capital city which has guests from all over the world. I feel like time flies backwards and I think I arrived not only at the one end of the world but also at another dimension in time. Coming to Cuba definitely means travelling in time and place. The quote of Susan Sontag “Time exists in order that it doesn’t happen all at once, and space exists so that it doesn’t all happen to you” loses its validity in Cuba. Congratulations! You made time and place upside down by coming to Cuba; now everything will happen at the same time and everything will happen to you. This may be the shortest explanation of ineffable days that you will live in Cuba. As long as we know, life stopped in Cuba with the socialist revolution in 1959. This is one of the main reasons why it takes us away from the head-spinning 20th century atmosphere to 1950s, a time that we know from old postcards, magnificent period dramas, and history books.

Each American car passing by me with a high pitch noise of engine and a smell of gasoline take me apart from reality some more. It feels like I’m in a period drama that I like very much. These cars, which seem to me as photo frames, are one of the plainest and the most authentic sides of life for Cuban people. When they look at these sugary pink, sky blue and leaf green cars, they see “collectivos” that they commute to work everyday or taxis that they earn a living from. These cars, which were brought to Cuba by Americans

before the revolution in 1959, stayed in Cuba with the breakout of the revolution. As it became impossible to buy foreign cars after the revolution, Cubans have learned to protect these cars as a part of their daily life. Maybe the biggest reason why these cars, while the youngest of them are 50 years old, can still be in use is that there are courses like farming and automobile maintenance at schools of Cuba. There is a lot more in Cuba than you can expect; a living nature embedded in the daily life, and a very rich architecture of which you can see any colour and example. When walking in Havana, you may fall in love with banyan trees the branches of which try to reach the sky first and then go down to the ground; and also its eclectic architecture that surrounds you with a lot of examples from art-deco to colonial age. However, just next to this rich and multitier culture, there is a lot of insufficiency. I understood this with its most striking side with the loss of my camera bag in the first 24 hours. Just while coming to the country of scarcity, I took with me the most diverse photography equipment I have taken in a trip so far. Except my camera and the lens on it; my lovely 50mm lens, two spare batteries, two photo cards, the special strap that I expected to decrease the aches on my shoulder caused by carrying a camera all the time, the Instax camera that I dreamed of giving a copy of them after taking pictures of Cuban people... They are all lost together all of a sudden. Only my camera, my 24-105mm lens and I are left. There is not even a charger of the camera. First I start looking for the bag. After understanding that I can’t find the bag in 24 hours, I start looking for a new charger for the camera. There are some people telling me that it’s not possible to find it in Havana. I go on searching because I can’t accept the idea of coming to Cuba and not being able to use my camera. At the end of my search, I reach out a little photo studio on the streets of a town far from the city center, and not visited by tourists. Until the time I find the charger in this little shop, I start to understand Cuban people better and see clearer what life in Cuba is like. The life in Cuba doesn’t flow within the conformity lines of 21st century as we got used to. The internet that we can reach whenever we want at our homes, workplaces, cafes, and on the street is a perfect luxury that demands both money and effort. Waiting is not a virtue but something that Cubans know very well and that you will often do. You wait for a long while to upload a picture on Instagram, for the meal you order, for the sales assistant who doesn’t know English to understand you, and for your turn in the money exchange queue. Just like my bag, which got lost mysteriously as soon as entered the country; Cuba seems like it got forgotten by the world. The effects of being disconnected from the world are winking at us from the cracks on the walls of colonnial buildings. On the other hand, it is really difficult to find another country in the world so full of life. From these buildings with faded colours, go out such clean people with colourful clothes and beautiful smiles. Flowers in the doorways, graffities on the walls, and neighbours chatting on the corners... A sweet music coming to my ear from somewhere, every moment and everyday... It sounds like cliche, but it’s not; at every turn, an enjoyable salsa melody or a sweet Bolero melancholy pops up to find you. Even while drinking coffee, Cubans, who say “Our coffee is sweet because life itself is bitter.”, live their lives to the fullest pouring out their troubles and happiness with music.

18


Havana’nın güzelliğine daha doyamamışken 4. gün birkaç saatlik bir otobüs yolculuğunun ardından Trinidad ile tanışıyorum. Film setini andıran, rengarenk, tek katlı evlerle dolu sokaklarda Pina Colada’mı elime alıp yürümeye başlıyorum. Karşıma çıkan yüzler, çocuklarıyla sokakta düşe kalka futbol oynayan bir baba, elindeki kocaman iguanası ve gülümsemesiyle poz veren adam, İstanbul’daki evimden getirdiğim kalemleri verdiğimde yüzünde güneşe bir milyon kilometre yaklaşmışız gibi sıcacık bir gülümseme yayılan küçük kız... Trinidad’ın arnavut kaldırımlı sokakları huzurla döşenmiş gibi. Bu huzurun yanı başında da aşırı fotojenik olmasından gelen bir heyecan da var. Işık, gölgeler, kontrast, birbirinden güzel renklerde evler, o evlerin önlerinde, kapılarında oturmuş, birbirinden güzel insanlar, köşe başlarında bekleyen silüetler... Tıpkı Havana gibi Trinidad da fotoğrafçılar için bir cennet. Trinidad, benim için aynı zamanda Küba’daki ilk “casa particular” deneyimi demek. Küba’da 5 yıldızlı bir otelin en güzel odasında rezervasyon yaptırdığınız zaman çok mutlu olabilirsiniz. Ama daha da mutlu olmanız gereken bir durum daha varsa, o da iyi bir Casa Particular’ın size kapısını açmış olmasıdır. Zamanla

19 Keşif | Explore

otellere alternatif olarak Küba halkı evlerini turistlerin ziyaretine açmaya başlamışlar ve bu onlar için bir gelir kaynağı haline gelmiş. Küba’da hem otellerde hem de farklı casa particular’larda kalmış biri olarak, ikinci deneyimin sizi çok daha mutlu edeceğini söyleyebilirim. Hem insanlarla birebir iletişimde olacaksınız hem de Kübalıların günlük yaşantısına daha yakından tanık olacaksınız. Onlar otelde asla bulamayacağınız bir ilgiyle sizin bir dediğinizi iki etmezken, sizin de büyük otel zincirleri yerine yanında kaldığınız ailenin kazancına bir katkınız olacak. Trinidad’da kaldığım iki katlı evden içeri girip salon ve mutfağı geçtikten sonra karşıma güzeller güzeli bir avlu çıkıyor. İçinde balıkların yüzdüğü minik bir havuz, etrafımızda bitkiler, çiçekler... Saat farkı etkisinin azalmaya başlamasından mı, yoksa hissettiğim “evde olma” duygusundan mı bilinmez, o gece tatlı bir uykuya dalıyorum. Sabah kahvaltısına gözlerimi açınca sanki başka bir rüya başlıyor. Ev sahibesi tarafından hazırlanmış kahvaltıda guava, papaya gibi tropik meyveler, taptaze kahve ve süt, tereyağı, peynir, omlet, küçük leziz kurabiyeler ve hatta biz rica ettiğimiz için masaya sonradan eklenen domateslerin tadı damağımda kalıyor.


While I couldn’t get enough of Havana’s beauty, I meet Trinidad after a few hours of bus trip on the 4th day. I start walking on the colourful streets with bungalows like a film set. I see faces such as a father playing football with his children, a man posing with his big smile and his iguana in his arms, the little girl with a warm smile as if we have gotten a million km nearer to the sun when I getting my pencils that I brought from Istanbul... The cobblestone pavements of Trinidad feel like they have been built with peace. There is also the excitement coming from its being pretty photogenic. Light, shades, contrast, houses in beautiful colours, and in front of the houses, beautiful people sitting in front of their doors and silhouettes standing on the corner... Just like Havana, Trinidad is a paradise for photographers. Trinidad is also the first “casa particular” experience for me. You can be very happy to book the best room of a 5 star hotel, but what is better is when a good casa particular opens doors to you. In time, as an alternative to hotels, Cuban people have started

offering their houses to tourists and this has happened to be an extra income for them. As a person who has tried both hotels and casa particulars in Cuba, I can say that the second alternative will make you happier. You can both have direct communication with people, and also have a closer experience of Cuban daily life. They will never let you repeat your wishes, and also you will contribute the family economy when you stay at their houses. When I enter the duplex house that I stay and pass the living room and the kitchen, there I see a beautiful yard in front of me. A small pond with fish swimming inside, plants and flowers around us... Maybe because the time zone difference effect decreased, or maybe because I have the feeling of “being at home”, I have a sweet deep sleep that night. When I open my eyes for the breakfast, another dream starts. There were tropical fruits like guavaand papaya, fresh coffee and milk, butter, cheese, omelette, delicious little cookies, and because we wanted, tomatoes for the breakfast all prepared by the landlady, and I taste of them still lingers on.

20


Ertesi gün Che Guevera’nın anıt mezarının yer aldığı Santa Clara’yı da ziyaret edince, dünyanın bir ucundan kalkıp Küba’ya gelmiş olmamız sanki biraz daha anlam kazanıyor. Che Guevera, Küba’nın devrimci liderleri arasında sokaklarda ve günlük hayatın içinde izine en çok rastlayacağınız isim. Aslında bir tıp doktoru olan, çocukluğundan beri kronik astımdan muzdarip, Arjantin doğumlu olmasına rağmen Küba halkının bağrına bastığı Che, bana Carl Jung’un çok sevdiğim “Yalnız yaralı bir doktor iyileştirebilir” sözünü hatırlatıyor. Bugün Küba’da Che’nin posterleri hâlâ ne kadar çarpıcı, graffitileri ne kadar canlıysa, devrimin izleri de bir o kadar silinmeye başlamış. Duvarlardaki Che çizimlerinin önünden rengârenk arabalar içinde tüm kontrastları ve selfie stick’leriyle fotoğraf çeken turistler geçiyor. 12 günlük Küba ziyaretim sırasında, Küba için tarihin önemli anlarından birine de tanık oluyorum. Çok uzun yıllar sonra ülkeyi ziyaret eden ilk ABD başkanı Obama, Havana’ya teşrif ediyor. Kübalılar Obama’nın geçeceği yollarda ve konuşma yaptığı binaların önünde bir film yıldızını bekler gibi bekliyorlar. Satıcılarla, kaldığım casa particular’ların ev sahibeleriyle, taksicilerle yaptığım kısa sohbetlerden anladığım; herkesin bu ziyarete umutla baktığı. Tüm dünya Küba’nın Amerika’nın bu ziyaretlerinden sonra değişmeye başlayacağını söylüyor ama Küba’da değişim zaten çoktan başlamış. Aileler tarafından işletilen “paladar” isimli özel restoranların son yıllarda hakları daha da genişletilmiş, böylece giderek çoğalmışlar. Son on yıl içinde internete ulaşım giderek daha yaygın hale gelmiş. Havana’da dolaşırken kucağında bil21 Keşif | Explore

gisayarla ya da elinde telefonla kaldırımlarda oturan bir insan kalabalığı görürseniz oranın bir wifi noktası olduğunu anlayabilirsiniz. Old Havana ve Vedado bölgesinde bu görüntülere sıkça rastlayacaksınız. Havana’da belli sayıdaki wifi noktalarının Google’da bulabileceğiniz bir haritası bile var ve eminim bu harita hızla büyüyecek. Az sayıda da olsa Clandestina gibi içeri girdiğinizde Pharrel ya da Michael Jackson şarkıları çalan, köklerinden kopmadan markalaşmanın formülünü çözmüş Kübalı bir tasarım dükkanına rastlayabilirsiniz. Eski bir fabrikadan dönüştürülmüş performans alanı- sanat galerisi- konser salonu- etkinlik mekanı diye tarif edilebilecek ancak yine de eksik kalacak Fábrica de Arto Cubano’da Küba’nın modern ve yetenekli yeni nesil gençleriyle tanışmanın şaşkınlığını ve mutluluğunu yaşayabilirsiniz. Küba hakkında daha birçok şey söyleyebilirim ama belki de önünde sonunda hiçbir şey söylememiş olacağım. Çünkü Küba hakkında edinilecek en güzel bilgi, aslında Küba’nın size söyleyecekleri. Benim aklımda bir süre daha gösterişsiz mahallelerde gizli, saray kalıntılarına benzer evler, o evlerin avlularında kuruyan çamaşırlar, balkonlardan bakan, kapı önlerinde oturan insanlar, sayısız defa yürüdüğüm sokaklar, düzayak evinin salonunda Obama’nın katıldığı beyzbol maçını TV’den izlerken beni sorgusuzca içeri buyur eden tatlı teyze, içtiğim taptaze guava sularının tadı ve Buena Vista Social Club’ın o çok sevdiğim şarkıları kalacak. Bir de şu gerçek: İnsan bir seyahatten kayıplarla döndüğünde bile o günlere özlemle bakıyorsa, o seyahat amacına ulaşmış oluyor belki de. ■


On the following day, our coming to Cuba from the other end of the world gains meaning when we visit Santa Clara where the tomb of Che Guevara is placed. Che Guevara is the most popular name on the streets and in the daily life among the revolutionist leaders of Cuba. Che, who was actually a doctor of medicine, suffering from chronic asthma since his childhood, born in Argentina but loved by Cuban people; reminds me Carl Jung’s statement “Only a wounded doctor can heal effectively”. Today in Cuba, the remains of revolution have started to fade away whereas the posters of Che are so striking, and his graffities are so lively. In front of Che drawings on walls pass tourists with their all contrast in colourful cars, taking photos with their selfie sticks. During my 12 days visit in Cuba, I witness an important moment in history for Cuba. After long years, the President of USA, Obama, pays a visit to Havana. Cubans wait for Obama just like waiting for a movie star on the streets that he will pass and in front of the building that he will give a speech. As far as I understand from little chats with sellers, my landlady of casa particular, and taxi drivers; everybody is full of hope. All the world says that Cuba will change after this visit, but the ast ten years. If you see a group of people with computers on their laps or smartphones in their hands on a pavement, you can understand that it is a wifi hotspot. You will see such scenes in Old

Havana and Vedado. There is even a google map of wifi hotspots in Havana and I’m sure that map will get bigger quickly in time. Even though it’s very rare, you can see a Cuban designer shop, such as Clandestina, which plays Pharrel or Michael Jackson songs, and which figured out how to create a brand without loosing its roots. Made up from an old factory, in Fabrica de Arto Cubano, which can be insufficiently described as a performance hall- art galleryconcert hall- event venue, you can live the feelings of surprise and amazement of meeting modern and talented new generation of Cuba. I can tell you a lot more about Cuba but I won’t be able to tell you everything anyway. Because the most precious information to be obtained about Cuba is the one that Cuba tells you itself. What will remain in my memory for another while will be houses like remains of palaces just hidden in plain neighbourhoods, clothes drying in the gardens of those houses, people watching from the balconies and sitting in the doorways, streets I have walked numerous times, the sweet auntie who invited me to her house to watch Obama attending a baseball game on TV in her living room, the taste of fresh guava juice I drink, and beautiful songs of Buena Vista Social Club. Also this fact: If a person even remembers those days in a good way despite losses, maybe that trip reaches its aims. ■ 22


. YENI HAYAT A NEW LIFE photo essay

Eylül Aslan

B

enim bütün doğum günü dileklerim bir gün Türkiye’den ayrılıp Avrupa’da yen bir hayata başlamakla ilgiliydi. Yaklaşık olarak 12 doğum günü pastası ve dileğinden sonra kendimi Berlin’de yaşarken buldum. Galiba bir şeyi yeterince istersen, bir gün gerçekten gerçekleşiyor. Hayaller dünyasında yaşayarak geçirdiğim bir çocukluktan sonra kendimi hayallerimin işini yaparken buldum. Düşünüyorum da fotoğrafçı olmak hiçbir zaman aklımda değildi. Bir şekilde her şey buraya geldi. İyi ki de geldi çünkü fotoğraf sayesinde hayalini kurduğum hayatı yaşıyorum. Küçüklüğümden beri her sabah uyandığımda belli bir süre yatağımda kalıp gökyüzünü izlerim. Ayağımın biri yorgandan kaçıp yataktan aşağı sallanır, gözlerim kaşınır, bazı sabahlar öylece yatakta kalmak isterim. Bulutlar yavaşça gözümün önünden geçip pencerenin bir tarafından yitip gider. O günün modunu ve rengini ise gökyüzü belirler. Hava güneşliyse içim 23 Photo Essay

daha bir kıpır kıpır olur, yağmurlu günler ise içimden hiçbir şey yapmak gelmez. Yeni hayatıma Berlin’de başlamadan önce hayatım aynen böyleydi. Galiba bunun başka bir adı da “depresyon” oluyor. Havanın durumu, sokaktaki insanlar, ailem, arkadaşlarım, içine hapsolduğum her şey beni etkileyip sınırlandırırdı. Ama artık yalnızım, benden başka benim için karar veren hiç kimse yok. Kendi başıma olup, hiçbir etikete sahip olmadan hayata yeniden başlamak başıma gelen en güzel şey. Aslında, her yerde güneş her gün aynı şekilde doğup, aynı şekilde batıyor. Gökyüzünün rengi her ülkede aynı; yağmurlu günlerde aynı gri, güneşli günlerde hep aynı mavi. Ama insan yine de başka ülkelerde farklı hissediyor. Alman arkadaşlarım hep soruyorlar; “Nasıl oluyor da Türkiye’nin güneşli günlerini bırakıp bu gri Almanya’da yaşayabiliyorsun?” diye. Hava aslında bahane; özgürlüğün verdiği hissi ve mutluluğu hiçbir

hava etkilemiyor. İnsan olduğu gibi olamadıktan sonra mavinin ya da grinin hiçbir önemi kalmıyor. Kimsenin evladı, en yakın arkadaşı, kuzeni, akrabası değilim. Ben’im, Eylül’üm, sanatçıyım, fotoğrafçıyım ve başka ne olmayı seçersem O’yum. Ben, kendi ülkemde “ben” olamadıktan sonra yaşamanın ne anlamı var? İşte bu yüzden Berlin benim evim ve hep de öyle kalacak. Berlin benim yeni hayatıma başlamak için seçtiğim şehir, seçim şansım olmadan doğduğum şehir; İstanbul gibi değil. Bazen gökyüzüne bakarak düşünüyorum: “Nasıl bu kadar şanslı olabildim hayatımda? Yeni bir başlangıç yapabilmeye…” Diğer yandan, buraya gelebilmek için yıllarca çalışıp çabaladığımı biliyorum. Bu yeni hayatı ben kazandım ve her gün tadını çıkarıyorum.


A

ll my birthday wishes were about leaving Turkey and starting over somewhere in Europe. I found myself in Berlin after almost twelve birthday cakes and wishes. If you truly wish for something, it likely comes true in the end. I have eventually come up doing my dream job after a childhood living in a dream world. I also think that a career in photography never came to my mind. Somehow, life has brought me where I stand now. Fortunately it formed in this way so I have been living the life of my dreams. Since I was little, I stay in bed and watch the sky for a while when I wake up. One of my foot sneaks out of the quilt and swings, my eyes itch and I just want to stay in bed more doing nothing in some mornings. Clouds glide in my sight and disappear by side of the window. The sky determines the mood and the color of the day. If there is sun in the sky, I feel restless but on rainy days, I rather do nothing.

I had such a kind of life before I started over in Berlin. I guess it might be called “depression” in other words. Weather, people in the street, family, friends and all other things making me feel being trapped used to confine me. I am all alone now and there is no such a person who dares to decide on behalf of me. Being on my own and starting over without labels ,which define who I am and who I was, is the best thing ever happened to me. In fact, the sun likewise rises and sets everywhere. Each country has the same shade of blue in the sky. Rainy days are the same grey and the sun shines the same as well. However, my soul feels different in other countries. My German friends constantly keep asking how come I left all bright air in Turkey and started living under the grey skies of Germany. Actually weather is the biggest excuse; there is no such weather could affect the feeling and happiness that

you get from freedom. Blue or grey makes no matter if you can’t live as yourself. Now, I am nobody; not someone’s child, best friend, cousin or relative. I am who I am. I am Eylül, an artist, a photographer and whoever I would like to be. What’s the point of living in my own country since I can’t be myself. That is why Berlin is my home now and it will be. Berlin is the city where I have chosen to start over and it’s not like the city; Istanbul where I was born without a choice. In some evenings, I lie in bed and think while looking at the sky. How come I have had that much luck in my life to be able to start over. On the other hand, there is nothing regarding being lucky; I am fully aware that I went through rough times and tried hard to be here in Berlin. I earned my own life and I am enjoying every bits of it.

24


“Özgürlüğün verdiği hissi ve mutluluğu hiçbir hava etkilemiyor.”

25 Photo Essay


26


“No such weather could affect the feeling and happiness that you get from freedom.�

27 Photo Essay


28


NEW YORK Geceye Giriş Enter the Night Yazı // Article Çağla Gillis Fotoğraf // Photos Alexi Ward

“There is something in the New York air that makes sleep useless.” Simone de Beauvoir

29 Keşif | Explore


30


“N

ew York’ta Geceye Giriş” başlığı sizi yanlış yönlendirmesin. Aslında New York’ta bir Perşembe gecesine giriş... Herkesin işinde gücünde, hayat telaşında olduğu sıradan bir günün gecesine. Geceye, New York’un pek şık mekanlarının, butik tasarım dükkânlarının, gösterişli binalarının olduğu Muray Hill’de başlıyoruz. Tüm bunlar “Upland” isimli mekan için. Listelerde adı geçen bu mekanda yemek yememiz şart! West Cost’tan gelen rüzgarı, o ruhu buram buram hissedeceğiniz mekan fazlasıyla şık. İşinden gücünden çıkmış, deyim yerindeyse jilet gibi giyinmiş “New Yorker”lar soluğu mekanın pöti kareli masalarında veya yeşil deri koltuklarında değil, Upland’in ışıltılı barında alıyor. Mekanın bir hayli iddialı olduğu 500’ü aşkın şarap listesinin yanı sıra öğreniyorum ki kokteylleri de nefis. İçtiğimiz “pink flamingo”, yediğimiz “nduja” isimli pizza ve “romana beans” ile oradan mutlu ayrılıyoruz. New York’un en güvenli bölgesi diye sonradan öğrendiğim, benim Teşvikiye’ye pek benzettiğim Murray Hill, cıvıl cıvıl. Turistten çok yerlilerin takıldığı sokaklar, Farmes Market’ta organik meyve sebzenin peşine düşmüş insanlar, iş sonrası kendini çimlere atanlar... Kısacası bir New Yorker’ın hayat tarzını açık açık görmek kolay değil. O yüzden böyle yerlerde aklı, gönlü kalıyor insanın. Grand Central Station ve Korea Town’ı göremesem de güzel bir gece beni bekliyor. Bu sebeple buradan ayrılmam hiç de zor olmuyor. Metroya doğru ilerlerken, bir anda New York’un en ünlü gökdelenlerinden Flatiron binası önünde olduğumuzu fark ediyoruz. 1902’de tamamlanan bu bina ütüye benzetiliyor. İsmi de zaten oradan geliyor. Şimdilerde Empire State binası ve Özgürlük Heykeli, New York’un iki büyük simgesi olsa da; 1966 yılında bu görev Flatiron’a aitmiş. New York’ta Rönesans mimarisinin bu güzel örneğini görüp fotoğraf çektikten sonra stant açmış gözlükçülere bakınıyoruz. Tanesi 10 dolar olan bu gözlükler kapış kapış gidiyor. Daha fazla oyalanmadan metroya giriyoruz. Bu kez istikamet Carnegie Hall. Sevgilinin aylardır beklediği konser günü geldi çattı. Heyecanımıza yanlış durakta inmenin verdiği gerginliği de ekleyerek pür dikkat koyuluyoruz yola. 5 dakika sonra sıkılıp, yol bulma görevini sevgiliye emanet etmem kaçınılmaz son çünkü etrafımdaki insanlar izlenmeye değer. Elinde harita ile şaşkın şaşkın duraklara bakan turistler, kulağındaki müziğe kendini kaptırıp dans eden pek heyecanlı insanlar, gözlerini kıyafetlerinden alamadığım şık kadınlar, okulda neler yaptığını nefes almadan anlatan çocuk bu yolculuğumuzda bize eşlik ediyor. Metro çıkışında konser öncesi biraz daha vaktimiz olduğunu anlayınca salona çok yakın Central Park’a doğru yürüyoruz. Üstümüzde ilk günün getirmiş olduğu turistlik de var tabii. Gün batmış... Hafif esen rüzgâr tüm günün sıcaklığına iyi geliyor. Kendini çimenlere atmış aileler, banklarda kitap okuyanlar, sevgilisiyle romantik dakikalar yaşayanlar ve fotoğraf makinelerinden, selfie çubuklarından tanıyacağınız turistler hala parkta. Park tertemiz. Biraz daha vaktimiz olsa kendimizi çimenlere atacağız ama geri dönüş vakti. Konser öncesi Carnegie Hall’u elimizde şampanyalarla geziyoruz. Kırmızı halı üzerinde yürüyor, pembe duvarlar üstüne asılmış Rachmaninoff, Bethoween gibi ünlü bestecilerin el yazılarını fotoğraflıyoruz. Müze bölümüne giriyor, Ray Charles’ın, Edith Pi-

31 Keşif | Explore

af’ın buradaki konser fotoğraflarına göz atıyoruz. Başlı başına bu görkemli bina bile gezilmeye değer. Sonunda salondaki yerimizi alıyoruz. Ve dünyaca ünlü The MET Orkestra sahnede! Klasik müziğe olan ilgim; Mozart in the Jungle dizisi ve sevgilimin zoruyla dinletilen Franz Liszt ve Chopin’in birkaç parçasından öteye geçmese de heyecanlıyım. Sonuçta dünyanın en iyi müzisyenlerinin yer aldığı bu orkestrayı canlı canlı dinleyeceğim. Üstelik sezonun da son konseri; hatta ünlü şef James Levine bu konser ile emekliliğe ayrılacak. Ayrıcalıklı hissetmemek elde değil. Salon tıklım tıklım, biletini neredeyse bir yıl önce almış klasik müzikseverlerle dolu. Yarına yazacağı makaleyi düşünen gazeteci, eleştirmenler de orada. Ve herkesin beklediği an geliyor; Şef Levine tekerlekli sandalyesiyle dinleyicilerin karşısına geçiyor. Salon ayakta. Alkışlar durmuyor. Levine’nin birkaç artistik el hareketiyle anlıyoruz oturmamız gerektiğini. Usulca oturuyoruz o minnacık pembe kadife koltuklara ve müzik başlıyor. Konser başında “acaba sıkılır mıyım?” sorusu yerini “yok ben galiba seviyorum bu müziği, neden hiçbir enstrüman çalamıyorum” cümlesine bırakıyor. Şeften trompetçiye, dürbünüyle gelen seyircinin yüzündeki ifadeden sevgilinin heyecanına kadar her birini büyülenmiş biçimde izliyorum. Benim için tamamen yeni olan bu deneyime; Wagner’e, şefin resim çizer gibi hayran kaldığım o ellerine bırakıyorum kendimi. Atmosfer öylesine şahane olunca 2 buçuk saat gelip geçiyor tabii. Konser bitiminde hemen Carnegie Hall’un yanı başındaki basık ve kirli metroya atıyoruz kendimizi. Herhalde bir 10 dakikamızı alıyor doğru yönde miyiz değil miyiz karmaşası. Neyse ki bu kez yerli birine rastlıyoruz da öğreniyoruz ne tarafa gitmemiz gerektiğini. Rotamızda Chinatown var. Hedefimiz ise New York’un en ünlü kokteyl barlarından Apotheke. Carnigie Hall’a yaklaşık 20 dakika uzaklıkta. Neyse ki bu dakikalar, metroda dans eden pole dansçıları sayesinde hemen geçiyor. Küçücük alanda harikalar yaratan, bir demirden diğerine sıçrayan, kafamızın üstünde olaylar yaratan üç genç… Ağzım açık izliyorum. Herhalde ben hariç hemen hemen herkes -alıştıklarından olacak- ya kitabında ya da telefonunda. Aklım almıyor tabii. Bir demirde baş aşağı sallanırken soyunmak kolay değil. “Hiç mi ilgi çekmez canım!” diye içimden söylenirken gösteri bitiminde elimi cüzdanıma atıyorum. Chinatown’dayız! Saat neredeyse gece yarısı. Sokakta tek tük insan. Mazgallardan gelen iğrenç kokular, her köşe başına atılmış çöpler, sokakta yatan insanlar… Muray Hill gibi bir yerden çıkıp, sonra şıkır şıkır giyinmiş, gösterişli insanların olduğu New York’un en ünlü konser salonuna gidiyorsun, sonra da farelerin fink attığı bu sokakta buluyorsun kendini. Şaşkınız haliyle. Bu denli uç örnekleri aynı günde görmek bir heyecan yaşatmıyor da değil. Google Map yalan söylemez diyerekten yolumuza devam ediyoruz. Apotheke’deyiz! New York’un girişi gizli olan ünlü “speakeasy” barlarından biri. Mekanın bulunduğu sokağa girip de, takım elbiseli erkeklerin ve yine en şık halleriyle kadınların eğlendiklerini görünce rahatlıyoruz. Mekanın kapısında ne bir tabela, ne bir işaret var. Önündeki görevliden anlıyoruz hangi kapıdan girmemiz gerektiğini. Kimlikleri gösterdikten sonra minik kapısından içeri adım atıyoruz. Etraf zifiri karanlık. Görebildiğimiz tek şey barın vitrinindeki sarı ışık.


D

on’t let the title “New York - Enter the Night” mislead you. In fact it’s a prelude of Thursday night in New York. It’s an ordinary night of a day that everybody works casually and chases haste of life. We start the night on Muray Hill where the fanciest places of NY, stores with boutique desing and ostentatious buildings lie along. Why we are here is for a place called “Upland”. We feel this as a must to dine in this place whose name is on the top of the lists. The place where you feel the breeze from West Cost and the spirit greatly is too fancy. The New Yorkers who finish a working day and so to speak, dressed up elegant get their place not on the tables decorated with green checkered cloth or leather sofas but on the glimmering bar counter of Upland in no time. How assertive is the place is clearly seen as well as with its wine menu that contains more than 500 types of wine and also with its cocktails that I learn they are delicious later. We leave the place satisfied with the taste of pizza called “nduja” and “romana beans” and also “pink filamingo” that we drank. Murray Hill which is the safest place in New York – I learnt is later - and where I liken it to Teşvikiye a lot is as chirpy as a cricket. Streets where locals more than tourists are hanging out, people chasing organic fruit and vegetables in Frames Market and lying on the grass after work… Shortly, it’s not easy to experience a New Yorker’s daily routines. That’s why, you are wraped up in those kind of places. Even I couldn’t see Grand Central Station and Korea Town, a nice night is in front of me. So I have no difficulty to leave such place. While we are going towards the subway, we realize that we are standing in front of “Flatiron” one of the most famous skyscrapers in NY. This building which was completed in 1902 is compared with an iron. Its names already comes from this comparison. Even though Empire State and Statue of Liberty are the biggest symbols of New York nowadays, this task used to belong to Flariton in 1966. After we see this New Yorks’s examplary building of renaissance architecture and take a few shoots of nice photos, we look around the street stalls selling glasses. 10 dollars for each pair and they are going like hot cakes. With no more mess around, we head to the subway. Next destination is Carnegie Hall. The concert day which my boyfriend has been waiting eagerly for months has come. We take our way in complete attention adding up little tension because we got off at the wrong station. It’s inevitable to leave the way finding stuff to my boyfriend after feeling bored because it’s worth to watch the people around. Tourists checking the stops with street maps in their hands, happy people let themselves get carried away and dancing by the music in their headphones, stylish women whom I can’t take my eyes off their dresses and a boy who is rhapsodizing what he did at school are the ones who accompany us in our trip. When we come off the station, we realized that there is still plenty of time till the concert starts then we have a short walk towards Central Park with the urge of being a tourist. The sun sets… A chilling breeze helps the heat go. Families on the grass, people reading on the benches, couples in romance, tourists that can be spotted easily by their selfie sticks and cameras are still in the park. The park is very clean. If there was more time, we’d let us lie on the grass. Unfortunately, it’s time to leave. We have a quick tour in the concert hall with champagnes in our hands. We walk on red carpet and take photos of Rachmaninoff and

Bethoween’s manuscripts which are on pink walls. We enter the museum section then go through Ray Charles and Edith Piaf ’s concert photos. This building itself is worth to spend all day in. We take our seats and finally worldwide known The MET Orchestra is on the stage! I am excited although my interest to classical music doesn’t transcend apart from “Mozart in the Jungle”, Franz Liszt and Chopin’s a few compositions which I was forced to listen to by my boyfriend. All in all I am going to listen to this orchestra live in which the best musicians take part. Also it’s the last concert of this season; moreover, the famous meastro James Levine is getting retired. I can’t help myself feeling privileged. The crowd is overflowing; the hall is filled with music lovers who had bought their tickets almost a year ago. A journalist who is thinking about the article that he is supposed to write tomorrow and critics are in the hall too. And the moment comes; Levine appears on the stage in his wheelchair. The crowd is standing. Applause doesn’t stop. With a few artistic hand gestures tell us that we need to get back to our seats. We sit back on tiny pink velvet seats gently and the music starts. In the beginning of the concert, the question “I think I love this music. Why can’t I play any instruments?” took the place of the idea “I wonder If I get bored”. I am fascinated while watching everything around me from the conductor to trumpet player or the joy of my boyfriend. I give myself over Wagner, conductor’s hands which I adore the movement as if he was painting and- the experience which is totally new for me. The atmosphere is so fabulous that two and a half hour flies away. We rush to the subway station by the Carnegie Hall as the concert finishes. It’s stuffy and dirty again. It takes almost 10 minutes to decide if we are in the right direction. Fortunately, we come across to a local and learn which direction we are to go. We head to Chinatown. Actually, we are up for one of the most famous cocktail bars in NY called Apotheke. It’s approximately 20 minutes walk away form Carnigie Hall. Luckily, time passes by thanks to pole dancers on the subway. Three young dancers jumping on a steel pole, doing miracles on a tiny space over our heads… I stare like a stuck pig. Surely, everyone’s eyes except mines are on books or telephones. because they are accustomed. I am unable to understand. It might not be easy to strip on a pole head down. While I was turning the idea of “Why doesn’t it attract attention?” over and over in my mind, I find myself reaching for my wallet. We are here in Chinatown! It’s almost midnight. Only a few people left in the streets. The stinky smell coming from street drains, garbage around each corner, people lying on the streets. You come from Muray Hill then go to one of the most famous concert halls in NY where there are people with fancy and glittering dresses and finally you find yourself in an alley where mice gad around. Consequently we are surprised. That much extremity gives us a pinch of excitement. We keep walking by saying “Google Maps never lies”. Here it is, we have come to Apotheke! One of the “speakeasy” bars of New York whose entrance is confidential. We feel relieved as we enter the street and see the women in classy dresses and men in suits are having fun. There is neither a sign nor a signboard at the entrance. The only clue for the entrance is where the guard stands. We show our IDs and step in through the tiny door. The place is pitch-black. The only thing that we see is the dim yellow light coming from the glass on the counter.

32


“Uzun süredir görmediğimiz arkadaşımızla burada sohbet etmek mümkün değil, gecenin bir saatinde başka yere de gidilmez” gibi ikilemler oluşuyor kafamızda. Neyse ki ilk kokteylimizi söyleyip beklemeye koyuluyoruz. İlk yudumlar alındıktan sonra ne kadar da doğru bir seçim yaptığımızı anlıyoruz. Şimdi ise oturacak bir yer bulmalı. New York’ta ilk günümüz, uçak yorgunluğu, konser ve yürüyüşlerimiz derken deyim yerindeyse ayaklarımıza kara sular inmiş. Neyse ki mekandaki görevli pek ilgili. Bize hemen tanımadığımız iki kişiyle bir masayı ve koltuğu paylaşabileceğimizi söylüyor. Oturup; New York, konser hakkındaki ilk izlenimlerimizi paylaşmaya başlamışken yanımızdakilere kulak misafiri oluyorum. Buradaki ev kiralarından şikâyet ediyorlar. Tam o sırada arkadaşımız Daniel kapıda beliriyor. Bizde bir sevgi seli. Görüşemediğimiz son birkaç yılın dedikodusunu, hızlandırılmış şekilde önemli noktaları paylaştıktan sonra Daniel da buranın kiralarından şikâyet ediyor. Bir kriz almış başını gidiyor anlayacağınız. Biz muhabbetin ortasındayken mekanda bir anda hareketlilik oluyor. Şanslıyız ki canlı müzik gecesine denk gelmişiz. Sonradan araştırınca burada her gün farklı bir grubun müzik yaptığını öğreniyorum. Grupo Irek ile çaçaya doymuyoruz. Küba, Kolombiya, Almanya ve Brooklynli grup üyelerinin enerjisiyle oturan herkes bir anda ayağa kalkıp dans etmeye başlıyor. Biz de bundan geri kalmıyoruz. Bu karmaşaya mekandaki kalabalık da eklenince, görevli benim ikinci söylediğim “kale in comparison” isimli kokteylimi unutuyor. Benim de pek hatırladığım söylenemez. Görevlinin 15 dakika sonra gelip, geç kaldığı için üzgün olduğunu, bu kokteylin onlardan olduğunu söylemesiyle daha önceden sipariş verdiğimi

33 Keşif | Explore

hatırlıyorum. Bir yandan dans ederken, New York hizmet sektörü önünde saygıyla eğiliyorum. Sonra da büyük bir sevinçle görevliye sarılıyorum. Saat Apotheke’nin kapanma saati, neredeyse 3’e geliyor. Buradan ayrılma ama geceyi bitirmeme kararı alıyoruz. Karınlar aç ama Chinatown’da gece açık bir mekan yok. Bir yandan internette yana yakıla açık mekan arıyoruz. Tesadüfen bir Kolombiya restoranı buluyoruz ama oraya kadar hayatta yürünmez. Uber birçok kez olduğu gibi yine koşuyor yardımımıza. İsmini sonradan öğrendiğim Empanada Mama’ya gidiyoruz. O sırada ne yediğimin farkında olamasam da New York’taki en iyi empanadalardan birini yemişim. Sadece mekanın sevimli çalışanlarını ve mekanda bir süre yer bulamadığımızı hatırlıyorum. Yanlış olmasın, hala perşembeyi cumaya bağlayan geceden bahsediyorum. Hafta sonu falan değil, fakat New York sokakları kalabalık, açık olan yerler tıklım tıklım. Bu gece tüm mekan çalışanlarına sarılmayı görev edinmişim gibi onlarla da kucaklaşıp ayrılıyoruz. Bir metroyu daha kaldıramayız tabii. Çünkü sonunda metroda uyuyakalmak da var. Eller telefona, oradan da Uber’e doğru gidiyor. Otel yolunda kafamdan “tatilimizin ilk gününde abartmamalıydık, dozunda noktalamalıydık” gibi pişmanlıklar geçiyor. Ama şimdi anlıyorum ki; New York durup dinlenmenize asla izin vermeyen bir şehir ve sürekli hareket halinde olmayı seven biri olarak onunla mutluyum. ■


“It’s impossible to have a talk to a friend whom you haven’t seen for a long time and it’s not wise to go somewhere else at this time of the night.”; such kind of ideas are preoccupying my mind. Anyhow, we order our first cocktails and start waiting. Right after our first sups, we understand how right call we have made to come here. It’s time to find a seat. While thinking the first day in NY, jet lag, the concert and all walking we have taken, If I may say so that we have had sore and tender feet. Fortunately, the service guy is very concerned. He tells us that we could share a table with two customers. Once we sit and share our ideas about the concert with my boyfriend, I eavesdrop the conversation going on right beside us. They complain about the rents for apartments in NY. In that moment, Daniel appears at the door. A flood of love in our hearts… After we catch up on the few past years and have a quick going through on important matters, he complains about the rents, too. It seems there has been a kind of crisis rambling around. While we are wrapped up in our conversation, we catch liveliness in the place. Luckly, there is a live performance. Later on, I find out that you can see a different band on the stage having a live performance each night. We are enjoying cha cha music with the band called Grupo Irek. Musicians from Cuba, Colombia, Germany and Brooklyn heat the crowd up and we don’t hold off sharing the spirit. Because the dynamism and crowd inside comes together, the service guy forgets my “kale in comparison” cocktail order. I don’t remember it, either. I barely bear my order in mind as soon as he comes and gives his apology about the delay by saying that my drink is on the house. On one hand I am dancing, on the other hand I salute the kindness of service industry in NY then I lovingly embrace

the service guy with the feeling of being tipsy. It’s almost 3 AM and the clock is ticking to closing time for Apotheke. We come to a decision to leave the place but not end the night. Although we are starving, there is nowhere open at this time of the night. We get online and looking for an open restaurant. Later on, we find a Colombian restaurant but it’s too far to walk. Uber succors as usual. We are going to Empanada Mama whose name I learn a bit late. Even though I don’t realize what I eat, I ate one of the best empanada in NY. I can only call up a few things; such as we coulnd’t find a table for a while and the service people were so nice. Don’t get me wrong but we are still living the night between Thursday and Friday. It’s not the weekend, however NY’s streets are crowded and all open places are jam-packed. As if I took this on as a duty, I hug the service people then we leave the restaurant. We can’t put up with another ride on the subway. There is a possibility to fall asleep on, too. We grab our phones, then we face to Uber. On the way to our hotel, I have such ideas like; “we shouldn’t have carried things too far, should have avoided rambling around in excess” in my mind. But now I get that; NY is such a city which never lets you take a breath, though I am happy with this as a person who likes to be in constant motion. ■

34


T

aipei’de araştırma öğrencisi olmak ve orada yaşamak benim için kolay kolay alışılabilecek bir durum değildi. Kaotik gri binaları, kapitalizm ile geleneksel Çin kültürü arasında sıkışmış insanları hemen fark ediyorsunuz. Diğer yandan; birçok kez el değiştiren adanın tek bir kültürün veya akımın etkisi altında kalamayacak kadar derin bir dokuya sahip olduğunu anlamanız çok vakit almıyor. Taipei’nin düzensiz sokaklarının, uyumsuz renklerle bezenmiş reklam tabelalarının, düzenli olan metro sisteminin ve muhteşem mimarisinin karşıtlıkları arasında kalıyorsunuz. Taipei 101 gökdeleni ise her defasında gözünüze çarpıyor. Taipei’deki ilk haftamda mutlaka görülmesi gerektiğine inanılan yerleri veya başka diğer bir deyişle şehrin popüler turistik mekanlarını ziyaret ettim. Fakat ilk birkaç gün yaşadığım heyecan ve kültür şoku yok olduktan sonra, popüler kültürün kısmen ele geçirdiği bu şehir bana biraz sıkıcı bir yer olarak gelmeye başladı. Bir sabah bu şehirde yapabileceğim başka bir şey olup olmadığını araştırmaya başladım ve birkaç saat içinde Taipei bağımsız sanat kültürü hakkında bir bloga denk geldim. Bu blogta eski bir fabrikanın bir parka dönüştürülmesi ile ilgili bir makale vardı. Adı; Japonlar tarafından 1914 yılında verilen Huashan Fabrikası -yeni ismiyle Huashan 1914 Creative Park- ilgi çekici bir başlangıç hikâyesine sahipti.

35 Keşif | Explore

İlk birkaç cümleden sonra hikâyeyi tam olarak okumadan fotoğraf makinemi ve sırt çantamı kapıp, Gongguan istasyonuna koştum. Beni bekleyen şeyin farklı olduğuna ve Taipei’deki tekdüze hayatıma renk katacak bir şey olduğuna o kadar emindim ki fazla araştırma ihtiyacı hissetmeden kendimi yollara atmıştım. Bir saatlik bir yolcuğun sonunda Zhongzheng Semtine geldiğimde ani bir hayal kırıklığı rüzgârı esti. Çünkü semtin hükümet binalarıyla dolu caddeleri beni burada farklı bir şey olamayacağına inandırmak üzereydi. Fakat o sırada gri tuğladan yapılmış üç katlı bir bina ve cephesi yeşillikler ile kaplı küçük küçük binalar gördüm. Burası New York’a ilk gittiğim hafta Midtown Manhattan’dan sıkılıp boş boş yürürken keşfettiğim Tribeca ve Noho sokaklarının küçük ve sevimli halini andırıyordu. Şöyle etrafa bir göz gezdirdikten sonra Taipei yeşili ağaçların arasından geçip Spot Café Lumiere’e oturdum. Burayı tam anlamıyla keşfedebilmek için öncelikle tarihini anlamam gerekiyordu. Demlikte Oolong çayı ve siyah çaylı kek sipariş ettim ve sonra yarım bıraktığım hikâyeye dönerek okumaya devam ettim. 20. Yüzyıl başlarında inşa edilen bu yapı (Huashan 1914), 1920’lerde Tayvan’ın en büyük zencefil şarabı ve sake fabrikalarından birisi olarak hizmet vermekteyken hükümetin tekelleştirme dü-

zenlemeleri nedeniyle bir süre Tayvan hükümetinin kullanımı altına girmiş. 1980’lere kadar bu şekilde hizmet veren bu devasa alan, şehir içinde oluşan kirliliği önlemek amacıyla terk edilmiş ve fabrika şehir dışına taşınmış. Uzun yıllar boş kaldıktan sonra birkaç aktör ve sanatçının keşfiyle yeniden doğuş sürecine girmiş Huashan 1914. Bu grup -illegal olarak- deneysel bazı oyunlarını burada sergilemeye başlamış ve çevrelerinde beklenmedik bir hızla dikkat çekmeyi başarmış. Bu deneysel oyunları izleyen kişi sayısı artmaya başladıkça yavaş yavaş diğer sanat dallarından sanatçılar da eserlerini burada sergilemeye başlamış. Fakat çok geçmeden devlete ait bir yapıya izinsiz girmekten dolayı ceza ödemek zorunda bırakılan tiyatro grubu yapıyı boşaltmak durumunda kalmış. Taipeili bir ressam olan arkadaşım Tommy’nin daha sonra anlattığı üzere bu durum sanat çevresinde büyük bir yankı uyandırmış ve bağımsız sanatçılar hükümete yönelik protestolar düzenlemeye başlamışlar. Tayvan Hükümeti, bu tepkiler sonucunda restore edilmesi için küçük bir binayı Golden Bough Tiyatrosu’na tahsis etmiş ve Huashan 1914 için önemli dönüm noktası da burada başlamış. Çünkü ilk binanın restorasyonundan sonra potansiyeli fark eden hükümet yenileme çalışmalarına destek olmaya karar vererek tüm fabrika restorasyon sürecine de dahil olmuş.


Huashan 1914 Yaratıcı Parkı Creative Park

Yazı // Article Özge Yıldırım Fotoğraf // Photo Zeng Shupin

i Taipei şehriyle, Ulusal Tayvan Üniversitesi’ne araştırma öğrencisi olarak gittiğim dönemde tanışma fırsatı buldum. Ayçiçeği Hareketi’nden sonra Tayvan’ın basın özgürlüğünde meydana gelen değişimler hakkında kısa süreli bir araştırma yapıyordum. Bu araştırma sayesinde ülkenin yerel ve siyasi kültürü hakkında detaylı bilgi edinme şansı da yakaladım. O sürede Huashan 1914 Yaratıcı Parkı da hayatıma girmiş oldu. I got to know Taipei City when I started studying as a research student at Taiwan National University. I was conducting a short term research about the changes in freedom in press in Taiwan after Sunflower Movement. I had the opportunity to get detailed information about the local political culture thanks to this research. During that period, Huashan 1914 Creative Park entered my life.

I

t wasn’t easy to get used to being a research student and living there. You instantly distinguish chaotic grey buildings, and people stuck between capitalism and traditional Chinese culture. On the other hand, it doesn’t take much time to figure out that the island has a texture that can’t be under the influence of only one culture or one movement. You find yourself among the unorganized streets, bilboards full of ill-assorted colours, regular subway system, and wonderful architecture of Taiwan. Also, Taipei 101 Skyscraper strikes your eye each time. In my first week in Taipei, I visited the important sights and popular touristic places. However, after the culture shock I had decreased its level, this city, which is captured by the popular culture, started to look duller to me. One morning I started to look for some other things to do in this city and I discovered a blog page about independent art culture in Taipei. In this blog, there was an article about a factory which was turned into a park. Huashan 1914 Creative Park, which was named as Huashan Factory by the Japanese in 1914, had an interesting story to start with. After reading first few sentences, I grabbed my camera and backpack and ran to Gongguan Station. I was so sure the

thing waiting for me was different and it would spice up my boring life in Taipei that I got on the road any need to search about it. At the end of a few hours trip, when I came to Zhongzheng District, a wind of dissappointment blew over me. Because the streets full of governmental buildings in the city were about to convince me that nothing different can be here. However, just at that moment, I saw a three story building and small buildings around it surrounded by greens. This place reminded me lovely little Tribeca and Noho Streets that I found while walking out of boredom in Midtown Manhattan in my first week in New York. After a quick look around, I walked through the trees in Taipei green and had a seat at Spot Cafe Lumiere. I need to understand the history of it to discover this place thoroughly. I ordered Oolong tea in a pot and a black tea cake, and then I went on reading the story that I left unread. This structure which was built in early twentieth century (Huashan 1914) was the biggest ginger wine and sake factory in Taiwan in 1920s. It went under the control of the government due to the monopolization laws of the government. This vast area which served this way until 1980s, was abandoned to prevent the urban pollution

and the factory was moved outside the city center. After staying empty for long years, Huashan 1914 has gone under a changing process with the discovery made by a few actors and artists. This group of artists illegally started to perform their experimental plays here and they were able to draw attention in an unexpectedly quick way. With the increase in the number of their spectators, some other artists from other disciplines also started to exhibit their works of art. Shortly after, the drama group, which had to pay a fine due to their entrance to a place that belongs to the government without permission, also had to leave the place. As my painter friend Tommy from Taipei said, this event created great reactions and independent artists started to organize protests against the government. As a result of these reactions, the Government of Taiwan gave a small building to Golden Bough Theater for restoration and this became an important turning point for Huashan 1914. Finding out the potential after the restoration of the building, the government decided to support the renewing process and all of the factory went under restoration.

36


“Huashan 1914 sadece restore edilip geri kazandırılmış bir yapı olduğu için değil; kendilerine yol açmaya çalışan sanatçılara tanıdığı fırsatlar açısından da çok önemli bir yapıdır.”

37 Keşif | Explore


Restorasyon aşamasında, fabrikanın ve binaların mimarisine hiç dokunulmamış. Bu yüzden de, yer yer boyaları dökülmüş gri binalar ve yeşille kaplı duvarlar oldukça retro bir görünüm katıyor bu alana. Batı’nın ünlü park modelleri incelenerek çevre düzenlemesi yapılmış. Yüksek tavanlı, bol ışık alan depolar canlı müzik yapmaya ve tiyatro performansları sergilemeye uygun sahnelere dönüştürülmüş. Sonuç olarak, fazla bir çaba gerektirmeyen birkaç modern eklentiyle, terk edilmiş şarap fabrikası avangart bir mekan haline gelmiş. Huashan 1914’ü tüm dönüşüm sürecini araştırırken görüyorum ki; 2000’lerin başında yenilenme sürecinin sona erip, parkın açılmasıyla beraber popüler Tayvan kültürü içinde yerini alamayan birçok bağımsız sanatçı için kendini ifade etme fırsatı ortaya çıkmış. Birçok tasarımcı, heykeltıraş ve ressam atölyelerini buraya taşımış. Tiyatro grupları, küçük çapta bağımsız gösterilerini eski depolardan bozma sahnelerde sergilemiş, film yapımcıları ve moda blogu yazarları çekimler için retro binaları arka plan olarak kullanmaya başlamış. Görür görmez Taipei’nin küçük vahası diye adlandırdığım bu mekan, günümüzde birçok küçük kafe ve şık restoranı, bir yoga stüdyosunu, inovatif tasarım objeleri satan

dükkanları, küçük tasarımcı butiklerini, ücretsiz girebileceğiniz sanat galerilerini ve tanınma çabası içindeki sanatçıların küçük tezgahlarını bünyesinde barındırıyor. Park’a birkaç yıl önce eklenen Spot Film Evi ise benim Huashan sevgimin en büyük kaynaklarından birisi. Dünya sinemasından bağımsız filmler gösteren bu film evi, küçük bir film müzesine dönüştürülüp, film temasıyla uyumlu olarak tasarlanmış. Ayrıca Lumiere Café’ye ev sahipliği yapmakta. Bu kafe, sunumlarında parkın inovatif tasarım objeleri satan dükkânlarından aldıkları fincanları, çatalları ve tabakları kullanıyor. Her bir objenin altında tasarımcısının imzası bulunuyor ve böylece kendi içinde iki farklı işletme birbirlerini destekliyor ki bağımsız sanatı teşvik açısından oldukça güzel ve olumlu bir alışveriş olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Lumiere’in organik oolong çayı ise şu ana kadar içtiklerim içinde en iyilerden biri olma özelliğini uzun yıllar kaybetmeyecek gibi. Bilindiği üzere dünyanın birçok yerinde bağımsız sanatçılar, sanatlarını tanıtmak ve yaşamlarını sanatlarıyla idame ettirmek konusunda sıkıntı çekiyorlar. Üzülerek belirtmeliyim ki Tayvan gibi bir Uzak Doğu ülkesinde bu durum kendini daha sert ve yoğun bir şekilde hissettiriyor. Bu nedenle, Huashan 1914 sadece restore

edilip geri kazandırılmış bir yapı olduğu için değil; kendilerine yol açmaya çalışan sanatçılara -özellikle tanınmamış yerel sanatçılara- bu fırsatı tanıdığından dolayı birçok yeni başlangıcın da tohumu olmuş durumda. Aynı zamanda Tayvan Hükümeti’ni, terk edilmiş yapıları sanatsal anlamda değerlendirme ve yaratıcı parklara dönüştürme konusunda adım atmaya zorlamış olmasıyla da bir ilk olma özelliğini taşıyor. Her ne kadar zamanla farklılığını kaybeden her şey gibi; popüler kültürün içinde eriyip gitme tehlikesi içinde olsa da, Huashan 1914, Taipei Bağımsız Sanat Akımı’nın ana doğum yerlerinden biri olması nedeniyle Taipei için daima özel kalacak. Bir gün yolunuz Taipei’ye düşerse ve biraz olsun ışıklı tabelalardan, lüks mağazalardan ve gökdelenlerden kaçmak isterseniz, Huashan 1914’ü ziyaret etmeyi unutmayın. Taipei’ye vardıktan sonra ilk birkaç saat içinde hissetmeye başlayacağınız kültür şokunu hafifletme garantisi verebileceğim en önemli yer: Huashan 1914 Yaratıcı Parkı. Hatta yaratıcılığınıza iyi gelebileceğini bile iddia edebilirim. Aylardır kafamda kurguladığım fakat üzerinde kalem oynatamadığım romanımın ilk bölümüne parkın inovatif kafelerinden birisi olan FabCafe’de başladığımı söylemem, iddiam için yeterli bir kanıt olur sanırım. ■

The architecture of the factory and buildings hasn’t been altered in the restoration process. For this reason, grey buildings with scaled coatings and ivy covered walls give this place a retro appearance. Famous park models of the west have been examined during the environmental planning. Storages with high ceilings and a lot of light have been turned into stages for live music and drama performances. As a result, with some easy little extentions, an abandoned wine factory has become an avant-garde venue. While searching for the whole restoration process of Huashan 1914, I saw that, with the opening of the park and the end of the restoration process at the beginning of 2000’s, there has been an opportunity for a lot of independent artists who can’t find their place in the popular Taiwanese culture to express themselves. Many designers, sculptors, and painters have moved their studios here. Drama groups performed their independent little plays on stages which were once old storages, and fashion bloggers started to use the retro buildings as a background for their photo shootings. This place, which I called the little pond of Taiwan as son as I saw, today involves a

lot of cafes and elegant restaurants, a yoga studio, shops that sell innovative design objects, designer boutiques, art galleries with free entrance and little stalls of artists who are trying to get known. “Spot movie house” which was added to the park a few years ago is one of the biggest reasons why I love Huashan. Showing independent movies from the world cinema, this movie house was turned into a little movie museum and designed in a movie theme. It also features Lumiere Cafe which uses the mugs, forks and plates that they bought from the innovative designer shops in the park. Every object has its designer’s signature under it and this way two establishments support each other, which I think is a quite good and positive thing in terms of supporting art. Also the organic oolong tea of Lumiere looks like it will be the top among ones I have ever drunk for a long time. As we all know, in many parts of the world, independent artists have difficulties introducing their art and earning their living from their art. I regret to say that, in a far east country like Taiwan, this situation reveals itself in a more severe and tense way. For this reason, Huashan 1914 has been the seeds of new beginnings not only

for being a structure that was restorated and recuperated, but also for giving an opportuity to artists who are trying to open roads for themselves; especially unknown local ones. Besides that, it has a reputation to be the first to force the government of Taiwan to put abandoned buildings to artistic use and turn them into creative parks. Despite the fact that it is, just like everything losing their difference, in danger of getting lost in popular culture in time, Huashan 1914 will remain exceptional for Taipei for it is the birthplace of the Taipei Independent Art Movement. If you happen to be in Taipei one day, and if you want to keep away from shiny billboards, luxury stores and skyscrapers, don’t forget to visit Huashan 1914. The most important place that I can make sure you will relieve the culture shock which starts in the first few hours in Taipei: Huashan 1914 Creative Park. I can even claim that it will contribute to your creativity. If I say that I could start writing the first chapter of my novel, which I had been fictionalizing in my mind but couldn’t start writing, in one of the innovative cafes of the park called FabCafe; that would be a good evidence for that. ■

38


5 ADIMDA contemporary istanbul 2016 Galeriler

Geçtiğimiz yıl 24 ülke ve 28 şehirden toplam 102 sanat galerisi ve 790 sanatçıyı izleyiciyle buluşturan Contemporary Istanbul, bu yıl da, 3-6 Kasım tarihleri arasında birçok ülkeden yüzlerce sanatçı ile karşımızda olacak. Bu yılın öne çıkanları arasında Franz Ackermann, Yeşim Akdeniz, Ali Alışır, Can Altay, Victor Castillo, Nuri Bilge Ceylan, Sibel Diker, İnci Eviner, Yago Horal, Wafa Hourani, Şükran Moral, Isca Greenfield-Sanders, Mamali Shafahi ve Farnizyaz Zaker gibi isimler yer alıyor.

Plugin 2016

Contemporary Istanbul’un paralel etkinliği Plugin Yeni Medya Fuarı, bu yıl da yeni medya sanatının gelişimine katkıda bulunmayı ve bu dalın sanat koleksiyonlardaki yerini sağlamlaştırmayı amaçlıyor. Sabine Himmelsbach’ın danışmanlığında bir araya gelen seçkide video yerleştirmelerin yanı sıra ses ve ışık yerleştirmeleri, kinetik ve akışkan heykeller, interaktif tasarımlar ve hologram çalışmaları yer alacak.

Emerging

Contemporary Istanbuol’un bizi geleceği parlak, yükselişteki galerilerle tanıştıran Emerging bölümü, bu yıl 11 galeriyi ağırlıyor: İstanbul’dan ARMAGGAN Art & Design Gallery, ART350, Bozlu Art Project, CEP Gallery, Gaia Gallery, Galeri/ Miz, Gama Gallery, Milk Gallery, Mixer ve Versus Art Project ile Tiflis’ten Project ArtBeat.

Koleksiyonerin Seçimi

Türkiye’nin önde gelen 60 çağdaş sanat koleksiyonundan 100’den fazla eser, bu yıl ilk kez Contemporary Istanbul bünyesinde gerçekleşecek bu özel sergide bir araya gelecek. Türkiye’nin en geniş sanat koleksiyonlarına sahip ailelerden genç koleksiyonculara birçok ismin kendi koleksiyonlarından seçtikleri eserlerin Marc-Olivier Wahler küratörlüğü ve Marcus Graf koordinatörlüğünde sergileneceği Collectors’ Choice, Türkiye’de çağdaş sanat koleksiyonculuğu alanında bir kaynak niteliğinde olacak bir kitapla da desteklenecek.

CI Design

Contemporary Istanbul ile birlikte bu sonbahar İstanbul’un en kapsamlı etkinliklerinden biri de 3. İstanbul Tasarım Bienali olacak. Bu vesileyle sanat ve tasarım galerileri, bu yıl ilk defa Contemporary Istanbul bünyesinde bir araya geliyor. Susan McMurrain’in direktörlüğünde gerçekleşen CI Design’da sanatçı, tasarımcı ve mimarlar tarafından özel olarak üretilen mobilya, aydınlatma ve fonksiyonel sanat objeleri yer alacak. ■

39


contemporary istanbul 2016 IN 5 STEPS Galleries

Bringing together 102 art galleries and 790 artists from 24 countries and 28 cities last year, Contemporary Istanbul will be held between 3-6 November with hundreds of participant galleries and artists. Some of the featured artists will be Franz Ackermann, Yeşim Akdeniz, Ali Alışır, Can Altay, Victor Castillo, Nuri Bilge Ceylan, Sibel Diker, İnci Eviner, Yago Horal, Wafa Hourani, Şükran Moral, Isca Greenfield-Sanders, Mamali Shafahi and Farnizyaz Zaker.

Plugin 2016

Plugin New Media Art Fair, a parallel event of Contemporary Istanbul will again embrace the new media art and will aim at improve the interest towards new media arts by the audience and collectors. Plugin 2016, brought together under the advisorship of Sabine Himmelsbach will not only focus on video art installations but also represent a fair selection of sound and light installations, kinetic sculptures, interactive design and hologram installations.

Emerging

Contemporary Istanbul will feature 11 emerging galleries this year, in its “Emerging” selection: From Istanbul ARMAGGAN Art & Design Gallery, ART350, Bozlu Art Project, CEP Gallery, Gaia Gallery, Galeri/Miz, Gama Gallery, Milk Gallery, Mixer and Versus Art Project, along with Tbilisi’s Project ArtBeat.

Collectors’ Choice

Collector’s Choice will be an exceptional exhibition that will showcase over 100 artworks selected from the private collections of 60 collectors from Turkey. From families with years of collecting experience to young collectors, the exhibition will feature works personally selected by the collectors from their own collections. Collectors’ Choice exhibition, that will be curated by Marc-Olivier Wahler and coordinated by Marcus Graf, will also be supported by an exhibition book.

CI Design

One of the other anticipated events in Istanbul this fall is the 3rd Istanbul Design Biennial and therefore Contemporary Istanbul will also feature a design-themed section for the first time in its history. CI Design section, which will bring art and design galleries together will be directed by Susan McMurrain and will include various unique pieces created by artists, designers and architects. ■

40



Illustrated for the chef Gastรณn Acurio from Peru, for Casa Moreyra in Lima by Rafafans - www.rafafans.com -


92

yılının bir yaz akşamı, ailemle birlikte derneğe uğradık. Arkadaşlarımın yanına gittim. Salon kısmından cam paravan ile ayrılmış olan bölümde, hararetli bir şekilde konuşuluyordu. Ben ve arkadaşlarım henüz çocuk olduğumuzdan olaya dahil olamıyorduk. İçeriye girip, “Ne olmuş?” diye sordum. “Vladislav Ardzınba Türkiye’ye gelmiş, sonrasında ne olmuş bilmiyoruz” dediler. Köşede dikilip konuşulanları duymaya çalışıyor, seslerden sürekli bir “savaş” sözcüğünü işitiyordum. Savaş, benim için Körfez Savaşı sırasında şehirde sürekli gerçekleşen alarm tatbikatıydı. Türkiye’ye düşebilecek olası bir füze konuş43 Yaşam | Life

maları yüzünden gecelerce uyuyamamak, sürekli kendime “Savaş neden olur?” sorusunu sormaktı. Kafam karmakarışıktı. Dünyada sürekli bir şeyler oluyor, tüm yetişkinler olanları uzun uzun tartışıyordu. Uzaktan izliyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordum. Daha sonradan, üzerine epey okuyarak olan biteni iyice anladım. Sovyetler Birliği dağılıyordu. Son olarak referanduma gidilmiş, cumhuriyetlerin federasyon olarak kalması üzerine bir oylama yapılmıştı. Bütün cumhuriyetlerden 6 tanesi; merkezi hükümetler referandumuna katılmamış, bu cumhuriyetlerin Sovyet meclisleri ayrı ayrı referandumlar düzenlemişlerdi. Bu 6 cumhuriyetten biri

Gürcistan, diğeri Abhazya idi ve bu oylamalar sonucunda iki cumhuriyetten de “evet” oyu çıkmıştı. Fakat tam o sırada Ağustos Darbesi gerçekleşti ve yenilenmiş birlik anlaşması iptal oldu. Ardından cumhuriyetler tek tek bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar. Gürcistan da bağımsızlığını ilan edenlerden biriydi; 1925 Anayasası’na dönmeye karar vermişti. Abhazya, iptal olan Sovyet anlaşmaları üzerine 1925 anayasası dönemindeki bağımsız devlet olma süreci ile ilgili Gürcistan’la görüşme yapmak ve yeni bir hukuk oluşturmak istiyordu. Görüşme talepleri sürekli tek taraflı kalıyordu.


ABHAZYA Köklere Dönüş Returning to Roots Yazı & Fotoğraf // Article & Photography Denef Huvaj

i

We

stopped by chapter house with my family in a summer night in 1992. I went next to my friends. People were having a heated discussion in a place in the hall which was separated by a window screen. We couldn’t involve in because I and my friends were just kids. I got in the room and asked “What happened?”. They said “Vladislav Ardzınba came to Turkey but we don’t know what happened then?”. I was standing in the corner and trying to hear what was being talked and I was constantly hearing the word “war”. “War” used to mean to me the military exercise which was frequently being held in our city during the Gulf War. The war for me was

all those conversations about a missile which was likely shot towards Turkey and couldn’t get sleep and also asking myself “Why does the war happen?”. I was confused. Something was happening around the world and all grown ups were having long discussions about these incidents. Later on, I did a lot of reading on those incidents and understood what they were. The Soviet Union was coming apart. They had a referendum and voted if the republics stay in the federation or not. 6 of the republics; central governments didn’t join the referendum, Soviet parliaments of these republics held separate referendums. Georgia was one of those six

republics and Abkhazia was another and both countries voted for “yes” in the referendum. At that moment, August coup were occured and the union agreement was declared off. Then the republics declared their independence one by one. Georgia was one of them which declared their independence, too. They decided to turn back into constitution. Right after the Soviet consensus which were cancelled, Abkhazia wanted to negotiate with Georgia on the process of forming an independent country and making a new constitution. Abkhazia’s claims for negotiation stayed one-sided though.

44


23 Temmuz 1992’de Abhazya egemenlik kararı aldı ve Gürcistan’la ilgili durumlarının düzenlenmesi için bir komisyon kurdu. Komisyonun ilk toplantı talebi 14 Ağustos’taydı. Vladislav Ardzınba, hem kendi diasporası, hem de Türkiye ile destek görüşmesi yapmak niyetiyle Türkiye’ye gelmişti. Hükümet düzeyinde bir görüşme yapamamıştı ama dönemin devlet yetkilileri tarafından çok sıcak karşılanmıştı. Diğer yandan; Ardzınba henüz Türkiye’deyken, Tiflis’le anlaşmalar imzalayan siyasiler, tutumlarını çoktan belli etmişti. İşte

45 Yaşam | Life

o gece orada hararetle tartışılan buydu. Şimdi ne olacaktı? 14 Ağustos’taki toplantıdan ne çıkacaktı? 14 Ağustos sabahı Gürcistan; havadan, karadan ve denizden Abhazya topraklarına harekât düzenledi. Benim bu tarihe tanıklığım ise, o zamandan sonra başlıyor. Dediğim gibi henüz çocuktum ve savaş benim için dünyadaki en lüzumsuz, en korkunç şeydi. Hiçbir şey kafamda yerli yerine oturmuyordu. O yaşlarda emperyalizmden, dünyadaki savaş dengelerinin nasıl oluştuğundan, pazar

arayışlarından ve sömürgecilikten bihaberdim. Yine de, bu savaşın karşısında olmak -o zamanki çocuksu yorumumla da, bugünkü durumumla da- en mantıklısı idi. Abhazya sokaklarında tanklar dolaşmaya başlamıştı. Artık durum bir savunma halini almıştı. Telaş içinde toplanmış kalabalıkları köşe başlarında dinliyordum: “Gençlerin bir kısmı desteğe gitmeye karar vermişti”. Köyler ekinlerini topluyor, ev ev gezip nsanlara haber verilip, Abhazya’ya destek çağrısı yapılıyordu.


Abkhazia made a sovereignty decision and founded a committee for promoting relations with Georgia on 23rd July 1992. The committee claimed a meeting on 14th August. Vladislav Ardzınba came to Turkey in order to meet authorities in Turkey and his own diaspora. He couldn’t achieve to have a meeting at the government level but he was given a warm welcome by the government representatives. From the other point of view, the politicians who concluded an agreement with Tb ilisi took up their position while Ardzınba was still in

Turkey. What was being discussed passionately was that at that night there. What will happen next? What will come up from the meeting on 14th August? Georgia performed a military attack on Abkhazia by land, air and sea in the morning on 14th August. My witnessing starts after that time. As I mentioned, I was just a kid and war meant the most horrible and unnecessary thing to me. Nothing fell into place in my mind. I was oblivious of imperialism, how battle status was comprised of in the globe, market place

seeking and colonialism in those years. To take a stand against this war was the most rational thing could be done both in my puerilely and knowledgeably way of thinking as well. Tanks started wandering in Abkhazia streets. The conditions turned into defense state. I was listening in the crowds which were in haste at each corner. “Some of the young decided to give support.” Villagers were harvesting the crops, informing others doorto-door and making calls for support all along Abkhazia.

46


Abhazya’nın büyük bir ordusu ve cephanesi yoktu. Küçük bir ülkeydi ve nüfusu da çok azdı. Diasporadan insanlar Abhazya’ya gitmeye çalışırken ve büyük kentlerde eylemler düzenlenirken, Kafkasya da harekete geçmişti. Adigeyler, Kabardeyler, Çeçenler, Tatarlar, Don Kazakları dağlardan günlerce süren yürüyüşlerle Abhazya’ya geçiyorlardı. Türkiye’den, Suriye’den, Ürdün’den birçok Çerkes, Abhaz Abhazya’ya gidiyordu. Farklı dinlerden, dillerden kadınlı erkekli bir ordu oluşmuştu. Ben tüm bu toplaşmayı tuhaf bir hisle izliyordum. O birlik olma hissi, içten içe beni çok etkiliyordu. Bazen görüntüler sızıyordu; gitar çalan, ateş yakan, ince yüzlü sakallı genç adamlar, uzun kalın paltoları ve kamuflaj giysileri ile bir köşede dikilip sohbet eden kadınlar… Her ayrıntıyı dikkatle izliyor, bir yandan da tüm bu görüntülerde çocukları görmeye çalışıyordum. Kendi yaşıtlarımı ve daha ufaklarını… En çok o anda çocukların ne yaptığını merak ediyordum. Sonra Gudauta’dan havalanan bir helikopterin düşürüldüğü, içindeki çocuk ve kadınların öldüğü habe-

47 Yaşam | Life

rini duydum. 61 kişi ölmüştü. Bir süre sonra diasporadan gidenlerin cenaze haberleri de gelmeye başladı: Efkan, Vedat, Hanefi, Zafer, Bahadır… Bahadır’ın cenazesinde kaç binler vardı anımsamıyorum ama çok kalabalıktı. Arkadaşları acı içindeydi. Ben Bahadır’ı bir etkinlikte Abhazca oynadıkları tiyatro oyunundan ötürü tanıyordum. Efkan’ın ve Bahadır’ın yakın arkadaşlarından birinin yanında dikiliyordum hiçbir şey diyemeden. O da sessizce dikiliyordu ama acı içinde zor duruyordu, biliyorum. Bütün vücudu titriyordu. Ağlamamak için sıkıyordu kendini. Elini tuttum. Avucunun içinde sıktı ellerimi, eğilip yüzüme gülümsedi ve “Hadi gel gidelim. Bir gün nasılsa Abhazya’daki mezarında ziyaret edeceğiz Bahadır’ı” dedi. Savaş bitti. 1994’te Abhazya bağımsızlığını ilan etti. Savaştan dönen arkadaşlarımız ve birlikte okuduğumuz Abhazyalı arkadaşlarımızdan dinledik “savaşı” ve “Abhazya”yı. Birbirimize mektuplar yazdık, ziyaretler düzenledik. Buluşup, Kafkasya’nın her yerini

görmeye gittik ama aklımız hep Bahadır’ın mezarına koyacağımız çiçekteydi. Tam yirmi yıl sonra, el ele Bahadır’ın Abhazya’daki mezarındaydık. Sabaha karşı, birlikte Abhazya sınırından geçtiğimizde, ilk defa gördüğümüz insanlar bizi hasret giderircesine kucaklandığında, aynı şeylere sustuğumuzda, aynı şeylere güldüğümüzde, Bahadır’ın ve diğer arkadaşlarının karşısına yan yana dikildiğimizde; hissettiğim şeyleri belki birçok tanıma sığdırabilirsiniz. Ama ben buna bir isim koyamayacağım. Ellerini izlediğim bir ihtiyarın usulca doğrulup bakır cezvedeki kahveyi bardağıma dökerken tam kulak hizamda göğsünden gelen iç çekişini ve aynı ellerle duvardan indirdiği oğlunun fotoğrafını kucağıma koyuşunu, gözlerinde gördüğüm kendi anneannemi, yün atkısından gelen mentollü kokuyu, çim kokusunu, altın gülüşlü kocaman ağızları, yosun sarmış ağaçları ve zorla elime tutuşturulan yemekleri,.. Her şeyi, her ayrıntıyı aktarabilmek isterdim ama ne kadarını aktarabilirim bilmiyordum.


Abkhazia didn’t have a big army and enough ammunition. It was a small underpopulated country. While people in diaspora were trying to go to Abkhazia and demonstrations were being organized in big cities, Caucasia took the action. Kabardinos, Adygheas, Chechenians, Tatars, Don Kazakhs were coming to Abkhazia by walking through the mountains for days. Many Cherkeses and Abkhazians from Turkey, Syria and Jordan went to Abkhazia. An army took form by people from different languages and different religions. I was watching all these gathering in a strange feeling. The feeling of unionize was affecting me deeply. Some images were sometimes leaked form the quarters; young bearded men playing the guitars, women standing in the corner and chatting in camouflages… I was watching each details and at the same time I was trying to see the children in these images. Then I heard a helicopter which had taken off from Gudauta was taken down and women and children in it died. There were 61 casualties. After a while, obituaries started coming about the people

from diaspora: Efkan, Vedat, Hanefi, Zafer, Bahadır… It’s still blurred how many -thousandsthere were in Bahadır’s funeral but it was so crowded. His friends were in agony. I used to know Bahadır through an Abkhazian play that they performed in an event. I was just standing next to one of Efkan and Bahadır’s close friends speechless. He was standing in silence too but he was in pain and could barely stand upright. He was shivering from top to toe and trying to hold himself not to cry. I grabbed his hand. He squeezed my hand in his palms, leaned and smiled at me and said “Let’s go. We will eventually visit Bahadır in his grave one day”. The war was over. Abkhazia declared its independency in 1994. We learned “the war” and “Abkhazia” from friends that we studied together and friends who came from war. We wrote letters or visited each other. We met and went to see all over Abkhazia but we were always thinking about the flowers that we will bring to Bahadır’s grave. It was exactly 20 years later, we went to his grave in Abkhazia hand

to hand. When we went across the borders towards morning together, when people whom we saw for the first time gave us warm hugs as if they had fulfilled their longings, when we stayed silent for the same things or laughed, too, when we stood side by side in front of Bahadır and his friends… You would fit my feelings into bunches of definitions. However, I can’t name them all. Gently straightening up of an old lady whose hands I was watching and pouring the coffee in copper coffeepot into my cup and at the same time I was hearing her exhaling slowly in sorrow when her chest and my ears were at the same level, with these same hands she put down her son’s photo then she put it into my lap, my own grandmother whom I saw in her eyes, the menthol smell that was coming from her scarf, the smell of grass, big mouths with golden laughters, trees covered with mosses and the food that I was persisted to eat… I would like to narrate everything - all details but I don’t know how much I could.

48


Beni, çok tanıdık gelen bir koku, bir ses takip etti orada olduğum süre boyunca. Sanki sesler, kokular karışıp; bir his olup, damağımdan göğüs kafesime doğru akıp durdu. Uzun süre hayretle izledim. Dinledim. Önceleri, sadece fotoğraflar çekip biriktirmek vardı aklımda. Sonra, dinlediklerimi ve gördüklerimi bir araya getireceğim bir fotoğraf kitabı üzerinde çalışmaya karar verdim. 2014’de ufak taslaklar oluşturmaya başladım. Nereden ilerleyeceğime bir türlü karar veremiyordum. O süreçte, Damla Yolaç ile tanıştık ve birlikte Abhazya belgeselini çekmeye karar verdik. Belgeselin yoğunluğu, kitabın zamanını biraz uzattı ama iyi de oldu; böylece hem ne yapmak isteyip, istemediğime daha net kadar

49 Yaşam | Life

vermiş oldum, hem de olanları başka bir gözden izlemeye vaktim oldu. Kitabın dili daha da yerleşik bir hal aldı zihnimde. Kafkasya’da olduğum vakitlerde, Bahadır’ın bir videosunu izlemiştim. Sitem ediyordu arkasından söylenenlere. Sanki yarasından çok, o söylenenler acıtmıştı canını. Açıp açıp defalarca izledim. Mimiklerini, söylediklerini… Çok ağrıma gitmişti. Bunun için, mezarı başında özür dilemek istedim kendisinden ve onun nezdinde kırdığımız tüm kalplerden. Bir arada olduğumuz günlerde bile; durmadan, yorulmadan birbirimizin kalbini kırıyorduk. Bir ağacın canını yakmaktan korkan bir halk olduğumuzdan bahsederken, kırıp, döküp incitiyorduk birbirimizi. Bu kitabı da, Ba-

hadır’a ithaf etmek istedim bu yüzden. Kendi adıma özür dileyerek; aldığımız paramparça hal için, yakıştırmalarımız, ölçülerimiz, yarışlarımız, kötü dillerimiz için… Gösteremediğimiz cesareti gösterenlerin önünde saygı ile eğileceğimize, öteki dediğimiz her şeyi kabul etmeyi öğreneceğimize ve birilerinin emeğini yok saymayacağımıza inandığım için. Bize inandığım için. Hikâyelerin ve sanatın gücüne inandığım için. ■ Not: Önümüzdeki günlerde kitap çekimleri için Abhazya’da olacağım. Bununla ilgili gelişmeleri sosyal medya üzerinden takip edebilirsiniz. (www.instagram.com/denef)


A very familiar smell and noise followed me during the time I was there. Seemed like all these smell and voice formed as feelings then they penetrated in me through my palate to my chest. I observed and listened astonishingly for a long time. In the beginning, just taking photos and collecting them were in my mind. Afterwards, I decided to design a photography book which I could gather what I had seen and listened to. I started having a few sketches in 2014 but I wasn’t sure where to move on. During that time, I met Damla Yolaç and we decided to make an Abkhazia documentary together. The occupation of the documentary made the publication date of the photography book a little longer but I was happy though.

Thus, not only I decided what to do and not to do definitely but also I had time to go over what I had done till then in a different point of view. The tone of the book became more settled in my mind. When I was in Caucasia, I had seen one of Bahadır’s video. He was reproaching what had been said behind him. It seemed like more than his wound, what had been said hurt him more. I watched over and over again. What he said and his gestures… I was offended. I wished to apologize to him and to whom all he loved for all those when I went to his grave. We used to constantly break each other’s hearts when we were together. Where as we were saying that we were the folk who hesitate to hurt a tree, we

used to hurt each other. That’s why I wanted to dedicate this book to Bahadır. While I was apologizing on my own behalf; as we came to a state of being in pieces, as our fabricated stories, standardizations, rivalry and bad language… As I believed that we would revere in front of whom showed courage which we were supposed to do, that we would learn how to accept the ones we labeled as “others” and that we wouldn’t ignore the ones’ labour. As I believed us. As I believed the force of stories and art. ■ Note: I will be in Abkhazia in the following days because of shooting for the book project. You can follow current updates through social media. (www.instagram.com/denef)

50


Ekmek Ustasının Hikayesi A Tale of a Bread Master Yazı // Article Deniz Özdağ Fotoğraf // Photos Türker Akman

51 Yaşam | Life


Binlerce yıl önceye dayanan ve dünya döndükçe de sürecek olan bir hikaye ekmeğin hikayesi. Tarladaki buğday una dönüşüyor, yolu su ile kesişiyor ve işte o gün hikayenin temelleri de atılmış oluyor. Un ve su ile hamur tutmak, maya katıp büyümesini izlemek ve fırından çıkış anındaki o kokuyu içe çekmek bu serüvenin ne kadar büyülü olduğunu gösteren adımlar adeta. Bu hikayenin gizli kahramanları olan ekmek ustaları ile çırakları her gün hamura elleriyle şekil vererek, onu büyüterek sofraya ulaştırıyorlar. Kıyısını köşesini koparırken belki farkında bile değiliz; o çıtır kabuğun arkasında nasıl bir emek, ne zorlu şartlar ve ne uykusuz geceler olduğunun…

i This story which bases on thousands years ago and will last until the end of time is the story of bread. The wheat in the fields turn into flour, cross its path with water and the story begins on that day. To pulp the water and flour, to leaven the dough and watch how it swells and to swallow the smell of bread just as it is removed from the bakery oven are only the steps proving how fascinating the adventure is. The bread masters and their apprentices who are the secret heroes of this story let us have bread in our dining tables by kneading and giving shape to it. We even don’t notice while biting off the edge of the bread; however, such an endeavouring labour, such hard conditions and sleepless nights there are behind it.

52


E

kmeğin ilk safhalarını anlık bir şekilde gözlemlemek için doğup büyüdüğüm mahalleye, çocukken ekmek aldığım fırına geri dönüyorum. Yeniden Kurtuluş’tayım. Zaten kopmam da mümkün değil doğup büyüdüğüm mahalleden. Gecenin karanlığında caddede ilerlerken her zaman olduğu gibi yine aklımda anılar canlanıyor. Eski evimin sokağına uğramadan olmaz diyerek ip atladığım, düştüğüm, dizlerimi kanattığım sokakları selamlıyorum. Ekmek fırınına girerken bir yandan da henüz yolun başında; mutfakta tatlar yaratmaya çalışan, devamlı hamur yoğuran biri olarak bu deneyimi yaşamanın ne kadar heyecanlı olduğunu düşünüyorum. Kan-sa Fırını’nın üretim mutfağına sabaha karşı saatlerde varıp da, o kızgın sıcağı hissetmek tarifi olmayan bir duygu. Hem mutfağı, hem dükkanın ön tarafını idare eden Hamza Usta bizi buyur ediyor, ekmeklerinin yaratıcısı Naci Usta ile buluşturuyor. Başlıyoruz onları izlemeye, dinlemeye, o tecrübeden bir damla bile olsa faydalanmaya. Usta anlatıyor, biz dinliyoruz ve ben kafamda hikayeyi yazmaya başlıyorum saatlerin nasıl geçtiğini bilmeden.

53 Yaşam | Life

I

return to the bakery which is from my childhood and still in the same neighbourhood where I was brought up in order to observe instantly the first steps of baking bread. I am back in the neighbourhood; Kurtuluş. It is already impossible to pull up skates from here where I was born and raised. While walking in the streets in the darkness of the night, memories from my childhood evoke as usual. As I am thinking that it will be unseemly not to stop by in the street where our house was located, I salute all the streets where I used to jump rope, fall and make my knees bleed. When I enter the bakery, I am also thinking how exciting this experience is for me as a person who is at the beginning of being a baker, kneads dough all the time and tries to make new tastes in the kitchen. It’s an indescribable feeling when you feel the heat dashing your face as soon as you enter the Kan-sa Bakery’s kitchen early in the morning. Master Hamza who handles both the bakery oven and stall welcomes and introduces us to Master Naci who is the father of the bread that they bake. We swiftly start observing, listening and benefiting from every bit of their experience. The master tells and we listen and I start writing the plot of my story in my mind without noticing how the time flies.


54


03:00 Henüz gün ağarmadı ama Naci Usta’nın mesai saati başladı. Kolay değil gece ile sabah arasındaki o en karanlık saatlerde işe başlamak. Ama ekmek sabır ister, ilgi ister. Hamurun temelini atmak uzun saatler ister. Usta o saatte başlıyor unu, suyu kazana atıp hamurları yoğurmaya. 03:25 Kazan yoğursa da kilolarca hamuru toparlamak kolay iş değil. Usta ve çırağı içinden yüzlerce ekmek çıkacak o koca hamuru toparlıyor ve işlenmeye hazır hale getiriyor. Ellere yapışan hamurlar teker teker ayıklanıyor sonrasında. Ekmek işinde en sabır isteyen anlardan biri bu belki de. 04:00 Hamurlar ufak porsiyonlar halinde mermer tezgahta dinleniyor. Ustanın elleri adeta hassas tartı gibi. Makinenin kestiği parçaları tekrar elleriyle bölerken ayırdığı onlarca parça neredeyse birebir eşit. Bir yandan da anlatıyor özelliklerini; köy ekmeği, yoğun kepekli ekmek, tuzsuz ekmek, beyaz ekmek... Her damak zevkine göre nasıl da farklı çeşitler yaptığını öyle bir hevesle anlatıyor ki; o an anlıyorsunuz boşuna 40 senesini bu mesleğe vermediğini. “Sevgi ve emek ister hamur, yavaş yavaş sabırla büyüteceksin hamuru.” diyor. 04:30 Baget ekmekleri şeklini almaya hazır. Her işin ustasının yolunun geçtiği çıraklık müessesesinin, ekmek imalatında da ne kadar önemli olduğunu görüyoruz ustayı izlerken. Çırağı, ustasından öğrendiklerini özenle uyguluyor, ustasının sağ kolu olarak o daha demeden bir sonraki adımın ne olduğunu biliyor. El vermek hadisesi böyle bir şey sanırım. Ustanın şekillendirdiği ekmekler mayalanmaya çırağın ellerinde gidiyor, bezlerin arasına yerleştiriliyor. 04:45 Usta ekmek fırınını yakmaya hazırlanıyor. Öyle bir fırın ki; sanki içi bir koridor kadar uzun ve ısınması öyle kolay değil. Fırının derecesi 220’ye getiriliyor ki; ekmekler çıtır olsun, içi dışı aynı pişsin. 05:00 Saat ilerliyor, ekmekler mayanın o enfes ekşi kokusu içinde kabarmaya devam ediyor. Gün hala doğmadı. Usta ve çırağı hız kesmeden hamurları işlemeye devam ediyor. Saat 07:00’ye yetişmeli ekmekler; arka sokaktaki yalnız yaşayan yaşlı teyze, karşı apartmandaki küçük kız çocuğu, sokağın diğer köşesindeki kalabalık aile kahvaltıya ekmek bekler. Mayalanmanın sonlarına yaklaşılıyor, bir yandan yepyeni yoğurulmuş bir hamur dinlenmeye geçiyor. Bir döngü bu, bir hamur sona yaklaşırken yepyeni bir tanesi mermerde büyümeye başlıyor. 06:00 Artık ilk yoğurulan ekmekler pişmeye hazır. Hamurların sırasını beklediği arabadan tepsiyle sırayla çıkmaya başlıyor. Ustanın çırağı burada yine devrede; ustaya hızlıca hamurları iletiyor, usta ekmekleri upuzun küreğe yerleştiriyor, kesiklerini atıyor ve fırına gönderiyor. Bu işlem dakikalarca devam ediyor; çünkü öylesine büyük bir fırın bu. Usta bazı müşterilerin özel istekleri doğrultusunda kesikleri attığını da ilave ediyor. Kimisi çift çizgi, kimisi ise upuzun tek bir çizgi istermiş ekmeklerinin üzerinde. Öyle alışmışlar senelerce ve usta da buna göre hazırlıyor günlük ekmeklerini. 06:20 İşte günün en önemli anı geldi: Ekmeğin karşı konulmaz kokusu ortalığı sarıyor. Fırına ilk giren ekmekler artık çıkmaya hazır. Usta, ekmekleri kürekle dışarı alıyor ve çırağı hızlıca önceden ayarladığı kasalara yerleştiriyor. Aralarında konuşmalarına hiç gerek yok sessiz bir anlaşma bu; onların artık hiç sektirmedikleri günlük rutini. Ekmek dolu kasalar o sıcak halleri ile fırının ön tarafına gitmeye başlıyorlar. Sıcacıkken raflara diziliyorlar. Bu arada gün de doğmaya başlıyor. 06:30 “Çayın altını yaktın mı?” diye sesleniyor Naci Usta. Artık üretimin ilk aşamasının sonuna yaklaşırken usta ve çırağı için de günün ilk çayını içme vakti geliyor. 07:00 Naci Usta ve çırağı artık biraz molaya çıkıyor. Yüzlerce ekmek pişti, alıcılarını bekliyor ama onların mesaisinin bitmesine daha 3 saat var. Çünkü bu üretim daha birkaç defa daha tekrarlanmalı, tüm günün ekmeği çıkmalı. Günde ne kadar ekmek ürettiklerini soruyorum ustaya; “1200-1300 arası çıkarıyoruz her gün” diyor.

55 Yaşam | Life

03:00 Master Naci’s shift has started just before the dawn. It’s not easy to start the work in the darkest hour between the night and the day time. However, to bake bread requires patience and attachment. To knead dough needs long hours. The master starts at that hour to knead the dough by putting water and flour into the dough kneader machine. 03:25 Although the machine does the kneading job, it’s not easy to compile the dough. The master and his apprentice spend notable effort to compile and make the huge dough ready for the process which they will make hundreds of loaves. They gently clean the sticky dough then. This part might be the most exacting moment in baking vocation. 04:00 They let the dough rest in small portions on the marble counter. The hands of the master are fairly like precision scales. The pieces that he separates from the bigger ones that the machine already cut are almost evenly equal. At the same time he gives the detailed characteristics of village bread, whole-wheat bread, salt-free bread, white bread… When he tells such willingly how they make bread flavours according to different palatal delights, at that moment you understand all those 40 years in baking hasn’t been a waste. He says “The dough needs affection and endeavour and you should make the sponge dough patiently.” 04:30 Baguettes are ready to take form. We see how much important is the apprenticeship which each master had to pass this phase in bread making when we watch him. The apprentice carries out diligently what he has learnt from his master and he gets what his master tries to tell without a word. Bread loaves are brought to be leavened by the apprentice and they are placed on clothes. 04:45 The bread master is getting ready to fire the bakery oven up. It’s such an oven that it’s long as a corridor and it’s not easy to heat it up. The oven is heated up to 220 C so the bread loaves could be crunchy outside and baked equally both inside and out. 05:00 The clock is ticking, dough pieces continue to swell with delightful sour smell of leaven. The sun hasn’t raised yet. The master and apprentice are working on the dough intensely. The bread loaves should be baked until 07:00; the old lady living in back alley, little girl in the opposite apartment building and the crowded family living at the corner of the street are waiting for bread. Leavening the dough is almost over and at the same time another party of kneaded dough is being rested. It’s a cycle. While one party of dough comes to end but another starts to swell on the marble. 06:00 First party of kneaded dough is ready to be baked. The dough pieces are coming out of the cart and being carried to the trays in order. The apprentice steps in as well. He hands the dough to his master quickly, the bread master places the pieces on the peel then he scuffs the dough up and puts them in the oven. This cycle goes up for minutes because the oven is so big. The master states that he scuffs them up upon some customers’ request. Some requests one long scratch and some wants two on their bread. They have got used to his for years then the master does his regular customers’ bidding. 06:20 Here is the most significant moment of the day has come. The irresistible smell of freshly baked bread tinges with around. The first bread party which was put in the oven is ready to come out. The master takes the bread out with the peel and his apprentice puts them into wooden crates that he already sorted. They have no need to talk. It’s like a wordless harmony. It’s a daily routine that they never break. The wooden crates filled with bread are ready to go to the counter. The bread loaves are being shelved and the sun raises at the same time. 06:30 “Have you turn up the burner for tea?” Master Naci calls out. It’s time for the master and his apprentice to take a sip of the day’s first tea while they almost get to final phase of their morning routine. 07:00 Master Naci and his apprentice take a short break. Hundreds of bread loaves have been baked and waiting for customers but there are already 3 hours to end their shift. Because this cycle has to be repeated a few times more and all bread for whole should be baked. I ask master how many loaves they make and he says; “We bake almost 1200 – 1300 loaves a day.”


56


Fırına girerken zifiri karanlık olan hava artık apaydınlık. Pazar sabahı başlamış bile sokaklarda. Her ilk deneyim gibi, bu anlar da unutulmaz bir halde kazınmış kafalarımıza. Artık ısırılan her dilim, koparılan her köşe için o emeğe şükretmemek mümkün mü bundan sonra? Eve ekmek götürmek de kolay değil; o ekmeği hazırlamak da… Sabahın ilk ışıkları ile evime dönmeye hazırken, Naci Usta’nın elinden çıkma bir tane baget ekmeği alıyorum. O uzun geceyi ve sabahı düşünerek yiyorum her lokmasını. Bir zamanlar koşturduğum, oyunlar oynadığım mahallede böylesi bir deneyimi yaşamak çok daha özel kılıyor bu sabahı. Çocukken elimde bozuk paralar ufacık boyumla ekmek almaya gönderildiğim fırının bu defa üretim tarafını görmek, yaşamak beni bir kez daha eski semtime bağlıyor. Her yeni güne başlangıcın arkasında ne hikayeler var diye düşünüyorum; ekmeğin, ustanın ve çırağın hikayeleri kuşkusuz bunların en güçlüsü. Bu hikayeleri okumak, yorumlamak elimizde. Derim ki; sabahın çok erken saatlerinde bir mahalle fırınının ilk müşterisi olun ve tezgahtaki el yakan ekmeği satın alın. Kıyısını koparırken de her gün yeniden başlayan o hikayeleri hayal edin. Eminim ki; o an, o ekmeğin tadı çok daha farklı gelecek. ■

57 Yaşam | Life

The sky which was a pitch dark when we entered to bakery has now lightened. Monday morning rush has started in the streets. Like each first experience, the moments that we had have been engraved in our memories. Do you think if it is possible not to be grateful after each bites, each slices that we cut off hereafter? It’s not easy to bring home the bread, to make the bread either. I buy a baguette which was made by Master Naci before we leave the bakery in the small hours of the new day. I swallow each bites in company with my memories that we had this morning. To have such experience in my neighbourhood where I used to play games and buzzed about in its streets makes this morning more special. To experience the production phase in this bakery which I was sent to buy bread with a few coins in my hand when I was little attaches me more to my neighbourhood where I used to live. I am thinking what kind of stories are hidden in the upcoming day; the master’s, his apprentice’s and the bread’s stories are certainly the most powerful ones among them. The chance of reading and interpreting these stories is in our hands. I do say that you should be the first customer of a bakery early in the morning and buy the newly baked bread on the counter and dream these stories which start over every day while taking the first bite. I sure that; at that very moment, you will get completely different taste of the bread. ■


58


Zeynep Canaz Yeni Bir “Yarın” A New Tomorrow

Röportaj & Fotoğraf // Interview& Photo Deniz Yılmaz Akman

Zeynep Canaz, mesleki hayatına tam da adım atmak üzereyken aldığı ani, bir o kadar da emin bir kararla kendini bambaşka bir meslekte; aşçılıkta bulmuş. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra, Mutfak Sanatları Akademisi’nde (MSA) profesyonel yiyecek içecek işletmeciliği ve aşçılık eğitimi alarak, belki de hayatının yönünü tamamen değiştirmiş. “Hiçbir şey için geç değildir fakat ne isteyip, istemediğini bilmek gerek.” diyen Zeynep ile hem eğitim süreci, hem de hayatına farklı bir yön veren o büyük adım hakkında konuştuk.

i With a sudden but confident decision while stepping into her professional life, Zeynep Canaz found herself in a completely different profession; cookery. After graduating from law school, she probably changed the direction of her life completely by taking culinary education and professional food and beverage management in The Culinary Arts Academy (MSA). “It’s not too late for anything, but it is necessary to know what you want and not.” says Zeynep, and we talked about both the big step providing a different aspect to her life and her educational process.

59 İnsan | People


Hukuk fakültesinde eğitim görüp, avukatlık belgeni aldıktan sonra aşçılık gibi bambaşka bir meslek seçmişsin. Kendini bir anda nasıl bu alanda buldun? Karar sürecini bize anlatır mısın? Mutfak alanında bir kariyerin mümkün olabileceğini hukuk fakültesinde 3. sınıftayken düşünmeye başlamıştım ama okulu yarım bırakmamak adına mezun olmayı ve stajımı bitirmeyi hedef koymuştum kendime. Sonrasında da MSA’da eğitim almaya karar verdim. MSA’ya aşçılık eğitimi için ön görüşmeye geldiğim günü hala hatırlıyorum; karşımda bir eğitmen şef ve öğrenci işleri görevlisinin eğitimin, mesleğin zorluklarını anlatmaları ve benim her şeyi kabul ettiğimi belirttiğim bir ön görüşmeydi fakat eve gidip de ayrıntıları düşündüğümde çok korktuğumu, nerdeyse cesaretimin kırıldığını itiraf etmeliyim. Diğer yandan, etrafımda işinden mutsuz çok fazla insanın olması beni düşündürdü ve harekete geçirdi. Yakınlarımın da desteği sayesinde kendimi MSA’da buldum. O zamandan beri de bu çatı altındayım. Mutfak Sanatları Akademisi’nde (MSA) ne üzerine eğitim aldın? MSA’daki deneyiminden ve eğitim sürecinde neler yaşadığından bahseder misin? İlk başta ailemle birlikte bir işletme açma fikri ile yola çıktığım için MSA’da profesyonel yiyecek içecek işletmeciliği eğitimi aldım. O eğitim sonrasında, bir de profesyonel aşçılık eğitimi almaya karar verdim. MSA’da verilen eğitimde; sektörde zorluk yaşanmaması için ciddi bir disiplin söz konusuydu. Ben eğitimin ilk gününden itibaren bu disiplini çok ciddiye aldım. Şu anda da, eğitmen olarak öğrencilerden aynı ciddiyeti bekliyorum ve bu yüzden ben de onları zorlayabiliyorum. Hayatın her alanında sistemli ve disiplinli olduğum için MSA’da bu açıdan sıkıntı yaşamadım. Öğrenciyken kıyafetlerimi her gün yıkar, ütülerdim. Gün sonunda yapılan derslerin teoriğini okuyup araştırarak tekrar eder, pratiğini de başkalarına yemek yaparak pekiştirmeye çalışırdım. Eğer eğitimden önceki kararlılığınızı eğitim esnasında disipline çevirirseniz maksimum düzeyde fayda sağlayabilir ve okulu rahatlıkla bitirebilirsiniz. Öğrencilikten sonra da stajımı MSA’da yaptığım için çok şanslıyım. Hem tanıdığım çevrede olmak, hem de eğitimden faydalanmaya devam etmek, çok yorucu olsa da iyi bir staj dönemi geçirmemi sağladı. Hukuk dışında bir alanda ilerlemek istediğinde, ailenin ve yakın çevrenin tepkisi ne oldu? Karar aşamasında eşimin desteği çok etkili oldu. Ailem sanırım ilk başlarda, bunun geçici bir heves olduğunu düşünüyordu ama nasılsa elimde avukatlık belgesi olduğu için içleri rahattı ve maddi manevi desteği esirgemediler. Ancak, yine de ailemle birlikte olduğum bir ortamda “aşçı” olduğumu söylediğimde ailenin büyükleri eskiden “avukat” olduğumu vurgulama ihtiyacı duyuyor.

After graduating from law school, you chose a different profession as a cook. How did you end up there? Can you tell us the decision making process? I had started to think a career in culinary field was possible when I was in 3rd grade of law school. But, in order not to dropout the school, I set myself a goal to finish my school and internship. Then I had decided to have education in MSA. I still remember the day I came to MSA for the pre-interview of culinary training. It was a pre-interview which a trainer chef and a student affairs officer explained challanges of the profession and I stated that I had accepted everything, but I have to confess that I was really scared and almost lost my heart when I got home and thought about the details. On the one hand, there were a lot of people around me who were unhappy with their jobs, which made me think over it and take the action. By the help of the supports of my relatives, I found myself in MSA. Since then, I have been under this roof. What training did you receive in The Culinary Arts Academy (MSA)? Can you tell us your experience here and what you had during your training? I received professional training in food and beverage management in MSA since I set of with the idea of starting a business with my family at first. After that training, I decided to take professional culinary training too. The training provided in MSA had a serious discipline to prevent us to have difficulties in the sector. I took this discipline very seriously from the first day of the training. Now, as an instructor, I expect the same seriousness from my students and because of this I can also force them. For being systematic and disciplined in every area of life, I didn’t have difficulties in MSA. When I was a student, I used to wash and iron my clothes every day. At the end of the day, I revieved the course we studied by reading and tried to practice by cooking for others. If you turn your previous commitment to the discipline during the training, you can provide maximum benefit and easily finish the school. I’m so lucky that I did my internship in MSA after I graduated. Both being in a familiar place, as well as continuing to benefit from the training provided a good internship period, it was tiring though. When you wanted to advance in a field apart from Law, how did you family and friends react? In the decision process, my husband’s support was very effective. My family, I suppose, thought it was a fad, and didn’t worry since I was a certificated attorney. They supported me in every way. However, when I say I am a cook in a place where I am with them, my family elders need to emphasize that I used to be a “lawyer”.

60


Kopenhag’da bulunan Michelin yıldızlı Relae ve Studio Restaurant gibi yerlerde staj yapmak nasıl bir deneyimdi? Kopenhag’daki stajları ayarlarken yaşadığım heyecan, gitme günü geldiği zaman korku ve endişeye dönüşse de geçen iki günün ardından, dönüş gününün gelmemesini dilemeye başlamıştım. İlk başlarda o restoranlara giderken ülke mutfağını öğrenme hedefi ve isteği vardı ancak sonra gördüm ki önemli olan reçete/tarif öğrenmek değil; sistem öğrenmek. İki restoran da aynı şehirde olmasına ve eskiden aynı restoranda çalışmış şefler tarafından yönetilmesine rağmen sistemleri çok farklıydı. Geçirdiğim staj dönemi çok kıymetli bilgiler ve teknikler öğrenmemin yanı sıra, güzel arkadaşlıklar da kurmama vesile oldu. Uzun, yoğun ve titiz çalışma saatleri ilk başlarda yorucu gelse de alışıldığı noktada keyif verici oluyor. MSA’daki eğitim ve staj dönemim boyunca disiplinli olmak, orada zorlanmadan iyi bir staj geçirmemi sağladı. Kopenhag’da olduğun sırada; Alancha ekibinin Studio Restaurant’ta Türk Mutfağı konulu bir etkinliği olmuş. Bu etkinlik sırasında neler gözlemledin? İnsanların Türk Mutfağı’na yaklaşımı nasıldı? Kopenhag, çok fazla ulusu bünyesinde barındıran bir şehir; dolayısıyla farklılıklara alışkınlar, saygılılar ve meraklılar. Etkinlik katılımcıları genelde mutfak sektöründen gelen şefler, sommelier veya yemeiçme blogger’ıydı yani herkes bu eşsiz deneyim için çok heyecanlıydı. Sunulan tabaklar Alancha’nın vizyonu çerçevesinde klasik Türk mutfağının bir inovasyonu da olduğu için daha ilgi çekiciydi. Genelde baklava ve kebaptan ibaret olduğu sanılan Türk mutfağının çeşitliliği ve lezzeti karşısında tüm misafirler farklı bir deneyim yaşadılar. Mesleğin hem aşçılık hem de eğitmenlik tarafını gördün. İşinin hangi tarafı daha keyifli? Restoran mutfağında heyecanlı servis saatleri içinde müşterilere leziz tabaklar çıkarmak mı, yoksa aşçı adaylarının eğitiminde rol oynayarak onlara bilgilerini ve pratiğini aktarmak mı? Restoranda aşçı olarak omuz omuza çalışmak ile eğitmen olmak arasında çok fark var. Restoranda çalışmak daha heyecanlı, adrenalini yüksek ve tüketici odaklı bir deneyimken, eğitmenlik daha sakin, daha tatmin edici ve üretici odaklı bir deneyim. Genelde aşçılar restoran mutfağında yıllarını geçirdikten sonra eğitmenliğe yönelir, ben ise kariyerime direkt olarak eğitim sektöründe başladım. Genç biri olarak eğitmen olmanın bazı dezavantajlarını yaşıyorum. Önyargıları yıkmak, kendimi benimsetmek için daha fazla çaba harcamam gerekiyor, ancak yaşım öğrencilerin yaşına yakın olduğu için onlarla daha kolay iletişim kurabiliyorum. Ayrıca, MSA çeşitli etkinliklere ev sahipliği yaptığı için yoğun servis saatlerinin heyecanını o şekilde yaşayıp, restoranda çalışma isteğimi de tatmin edebiliyorum. Şu anda MSA’da Profesyonel Aşçılık programının eğitmen kadrosundasın. Bir zamanlar öğrenci olduğun bir yerde, şu anda eğitmen olarak yer almak nasıl bir his? Eğitmenlik yaparak başkalarının kariyerinin şekillenmesine katkıda bulunmak ve hala bir eğitim kurumu bünyesinde olduğum için kendi eğitimime de devam edebilmem çok güzel. Bir zamanlar öğrencisi olduğum şeflerle birlikte çalışmak da oldukça gurur verici bir duygu. Birçok insan kariyerinde olmak istediği yerden çok uzakta… Hayatında yeni bir sayfa açmak isteyen birine en büyük tavsiyen ne olur? Radikal kararlar alıp baştan başlamak için hiçbir zaman geç değil. Erken başlamak tabii ki büyük avantaj ama ne isteyip, ne istemediğini bilmek değişiklik yaparken daha etkili oluyor. Sıfırdan bir kariyere başlayacağınızı unutmayın; o yüzden düşük ücretlerle belki sizden yaşça çok genç olan kişilerin altında çalışıyor olacaksınız. Güçlü ve kararlı olmak bu noktada büyük önem taşıyor. Egonuzu ve bildiğiniz her şeyi kapıda bırakarak en baştan her şeyi öğrenmeye odaklanmalısınız. Özellikle aşçılık için konuşmam gerekirse, evde iyi yemek yapıyor olmanız aşçı olmanız için yeterli bir sebep değil. Uzun çalışma saatlerine, stresli ve yorucu tempoya, disiplinli olmaya ve bunların hepsinden daha önemlisi araştırmaya ve yeni şeyler öğrenmeye hazır olmalısınız. ■

61 İnsan | People

What kind of experience was it to do internships at places like “Studio Restaruant” and “Relae”, located in Copenhagen, having Michelin star? Although the excitement I felt while setting up the internships in Copenhagen turned into fear and worry when the day of leaving arrived, I began to wish the returning day not to come after two days. While I was going there, I just wanted to learn the cusine of that country, then I saw that learning the recipe was not the thing which was important, it was learning the system. Although both of the restaurants were in the same city and were ruled by chefs who had worked at the same restaurant, their systems were very different. My internship period helped me to establish great friendships as well as teaching me valuable information and techniques. Althoguh long intense and meticulous working hours are exhausting at first, it becomes exhilarating when you get used to it. Being disciplined through my training and internship period in MSA enabled me to have a good training without difficulties in there. When you were in Copenhagen, Alancha restaurant team had an event about Turkish Cuisine in Studio Restaurant. What did you observe during this event? How did people approach to Turkish cusine? Copenhagen is a city which hosts a lot of nations, so they are accustomed to diversities and respectful, also curious. Event participants were usually chefs from the kitchen sector, sommeliers, or food bloggers, I mean everybody was really excited for this unique experience. Offered dishes were more interesting since they were the innovation of the classic Turkish cuisne offered in the framework of Alancha. All guests had a different experience in the face of diversity and flavor of Turkish cuisine which is believed to be composed of just “baklava” and “kebab”. You have experienced both sides of the profession as a chef and trainer. Which side is more enjoyable; preparing delicious food to customers in exciting service hours, or transfering your knowledge by playing a role in the training of candidates? There are a lot of differences between working as a chef in a restaurant and being an instructor. While working in a restaurant is more exciting and customer oriented experience, being a trainer is quieter, more satisfying and productive experience. In general, chefs start to teach after spending years in the kitchen, on the contrary, I started my career directly in the education sector. I’m having some disadvantages of being a trainer as a young person. I need to try harder to break down prejudices, to make myself adopt, but I can communicate with my students more easily because my age is close to theirs. Additionally, MSA hosts various events, and I live the excitement of rush hour in that way and satisfy my desire to work in a restaurant. Currently you are one of the trainers of Professional Cookery Program in MSA. How does it feel to be a trainer in a place where you used to be a student? It is beautiful to contribute to the shaping people’s careers by being their teacher and to continue my studies since I am in an educational institution. It is also proud to work with chefs whose student I was once. Many people are too far away in their careers from they want to be. What would be your largest recommend to someone who wants to open a new page in his/her life? It is never late to take radical decisions to start over. Starting early is of course a great advantage but to know what you want and you don’t is more effective when making changes. Do not forget that you start a career from stratch. So maybe you’ll work under younger people with lower salaries. Leaving your ego at the door, you should focus on learning everything from scratch. If I need to say something especially for cooking, cooking well at home is not enough to be a chef. You must be ready for the long working hours, stressful and exhausting tempo, and more importantly, be ready to search and learn new things. ■


“Staj döneminde, uzun ve yoğun geçen çalışma saatleri ilk başlarda yorucu gelse de MSA’daki eğitim dönemim boyunca disiplinli olmak, oradaki sürecimi zorlanmadan geçirmemi sağladı.”

www.msa.com.tr facebook.com/mutfaksanatlariakademisi instagram.com/msaistanbul

62


63


Abartının Dayanılmaz Çekiciliği Irresistible Charm of Exaggeration i Yazı // Article Deniz Özdağ Fotoğraf // Photography Fidan Kandemir Yemek Stilisti // Food Stylist Burcu Temiz

64


M

odern zamanların en büyük tutkularından biri iyi yemeğin peşinde koşmak; hatta mümkünse işin kurallarını öğrenip bizzat ellerimizde lezzetler yaratmaktır. İşin tatma kısmına gelince de devreye giren ve en az yemeği yapmak kadar büyük bir tutku isteyen sunum aşamasıdır. Bu anlar, İçimizdeki yaratıcılığın ortaya tam anlamıyla döküldüğü anlardır. İlginç olan ise yemeğin özne olma halinin yüzyıllardır devam ediyor olması. Geçmiş dönem ressamlarının tablolarına da çok defa konu olan yemek ve masayı en büyüleyici şekilde yansıtmaya dair olan tutkular atalarımızdan geliyor. Bu tutkular zaman içinde farklı formlara bürünüyor, evriliyor ve dönemsel izler katıyor kendine ama onu sunduktan sonra verdiği hissiyat hep aynı. Benim yemek tariflerine ve onları deneyip ortaya ürünler çıkarmaya olan merakım bir zamanlar evde bulduğum çok eski bir kitaba dayanıyor. Annemin gençliğinden kalma bu yemek kitabı o dönemin mutfaklarının olmazsa olmazlarından biriymiş ve hala da mutfaktaki minik kitap rafında modern zaman kitaplarının yanında durmaya devam ediyor. Leman Cılızoğlu’nun Pasta Bisküvi

O

ne of the most significant passion of modern times is to chase good food; in fact to learn the fundamentals and to creat tastes with your own hands if it’s possible. The stage of dish presentation which needs passion too as well as cooking and steps in when it comes to taste the dish. It’s the moment when creativity that you feel deep inside truly comes out. The interesting thing is the case of considering a dish as a subject has been going on for ages. The passion which relates to reflect the table in the most fascinating way and the dish that was mostly issued by the old times’ artists in their paintings have inherited from our ancestors. My interest which is regarding recipes and trying the cooking methods and producing something from these recipes is based on an old book that I found at home at one time. This recipe book coming from my mother’s youth was an indispensable element of kitchen and it’s still standing on the little bookshelf next to other cookbooks of modern times. Leman Cılızoğlu’s cakes and biscuits book is giving not only detailed recipes for desserts but also giving tips for adornments of dining tab-

65 Keşif | Explore

kitabı tüm ayrıntılarıyla tatlı tarifleri verirken, bir yandan da sofra süslemelerine dair ipuçları veriyor ve sonlara doğru da görsellerle anlatıyor bu işi. Fotoğraflar siyah beyaz da olsa, 70’lerin sonlarına doğru basıldığını düşündüğüm bu kitap aslında o dönemin yemek sunumlarına dair yeterince fikir veriyor. Biraz daha gerilere gidince, 1950’lere kadar mesela, gazete kupürleri ve dergilerin köşe yazılarındaki yemek tariflerinde son derece yüksekten çekilmiş, masanın bütünü alınmış fotoğrafları görmek mümkün. Yani detaydan ziyade “bütün” önemli o dönemki sunumlarda. 60’lardaki yakın çekimler ise 70’lerde yerini renkli, ihtişamlı ama bir o kadar da zıt öğelerin olduğu sunumlara bırakıyor. Şimdilerde minimalizm ve doğaçlama ekseninde dönen yemek sunumlarının kökleri o yıllardaki gösteriş ve abartıya dayanıyor aslında. Krem şanti ile abartılı şekilde süslenmiş pastalar, rengârenk jöleler, akla gelmeyecek ve belki de lezzette uyuşmayacak ürünlerin iç içe geçtiği tabaklar derken “kitsch” kelimesinin de yemekteki karşılığı buymuş diyoruz. Ambiyans ve ışık oyunlarının da devreye girmeye başladığı o dönem, tüm

o uçlarda olan görüntüsüne karşın hala çekiciliğini koruyor bence. Günümüzde; alan derinliği, doğal ışık, yaşam stilini anlatan birtakım objeler, masa üzerinde yapılan stil oynamaları ve doğaçlama görüntüsünün arkasında çokça profesyonel bir uğraş var aslında. Hâlbuki geçmişteki o abartılı masaların arka planında amatör bir ruh yer alıyor; verdiği samimiyet ise çok daha fazla. Kimilerine göre tüyler ürpertici uyumsuzluk, kimilerine göre yarattığı nostalji sebebiyle hazine gibi bu retro sunumlar. Ancak, eskinin altın değerinde olduğunu söyleyenler yanılmıyorlar. Nostaljik ve analog olana duyulan ihtiyaç ve arayış belki de o abartının arkasındaki samimiyetten, bilinçli kusurluluktan kaynaklanıyor. Zaten iyi bir yemek fotoğrafının amacı iştah açmaksa, bu kitsch fotoğraflar birçok insanda kesinlikle o etkiyi yaratıyor, hedefini buluyor. Döneminin ruhunu en iyi şekilde yansıtıyor. Mutfakta o eski tarzı çağrıştıran hazırlıklar yaparken, eskiye olan özlem biraz yumuşuyor ama o nostaljik arayış hiç biter mi derseniz; hayır, zaman ileri sardıkça o arayış hep devam edecek.

le and telling how to decorate the dining tables with photos in the end. Although the photos are black and white, the book which was published in late 70s I presume gives plenty of ideas for dish presentation in 70s era. If we go back in time, to 50s for example, it’s possible to see photos which were taken pretty above for demonstrating the whole dining table and were clipped from magazines and newspapers. So it was more important to show the entire table rather than details in dish presentations. The close up shoots in 60s gives place to presentations that are colorful, deluxe and as well as opposite components in 70s. The roots of today’s minimalist and improvisational dish presentations are inherent from garish and exaggeration in those years. All these cakes dressed with exaggerated icing sugar, colorful jellies, plates with inharmonic and careless tastes entwined together; we find the equivalence of the word “kitsch” in cooking. I think that era still remains attractive although ambiance and luminous effects became a part.

In the present, great professional effort stands behind all these depth of field, several images expressing a life style, style variance and perspective of improvisation. However, there used to be amateurism in the background of these exaggerated dining tables. And also the feeling of sincerity used to be a lot. These retro presentations are like a treasure because of its creepy inharmoniousness for some people and the nostalgic feeling it creates for some people as well. However, the ones who say the past used to be golden age aren’t completely wrong. The need and search for the thing that is nostalgic and analog might originate from the intentional imperfection and sincerity hiden behind the exaggeration. If the purpose of a good food photograph is to boost one’s appetite, these kitsch photos have an “achieve the target” effect upon many people. They reflect the spirit of this era well. While making preperations which bring the old style, the feeling of longing becomes a bit more moderate but do you think wild-goose chase for the nostalgic one ends; no, as long as the time winds forward, this chase will continue.


66


67 KeĹ&#x;if | Explore


68


XAVIER DOLAN Kusursuz Başlangıçlar Perfect Beginnings Yazı & Kolaj // Article & Collage Anı Ekin Özdemir

i

K

ariyerine, 19 yaşında çektiği J’ai Tué Ma Mère ile Cannes Film Festivali’nde sekiz dakika ayakta alkışlanarak başlayan ve birçok insanın “sinemanın dahi çocuğu” diye andığı Xavier Dolan son zamanlarda ismini sık duymaya başladığımız, hatta daha sık duyacağımızı umduğum bir yönetmen. Bunu, bu genç yaşına rağmen Mayıs 2014’te Cannes’da yarışıp Büyük Jüri Ödülü’nü Jean-Luc Godard’la; aralarında 59 yıllık bir fark olmasının yanında sinema tarihinde büyük bir yeri olan bir yönetmenle paylaşmasından anlayabiliriz. Ona bu başarıyı getiren nedir diye düşündüğümde, bulduğum yanıt yaptığı minik dokunuşlar ile filmlerinde oluşturduğu “büyülü noktalar.” Bunların tümü seyircide bir şeylerin başlamasını sağlayacak noktalar. Onun bu dokunuşları yarattığı filmlerde adeta bir yardımcı oyuncu kadar etkili oluyor ve bu sayede ortaya “Xavier Dolan sineması” çıkıyor. Böylelikle Dolan kendini sinemanın “dahi çocuğu” haline getiriyor.

69 Film | Movie

K

ariyerine, 19 yaşında çektiği J’ai Tué Ma Mère ile Cannes Film Festivali’nde sekiz dakika ayakta alkışlanarak başlayan ve birçok insanın “sinemanın dahi çocuğu” diye andığı Xavier Dolan son zamanlarda ismini sık duymaya başladığımız, hatta daha sık duyacağımızı umduğum bir yönetmen. Bunu, bu genç yaşına rağmen Mayıs 2014’te Cannes’da yarışıp Büyük Jüri Ödülü’nü Jean-Luc Godard’la; aralarında 59 yıllık bir fark olmasının yanında sinema tarihinde büyük bir yeri olan bir yönetmenle paylaşmasından anlayabiliriz. Ona bu başarıyı getiren nedir diye düşündüğümde, bulduğum yanıt yaptığı minik dokunuşlar ile filmlerinde oluşturduğu “büyülü noktalar.” Bunların tümü seyircide bir şeylerin başlamasını sağlayacak noktalar. Onun bu dokunuşları yarattığı filmlerde adeta bir yardımcı oyuncu kadar etkili oluyor ve bu sayede ortaya “Xavier Dolan sineması” çıkıyor. Böylelikle Dolan kendini sinemanın “dahi çocuğu” haline getiriyor.


Xavier Dolan, tercih ettiği kadraj ölçüsünden müzik seçimine kadar, enfes görüntülerle oluşturduğu filmler ile seyirciyi, karakterler arasındaki duygusal bağların içine sürükleyen hatta seyirciye dokunmayı başaran işler ortaya koyuyor. Pürüzsüz bir şekilde ilerleyen ve bir bütünlük oluşturan akışı sayesinde filmlerini izlerken hem zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz, hem de izlediğiniz karakteri önce hissediyorsunuz, sonra yaşamaya başlıyorsunuz. Karakterlerin sinir krizleri, derin yaraları, çırpınışları… Filmi izlerken gerçekleşen olaylarla aranızda bir mesafe hissetmiyorsunuz, filme dair hiçbir konuya dışardan bakmıyorsunuz. Dolan’ın izleyicisini bu denli filme dahil edebilmesi, filmini “yaşatmayı” başarmasını sağlayan temel noktalardan biri kullandığı sinema dili. Dolan’ın renklerle olan oyununu bir sinema dili haline getireceğini daha ikinci filmi olan “Les Amours Imaginaires”da görebiliyoruz. Kullandığı renk paletinin yanı sıra görüntü yönetimi, kurgu ve tabii oyunculuklarla “amatör”lüğünü, kendine özgü bir dile dönüştürmeyi de başarıyla sağlıyor. Bu filmden sonra çektiği “Laurence Anyways”, “Tom à la ferme” son filmi “Mommy” de renkleri, görüntüleri ve kurgularıyla sinema tarihinde özel olarak sayılabilecek filmler arasında. Ayrıca kamerası sürekli detaylarda gezen Dolan, insanların sorunlarının, duygu değişimlerinin ve düşüncelerinin beden dillerine, jest ve mimiklerine nasıl yansıdığını seyrediyor. Yenilen tırnaklar, çekiştirilen ceketler, ısırılan dudaklar, boşluğa atılan yumruklar… Oluşturduğu renk zıtlıklarıyla, oynadığı kadraj ölçüsüyle, kamerasını gezdirdiği ufak detaylarla uyumu yakalıyor ve masalsı sahnelere sahip olan filmler çıkarıyor ortaya. Dolan’ın filmlerinde bir başka büyülü nokta ise tam yerinde filme dahil olan müzikler. İnsanın hayatında yavaşladığı o kısa anların sessizliğini, boşluğunu ağır çekimler ve o anlara her yönden oturan şarkılarla betimliyor. Kimi zaman şarkının sözleri eşliğinde tamamlanıyor sahneler, kimi zaman sadece melodiler eşliğinde… Her şekilde filmdeki bu sahneleri unutulmaz kılıyor; yani filmini aklınıza, kalbinize bu şarkıyla birlikte kazımayı başarıyor Xavier Dolan. Atlamamız gereken noktalardan biri de; sahip olduğu inanılmaz bakış açısı ve filmlerindeki estetik. Filmin içinde geçenleri gerçek kılan harika sahneler… Son filmi Mommy başta olmak üzere, Laurance Anyways, J’ai Tué Ma Mère filmlerinde de gördüğümüz üzere filmlerindeki etkileyiciliği yalnızca karakterler arasındaki diyaloglara yüklemek yerine sanat yönetimini, kurguyu, görüntü yönetimini özgün bir şekilde yorumlayarak oluşturuyor. Bunların hepsini seyircinin yüreğine dokunan minik noktalar olarak kullanıyor ve bunlar bir araya geldiğinde ise seyircisini filmin bir karakteri haline getiren Dolan’ın sihirli etkisi ortaya çıkıyor. Hepimizin hayatı bize nasıl dar ettiğini özetler nitelikte konulara sahip, dokunan filmlerle geliyor önümüze Xavier Dolan. Filmden sonra mutlaka yeni renkler ve yeni duygularla terk ediyorsunuz onun dünyasını, hatta terk edemiyorsunuz. Yarattığı, bize yaşattığı dünyalarda toplumda kuir’e dair çizilen çizgileri bulanıklaştırmayı da hedeflediğini görüyoruz. “Kuir filmi” değil, buna dair ayrıntılar barındıran fakat farklı konular işleyen filmler Xavier Dolan’ın ortaya çıkardıkları. Kusursuz bir başlangıç yazmış bir sinemacı olan Xavier Dolan artık büyüdü. Son harikası Mommy’i izlediğinizde Dolan’ın oturmuş, ilerlemiş tarzını görüyoruz; oyunculuklar ve müzik seçimleriyle devleşen bu filmi ustalık eseri olarak değerlendirmek oldukça yerinde geliyor bana. Mommy, yağan yağmur ile sonlanırken adeta seyircisinin gözyaşlarına eşlik ediyor ve gözyaşlarınız dindiğinde Dolan’ın yeni projeleri için daha da heyecan duymanızı sağlıyor. Yazımın sonuna yaklaşırken bu sene Xavier Dolan’ın “en iyi filmim” diye bahsettiği It’s Only End of the World’ü Filmekimi Festivalinde izleme şansımız olacağına dair güzel bir hatırlatma yaparken, çekimlerine başladığı yeni filmi The Death and Life of John F. Donovan’a dair harika haberi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Xavier Dolan tıpkı diğer tüm yönetmenler gibi kusursuz değil ama genç bir sinemacıya göre çok fazla şey başarmış biri. Birçok filmde bulamadığımız tadı verebilen, karakterleri ile izleyicisini bu derece bütünleştirmeyi başarabilen nadir yönetmenlerden. Filme dair her ayrıntıyı yerli yerine, sizi vuracak şekilde yerleştiren filmleri yaratan Xavier Dolan’ın, bu yolda ilerlerken ardında bıraktığı pırıltıları izlemekten keyif alacağımıza inanıyorum. ■

Xavier Dolan, tercih ettiği kadraj ölçüsünden müzik seçimine kadar, enfes görüntülerle oluşturduğu filmler ile seyirciyi, karakterler arasındaki duygusal bağların içine sürükleyen hatta seyirciye dokunmayı başaran işler ortaya koyuyor. Pürüzsüz bir şekilde ilerleyen ve bir bütünlük oluşturan akışı sayesinde filmlerini izlerken hem zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz, hem de izlediğiniz karakteri önce hissediyorsunuz, sonra yaşamaya başlıyorsunuz. Karakterlerin sinir krizleri, derin yaraları, çırpınışları… Filmi izlerken gerçekleşen olaylarla aranızda bir mesafe hissetmiyorsunuz, filme dair hiçbir konuya dışardan bakmıyorsunuz. Dolan’ın izleyicisini bu denli filme dahil edebilmesi, filmini “yaşatmayı” başarmasını sağlayan temel noktalardan biri kullandığı sinema dili. Dolan’ın renklerle olan oyununu bir sinema dili haline getireceğini daha ikinci filmi olan “Les Amours Imaginaires”da görebiliyoruz. Kullandığı renk paletinin yanı sıra görüntü yönetimi, kurgu ve tabii oyunculuklarla “amatör”lüğünü, kendine özgü bir dile dönüştürmeyi de başarıyla sağlıyor. Bu filmden sonra çektiği “Laurence Anyways”, “Tom à la ferme” son filmi “Mommy” de renkleri, görüntüleri ve kurgularıyla sinema tarihinde özel olarak sayılabilecek filmler arasında. Ayrıca kamerası sürekli detaylarda gezen Dolan, insanların sorunlarının, duygu değişimlerinin ve düşüncelerinin beden dillerine, jest ve mimiklerine nasıl yansıdığını seyrediyor. Yenilen tırnaklar, çekiştirilen ceketler, ısırılan dudaklar, boşluğa atılan yumruklar… Oluşturduğu renk zıtlıklarıyla, oynadığı kadraj ölçüsüyle, kamerasını gezdirdiği ufak detaylarla uyumu yakalıyor ve masalsı sahnelere sahip olan filmler çıkarıyor ortaya. Dolan’ın filmlerinde bir başka büyülü nokta ise tam yerinde filme dahil olan müzikler. İnsanın hayatında yavaşladığı o kısa anların sessizliğini, boşluğunu ağır çekimler ve o anlara her yönden oturan şarkılarla betimliyor. Kimi zaman şarkının sözleri eşliğinde tamamlanıyor sahneler, kimi zaman sadece melodiler eşliğinde… Her şekilde filmdeki bu sahneleri unutulmaz kılıyor; yani filmini aklınıza, kalbinize bu şarkıyla birlikte kazımayı başarıyor Xavier Dolan. Atlamamız gereken noktalardan biri de; sahip olduğu inanılmaz bakış açısı ve filmlerindeki estetik. Filmin içinde geçenleri gerçek kılan harika sahneler… Son filmi Mommy başta olmak üzere, Laurance Anyways, J’ai Tué Ma Mère filmlerinde de gördüğümüz üzere filmlerindeki etkileyiciliği yalnızca karakterler arasındaki diyaloglara yüklemek yerine sanat yönetimini, kurguyu, görüntü yönetimini özgün bir şekilde yorumlayarak oluşturuyor. Bunların hepsini seyircinin yüreğine dokunan minik noktalar olarak kullanıyor ve bunlar bir araya geldiğinde ise seyircisini filmin bir karakteri haline getiren Dolan’ın sihirli etkisi ortaya çıkıyor. Hepimizin hayatı bize nasıl dar ettiğini özetler nitelikte konulara sahip, dokunan filmlerle geliyor önümüze Xavier Dolan. Filmden sonra mutlaka yeni renkler ve yeni duygularla terk ediyorsunuz onun dünyasını, hatta terk edemiyorsunuz. Yarattığı, bize yaşattığı dünyalarda toplumda kuir’e dair çizilen çizgileri bulanıklaştırmayı da hedeflediğini görüyoruz. “Kuir filmi” değil, buna dair ayrıntılar barındıran fakat farklı konular işleyen filmler Xavier Dolan’ın ortaya çıkardıkları. Kusursuz bir başlangıç yazmış bir sinemacı olan Xavier Dolan artık büyüdü. Son harikası Mommy’i izlediğinizde Dolan’ın oturmuş, ilerlemiş tarzını görüyoruz; oyunculuklar ve müzik seçimleriyle devleşen bu filmi ustalık eseri olarak değerlendirmek oldukça yerinde geliyor bana. Mommy, yağan yağmur ile sonlanırken adeta seyircisinin gözyaşlarına eşlik ediyor ve gözyaşlarınız dindiğinde Dolan’ın yeni projeleri için daha da heyecan duymanızı sağlıyor. Yazımın sonuna yaklaşırken bu sene Xavier Dolan’ın “en iyi filmim” diye bahsettiği It’s Only End of the World’ü Filmekimi Festivalinde izleme şansımız olacağına dair güzel bir hatırlatma yaparken, çekimlerine başladığı yeni filmi The Death and Life of John F. Donovan’a dair harika haberi de sizlerle paylaşmak istiyorum. Xavier Dolan tıpkı diğer tüm yönetmenler gibi kusursuz değil ama genç bir sinemacıya göre çok fazla şey başarmış biri. Birçok filmde bulamadığımız tadı verebilen, karakterleri ile izleyicisini bu derece bütünleştirmeyi başarabilen nadir yönetmenlerden. Filme dair her ayrıntıyı yerli yerine, sizi vuracak şekilde yerleştiren filmleri yaratan Xavier Dolan’ın, bu yolda ilerlerken ardında bıraktığı pırıltıları izlemekten keyif alacağımıza inanıyorum. ■

70


MUHTEŞEM BAŞLANGIÇLAR Son Yılların En İyi İlk-Filmlerinden Bir Seçki Yazı // Article Emre Eminoğlu Çizim // Drawing Pınar Dönmez

B

ugünlerde seyircinin favorisi olan, eleştirmenlerce yıldızlara boğulan, gişede rekorlar kıran her filmin yönetmeni, bir zamanlar bir ilk-filme sahipti. Blood Simple (1984) olmadan Coen Kardeşler, Reservoir Dogs (1992) olmadan Quentin Tarantino ya da Following (1998) olmadan Christopher Nolan var olamazdı. Bu yüzden herhangi bir ilk-film izlerken hiçbir zaman unutmamamız gereken bir şey var ki, henüz yeni tanımakta olduğumuz o yönetmenin bir sonraki Coen, Tarantino ya da Nolan olması kuvvetle muhtemel!

In Bruges // Martin McDonagh // 2008

İlk filmini çeken bir yönetmenin en büyük kolaylığı da en büyük zorluğu da aynı gerçeğe dayanır: İşi kolaydır çünkü elinde yaşı kadar malzeme vardır, yıllarca biriktirdiklerini, yıllarca üzerinde düşündüklerini, ölçüp biçtiklerini döker filmine. İşi zordur çünkü tüm bunları bir anda yapmaya çalışırken gerektiği yerde frenleyemezse, ikinci bir filmi olmayacakmışçasına elindekileri tüketirse ortaya çıkan şey bir bulamaça dönüşür. Son yıllarda izlediklerimi düşündüğümde, bir ilk film olduğuna inanamadığım derecede başarılı filmler izlediğimi anımsıyor ve ortak yönlerinin tam olarak bu süreci idare edebilmeleri olduğunu fark ediyorum. Evet diyorum, ileride çok iyi filmler izleyeceğiz. In Bruges, izlediğimde ağzımı açık bırakan ilk-filmler arasında üst sıralarda. İşlerin ters gittiği bir görevin ardından patronları tarafından Belçika’nın Brugge şehrine yollanan iki tetikçinin, zamanın durduğu bu kentte tüm duygularını bir bir üzerimize püskürttüğü bir film bu. Ziyaret ettiğim en büyüleyici şehirlerden birinin aslında bir araftan farksız olduğuna beni ikna edecek denli güçlü senaryosuyla senarist-yönetmen Martin McDonagh, geveze karakterleri, ince işlenmiş diyaloglarıyla ilerideki başarılarının sinyallerini veriyor. 2011’de J.C. Chandor, birkaç yıl öncesinde kafamı çokça kurcalamış ekonomik krizin perde arkasını yaklaşık yüz dakikalığına bir odaya tıkarak anlatıyor bana Margin Call’la. Her biri birbirinden başarılı oyuncuları ilk filminde toplamayı başarmış yönetmen, bir yatırım bankasının 24 saatte yaşadıkları üzerinden sistemin ve düzenin zalimliğinden dem vuruyor. 2014’e geldiğimizde bir başka senarist-yönetmen Dan Gilroy, benzer bir mucizeyi şeytanın Los Angeles sokaklarında dolaştığına beni inandırdığı Nightcrawler ile gerçekleştiriyor. Jake Gyllenhaal’un bedeninde hayat bulan Louis Bloom karakteri günümüz toplumunu ve insanını tüm korkunçluğuyla tanıtıyor. Üç yönetmen de

anlatmak istediği konunun ne olduğunun farkında; yıllarca kullanmayı beklediği eğreti bir numarayı, yıllarca çekmeyi istediği alakasız bir sahneyi filmine dahil etme sevdasına düşmeden koyuyorlar noktayı. Kaldıkları yerden devam etmek üzere… İlk-filmlerin çoğu zaman, bağımsız ve düşük bütçeli olan doğaları, söz konusu bilimkurgu ya da polisiye gibi türler olduğunda ortaya oldukça yaratıcı ve yenilikçi işler çıkmasına neden olabiliyor. Örneğin; Rian Johnson’ın kara film türünü bir Amerikan lisesine taşıdığı filmi Brick, Duncan Jones’un görebileceğimiz en minimal bilimkurgulardan birini hayata geçirdiği Moon ve Josh Trank’in insan doğası ve süper güçlerin çatışmasını üç liseli genç üzerinden anlattığı Chronicle… Yaratıcılıklarının henüz ilk filmle türe bir yenilik kattığı üç yönetmen de ikinci, üçüncü filmlerinde büyük stüdyolarca dev prodüksiyonların emanet edildiği isimler haline gelmiş durumda. Bazen de oyuncular, görüntü yönetmenleri hatta çok farklı sektörlerden ünlü isimler film çekme arzularına karşı koyamıyor ve yönetmen koltuğuna oturuyorlar. Birçoğu enkazdan ibaret bu kalkışmaların arasında kimi filmler de şaşırtmıyor değil… Ben Affleck’in Hollywood’un “yakışıklı-ama-yeteneksiz-sanki” oyuncusundan “Oscar-ödüllü-filmin-yönetmeni” mertebesine yükseliş yolundaki ilk adımı Gone Baby Gone ya da Avusturyalı oyuncu Karl Markovics’in Atmen filmi aklıma ilk gelenlerden… Fakat aralarında beni en çok şaşırtanın modacı Tom Ford olduğunu söylemem gerek: Christopher Isherwood’un romanından uyarlanan A Single Man’i izledikten sonra, 1960’ların Los Angeles’ını ve erkek arkadaşını kaybettikten sonra yaşamına devam etmekte zorlanan George’unki gibi yaşam ve ölüm arasında kalmış bir iç dünyayı hiç kimse daha iyi anlatamazdı gibi geliyor. Dönemin cazibesini, duyguların maddeye, renklere yansımasını yalnızca uzmanı olduğu alanda değil koca bir filmin tüm görsel dünyasına işleyerek gerçek bir sanatçı olduğunu kanıtlıyor Tom Ford.

Margin Call // J.C.Chandor // 2011 71 Film | Movie


MAGNIFICENT BEGINNINGS

A Selection of the Best First-Features of Recent Years

E

very single movie director that is embraced by the audience and/or critics, every creator of today’s blockbusters was sure the name behind a first-feature someday in the past. There could be no Coen Brothers without Blood Simple (1984), no Quentin Tarantino without Reservoir Dogs (1992) and no Christopher Nolan without Following (1998). So while watching a first-feature next time, keep in mind that the director you are getting to know better is perhaps the next Coen, Tarantino or Nolan! For a director shooting his/her first feature, reason of ease and difficulty are almost the same: It is easy, since there is years of material piled up, thought on, calculated and planned for as long as a lifetime. It is difficult, since the desire of using all of this material at once is almost inescapable, possibly resulting with a mess unless the director has an ability to restrain this desire. Thinking of all the movies I watched in recent years, I come up with some masterpieces that are in fact first-features and I realise that they owe their success to restraining that desire. And “Yes” I tell myself, “there are some great movies ahead.”

Margin Call. Achieving to assemble a cast with star actors in his very first feature, Chandor talks about the cruelty of the system observing the 24 hours of an investment bank. When we come to 2014, another writer-director Dan Gilroy, realises another miracle by making me believe that the devil wanders around the streets of L.A. with Nightcrawler. Comes to life in Jake Gyllenhaal’s body, crime journalist Louis Bloom reflects the true awfulness of people and society. All three directors are well-aware of what they really want to deliver and capable of controlling their desire, to continue on with strong steps.

Tepenin Ardı // Emin Alper // 2012

A Single Man // Tom Ford // 2009

In Bruges is one of the jaw-dropping first-features I watched. This is a movie that two hitmen are sent to Brugge, after everything went wrong during their latest mission. These two men spray us with drops of sincere emotion, in a city where time stops. The script is so powerful that it makes me believe that one of the most beautiful cities I have visited is no different than a purgatory. Writer and director Martin McDonagh’s chatty characters and finely written dialogues signal a bright career. In 2011, J.C. Chandor puts me between the walls of a room for approximately a hundred minutes and shows me the reality behind the confusing financial crisis of 2008 with

Naturally, most of the first-features are independent and lowbudget productions and this challenge sometimes brings up creative and innovative movies when it comes to genres like sci-fi and thrillers. For instance, Rian Johnson’s high-school film-noir Brick, Duncan Jones’s extremely minimal sci-fi Moon and Josh Trank’s Chronicle in which three teenagers deal with the conflicts of human nature and superpowers… All three being visionary directors that help the evolution of genre-films and yet they are signed with huge production companies to reflect their vision to upcoming blockbusters. Sometimes actors, cinematographers and even celebrities from the other industries cannot hold back from the will of shooting a movie and direct. Many of these attempts being trainwrecks, some outshine: The first ones I recall are Gone Baby Gone, which is among the solid steps that promoted Ben Affleck from Hollywood’shandsome-but-not-so-talented-actor to director-of-a-Best-Picture and Austrian actor Karl Markovic’s drama Atmen (Breathing). But the most surprising debut of 2000s for me belongs to fashion designer Tom Ford. Adapted from Christopher Isherwood’s A Single Man, his movie convinced me there could be no better depiction of 60’s’ L.A. or a better portrait of George; a middle-aged gay man stuck between life and death after the loss of his boyfriend. Tom Ford proves that he is a real artist, weaving the period’s glamour to the visual world of his film and being capable of reflecting emotions of his characters via matter and colors.

72


Ventos de Agosto // Gabriel Mascaro // 2014

Karnı aç bir sinefilin öne çıkan dünya festivallerinde gösterilen ilk-filmleri takip etmesi, favori yeni yönetmenlerle tanışmak için harika bir fırsata dönüşüyor. Bugün rüştünü defalarca ispat etmiş genç yönetmen Xavier Dolan’ın ilk filmi J’ai tué ma mère’i izlediğimde ne denli sarsıldığımı, Florin Serban’ın Eu când sa vreau fluier, fluier’inin beni nasıl çağdaş Romanya sinemasının bir hayranı olmaya ittiğini anımsıyorum. Verebileceğim en yakın bir diğer örnekse; Brezilya sinemasından: Gabriel Mascaro’nun Ventos de Agosto filmi: Ağustos rüzgarlarının etkisi altındaki ufacık bir kasabada yaşamın ve ölümün nasıl kesiştiğini büyülü-gerçek bir dünya yaratarak anlatmıştı geçtiğimiz yıllarda. Film, görsel ve işitsel büyüleyiciliği, usta işi görüntü yönetimi ve ses tasarımı bir yana, bundan böyle sinemada görebileceğimiz en estetik sevişme sahnelerinin altında Mascaro imzası olacağının sinyallerini veriyordu. Tıpkı dünyanın farklı köşelerinde; bilhassa komşuları Yunanistan ve Romanya’da olduğu gibi, Türkiye sinemasında da yeni bir dalganın etkisi altındaki sinema, geleceğin büyük ustalarının sinyallerini ilk-filmler ve yeni yönetmenlerle vermeye devam ediyor. Son yıllarda Sonbahar ile Özcan Alper ve Çoğunluk ile Seren Yüce başta olmak üzere birçok yönetmen ilk filmleriyle uluslararası festivallerden ülkelerine hatırı sayılır ödüllerle dönüyor. Aklımda yer etmiş Tepenin Ardı ise Türkiye’nin toplumsal ve politik gündemine olan göndermeleriyle dört dörtlük bir örnek. Emin Alper imzalı film, şehre göçmüş bir ailenin yaz tatili için ziyaret ettiği, bir Anadolu çiftliğindeki baba evinde geçiyor. Görünmez ve bilinmez düşmanların yarattığı gerilimle adeta bir western gerilimine evrilen film, sembolik bir şekilde Türkiye’nin ‘ötekileştirme’ sorununa eğiliyor. ■

73 Film | Movie

Tracing the first-features that are shown in leading film festivals of the globe, a hungry cinephile may easily discover many new talents. I clearly remember how I was shaken by Xavier Dolan’s J’ai tué ma mère (I Killed My Mother) long before he became the young star-director he is today or how Florin Serban’s Eu când sa vreau fluier, fluier (If I Want to Whistle, I Whistle) pushed me to adore contemporary Romanian cinema. And a most recent case is from the Brazilian cinema: Gabriel Mascaro’s Ventos de Agosto (August Winds) tells how the life and death intersects in a small village under the effect of august winds, by the power of magical realism. Along with the film’s magically successful visual and audial world, skillful cinematography and sound design, Mascaro signals that he will be remembered by the most aesthetic love making scenes of our time. While the world cinema (and especially its neighbours Greece and Romania) excels in discovering new talents and new ways of expression, the cinema of Turkey is also under the influence of a new wave. In recent years, many directors from Turkey have been introduced to the world via prestigious awards in international festivals; such as Özcan Alper with Sonbahar (Autumn) and Seren Yüce with Çoğunluk (Majority). One of the films that caught me was Tepenin Ardı (Beyond the Hill) with its social and political references. Emin Alper’s film was taking place in an Anatolian farm where an urban family was visiting their homeland. Evolving almost to a western-thriller with some invisible and unknown enemies, the film touches upon the biggest problem in Turkey’s agenda, the fear of the “others”. ■


Yazıda geçen diğer filmler: Other movies from the article:

Atmen Karl Markovics 2011

Brick Rian Johnson 2005

Chronicle Josh Trank 2012

Çoğunluk Seren Yüce 2010

Eu Cand Vreau Sa Fluier, Fluier Florin Serban // 2010

Gone Baby Gone Ben Affleck 2007

J’ai Tué Ma Mère Xavier Dolan 2009

Moon Duncan Jones 2009

Nightcrawler Dan Gilroy 2014

Sonbahar Özcan Alper 2008

74



Reklam ve Proje için // For Advertising & Projects reklam@matchupmag.com Satış noktası olmak için // To be a stockist sale@matchupmag.com Bültenimize üye olmak için // Subscribe the Newsletter info@matchupmag.com


i Made in I s t a nbu l

matchupmag.com 77


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.