match-up mag // issue 6

Page 1

match - up Keşfetmek üzerine kurgulanmıştır // Structured to explore

mag

TR 16¨

1



match - up Keşfetmek üzerine kurgulanmıştır // Structured to explore

35

içindekiler // contents

mag

Daha dün gibi; New York seyahati sonrası birtakım hayaller kafamda, biraz plansız, biraz telaşlı bir şekilde “ben galiba bir zine çıkaracağım” dediğim o an. Neredeyse 2 yılı devireceğimiz bu süreçte, zamanın bu kadar hızlı akmasına mı yoksa match-up mag’in şu anda elinizde tuttuğunuz 6. sayısını çıkarmama mı şaşıracağım bilmiyorum. Biliyorum ki dijital çağındayız fakat hala basılı yayınların sıcaklığını, onları arşivlemeyi, biriktirmeyi, tekrar tekrar okumayı seven insanlar da var. Zaten o insanlar, her türlü zorluğa rağmen bir şeylere inanmamı sağlayan… Bu yüzden bu sayıda ilk kez bizi bugüne kadar takip etmiş olan “o insanlara” teşekkür etmek istiyorum. Bu sayımızın teması “Uzak”. Belki “uzaklara gitmek” istediğimizden, belki kendi içimizde bile günden güne biraz “uzaklıklar” oluşabildiğinden, belki de “uzaklar” bize çekici geldiğinden… Kim bilir…

ENG: It was like yesterday; I had just returned from New York and my head was full of ideas with

no set plan. It was in this moment that I formed this anxious idea: “I think I want to create a “zine”’. Almost 2 years have passed and I can’t decide if I’m more shocked at how this issue of match-up mag that you are holding is in its 6th issue or how fast time has passed. I am aware that we’re in a digital era is but there’s an undeniable warmth to print that makes it timeless; there are still people who keep archives, collections, and copies. This is why I want to especially thank these people that have been supporting us since day one. The theme of our current issue is “Distance”. Maybe it’s because we always wish to “go far”, maybe it’s because of the “distances” we form in our everyday lives, or maybe it’s because the idea of being “ far away” has some appeal… Who knows...

Deniz Yılmaz Akman

n

İmtiyaz Sahibi // Publisher: Deniz Yılmaz Akman Papier Atelier Tasarım Genel Yayın Yönetmeni // Editor in Chief: Deniz Yılmaz Akman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü // Executive Director: Türker Akman ISSN 2149-8679 Yönetim yeri // Headquarter: Ortaklar Cad. Pehlivan Sok. No:42 A-11 Şişli/İstanbul Edtörler // Editors: Deniz Özdağ, Emre Eminoğlu İngilizce Edtörü // English Editor: Seda Brown Kapak Fotoğrafı // Cover Photo: Deniz Sabuncu Katkıda Bulunanlar // Contributors: Ahu Aydemir, Alper Mitrani, Bekir Başar Özer, Cansu Güney, Cansu Uras, Ceren Baskı, Çağla Gillis, Fatoş Tatlı, Fidan Kandemir, Gözde Ulusoy, İbrahim Emre Karakaş, İrem Çakır, Jill Donenfeld, Julia Geiser, Merve Köse, Murat Can Uysal, Neşem Çelikkaya, Samantha Ann Francis, Sarah Majury, Tuğçe Uluurgun, Zeynep Dinç Yayın Türü // Type of Publication: Yaygın Süreli // International Matbaa // Printing: Promat Basım Yayın San.ve Tic. A.Ş. İletişim // Contact: info@matchupmag.com Sayı 01 // Issue 01

01 C. Mehmet Kösemen Sanat - Art ■ Röportaj // Interview

05 Allen Hulsey İnsan - People ■ Söyleşi // Conversation

07 Dina Khalife Stil - Style ■ Röportaj // Interview

11 A. Rıfat Şungar İnsan - People ■ Söyleşi // Conversation

15 Contemporary Istanbul Sanat - Art ■ İnceleme // Review

17 Bali Keşif - Explore ■ Seyahat // Travel

11 51

21 De Kroon Cafe Bar Mekan - Place ■ Seyahat // Travel

23 Balloon Architecture Yaşam - Life ■ Söyleşi // Conversation

27 Uzak Hayaller // Dreams Far Away Yaşam - Life ■ Söyleşi // Conversation

29 Kutsal Yemekler // Holy Meals Yaşam - Life ■ Deneme // Essay

31 Kurtuluş Yaşam - Life ■ Deneme // Essay

33 Rüya Şehirler // Dreaming Cities Photo Essay

35 Xenophobia Stil - Style ■ Moda Çekimi // Fashion

45 1850 Hotel Alaçatı

01

Mekan - Place ■ Seyahat // Travel

47 Bornova Yaşam - Life ■ Deneme // Essay

49 Rishikesh Keşif - Explore ■ Seyahat // Travel

51 Salvation Mountain Keşif - Explore ■ Deneme // Essay

55 İki Kutbun Arasında // Between The Poles Keşif - Explore ■ Gastro

57 Uzun Yol İçecekleri // Drinks That Go the Distance Keşif - Explore ■ Gastro

59 Okan Kızılbayır İnsan - People ■ Röportaj // Interview

61 Frank Lloyd Wright Keşif - Explore ■ Deneme // Essay

63 The Fláneuse Photo Essay

07

65 Skateistan Yaşam - Life ■ Yazı // Article

67 Kalben

05

Müzik - Music ■ Röportaj // Interview

69 Pullahs Müzik - Music ■ Söyleşi // Conversation

@matchupmag

73 Uzakların Sineması // Distant Movies

matchupmag

Film - Movie ■ İnceleme // Review

matchupmag

75 Çemberin Dışında // Out Of The Loop İç Ses - Inner Voice ■ Deneme // Essay

www.matchupmag.com Tüm hakları saklıdır. Dergideki yazılar ve görseller yayıncının izni olmadan kullanılamaz.

55

33


CEVDET MEHMET KÖSEMEN Röportaj // Interview Gözde Ulusoy Sanatçı kimliğinin yanında, sıra dışı pek çok yönü ve deneyimi olan biri olarak; kısaca C. Mehmet Kösemen kimdir? Ankara doğumlu, 30 yaşında bir sanatçı ve araştırmacıyım. Doğa ve tarihteki ilginç şeyleri seviyorum, merak edip araştırıyorum ve kendi eserlerimin de alanlarında görülmemiş şeyler olması için çalışıyorum. Birçok farklı alanda çalışmayı denedim; film ve belgeseller çektim, podcast’lar yayınladım, illüstratörlük yaptım, vs. ama şu anda ciddi anlamda kendimi ifade ettiğim iki alan var. Ressamlık ve araştırmacı yazarlık.

Anlaması, yetişmesi, yakalaması güç biri C. Mehmet Kösemen. Ama peşini bırakmak ne mümkün! Neler yapıyor bu deli dolu genç adam dediğinizde karşınızda ressam, editör, illüstratör, metin yazarı, belgesel yapımcısı, araştırmacı diye uzayıp giden bir liste çıkıyor ve meraklı adamın peşine, merak içinde düşüyorsunuz. Yarattığı insan-hayvan karışımı mitolojik karakterlerinin yaşadığı, uzak diyarlarda kurguladığı dünyasıyla resimleri sayesinde tanışırken; benim şansım sanatçının kendisiyle de tanışmak oldu. Sıra paylaşmakta...

i Summary: In order to begin explaining C. Mehmet Kösemen, it would be too easy to say that he’s an artist and researcher even though that would be the proper way of doing it. As young as he is for his age, he has delved into working as an artist, editor, illustrator, text writer, documentary filmmaker, and researcher enough to have earned these titles and create a name for himself that manage to reflect his originality in all of his art and business projects.

Sanatı hayatının ana noktası haline getirmeden önce neler yaptın? Bu süreç nasıl gelişti? Cornell University ve Sabancı Üniversitesi’nde Sanat ve Tasarım alanında okuduktan sonra yüksek lisansımı Londra’da, Goldsmiths College’de Belgesel Film ve Medya-İletişim konusunda yaptım. Sonrasında Türkiye’ye döndüm, farklı reklam ajanslarında planlamacı ve yazar olarak çalıştım. Arada bir buçuk yıl boyunca, Benetton’un COLORS dergisinde editör olarak çalıştım. 2013 yılına kadar resim ve kitap çalışmalarımı “nitelikli hobiler” olarak yürütmekteydim. 2013 yılında ilk sergimi açtıktan sonra bir baktım, sanattan sağladığım gelir ve kitaplarımın telif ücretleri reklamcı olarak aldığım maaş ile baş başa. Biraz da risk alarak işten ayrıldım. O dönemden sonra iki yeni sergi açtım, dünya çapında ilgi gören bir görsel tarih araştırması yayınladım, birçok farklı yönde çalışmalarımı ilerlettim… Herhalde verdiğim en iyi karar oldu. Kerimcan Güleryüz’ün cesaretlendirmesi ve Empire Project’te katıldığın ilk sergiyle sanata tamamen yöneldiğini biliyorum. Bu hikayeyi paylaşır mısın? Kerimcan Güleryüz beni 2005 yılındaki “Kameramla Kampüste” programından beri izliyormuş. 2010 yılında tahta levhalara amatörce bir kaç resim yaparak internet üzerinden paylaştım. O vesileyle Kerimcan Güleryüz bana ulaştı. O zamanlar işletmekte olduğu Galeri XIst’e gittim ve tanıştık. Birkaç yıl geçti, benim işlerim olgunlaşarak sergilenebilecek kıvama geldiler. Kerimcan Empire Project’i kurdu ve katılacağım ilk grup sergisinin (Bashibozouk, Mayıs 2013) planına dahil oldum.

Ocular Trees

In preparation for Match-up Mag’s “Distant” concept in this issue, C. Mehmet Kösemen was the best name that came to mind when I thought about an artist who’s an ardent world traveler, having lived and worked in multiple locations. Except, he’s not just someone who solely travels the exotic spots of today; he also happens to be someone who attracts your attention into the unknown of the past with the help of mythological characters.

1

Sanat | Art

2


Au Garden Rider Hatm Antelope Black

Amerika’da, İngiltere’de ve Türkiye’de birbiriyle ilişkilendirilebilecek ama farklı alanlarda eğitimler aldın. Tek bir şeye odaklanmak yerine, farklı özellikleri kendine katmak seni nasıl etkiledi? Türkiye dışında öğrendiğim en önemli şey, spesifik bir eğitimden çok Batı medeniyetinin bilgiye, sanata ve hayata bakışını ve bu değerler ile Türkiye’deki karşılıkları arasındaki korkunç farkı görmem oldu. Diğer “eğitimler” Türkiye’de de alınır, Romanya’da da alınır, Dubai’de alınır… Ancak gerçek anlamda araştırma nasıl yapılır, bilim ve sanat tarihi nasıl yorumlanır, bilgiye nasıl bakılır, yeni eser nasıl üretilir, bunları yapan insanlar kendi hayatları ve işleri arasındaki ilişkiyi nasıl kurar… Bunları Batı ülkeleri (bir de Japonya ve İsrail) dışında hiçbir yerde tam olarak görüp özümsemek kolay değil. Bu açıdan şanslıydım. Farklı yerlerde okuyup çalışmanın bir diğer katkısı da dünyanın dört bir yanında oturup konuşabileceğim bir sürü arkadaş edinmem oldu. Yalnızca farklı ülke ve şehirlerde değil; aynı zamanda yarattığın mitolojik kah-

3

Sanat | Art

ramanlarla da farklı zamanlarda yaşıyorsun. Ve bizi de bu dünyayla tanıştırıyorsun. Mitolojiye olan ilgin ve sanatınla olan bağlantısından biraz bahseder misin? Mitolojiye ilgim çok küçükken ve çok basit bir sebeple başladı: Kitaplarda gördüğüm garip canavarların, yaratıkların, cin-peri resimlerinin formlarından çok etkilendim, daha fazlasını görmek için araştırdıkça araştırdım. Günümüzde bir sürü insan, internet sayesinde benzer meraklı arayışlara çıkıyor. “Canavar” dediğimiz şey, insanların beklemediği anatomik özelliklerin, ilgi çekici renklerin ve korkutucu (bazen de garip hatta çekici) detayların karışımı olarak zaten başlı başına bir ilgi nesnesi. Farklı canavar formları, yazı kullanmadan ifade edilen görsel alegoriler olabiliyor. Konu hakkında yeni şeyler öğrendikçe, kendi görsel dünyamı da bu şekilde geliştirmek istedim. Son 4 yıl yaptığım resimlere bakıyorum da, gerçekten “kendi mitolojim” diyebileceğim bir figür seçkisi oluşmuş. Kitap projelerin ve “Irregular Books”tan

biraz bahsetmek istiyorum. Dünya çapında ilgi gören kitaplar hazırladınız ve sen resmettin. Bu fikir nasıl gelişti ve nasıl ilerledi? “Irregular Books” yayınevi, ressam John Conway ve paleontolog (geçmişte yaşayan canlıları inceleyen bilim adamı) Darren Naish ile başlattığımız bir girişim. Darren, John ve ben, dinozorları filmlerdeki gibi “canavarlar” değil de, günümüzde yaşayan hayvanlar gibi kendi halinde (örneğin kuşların günümüzde yaşayan dinozorlar olduğunu ve çoğu dinozorun kuşlar gibi tüylerle kaplı olduğunu biliyor muydunuz?) canlılar olarak resmeden, “All Yesterdays” isimli bir kitap hazırladık. Ben bu kitabın İngilizce metnini yazdım ve içindeki resimlerin yarısını hazırladım. Dünya çapında beğenilen bir eser oldu, bir paleontolog kitabımızdan “son kırk yılın en önemli paleontoloji kitabı” olarak bahsetti. John ve Darren ile Irregular Books’tan iki kitap daha çıkarttık. Geçen iki sene boyunca Irregular Books ile çok fazla ilgilenemedim, başka bir projem olan “Osman Hasan and the Tombstone Photographs of the Dönmes” kitabı ile ilgilendim.

Bu çalışma neyle ilgiliydi? “Osman Hasan and the Tombstone Photographs of the Dönmes” 2011 yılının son aylarından beri üzerinde çalıştığım bir görsel tarih projesiydi. Kısaca özetlemek gerekirse halk arasında “Sabetaycılar” olarak bilinen etnik grubun mezar taşlarındaki sembolleri ve eski portreleri belgeleyen bir araştırma niteliğindeki bu kitap akademik alanda büyük ilgi gördü. Harvard, Stanford gibi dünya üniversitelerinin kütüphanelerine alındı. Bu sayede Şubat ayında Avustralya Yahudi Araştırmaları Derneği (AAJS) kongresinde bir sunum yapmak için Sydney’e davet edildim. Şu an sanatçı ve araştırmacı kimliğinle İstanbul’dasın. Bu dönüş geçici mi? Kalıcı mı? Yoksa senin için dahi sürprizli mi? 2010 yılının ortasından beri İstanbul’da yaşıyorum aslında. Son dönemde biraz da gelecek kaygısıyla ABD, Avustralya gibi ülkelere gidip yerleşmeyi düşündüm ama gel gör ki bu iş o kadar kolay değil. Yurtdışında iş bulmak gerçekten zor, güç bela başka bir ülkeye taşınsanız da bulacağınız iş ya da yerleşeceğiniz hayat, sizi kısıtlı bir ortama

hapsedebiliyor. Halen bir gözümle başka ülkelere bakıyorum ama buradaki hayat tarzımı sürdürecek, orada da sanatçı ve araştırmacı olarak hayatımı kazanabilecek bir denge bulmadıkça temelli gitmem zor gözüküyor. Öte yandan bazen de gözüm kararıyor, “gemileri yakıp” Türkiye’den taşınmak ve bir şekilde gittiğim yerde hayatımı baştan kurma hayalleri kuruyorum. Hala gencim, en kötü ihtimalle 5-10 yıl süren bir macera yaşamış olurum. Görmeyi planladığın ve seni heyecanlandıran bir şehir/ülke var mı? Sydney’e gittikten sonra Avustralya kıtasını çok merak ettim. Her tarafı ilginç canlılarla dolu, çoğu ıssız bir coğrafya, tam bana göre. Bir de ABD’nin batı kıyısını, Oregon’dan California’ya kadar turlamak isterim. Yeni Kaledonya, Tristan da Cunha, Galapagos Adaları, Socotra gibi daha da uzak yerleri ve garip adaları da merak ediyorum.

İşte bu on numaralık bir soru! Keşke bunu yanıtlayabilmek için birkaç senem olsaydı. İklimi sıcak, insani değerlere önem veren bir kültüre sahip, müreffeh ülkeleri seviyorum. Bir de bilinmez yönleri, turistik değil, gerçek anlamda keşfedilecek doğal ya da kültürel yönleri olan yerler ilgi çekici. Bir yandan rahat ve güvenli, öte yandan büyüleyici, yabani, vahşi bir yer olurdu herhalde. 2007 yılında “Snaiad” diye bir sanat projem olmuştu. Başka bir gezegende yaşayabilecek yüzlerce hayvan türü tasarlamıştım (web sitemde görülebilir). Belki de hayalimdeki yer orasıdır... ■

Senden kendi ütopyanı yaratmanı ve ideal şehrini kurmanı istesem; bu neye benzerdi?

- www.cmkosemen.com -

4


Allen Hulsey Uzaktan Yakına Close from Afar

Aklımda “uzak” ile ilgili karanlık düşünceler, İtalyan Yokuşu’nda Allen’ın dükkanını arıyorum. Kafamda kerli ferli bir dükkan imajı, hem etrafıma bakınıyorum, hem yürüyorum. Karşımda dükkan. İçeri giriyorum. Çok güzel bir yaşam alanı. Tuğla duvarlar, 150 senelik ahşap bir kapıdan masa, tekerlekten bir sehpa, pikap... Adeta bir nostalji treni, huzur saçan modern bir dergah.

Röportaj // Interview Fatoş Tatlı Fotoğraf // Photography Deniz Yılmaz Akman

Başlıyoruz konuşmaya. “Burası “dükkan”, belli bir adı yok” diyor. “Burada bazen Burcu fal bakar. Sabahları yoga yaparız, mahallenin çocukları buraya gelir, hep beraber şarkı söyleriz. İsmiyle ilgili de bir sürü şaka var. İsmine ‘yok’ deyince, “nasıl yani hakikaten -yok- mu” diyorlar?” Gülüyoruz. “Genel olarak hem çalışma, hem de arkadaşlarımla vakit geçirme ortamım diyebiliriz. Bazen parti yapıyoruz. İsteyen gelip plak dinliyor, isteyen doğum gününü kutluyor. İnsanların kendini rahat hissettiği bir yer”.

Uzak için “gidilmesi çok süren, çok ötelerde bulunan, ırak, yakın karşıtı” demiş Türk Dil Kurumu. En acısı da dördüncü anlamı: “ihtimali az olan”. Ne çok şey söylenmiş “uzak” ile ilgili; “uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından, dokunulası ipek ten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer” demiş Can Yücel. Uzak “eğer”leri de barındıran sinsi bir varlık. Peki Allen Hulsey için ne ifade ediyor?

i Summary: Allen is an American who’s

been residing in Turkey for the last three years. Although his journey in Turkey began when he was a kid, he spent a few years in Konya and now he’s back in the World capital, Istanbul (note to Orhan Pamuk). He is a musician, a DJ, a guitar teacher, and last but not least, a great chef. His first project back to Istanbul from New York was, Gourmet Guitar: Catering to parties accompanied by a personal guitar performance during the meal. “I’m not actively working as a Gourmet Guitar anymore; I spend more time on music now” he says. I ask him what his concept of being a “ fo-

5

İnsan | People

reigner” is. Allen is one of those who appericate being an outsider. With Turkey’s blend of the East and West, he admires how it hosts an ancient civilization. “People always ask me why I travel here.The idea that I want to settle and create a life here seems to amuse people. Sometimes these questions don’t end; if you ask a question of ‘why’ in America, you’ll get an answer and won’t question it any further but Turkish people are not like that. They dig for more details, and I like that. Lastly, I asked what is “distance” for him? Well, he’s not that pessimistic about “distance” as I am: “I’ve always traveled a lot

in my life. I’ve never had have a sense of specific belonging to a place, a city, a house, or a town. I never had a specific belonging to a culture or even a country. When I think of “distance”, it is something about wanting to be closer. If your dreams are far away, you want them to be closer. In some ways, it has negative connotations; either about unattainability or spending effort to get closer. But I don’t perceive it that way; I think about it with a more positive sense...” We reach the end of our conversation. And I leave Allen’s place with brand new thoughts about the concept of “distance”.

Kimdir peki bu Allen? Allen Hulsey, aslında çoğumuzun aşina olduğu biri. Bugünlerde ne zaman bir yerde adı geçse “Türkçe konuşan yakışıklı Amerikalı çocuk değil mi?”, “hani şu hem yemek yapan, hem de çok güzel şarkı söyleyen adam” diyorlar. Allen’ın hikayesi uzun. Türkiye’de çocukluk, Almanya’da yatılı okul, Texas’ta lise derken; Berklee’den mezun olup New York’a taşınıyor. 3 sene evvel geldiği İstanbul’da da dönüş biletini uzata uzata kaldıktan sonra, bir bakıyor bilet artık iptal olmuş ve Allen artık İstanbul’da. Tam tarihini hatırlamasa da, neredeyse 3. yılı. İstanbul’daki ilk projesi Gourmet Guitar: Partilerde insanlar için yemek yapıyor; onlar yemek yerken, bir de gitarıyla onlara şarkı söylüyormuş. Bir insan daha ne ister? Hem leziz bir yemek, hem güler yüzlü bir şef, hem de güzel bir ses. “Artık Gourmet Guitar’ı o kadar aktif olarak yapmıyorum, vaktimi daha çok müziğe ayırıyorum” diyor. Peki bu fikir nereden çıktı? “Çocukken hep çöpçü olmak isterdim. İlk yemeğim çöpçülere hazırladığım kahvaltı oldu. Yemek yapmayı hep sevmişimdir. Daha sonra Almanya’da yatılı okurken, okulun aşçısına yardım etmeye başladım. Git gide daha çok insana yemek yapmaya alıştım, Berklee’de de hep yemek partileri veriyordum. New York’ta da bu devam etti. Bir gün bir arkadaşım “bize yemek yapar mısın? Ama gitarını da getirmeyi unutma”

dedi. 10 saatlik, her şeyin pişirildiği bir yemek maratonu... Partinin sonunda da elime para tutuşturdu, önce garipsedim ‘hayır’ dedim. Bana “ben sana para değil, bir fikir veriyorum” dedi ve Gourmet Guitar da böyle başladı. Gourmet Guitar’da belirli bir planım yok, malzemeleri alıyorum ve açıkçası biraz deneysel oluyor yaptıklarım. İnsanların da hoşuna gidiyor bu konsept, çünkü artık ürün değil, deneyim satın almak istiyorlar. Üzerinde konuşabilecekleri, paylaşabilecekleri, insanlarla iletişim kurabilecekleri anları yaşamak istiyorlar. Uzun zamandır bu projeyi yapmadım, geri dönüp tekrar yaparsam da daha iyisini yapmak için üzerimde bir baskı yok değil”. Allen bu aralar müzikle daha çok ilgileniyor, “God Damn Woman” gibi daha birçok şarkısı var üzerinde çalıştığı. Televizyon için de, aktör bir arkadaşı ile demo hazırlıyorlar. Aynı zamanda hafta sonları Kansersiz Yaşam Derneği’ndeki çocuklara müzik dersi veriyor. Bir yandan da konserler, DJ’lik derken hayat böyle akıp geçiyor. Uzaklardan gelen birine “uzak” nedir diye sormamak olmaz. Benim kafamda bu kadar boğucuyken bu kelime, Allen o kadar farklı bir bakış açısıyla bakıyor ki, bambaşka renkler oluşuyor zihnimde. Zaten insanlar değil midir kavramları başkalaştıran? “Uzak… Ben hayatım boyunca sürekli seyahat ettim, bu açıdan hiçbir zaman bir şehre, bir eve, bir mekana ait olma hissiyatım olmadı. Aslına bakarsanız günümüzde birçok kişi için durum aynı. “Uzak” denilince aklıma “yakın” olmak istenilen geliyor. Bu hayalleriniz olabilir; hayalleriniz o kadar uzaktır ki, onlara yakın olmak istersiniz. Bu arkadaşlarınız olabilir, uzaktaki dostlarınıza yakın olmak istersiniz. Çoğu kişide bu kelime negatif bir çağrışım yapıyor. Elde edilemeyen, ya da yakın olmak için çaba sarf edilen. Çoğu şeyin kolayca erişilmesini istemez miyiz? Ben bu kelimeye olumlu tarafından bakanlardanım. Örneğin; bir zamanlar Tour De France bisiklet yarışçısı olmak isterdim. Kendimi ne kadar zorlayabilirim? Kendi kapasitemin ne kadar uzağına gidebilirim diye düşünüyordum. Uzak biraz da limitlerini test etmek, soyutlukta bir ölçü benim için. Herkesin “uzak”ı da farklı. Bu somut bir ölçü değil ki… İki insanın yakınlığı, aralarındaki kilometrelerdense kafalarının ne kadar uyuştuğudur; onları da “yakın” yapan budur. En yakınınızdaki insan bile uzağınızda olabilir.

Ben uzakta bile bütünleşebilmeyi görmeyi seviyorum. İki ayrı şeyin ortak bir zeminde buluşması güzel olan”. Başka kültürlerdeki bireylerin uzaklık kavramına yaklaşımı beni hep etkilemiştir. “Türk insanının soyut kişisel alanı ve bireylerin birbirlerinden uzaklığını Amerikalılarla nasıl karşılaştırırsın?” diye soruyorum: “Türkiye’deki ailelerin “yakınlık” kavramı çok farklı, hep yan yana olmak istiyorlar. Bu da yaştan bağımsız olarak, ebeveynlerin çocuklarıyla ilişkisini etkiliyor. Otuzkırk yaşındaki insanlar hala ailelerinin duygusal güdümündeler. Örneğin; ben ailemle 2 senede bir görüşüyorum. Onları çok seviyorum ve kendimi onlara yakın hissediyorum fakat fiziksel olarak “yakın” olmamak uzaklığı beraberinde getirmiyor. İnsanlar bir adım geriye çekilip; “ötekine sahip olma hissi”nden arınsalar çok daha özgür olabilirler” diye özetliyor. En sevdiğim soruyu; “yabancı olmanın” nasıl bir his olduğunu” soruyorum. Allen yabancı ve farklı olmayı sevenlerden. Türkiye’nin doğu-batı dokusuna, içerisinde eski bir medeniyeti barındırmasına hayran. Çok fazla arkadaşı, güzel dostlukları var ama günün sonunda ‘o’ diğerlerinden “farklı”. Bundan beslenmesi de kişiliğine ayrı bir güzellik katıyor bence. “Türkiye’de insanlar hep buraya neden geldiğimi soruyorlar. Burada yaşama fikrim insanların hoşuna gidiyor. Sorular bazen bitmiyor, Amerika’da -nedendiye bir soru sorarsınız, yanıtını alınca, -tamam- diyip irdelemezsiniz ama Türkler böyle değil. Daha da detay soruyorlar, bunu seviyorum”. İnsanın kendine uzaklığından konuşuyoruz biraz da... “İnsan kendine de uzak olabilir. Hayatta fiziksel olarak göremediğin ve göremeyeceğin tek şey vardır. O da kendi yüzün. En yakın aynadan bakabilirsin ama o bile bir yansıma. Hepimizin ayrı bir ruh olduğunu ve bedenlerimizin içinde var olduğunu düşünürsek, fiziksel değerlerin içinde kayboldukça, aslında kendimizden daha da uzaklaşıyoruz”. Sohbetimizin sonuna geliyoruz. Madalyonun diğer değil, tüm yüzleriyle uzak kelimesine dair kafamda yepyeni düşünceler var artık. Daha konuşulacak çok şey var ama bir an evvel eve gelip, yazıyı bitirme hevesiyle dükkandan çıkıyorum. ■

6


“Ne zaman Beyrut’u özlesem kek ve ev ekmeği kokuları geliyor burnuma, kendimi mutfakta Lübnan yemekleri yaparken buluyorum.”

DINA KHALIFE:

Beyrut’tan Madrid’e Uzanan Bir Hikaye A Story Stretching from Beirut to Madrid Röportaj // Interview Deniz Yılmaz Akman Fotoğraf // Photography Lourdes Cabrera

Bir şehre aşık olduğunu nasıl anlar insan? Sanırım bütün hayallerini bavuluna sığdırıp, o şehre yerleşmeye karar verdiğinde... Dina Khalifé de Madrid’e ilk aşık olduğunda, kumaşlarını ve o kumaşlara daha sonradan yansıyacak olan tüm hikayelerini alıp, bu şehre yaşamaya gelmiş. Akdeniz’i, annesinin kek kokularını ve Beyrut’un iyi kalpli insanlarını özleyen Dina’yla, İspanya yemek pazarlarından esinlenen yeni koleksiyonu ve Beyrut’tan Madrid’e taşınma serüveni üzerine konuştuk.

i Summary: Dina Khalife is a fashion designer from Beirut who knows exactly what she wants and how to make it happen one step at a time. In 2009, she settled in Madrid, the city she adores, for a Master’s degree in Textile Design. Shortly after, she decided to create her own brand. From that day on, she transforms her sketches into a reality, creating a pattern into a unique scarf, an accessory, or clothing item, each with its own story. She continues to create these limited, hand-crafted pieces today. Produced in Terressa, these items meet with a different storyline each season and arouse curiosity with each lookbook shoot. The theme for the Fall/Winter collection is “food markets in Spain”. The details that greet you at these farmers markets: the appetizing tones of the colors, the atmosphere, the vegetables, and the fruits that Dina decided to carry over to the new collection can be seen over at www.dinakhalife.com

7

Stil | Style

Madrid’deki rutin bir gününü anlatır mısın? Genelde her sabah 9:00 gibi kalkıp çalışmaya başlıyorum. Küçük bir öğlen arası vermek dışında 7 veya 8’e kadar çalışıyorum. Sonrasını spora; yürümeye veya koşmaya ayırıyorum (haftada 3-4 kez bunu yaparım). Eğer o gün için ilham arıyorsam, şehirde bir tur atıp, yeni açılmış bir sergiyi geziyorum. Çizimlerini yapman için veya ilham almak için “mükemmel ortam” dedikleri yer senin için neresi? Günlük birçok şeyden etkilenebiliyorum. Bu okuduğum bir kitap, doğa, insanlar arası iletişim, tatillerim, müze gezilerim veya yemek olabiliyor. İspanya gibi ilhamla dolu bir ülkede yaşadığım için kendimi şanslı hissediyorum. Yeni düşüncelerin geldiği “mükemmel ortam” bir park olabilir -ki Madrid’de fazlasıyla var. Fakat sanırım benim için en mükemmel ortam çalışma alanım; stüdyom çünkü kendimi en rahat hissettiğim ve ilham aldığım yer. Doğup büyüdüğün şehir Beyrut’tan ayrılıp, Madrid’e taşınma fikri nasıl ortaya çıktı? 2007 yılında Madrid’i ilk kez ziyaret ettiğimde bu şehre resmen aşık oldum! Sonrasında hemen İspanyolca dersleri almaya başladım ve burada yaşama hayallerim ilk o zaman şekillendi. Biraz komik gelebilir tatile gittiğin bir yerden bu kadar etkilenip oraya hemen taşınma isteğim... fakat düşüncelerimi oldukça etkilemiş olmalı ki daha sonra bir İspanyol ile evlenip bu şehre taşındım. Birkaç yıldır da burada yaşıyorum. Peki yeni koleksiyona gelecek olursak... Teması nedir, nasıl şekillendi? Yeni koleksiyonu, İspanya’da yer alan gıda pazarlarından etkilenerek oluşturdum. Sonbahar-kış sezonu koleksiyonumda öne çıkanlar; kalabalıklar, yemekler, marketler ve koyu renkler. Detaylara baktığında, buradaki pazarları gezerken dikkatini çeken şeyleri (atmosfer, renkler vs.) görebilirsin. Desenler; ziyafeti, pazara

gelenleri, stantları ve tabii ki sebze-meyveleri taşıyor kumaşlara. Renk paleti ise markette bulunan taze ürünlerin canlı tonlarını yansıtıyor. Görüyorum ki, her parçanın bir hikayesi var. Bunları yaratma sürecinde nasıl bir yol izliyorsun? İlk önce o koleksiyona tema seçerek başlıyorum. Sonraki adım, o temaya uygun olan çizimler yapmak ve eşarplar üretmek. Bu eşarplarda yer alan çizimlerden de giysi kumaşlarında kullanılmak üzere farklı desenler ortaya çıkıyor. Desen çıkarma konusunda epey bir kafa patlatıyorum, renk seçimlerinde de oldukça zaman harcıyorum. Renk ve desen demişken... Moda sektöründe bunları en iyi kullanan kim sence? Bence Dries Van Noten. Büyülü kumaşları, renkleri kullanma şekli, desenleri ve aksesuarlarıyla gerçek bir ilham kaynağı benim için. Ayrıca Stella Mc Cartney’nin avantgarde tasarımlarını, Delpozo’nun zarif duruşunu, Tsumori Chisato’nun el işi desenlerini çok beğeniyorum. Türkiye’de, yurt dışında bir marka oluşturan insanların işleri genelde yerele göre daha çok ilgili topluyor. Senin Madrid’deki durumuna bakarsak, aynı şey söz konusu mu? Madrid’de değil ama Lübnan ve Arap dünyasında aynı şey söz konusu diyebilirim. Orta Doğulu biri olarak gelip, Avrupa’da tasarımcı olmak markam için bir avantaj; çünkü Orta Doğu piyasasını ve müşteri kitlesini biliyorum. Ayrıca Avrupa’daki küçük atölyelerde üretimin yapılması her bir parçayı daha kaliteli ve özel kılıyor. Kumaşların hepsi el çizimi ve el ile boyanıyor. Koleksiyon Terrassa’da (İspanya’daki tekstilleriyle ve geleneksel baskı teknikleriyle ünlü bölgesi) limitli sayıda üretiliyor. Bu gibi şeyler Orta Doğu’da markamın değerini etkiliyor. Kariyerinin başındayken, neyi hayal ediyordun? O hayallerin gerçekleşti mi?

- www.dinakhalife.com -

Beyrut’ta “grafik tasarım” bölümünden mezun olduktan sonra çeşitli tasarım markaları için çalıştım ama hiçbir zaman tatmin olamadım. Her zaman el çizimi işlere, renkli desenli kumaşlar biriktirmeye karşı bir tutkum vardı. Hatta annem ve anneannem de kumaşlar toplardı. 2009 yılında tekstil tasarımı üzerine Madrid’de yüksek lisans yaptım. Sonra, Bimba & Lola’da çalıştım, o esnada edindiğim deneyimler kendi işimi yapabilmem doğrultusunda bana güven veriyordu. İşimi bırakıp, marka oluşturma sürecine giriştim. O tarihten itibaren de çoğu hayalim gerçekleşti fakat hala daha fazlasını hayal etmeye devam ediyorum. Mesleğinle ilgili seni en çok mutlu eden şey nedir? Kumaşın üzerinde gördüğüm, kendi çizdiğim desenlerim sanırım beni en çok mutlu eden şey. O an her zaman çok büyülü. Çizimlerimin kağıttan, kumaşa taşınmasını görmek beni inanılmaz mutlu ediyor. Beyrutlu biri olarak Madrid’de yaşam nasıl? İspanya ve Lübnan birçok açıdan birbirine benzer ülkeler. Belki İspanya daha refah, huzur dolu ve Lübnan’ın daha medenileşmiş versiyonu... Kanunların burada katı ve geçerli olmasını seviyorum. Her iki ülkenin de en benzeyen yanı ise sanırım insanları. İspanyol insanlarla çok fazla ortak noktamız var; arkadaş canlısı, sıcak ve cömert. Buradaki insanlar bana daima Beyrut’u hatırlatıyor. Oraları özlediğinde ve memleket özlemi çektiğinde kendini nasıl avutuyorsun? Çözümüm Lübnan yemekleri yapmak :) Kendimi bildim bileli pasta yemeyi severim. Annem sürekli kek, pasta yapardı. Bense 2009’da Madrid’e taşınana dek yemek yapmayı sevmezdim. Büyük bir değişim oldu ve annemin keklerini özlediğimi fark edip, tariflerini istedim. Ne zaman Beyrut’u özlesem kek ve ev ekmeği kokuları geliyor burnuma, kendimi mutfakta Lübnan yemekleri yaparken buluyorum.

8


9

Stil | Style

- www.dinakhalife.com -

10


Ahmet Rıfat Şungar İçindeki Kuklayı Oynatan Adam His Own Pupeteer

“Üç Maymun”, “Kumun Tadı”, “Deniz Seviyesi” filmleriyle ve “Es-Es”, “Karadağlar” gibi dizilerle başarısı yurtdışına da yayılan işlere imza attı. Peki, geçmişte çekingen ve sahne korkusu olan bir insan nasıl kendi çabasıyla ve elde ettiği şansı kullanmasıyla unutulmaz dizilere imza atıp, filmler aracılığıyla dünyayı gezen birine dönüşür? Cevabı; ait olduğu, varlığını sürdürdüğü alanda olmayı seven ama bu sırada uzakları da yakına getiren oyuncu Ahmet Rıfat Şungar versin.

i Röportaj // Interview Cansu Uras Fotoğraf // Photography Sergio Rueda Cubillas

Summary: Let me introduce you to someone who doesn’t live life with long-term plans and doesn’t get stuck on labels, while working inconspicously: Ahmet Rıfat Şungar. And since names are, in one way or another, merely lables (just accept it), it may not ring a bell. Only maybe if I mentioned Ismail, the “silent rebel” from Nuri Bilge Ceylan’s “Three Monkeys”, and Burak, who faces the truth of the past in “Across The Sea”, will you then catch on to who I’m talking about. “I never said I would be an actor. Actually, I first attempted going into the naval life and later tried a sports academy. During high school, I came across the opportunity to work with professional actors. However, the minute I stepped onto the stage, I was overcome with an unbelievable wave of shyness. I was faced with a complex that I didn’t know how to tackle. A man named Louis Pasteur stood across from me, smiled at this situation and followed with this statement: “Chance smiles at those who are ready in mind.” Aside from having taken advantage of those chances, Şungar also reads, writes, and lives on. His only label is “Hi, I’m Rıfat”. “I’m going to another country and study acting there because it’s not working out here,” is something you won’t hear him say. The person that says “Acting has its own language, religion, flag, and land. It has to do with the culture you were brought up with. But at the same time it doesn’t. Because technically, you can play anything anywhere. This shouldn’t be blown out of proportion. I’m open to acting anywhere,” will look back on every character they acted out and see the flaws in the execution. This person will perfect these and focus on the memorizations. This person will openly critique his own performance or look and be able to say “I acted pretty well”. This is because the person that sits across from me is someone who prefers to disappear rather than attract attention to themselves. This disappearance is his own version of “ far”.

11 İnsan | People

12


“Mutsuzluğunun farkında olmayan, kendini mutlu sanan insanları gördükçe ürperiyorum”. Fernando Pessoa’nın “Huzursuzluğun Kitabı” adlı romanından bir alıntı bu. Size tanıdık geldi mi? Kendinizi biraz zorlayın. Hatta fona Beady Belle’den “When My Anger Starts to Cry” şarkısını koyun. O sizi biraz gevşetecek, sonra sinirlendirecek, üzecek ve en sonunda aydınlatacak. O zaman bu söz size fazlasıyla tanıdık gelecek. Çünkü bu söz, günümüzün manzarasının çerçevesini oluşturuyor. Bu nedenle “uzak”lara kaçma planları peşindeyiz. Bu sebeple her şeye bağırıp çağırıyoruz. Mutsuzluğun farkında dolaşıyor, mimik ve jestlerimizle “Ben melankoli sularında yüzüyorum” diye bağırıyor ancak “Ben mutluyum” diye geziyoruz. Uzaklara kaçmak isterken aslında hayallerimizden, isteklerimizden, hayatın kendisinden kaçıyoruz. Suratımız asık sokakta gezmeye bayılıyoruz ama birine kızdığımızda ona söylenemiyoruz bile. Daha kendimizle iletişimimiz bu kadar zayıfken neden “uzak” hayali kuruyoruz? Şimdi şarkıyı değiştirelim. Ruh halimiz de değişsin. Inner’dan “MyPhilosophy”ye geçelim. Çünkü sizi hayatında uzun vadeli planlara yer olmayan, etiketlere takılmadan yolda ilerleyen, görünür olan ama bunu görünmez bir yerden yapan bir adamla tanıştıracağım: Ahmet Rıfat Şungar. İsimler de başlı başına bir etiket olduğu için (kabullenmesi en kolayından) size bir şey çağrıştırmayabilir. Ancak Nuri Bilge Ceylan’ın “Üç Maymun”unun “sessiz isyankâr” İsmail’i, “Es-Es” dizisinin adalet savaşçısı Uras’ı ve son olarak “Deniz Seviyesi” filminin geçmişiyle yüzleşen Burak’ı dersem o zaman bazı şeyler belirginleşmiş olur. Tabii filmografide bir Nuri Bilge Ceylan filmi olunca insanların da “Ne şanslı çocuk!” veya “Şeytan tüyü var resmen” gibi yorumlarda bulunması da kaçınılmaz oluyor. Ancak Şungar’la röportaj için buluşmadan önce de onun bu yorumlardan oldukça uzak bir adam olduğunu biliyordum. Öyle ki konservatuara giriş hikâyesi de bu durumu fazlasıyla kanıtlıyor. “Ben hiçbir zaman oyuncu olacağım demedim. Hatta önce denizcilik, sonra da spor akademi-

13 İnsan | People

sini denedim. Lisede Ayça Bingöl ve Ali Altuğ gibi profesyonel oyuncularla çalışma fırsatı bulmuştum. Ancak sahneye adımımı attığım an inanılmaz bir çekingenlik ve üzerine gidemediğim bir kompleksle karşılaşıyordum”. Karşımdaki adam bu duruma gülümseyip Louis Pasteur’ün bir sözüyle devam ediyor: “Şans hazırlıklı beyinlere gülümser”. İşte, tam da bu yüzden “uzak” meselesi en büyük sorunsalımıza dönüşüyor. Aslında biz uzaklara gitmeyi istemiyoruz. Biz içimizde var olan ama türlü bahanelerle en derinlere, uzaklara attığımız hayallerimizi, arzularımızı, tutkularımızı ve hedeflerimizi kendimizden öteye itmeye başlıyoruz. Bu da bize uzaklaşmaya meraklı yaftasını yapıştırıyor. “Herkes kimliğini anlatma derdinde. Sürekli yeni bir kimlik çıkıyor. Canavar gibi türüyor. Bir şeye ait olacaksın, tebaa olacaksın ve biat edeceksin. Üzgünüm ama benim düşünce şeklimde bunların hiçbiri yok. İnsan önce kendini tanımalı. Birilerine göre şekillenmemeli. Sevdiğim rutinlerim var ama bunlar da tek başına bir rutin haline geliyorsa sevmiyorum. Bilmiyorum, azınlık oluyorsun galiba”. Şungar, bu sözleri söylerken o anın, bu memleketin, kendi kimliği değil varlığının o kadar içinde ki sergilediği performanslarda görünmezin içinde nasıl görünür olabilmeyi başardığını anlayabiliyorsunuz. Hayal eden, üreten, evrilen ve oynayan bir adam. Hem de hayal ettiği şeyleri yapan biri. Bunun mutluluğu da onun zırhı. Öyle ki sokağa çıktığı andan itibaren hayatında güzel gülümsemelerini aklına kazımış insanların yüzlerini, tanımadığı ama belki de evrenin kozmik gücü sayesinde bir yerde karşılaşacağı, suratı asık insanların yüzüne yerleştiriyor. Sahnede veya kamera karşısında Erdal Beşikçioğlu’nun deyimiyle içindeki kuklayı oynatırken, sokakta ise içinde kaybetmediği o mutlu “ben”i harekete geçiriyor. Bu açıdan bakıldığında Alper Canıgüz’ün “Oğullar ve Rencide Ruhlar” romanının protagonisti Alper Kamu çok haklı: “Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar”. Neden mi? Bu yaştan sonra etkileşimleriniz artar,

kendinizi çevrenizdekilere sevdirmek için çabalarsınız. “Beni sev, beni gör ve benden uzak kalma” hastalığına kapılırsınız. Etiketler, hayallerinizin yerini alır. 32 yaşında olan Şungar da bu jenerasyondan. Eve gidip tek kaldığında kendini cici hissetmemiş çocuklardan. Ama bu onu hiçbir zaman mutluluktan, isteklerinden uzaklaştırmamış. Uzaklaşmak istediği bir durum anında başka yere ışınmasının aracı da çocuklar. “En saf olduğumuz günlere, çocukluğuma ışınlanıyorum bol bol... Bu ışınlanma haline en çok vesile olan da sokakta göz göze geldiğim çocukların tebessümü oluyor. Onların gözünden açılıyor tüm ‘ışınlanma’ kapıları! Sokakta çok fazla çocuk var, itip geçmeye bahane bulmak yerine tebessüm ederek anlaşabileceğimiz. Anlaşamadığın zaman olursa da hemen kaç. Çünkü “çocukla oyun olmaz” eğer oyun oynamayı unuttuysan’’. Şungar’ın ağzından bu sözler dökülürken, gözlerinde o 7 yaşındaki, annesi sobayı karıştırırken henüz pişmemiş kestaneleri çalmaya çalışan çocuğu görüyorsunuz. Bu anını söylemeden geçemiyor ve röportaj boyunca da bu an gözlerine yerleşiyor. Ancak bir süre sonra, bu ışıltı yerini boğazın tamamını kaplayan bir düğüme bırakıyor. Bir anda haber kanallarında alt yazıda geçen rakamlar aklınıza geliyor. “Oğullar ve Rencide Ruhlar”da Alper Kamu’nun insanın en olgun çağıyla ilgili söylediği sözü hatırlıyorsunuz. Ancak bu sefer içindeki ironiyi ve çocuksuluğu yitirmiş, gerçek anlamıyla kendini gösteriyor. Sohbete ileride kendisini izleyeceğimiz yapımlardan devam ettiğimizde gri bulutlar bir nebze de olsa dağılıyor. Şungar, yeni dizisi “Gamsız Hayat”ta geçmiş rollerinden bambaşka bir karakteri canlandırıyor. Erdal Beşikçioğlu’nun kasım ayında sahnelediği “Blink” adlı oyunda Sezin Akbaşoğulları ile birlikte rol alıyor. “Böcek” ve “Fasülye” filmlerinin yönetmeni Bora Tekay’ın her aşamasında yer aldığı oyun, “acıklı bir aşk hikâyesi”. Şungar, Erdal Beşikçioğlu ve Bora Tekay gibi iki dış göz ile çalışmanın çok güven verici ve yaratıcı olduğunu da söylemeden geçemiyor. Bütün bunlar olurken oyuncu, bir yandan da okuyor, yazıyor ve hayatı olduğu gibi yaşıyor.

Onun tek etiketi “Merhaba, ben Rıfat”. “Yurt dışına kaçayım, orada oyunculuk yapayım, burada olmuyor” sözünü duyamazsınız ondan. “Oyuncunun dili, dini, bayrağı, toprağı var. Aldığın kültürü bir yere taşımakla ilgili bu. Ama bir yandan da yok. Çünkü her yerde, her şeyi oynayabilirsin. Bu o kadar büyütülecek bir şey değil.” diyen bu adam, her yaptığı işten sonra önce oyunculuğuna dönüp bakarak eksiklerini görüyor. Bunlar üzerine çalışıyor. “Bir Ömür Yetmez dizisinde yeterli oynayamadım” şeklinde özeleştiri yapmaktan kaçınmıyor. Ya da “Soğuk filminde göstere göstere oynamışım” diyebiliyor. Çünkü karşımda bütünün içinde kendini göstermek yerine yok olmayı tercih eden biri var. Bu nedenle Ahmet Rıfat Şungar adını görünce onun için “Sanat filmlerinde rol almayı tercih eden oyuncu” gibi bir yafta yapıştırmayın. Böyle bir hataya düşerseniz karşınızda şu sözü söyleyen bir adam görürsünüz: “Birtakım kelimeleri kullanıyoruz ama ne demek olduğunu bilmiyoruz. Film vardır. Sanat veya gişe filmi gibi bir ayrım yok. Herkes bir şeyleri kesinlik gücü olan kelimelerle anlatma derdinde”.

Yusuf Atılgan, “Aylak Adam” adlı romanında şöyle der: “Kelimelere herkes kendine göre bir anlam, bir değer veriyor galiba. Bu değerler aynı olmadıkça, iki kişi iki ayrı dil konuşuyorlarmış gibi olmuyor mu?”. Eğer bu röportajdan sonra Ahmet Rıfat Şungar’ı özetlememi isterseniz şunu söyleyebilirim: Kendi dünyasında, kendi uzağında hayalleriyle yaşayan ama bunu önüne servis edilenlerle değil, kendi çabasıyla başaran biri. Şimdi soruyorum; hâlâ uzaklara gitme hayali kuruyor musunuz? Eğer kuruyorsanız, bu mesafe sizin görünmeziniz olsun. Böylece benim tanıştığım “başarılı oyuncu”, “medyatik olmadığı için bir şey yapmadığı düşünülen adam”, “şanslı ve sessiz çocuk” etiketlerine sahip ama onları üzerinde taşımaktan kaçınan samimi ve hayatın kendisine âşık adamı görürsünüz. Hayata âşık olma kavramı bugünlerde Pollyanna’cılıkla karıştırılıyor. Deyim yerindeyse narsist kişiliklerimizle bu olgunun üstünü kalın bir kırmızı çizgiyle çiziyoruz. Ancak öyle ki karşımdaki insan benimle konuşurken gözleri parlıyor ve şu sözleri sarf ediyor: “Yazı yazan insana bayılıyorum. Bir şeyler üretiyor.

Çayının demini ayarlayan ve bunu zamanı durdurarak büyük bir itina ile yapan adama bayılıyorum. Çünkü böyle kişiler işleriyle ilgilenirken, sadece orada ve o anın içindeler.” Bu sözü o kadar içten söylüyor ki cümlesi bittiğinde şaşkınlığımı gizlemeye çalışıyorum ve ona şu soruyu sormaktan vazgeçiyorum: “Peki, ya sen? Sen de öncelikle hayal gücünü uyandırıyor ve onunla yaşıyorsun. Fakat ayakların da yerden kesilmiyor tabii. Sen de her gün, belki de her an farklı karakterlere bürünüyorsun. O karakteri, çiçek sular gibi geliştiriyor ve büyütüyorsun. Gelişimine de bizler seyirci oluyoruz. Sen sadece içindeki kuklayı oynatmakla kalmıyor; aynı zamanda üretimin en temelini üretiyorsun, yani o üretimin öznesini”… İşte benim için beyaz camın veya perdenin dışında kalan oyuncu böyle biri. Ahmet Rıfat Şungar gibi hayallerinizi yaşayıp, sınırsız bir yolculuğa çıkabilirsiniz. Şimdi hayallerinizi düşünün, yolda göz göze gelip sinirlendiğiniz insana bunu hissettirin, bir şeylerden kaçmayın ve kendi kişisel özgürlük alanınızı oluşturun. ■

14


Aaran Gallery: Nasser Bakhshi (1982, Tebriz)

Yazı // Article Emre Eminoğlu Onuncu yılında, çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul bu yıl 24 ülke ve 28 şehirden 102 galeriyi konuk ediyor. Dünyanın dört bir yanındaki galerilerin katılımı sayesinde çağdaş sanat dünyasında neler olup bittiğini görebileceğimiz fuarın katılımcıları kadar, farklı tema ve seçkilere yoğunlaşan özel bölümleri de heyecan verici. Bunlar arasında yeni medya sanatlarına ayrılan Plugin, ACAF tarafından seçilen Çinli sanatçıların eserlerine ev sahipliği yapan Australia China Art Foundation Seçkisi, Milano, Saronno, Londra, Varşova ve Bükreş’ten beş solo proje, İstanbul’un on bir genç galerisine yer veren Emerging Galleries bölümü var. Diğer yandan her yıl farklı bir coğrafyaya odaklanan Focus bölümü, Contemporary Tehran başlığıyla bu yıl, yanıbaşımızda bulunmasına rağmen İstanbul’da yeterince izleme fırsatı bulamadığımız İran çağdaş sanatını ayağımıza getiriyor. Ortadoğu’nun tarihi ve kültürel anlamdaki zengin sanatsal birikimi ile oldukça hareketli sosyal ve politik gündeme yönelik sanatsal üretimin birleşmesinin, İran’da ve merkez Tahran’da hızlıca gelişmesine şaşırmamak gerek. Asıl şaşırılması gereken, Avrupalı ve Amerikalı sanatçıların eserlerini neredeyse eşzamanlı olarak takip edebildiğimiz İstanbul’un çağdaş sanat sahnesinde İranlı çağdaş sanatçılara pek de aşina olmayışımız. Contemporary Tehran bu nedenle önemli bir fırsat ve ilgi çekici bir seçki. Bu bölümde karşımıza çıkacak Tahran galerileri ise şunlar: Aaran Art Gallery, Assar Art Gallery, Dastan’s Basement, Lajevardi Foundation, Shirin Gallery ve The Mobarqa Collection.

Devoid of All Desires // 87 x 47 x 24cm // 2015

I st a n b ul / Ta hra n

Ghassen Hajızadeh // Untitled // 135 x 135cm // 1974

CONTEMPORARY:

Nasser Bakhshi, zaman kapsüllerine dönüştürdüğü kutularıyla dikkat çekiyor. Ruhundan ve kalbinden kopan hatıraları doldurduğu bu kutular aslında bir toplumun, sanatçının çocukluğunun geçtiği yılların Tebriz şehrinin kollektif hafızasını da somutlaştırıyor. Dışları geçen yılların izlerini taşıyan bu zaman kapsüllerinin içlerini sanatçı, ince dokunuşlarla ve titizlikle düzenliyor. Nassey Bakhshi, grabbing attention with the use of time-capsule formed boxes. With memories touching on the soul and the heart, these boxes embody the collective memories of a creative child in a community in Tebriz. These capsules that carry clues of the past create a piece of art with its gentle and particular details.

Assar Art Gallery: MohammadHossein Emad (1957, Arak) İran heykel sanatının önde gelen isimlerinden Mohammad-Hossein Emad, boşluğu, ışığı ve malzeme kullanımı ile etkileyici işlere imza atıyor. İzleyicilerini eserlerinin içinden bakmaya, etraflarında dolaşmaya hatta bazen seslerini dinlemeye davet eden sanatçının, en güncel işlerinden Lit Shadows serisi, sentetik malzeme kullanımına rağmen doğal görünümlü formlar yaratmayı başarıyor. Iranian art sculpture is lead by Mohammad-Hossein Emad, where he signs his name to the effective use of light, material, and empty space. The artist invites people to observe the work from within by allowing them to roam around and even witness the sounds. His most recent work, Lit Shadows series, succeeds in executing organic forms despite the use of synthetic material.

Shirin Art Gallery: Ali Akbar Sadeghi (1937, Tahran)

i

İran geleneksel resim ve minyatür sanatındaki tekniklerden ilham alarak geliştirdiği özel bir stile sahip olan üretken, başarılı ve tanınmış sanatçı Ali Akbar Sadeghi, bazılarınca “İranlı Dali” olarak adlandırılıyor. Resimlerinde, İran masallarından ve efsanelerinden sahneler sürreal figürlerle bir araya gelen sanatçı, büyük ölçekli, detaylı ve görkemli işleriyle ilgi çekiyor.

Summary: In its 10th year, the modern art fair Contemporary Istanbul is hosting 24 countries

with 102 galleries from 28 cities. With galleries from all four corners of the world, we will be able to view all the latest happenings in the world of modern art. It’s exciting to view the different focus and themes of special sections. Each year the Focus section is chosen based on a different geographical location and this year is chosen to be Contemporary Tehran. Even though we don’t get too many chances to see Iranian contemporary art in Istanbul, this year they happen to be bringing this to our neighborhood.

Animan Hunt // 126 x 237cm // 2010

15 Sanat | Art

Untitled // 95 x 187 x 155cm // 2013

Creating a style of art through the use of inspiration from traditional Iranian painting and miniature art, Ali Akbad Sadeghi succeeds in becoming a well-recognized artist and may even be identified by some as “Iranian Dali”. In his paintings, he combines scenes from Iranian tales and myths to bring attention to surreal figures in a large-scale and detailed fashion.

- contemporaryistanbul.com -

16


BALİ Yerle Gök Arasında Yemyeşil Bir Yerde A Green Area Between The Soil and The Sky Yazı ve Fotoğraf // Article & Photography Neşem Çelikkaya Bozdağ

Asya’nın güneydoğusunda yemyeşil bir yerde, Bali’deyim. İstanbul’dan çok uzakta, Endonezya’nın 17 bin adasından başkent Jakarta’nın bulunduğu Java adasına en yakın olanı. Uçaktan inip de yollarıyla buluştuğumuz an tanışıyoruz gerçek Bali’yle. Aylardır okuduğum makale ve rehberlerin tümünü unutuyorum. Yollar hepsinden güzel. Yol; gezen insanın gerçek evi. En çok yolda geçen dakikaları kıymetli insanın; şehrin karmaşası içinde hayatını süren insanları incelemek, yolun kenarındaki akışı, evleri, ağaçları, dükkanları izlemek gibisi hiçbir zaman yok. Bali’de de öyle.

Summary: I’m in Bali, a luscious green

place somewhere in south-east Asia. Far away from Istanbul, Indonesia is made up of 17 thousand islands with the capital Jakarta located in the closest island of Java. This place is only 8 degrees North of Equador, with a length of 153 km from North to South. But nevermind the numbers. We meet the real Bali starting from the moment we step off the plane. Suddenly, I forget all of the articles and guides that I had been studying for months. Each road is better than the next. Roads exist as people’s true homes. The moments spent on the road are the ones that are the most precious; there’s nothing like observing the lives spent inside the chaos of the city, the flowing stream on the side of the road, the houses, the trees, and the little shops. The Ubud forest I will open my eyes to when I wake up in the morning, to view the Ayung River that flows through, have breakfast with the tropical fruit and local coffee, and unify my feelings with the colors of the island. Tomorrow morning, I will visit the rain forest to hold hands with monkeys and see the rice terraces and check off another item on my “bucket list”. If I’m lucky, I will end the day with Jimbaran’s crimson red sunset, with the high tides crashing against me. After spending three days in Jimbaran, we woke up in our hotel located across from the Ubud Forest, The Royal Pita Maha, excited to discover new places. Our first stop was Uluwatu Temple. In Balinese, ‘ulu’ means peak point, while ‘watu’ means rock. With the endless Indian Sea on the side, Pura Luhur Uluwatu sits on the edge of a 70 meter long cliff as one of the 6 most treasured temples on the whole island. The temple is inhabited by monkeys. Another temple that left us in awe was Pura Tanah Lot. This is where a few temples share the same location. One of the temples we visited here was Tirta Empul. Literally translated to “Holy Water Temple”, Tirta Empul is famous for its 12

17 Keşif | Explore Explore

water fountains that are known to flow with water that has healing powers. Hindus that come to perform a ritual rinse in these waters prior to their prayer.

U

çaktan inip de havalimanının kapısından çıktığım an sağımda, solumda palmiyeler kucaklıyor beni. Yani; bana göre “palmiye” olan ağaçlar. O güne kadar gördüklerimin en tropiği bu çünkü. İzmirlilikten hep… Taksiciye diyorum; “ne güzel, her yer palmiye dolu”. Gülüyor önce bana; “onlar palmiye değil, hindistan cevizi ağacı ve burada hep onlarla gezeceksiniz artık” diyor. O an gerçekten anlıyorum; yaşadığım coğrafyadan çok farklı burası. Aylar öncesinde aldığın bilete bakıp gün saymak gibi değil artık. Yeni tanıştığım tatlı hindistan cevizi ağaçlarına bakıyorum. Daha önce hiç hissetmediğim bir heyecan içerisindeyim. Bugüne kadar gittiğim en uzak noktada, en farklı kültürün içinde, bir dolu ağaç ve yeşil tonu beraberimde, bambaşka bir yolculuğa çıkıyorum. Biliyorum; Bali, yeni bir başlangıç.

Şimdi burada, başka dinlerin büyüleyici güzellikteki tapınaklarında kendi içimden geçenleri, kendi kalbimden gelen ritüelde dilemek var. Dünyanın bir ucundaki bu adada, başka uzakların hayalini kurmak var. Sabah uyandığımda göreceğim Ubud ormanı ve arasından akan Ayung nehri için gözlerimi açmak, tropik meyvelerle kahvaltı etmek, buranın kahvesini içmek, hislerime ada resimlerinin renklerini ortak etmek var. Yarın sabah, uğrayacağım yağmur ormanında maymunların elinden tutup, pirinç tarlalarında “bucket list”ime bir tik daha atacağım mesela. Gerçekte yoksul olan bir halkın, gerçek zenginliklerini bu sefer ben göreceğim. Yarın sabah içeceğim suyu buranın marketinden alacağım. Haritada yol bulmak yok bu sefer, Bali’nin karmaşık ve daracık sokaklarında kaybolmak var. Kaybolacağım. Şanslıysam;

Jimbaran’ın kıpkırmızı gökyüzünde güneşi batırıp, boyumu aşan dalgalarında medcezire karşı geleceğim. Ve burada en sevdiğimi yapıp bir sonraki seyahatimi planlarken, dönüş yolunda bir kere daha “iyi ki geldim” diyeceğim. Biliyorum. Gitmek, bana hep iyi geldi çünkü. Gitmek; çoğunun yapamadığı ama benim hep en isteyerek koştuğum oldu. Şu benim meşhur hindistan cevizi ağaçlarına baktım tekrar taksi ilerlerken. Düşündüm… Dünya gerçekten çok büyüktü, keşfedilecek çok yer ve görülecek çok sokak vardı. Bugünlerde Bali, sonra ise uzak başka şehirlerde… Ve şu an iyi ki buradaydım; sadece yeşiliyle bile mutlu edebilen bu adanın midemde kelebekler uçuşturan tüm güzelliklerine ortak olacak yedi gün için çoktan hazırdım.

Kubu, Jimbaran

The trip to the Holy Monkey Forest in Ubud exists as one of the most uplifting visits by far. At first, I was afraid but maybe this was a result of living in the city. And the rice fields being one of the main reasons I seeked to come to Bali… Frequently seen on the sides of roads in various sizes, you’ll find that Tegalalang is the home to the best of them all. These terraces are owned to the state and the farmers are responsible for planting seeds by hand. Tegalalang terraces wind through the valley in a curving slope. Hands down, one of the most peaceful sights on earth. Complete greenery, as if it’s painted on canvas. While we’re in Bali, we also make a note of tasting the special Luwak coffee. Thanks to the Civet cats (known as Kopi Luwak in Balinese), the story behind this coffee is a bit interesting. Located near Ubud, the large forest where these coffee beans grow also happen to house these cats live. When the night falls, these cats pick out the best of these coffee beans, eat them, and then return it to nature after they digest it. In the morning, the farmers that collect the seeds from these Civets’ waste first clean and sterilize the beans, and then grind them into dust. Given that it’s always been a hand-made process, this Luwak coffee holds a unique quality of its own, just like everything else on this island. As I grab my coffee, I gaze out at the forest that my stool is facing and realize that it’s time for another moment of thought. I start thinking that for the first time in my life, I realize how much it pleases me to see that being away motivates my urge to discover. I think to myself how glad I am that I came here, before I even get on the plane. For each passing second, I know I’m glad to be there; and I know I’ll be back. 18


Jimbaran’da başladı Bali rüyası. Biraz farklı bir seyahat bekliyordu beni, adına “balayı” dediklerinden. Sevdiğim adam yanımda, günlerini saydığımız bir tatil. Konsept balayı olunca, insan biraz bonkör oluyor. Ne derler; “her seyahatinizden daha farklı olsun”. Sırt çantalarını bavula koyduk bu sefer, kalplerimizin en çok olmak istediği yerlerde olacaktık. Bali’de bilmeniz gereken şeylerden ilki, Avrupa’da gezdiğiniz gibi burada bir adım dahi atamayacak oluşunuz. Eğer benim gibi haritasını eline alıp kendi başına gezmeye bayılanlardansanız; bu, başta biraz hayal kırıklığı yaratan bir durum. Yapabileceğiniz iki şey var; ilki çoğu insanın yaptığı gibi, size buraları anlatacak bir rehber ile anlaşmak. Diğeri de; kendine güvenenlerin ilk başvurduğu şey olan motor kiralamak. Motor kiralamak kolay; ancak adanın yolları dar ve yönlendirmesiz olduğundan herhangi bir şehirde gezmekten çok daha zor. Biz işi uzmanına bırakıp bir rehberle anlaşmayı tercih ettik. Gezeceğimiz yerlerin çoğu diğer gideceğimiz bölge olan Ubud’a daha yakın olduğu için, bize ilk olarak Jimbaran’ın keyfini çıkartmak düşüyordu. Jimbaran, Bali’nin sörf sahillerinden biri. Burası, Kuta ve Seminyak’a benziyor ve denizde yüzmenin pek mümkün olmadığı türden. Tabii, dalgaların kat kat aşan boyunda gelgite karşı gelmek isterseniz, burada ondan daha eğlencelisi eminim yoktur. Deniz severler için önerim Nusa Dua sahili. Jimbaran’da olmanın güzel yanı ise; Bali’de yapılacaklar listesinin bir kısmını burada tamamlayabilmeniz. Örneğin; havanın normale göre daha serin olduğu günlerde (-ki bu biraz zor rastlanan bir durum), sahile gidip güneşi kıpkırmızı renkler içinde batırabilirsiniz. Zaten rengi nasıl olursa olsun Bali’de günbatımı, adada insanların en güzel fotoğrafı çekebilmek için birbiriyle yarıştığı dakikalar demek. Jimbaran’da günbatımı saatini yakalamanız gereken iki yer var. Biri, deniz mahsulü sevenlerin midesini bayram ettiren sahil restoranları. Adanın lokal tatlarının bizim Türkiye’de alıştıklarımızdan biraz farklı olduğunu baştan kabul ederseniz, ıstakozdan, kalamara deniz kenarında iyi bir ziyafet sizi bekliyor demektir. Diğer seçenek ise, gün batımını bizim yaptığımız gibi yüzerken ya da ünlü Rock Bar’da dalgaları izlerken karşılamak. Ayana’nın sahilindeki kocaman kayaya oturan Rock Bar, Bali’de mutlaka gidilmesi gereken yerler arasında. Jimbaran’daki üç günümüz sona erdiğinde, burayı geride bırakacağımız için biraz üzgün; ancak bundan sonraki Bali sabahlarında otelimiz The Royal Pita Maha’nın da içinde olduğu Ubud Ormanı’na karşı uyanıp, yeni yerler keşfedeceğimiz için heyecanlıydık. Rehberimiz Pande ile yaptığımız planla, sabahın erken bir saatinde yola çıktık. Jimbaran’dan Ubud’a doğru yol alırken, yolumuzun geçtiği tapınaklarda birer dilek molası vermek 19 Keşif | Explore

iyi bir fikir olacaktı. Sonuçta, Tanrılar Adası (Islands of Gods) Bali’deydik. Bali’de olmak; adanın yerlisi ve dinlerine çok bağlı olan Hinduların ritüellerini de paylaşmak demekti. İlk durağımız Uluwatu Tapınağı oldu. Bali dilinde uç demekmiş ‘ulu’; ‘watu’ ise kaya. Hint Okyanusu’nun hemen yanı başında, 70 metre uzunluğunda bir kayanın ucundaki Pura Luhur Uluwatu; adanın en önemli 6 tapınağından biri. Tapınağın ev sahibi ise maymunlar. Yürürken gözlükleri elinize alın, ya da çantanıza koyun; çünkü maymunların en sevdiği şeylerin başında gözlükler ve eldeki paket yiyecekler geliyormuş.

yormuş. Sabah Civet kedilerinin bıraktığı çekirdekleri geri toplayan çiftçiler, toplananları steril ortamda ayıklayıp temizledikten sonra, çekirdekler dövülerek toz hale getiriliyormuş. El yapımı ilerleyen bu süreçte hiç makine kullanılmamış oluşu, adada yer alan her şey gibi Luwak kahvesini de çok özel bir yere taşıyor. Kahvemi elime aldığımda, taburemin dönük olduğu ormana bakıyorum, yine biraz düşünme vaktim gelmiş. Sanırım hayatımda ilk kez bu kadar uzakta olmak, keşif duygularımı motive etmekten çok, huzur veriyor bana. “İyi ki geldim” diyorum her bir saniyesi için ve biliyorum; yine geleceğim. ■

Kutsal Maymun Ormanı // Holy Monkey Forest

Hayranlıkla gezdiğimiz tapınaklardan diğeri; Pura Tanah Lot. Burası birkaç tapınağın bir araya toplandığı bir yer. En büyüğü kıyıya yakın bir kayanın üzerinde yer alan Tanah Lot; Bali dilinde “denizdeki kara” anlamına geliyor. Bu büyük karanın deniz tarafından şekillendiğine inanılıyor, bölgede bulunan çok sayıdaki zehirli deniz yılanı ise tapınağı kötü ruhlardan uzak tutuyormuş. Bu efsaneler hafızamızda yerini aldı tabii ki, ama bizi esas mutlu eden daha önce hiç görmediğimiz mimarilerle o gün, orada tanışmış olmaktı. Gitmeniz gereken tapınaklardan biri de Tirta Empul. “Kutsal su tapınağı” anlamına gelen Tirta Empul’un en önemli özelliği, şifa getirdiğine inanılan kaynak suyunun aktığı 12 çeşmesi. Ritüele gelen Hindular bu çeşmelerde yıkanıp, dualarını ediyor. İşte, ilk kez tanıştığımız bir şey daha. Sonrasında Ubud’daki Kutsal Maymun Ormanı da günümüze renk katan bir diğer gezi oldu. İlk başta korktuğumu itiraf etmeliyim; belki de şehir hayatının yansıması bu. Şehirde yaşam, insanı esas geldiği yere nasıl da uzaklaştırıyor değil mi? Ve tabii ki Bali’ye gelme nedenim olan pirinç terasları… Adada yol kenarlarında bile görebileceğiniz terasların en güzellerinden biri Tegalalang’da olanı. Rehberimiz Pande’den öğrendiğim kadarıyla, o gün gördüklerimizin geçmişi 4 hafta ve toplanmak için 3 ay daha burada kalacaklar. Teraslar devlete bağlı ve tüm pirinç fidelerini de çiftçiler tek tek elleriyle dikiyor. Artık, tabakta türlü sebeplerle bırakmaktan kaçındığımız her bir tane daha da önemli bizim için. Tegalalang terasları vadi boyunca kıvrıla kıvrıla aşağı doğru iniyor. Dünyada tanışabileceğiniz tartışmasız en güzel manzaralardan biri bu. Yemyeşil, fırçayla çizilmiş gibi. Son olarak; adaya özel Luwak kahvesinden de tatmanız şart. Adada yaşayan Civet kedileri (Bali dilinde Kopi Luwak) sayesinde içtiğimiz bu kahvenin hikayesi biraz ilginç. Kahve çekirdeklerinin yetiştiği Ubud yakınlarındaki büyük ormanda yaşayan kediler, gece olduğunda bu minik kahve çekirdeklerinin en güzellerini seçerek önce bir güzel midesine indiriyor, sonra sindirip doğaya geri bırakı-

Ubud

Luwak Kahvesi // Luwak Coffee Tegalalang

Pura Tirta Empul

20


De Kroon Cafe Bar // Antwerp Köşedeki Bardan Çıkan Hikayeler Corner Bar Stories

Yazı ve Fotoğraf // Article & Photography Bekir Başar Özer Uzaklara seyahat edince aklınız da sizden uzaklaşır. Günlük rutinden çıkan algınız açılır, etrafa saçılan güzellikleri fark etmeye başlar. İşte tam da böyle bir anda, Belçika’nın Antwerp (ülkedekiler genelde Antwerpen demektedir) şehrinden başkente dönmeden 3 saat önce bir köşeye konumlanmış bir kafe-bar dikkatimi çeker. İki sokağın birleşiminde bir yerdir. Tam köşede yer alan kısmı boş, ahşap masası davetkardır. Belçika’da yapılacak en iyi şeylerden biri olan yerel bir bira siparişi verip mekanı izlemeye dalıyorum. Dışarıda bir bank ve üç masası var. Farklı dekoratif objeler, dışarıya açılan geniş bir penceresi, içeride sahibinin sevdiği ünlü müzisyenlerin resimleri ve fonda çalan 80’ler.... Bu seferki seyahatin B harfli not defterini çıkarıp not almaya başlıyorum.

i Summary: As shops and cafe’s multiply, people are driven to seek innovative ideas in order to stand out. Those who want to be noticed as unique have been turning to “people” as a main type of resource. Over time, people have become rich with variety and began to transform. When you enter a place, the way time will be spent within those quarters depends on the individual. Satisfaction varies from customer service, to the pleasure these products give a person, to the stories that make someone smile; there’s alot of factors involved. The first time you are exposed to the things you love most in life, a sensational feeling takes over. It’s in a moment like this that I begin to ramble off in thought with a beer in hand at a corner bar in Antwerp, awaiting my departure. It feels like there’s something here, but what is it? I continue to sit. What I didn’t know was that I was about to embark on my most memorable hours in Antwerp. De Kroon Cafe-Bar sits in one of the side streets; a staple to the neighborhood with an atmosphere that shakes you out of your routine. This place has a touch of Holland, Brazil, Mexico, and Belgium. After you sit for a while, you begin to see how it all comes together. First, I met Stephan and then the place started growing on me. Then Stan came. Actually they were the ones that introduced us to Nick. He’s the one that’s full of stories. Eventually Nick came over to our table. And that’s when the story of this cafe begins…

De Kroon Cafe-Bar, öğleden sonra dörtte açılıp kapanış saatini müşterilerinin belirlediği bir mekan. Turistik bölgeden uzakta olduğundan daha çok şehrin yerlileri uğruyor. Burada en çok sessizliği ve gün batımını izlemeyi seviyorlar. Çünkü bu kafe-barın tam önüne düşen bir gün batımı var. 10 çeşit birasından 3’ü fıçıdan, kalanı şişeyle servis ediliyor. Belçika standartlarına göre az olduğunu söyleyince bize servis yapan Stephan, çeşitleri artıracaklarını ama şimdilik sadece bardakları olan biraları tercih ettiklerini söylüyor. Küçük bir mekanlarının olduğunu ve çok fazla bira getiremeyeceğini anlatıyor. Çünkü şişeden içilmesini pek istemiyorlar, “bira içmek zevktir” diye de ekliyor. Gün batımında bir yudum daha içip,

21 Mekan | Place

kalemi tekrar elime alıyorum. “Burası ne zaman açıldı Stephan?” deyince üç senedir kapılarının açık olduğunu öğreniyoruz. Çok eski bir altyapısının olduğunu, ilk halinde tuvaletinin bile çalışmadığını anlatıyor. O sırada diğer çalışan Stan de geliyor ve eski görünümü korumak istediklerini anlatmaya devam ediyor. Gün batımının aydınlattığı biradan bir yudum daha alıyorum. Not alıp yazan olunca mı, yoksa dinleyen olunca mı anlatan çok olur o anda pek bilemiyorum. Bu sefer de mekanın sahibi gelip masamıza oturuyor. Buradan bir hikaye çıkacağı belli; çünkü karşımda yılların çizgilerini taşıyan biri var. Gözlerinde ışığı, ağzında lafı bol biri. İsmi Nick.

Hikaye genişliyor. Çaprazdaki Meksika-Brezilya restoranı Tropicos’un da onun olduğunu söyleyerek başlıyor anlatmaya. Yıllar önce bir çizgi romanda Brezilya ve kültürü ilgisini çeker, aklının bir tarafına kazınır. Büyüyünce Brezilya’ya tatile gidip hayalinden daha da güzel bir yer olduğunu keşfeder ve doğup büyüdüğü Hollanda’ya döndükten sonra arabasını, diğer eşyalarını satıp oraya yerleşir. Rio’da bir Meksika restoranı açar. “Brezilya’da Meksika restoranı mı?” diye şaşırıp sormama gülümsüyor ve “evet herkes aynı şeyi söylüyordu” diyor. İlk zamanlarının zorluğuna gidiyor aklı ama başardığını gururlanarak, gözleri dolarak kelimelere döküyor.

O kültürden birine kıymet verip kendine hayat arkadaşı olarak seçiyor ve Brezilya hep hayatında kalıyor. Daha sonra Antwerp’e dönüp Tropicos’u açıyor. Tam 28 sene önce. Bir süre sonra 24 senedir yanında çalışan Ahmet’ten bahsediyor. Bu sefer de sahneye karşı restorandan yavaş adımlarla Ahmet geliyor. Çeşme doğumlu Ahmet bu restoranda çalışırken aynı yerde çalışan garsona aşık oluyor ve evleniyorlar. İki tane de çocukları oluyor. Diğer çalışanlar gibi o da burada çalışmaktan çok mutlu gözüküyor. Çünkü burada geniş bir aile havası ve samimi ortam var. Nick tekrar sözü alıyor. Bu yaz De Kroon’un çok daha güzel olacağından bahsediyor. Masa sayılarını 10’a çıkaracaklarını, Brezilya’dan gelen antika dekoratif

eşyaları anlatmaya koyuluyor. O esnada restorandan ikram olarak masaya sıcak sıcak “bolinhos de bacalhau” geliyor, keyifleniyoruz. Bu yaz ayrıca şemsiyeler de geliyor diye anlatırken sokaktan bisikletiyle geçen mahalleli Nick’le selamlaşıyor. Konuşma sık sık mahallelilerin atışmalarıyla kesiliyor. Nick, Hollanda’dan 1971’de küçük bir arabayla İstanbul’a kadar seyahat ettiğini de anlatıyor. “Çok güzel bir şehir, o zaman çok etkilenmiştim, şimdi daha da güzeldir, değil mi?” diyor. Meraklı gözlerle sorunca şimdiki hali gözümün önüme geliyor, susup önüme bakıyorum. Sonra birden annemin anlattığı 1976 yılı İstanbul anıları geliyor aklıma, anlatıyorum suskun olmayayım diye.

“Bir de bir Türk şarkıcı var. Hollanda’da ben onunla tanıştım” diyor. “Sesi çok güzel bir kadın, benim yaşlarımda” diye ekliyor. “Selda Bağcan mı?” diyorum “evet” diyor. “1970’lerin İstanbul’u gibi çok etkileyici bir kadındı” diyor, gururlanıp gülümsüyorum. Yolunuz bir gün, olur da Antwerp’e düşerse Hopland 67’deki bu mekana bir uğrayın. Gün batımında biranızı yudumlarken Nick ile tanışın, Belçika’yı daha çok gezme hayallerini sorun, Stephan ve Stan ile sohbetin tadını çıkarın. Benden de selam edin... ■

22


Balloon Architecture

“Aslında el izlerinin olduğu bu balon, manevi bir zarf niteliğinde. İnsanlardan izler, hikayeler taşıyor.”

Bir Balonun Yolculuğu The Journey of a Balloon

Gaspard ile 2010’da, Roma’da başka bir “proje” peşindeyken tanışmıştık. Kendisi Belçikalı, mesleğine tutkuyla bağlı bir mimar olduğu için, sıcak bir öğleden sonra birçok insan Via del Corso’da mağazalara bakarken, biz o sıcakta Farnese meydanında yerlere oturmuş bir şekilde karşımızdaki saray hakkında konuşuyor, Gaspard’ın çizimlerine bakıyorduk. O an, Gaspard’ı biraz kıskandım. Sürekli bir şeyler üreten, gördüğü her binayı, parkı, meydanı detaylarıyla algılayan biriyle uzun zamandır tanışmamıştım. Aradan birkaç sene sonra Gaspard İstanbul’a geldi. İlk gelişinde saatlerce sokaklarda dolaştık, İstanbul’a dair olan her şeyi, ya da en azından az zamanda olabildiğince çok şeyi ona gösterebilmeye çalıştık. İstanbul’un Orta Doğu, Doğu ve Avrupa’ya bakan tüm yüzlerini beraber

Yazı // Article Deniz Yılmaz Akman Fotoğraf // Photography Gaspard Van Parys

keşfettik. Bu şehri çok sevmiş olacak ki, bir sene sonra yeniden geleceğini, hatta bu sefer bu şehri geçiş noktası olarak da kullanacağını söyledi. Tam bir sene sonra, 2015 kışında o uzun yolculuğunun ortasında yine İstanbul’a gelmişti. Üstelik bu defa yanında bir sürü pelür kağıdı ve kafasında bir sürü düşünceyle... Önce karşımıza oturup tüm detaylarıyla hayalindeki projesinden bahsetti, çıkış noktasını anlattı. Gezeceği yerlerin haritasını koydu önümüze, sonra ellerimizi koyup çizmemiz için bir kalem, bir de pelür kağıdı getirdi. O an farkında olmadan, Gaspard’ın projesinin bir parçası olmuştuk. Gaspard’ın bu projesinin amacı ülkesinden ayrılıp, Hindistan’a varana kadar trenle seyahat edeceği süreçte tanıştığı tüm insanları, hikayeleri, “anları” bir şekilde kaydetmek ve somut bir şekilde

saklamaya çalışmaktı. Kimi bunun için günlük tutmayı yeterli bulurken, o biraz daha zorlu bir yol seçmişti. Bunu yaparken de hem mimariyi ve geometriyi, hem de koleksiyon bilincini kullanmak istiyordu. Tüm bu seyahat sürecinde tanıştığı insanların el izlerini aldığı pelür kağıtları birleştirerek, son durak olan Auroville’de gök yüzüne salacaktı. Biz de tüm bu sürece, blogu vasıtasıyla tanıklık edecektik. Olmazsa olmaz iki kuralı vardı: Seyahati sonunda Hindistan’daki mimari bir ofiste yeni işine başlayacak ve tüm bu yolculuğu yalnızca trenle gerçekleştirecekti. Kendi yaşadığı şehir olan Brüksel’den başlayarak, Fransa, İsviçre, İtalya, Avusturya, Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Bulgaristan, Türkiye, İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman’ı ziyaret edecek ve son olarak Hindistan’a varacaktı.

Bir balonun peşi sıra gidilen kilometrelerce yol. Yeni şehirler, yeni yüzler... Ardı ardına gelen tren yolculukları ve bu yolculuklarda karşılaşılan her insanın Gaspard’ın projesine bıraktığı izler. Gaspard’ın Belçika’dan ayrılıp, Hindistan’a varana kadar trenle seyahat ettiği süreçte tanıştığı tüm insanları, hikayeleri, “anları” somut bir şekilde saklamak isteğiyle yola çıktığı “balon mimarisi” projesinin arkasında yatan bir sürü düşünce var. Projenin çıkış noktasında da, ilham aldığı Hindistan’ın ütopik şehri Auroville yer alıyor. Gaspard, aylarca süren hazırlıklardan sonra tamamladığı balonunu bu şehirde havalandırabilmek için 4 ayrı gün harcıyor. İlk üçünde başarısız olsa da, sonuncusunda balon nihayet havalanıyor. Etraftaki insanların da yardımıyla gökyüzü ile buluşan bu balonun ardında yatan hikaye için yazının devamına buyrun.

i Summary: Gaspard and I met in 2010. He’s a passionate architect originally from Belgium. It’s been a long time since I’ve met someone who’s always creating something and constantly judging the details of a building, a park, or a public space, while bringing this detail oriented perspective into their own life. Fast forward a few years and Gaspard arrived in Istanbul. Setting out on a journey in the winter of 2015, he made Istanbul one of his stopping points. This time, he was standing across from us equipped with tissue paper in hand and a bunch of ideas in mind. He shared the details of his project and the map of places he planned on targeting. Then he placed a pen in front of us along with some tissue paper. In that moment, we were unaware that we were already involved in his project. Starting from his own city of Brussels, he was to pass through France, Switzerland, Italy, Austria, Slovenia, Croatia, Serbia, Bulgaria, Turkey, Iran, United Arab Emirates, and Oman by train and then finally arrive in India. With a utopian architectural mindset, he was to reach Mirra Alfassa’s Auroville (1968) and release his balloon into the sky. Designed in an effort to preserve all of the inspiring experiences he would come across on this journey, he traced the hand of each person he met in order to build a balloon to release it in this utopic space in an attempt to bring people together in unity. Even though it didn’t rise on three tries, the fourth try was the one that made it take off into the sky with Gaspard’s memories, “experiences”, and thoughts. 23 Yaşam | Life

24


“Avrupa’da mantık her zaman önde gelir, bu da beni Doğu’ya gittiğimde şaşırtıyor.” Bu projesini tamamladığı yer; Gaspard’ın doğup, büyüdüğü Avrupa değil de, onu daima etkileyen Doğu kültürünün büyük bir parçası olan Hindistan olmuştu. Hindistan’ın “Auroville” bölgesini seçmişti. Neden burayı seçtiğini sorduğumda; “Matrimandir (metalik altın kürenin yer aldığı merkezi meydan) gibi bir merkeze sahip Auroville’in ütopik bir mimari algısıyla yaratılmış, sonradan inşa edilmiş bir “şehir” olması ve bana mimari açıdan ilham vermesi sebebiyle burayı seçtim” cevabı ile karşılaştım. Aynı Gaspard’ın projesindeki gibi, Mirra Alfassa (“anne” diye anılan guru ve yogi) tarafından 1968’de oluşturulan bu ütopik şehir de insanları bir araya getirmeyi amaçlıyordu. Kurulduğu günden beri “dengenin, barışın merkezinde olduğu, kadın ve erkeklerin eşit olarak var olmasını amaçlayan ütopik şehir”i simgeleyen Auroville, Hint filozo-

25 Yaşam | Life

fu Yogi Sri Aurobindo’dan esinlenerek yaratılmıştı. 20 farklı ülkeden, 66 kişinin ellerinden alınan pelür kalıplarla oluşturulmuş bu balon projesi de aslında Hindistan’ın günümüzdeki ütopyasını; bir nevi değişimini, umudunu, daha iyi bir dünya algısını simgeliyordu. Diğer yandan, matematiksel açıdan; 66 el kalıbını bir araya getirip sonrasında sıcak havayla gökyüzüne bırakma fikrinin zorlayıcı kısmı da Gaspard’ı tetikleyen bir diğer unsurdu. Geçici ve kırılgan olan pelür kağıtlarını kullanması, kendisini fiziksel açıdan zorlamanın (bu tip bir zorluk Gaspard’ı motive ediyordu) yanında, taşıma açısından da hafif bir materyal olduğu için seçilmişti. Bir araya getirilen 66 el kalıbı renkli bir balon oluşturacak ve ütopik kent Auroville’de sıcak havayla gökyüzüne salına-

caktı. Bu proje, Gaspard’ın yolculuğunu daha anlamlı, Auroville’in mimarisiyle özdeşleşen küresel balon ise yolculuk sırasında yaşadığı tüm anları ölümsüz kılacaktı. Öyle de oldu; seyahati süresince tanıştığı ve el izini aldığı kişiler, yani bizler için de tarihini önceden bilmediğimiz o gün Gaspard’ın e-maili geldiğinde; her şey daha da anlam kazandı. Balon uçuyor, “an”larımız bir bir gözümüzün önünden geçiyordu. Uzun soluklu bu projesine Gaspard “manevi olarak ne gibi anlamlar yüklüyor” diye sorduğumda, şöyle yanıtlıyor: “Aslında el izlerinin olduğu bu balon, manevi bir zarf niteliğinde. O insanlardan izler taşıyor, hikayeler taşıyor. Daha iyi bir gelecek amacıyla oluşturulan bu ütopik şehir; Auroville’de daha iyi bir gelecek için gökyüzüne salınıyor.

Teknik anlamda görülmeyen bir sürü zorluğu oldu ama dördüncü deneyişimde insanların da yardımıyla gökyüzüyle buluştu ve Belçika’dan Hindistan’a kadar geçen tüm bu süreci farklı bir boyuta taşıdı. Kişisel açıdan bu projenin; araştırma, deneme-yanılma, bilinmeyene doğru yol alma, meydan okuma, hayal kırıklığı ve son olarak birbirinden farklı enerjileri bir araya getirme gibi anlamları oldu benim için”. Brüksel’den Auroville’e uzanan bu yolculukta bir diğer anlam da “bütünlük”tü. Bir bütünü oluşturan her bir parçaya dokunan insanların oluşturduğu, projenin var olmasını sağladığı bir bütünlük. Günler, aylar süren bir yolculuğun parçalarını tamamlamak, el izlerini toplamak sandığımız kadar kolay da olmamıştı. Geometrik açıdan biraz revizyon gerekmiş, parçalara ek parçalar ilave edilmişti. Birkaç dene-

mede başarısız olduktan sonra, çevredeki insanların içten yardımlarıyla havalanabilmiş ve birkaç dakika havada kalmayı başarabilmişti. Gaspard’ın bu projesi bana uzaklara yol alırken, bedenin beraberinde zihinsel bir yolculuğun da var olduğu gerçeğini hatırlattı. Diğer yandan bilinci açabilecek bir güçte olduğunu gördüm. Gaspard’ın yaşadıkları da, bu balonun bilinçsel ve ruhsal bir yolculuğuydu aslında. Bilinç doğuyor, büyüyor ve sonra olgunlaşıyor, karşısına çıkan her sosyolojik detaya dikkat kabartıyordu. Hatta ortaya konan bu proje aracılığıyla daha fazla insana dokunuyor, daha fazla düşünceyle karşılaşıyordu. Bundan yola çıkarak, Gaspard’a “yolculuğu esnasında dikkatini çeken, Avrupa’ya kıyasla en büyük farklılık ne oldu?” diye sorduğumda: “İran’ın kendi

- balloonarchitecture.wordpress.com -

ülke sorunlarından çok dışarıdakilerle ilgilenmesi -çünkü bilgi almak güç ve yasaktı- ve Hindistan’da her şeyin sağ duyuyla, kalp sesiyle yapılması” diye cevap veriyor. “Yani Avrupa’da mantık her zaman önde gelir, bu da beni Doğu’ya gittiğimde şaşırtıyor” diye de ekliyor. O gün oraya dördüncü kez gelen insanların içine de doğmuş olacak ki, bu son denemede hiçbir aksilik olmadan balon havalandı ve uçtu. Belki de Gaspard da tanıştığı bu insanlar sayesinde artık kalp sesini dinlemeyi öğrendi. Biraz süzüldükten sonra yer yüzüne inişini gerçekleştiren, farklı milletlerden gelen insanların el izlerinin yer aldığı balon, ileride başka şehirlerde de uçurulmak üzere, özenle katlanılmış bir şekilde kutusunda bekliyor. Gaspard onu daima saklayacağını belirtiyor: “Belki diğer insanlara da yolculukları için ilham verir diye...” ■

26


Uzak (Sanılan) Hayaller Dreams (Seem) Far Away Yazı ve Fotoğraf // Article & Photography Deniz Yılmaz Akman

Summary: The comparison of people who work in an office versus “ free-lance” is the biggest dilemma of today. Each side may spend their life advocating the viewpoint that “grass is always greener on the other side”. On one side you have comfort, career, and a monthly paycheck; on the other you have freedom of work hours, being your own boss, and an admirable lifestyle… Okay, but if you are put face to face with an office life, can you consider those free-lance people happy? In terms of the struggles they may face in forming their own business, what is it like to go against the grind and create a brand from zero? The creator of “themagger.com”, Lisya Kalma Patır, realized early on that she didn’t want a corporate lifestyle and thus decided to create her own job. TheMagger is an Arts and Culture platform that allows people to sign up and share their reviews while viewing other writers to learn about new happenings. Lisya was interning somewhere when she asked “how can I build my own business” and the answer she received was (Capital + Knowledge + Network)xChance. Thus she began to draw her own path. In the past four years that she’s been building this online platform with new writers, she never lost faith in her brand and continued on forward despite any difficulties she may have faced. When I asked her about the feeling of creating her own company, she responded by referring to her dad’s quote of “do whatever you want, but do your own work” and said that this fuels her to continue on just as it had in the beginning.

i Bundan birkaç sene önce themagger.com sitesi ile hayatıma “magger” kavramı girmiş oldu. theMagger; yazmak ve paylaşmak isteyenlerin üye olup, düşüncelerini aktarabilecekleri ve diğer yazarlardan da bir sürü yeni şey öğrenecekleri kültür, sanat, mekan, sinema, müzik, seyahat, moda ve tasarıma dair bir platform. Bu platforma girmemle beraber ilham ve beslenmenin yanı sıra, çok güzel dostluklar kazandım. Bu oluşumun bir parçası olarak, “uzak hayaller” yazısını kurgularken aklıma gelen ilk isimlerden biri theMagger’ın bana kazandırdığı güzel insanlardan biri, aynı zamanda da bu platformun kurucusu olan Lisya idi. Bir öğleden sonra, çaylarımız ve etrafta koşturan köpeği; Kuki eşliğinde “ee anlat bakalım” dediğimde “theMagger”ın çıkış noktasından bu güne nasıl yollardan geçtiğini çok samimi bir şekilde anlatıyor Lisya. Laf lafı açtıkça, bambaşka konular da beraberinde geliyor. Hatta bazen sorduğum soruyu unutuyorum.

Ofis insanları ve “free-lancer”ların karşılaştırılması günümüzün en büyük ikilemlerinden biri haline gelmiş durumda. İki tarafta yer alanlar için de kendi tavukları ve komşularının kazları arasında bir yaşam geçiyor. Bir yanda konfor, kariyer, ay sonunda yatacak olan maaş; diğer tarafta ise serbest çalışma saatleri, kendi işinin patronu olmak, havalı bir hayat tarzı… Peki, ofis hayatına karşı koyup elini taşın altına sokan insanlar mutlu mu? Yaşadıkları zorluklara rağmen kendi işlerini kurmak, ezber bozmak ve bir markayı sıfırdan bir yere taşımak nasıl bir deneyim? Günün sonunda “iyi ki yaptım” diyebiliyorlar mı? Tüm bu sorulara kendi kendime cevaplar ararken, kendi işini kuran ve düzenli ofis hayatlarından itinayla kaçan insanların bu konuda ne düşündüklerini öğrenmek istedim. Bu düşünce zincirine de “themagger.com”u kuran Lisya Kalma Patır ile başlıyoruz. “Uzak gözüken” hayallere daha yakından bakıp, ilham almak dileğiyle…

27 Yaşam | Life

O da birçoğumuz gibi aslında “kurumsal bir iş hayatıyla” başlıyor her şeye. Üniversitede okurken; “kurumsal bir şirkete girip, iyi bir konumda çalışırım herhalde” diye geçiriyor içinden. Sonrasında da kafasındaki birtakım düşünceler aklını çelmeye yetiyor. Böyle bir hayatı sürekli istemediğine karar veriyor. Elini taşın altına koyup, ‘kurumsal’ı bırakarak, kendi markasını yaratmayı arzuluyor. “Hayattaki en büyük ilham kaynağım babam hep şunu der: “Simit sat ama yeter ki kendi işini yap”. Bu bende o kadar yer etmiş ki, üniversite yıllarımda ne yapabilirim, kendi işimi nasıl kurabilirim diye düşündüm. Bir sürü insanla tanıştım, seminerlere katıldım, herkesin deneyimlerinden yararlanmaya çalıştım. Sonra bir arkadaşımdan İspanya’da kurulmuş onli-

ne dergi ‘Le Cool’u duydum. Fikri çok sıcak geldi. O dönem basılı ve online dergilere ilgim daha da arttı. O sıralarda staj yaptığım yerde Uğur Bey vardı. Bir gün, kafanıza takılanları sorun dediğinde genelde insanlar “iş ve aile ilişkimi nasıl dengelerim?” “işte zamanı nasıl yönetirim?” gibi sorular sorarken birden içimden “kendi işimizi nasıl kurarız?” diye bir soru sormak geldi. Cevabı da hayatımda hiç unutmadığım şu denklemdi: (Kapital + Bilgi + Çevre) üssü Şans!” İlk zamanlarda biraz daha farklı bir konseptte, aylık çıkan online dergi, sonrasında şimdiki halini alıyor. İçinde yazarların kendi profilini oluşturup, diledikleri konu başlığında yazı yazacakları bir platform haline geliyor. Web sitesinin ilk halinden, şu anki haline gelene kadarki geçen bu sürede ailesi ve arkadaşları dışında, Lisya’nın bu projesi üzerinde yadsınamayacak emekleri olan Emre Eminoğlu da var tabii. Ne kadar tek başına yola çıkılsa da, muhakkak bir ekip arkadaşı gerektiğinden bahsedip, sohbetimizin ortasında Emre’nin de kulaklarını çınlatıyoruz. “Peki böyle bir işe kalkışmanın ne gibi zorlukları oldu?” dediğimde; “Başlarda, arada motivasyonum düşüyordu; biri bir keresinde “hayatta tutmaz” dedi. Saatlerce ağladım. Ama ne olursa olsun çevremdekilerin desteği ve tabii başta ailemin desteği vardı. Hikayemi anlatmak, tanıdığım herkesten çekinmeden işle alakalı yardım istemek ve aksiyona geçmek beni bir adım öteye taşıdı.” diye cevap veriyor Lisya. Bir iş kurmak için aklında bir fikrin ve elinde de kapitalin olması gerektiğini konuşuyoruz sonra. Ne şekilde bir iş olursa olsun kesinlikle gözden çıkarılması gereken bir kapital var. Ama daha da önemlisi yarattığın markanın devamlılığı için insanlarla olabildiğince iletişim içinde olmak gerekiyor. “O günlerde tanıdığım,

tanımadığım herkese theMagger’ı anlatıyordum. Fikirlerini alıyordum. Sanırım bu çok önemli. Bu dört seneye baktığımda küçük küçük adımlarla, organik bir şekilde büyüdüğünü görüyorum theMagger’ın.” Tam Lisya’nın bu sözleri esnasında aklıma şu soru geliyor; birçok insanın paralar döküp reklamlar vererek, nice pr şirketleriyle çalışarak bile elde edemediği sadık kitleyi bir marka nasıl elde ediyor? Sanırım bir şeylerin kendiliğinden, yapaylaşmadan ve içten kalarak devam etmesi en önemli nokta. Zaten “kandırılmadığımızı” hissettiğimiz markalarla da bu yüzden iletişimimiz daima kuvvetli. “Günün sonunda mutlu musun ve iyi ki yaptım diyebiliyor musun?” dediğimde; Lisya bir iş kurmanın zorluklarının olabileceğini, çok yorup (hele ki çoğu şeye kendin koşuyorsan) yıpratabileceğini ama ne olursa olsun tatmin ettiğini söylüyor. Sonuçta özgürsün ve sadece kendine hesap vermek zorundasın. Bence kendi işini yapmanın verdiği en iyi his bu. theMagger bu geçen sürede başarısını ispatlıyor ve 2013 yılında Altın Örümcek “En iyi Blog” ve “Halkın Favorisi” ödüllerini kazanıyor. Şimdilerde Lisya, Emre ile birlikte theMagger’a kerdeş site olarak kullanıcıların kendi listelerini düzenlediği ve keyifli içerikler oluşturabildiği www.belister.com’u hayata geçiriyor. Lisya ile sohbetimiz süresince de anlıyorum ki; bir markanın oluşma sürecinde sabır, zaman ve emek var. Bazen çıkışlar, bazen düşüşler var. Yolun çok başında ve ortasında öğreneceğin yeni şeyler var. Geriye bu öğrendiklerinle yola devam etmek ve vazgeçmeden, inandığın o işin devamlılığını sağlamak kalıyor. Sohbetimiz esnasında kafama kazınan cümlelerden sonra içimde büyük bir enerji ve ilhamla Lisya ve köpeği Kuki’yle vedalaşıyorum. ■

28


Gidenlerin Ardından: Kutsal Yemekler Following Those Passing Away: Holy Meals Yazı // Article Alper Mitrani Fotoğraf // Photography Alberto Poloianez

Los Angeles Uluslararası Havalimanı’na ilk ayak bastığım anı daha dün gibi hatırlıyorum. Sıra sıra dizilmiş kalabalığın arasında bir yerlerde ben de pasaport kontrol noktasından geçip, valizimi aldıktan sonra iki ucu koskoca bir kıtayı oluşturan ülkeye hayallerle giriş yapmıştım. Doğduğum evde kırmızı güneş denizin arkasından batarken, bulunduğum yerde binaların arasından doğmasıyla güne daha yeni başlıyorduk, yani 1 gün geriden geliyordum. Orada insanlar kalkıp işe gidiyor, saat 9 gibi Taksim Meydanı koşar adım yürüyenler ile hareketleniyor, ilerleyen saatlerde Galata Kulesi’ne doğru yönelen turistlerle ara sokaklar kalabalıklaşıyor ve İstanbul Boğazı’nda dur durak bilmeden vapur seferleri yapılıyordu. Ben ise tüm bu olup bitenden bihaber yatağımda mışıl mışıl uyuyordum. Uzakta bir gün akıp geçerken, ben bunun hiç mi hiç farkında olmuyordum. Zaman şimdiki gibi hızlı akıyordu. Günler durduramadan geçiyor, haftalar bir bir yitip gidiyordu. Ben uyurken İstanbul yaşıyordu, ben yaşarken İstanbul uyuyordu. Böyle garip bir hal içinde günler birbirini kovalarken, güvercin misali ara ara oralarda neler olup bittiğinden haberdar olurdum ve bir müddet sonra tekrar rutin Amerika hayatıma uzaklardan el sallamaya devam ederdim. İnsan aslında her şeyi özlüyor ama benim gibi boğazına düşkün olan biri önce ev yapımı zeytinyağlıların hayalini kuruyor, daha sonra lahmacun, kebap, döner ile devam edip börek, mantı ve baklavayla doruk noktaya ulaşıyor. Uzakta oldun mu kültürünle birlikte damak tadın da değişiyor. Dışarıdaki restoranlarda, marketlerde yediklerine alışıyor, kendi kültürünmüş gibi benimsiyorsun. Evde yaptığın yemek bile oranın kültürü kokuyor. Bu kadar benimsemenin ardından, zamanı gelip de hayalini kurduğun incecik sarılmış zeytinyağlı dolmayı ağzına atınca bir başka mutlu oluyor, özlediğin kıymetin değerini daha iyi anlıyorsun. Uzak kaldıkça her şeyi daha çok özlüyorsun... yoksa tam tersi mi? Uzak kaldıkça alışıyor musun? İnsan her şeye zamanla alışıyor nasılsa, değil mi? Gidilemeyen, ulaşılamayan yer mi uzak? Özlediğin yemekler, insanlar mı? Teknoloji ve internet dünyayı ele geçirmişken küreselleşme her şeyi yakın, her şeyi ulaşılabilir kıldığı halde halen nasıl “uzak” kavramı var? Einstein’ın izafiyet teorisinde söyle29 Yaşam | Life

diği gibi kimine göre uzak olan bir diğerine yakın olabilir, fakat herkese uzak olan bir kavram varsa o da sanırım “ölüm”dür. Öteki dünya dedikleri mekana vardığında her taraf bembeyaz bulutlar ile kaplanmış ve sana doğru gelen huriler görüyorsan şanslısın! Eğer etrafta Hollywood filmlerinden fırlamış boynuzlu kırmızı adam, eline orağı geçirmiş sana doğru gelirken bir de kıs kıs gülüyorsa, pek de şanslı sayılmazsın. Tabii bunların hepsi birer inanıştan ibarettir, bilinen tek bir şey vardır ki; ölen kişi artık mesafeler ile anlatılamayacak bir uzağa gitmiştir. Matemin, özlemin ve bilinmezliğin olduğu zaman ve mekandan bağımsız bir uzak kavramında, insanoğlunun algısından daha öteye geçmiştir. Burada kalan yakınları onun anısına düzenleyeceği ritüeller ile ancak onu hala hayatlarında tutabilirler ve bu ritüellerin birçoğunda da yemek ve ziyafet olmazsa olmazlardan biridir. Çünkü yemek yemek bir insanın yaşadığının yegane kanıtıdır. Dünyanın dört bir yanında çeşitli ülkelerde farklı ırk veya dinlerden insanların ölen yakınlarının ardından düzenledikleri ritüeller oldukça farklılık gösterebilir. Örneğin; Endonezya’nın Tana Toraja yöresinde düzenlenen cenaze törenleri sanki düğün kutlaması gibi davetli listelerinin düzenlendiği, içkinin müziğin eksik olmadığı ve hatta şahane bir ziyafet sofrasının kurulduğu büyük bir organizasyonla yapılırmış. Kayıpların arkasından dans eden insanlar dünyada pek görülmese de Endonezya’daki bu değişik gelenek, ölümün de hayatın bir parçası olduğunu hatırlatan en iyi örneklerden biri sanırım. Koliva adında bir tatlı ile ölülerini uğurlayan Yunanlar ise bu geleneğin yüzyıllar öncesine dayandığını söylüyor. Haşlanmış buğdayı şeker veya bal ile tatlandırıp içine susam, badem, ceviz, tarçın, nar taneleri ve kuru üzüm atıyorlar. Nitekim bu dönemdeki rejim kahvaltılarından pek bir farkı yok gibi fakat Yunan mitolojisine göre atılan her bir malzemenin önemi var. Örneğin; buğday toprak tanrısı Demeter’i ve nar taneleri de onun kızı olan Persephone’yi yani yeraltı kraliçesini temsil ediyor. Eski Türkler ölülerine aş vermeyi en önemli görev sayarlarmış ve aşı mezarlarına koyar veya dökerlermiş. Bu gelenek gün geçtikçe biraz değişmiş ve artık mezarlara koymak yerine fakirlere yemek ve helva dağıtılır hale gelmiş. Hatta Van ve yöresinde yürütülmüş olan arkeolojik çalışmalarda üç bin sene evvel dahi cenaze törenleri ar-

dından helva dağıtıldığı gözlemlenmiş. Dünyada sayılamayacak kadar ritüel ve inanış olduğu bir kesindir fakat bence bir inanış var ki yemeğin önemini açıkça ortaya seriyor. Hinduizm’e göre yemek şüphesiz Brahman’ın (bir Hint tanrısıdır; “mutlak” anlamına gelen Brahman, Hinduizm ile insanlaştırılmıştır) bir yönü ve Tanrı’nın bir armağanıdır. Yemeğe büyük bir saygıyla yaklaşılması gerektiğine de inanan Hindular yemeği toprağın elementi ile bağdaştırırlar. Tüm oluşumun topraktan geldiğine yani yemekten geldiğine inanırlar çünkü yemeği yapmalarını sağlayan malzemeler zaten topraktan gelir. Hindular da yemeğe verdikleri bu önemi ölülerinin ardından kurdukları vejeteryan sofralarla gösterirler. Yapılan yemekler ve verilen hediyelerin kutsallığının ölen kişiye geçtiğine inanırlar. Tüm bu farklı inanışların yanı sıra herkesin ortak yaşadığı bir olgu varsa o da matemdir. Judith Butler, “Kırılgan Hayat (Precarious Life)” isimli kitabında ABD’ye yapılan 11 Eylül saldırısının ardından gelen yas ve şiddetin kamusal alandaki kısıtlayıcı etkilerini değerlendiriyor ve bir yerde yası tanımlarken şu sözleri kullanıyor: “Sensiz artık “ben” kimdir ki. Bizi oluşturan, inşa eden biz yapan bu bağları yitirdiğimizde, kim olduğumuzu ya da ne yapacağımızı bilemeyiz. Bir yanda “sen”i kaybetmenin, sadece “ben”im eksik kalacağım keşfini getirdiğini düşünürüm. Öte yandansa, belki de “sen”de kaybettiğim şey, kelime dağarcığımda halihazırda bir kelimeye denk gelmeyen o kayıp, sadece sana veya sadece bana karşılık gelmeyen bir ilişkiselliktir ve hatta belki de bu “şey” tüm bu terimlerin birbiriyle farklılaştırdıkları ve ilişkilendirdikleri bağın ta kendisidir.” İnsanoğlunun bir anda çaresiz kalabileceğinin en güzel örneklerinden biridir aslında yapılan tüm bu ritüeller ve hissedilen bu üzgün matem duyguları. Yakınımızda olan sevdiğimiz birinin bilinmez olan uzağa gitmesi ile ne yapacağımızı kestiremez hale geliriz ve aslında onun bu kadar uzak olduğu fikrinden kurtulabilmek için çeşitli ritüeller ile ona yaklaşmaya çalışırız. Kurulan sofralar ve yenen yemek de bence insanı bir an bile olsa mutlu ve huzurlu etmeye yöneliktir. Zaten dünya alemine geliş amacımız da bu değil midir? Tüm bu keşmekeşin içinde aslında herkesin aradığı şey “mutluluk” değil midir?

i Summary: I remember the day that I first step foot in the Los Angeles International airport. Squeezing past crowds of people, I passed through passport control and entered this massive country with hopes and dreams. Time was speeding by as it continues to do so today; days and weeks were ending one by one. Istanbul was alive while I was asleep, and I was living as Istanbul slept.

We see from all corners of the world that there are various rituals that are organized by people from different races and religions in times of mourning. For example, funeral ceremonies in the region of Tana Toraja in Indonesia are almost similar to weddings; a big, organized event complete with guest lists, music and drinks in bountiful, and not to mention a magnificent feast.

Of course people have a tendency to miss things but this was an understatement for a man like me; a foodie who’s dependent on his native food. Once you’re far away, your palate, in addition to your culture, changes and after a while you’ll notice that the aromas coming out of your kitchen begin to take on a local smell as well. Distance makes the heart grow fonder. The longer you stay away, you might grow used to it! Everyone adapts to change after some time, right?

Koliva, a dessert that bids farewell to the dead, has been a part of Greek tradition for many generations. Boiled wheat sweetened with sugar or honey, then mixed with sesame, almonds, walnuts, cinnamon, pomegranate seeds, and raisins. According to Greek mythology, each of these ingredients hold a special meaning. For example, the wheat represents the Goddess of Harvest while the pomegranate seeds symbolize his daughter Persephone, Queen of the Underground.

There’s one thing that can be difficult to get used to on this planet; it’s an abstract concept that is filled with longing and undefined time: “death”. No matter how far they are from us now, we still exercise various rituals as an attempt to reach these people that we miss. These rituals include meals and feasts as a must. This is because eating is the only proof that a person is alive and living.

According to the Old Turks, cooking as a way to honor the dead was considered as one of the most important responsibilities. They would even go as far as placing or pouring the food by their grave. As time goes on, this tradition has altered a little. Instead of placing food by their grave, the food is given to the needy and halvah is handed to everyone as a symbolic treat.

- www.kingmisu.com -

There are numerous rituals around the world and it’s certain that strong belief systems are at the root of this, however there always seems to be one common factor and that is clearly the importance of food. According to Hinduism, food is unquestionably a direction and gift from Brahman (A humanized concept of the Hindu God, meaning “absolute”). Along with the attitude that the approach to food should be filled with great respect, Hindu people have the belief that life, like food, originates from the soil. The importance that Hindus give to food while respecting the dead is shown through their vegetarian feasts. The chance that mankind may one day be left helpless stands as one of the best examples for the reasons behind these rituals. As the people we love leave us for an undefined distance, we are left wondering what to do with ourselves. Thus, we create these rituals in order to relieve ourselves from the anxiety of this separation and bring us closer to them. And these meals devoured from these feasts put a person at peace with happiness, even if just for a moment. Isn’t this our goal on earth anyway? Among all of the confusion in the world, isn’t everyone just seeking happiness? ■

30


Yirmi Yıl Uzaktaki Kurtuluş Rüyası A Kurtuluş Dream, 20 Years Back Yazı // Article Deniz Özdağ Fotoğraf // Photography Türker Akman

Derler ki; eğer rüyalarınızda sık sık aynı yeri ziyaret ediyorsanız orası muhtemelen çocukluğunuzda en mutlu olduğunuz yerdir. Bir evi, sokağı veya mahalleyi özlüyorsunuzdur ve bilinçaltınızın bu tatlı oyunları kısa süre için de olsa geceleri zamanda yolculuk etmenize fırsat veriyordur. Ben gece geç saatlerde sıklıkla zamanda biraz uzaklara, 20 yıl kadar geriye gidiyorum. 12 yaşıma kadar yaşadığım Kurtuluş’taki evimize, kendimi ilk hatırladığım yere dönüyorum.

i Summary: They say that if the breeze shoots you in the same location over and over again in your

dreams, it must be the place where you spent all your pleasant childhood memories. There must be a house, a street, or a neighborhood you miss and the games your subconscious plays allow you to visit them on certain evenings from time to time. Deep into the night, I often go back as far as 20 years. I return to my old house in Kurtuluş (an old neighborhood), where I first remember myself up until I was 12. Growing up in Kurtuluş is like witnessing a small but momentous scene of historical Istanbul. It’s like the first hand experience of the friendship among the neighborhood kids, which doesn’t exist anymore. Running around the street, jumping rope, and growing up with innocent scratches and bruises while telling time according to the sun instead of the watch on your wrist. Tasting the strong emotions of friendship on one end, and understanding the interaction of different cultures among the quiet neighbors in this historical area on the other. Especially considering the number of Armenian and Greek neighbors, everyone recognizes each other’s holiday so you’ll be coloring Easter eggs together. And of course when the time comes to develop your palate, you’ll be taking your first steps on the streets of Kurtuluş. Drinking pickle juice and learning their secrets at Pelit, visiting Palmie and Arma Pastaneleri (Bakery) to taste their Easter bread and learn more about the magical ingredient of mahleb, discovering new tastes like “topik” at Tuşba Meze Evi (Charcuterie), and learning how perfect “profiterole” is made at Nazar Pastanesi (Bakery). These artisan spots are not just merely where you shop, they become your family. Nowadays, there aren’t too many children playing in the streets and people seem to prefer isolation. Regardless, when I return to Kurtuluş, those tastes are still where they used to be and that’s all it takes for me to stay connected to my memories.

31 Yaşam | Life

Eskilerin bildiği ismiyle Tatavla, benim yetiştiğim ismiyle Kurtuluş 90’lı yılarda büyümüş bir çocuk için gerçekten büyük şanstır. Biz Kurtuluş çocuklarının dizlerinde hayat boyu taşıyacağı yara izleri vardır; çünkü sokaklarda oyun peşinde koştururken o eğri büğrü yollarda çok düşmüş, çok yuvarlanmışızdır. Saklambaçta asla bulunamamanın sırlarını, lastik atlarken yanmadan dörtlere kadar çıkmayı o sokaklarda öğrenmişizdir. Eve ağlayarak gidip, anne babaya biraz nazlanıp yaraları temizlettikten sonra hiçbir şey olmamış gibi tekrar bağıra çağıra koşarak oyun oynamaya gitmişizdir. Yüksek ses önemlidir Kurtuluş sokaklarında. Arkadaşlarınızı oyuna çağırmak için ismini haykırmanız lazım; eve ekmek lazımsa pencereden sepet sallayıp var gücünüzle bakkala seslenmeniz lazım ve tabii ki sabahları sokaktan arabasıyla geçen poğaçacının o enfes kuru poğaçalarını kaçırmamak için sesinizi ona duyurmanız lazım. Sadece bu sesler de değil; gün boyu tüpçü, sucu, overlokçu, hurdacı, simitçi, çiçekçi, yorgancı, sütçü, eskici ve daha niceleri geçer bütün sokaklardan ve yine en yüksek sesleriyle. Dışarıdan duyanlar için bir kakafoni olan bu sesler mahallelinin günlük rutinidir ve çok alışmıştır artık. İlk arkadaşlarınızın adı Norda, Alen, Stavro’dur Kurtuluş’ta. Farklı dinler ve kültürler ile içi içe huzurla yaşamayı öğrenirsiniz bu sokaklarda. Paskalya vakti geldiğinde alt kattaki komşunuza iner birlikte yumurta boyarsınız; sonra bir bakarsınız Pesah zamanıdır ve matzaları çıtır çıtır birlikte yersiniz bu defa karşı komşunuzla. Ramazan ayında ise hepsi size gelmiş topun atılmasını beklemektedir; çünkü birlikte iftar yapılacaktır.

Gelenekler fazlasıyla iç içe geçmiştir ve farklı kültürleri tanıyarak ne kadar şanslı olduğunuzu fark edersiniz. Komşularınız sayesinde Ermenice, Rumca kelimeler öğrenirsiniz, bilmeyen arkadaşlarınıza havanızı atarsınız. Bu semtin, her sokağı, her apartmanı renklerle doludur ve hepsinden öğrenilecek çok şey vardır. Bazı anılar için zamanda yolculuk etmem gerekiyor belki... Uzak bir zaman diliminde kaldılar ama damakta kalan tatları aynı nostaljik ruhla olmasa da hala yakalayabiliyor olmak belki de Kurtuluş’la aramdaki en güçlü bağ. Şehirde tadabileceğiniz en iyi profiterol, içebileceğiniz en iyi turşu suyu ve yiyebileceğiniz en iyi paskalya çöreği aynı semtte toplanmış; nasıl olur da bağlanmam? Bir okul dönüşü tutturmasıydı Pelit Turşuları’nı ziyaretlerim. Elbette ki kış aylarında evin mutfağından eksik olmayan turşular hep onlardandı ama asıl büyük zevk dükkandaki küçük taburede oturup bardağın içinden turşu yiyip, üzerine de suyunu içmekti. Bazen turşuya olan bu zaafımın aslında geçmişteki mutlu anlar ile bağlantılı olduğunu düşünürüm. Zaten turşu dediğiniz şey de sebzeyi saklama ve koruma yöntemidir aslında. Belki de ben de tuzlu bir acurun içine hapsetmişimdir çocukluğun saflığını. Üzerinde Pelit’i de bulunduran Kurtuluş Caddesi aslında pek çok özel mahalle lezzetinin duraklarına ev sahipliği eder. Örneğin; yine benim için bir çocukluk klasiği olan Pizza Alpino vardır. Baba, kardeş, çocuk derken tüm bir aile işletir, pizza yapar, servis verir Alpino’da yıllardır. O üç tanecik masalı mekanda harikalar yaratırlar; benim için en güzel pizzayı onlar yaparlardı. O klasik havalı İtalyan pizzalarından değil bol malzemeli, mutlu “mahalle pizzası”. Üzerine de tatlı mı yemek lazım o zamanda biraz aşağıda Nazar Pastanesi’ne gider ve o meşhur profiterollerinden yerdiniz. Ama alternatif çok tabii. Damla Dondurma’nın klasikleşmiş dondurmalarından birkaç top da işinizi gayet iyi görür. Eğer aylardan kışsa o zaman da aynı mekanın bozası harika gider. Bir başka gün ise Tatavla’nın geçmişinin asıl sa-

hiplerinin, meşhur mezelerinden yemek istediğinizde adresler bellidir. Ya Tuşba ya da Tadal Meze Evi’nde bulurdunuz kendinizi. Topik, tarama, lakerda ve belki de bilmediğiniz daha pek çok özel tat sizi bekler bu mekanlarda. Şarküteri kültürünün böylesine geliştiği bir semtte hiçbir lezzet yanıltmaz sizi. Hala şarküterileri özel ilgim var ve hemen hemen her şarküterinin içinde kendilerine has o salamura kokusuna bayılıyorsam işte cevabı 20 yıl uzaklıktaki o anılarda gizli. Caddenin neredeyse her bir köşesinden pastane kokuları sızar. Hele ki sokakların içine girdiğinizde, daha da artar bu kokular. Hepsinin mutlaka özel bir lezzeti vardır ve yıllardır aynı reçeteler ile uygulamaya devam ederler. Benim için en özeli tabii ki de Bahar Pastanesi’nin palmiyesidir. Kurtuluş’taki yerleri ne yazık ki artık yok. Ama o dükkanın olduğu yerin önünden ne zaman geçsem bir selam gönderirim içeriye. Arma Pastanesi’nin Paskalya çöreği ise herhalde mahalledeki en ünlü çöreklerdendir. Mahlep kokusuna aşık eder sizi, koklamadan yiyemezsiniz. Üstün Palmie Pastanesi’nin Paskalya çöreklerini de unutmamak lazım tabii. Bir mahalle klasiği olmuştur onlar da. En güzeli de girdiğiniz tüm bu mekanlarda herkes sizi tanır, isminizi hatta evinizi bile bilirdi o yıllarda. Evinize dönerken esnaftan bir dolu selam ve hediye şekeri de yanınızda götürürdünüz. Şimdi geriye dönüp bakınca, Kurtuluş sokaklarını bir sakini olarak yaşamanın büyüsünün çok başka olduğunu anlayabiliyorum. Sokaklarda düşe kalka büyürken takım arkadaşlığını, paylaşmayı ve mücadeleci olmayı öğrenmişiz. Kış aylarında evlere kapanınca komşuluk ilişkilerinin ne kadar önemli olduğunu hissetmişiz. Adım başı özgün tatlar keşfederek damak zevklerimizi gelecekte iyi tatları ayırt etmeye hazır hale getirmişiz. Tarihi bir mahallede büyüyerek, İstanbul’un yaşamak için o kadar kötü bir yer olmadığını anlamışız. Mekkareci Sokak’taki eski apartmanımızın önünden ne zaman geçsem hemen o yıllara geri döner ufak bir selam yollarım anneannemin bana okumayı ve yazmayı öğrettiği o daireye ve çocuk hallerimize. ■

32


. RÜ YA SE . HIRLER DREAMING CITIES photo essay

Samantha Ann Francis -www.feelimgraphy.com-

Bu fotoğraflar geçtiğimiz Aralık ayından beri üzerinde çalıştığım “Rüya Şehirler” serisinden. Gezmiş olduğum yerlerden bir derleme niteliğindeki bu kareler, romantik ve bazen gerçekdışı olan seyahat beklentilerimizi keşfetmeyi hedefliyor. Mesela, Kyoto’nun tapınaklarını, izlediğim bir animede gördüğüm sakura çiçeğinin tapınağını hayal ediyorum. Tren beni köhne ve bilinmeyen maceraların olduğu yerlere sürüklüyor. Gecenin bir vakti, zihnimde Fuji Dağı’nın parlak ve görkemli hali beliriyor. Büyük Okyanus yolunda, bir anda gökyüzünün denizlerle buluştuğunu görüyorum ve kayaların kendi hayatlarına doğru özgürce yolunu bulmasını.

ENG: These photos are part of a series I’ve been working on since last December, Dreaming cities. They are a compilation of my journeys as a traveler, in a bid to explore the romanticized and sometimes unreal expectations of our travels. For instance, I’d imagined the shrines of Kyoto to be the dreamy, sakura flower’s sanctuary from an anime I’d watched. And the train rides to be rickety and filled with unknown adventures. In my mind’s eye, the Fuji San would be majestic and glowing even at night. At the Great Ocean Road, I’d imagined the skies to meet the seas in a sweeping motion, and the rocks to take on a life of their own. ■

33 Photo Essay

34


xenophobia xen·o·pho·bi·a (zěn’o-fō’bē-a, zē’no-) n. An unreasonable fear, distrust, or hatred of strangers, foreigners, or anything perceived as foreign or different.

Kişinin yabancılardan ya da bir şekilde kendisinden farklı olan insanlardan korkmasına ve nefret etmesine verilen addır.

Fotoğrafçı // Photographer - Fidan Kandemir Moda Editörü // Fashion Editor - Deniz Yılmaz Akman Kreatif Direktör // Creative Director - Türker Akman Model - Erjena Sadnakova (respect models) Makyaj // Make-up - Ahu Aydemir Yer // Location - Brunelle Moda

Deri Ceket // Leather Jacket- Nazlı Bozdağ Deri Pantolon // Leather Pants- Nazlı Bozdağ Kolye // Necklace- NOTT 35

36


Ceket // Jacket- Boo Pala Büstiyer // Bustier- Nazlı Bozdağ Kolye // Necklace- El Quinto Pantolon // Pants- Topshop

Bluz // Blouse- Elif Domaniç Kolye // Necklace- NOTT

37 Stil | Style

38


Bluz // Blouse- Elif Domaniรง Taรง // Crown- Elif Domaniรง Tayt // Tights- Boo Pala 39 Stil | Style

40


Ceket // Jacket- Maid in Love Tişört // T-shirt- Selim Baklacı Pantolon // Pants- Nazlı Bozdağ

Trençkot // Trench Coat- Eight Project House Tişört // T-Shirt- Boo Pala 41 Stil | Style

42


43

Garito Cafe by Julia Geiser - www.julia-geiser.ch -

44


1850 HOT EL A LAÇATI Yazı ve Fotoğraf // Article & Photography Deniz Yılmaz Akman

Yine arabada yol playlistimiz çalıyor. Biraz günümüzden, biraz 90’lardan, hatta MFÖ’nün “Bodrum Bodrum”u bile… ama Bodrum’a değil yolculuk, Alaçatı’ya. Canımız biraz Ege çekiyor; dalgası bol denizin, hafif esintili sabahların, ahşap pencerelerin ve begonvillerin hayalini kuruyoruz. Sıcağı özlüyoruz, uzakları özlüyoruz… Her yolculuk bir şekilde seni alıp uzaklara götürmeyi başarıyor; coğrafi olarak “uzak” olmasa da, şehir yaşamından bilinçli olarak ayrılmak, daha az telefonuna, mail kutuna bakacağını bilmek o yolculuğu “uzak” kılmaya yetiyor. Bunu bilen beden, beyine haber salıyor ve düşünceler de yavaş yavaş kendini bırakmaya, uzağa doğru yol almaya başlıyor.

i Summary: In one way or another, every trip you take manages to take you far, far away. Even

if there’s no great geographical distance, it’s enough if it consciously gets you away from the city and gets you to peek less at your phone or email. A minful body will signal the brain and thoughts will slowly stir as they begin to take you on a distant journey. Prior to the start of summer, we set out on the road thinking; “It won’t be crowded, a perfect time for us.” The streets of Alaçatı (an Aegean village in Izmir) are completely ours; the dizzying crowd is nowhere to be seen. We finally see how untouched, pleasant, and serene this place is off-season. We observe the foundation on which the architect Hacı Memiş discovered Alaçatı and imagine what it was like back then. One of the leading characters of our trip is undoubtedly 1850 Hotel Kemalpaşa. It’s always inspiring to come across a family-run place with charming character, that speaks to tasteful people in search of their dreams. And we happen to be in a place that is just like that. The name roots back to a time when the initial inhabitors (the Greeks) first settled here. The first moment I stepped inside this boutique hotel located in the center of Kemalpaşa, I traveled back in time through Alaçatı. Inside this Greek home that was built 166 years ago, I am face to face with another side of Alaçatı. After passing by a string of local taverns and cafe’s, I arrived at 1850 Hotel complete with its own Fava Meze-Fish Restaurant enclosed within the garden. When I’m here, not only do I feel like I’m in the heart of the past but also in a “Paolo Sorrentino” film.

45 Mekan | Place

Henüz yaz başlamadan, “çok insan yoktur, tam bizliktir şimdi oralar” dediğimiz bir anda çıkıyoruz yola. Alaçatı sokakları tamamen bize ait gibi; o gözümüzü korkutan kalabalık yok. Buranın aslında sezon dışı ne kadar bakir, huzur verici ve sakin bir yer olduğunu görüyoruz. Mimar Hacı Memiş’in Alaçatı’yı keşfedip, şu anki hallerinin temellerini attığı o günleri gözümüzde canlandırıyoruz. Her sokak başında durup Ege havasını içimize çekiyoruz ve kuş seslerini dinliyoruz. Hacı Memiş Mahallesi’nde sakin (evet yanlış duymadınız) bir şekilde kahvemizi yudumlayıp, kitabımızı okuyoruz. Yazın habercisi güneş de bizi yalnız bırakmıyor. Bu, pek “uzak” sayılmayan ama kafamızı uzaklara götüren tatilimizin baş kahramanlarından biri şüphesiz 1850 Hotel Kemalpaşa. Aile işletmesi olan, samimiyetini karşıya geçirebilen, zevk sahibi insanların dokunuşlarıyla kimlik bulan mekanlar bana her zaman ilham vermiştir. Tam da böyle bir yerdeyiz. Kemalpaşa şubesinde kaldığımız bu butik hotele ilk adım attığımda Alaçatı’nın tarihinde dolaylı olarak bir yolculuğa çıkıyorum. Bina girişinde, kemerin ayağındaki taşa kazınmış tarihe baktığımda geçmişte burada yaşayan insanları hayal etmekten alıkoyamıyorum kendimi. Kemalpaşa Caddesi’ne bakan cumbası, banyosunda özenle korunmuş şöminesi, kim bilir ne hikayeler taşıdığını kestiremediğim taş duvarları ve kemerli

girişi ile ilk andan itibaren kalbimi kazanmayı başarıyor. 166 yıl önce inşaa edilmiş bu Rum evinde Alaçatı’nın bambaşka bir yüzüyle karşılaşıyorum. Sokaktaki birbiri ardına dizilmiş meyhane ve kafelerin arasından geçip, 1850 Hotel Kemalpaşa’ya ve bahçesinde yer alan Fava Meze-Balık Restoranı’na geldiğim anda hem geçmiş günlerin içinde, hem de Paolo Sorrentino filmlerinin birindeymişim gibi bir his kaplıyor içimi. Ertesi sabah kahvaltımızı yapmak üzere, diğer şube olan 1850 Hotel Alaçatı’nın kafesine geliyoruz. Buranın da bahçesi en az Kemalpaşa’daki kadar güzel. Önümüze, tam da hayalimizdeki gibi serpme bir Ege kahvaltısı geliyor. Her şey birbirinden doğal ve lezzetli ama benim en çok dikkatimi reçeller çekiyor. Uzun zamandır bu kadar lezzetlisini yemediğim için dayanamayıp soruyorum ve reçellerin hikayesini öğreniyorum. Hepsi otelin mutfağında mevsim meyveleriyle yapılıyor, lor peyniri üzerinde gelen böğürtlen reçeli de Zonguldak Devrek’te hazırlatılıyormuş. Diğer sunulan domates, salatalık, biber gibi ürünler de hotel sahiplerinin kendi bahçelerinde; yani 1850 Bahçe’de yetiştiriliyormuş. Hotel sahipleri demişken; bu tatlı butik hotelin sahipleriyle de yine aynı gün içinde tanışıyoruz: Tam da fotoğraf çekimlerinin olduğu o yoğun günde bir yandan her bir detayla, diğer yandan da bizimle ilgilenen içten gülümsemesiyle Füsun Hanım ve eşi Murat Bey. Her ikisi de eğitimci ama 15 yıldır tatillerini geçirdikleri Alaçatı’nın cazibesine karşı koyamayıp, uzun vadedeki hayallerini gerçekleştirmek için burada yeni bir yola çıkmışlar. 1997 yılında ilk kez çıkan “Küçük Oteller” kitabından etkilenip, kendilerini zamanla daha da bu sektörün içinde görmeye başlamışlar. Bu hikayenin üzerine aklıma hemen Orhan Pamuk’un “Yeni Hayat”ı geliyor. Bir kitap okuyup hayatı değişenlere, yorucu ama yarınlarını kendilerinin inşa edebilmesini sağlayan o uzun yolculuklara çıkan insanlara saygım gün geçtikçe arıyor. Füsun Hanım ve Murat Bey de, hayallerinin doğrultusunda, o uzun yolculuğa çıkanlardan... Belki birçok insanın cesaret edemeyeceği bir işe girişip, çok sevdikleri Alaçatı’nın dünden bugüne değişimine; göz bebekleri 1850 Hotel Ala-

- www.1850alacati.com -

çatı, 1850 Hotel Kemalpaşa ve Fava Restoran ile şahitlik ediyorlar. Genelde kafe, restoran veya hotel işletmelerinde dışarıdan baktığımızda göremediğimiz ama içine girince biraz daha fark edebildiğimiz sayısız ince detayın var olduğunu biliyorum. Bu detayları, tarihe zarar vermeden, gözü yormadan; en sade, en samimi şekilde hotellerine yansıtmış Füsun Hanım ve Murat Bey. Bir yandan eğitimci olmanın zorlayıcı yönleriyle mücadele eden, bir yandan da büyük bir titizlikle ve hevesle üzerine eğildikleri hotellerini gelen misafirler için nasıl daha da güzel, konforlu kılarız diye düşünen çiftin elinin değdiği her şeyde, Ege’lilik, doğallık ve güzellik olması beni hiç şaşırtmıyor. Zaten sohbet etmeye başladığınızda hotellerine ve restoranlarına dair içlerindeki heyecanı görmeniz de zor olmuyor. Tarihe ve aynı zamanda birbirinden lezzetli mezeler sunan restoranı Fava’ya açılan kapısından içeri girmenizle düşünceleriniz hafifliyor. Sakinliğe, asırlık taşların verdiği huzura ve önünüze gelen menü ile de Ege lezzetlerine teslim oluyorsunuz. “Fine dining” tarzında hizmet veren Fava Restoran’ın yer aldığı bahçede zaman yavaşlasın, Alaçatı hep böyle sakin kalsın istiyorum. Kalamata zeytinli fava ve sakızlı Girit kabağı , enginarlı levrek böreği gibi mezelerini es geçmeden önümüzde uzanan dolunaylı bir geceye kendimizi bırakıyoruz. Hiç ummadığımız bir anda yağmur bastırıyor, tarihi Rum evinin bahçesinde yeniden bambaşka bir zaman dilimine geri dönüyoruz. Sezon dışında Alaçatı’nın diğer bir yüzünü gördüğümüz için ve 1850 Hotel Alaçatı’nın dokunuşlarının buradaki zamanımızı daha da değerli kıldığı için mutlu olarak yeniden yola koyuluyoruz. Düşüncelerimiz yavaşlamış ve hava almış gibi; birbirinin önüne geçmek için sabırsızlanmıyor. Ege’nin havasını son bir kez içimize çekip, uzaklara gidip rahatlamış tüm düşüncelerimizle ve hayallerimizle kaotik ama olgun İstanbul’umuza geri dönüyoruz. ■

46


Bornova:

Bir Levanten Rüyası A Levantine Dream

Yazı ve Fotoğraf // Article & Photography Murat Can Uysal Yazın bittiğine üzülsem mi, sevinsem mi bilemiyorum. Karışık bir ruh halindeyim. İçimde tam anlamıyla bir yaz doymuşluğu yok. Sanki yeniden yaz gelecek gibi. Bu melankolik halimi müzikle devam ettirmek istiyorum. Kulaklığımı takıyorum ve basıyorum play tuşuna. Müzik hazır: Erik Satie’den Gnossienne No. 1. Mevsim sonbahar, bir cumartesi sabahı kendimi bir anda dışarıda bulmuşum; o çok sevdiğim sokaklarda. Hikayelerine, yaşanmışlıklarına dalıveriyorum yaşadığım semtin sokaklarında. Yerim yurdum, yaşadığım semt neresidir diye soracak olursanız; burası 1800’lü yıllarda çok şık hanımefendilerin ve beyefendilerin yaşadığı, kocaman bahçeleri içinde adeta nadide bir çiçeği andıran, köşkleriyle hayranlık uyandıran, İzmir’in Levanten diyarı Bornova. Eski adıyla Burunova. Geniş ovaların, misket üzümleriyle dolu bağların ve serin rüzgarların meskeni Bornova.

i

Kuyulu Ev // Kuyulu Mansion

Paterson Köşkü // Villa Paterson

Steinbüchel Köşkü // Villa Steinbüchel

Uzun Ev // Villa Charnaud

Summary: Imagine a place with aged mansions surrounded by green cypress trees, a hea-

ven that waits to be discovered with history hidden in its cobble stone streets… From afar but up close… A reality rather than a dream. These streets that reflect the elegance of the 1880’s are filled with lives that have been lived. Tiny secret stories hide within Izmir’s Levantine lands of Bornova. Belhomme, La Fontaine, Paterson, and many more… These mansions, filled with lost memories and history, were once homes to elegant ladies and gentlemen. I set out one Autumn morning on an inner journey with my childhood memories fresh in mind of these Levantine mansions that have been a witness to the 19th and 20th century (with many more to come). While roaming the streets of Bornova and admiring the old mansions in this Levantine dream, it feels as if I am discovering this area for the first time.

Hani çocukken masallar anlatılırdı; içinde köşklerin olduğu, şık hanımların çay partileri düzenlediği... Yeşillikler içindeki evlerde yaşanan hayal ötesi hikayeler… İşte öyle bir yer burası. Sanki uzak diyarlardan gelen bir hikaye gibi. Anneannemin anlattığı perili köşk hikayeleri ya da bahçelerinde aslan yavrusu besleyen komşuları “madam”. Benim için onlar masal kahramanı gibiydi aynı zamanda bir o kadar da gerçek. Bu kahramanlar çok yakınımızda, saklı güzellikteki bahçelerde yaşıyorlardı. Boyumun köşklerin bahçelerini görmeye erişemediği yıllarda, bir yaz akşamı dedem ve anneannemle balkonda oturuyorduk. Dedem saksıdaki fesleğenlerini sevgiyle okşarken, bir yandan da madamların meşhur köşkünü, bahçelerini, özel, el işçiliği merdivenlerini anlatıyordu. Bense dinlerken büyülenip, hikayelerin üzerine hayaller kuruyordum. Bu hikayeler, çocukluğumdan bu yana hep belleğimdeler.

47 Yaşam | Life

Bu sokakları gezmek, çocukluğumu yâd etmek ve dedemin sesinden o hikayeleri yeniden dinlemek gibi... Benim için bir nevi ritüel. Her daim aynıdır Bornova sokaklarındaki rotam. Önce Steinbüchel Köşkü ve sokağına, ardından Kuyulu Ev, Paterson Köşkü’ne uğruyor ve eskiden Uzun Ev olarak bilinen şimdinin şık butik oteli/restoranı Villa Levante’de bu masalsı yolculuğu sonlandırıyorum. Sokak başında, gözlerimi kapatıyorum ve tekrar açıyorum. Ruhumu adeta 1800’lü yıllara ve Bornova’nın eski güzellikteki dokusuna ışınlıyorum. İncir ve zakkum ağaçlarıyla bezeli bahçelerden gelen kuş seslerine, kulaklığımdan yükselen Erik Satie’in Gymnopédie No.1 melodisi karışıyor. Yanından geçip gittiğim Steinbüchel Köşkü’nün yüksek duvarlarla örülü bahçesinden mis gibi çiçek kokuları yükseliyor. Uzun yıllar boyunca Wood-Paterson Evi olarak bilinen bu köşkün ilginç

bir hikayesi var. Evin sahibesi Hortense Wood, Atatürk hayranıymış ve Atatürk’e olan hayranlığını dile getiren, başarılarını kutlayan mektuplar gönderirmiş. Kurtuluş Savaşı zamanında da Atatürk bu evi karargah olarak kullanmış. Her anlamda tarihi değerler taşıyan Steinbüchel Köşkü özellikle bahar aylarında mor leylakları ve içinde cıvıldayan yeşil papağanlarıyla bir senfoni yaratıyor. Steinbüchel Köşkü’nün karşısında devasa ve özel tuğla işçiliğiyle yapılmış Kuyulu Ev yer alıyor. Zamanında İngiliz Kulübü olarak da bilinen bu ev, o zamanlar insanların buluşma merkeziymiş. Kuyulu Ev’in önünde bulunan meydan da 19. ve 20. yüzyıl Bornova’sında önemli bir buluşma noktasıymış. İçinde okuma odalarının yanı sıra, oyun salonlarının da yer aldığı İngiliz Kulübü’ne gelen erkekler, vakitlerinin çoğunu kapı önünde yer alan küçük masalarda oturarak geçirirlermiş.

Eski yıllarda parıltılı hayatlarıyla ünlü Bornova; şimdilerde “uyuyan bir güzel” gibi. Hala o yaşanmışlıklar var duvarlarda, çatılarda, kapılarda. Bana her zaman hüzünlü gelen bir diğer köşk de: Paterson Köşkü. Onu hüzünlü kılan şey ise içerisinde yer alan tüm güzelliklerden geriye bugüne hiçbir şey kalmamış olması. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başlarını kapsayan sürede Bornova, hatta İzmir Levanten topluluğu için baloların, yemeklerin, partilerin, golf sahasında yapılan müsabakaların düzenlendiği, eşi benzeri bulunmaz bir köşkmüş Paterson Köşkü. 38 odası bulunan bu şaşalı köşkte ikisi balo salonunda, diğerleri odalara dağılmış toplam 7 adet çok değerli piyano bulunmaktaymış. Paterson ailesi müziğe meraklı oldukları kadar, atlara da çok meraklıymış. Anlatılanlara göre; köşkün batısında hala duran at haralarında yarış atları beslenirmiş. Döneminde ihtişamlı yapısıyla Beyaz

Saray’ı andıran Paterson Köşkü’yle ilgili okuduğum bir yazıda ise şöyle bir anekdot paylaşılmıştı: “Hiçbir masraftan kaçınmayan Mr. Paterson evin cephesini sürekli olarak değiştirmeye meraklıydı. Binanın cephesini İngiltere’den getirttiği yapı malzemeleri ile yedi defa değiştirmişti. Binanın şu an, eski hali ile uzaktan yakından ilgisi olmayan merdiven parmaklıkları birer şaheserdi, merdiven aralığı antik İngiliz “şişe camı” parçalarından yapılmış renkli camlardan geçen güneş ışığıyla aydınlanıyordu. Merdivenlerden sonra altın yaldızlı duvar kağıdı ile kaplı yemek salonuna giriliyordu.” Bu yazıyı okuduktan sonra bir anda gözümün önünde Great Gatsby filmindeki sahneler beliriyor. Paterson Köşkü’ne her gidişimde dans eden, eğlenen, golf oynayan insanlar sanki bir bir canlanıyor ve beni başka bir zamana götürüyor.

- www.yomg.co -

Son olarak bahsetmek istediğim; bu nostaljik görüntülerle hafızamda yer etmiş bir diğer köşk: Uzun Ev. İzmir’in en önemli köşklerinden biri olan Uzun Ev, diğer adıyla Charnaud Köşkü, Bornova’da bugünlere kalan ender Levanten evlerinden biri. Başta kemerli girişi olmak üzere evin her bir mimari detayı çok farklı. Zeminde yer alan, siyah-beyaz çakıl taşlarıyla yapılmış 1832 tarihli Rodos mozaiği günümüze kadar gelmiş. Şu anda Uzun Ev; Villa Levante adında şık bir butik otel ve restorana dönüştürüldü. Hala eskinin nostaljisi sürdürülüyor. Bahçesinde Levanten Bornova’sının güzel günleri yad ediliyor. Eğer yolunuz İzmir’e düşer de hayallere dalmak isterseniz, uzaklara uzanan ama aslında çok yakınınızda olan Bornova’ya mutlaka uğrayın, sokaklarını arşınlayın. Çünkü burası Van Gogh’un resimlerine konu olabilecek güzellikte, adeta bir düş bahçesi gibi. ■

48


Rishikesh: SIRLAR ŞEHRİ City of Secrets

Yazı ve Fotoğraf // Article & Photography Tuğçe Uluurgun

i Summary: North of India in the area of Uttarakhand, Rishikesh sits with its geographical features at the feet of the Himalayas setting its lifestyle apart from the rest of the world. Aside from being near the starting point of the Ganges River that flows through India, Rishikesh has come to be known as a center for yoga and spirituality for being filled with houses of faith, along with having housed The Beatles in Maharishi’s Ashram (monk lodging among Hinduism), the originator of transcendental meditation. This town is home to locals that live in simple and poor conditions while attracting tourists in a different mindset. However, at the end of the day, this city welcomes all sorts of beliefs and promises to leave visitors with unforgettable memories and concrete decisions. Witnessing the vegetarian folk, the wandering cows, the chants and holy sounds from the temples and ashrams along with the roaring sound of the Ganges River are necessary in order to understand the visuals and smells of Rishikesh. These are the things that bring this city to the top of the list of your must visits.

R

ishikesh, Hindistan’ın kuzeyinde Uttarakhand bölgesinde yer alan ve “yoganın başkenti” olarak bilinen bir şehir. Aslında hem yaşam koşulları, hem de ekonomisiyle şehirden çok bir köyü andırıyor. Fakat orada fiziksel koşulların ötesine geçmeyi öğrendiğiniz için bir süre sonra bu koşullar sizi rahatsız etmemeye başlıyor. Rishikesh, hem kendisine ulaşılmak için kat edilen yol, hem de paralel başka bir evrene ait gibi hissettiren yaşam koşulları bakımından öylesine uzak ki, insanı hayrete düşürüyor. Oraya ulaşmak için ilk olarak uçakla Delhi’ye inmeniz gerekiyor. Daha sonra yaklaşık olarak 250 km’yi araba ile kat etmeniz lazım. Fakat bu 250 km, otoban bir yana dursun; çoğu zaman asfalt dahi dökülmemiş yollar yüzünden 7-8 saati buluyor. Hintlilerin şanına yaraşır şekilde son derece gürültülü, kornalı ve şeritsiz yollarda yapılan bu araba yolculuğu sizi ilk başta nereye geldiğiniz konusunda dehşete düşürebilir. Ama yolculuğun sonunda karşılaşacağınız saf ve dünyadan bihaber insanlar ve Rishikesh’in coğrafi konumu bu zahmeti neden çektiğinizi açıklıyor size. Himalayalar’ın yamacına kurulmuş, neredeyse tüm Hindistan’ı dolaşan Ganj nehrinin başlangıç noktasına konumlanan şehir size; havası ve suyuyla buradan dönerken aynı “siz” olmayacağınıza dair yavaştan gözlerini kırpıyor. Her sabah Ganj nehrinin güldür güldür akan sesi ile uyanmak ise paha biçilemez hale getiriyor deneyiminizi. Büyükçe bir köprü ile şehrin ikiye ayrıldığı ve bu bölgelerin “Ram Jhula” ile “Lakshman Jhula” adını aldığı Rishikesh’de iki tip insan görüyorsunuz. Bir tarafta fakir ama kendi halinde ve elindekiyle tatmin olmanın mutluluğunu yaşayan vejetaryen yerel halk, diğer tarafta dünyanın her yerinden düzenli olarak

49 Keşif | Explore

bu spritüel merkezi ziyarete gelen turistler. Hindistan’da 300’e yakın din var ve Rishikesh, bu dinleri yerinde deneyimlemek için mükemmel bir şehir. Her adımda, Hintlilerin kutsal ibadet yerleri olarak kabul edilen “ashram”lara rastlıyorsunuz. Bu ashramlar öyle sihirli ki gökyüzünde çan sesleri yankılanırken; kimisinden inançları gereği müzik sesleri, kimisinden dua sesleri geliyor. Bu yüzden sokakta yürürken sanki bütün dinlerin ve inançların merkezinde gibi hissediyorsunuz. Çünkü burada 24 saat müzik yapmaya inananlar da mevcut, sineği dahi yanlışlıkla incitmemek için ağzını bantlayarak gezenler de. “Saçma, çok anlamlı ya da gereksiz” diye hiçbir yargıya düşmeden herkes kendi inancını yerine getiriyor. Akşamları tapınaklardan gelen çan eşliğinde “Ganga Aarti” denilen ve Ganj nehrinin yanında, ateş başında yapılan ritüellerden oluşan törenler yapılıyor. Gün içinde ashram’larda bir nevi gülme terapisi olan “Hasha yogayı”, “Kundalini yogayı” veya diğer yoga türlerini deneyebiliyor; hatta reiki veya doğal taşların gücünü öğrenmek için çeşitli derslere katılabiliyorsunuz. Her sene mart ayında Parmarth Niketan Ashram’ında yapılan “Uluslararası Yoga Festivali” kapsamında Rishikesh koca bir spritüel üniversite haline geliyor. Tüm bunların yanında, şehrin kültürel ve tarihi yapısını resmi ulaşım aracı olan “rickshaw”lar ile keşfetmek isterseniz de aynı derecede tatmin oluyorsunuz. Rishikesh öylesine ucuz bir yer ki çok az bir bütçe ile gelip burada altı ay yaşamak dahi mümkün. Bir nevi dolmuş olan 6-10 kişilik rickshawları, 150 Hindistan rupee‘si yani 6 TL karşılığında kendinize özel olarak kiralayabiliyorsunuz.

Rishikesh, özellikle The Beatles grubu üyelerinin 1960’li yıllarda transandantal meditasyonun kurucusu olan Maharishi’nin ashramında kalması ile tüm dünyanın ilgisini çeken bir merkez haline gelmiş. Beatles’ın White Album’ündeki şarkıların çoğunun burada yazıldığı ashram, başlı başına şehri ziyaret sebebi. Ashram şu anda devlet tarafından el konulup kapatıldığı için biraz harabe ve ziyarete kapalı olsa da içeriye girip gezmeniz imkansız değil. İçeriye girdiğiniz anda geniş bir ormanlık alana kurulmuş, kuş yuvasını andıran ve sadece içerideki kişinin meditasyon yapmasını sağlayacak genişlikte alanları, ashramda yaşayanların kendi yemek ve su ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturdukları sistem ile adeta bir komün hayatı yaşandığına dair ipuçları veriyor. Fakat Beatles’ın gelmesi ile bütün hayranlarının ve dünyanın ilgisinin bu komün hayatına çekilmesi devleti rahatsız etmiş olacak ki şu an ashramın birçok bölgesi kasıtlı olarak yıkılmış durumda. Yine de bu, içeride zamanında yaşananları düşününce tüylerinizin diken diken olmasına engel olmuyor. The Beatles üyeleri tarafından Rishikesh’e hitaben yazılan “Happy Rishikesh Song” ile internetteki bazı görüntüler dışında ashramın odaları içinde yaşananlar halen sır olarak kalmakta. Diğer yandan, birtakım efsanelere göre İsa’nın yaşadığı dönemde bir süre Rishikesh’e gelip kaldığı zamanlar gibi tarihteki önemli spritüel anlara da ev sahipliği yapmış bu şehir. Rishikesh, konumu sebebiyle Himalayalar’ın tepesine bakan yerlerinde tüm dünyayı selamlayabilmeniz için kusursuz bir lokasyona sahip. Geleneksel Hint tıbbına dayanan “ayurvedik ilaçlar” ve merkezlere de ev sahipliği yapan Rishikesh’de kendinizi, hiçbir amacınız olmadan sabah sokaklara atıp, aynı günün

akşamında bambaşka bir insan olarak bulabiliyorsunuz. Çünkü hissettiğiniz şey “zamansızlık” ve gördükleriniz de sizi her an şaşırtabiliyor. Günlük hayatınızda “olmadan yaşayamam” dediğiniz birçok şeyin buraya henüz gelmediğini ama insanların gayet mutlu ve halinden memnun olduğunu görüyorsunuz. Herkeste, biz şehir insanlarının tanıdık olmadığı bir his; “hayatın akışına güven” ve esneklik hali mevcut. Adım başı, sokaklarda yalnız yaşayan ve meditasyon halinde olan keşişlere rastlamanız bir süre sonra o kadar doğal hale geliyor ki; siz de kendinizi o ortama adapte etmeye başlıyorsunuz. Avrupa’da, Amerika’da veya evinizin olduğu şehirde zaman hızla akabilir; “trendler” sürekli değişebilir ama burada zamana ihtiyacınız yok. Zaman döngüsünden atlayıp, zamansızlığa geçiş yapmış gibi hissediyorsunuz kendinizi. En önemlisi de; başka şansınız olmadığı için asla yiyemem dediğiniz şeyleri yiyor, asla kalamam dediğiniz yerlerde uyuyor ve düşündüğünüzden daha az kırılabilir olduğunuzu görüyorsunuz. Kendime dönüp baktığımdaysa, Rishikesh bana artık vejetaryen olma kararı aldırmakla kalmıyor, aynı zamanda imkansız yaşama koşulları diye bir şeyin olmadığını da gösteriyordu. İşin garibi ise tüm bunları evinize döndüğünüz zaman anlıyorsunuz. Amerika’dan, İsveç’e kadar birçok ülkeden insanla tanıştığım bu şehirde, eminim ki diğer insanlar da benim gibi yeni kararlar almaya başladı. Sanırım bu yüzden tekrar tekrar gitmek istiyor insan oraya. Çünkü bazen insanın kendisine bu kadar yaklaşabilmesi için, bu kadar uzaklaşması gerekiyor. ■

- www.yomg.co -

50


SA LVATION MOU N TA I N Yazı ve Fotoğraf // Article & Photography Seda Brown

i

Summary: Mountains on top of mountains with a blend of organic textures and a bare desert that stretches across the horizon. This is the sight I was impatiently daydreaming about as I ventured out of L.A. on the way to Salvation Mountain. A destination that was 4 hours away from my starting point. As the temperature inched past 100 degrees Fahrenheit, you start to question if this was a wise choice. But now we were deep inland and it was too late to turn back. Entering a habitat that is the polar opposite of coastal life, I was out of my element. Considering myself more of a crab than a camel, I had avoided the desert over the past ten years of living in L.A. This was my first trip back after relocating to Istanbul for a year and I wanted to see a side of Southern California that I hadn’t before. Moving farther southeast, my thoughts stirred in quiet confusion. Who would live out here on a daily basis? Getting lost in the desert haze was captivating in theory. Dehydrating in the heatwave was the blunt reality. There’s something about the desert that makes you feel completely alienated. It’s different than being in the heart of the woods or cast out at sea. You are left in the company of the heatwave and the occasional mirage; something I had only heard about in folk tales or saw in cartoons. Disoriented by the limitless distance, my eyes began to seek water. Just the ripples in the gleaming reflection I was hallucinating seemed convincing enough. 200 miles outside of Los Angeles lies an apocalyptic world. An abandoned town with tumbleweeds you would recognize from an old Western film. I was thrilled to have reached the destination, yet unsettled from the eerie vibe

51 Keşif | Explore

D

ağların arasında harman olan organik dokular ve ufka uzanan çıplak bir çöl... Aklımda bir tek bu görüntü ile sabırsız bir halde Los Angeles’dan Salvation Mountain’a yola çıktım. Hedefim olduğum yerden 4 saatlik uzaklıktaydı. Sıcaklık 40 dereceyi geçmeye başlayınca, bunun akıllıca bir fikir olup olmadığını sorgulamaya başladım. Ama çoktan ilerlemiştik ve geri dönmek için artık çok geçti. Kıyı hayatımın tam zıt kutbu olan bir yaşamın içine girmek, çok alışık olmadığım bir durumdu. Kendimi bir deve yerine, bir yengeç gibi düşündüğüm için; Los Angeles’ta geçirdiğim son on yılda daima çölden uzak

durmuştum. İstanbul’a taşındığımdan bu yana Los Angeles topraklarına ilk geri dönüşümdü ve bu defa Güney Kaliforniya’nın daha önce görmediğim bir yüzünü görmek istemiştim. Kusursuz mavi bir gökyüzü... Burun deliklerini kurutan kurak bir hava... Ve zaman zaman bir şahin görüşünü yakalamak... Bu, Kalifornia’yı düşününce akla gelen ilk stereo tipik manzaralar olmasa da, bu sadelikte suskun bir güzellik vardı. Güneydoğu’ya doğru hareket ederken, düşüncelerim de sessizce birbirine karışıyordu. Kim günden güne bu uzaklıkta eriyerek yaşamak ister ki? Puslu çölde

kaybolmak teoride büyüleyici bir fikir gibi gözükse de, asıl gerçek olan sıcak hava dalgasında, sudan uzakta var olan bir yaşamdı. Diğer yandan da, çöle yaklaştıkça tamamen yalnız olmanın tadını alabiliyordun. Bir ormanın veya denizin ortasında olmaktan biraz farklı bir his. Size eşlik eden sadece baskın bir sıcaklık ve serap... Bugüne kadar sadece eski hikayelerde duymuş ve çizgi filmlerde görmüş olduğum şey... İlk gördüğümde hayal ettiğimi sandığım, dümdüz uzağa doğru bakınca, gözlerimin -sanki su arıyormuş gibi- sıcaklığın dalgasında halüsinasyon görmesi... Aslında hepsi gerçekti.

that greeted me. Trailer parks and unidentifiable characters populate this isolated location. After passing through this ghost town, we were finally there: Salvation Mountain; located just east of the Salton Sea. A vibrant temple in the heart of the desert. Sculpted smooth and tall, this inviting visionary environment was handmade by Leonard Knight (1931-2014) using organic materials like adobe and straw, in addition to gallons and gallons of paint. The words “God is Love” and “Love is Universal” painted in pink and coral hues soaring from above is utterly dreamy. Exploring up the painted steps that have cracked from the heat lead you to an elevated view of the wide desert. A 360 degree view of the never-ending dusty horizon. Veer through the side of the monument and the pathway guides you toward the colorful caves, filled with painted tree branches. The contrast of the colors against the wide open sky left me speechless. An organic blue background that compliments a visually stimulating canvas. The use of color here is invigorating and inspiring to embrace into my daily waking life. Speeding past the Salton Sea, I was reflecting on how much of a contrast this was than a typical day in Istanbul. There isn’t a single place in Istanbul that would give the same feeling. That being said, it’s also strangely comforting to lead a life in the midst of a chaotic city. This visit back to L.A. made me realize how things can drastically change over a year. How everything is constantly in motion and there’s certainty in that. Yet, when you’re in the dead center of nature, these changes in our daily lives feel trivial.

52


Los Angeles’ın 320 kilometre dışında, bir kıyamet dünyaya doğru yol alıyordum. Çöl otları ile çevrili, terk edilmiş eski bir kovboy kasabasından geçtim. Hedefe neredeyse ulaştım diye sevinirken, karşılayan ürkütücü his beni biraz huzursuz ediyordu. Tek tük karavanlar ve tanımlayamadığım karakterler bu izole konuma yerleşmişti. Bu hayalet kasabayı geçtikten sonra nihayet vardık, Salton Denizi’nin hemen doğusu: Salvation Mountain’e! Çölün kalbinde canlı bir tapınak. Pürüzsüz ve uzun boylu yaratılmış, bu davetkar görsel atmosfer galon galon boya, kerpiç ve saman gibi organik malzemeler kullanılarak Leonard Knight (1931-2014) tarafından 80’lerde kurulmuş bir el emeği oluşumu. Yukarıdan yükselen pembe ve mercan tonları, boyanmış “GOD IS LOVE” ve “LOVE IS UNIVERSAL” yazıları ile tamamen rüya

53 Keşif | Explore

gibi. Keşfetmeye adım attığımız anda, sıcaktan çatlamış boyalı merdivenlerden çıkıp, daha “yükseğe” varıyoruz ve önümüzde uzanan geniş çölün görünümü oluyor. Karşımızda sanki hiç bitmiyormuşçasına var olan tozlu bir ufuk ve 360 derece bir görüntü var. Anıtın tarafında yer alan patikayı takip ederseniz, renkli mağaralara ve boyalı ağaç dallarıyla bezenmiş bir “hayaller ülkesine” yol alıyorsunuz. Kızılderililerin yerleşim yerlerini andıran kulübelerin içine tırmanınca, ziyaretçilerin geride bıraktığı kişisel nesneler ile dekore edilmiş ve korunmuş bir alanla karşılaşıyorsunuz. El boyaması mağaraların içinde, parlak el yazmaları ve asılı polaroid fotoğraflar görüyorsunuz. Geniş ve açık gökyüzünün hemen altına uzanmış bu renklerin kontrastı, beni tamamen suskun bırakıyor. Organik mavi olan arka plan, tuval değerinde bir görsel

oluşturuyor. Salvation Mountain’de kullanılan her bir renk o kadar ilham verici ki; hayatımı yeniden kucaklama arzusu ile ayrılıyorum buradan. Burası insanı saatlerce hipnotize edebilecek güçte olsa da; vücudum güneşle yeniden uyanıyor ve yönünü arabaya doğru çeviriyor. Dönüş yolunda, Salton Denizi’ni hızla geçerken, şu an yaşadıklarımın İstanbul’da geçirdiğim tipik bir günüme göre kafamda ne kadar kontrast bir görüntü oluşturduğunu düşünüyorum. Çölün verdiği his hiçbir yerde ve hiçbir şeyde yok. Çölün dingin halini, İstanbul’da aynı hissi verecek tek bir yele kıyaslayamıyorum. Yine de çölün bu sakinliğine karşın; kaotik bir şehrin ortasında hayat sürmek de garip bir şekilde rahatlatıcı olabiliyor. Bu geçirdiğim yolculukta, yeryüzünün büyüleyici güzellikleri hayatımın anlamını en saf ve en huzurlu haliyle algılamamı sağlıyor. ■

54


. Iki Kutbun Arasında

//Between The Poles

Yazı // Article Deniz Özdağ Fotoğraf // Photography Türker Akman Fransa’nın kuzeybatısında Bretanya adında az bilinen bir bölge yer alır. Henüz bu bölgeye gitmemiş olsam da, ayak bastığımda yapacağım ilk şeyi biliyorum: Birbirine mıknatısın kutupları kadar uzak iki tadı; şeker ve deniz tuzunu ustaca bir araya getiren tatlı ustasının topraklarında tuzlu karamelli her şeyin tadına bakmak. Fransız mutfağının gastronominin temel taşlarını oluşturduğu kesin; övülecek çok şey var ama pastacı olduğumdan mıdır bilinmez “tuzlu karamel” benim için çok farklı bir yerde. Önce tuzlu tereyağını yaratan Bretonlar, işi bir adım ileri götürerek böylesine iki baskın tadı ortada buluşturdular. Birisi nerdeyse tüm pişen yemeklerin vazgeçilmezi, diğeri ise pastacılık dünyasının olmazsa olmazı bir malzeme. Aynı tavada kavuştuklarında ortaya çıkan kontrast ise tahmin edilemeyecek güzellikte. Kelt köklerinin etkileri hem konuştukları dile, hem lezzetlerine yansımış sanırım Bretonların. Müziklerinde kullandıkları enstrümanlar ilk dinleyişte uzak bir diyardan, şarkıların dilleri farklı bir zaman dilimindenmiş gibi gelir. Keltlerin tarihi hikayeleri farklı bir evrende, şimdiki zamanda bile devam ediyor gibidir. O evrende kulağa masalsı gelen dilleri ile şiirler yazadururken, bizim boyutumuzda da iki uzak tadı birleştirip harikalar yaratıyorlar. Ben de mutfağımda bu tuzlu karameli yaparken, onlarla aramdaki mesafeleri kısaltıyorum.

Yapılışı // Recipe - Öncelikle tart hamurunu hazırlamanız gerekiyor. Geniş bir kabın içinde un ve tereyağını parmak uçlarınızla kırıntı haline getirin. Ardından pudra şekeri ve yumurta sarılarını da ekleyip fazla yoğurmadan hamuru toparlayın. Streç filme sarıp en az 30 dakika buzdolabında bekletin.

i Summary: In the northwest edge of France, there’s a space of land that’s known as Brittany. Even though I haven’t visited this place yet per say, I know exactly what I’m going to do when the time comes; located the one thing that brings two polar opposite flavors together; sample all the salted caramel desserts that I can find to taste the skillful blend of sugar and sea salt in the land that it’s known for. It’s certain that the French kitchen founded the basics of gastronomy; there are many things they can take pride in but this concept of “salted caramel” holds a different place for me. This may be possibly due to the fact that I’m a baker. With influence from its Celtic roots along with the language, it’s clear that the tastes of the Breton have also been affected. The instruments used in their music assume to be from a far-flung land at first and the language will seem like it’s from another time. The Celtic ancient stories are from another universe, and seems to have stayed that way even now. While they’re preoccupied with writing poems in their whimsical language and creating something as wonderfully simple as blending two flavors in their universe, you can find me in my kitchen recreating the salted caramel treat, closing the distant gap between us.

55 Keşif | Explore

- Hamuru dinlendirdikten sonra bir merdane yardımıyla yaklaşık 1 cm kalınlığında açın ve pişireceğiniz tart kalıbına hamuru döşeyin. Tabanına çatalla delikler açtıktan sonra üzerine bir yağlı kağıt yerleştirin. Kağıdın üzerine kuru nohut gibi bir ağırlık dökün.

Tuzlu Karamelli Tart // Salted Caramel Tart

- Önceden ısıtılmış 180 C fırında yaklaşık 8-10 dakika tartın kenarları hafifçe renk alana dek pişirin. Sonrasında üzerindeki ağırlıkları ve kağıdı alarak tabana da renk vermek için 5-6 dakika daha pişirin ve soğumaya bırakın.

Tart hamuru // Tart Dough 225 gr un // 225 gr flour 110 gr soğuk tereyağı // 110 gr cold butter 130 gr pudra şekeri // 130 gr powdered sugar 4 yumurta sarısı // 4 egg yolks

- Sıra karamel sosu hazırlamada. Geniş bir tencereye şekeri dökün ve orta ateşin üzerine alın. Tahta bir kaşıkla yavaşça karıştırarak şekeri eritin. Koyu bir bal rengi alana kadar karıştırın ve ateşten alıp yavaşça kremayı ilave edin ve bir yandan da hızlıca çırpın. Karamel çok sıcak olduğundan bu aşamada kremanın ılık olması önemli. Ardından tereyağı, vanilya özütü ve tuzu da ilave edip homojen bir karışım olmasını sağlayın. Eğer arada şeker kristalleri kaldıysa sosu süzebilirsiniz.

Çikolata dolgusu // Chocolate Ganache 120 ml krema // 120 ml heavy cream 150 gr bitter çikolata // 150 gr bittersweet chocolate

- Tart hamurunun tabanına karamel sosu dökün ve soğuduktan sonra buzdolabında 2-3 saat beklemeye alın.

Tuzlu karamel sos // Salted Caramel 200 gr şeker // 200 gr sugar 90 gr tereyağı // 90 gr butter 120 ml krema (ılıtılmış) // 120 ml warm heavy cream 1 çay kaşığı vanilya özütü // 1 teaspoon vanilla extract 2-3 çay kaşığı deniz tuzu // 2-3 teaspoon sea salt

- Çikolatalı ganaj için ise kremayı orta ateşte kaynama noktasına getirin. Kaynamadan hemen önce ateşten alarak içine bitter çikolataları atıp pürüzsüz hale gelene kadar karıştırın. Ganaj soğuduktan sonra buzdolabındaki tartı çıkarın ve ikinci kat olarak karamelin üzerine ganajı dökün. - 1-2 saat daha buzdolabında beklettikten sonra tart servise hazır demektir. Tatmadan önce kontrastı arttırmak için üzerine biraz deniz tuzu serpebilirsiniz.

- For the tart dough by hand, stir together the flour and butter in a large bowl. Cut the butter into the flour mixture until the texture resembles coarse cornmeal. Add the egg yolks and powdered sugar until the dough pulls together. Wrap in a cling film, and refrigerate about 30 minutes. - Roll out the dough with a rolling pin until the dough is about 1 cm thick and place it inside the tart pan. Prick the dough with a fork and place a parchment paper over the dough. On the top of paper, be sure to put something heavy; such as chickpeas. - Bake for 8-10 minutes in preheated 180 C oven. Remove the weights and the parchment paper. Return to oven for another 5-6 minutes. Allow to cool before removing from the tart pan. - For the caramel; place the sugar and water in a medium saucepan over medium heat, and cook with stirring with a wooden spoon until sugar dissolves and gets a caramel color. Remove the pan from the heat, add the cream and stir constantly. Add butter, vanilla extract and salt. Stir well until smooth. - Pour caramel over the chocolate crust. Let the caramel cool, and refrigerate for about 2-3 hours. - For the chocolate ganache; heat the cream in a small saucepan over medium heat. When the cream just begins to boil at the edges, remove from heat and pour over the chocolate. Then stir until smooth. Allow to cool for a while. Pour the cool chocolate ganache over the caramel. - Refrigerate for another 1-2 hours before serving. Sprinkle with sea salt flakes and serve. ■

56


Uzun Yol İçecekleri

Greyfurtlu Yuzu Shiso* Şurubu Grapefruit Yuzu Shiso Shrub

Drinks That Go the Long Way

* “Yuzu” Japonya’da yetişen bir turunçgildir. “Shiso” ise Vietnam, Japonya ve Kore’de yetişen yeşil bir bitkidir. Bunlara alternatif olarak yuzu yerine “elma sirkesi” ve shiso içinse “taze nane, tarçın” şurubu kullanılabilir.

Tarifler // Recipes Jill Donenfeld Çizimler // Illustrations Sarah Majury

Malzemeler // Ingredients - 1 ölçek shiso veya “taze nane, tarçın” şurubu (tarifi aşağıda) // 1 oz. shiso syrup (see below) - 1 ölçek limon suyu // 1 oz. lemon juice - 2 ölçek greyfurt sirkesi (tarifi yanda) // 2 oz. grapefruit yuzu vinegar (see right column) - Limon aromalı maden suyu // lemon seltzer water - Shiso veya nane yaprakları // shiso leaves

İçecek menünüzden uzakta, buz gibi bir içecek hayaliyle yollarda kavrulmak oldukça zordur. Yanınızda hali hazırda bulunan bir içecek ise adeta bir piyango bileti gibidir. Demlendirilmiş, yumuşatılmış, mayalanmış ve dinlendirilmiş bir içecek ile uzaklara yol almak böylece keyifli bir hale gelir. Ev yapımı şuruplar seyahati ciddiye alır. Tüm içerikleri, özümseyerek içeceğin değerini arttırması için görevlendirir. 15.Yüzyıl İngiltere’sinde “içilebilen sirke” olarak da bilinen şuruplar oldukça popüler bir “meyve saklama” tekniğidir. Yanda gördüğünüz teknik şeker, asit ve meyve içeren farklı bir kombinasyona da uygulanabilir. İsterseniz bir yürüyüşe çıkın, isterseniz sahilde bir pikniğe hazırlanın.. İster uzun bir araba yolculuğu olsun, ister kısa bir bisiklet rotası... Ya da soğutucu bir kaba koyup, arabanıza atlatıp arkadaşınızın evinin yolunu tutun. Her şekilde bu içecekler, siz hazır olduğunuzda hazır olacaklar.

i

Greyfurt Sirkesi // Grapefruit Yuzu Vinegar - 4 greyfurt, soyulmuş ve küp küp doğranmış // 4 grapefruits, peeled and cubed - 1 su bardağı elma sirkesi // 4 cups yuzu vinegar Yapılışı // Directions Kapalı bir kapta greyfurt ve elma sirkesini en az bir hafta bekleterek demlendirin. Bir haftanın sonunda süzerek ayrı bir kaba aktarın. // Combine grapefruit and vinegar in a container and let infuse for at least one week. Strain the mixture, reserving the liquid. ■

Yapılışı // Directions Bardağı bol buzla doldurun. İçine süzdüğünüz shiso veya “taze nane, tarçın şurubunu”, limon suyunu ve greyfurt sirkesini koyun. Üstünü limon aromalı soda ile doldurun. Nane yaprakları ile süsleyin. // Fill tall glass with ice. Pour in shiso syrup, lemon juice, and grapefruit vinegar. Top off with lemon seltzer water. Garnish with shiso leaves. Taze Nane ve Tarçın Şurubu // Shiso Syrup - 10 adet çubuk tarçın // - 10 yaprak nane // 10 shiso leaves - 3 su bardağı şeker // 3 cups turbinado sugar - 3 su bardağı su // 3 cups water Yapılışı // Directions Küçük bir tenceredeki suda naneleri yaklaşık 5 dk. pişirin. Şekeri ekleyin ve iyice eriyene kadar karıştırın. Üzerine, kırarak çubuk tarçınları ekleyin. Kısık ateşte 5 dk. daha kaynatın ve soğumaya alın. Soğuduktan sonra ağzı kapalı bir şekilde buzdolabında saklayın. // In a small saucepan, boil shiso leaves with three cups water for five minutes. Add sugar and stir until dissolved. Reduce heat to simmer and keep on heat for five more minutes. Let cool and store in the refrigerator.

ENG: There’s nothing worse than being parched on the road, craving a cool elixir while far from your bar rack or a cocktail menu. A drink that will travel well with you is a lottery ticket. A drink that gets better after steeping, macerating, brewing, and resting; the drink that’s better after it’s gone the distance, that’s a winner. Shrubs (the drink, not the small bush) take travel seriously. They employ ingredients and techniques that by their nature will enhance your beverage the longer they wait to be imbibed. Known as “drinking vinegars”, shrubs were popular in 15th century England as a way to preserve fruit. There are a few ways to make them; below are two variations. And, these techniques can be applied to any combination that includes sugar, acid, and fruit. So, take a hike or go on a picnic along the coast. Take a drive or a bike ride. Or even pack them in a cooler in the car and drive straight to your friend’s house after a long day. These drinks will be ready when you are.

57 Keşif | Explore

- www.jilldonenfeld.com - www.sarahmajury.co.uk -

58


Okan Kızılbayır

Evinden Uzakta, Daima Mutfakta

Away from Home, Always in the Kitchen Röportaj // Interview Deniz Yılmaz Akman Fotoğraf // Photograph Xochitl Mendoza

Biraz kendinden bahseder misin? 1982 İstanbul doğumluyum. Üniversite döneminde kendimi dede mesleği olan aşçılığa yönelttim. MSA’yı (Mutfak Sanatları Akademisi) bitirdikten sonra bir süre İstanbul’da çalıştım fakat tutkumu dindiremedim. Daha fazlasını istiyordum ve 2006’da Chef Eric Ripert’ın Washington DC’deki restoranında işe başladım. Şimdi ise kendisinin Cayman Adaları’nda bulunan deniz ürünü restoranında “sous chef ” (yardımcı şef) olarak çalışıyorum. Ne zamandan beri Cayman Adaları’nda yaşıyorsun? Oraya yerleşme kararını nasıl aldın? Adaya 2008’in sonunda geldim. Ondan önce Washington DC’de “Westend Bistro by Eric Ripert”in açılış takımındaydım. Le Bernardin’deki neredeyse bütün rütbelileri Şef Ripert DC’ye getirmişti. İlk 3 hafta tam bir kabustu; uyku yok, arada bir mutfaktan atılıyorum… Çok baskı vardı “chef de cuisine” ve “sous cheflerin” üstünde. Düşünün ki, her sene New York Times’tan 4 yıldız alan ve 3 Michelin yıldızı bulunan bir şef bistro açıyor. Bunun vermiş olduğu bir sorumluluk vardı üzerimde. Bir süre sonra adam gibi iletişim kurmaya başladım şeflerle, o kadar kültür şokundan sonra bir şeyler yapabileceğimi gösterdim. Sonuçta deli gibi pişirmek istiyordum. Sonra öğrendim ki Ripert’ın bir restoranı daha var Cayman Adalar’ında; Le Bernardin’in kardeşi dediler. Şefler tarafından buraya ışınlandım.

Cayman Adaları’nda bir Türk şef: Okan Kızılbayır. Kendisi kilometrelerce uzakta, ünlü şef Eric Ripert’ın “fine dining” restoranında MSA’dan bu yana tüm öğrendiklerini hayata geçiriyor. Farklı bir kıtaya taşınmasıyla beraber edindiği yeni deneyimleri de mutfağına katan Okan’ı dinlerken, yemek yapmanın tam bir “tutku” işi olduğunu bir kez daha anlıyorum ve asıl sözü ona bırakıyorum.

i Summary: Okan Kızılbayır has graduated from Turkey’s leading culinary Academy (MSA) and now works at the famous chef Eric Ripert’s fine dining restaurant in Cayman Islands, thousands of miles away from home. When I asked him how he brings Turkish and Cayman influences together in a seafood-based menu, he simply said; “stuffed mussels”. Changing countries and better yet continents pushed his career to a new level along with his cooking technique. He creates wonders in a high energy, fast paced kitchen and never misses a beat.

59 İnsan | People

Bu “uzak” serüvende MSA’nın sana kattıkları nelerdi? Ben profesyonel programın ilk öğrencilerindenim. Okulun bu işi çok ciddiye aldığı o zamanlardan da belliydi. Bu sene dünyanın en iyi şeflerinden “Roca Kardeşleri” okulda ağırladılar. İnanılmaz bir olay, keşke ben de orada olabilseydim dedim. İşte bu ciddiyeti verdiler bana. Eğitim aldığım şefler de en iyileriydi. Bana gastronomi dünyasının kapılarını açtılar. Ayrıca staj imkanları da çok genişti. Bir aşçı için Cayman Adaları’nın sundukları nasıl? Yaratıcılığını ne şekilde tetikliyor?

Adada 60 bine yakın insan yaşıyor ve neredeyse yarısı adalı değil. Dünyanın her yerinden insan var. Peru, Nepal, Meksika, Fransa, Avusturya, Güney Kore, Filipinler, Kanada, Amerika ve biz (eşim Aslı ve minik Ada). Hal böyle olunca; bizim mutfakta nasıl tiplerin bir arada olduğunu hayal edebilirsin. Sadece yemek konuşan, boğazına düşkün, hevesli, arada sinirli ama saygılı. Yaratıcılık da bence böyle ortaya çıkıyor.

“MSA’da eğitim aldığım şefler de en iyileriydi. Bana gastronomi dünyasının kapılarını açtılar. Ayrıca staj imkanları da çok iyiydi.”

ve en önemlisi pişirmeyi öğrenmek, yemeğe nefes aldırmayı bilmek. Ben hep bunun peşindeyim. Mutfak aslında her yerde aynı ama mutfağa ruhu veren oradan çıkanlar ve içinde bulunanlar. Buradan oralara taşıdığın, Türk Mutfağı’nı bilmeyenlere anlatmaya çalıştığın tarifler oldu mu? Oldu, lahmacun! Şaka bir yana, daha önceden de bahsettiğim üzere Blue bir deniz mahsulleri restoranı ve Fransız pişirme teknikleri kullanılmakta. Türkiye’de hakim olan deniz mahsulleri yemekleri pişirme metotlarını Blue’ya uygulamak biraz zor tabii ki fakat balıkların yanına yardımcı olacak “garnish” seçeneklerini düşündüğümüzde kesinlikle zeytinyağlılarımızla mükemmel uyum sağlıyor. Menümüzde bulunan anne usulü zeytinyağlı enginar ve de pişirme suyu ile yaptığım sos halen müşterilerin damağında. Bunu “poach” edilmiş “Halibut” ile servis etmiştik. Bir süre de piyaz ile “cobia” balığı sunmuştuk. Bunların dışında, mutfaktaki diğer şefler ile çok iyi bir kültür alışverişimiz var. Bunların çoğunu menüye uygulayamadığımızdan cumartesi geceleri kendimizce ve kültürümüze ait yemekler pişirip, yeriz. Haftanın en güzel zamanıdır.

Ön planda olan tatlar neler peki? Deniz ürünleri çok büyük bir nimet burada. Conch, spiny lobster, snapper, tuna, wahoo, ocean-yellowtail ve dahası var. Biz de deniz ürünleriyle öne çıktığımız için bu canlılar bizim için çok değerli. 8-10 tane ayrı balıkçıyla irtibattayım her gün. Bazen 100 kişi oluyor mesela rezervasyonda. Restoran saat 6’da açılıyor ve 5’te balık geliyor. Apar topar, mutfak takımının yarısı balık temizlemeye ve porsiyonlamaya koyuluyor. Bu durum hem gerilim, hem eğlence yaratıyor. Uzak kıtalarda yaşamını devam ettirecek misin? Yoksa bir gün dönüp, orada öğrenBlue by Eric Ripert restoranındaki çalışma diklerini buraya aktarmayı düşünüyor mudeneyimini analatabilir misin? sun? İşin özeti; koltuk altıma 2 tane Fergus Hen- Şimdilik buralardayım gibi gözüküyor. Çaderson kitabı sıkıştırıp beni adaya postaladı- lıştığım yerde mutluyum. Fakat bir yandan lar. DC’deki şefim tarafından önerilmiştim. da oturup fikir geliştirdiğim ortamım var, Blue’ya ilk geldiğimde sakin ve yardımsever fikirler gelip gidiyor. Anavatana dönmek bir hava hakimdi buraya. Hiç alışmamışım her zaman aklımın bir köşesinde. Türkiye’de tabii, rekabeti canlandırmak gerekiyordu bu- paylaşmak istediğim çok şey var. Doğallık rada. Onu da başardık birkaç ay içinde benle var mesela; doğadan gelene saygı göstermeyi beraber gelen 2 Türk arkadaşla. paylaşmak isterim. Fakat biraz daha zaman gerekli gibi geliyor. Burası lokal deniz ürünlerinin yanı sıra; farklı çeşitte deniz ürünlerinin de sunulduğu bir Tadım menülerindeki tat, renk, yanına ge“fine-dining” restoran. Felsefesi, balık taba- len içki, görsel uyum ve hatta koku hepsi ğın yıldızıdır ve kullandığımız “garnish” ve bir bütün. Peki o tadı farklı kılan şey sence soslar hiçbir zaman deniz ürününün önüne nedir? geçmez. Bence çok fazla unsur var mükemmel bir uyum için. En önemlileri mutfağın uyumu, Ben sırasıyla mutfaktaki birçok bölümde bu- işleyişin ahengi, takım oyunu ve tabii ki tat. lundum. Bir süre “saucier” olarak çalıştım. Şöyle düşünelim; menüye bir yemek koyduk. Eğer yetişmek istiyorsan mutfakta bütün bu Şef olarak sosunu ben hazırladım, balığı ben yolculuğu yapman gerekir, kural budur ve pişirdim, sunumu yaptım ve “sommelier” eşhiyerarşi de böyle ilerler. Eğer saucier isen leşeceğini düşündüğü şarapları sundu. Yedik bir nevi kralsın. Günde 23-24 sosu taze taze beğendik. Elemanlara nasıl olacağını gösterpişirirsin, tadına bakarsın, paylaşırsın. İşte dik. Şöyle bir durum var; serviste ben sadece ben bu noktada 3 sene kaldıktan sonra “Sous kontrol aşamasındayım. Artık balığı ben piChef ”liğe yükseldim ve “chef de cuisine”den şirmiyorum, sosu ben yapmıyorum. İşte bu (yani mutfak şefi) bir önce gelen bu pozis- noktada takımın önemi ortaya çıkıyor. Asyonda 2,5 senedir bulunuyorum. lında bütün olan biten tava sallayanlardadır. Orada uyum yoksa tadı farklı kılamazsın. Burada olmanın en güzel yanı ise; her sene Ocak ayında yapılan ve Ripert tarafından or- Masaya Cayman Adalı ve Türkiye’den gelganize edilen “Cayman Cookout” yemek fes- miş bir müşteri otursa… Doğaçlama bir tivali. 4 günlük bu yemek festivaline her sene seyler yapman gerekse… Onları hangi nokfarklı şefler misafir oluyor ve Blue’da gerçek- tada buluştururdun? leştirilen gala yemeği ile sona eriyor. Midye dolma! Sanırım en güzel ortak nokta. Bir Türk zaten “hayır” demez, adalı biri ise Bir kıtadan diğerine geçtiğinde mutfağa “jerk mussels” deyip farklı olmuş der (Jerk bakış açın nasıl etkileniyor? baharatlandırmasını tavuklarda çok sık kulEn güzel şeylerden biri kıta ya da ülke değiş- lanıyorlar. Bizim midye dolmasındaki bahatirmek, farklı malzemeler tatmak, farklı pişir- ratlarla neredeyse aynı). ■ me sistemleri görmek, farklı şeflerle çalışmak

www.msa.com.tr facebook.com/mutfaksanatlariakademisi instagram.com/msaistanbul

60


Bu Bir Mimarlık Yazısı Değildir This is Not a Piece on Architecture Yazı // Article Çağla Gillis

i Summary: It all started when I moved to Minnesota at the beginning of May. In order to adjust to a new city and culture, I did the best thing I could think of; I prepared long, continuing lists. There was a notorious architect known in the Midwest and I couldn’t not put his sites on the list. I’m talking about Frank Lloyd Wright (FLW). You’ll recognize him for the Guggenheim located in New York and his other awe inspiring work, the Fallingwater House. I didn’t meet anyone in America that hadn’t heard of him. Whether they were studying architecture or not, everyone had a Frank and Prairie style of structure in mind. Ok, then what was it that made him stand out from the rest? A certain asymmetric architectural design and heavy horizontal lines. His career kicked off in 1889 when he designed his first house in Illinois Oak Park. It began to peak when he carried it over to create a series called “Prairie Houses”. In search of typical American architecture, FLW finally found what he was looking for, with “Prairie Houses”. This way, he paved the way towards a whole new style within architecture. Not only did FLW design houses but he also put his own touch on the furniture, textiles, and rugs, down to the smallest details. This is probably why this style has grown into somewhat of a cult.

M

ayısın başında Minnesota’ya taşınmamla başladı her şey. Yeni bir şehre, kültüre alışma süreçlerinde size en iyi gelecek şeylerden birini yaptım ben de; sayfalarca sürüp giden listeler hazırladım. Duvarlar, restoranlar, coffee shoplar, konserler, müzeler, kütüphaneler tabii bir de binalar bu listemdeydi. Midwest’e mal olmuş öyle bir mimar var ki onun yapılarını listeye koymamak olmazdı; Frank Lloyd Wright (FLW). İsmini duymamış olsanız bile onu muhakkak New York’taki Guggenheim Müzesi’nden ve ağızları açık bırakan Fallingwater House’dan hatırlayacaksınız. İşte dergi kapaklarını süsleyen, bir sürü yapıya referans olan bu iki yapının mimarıdır Lloyd ve çok ilginçtir ki Amerika’da henüz onu tanımayan kimseyle tanışmadım. Mimarlık okuyanı/okumayanı hiç fark etmiyor, herkesin dilinde Frank ve Prairie stili evleri var. Karşılaştırmalardan hoşlanan biri olarak Türkiye ile burası arasındaki farka da değinmem gerekir. Zaten beni bu yazıyı yazmaya iten en çok da bu farktı. İstanbul’da birinin “Emre Arolat’ın mimarlığını yaptığı Arnavutköy Konutları’nı gör” demişliği yoktur, tabii mimariyle arasında özel bir bağ yoksa. O kadar uçlara gitmeyelim; “Süleymaniye Camii’ni görmelisin” dediğimizde üstüne basa basa “Mimar Sinan’ın yaptığı Süleymaniye’yi gör” demiyoruz.

61 Keşif | Explore

Dürüst olalım. Haliyle bu koca fark beni de düşündürdü: “Nedir bu kadar önemli olan? Ne yapmış da, ismi yapılarının önüne geçmiş?” gibilerinden... Araştırmalara başladığım sırada öğreniyorum ki yaşadığım eyalet Minnesota’da toplam 12 yapısı var. Bir klinik ve bir benzin istasyonunu saymazsak diğerlerinin hepsi özel mülk. Girip içini gezemiyorsunuz, garaj kapısını ya da evin arka bahçesine uzaktan bakıp usul usul ayrılıyorsunuz oradan. Böyle bir mimarın yapısı da haliyle sıkı güvenlik ekipmanlarıyla korunuyor. Fotoğraf çekmeye bile çekiniyorsunuz. Kendisi ve onun stili hakkında ön okumalar yapmadan gitseniz bile; yapılarında dikkatinizi çekecek ilk şey doğayla bütünleşmiş olması. Bulunduğu yerde bukalemuna dönüşüyor adeta, görünmez oluyor. Dikkatinizi çekecek bir diğer detay da, FLW’a verilen değerle ilgili; yapılarının hala ilk günkü gibi korunması. O denli sağlam duruyorlar ki sanki yeni yapılmış gibiler. Hal böyleyken Türkiye ile bir karşılaştırma daha yapmak istemiyorum çünkü biliyorum nereye gidecek, üzüleceğim.

Peki neydi O’nu farklı kılan? Kuşkusuz asimetrik mimari tasarımı ve horizontal çizgilere verdiği ağırlıktı. Tabii bir de 1889’da Illinois Oak Park’taki kendi evinin tasarımı ile başlayan kariyerini “Prairie Houses” serisi ile alıp zirveye taşıması. Roma ve Yunan örneklerinden kaçınıp orijinal Amerikan mimarisi arayışlarında olan FLW sonunda aradığı şeyi “Prairie Houses” ile bulmuştu, bırakmayacaktı, bu stilin içini iyice dolduracaktı. İngilizce’de “çayır, bozkır” anlamına gelen Prairie taşıdığı anlamın hakkını veriyor. Düz yüzeyleri, yatık hatları, geniş saçakları, gizli bahçeleri, içinde ne türlü keyiflerin yapılacağı kestirilemeyen terası olan bu konforlu evler mimaride resmen yeni bir dilin doğmasına neden olmuştu. 1901’de “Ladies Home Journal”da tanıtılan bu projenin ilki ise Illinois Highland Park’ta inşa ettiği “Willits House”du ama Prairie denilince akla ilk “Robie House” gelir. Bence bir başyapıttır o. Frank’i farklı kılan diğer şeylerden biri de evi inşa edip, öylece çekip gitmemesiydi. Evin inşasından sonra evin mobilyalarına, kumaşlarına, halılarına, minicik

aksesuarlarına kadar her şeyi yine o tasarlıyordu. Bu stilin bir kült haline gelmesi de bu yüzdendir herhalde. Bir gün yolunuz Chicago’ya düşerse bu Prairie stili evlerinden sıkça göreceksiniz. Hayatına, mimarisine, eğitimine kadar her şeyi öğreneceğiniz dört saatlik Frank Iloyd Wright özel turları bile var. Minnesota’daki gibi özel mülk de değiller; bir çoğunun içine girip gezebilir, yapının ayrıntılarında boğulabilirsiniz. Midwestliler’in alıp başının üstüne koyduğu, övündüğü Prairie stili üstüne söylenecek daha çok şey var. Mimariyle ve kendisiyle yakından ilgilenen arkadaşlar varsa onun pek entrikalı, ölümlü, yangınlı bazen yapılarının önüne bile geçen özel hayatını da araştırsın derim. Sonuçta bir mimarın yapıları analiz edilecekse, bu yapıları mimarından bağımsız düşünmek olmaz. Bunun için en iyi kaynaklardan biri T. Coraghessan Boyle’ın 2009’da Wright’ın üç karısı ve Cheney’in hikayesini kaleme aldığı “The Women” isimli kitabıdır. Bir diğeri de Ayn Rand’ın, Frank’in hayatından ilham alıp yazdığı “The Fountainhead”dir. ■

62


The Flâneuse photo essay

I R E M ÇA K I R Yazı // Words Sevgin Cumalı

Eğer “kaçmak özgürlüktür” cümlesi literatüre geçmediyse, benim adımla anılsın isterim. Uzak ya da yakın. Mesafeler, senin onlara atfettiklerinle ölçülürken, attığın adımların ne önemi var. Dün de göreceli bir yarındı; bugün de sallantıdaki bir anı. Ben, sadece hissettiklerimden eminim. Dalgaların sesini duyamasam da, esen rüzgarın yüzüme çarpan serinliğini benden alamadığınız sürece kaçmaya devam edeceğim. Durmak ya da devam etmek. İnsan kendi iç dünyasını ararken, süregelen bir sükunet bırakıyor ardında. Ne olur bana gücenmeyin. Ayaklarım dermansız bir gezgine aitken, dilimden dökülecek kelimeleri kulaklarınıza lütfedemeyeceğim. *Flauneuse: Şehrin sokaklarında herhangi bir yere varma amacı olmaksızın gezinme.

ENG: If the phrase “an escape is freedom” didn’t pre-exist in literature, I would have wanted to be the one to coin it.

Far away or close up. If distances are measured with what you make of them, does it matter what steps you took? Yesterday lay relative to tomorrow; today is an unstable moment. I can only be sure of what I feel. Even if I can’t hear the sound of the waves, I’m going to continue chasing that escape as long as you don’t take away that feeling of the cool breeze on my face. To stop or to continue... When a person is searching their inner world, they often come across a sense of calm from time to time. Please don’t take offense to this. My feet are used to exhaustion and I cannot apologize for the words that will spill from my mouth. ■

63 Photo Essay

64


SKATEISTAN

Uzak Düşleri Yakın Eden Organizasyon The Organization That Fetches Distant Dreams Yazı // Article Zeynep Dinç Fotoğraf // Photography Skateistan* Bir ülke varmış. Adı Afganistan’mış. Bu ülkenin çocuklarının çok güzel düşleri varmış. Ama bu düşler, yasakmış. O yüzden de uzakmış... “Uzak” neymiş? Elinin, gücünün, hükmünün yetmediğiymiş; ihtimali az olanmış. Peki ya “düş”? O da rüyaymış, hayalmiş, umutmuş; bazen imkansız olabileceği bilinse de gerçekleşmesi istenenmiş. Bir gün bu ülkeye yürekli insanlar gelmiş. Yanlarında 4 tekerlekli tahtalar getirmiş. Sonra ne mi olmuş? Afganistan, “Skateistan” olmuş. Bir düşün önündeki “uzak”, “yakın” olmuş...

i Summary: Skateistan: Originated in Afghanistan, a distant country with no expectations, this nonprofit organization was formed with an international civil society bringing distant dreams to children in order to make the impossible, possible. With a blend of different roots and socioeconomic statuses, these children and young adults share a life over skateboarding. In a country where bikeriding is forbidden for young girls, skateboarding - 4 wheels under a board, presents an uplifting future for the dreams of these young individuals.

Geçtiğimiz ağustos ayında sosyal medyada Birleşmiş Milletler Dünya İnsanlık Günü’ne ithafen #ShareHumanity etiketiyle pek çok paylaşım yapıldı. Bunların bir kısmı, Skateistan’a ait rengarenk yeni fotoğraflardı. Sosyal medyanın gücüyle pek çok kişiye ulaştı. Benim Skateistan ile tanışmam ise 2010 yapımı “Skateistan: To Live & Skate Kabul” belgeseli sayesinde oldu. Bu projenin Afganistan’da imkansızın karşısında duruşuna, o gri sokaklara renk katışına hayranlık duydum. Mayıs 2007’de Kabil’de kurulan, şimdilerde merkezi Berlin’e taşınmış olan, uluslarası bir sivil toplum kuruluşu ve kar amacı gütmeyen bir organizasyon Skateistan. Farklı etnik köken ve sosyoekonomik statüdeki çocukları ve gençleri (5 - 18 yaş grubu) hiçbir karşılık beklemeden kaykay sporu ile hayata ve dünyaya kazandırıyor. Projenin fikir babası, kurucusu, yöneticisi, baş eğitmeni, nefesi, yüreği, her şeyi, Avustralyalı Oliver Percovich. Hikaye, Oliver’ın 2007 yılında yanına aldığı 3 adet kaykay ile Kabil’e gidip özellikle yaşamın saha dışına itilmiş kız çocukları ve küçük yaşta sokakta çalışmak zorunda olan çocuklarla kaykay yapma tecrübesiyle başlıyor. Bu deneyimin, uzak ülke çocuklarının yaşamlarına olumlu etkisini görmek, bir sivil toplum örgütü haline gelme fikrini de beraberinde getiriyor. Gönüllü destekçiler, uluslararası bağışlar, medya desteği, sosyal medyanın gücü ve spor

camiasından ortaklıklarla da 2009’da resmi bir NGO haline dönüşüyor. Eğitim ve rehabilitasyon başarısı o kadar büyük ki sırasıyla 2011’de Kamboçya’da, 2014’te de Güney Afrika’da kuruluyor. Ve yıl 2015... Her hafta 1200’ün üzerinde çocuk Skateistan programlarına katılıyor. Sadece bu ülkelerde sporla çocukları buluşturmaktan ibaret değil Skateistan. Çok daha özel, çok daha anlamlı... Afganistan’da kız çocuklarının sokakta bisiklete binmesi bile yasak. Bu ülkede Taliban rejimi gerçeği var. Peki ya kurallarda bir boşluk yakalanmışsa? “Kaykay” kelimesi yasaklarda geçmiyorsa... “Kaykay” bilinmediği için bir spor aktivitesi olarak sayılmamışsa? O halde Taliban gölgesinde kaykayı çocuklara, umuda, hayallere ve geleceğe kalkan yapmaya bir engel yok. İşte “uzak”ı yakın eden, bu yaratıcı düşünce, bu keşif. Ve bugün... Afganistan’da en yaygın “kız sporu”: Kaykay! Afganistan’daki kaykaycıların %40’ı kız. Bu inanılmaz bir oran. Çünkü dünyanın geri kalanında bu oran yalnızca %5. Bu başarı Skateistan’ın... Skateistan kızlarından Hanifa “kaykay yapmak uçmak gibi” diyor. Özgürlüğü hissetmek... Özgür doğan ama zincirler arasında sıkışıp kaldığını düşünen bu ülke çocuklarının düşü; zincirleri kırmak... Fakirliğin, dışlanmışlığın, umutsuzluğun, uzak düşlerin çemberinden kurtulmak... Azim, inanç, cesaret hepsinde fazlasıyla var. Uçmaya bu kadar hazırken, 4 tekerlek ve bir tahta neden kanat olmasın? Skateistan, hem bu kanadı sağlıyor hem de bu kanadı temel eğitim için bir araç olarak kullanıyor. Nasıl mı? Liderlik ve yaratıcılık eğitimleri veriyor. Dil ve iletişim becerilerini geliştiriyor. Takım çalışmasını öğretiyor. Bizim kültürümüzdeki “köy enstitüsü” modeli gibi çocukların kendi kaykay parklarını inşa etmelerini sağlıyor. Bu sporu öğrenenin arkadaşına öğretmesine ön ayak olup

özgüven aşılıyor, rol modeller yaratıyor. Hatta okulunu bırakmak zorunda kalmış çocukları tekrar okula döndürüyor, ailelerini ikna ediyor. Kar topu etkisiyle bir yenisini doğuran yaratıcı fikirler sayesinde daha büyük, daha güçlü bir “kaykay cumhuriyeti” yaratıyor. Bu cumhuriyetin çocukları daha özgür daha özgüvenli; yüzlerinde gülümseme, gözlerinde yeni bir ışık... Artık uzaklara bakıp dalıp gitmiyor bu çocuklar, kaykayları ile umutlarına uçuyorlar. Afgan çocuklarının dayanıklılığı ve azminden ilham aldığını söyleyen, kaykay ile Afgan kızlarının hayatını değiştiren adam Oliver Percovich, mottosu olarak “tutkunuzu değerlendirin” diyor. Çünkü tutku ile bağlı olduğunuz bir şey varsa onunla ve onun için çok uzaklara gidebilirsiniz... Ve son söz Oliver’da... Ona soruyorum; “Sizler “uzak” ülke çocuklarına çok şeyler öğrettiniz. Peki ya siz onlardan ne öğrendiniz?” Oliver diyor ki: “Özellikle Afganistan’da çocuklardan öğrendiğim şey, arkadaşlığın ve ailenin ne kadar önemli olduğu ve bu önemin ilişkileri ne kadar güçlü kıldığı. Arkadaşlarına çok bağlılar. Öyle ki hiçbir şeyleri olmasa bile ellerindekini arkadaşları ile paylaşıyorlar. Bu güçlü bağlar, birbirlerinin zor zamanlarını aşmalarına yardımcı oluyor. Çok daha fazla parası, imkanı olan toplumlarda, bizler ailelerimize ve arkadaşlarımıza daha az bağlıyız. Zor durumlarda bazen yalnızız. Para, bütün problemleri çözemez, ama görüyorum ki arkadaşlık çözebiliyor.” Son olarak bu yazının hazırlanışında desteğini esirgemeyen projenin kurucusu Oliver Percovich’e ve iletişimden sorumlu Lauren Della Marta’ya teşekkür ediyorum. ■

At the same time, skateboarding as a sport becomes the foundation of learning; not only are there learning programs organized around it but children who left their education are returning to school. As a snowball effect, belief and courage build a “skateboarding revolution” in this remote country. Now, the kids of this country are more free as they are confident; the joy that lives in them brings light to their eyes… They no longer look “ far away” to daydream, as they have their skateboards to take them to their dreams…

65 Yaşam | Life

*Görsel, Skateistan’ın izni ile kullanılmıştır. Image used under permission of Skateistan.

66


Kalben

İnsanın Kalp Haline Dönüşmüş Hali Human State of Heart

Röportaj // Interview Bekir Başar Özer İnsanın içine işleyebilmek artık daha zor. Ne kadar sen olmayı başarabiliyorsan, o kadar görünmez boşluklarda dikilen duvarları yıkabiliyorsun. Müzik ise insana değen nadir olgulardan biri. İnsana ulaştığında, dokunabildiğinde bir yerinden tutmayı becerebiliyorsa başarıyor demektir. İşte tam da bunları düşünürken Kadıköy sokaklarında ilerliyorum. Yeni bir müzisyen var şehirde, şarkıları dilden dile yayılıyor. Kendisiyle ilk defa tanışacağım ama önce konserini dinleyeceğim. Bir cuma günü Kadıköy Yeldeğirmeni’ndeki Köşe’de bir sandalyeye yerleşiyorum. Dışarıda yağmur yağıyor. Herkes oturmuş, O’nu bekliyor. Bir süre sonra kapı açılıyor. Kapıyı gözlüklü esmer bir kız açıp içeriye giriyor, bir anda gözler onu fark ediyor. Kalben geliyor. “Aslında sizin için saçlarımı taramıştım ama yağmurdan yaptıklarım boşa gitti” deyip gülümseyerek ortadaki tek sandalyeye geçiyor. “Mitoz mayoz bölünelim /onlar azalırken biz üreyelim Mitoz mayoz çoğalalım / bir şehrin içinde uzak kalalım Başka kutuplara dönüşelim / birbirimize farklı olup birleşelim” Kalben’in hayatı, evini sırtında taşıyan kaplumbağanın hikayesi gibi. Her biriktirdiğini beraberinde getiren, göçebe başlayan hayatı, deneyimledikleri, öğrendikleri şimdi kalemiyle kitaplarda ve sözleriyle müziğinde yer alıyor. Beni etkileyen şarkıcıları en basit şekilde tanımlamak istesem ağzını açıp sözleri melodiye karıştırdığı zaman seslerinin ilk büyüsüdür derim. İşte Kalben’in şarkıcılığı da böyledir.

Çocukluğun Tatvan, Osmaniye ve Zeytinli Köyü’nde geçmiş. Çocuk Kalben bu değişikliklerle ne yaptı, ne öğrendi? Bir yerde doğup büyüyen, hemşerileri olan insanlara hep özenmişimdir. Zamanla dünyayı doğup büyüdüğü yer kadar zanneden, hayatını bu aidiyetten beslenerek daha köklü ve rahat yaşayan insanlara özenmenin bana bir şey getirmediğini gördüm. Kıskanmanın alemi yok. Birileri yerleşir, birileri dolaşır. Gün gelir, yerleşenler dolaşır, dolaşanlar yerleşir.

Kendi deyimiyle “tek başına şarkı söyleyen iri kız” sizi samimiyetiyle yumuşak kucağına davet ediyor. Ne olduğunu anlamadan önce hipnotize olup kafanızı koyuyorsunuz. Sonra saçlarınızı okşayarak kulağınıza “Hiçbir şey istemedim ne yatak ne oda ne de ev, sen de bırak her şeyi sadece beni sev” diye fısıldıyor en yalın haliyle insanın kalp şekline dönüşmüş hali Kalben...

i Summary: This year, Kalben is a singer-songwriter who’s name has spread like wildfire through the grapevine. Her songs initially got out with the intimate, homestyle performances of “Sofar Sounds” and this peaked interest for the rest of her songs. With her dark chesnut locks, fringe, and big frames, she carries out these “Imperfect Performances” all over the city. Each person that lends an ear is granted permission to take a stroll through Kalben’s heart. This way, listeners grow to know her and love her more as they internalize it all. When someone asks

67 Müzik | Music

who this is, they’ll be surprised to find out that she’s involved in multiple projects, including authoring a children’s book. I grow more fascinated with each enriching detail I learn. I tread through the streets of Kadıköy on a rainy Friday evening. This is the first time I’m about to see her live. When I catch the moment to meet her, I’m honoured the more I learn about her. I grow curious as she shares a few stories. Up until now, Kalben has worked in screenwriting, content editing,

Seni izlediğim ilk konserde kendini “tek başına şarkı söyleyen iri kız” olarak tanıtmıştın. Kalben ismi nereden geliyor, 17 Ocak 1986’dan sonra hikayen nasıl ilerledi? Bana adımı annem verdi. Rahmetli, doğumum sırasında hipertansiyon komasına gireceğini bile bile bana sahip olmayı istemiş. Doğumumdan sonra hikayem her insanın hikayesi gibi güzel ve karanlık anıların iç içe geçişiyle ilerledi. Her zaman müzik vardı, babamın radyosunda, annemin kasetlerinde... Kavga vardı, anlaşmazlık vardı. Hem beni yetiştirme konusunda, hem özel meselelerde... Aile olmak zor iş. Şimdi daha iyi anlıyorum. Okula gittim, başarılı bir öğrenci oldum, annemi gururlandırmak için elimden geleni yaptım. Üniversiteye gelene kadar neredeyse hiç sosyalleşmedim. Bilkent’te arkadaşlarım, “ortamım” oldu. Kuru kalabalığa değer vermemeyi çok seneler sonra, şimdi yeni yeni öğreniyorum. Okuldan sonra çalışmayı denedim. İşler kendilerine bir bir kabusa dönüşünce okula döndüm. Yüksek lisansımı yaptım. Anı saklamanın yolları üzerine, yadigarlarımızla ilgili bir tez yazdım, anneme adadım. Sonra da adam olmak, ya da bir başka deyişle para kazanmak için İstanbul’a geldim. 20 milyon insanla ve göçmenle aynı kaderi paylaşıyorum.

and election campaign writing. With her second book almost on release, she’s also busy finalizing her new album set to come out in 2016. Those who have witnessed her in concert before would know this. First, she’ll share a short story behind the meaning of the song, then she’ll pour out the lyrics that have been brewing for years. There are songs that can make you smile. There’s a true woman in those songs. There’s excitement, sorrow, enthusiasm, and mistakes. As there is in life…

Bu zamana kadar senaryo yazarlığı, içerik editörlüğü, seçim kampanyası yazarlığı, oyunculuk yapıp, şimdilerde ise seni şehrin birçok yerinde duymamızı sağlayan müziğini paylaşıyorsun. Daha öncekiler kendini keşfetmek istediğin adımlar mıydı, yoksa yapmak istediklerini mi sıraladın? Yazmaktan, tembel de olsam, keyif aldığım için onu meslek edinmekte sakınca görmedim. Süreci bu fikir yönlendirmiş olabilir: Bir harekette sakınca görmemek... Utandığım şeyler yapmak istemem.

Geri dönüp baktığımda para kazandırdığım insanların emekçileri dolandırdığını görmek istemem. İşim yüzünden sevdiğine zaman ayıramayan “meşgul insan” kafasına girdiğimi görmek istemem. Yaptıklarımı sürekli sorgulayan, insanlığımı aşağılayan bir kuruma hizmet etmek istemem. Öte yandan, karşıma çıkan şansları, fırsatları, iş olanaklarını değerlendirirken kimi zaman neyi değerlendirdiğimi bile bilmiyordum. Büyük hayallerim, ideallerim olmadı. Bana “oku” dediler, okudum. Özel bir yeteneğimin olduğunu hiç düşünmedim. Genç yaşımda yönlendirilmedim. Sonra bir gün şarkılar geldi. Açtım kapıyı, heyecanımı inkar etmeden yürümeye başladım yolda. Bu yol nereye çıkar bilmiyorum ancak korkmuyorum da. Çocuklar için yazmaya da devam ediyorum. Aylak Adam Yayınları’ndan “Lulu Güneşi Arıyor” adını verdiğin, yetenekli Dilem Serbest’in katkılarıyla umut dolu, sıcacık bir çocuk kitabı yazdın. Kitap ile ilgili biraz bilgi verebilir misin? Annesini kaybeden maceracı prensesin “annen Sonra Boyutu’nda yavrum” yalanına inanması ve bu boyutu bulmak için evden kaçması ile başlıyor hikaye. Kraliçe öldüğünden beri, güneş de yas tutuyor ve parlamıyor. Her yer soğuk, karanlık. Prenses Lulu, yolda büyülü kedi Mırıldak, bilge nine Falfal, zeki bilim insanı Doktor Plüton ve nehir sesli Neşekız ile tanışıyor. Dostlukları hem içlerini hem gezegeni aydınlatıyor. Bir çocuk nasıl yas tutar ve ölüm gibi sert bir konuyla birçok yetişkinden daha olgun biçimde nasıl baş eder, bunu anlatmak istemiştim. Sanırım anlattım da. “Çocuktur, anlamaz” bizim gezegenin en kallavi yalanlarından biriymiş. En iyi çocuklar anlıyor. “Sadece” adlı şarkının canlı performansı Sofar’ın dünya çapında en çok izlenen videosu oldu. Sofar aynı zamanda birçok insanın seni tanımasına sebep oldu. Peki senin için ne ifade ediyor? Sofar Sounds İstanbul, Eda Demir ve Ozan Sakin gibi harika dostlar kazandırdı bana. Bugün, nasıl müzik yapıldığını anlama, irdeleme şansı verdi. Eskiden yeniye gidişatı somut biçimde ortaya koyan, samimi ve rahat bir dünya var Sofar Sounds’da. Benim her gün uyanıp nereye gittiğimi bilmeden gittiğim işim ve insan doldurup

- soundcloud.com/kalbenben -

yuva kılmaya çalıştığım evim arasında böyle bir rahatlığa ve samimiyete ihtiyacım vardı. Konserlerinde şarkılarını söylemeden önce hikayelerini, ortaya çıkış nedenlerini paylaşman seyirciyi daha da şarkının içine çekiyor. Özelini paylaşmak nasıl bir duygu? Geçmişi, gerçeğinden daha farklı bir zaman parçasıymış gibi deneyim etmeye çalışıyorumdur belki de. Şimdi müzikle ve dinleyenlerin gözlerindeki ışıltıyla kapanan yaraların üzerine bir öpücük kondurmak için bu şakalar, hikayeler... Özel ve kamusal diye bir ayrım yapamıyorum, çünkü oraya şarkıları benimle söylemeye gelen insanlardan saklayacak pek bir şeyim kalmamış oluyor zaten. Bunun yanında 2016 için de bir albüm hazırlıyorsun, hazırlıklar nasıl gidiyor? Albümü ne zaman dinleyebileceğiz? En sevdiklerimiz “Taşikardi, Mitoz Mayoz Bölünelim, Sakin Ol Evladım, Sadece ve Saçlar” olacak mı? Saydığın şarkıları albüme koyacağız, en azından sevgili yapımcım ve menajerim Engin Akıncı ile şimdilik öyle anlaştık. Ben yeni şarkılar yazmaya da devam ediyorum. İlk albüm olduğundan herhangi bir söz veririm de yalan olur diye çekinerek yanıtlıyorum. Süreci bilmiyorum, heyecanla bekliyorum ben de. Son olarak seninle ilgili ve “uzak” kelimesi ile anlamını bulmuş sorularım var: Konser vermek istediğin en uzak sahne nerede olmalı? En uzak sahneyi bilmiyorum da Türkiye’nin en uzak noktasına kadar gitmek istiyorum müzikle. Hiç bulaşmak istemediğin, senin için en uzak konu hangisi? Her konuya bulaşabilirim; ama içimden geldiğinden emin olmalıyım. Etki altında kalmamalıyım. Havalı olayım, gündemin ekmeğini yiyeyim, insanlar ne kadar bilinçli olduğumu görsünler diye konuşmak istemem hiç. Uzak(tan) ilişkiye bakış açın? Yakın(dan) yaşamaya korkuyorsan, halin yoksa, kırgınsan, dökülüyorsan ve uzaklara kaçıyorsan, en iyisi belki de net yalnızlık olabilir. Bir avuç sevgi, azcık ilgi uğruna kendimizi rezil edebiliyoruz. Yalnızlık, başka insanların canavarlarıyla savaşmaktan daha dürüst bir yol, belki sıkıcı ve yorucu ama en azından dürüst. ■

68


Pullahs ile Yolculuk A Journey with Pullahs Yazı // Article Cansu Güney Fotoğraf // Photography Yalım Kartal & Cansu Güney

i Summary: Whenever I’m in a dire moment to run away as far as possible, I always know who to turn to: Pullahs. The minute you hear Pullahs’ stories from his own world along with his inspiring music, you realize your travel checklist is endless. Full of excitement, teasing with inspiration, while encouraging you to sing at the top of your lungs, he’ll help you find a meaning for your present moment. A man with an amazing memory, he’ll share the weight of your unhappiness and at times there’s noone else that can understand a unique moment better than him. Everything about Pullahs is a story. Gurur Gelen created Pullahs 6 years ago, when he was exploring the musical world within himself. Since that day, each song and its story opens a door to a distant land just like his inner world and the albums he shares. To describe Pullahs means to get into stories, and more so music and feelings. Pullahs; even when he tries to explain his own story, he uses the power of listening more than speaking. So, before I even begin to attempt to describe him, I put on his “Celestial” rack and begin to write.

69 Müzik | Music

“İstanbul’un dünyanın en iyi müziklerini yaratabilecek bir potansiyeli var ama batılılaşma adına kendi hayallerimizden vazgeçiyoruz.”

Çok küçükken tanışmış Gurur Gelen müzikle. Önce gitar girmiş hayatına sonra “Carl Sagan’s: Cosmos” belgeselinin müzikleri ile duyguları karışmış araya. O kadar büyülenmiş ki belgeselin müziklerinden, o an dönüm noktası olmuş onun için ve bu işi yapmaya karar vermiş. Bir yandan okurken, bir yandan da müzik ile olan hayatına devam etmiş. Hep kendi kendine bir şeyler yaparken arkadaşlarının desteğiyle yavaş yavaş odasını terk edip, belirli yerlerde çalmaya başlamış. Henüz bir albüm fikri kafasında yokken uzaklardan gelen birinin hayatına girmesi ile yaşadığı duyguları ve hikayeleri ilk albümüne -Dream is Destiny- dökmüş. Biraz kırgınlıkla sonlansa da, onun için büyük şeylerin başlangıcını oluşturmuş. Birkaç yıl ara ile gelen ikinci albümünün -Speaking in Colors- temelini ise daha çok gezdiği yerler, ziyaret ettiği insanlar ve onlar ile ilgili söylemek istedikleri oluşturmuş. Yaşının ilerlemesi ile beslendiği hikayeler de daha farklı bir boyuta ulaşmış. Son albümü “Everything Was Swell” ile ufak adımlarla da olsa yurtdışına açılmaya başlamış. Bu albümü İtalyan “BadPanda Records” tan çıkaran Gurur, böylece yeni bir yolculuğun başlangıcını oluşturmuş. Daha sonra Görkem Han Jr.

ile yaptığı single “Runaway Story”, Vogue Paris’in Spring/Summer 14/15 videolarının bir kısmında sıkça kullanılmış. Gelelim “Everything Was Swell” albümde yer alan “Celestial”e… Dinleyeni olduğu yerden kopartıp, uzaklara fırlatan ve bir duygu seli yaşatan bu şarkı aynı zamanda benim Pullahs’ı keşfetme şarkım. 2013’te Hollywood Film Festivali’nde izleme şansı bulduğum “Autumn Wanderer” isimli filmin bir sahnesinde çalmaya başlayan bu şarkı ile Pullahs hayatımın bir parçası haline geldi bir anda. Filmi bu kadar iyi anlatan bir şarkının sahibini bulmak filmden sonraki ilk görevim oldu. Pullahs ismine ulaşınca teker teker, baştan sonra tadını çıkarttım her bir şarkının. Dinlediğim her parça bir zamana ve bir duyguya yayılmıştı. Her bir şarkı yeni bir keşfe, yeni bir yolculuğa sürükledi duygularımı. Kendi müziği söz konusu olduğunda bir hayli utangaç olan Gurur, son zamanlarda çalmak yerine prodüksiyon yapmayı tercih etmiş. “İstanbul’un dünyanın en iyi müziklerini yaratabileceği bir potansiyeli olduğunu ama batılılaşma adına kendi hayallerimizden bile vazgeçtiğimiz bir döngünün içinde dönüp durduğumuzu” söylerken ne kadar üzücüde olsa hak verdim

- soundcloud.com/pullahs -

hislerine. Bu yüzden de yaşadığı İstanbul hayatından biraz kopmak istediğinden, bu şehir sadece geçiş ve öğrenme dönemi olarak yaşadığı bir yer haline gelmiş. Pullahs için yaptığı iş baştan sona bir bütün halinde. Şarkılardan, albüm kapaklarına ve çaldığı zaman kullandığı videolara kadar hepsi müziğindeki organik formlara sahip. Genelde doğanın hareketlerinden ve yaşayışından esinlenerek oluşturduğu videolar, şarkıları ile iç içe geçip sizi karşılıyor. Albüm kapaklarını da, zevkine güvendiği arkadaşlarına emanet ediyor. Son olarak Pullahs isminin ne demek olduğunu sormak istedim. Bilinen bir anlamı olmadığından; Gurur için ne ifade ettiği merak ettiğim bir konuydu. Pullahs’ın aslında onun için de kelime olarak bir anlamı olmadığını öğrendim. Gurur, “özellikle anlamsız bir kelime seçtiğini ve kelimeye yaptığı müzik ile anlam kazandırmak istediğini” itiraf etti. İleride Pullahs ile daha çok yerde karşılaşacağımı biliyorum. Kulağımda Celestial’ın son notalarını duyarken, tekrar rüyalardan uyanıyorum. Yeni albümü ve çıkacağımız yeni yolculukları heyecanla beklemeye alıyorum kendimi. ■

70


Müzikle Dün ve Bugün Yesterday & Today with Music

C

M

Y

Her şeyin hızla ilerleyerek yayıldığı bir dönemdeyiz. Bazen bu hız biraz fazla geliyor. Bir yandan teknolojik gelişmelerin hızına ayak uydurmaya çalışırken; diğer yandan da kendimizi nostaljinin romantizmine bırakmak istiyoruz. Filmler, kitaplar, kıyafetler, müziklerde elimizden geldiğince nostaljiyi yaşamaya çalışıyoruz. Neyse ki çağrılarımızı duyan üreticiler var. Sadece teknolojik değil aynı zamanda eskilerin hissini taşıyan modeller ile geçmişi tekrar günümüze taşımanın yollarını arıyor. Bize geçmişten ilham, enerji, yavaşlık ve uzak kaldığımız bazı duyguları geri getiriyor. Böylelikle plak tutkunları için, eski plakları tozlu raflardan çıkarıp dinleme zamanı gelmiş oluyor.

CM

MY

CY

CMY

K

Plak ve kasetlerin yerini CD’ler, CD’lerin yerini MP3’ler, MP3’lerin yerini de online yayın yapan programların almaya başladığı bir zamanda; Philips’in OTT2000 modeli çıkıp geliyor ve aynı anda bir sürü hissi bize yaşatabiliyor. Nostaljinin ağır basması ve plaklardaki müzik kalitesine geri dönme isteğine kayıtsız kalamayan müzikseverler için tasarlanmış OTT2000. Bir yandan pikabıyla bizi geçmişe götürürken, bir yandan da teknolojiden kopmayarak CD çalar ve bluetooth özelliğini bizlere sunuyor. Hem pikabın verdiği histen kopamayan, hem de günümüzün sunduğu teknolojik gelişmeleri geri çeviremeyen dinleyecilerE OTT2000 tasarımı ilaç gibi geliyor. Eğer siz de müzik dinlemenin her evresini aynı anda yaşamak istiyorsanız, hem nostaljik, hem “cool” tasarımıyla kalbimizi kazanan OTT2000 ile en kısa zamanda tanışın. Sonrasında yıllarca dinlemediğinizi fark ettiğiniz CD’lerinizi tozlu kutulardan çıkarın; çocukluğunuzu, gençlik yıllarınızı, araba yolculuklarınızı yeniden hatırlayın. Güneşli bir hafta sonu, Beyoğlu’nun plakçılarını keşfe çıkın. Taksim Tünel meydanında, Beyoğlu’nun arka sokaklarında, Galatasaray’ın yüzyıllık tarihi pasajlarında o aradığınız plağı bulun. O plağı bulduğunuza emin olduğunuz anda, nostaljik hislerin aslında mutluluk veren bir hüznü olduğunu göreceksiniz. İyi dinlemeler… ■

i

Summary: We live in a time where everything evolves and spreads at lightning speed. Sometimes this pace can feel too fast. We try to adjust to this high tempo, but also simultaneously make an effort to surrender to the romanticism of nostalgia. It’s in a moment like this that Philips’ OTT2000 model comes out and makes us feel a whirlwind of emotions. While its vinyl spinner takes us on a journey to the past, it succeeds in not veering us too far away from technology with its CD player and bluetooth option. If you want to enjoy every stage of music within the same moment, don’t waste any time in meeting with the nostalgic feels and “cool” design of the OTT2000 that will win over your heart in a second. 71 Müzik | Music

- www.philips.com.tr -

72


Uzakların Sineması Distant Movies Yazı // Article Emre Eminoğlu Çizim // Illustration Türker Akman

Bugün, bir türlü paylaşamadığımız, sınırlar çizip durduğumuz bu dünya üzerinde 200’den fazla ülke bulunuyor. Şimdi gözlerinizi kapayın ve bugüne dek izlediğiniz tüm filmleri hızlıca bir hatırlamaya çalışın: Bu ülkelerin kaçına ait bir film izlemişsinizdir? Ya da bu onlarca ülkenin coğrafyasında varlığını sürdüren binlerce kültürün kaçına dair izlerle beyazperdede karşı karşıya gelmişsinizdir? Bu seçkide dünyanın uzak köşelerinden filmler bulacaksınız, fakat sinemada uzaklık kavramının yalnızca kilometrelerce ölçülmediğini unutmayın. Kimi zaman yanı başımızdaki bir ülkenin sineması ile tanışmak, hatta bu ülkelerden çıkan filmlerin isimlerini duymak, uzak ülkelerin görece daha iyi pazarlanan filmlerine ulaşmaktan çok daha zor olabilir. Kimi zamansa dünyanın diğer ucundaki bir ülkenin sinemasında kendi yaşadıklarınıza benzer hayatları, dertleri ve duyguları bulmak mümkün olabilir. Sinema zevkinizin coğrafi sınırlarını yıkın, göreceksiniz!

ENG: There are more than 200 countries on this Earth that we can’t share or can’t stop

drawing borders on. Now close your eyes and try to remember all the movies you’ve watched: Have you seen a film from each country? Have you ever witnessed all cultures coexisting on the silver screen? On these pages, you will find six movies from the distant corners of the Earth. But do not think that the distance in cinema is only measured by kilometers. You may find it harder to come across new movies from the nearer lands, compared to ones that are further with a stronger marketing strategy. And it may be easier to find a movie from distant lands that depict the lives, troubles and emotions that you have. Just break down the borders of your movie taste, and watch what happens!

PARAGUAY // PARAGUAY 7 CAJAS // 2013 Juan Carlos Maneglia & Tana Schembori

KÜBA // CUBA CONDUCTA // 2014 Ernesto Daranas

İZLANDA // ICELAND BRÚDGUMINN // 2008 Baltasar Kormákur

MORİTANYA // MAURITANIA TIMBUKTU // 2014 Abderrahmane Sissako

GÜNEY AFRİKA CUM. // SOUTH AFRICA TSOTSI // 2005 Gavin Hood

Gürültülü bir kalabalık, dopdolu tezgahlar, satıcılar, alıcılar ve taşıyıcılar… Dünyanın herhangi bir köşesinde rastlayabileceğiniz bu pazar yeri karmaşasının 7 cajas’taki konumu Paraguay, Güney Amerika. Geçimini bu pazar yerinde el arabasıyla mal taşıyarak sağlayan 17 yaşındaki Víctor, bir gün hayalindeki cep telefonuna kavuşmasını sağlayacak mükemmel bir teklife denk gelir: İçinde ne olduğunu bilmediği yedi kasayı pazarın diğer ucuna kadar taşıyacak ve 100$ kazanacaktır. Nefes nefese izleyeceğiniz, kendinizi birazcık para için alabileceğiniz riskleri düşünürken bulacağınız, şaşırtıcı derecede iyi bir film.

Bir öğretmenin görevi nedir? Yaklaşan emekliliğine ve bozulmuş sağlığına rağmen Carmela’nın bu soruya cevabı kesin ve net: O, kurallara uymayan, düzeni bozan öğrencileri cezalandırmakla yetinen bir eğitim sisteminin karşısında. O, parçalanmış, sorunlu ailelerin içine girmeyi, öğrencilerinin sorunlarını kaynağında çözmeyi kendine görev ediniyor. Ve öğrencileriyle olan ilişkisini her şeyin üzerinde tutuyor. Küba güneşinin ısıttığı farklı hayatları bir öğretmenin gözünden, bir öğretmenin karşılıksız sevgisiyle, duygusal açıdan yüklü ve ilham verici bir hikaye vasıtasıyla görmenizi sağlayacak Conducta.

Tüm kültürlerde insanları buluşturan, mutlu eden ve eğlendiren o çok özel gün, düğün günü, bu filmde biraz daha özel: Brúdguminn, İzlanda’da güneşin hiç batmadığı o yaz gecesine denk gelen bir düğünü konu alıyor. Aydınlık geçen bir düğün gecesi, serin bir yaz gecesi, Kuzey’in birçoğuna yabancı gelen mizah anlayışı... Bu düğünde size farklı gelecek birçok şey var. Fakat bugünlerde hangi düğünde somurtkan ve şikayetçi bir akraba, sarhoş olup geceyi renklendiren bir yakın arkadaş ve gelinle damat arasındaki dikkat çekici yaş farkı eksik kalıyor ki? Hazırlanın, Jon sizi düğününe davet ediyor!

Dünyanın her köşesinde kötü şeyler oluyor ve bu kötülüğün ardında çoğu zaman farklı olana karşı duyulan korkuyla karışık nefret ve/ veya anlamsız kurallarını dayattığı toplumlara eziyet eden zalim bir lider bulunuyor. Timbuktu’da kötülüğün kaynağı ise gücü elinde bulunduran Mücahitler: Müzik yasak, futbol yasak, sigara yasak, kahkaha yasak. Kadınların sokağa çıkması yasak. Filmin merkezinde, bu baskıcı düzenden uzak kalmaya çalışan bir çoban ve ailesinin başına gelenler yer alıyor. Fakat tüm bu olumsuzluklar sizi korkutmasın, çünkü Timbuktu’da yakalanmayı bekleyen umut dolu, şahane anlar da var.

Değişimin nereden ve ne yolla geleceğinin, insan ruhunu nasıl yöntemlerle onaracağının tahmini zor… Johannesburg sokak çetelerinde suç dünyasının içine karışmış olan genç Tsotsi, yaşamın önüne çıkardığı zorluklar nedeniyle duygularını ve geleceğini kaybetmiş durumda. Bir gün zengin bir mahalleden çaldığı arabanın arka koltuğunda bir bebek olduğunu fark ediyor. Tsotsi’yi değiştiren de, gecekondu mahallesindeki tek göz evinde bu bebekle geçirdiği altı gün oluyor işte. Adını adım adım izlediği karakterinden alan Tsotsi, dili ve ırkı fark etmeksizin değişimi bekleyen milyonlarca genç için bir umut gibi…

Bugün bile, sadece erkeklere bahşedilen meslek ya da konumlarda bir kadını görmek ataerkil düzeni sarsan bir durum. Bu seksist düzeni değiştirmek dünyanın neresinde olursa olsun zorlu bir mücadele gerektiriyor çoğu zaman; Whale Rider’ın mücadelecisi ise 11 yaşındaki Whangara yerlisi Paikea. Nesillerdir, bir balina üzerinde kıyıya ulaşarak hayatını kurtardığı düşünülen atalarının soyundan gelen erkek kabile şefleri bir yana, Paikea kaderinde bir sonraki şef olması gerektiğinin yazdığını düşünüyor. Amacı size çok uzak gelebilir, ama göreceksiniz ki mücadelesi oldukça tanıdık.

ENG: A noisy crowd, filled up the stands, vendors, buyers and carriers… 7 cajas, take us into this universally familiar depiction of a marketplace; a market in Paraguay, South America. 17-year-old Víctor is offered to carry seven mysterious boxes through the crowds and stands, in exchange for $100 - quite the money that will buy him the cell-phone of his dreams. A surprisingly good movie that will grab your breath away and make you think of the risks that you would take in return for money.

What does a teacher do? Despite her old age and problematic health, Carmela has a definite answer for that: She is against the educational system that uses punishment towards troublesome students and she feels responsible to intervene when she finds out that these problems originate from their families. She values her relationship with the students above all. Conducta, tells the emotionally strong and inspiring story of different individuals living under the Cuban sun, through the eyes of a teacher with unconditional love.

Weddings... It’s that special night that bring people together, keeping them happy and entertained. But this Icelandic wedding night in Brúdguminn is a bit more special as it is on the night that the sun never sets. A wedding night that is not dark, on a summer night that is not hot with a Nordic sense of humor that is not familiar... But who is not familiar with the concept of complaining relatives, a drunk best friend and an age difference between couples nowadays... So get ready for Jon’s wedding before the sun sets (!)

ENG: Bad things keep happening all around

It is hard to foresee how and where the change will come from to repair the human soul… Tsotsi is a teenager who lost his feelings and purpose to the criminal life of Johannesburg’s gangs. One day, he hijacks a car from a wealthy neighbourhood without noticing the baby in the backseat and things change for Tsotsi in the six days he will spend with this baby in the slums. Getting its name from the protagonist, Tsotsi is a movie of hope for the millions of teenagers that wait for the change, from all around the world.

It is shocking, even in 21st century, when a woman gets a job or position that is acceptable for men in a patriarchal society - and most of the time, unfortunately, some struggle is necessary to overcome the sexism. In Whale Rider, the struggler is an 11 year old Whangaran woman, Paikea. Her ancestors always rode whales to the coast to survive, but their tribal chief has always been one of the male successors - that is until Paikea believes that she is destined to be the next one! Her purpose may seem distant, but her battle is much familiar.

73 Film | Movie

the world and the source of evil is always the fear and hatred against differing opinions. Or in this case, a powerful and abusing leader forcing their meaningless rules and laws on its people. The evil in Timbuktu comes from the Jihadists: Music, soccer, cigarettes, laughter are all banned. Women are not allowed on streets. The film centers around the evil following a cattle herder and his family. But this is not a film of negativity; there is a lot of hope and wonderful moments in Timbuktu as well.

YENİ ZELANDA // NEW ZEALAND WHALE RIDER // 2003 Niki Caro

74


Çemberden Uzak, Hayatın İçinde Out of The Loop But Inside of Life Yazı // Article Merve Köse Fotoğraf // Photography Deniz Yılmaz Akman

i Summary: Most of the time, we live life within the limits that are set by our own consciousness. We either choose to work to live or live to work. Time passes in the center of the circles that we place ourselves in. Now, what I’m referring to, as you would imagine, is the all-encompassing “comfort-zone”. In order to make our lives more supreme within these circles, we need more “distance”, in abstract terms. Distance is the only element that can make you crave your comfort-zone. But how does distance bring the feeling of longing? These distant behaviors are examined based on personal means and they vary based on each individual’s character. Moving is a blinding event that disrupts a familiar order, forcing a person away from everything that holds up the core of their circle. The farther a person gets, the more they will miss their home and its subtle details during a period of adjustment. Home is now as far away from them as close as they are to another person. Yearning will call the true feeling of distance; the feeling of longing will be as great as the distance from the place of comfort and safety. Even though distance will bring a whole range of emotions, the thing that will widen your circle and allow you a little breather once in a while will undoubtedly be distance. In a direction like this, a person should choose to sail off to the faraway seas. “If you’re going to drown, let it be in the great seas.” as they say! Dangers and risks alongside excitement, these seas will bring us a life full of ecstacy and depth.

75 İç Ses | Inner Voice

Hayatı keskin sınırlar içinde yaşıyoruz çoğu zaman. Ya yaşamak için çalışıyoruz, ya da çalışmak için yaşamayı seçiyoruz. Kendimizi odak noktasına koyduğumuz çemberin içinde geçiyor vakitlerimiz. Peki bu çemberin içini neler oluşturuyor? Ezberlediğimiz sokaklar, sırlarını özümsediğimiz dostlar, bildik ofis işleri, gözü kapalı misafirlere tur attırabileceğiniz bir ev ve rutinimizi rutinliğiyle bölen bir yaşam aktivitesi. Farkında olmadan sevdiklerimizi içine topladığımız, korkularımızı dışarıda bıraktığımız, derinliğini belirleme lüksü elimizde olan bir çemberle yaşam alanımızı çiziyoruz. O alan; küçük bir çocuğun annesini görüş alanından kaybetmesiyle beraber ağlaması kadar küçük... Her detay eksiksiz olduğu takdirde, yine küçük bir çocuğun annesiyle el ele tutuşmasından aldığı huzur kadar derin. İşte, bahsettiğim şey tam anlamıyla hepinizin kafasında canlandırmaya başladığı, istisnasız herkesin sahip olduğu “comfort-zone”. Gözlerinizin önüne bir nokta getirin. O nokta sizin sabahı selamladığınız, kahvenizi yudumlamak için sabırsızlandığınız, güne başlama noktanız. Start verdiğimiz hayatı peşi sıra gelen trafikle hızlandırıyoruz. Kuralların uydurduğu saatlere yetişmek için bir hız getiriyoruz hayatımıza. Bu hız rutinimizi bozuyor mu? Asla. Hızlanmanın getirdiği strese bile o kadar alıştık ki... Üçten dörde geçene kadar da doldurmamız gereken bir kota var. Sakın atlanmasın! O kotadaki kurallarsa bu sefer de şöyle buyuruyor; “Bir gün senin için 24 saat kadar kısa biçilmiş olabilir. Yine de en az 8 saatini burada, bu verimsizliğe adamak zorundasın.” Yapmayın! Üçüncü noktadan dörde geçene kadar fikirlerinizi hayata geçirmek için çembere ters gidip akıl almaz adımlar da atabilirsiniz. Tabii ki yapabilirsiniz. Ama yapmayın, durun! Daha dördüncü noktaya yeni geçtik. Dörtte yeni bir paragrafa atlamak istedim izninizle. Çemberimize en fazla derinliği katan nokta dörttür aslında. Burada aldığımız nefes bir başkadır. Renk getiririz hayata. Fakat her comfort-zoneda olduğu gibi burada da renkleri kurallara uyarak sokarız hayatımıza, rutinimizi korkutmadan. Şanslıysak kadehleri konuşturabileceğimiz dostlarımız vardır. Keyif insanıysak hobilerimiz vardır, ne yazık ki düzende özelliklerini kaybetmiş hobiler. Ve sadeliği çevremizde, düşünceleri zihnimizde yaşayan bireysel kitaplarımız vardır, okunmayı bekleyen. Beşinci nokta, hayatı başa sardığımız noktadır. Evimize döneriz. Ev kavramı çoğunluk için comfort-zone dediğimiz alanın 3/4’üdür. Raflardaki bardaklardan yemek listesine kadar her ayrıntıdan kişi sorumludur. Bu da kendi çemberini şekillendirebilmenin en değerli yoludur. Sorumluluk. Başından beri bahsetmiş olduğum, çembe-

ri eksiksiz tamamlama arzusu da bundan kaynaklanır aslında. Hayattan; yani sizin çemberinizin renginden, sorumluluklarınız sorumludur. Kimi hayatlarda birinci nokta aynı şekilde başlar fakat devamı süregelmez. Onların dördüncü noktasında rutini rutinle kıran unsur sakinliktir. Dinlenme dediğimiz o kesim, comfort-zone’da vazgeçilmez payda olmuştur çünkü nadir bulunandır. Beşinci nokta ev değildir bunca dinlenmeden sonra. Beş, 1/4’ün kendine ev saydığı yerlerdir. Bu sefer kitaplıktaki kitaplardan sahaflar sorumlu tutulacaktır. Anlayacağınız burada kişiye güven veren, düzenin süregelmesini sağlayan yer; ev dışında bir yerdir. Çoğunlukta var olan çember burada altıgendir. Bazı kimselerde ise sekizgen olacaktır. Yine de şeklin tam ortasında kendimizi göreceğimiz kesindir, çevremizde de sevdiklerimiz ve bize güven veren, bizi güçlü hissettiren alışkanlıklarımız. Başta pamuk ipliğine bağladığımız düzensiz aktiviteler zamanla kırılması güç bir demir haline gelecektir. “Sürekli yaptığımız şey ne ise biz oyuz, o zaman mükemmellik bir eylem değil, bir alışkanlıktır.” der Aristoteles. Mükemmelliği hayatımıza katmak için sahip olmamız gereken soyut kavram “uzaklık”tır. Uzaklık bize comfort-zone’a olan özlemi hissettirebilen tek unsurdur. İnsanın kendini odak noktasından çekip bir bilinmeyene sürüklenmesi kolay değildir bu nedenle comfortzone vazgeçilir bir bölge olmaktan çok uzaktır. Fakat onu besleyen şey yine kendisine olan uzaklıktır. İnsanın kendine biçtiği bu alana olan uzaklık halleri ne şekilde gözlemlenir, bunu yine kişinin karakter çizgisi karar verecektir. 3/4’lük kesim için yaşanılacak en zor uzaklık ev kavramıyla insan arasındadır. Taşınmak; tüm düzeni yerle bir eden, insanı kör eden, çemberinin omurgasını sağlam tutan her şeyden uzaklaştıran bir eylemdir. İnsan uzaklaştıkça evini özler, alışma sürecinde uzaklığını derinden hissettiği evinin tüm ayrıntılarını hatırlamaya devam eder. Evi, kendine uzak olduğu kadar başkasına yakındır artık. Özlem getirir uzaklık hissi, güven duyduğu yere ne kadar uzak olursa bir o kadar özler insan. Aile bağına düşkün topluluklar içinse dayanılması en güç uzaklık seyahattir. Bilinenden, bilinmeyene sürüklenmek, çılgınlıktan başka bir şey değildir kişi için. Rutinini kırmıştır ve çemberine duyduğu özlemin büyüklüğü, düzen ile kendisinin arasındaki uzaklığın derinliğini gösterir. Korku getirir uzaklık hissi. Konuşulamayan bir dilden, bilinmeyen sokaklardan, tadılmamış yemeklerden doğan bir korku... Bu uzaklığın boyutu arttıkça korku da bir o kadar benliği ele geçirir duruma gelir.

Düzensizliğin düzenine alışmış kimseler için comfort-zone’larının belli bir yere sabitlenmesi alışkanlıklarından oldukça uzak bir düşüncedir. “Kabına sığmayanlar” olarak nitelendirdiğimiz bu kimseler için odak noktası değişkendir. Kendisi neredeyse comfort-zone’u oraya toplanır. Bir yerde sabit kalma düşüncesi bile rahatlığından kopmasına yetecek kadar fikirlerine uzak, olamayacak bir düşünce haline gelmiştir. Günlük kotasını doldurmaktan büyük keyif duyan kimseler için çemberin derinliği üçüncü noktada çizilir. Buradaki kimseler comfort-zone’u özgüvenleriyle şekillendirirler. Güç kaynaklarından uzaklaşmaları demek, ekiplerinden kopup yalnızlık hissine kapılmalarıyla gerçekleşir. Uzaklığın insan üstündeki en büyük etkisidir yalnızlık. Fakat bu yeni uzaklık, hayatlarına nefesi getiren mükemmel bir eylem olacaktır. Keşif sürecine geçtikleri anda ise yaşamaktan korktukları uzaklığın büyük keyif kaynağı olduğu hemen fark edilecektir. Çünkü Pablo Neruda der ki; “Yavaş yavaş ölürler Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler, Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar, Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar.” Uzaklık; comfort-zone’dan çıkıp hayat çemberinizin dışında hangi mükemmelliklerin gerçekleştiğini görmeniz için büyük fırsatlar sunacaktır bize. Başka başka şekillerde hissettirse de kendini; çizdiğimiz çemberin genişlemesini sağlayan da yine uzaklık olacaktır. Bu doğrultuda uzak denizlerin yolcusu olmayı seçmelidir insan. “Boğulursan büyük denizde boğulacaksın.” derler ya, işte öyle! Boğulursam buna değmeli diye düşündürtür uzaklık kavramı. İnsan ancak uzak denizlerde hayatın anlamını kavrıyor ve yaşadığının ayırdına varabiliyor çünkü. Tehlikeler ve risklerin yanında coşku ve derin bir yaşama sevinci duyumsatır uzak denizler insana. Yazımı comfort-zone’dan çıkıp uzakları tadabilmiş insanlara seslenerek bitirmek istiyorum. Her birimiz çok uzaklarda olsak da... Sevgili Uzaklar, Biliyorum ki, sen hep hayatı barındırdın içinde. Asi ve yaralı, korkulu ve tehlikeli, çemberi kırmayı başaran hayatı. Sana ulaşabilenlere dipsiz sonsuzluğunu hediye ettin. Farklı yaşantıların nasıl olduğunu öğrettin. Bitmeyen bir okul olarak; düzene koymaya çalıştığım tüm yeni alışkanlıkları bana geri vereceğini gösterdin. Yaşamaya doymak için kendi çemberimi senin akışına bırakıyorum. ■

76


match-up mag yılda 3 kez yayımlanan, keşfetmek üzerine kurgulanmış, bağımsız bir yaşam tarzı dergisidir. Sizlere zamansız içerikler sunmayı hedeflemektedir.

i ENG: match-up mag is an independent lifestyle magazine, structured to explore. Printed 3 times annually. Aimed to give you timeless content.

Reklam ve Proje için // For Advertising & Projects reklam@matchupmag.com Satış noktası olmak için // To be a stockist sale@matchupmag.com Bültenimize üye olmak için // Subscribe the Newsletter info@matchupmag.com


i Made in I s t a nbu l

matchupmag.com


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.