match-up mag // issue 4

Page 1

match - up

mag

Kış 2015

Bu derg i, keşfet mek üzerine kurg u la nmışt ır.




match - up Bu derg i, ke şfet mek ü z er i ne k u rg u la n m ı ş t ı r.

mag

Yüzler derin ifadeler barındırır. Şifreleri vardır. Maskeleri bazen kalın, bazen saydamdır. Aslında kendimiz ve karşımızdaki ile aramıza konan bir geçirgendir yüzler. İnsan haricindeki tüm canlıların yüzleri ise tektir, göründüğü gibidir. Çünkü alter egoları yoktur. Yüzlerin sırlarını ve eğer varsa kodlarını çözmemiz için iki yüz bin yıl yeterli olmadı. Olmayacak da... Bir insanı sadece yüzüne bakarak anlayamadığımız için kelimelerine, anılarına, hikayelerine ihtiyaç duyduk. Yüzlerce yüz arasından, yüz yüze gelebildiklerimizle tanıştık. Ortaya koydukları işleri, yüzlerinin önüne geçen bu insanları daha “yakından” tanımak istedik. Bu sayıda, yüzlerini sıkça gördüğümüz ve daha yeni tanımaya başladığımız insanlara rastlayacaksınız. Zaten keşfetmiş olduklarınız ve daha yeni keşfedecekleriniz için sayfaları çevirmeye başlayın.

Deniz Yılmaz

n Genel Yayın Yönetmeni: Deniz Yılmaz Kreatif Direktör: Türker Akman Edtörler: Deniz Özdağ, Emre Eminoğlu

Katkıda Bulunanlar: Ahu Aydemir, Arda Hasbioğlu, Beril Acar, Burcu Erim, Cansu Uras, Cem Çelik, Ceren Baskı, Eren Erdol, Esin Metin, Esra Göksu, Fatoş Tatlı, Fidan Kandemir, Fikret Can Kuşadalı, İbrahim Emre Karakaş, Nihan Betül Arıcı, Özge Akpınar, Rafet Utku, Seda Öznal, Tuğçe Uluurgun, Vlada Varnavskaya, Yiğittan Demiralp, Zeina Kazimi Yayın Türü: Süresiz Yayın Matbaa: Stil Matbaacılık Yayıncılık San. Tic. A.Ş. Reklam ve İletişim: info@matchupmag.com

@matchupmag

matchupmag

matchupmagmusic www.matchupmag.com

Tüm hakları saklıdır. Dergideki yazılar ve görseller yayıncının izni olmadan kullanılamaz. - ücretsizdir -


03

15

45

16

içinde neler var? 03 07 11 15 17 19 29 31 33 35 39 41 43 45 49 53 54 55 57

Robbie Lawrance (Freunde von Freunden) Taner Ceylan Rumisu Stil Liana Kesenci (Balatt) Wireframe Boundaries Cem Çelik (Photo Essay) Kentin Ara Yüzleri Ezgi Bozkurt Gastronomika Baharatların Melankolisi Datça’da Bir Gün Mae Zae Nûn Vintage & Coffee Cafe Cuma Semtler ve Müzik Mutlu San Film İç Ses

insan / stil / keşif / mekan / müzik / film / iç ses

19

45

07

35



Önce yüzü, sonra kelimeleri geldi aklıma...


FREUNDE von FREUNDEN Robbie Lawrance Röportaj : Deniz Yılmaz Fotoğraf : Robbie Lawrance

i Freunde von Freunden oluşumunu birkaç yıl önce ilk keşfettiğimde konukların evlerine büyük bir iştahla bakıp, nasıl hayatlar yaşadıklarını hayal etmiştim. Röportajları okumadan önce tek tek fotoğraflara göz atıp, her bir objeyi detaylarıyla incelediğim ve beni en çok etkileyen ev Robbie’nin röportajda da belirttiği “Jessica ve Simon’ın” Brooklyn’deki evleriydi... O günden bu yana FvF ekibi genişledi, projeleri Berlin sınırlarını aştı. Başka şehirlerde de çekimler, röportajlar yaptılar. Cereal Magazine’den de bildiğim ve güzel bir tesadüfle FvF’nin fotoğraf editörü olduğunu öğrendiğim Robbie ile hem “arkadaşlarının arkadaşları” konseptini benimseyen FvF, hem de değişen yaşamı üzerine bir sohbet gerçekleştirdim. Robbie’nin; şehir şehir gezmek ve farklı yerlerde yaşamak istiyorsanız, size ilham vereceğine inandığım bir hikayesi var.

i

3


Bildiğim kadarıyla Berlin’e yeni taşındın, daha önce nerede yaşıyordun? Berlin’e Eylül ayında geldim. Öncesinde Bristol’de yaşıyordum ve Cereal Magazine’de içerik editörü olarak çalışıyordum. Onun öncesinde de Paris’de yaşıyordum.

fotoğraf çekimleri ve fotoğraf konusunda brief verme gibi işlerden sorumluyum.

Freunde von Freunden (FvF) ekibine zaman katıldın? Nasıl gerçekleşti? Daha öncesinde FvF’nin web sitesi için hem fotoğraf çekmiştim hem de birkaç yazı yazmıştım. Geçtiğimiz yaz FvF ile ilk kez bir araya geldim, Berlin’deki ekiple tanıştım ve fotoğraf editörlüğü teklifi aldım. Eylül ayından beri de fotoğraf editörlüğünü yapıyorum.

Bu iş değişikliği yaşamını nasıl etkiledi? Berlin’de yaşamak nasıl bir deneyim? Tabii öncelikle İngiltere’den Almanya’ya taşınmak zorunda kaldım bu iş için. Yeni bir ülkede yaşayacak olmak beni heyecanlandırdı. Daha önce de ülkem dışındaki yerlerde yaşadım ve içlerinden Berlin en kolay adapte olunabilen şehir. Bunda FvF ekibinin sıcak karşılamasının payı da var tabii ki. Diğer yandan Berlin’in ilk anda göstermediği yüzlerini keşfetmeye başladım: Duman altı barları, karanlık ve karamsar bulvarları…

Bu işte ne gibi sorumlulukların var peki? FvF’de yayınlanacak olan, fotoğrafa dair her şeyi gözden geçiriyorum. Röportaj ve yazılar yayınlanmadan önce fotoğraf düzenlerini ve sıralamasını yapıyorum. Bunun yanında, editleme, fotoğraf hikayeleri oluşturma, gelen reklam işlerinin

FvF sadece online bir site değil, aynı zamanda bir komünite ve sanatla ilgilenen insanlar için de bir alan yaratmış durumda. Ne düşünüyorsun bu konuda? 5 yıl önce blog olarak hayata başlamasıyla beraber; FvF global olarak kreatiflere “dijital buluşma noktası” yaratmayı amaçlamış-

tı. Hızla büyümesine rağmen, bu ‘dergi’ niteliğindeki oluşum hala insanları bir araya getirmeyi ve onların düşüncelerini birbirleri ile paylaşmalarına ön ayak olmayı hedefliyor. 2014’ün başlarında FvF’nin Vitra (endüstriyel tasarım markası) ile partnerliği ile birlikte, bir alana da sahip olmuş olduk. Bu apartman tüm FvF katılımcıları ve ekibine fiziki bir alan yarattı. Burada bir araya geliyoruz, yemekler pişiyoruz, film gösterimleri ve sergiler düzenliyoruz. Sanatsal örnekler üzerine bira eşliğinde saatlerce sohbet edebiliyoruz. FvF web sitesinde gördüğüm çekimlerde genelde bir fotoğraf standartı var mı? Benzer, belirli çizgide çekilmiş fotoğraflar olması gerekiyor mu? Bence FvF’nin en önem verdiği şeylerden biri; içeriği ve görselleri tek bir formül üzerine konumlandırmaması. Fotoğrafçıların da özgür olmalarını, kendi tekniklerini, estetik anlayışlarını yansıtmalarını istiyoruz.

4


Yani bu konuda bir standart ve sınır koymadık hiç. Bir fotoğrafçıyla bir çekim yapılcaksa; önce o kişinin çalışmalarına bakıyorum ve aralarından projeye en iyi uyabilecek görselleri seçiyorum. O görselleri oluşturduğum “mood board”a koyuyorum ve eski FvF çekimleri ile bir araya getiriyorum. Böylelikle fotoğrafçılara da bir fikir vermiş oluyorum. Fakat dediğim gibi katı kurallar değil sunduklarım; daha çok doğal ışık olsun, portre fotoğrafları da alın, geniş açı bir kare olsun ve detay fotoğrafları olsun gibi ipuçları… Peki FvF’de yer alan tüm bu ev portreleri arasında favorin hangisi? Bugüne kadarki oluşturulmuş porteler içinde şüphesiz favorim: Gwen ve Gawie Fagan’ın Cape Town’daki evi. Ayrıca yakın zamanda çekilen; tasarımcı Jan-Jan van Essche portresi de çok güzel. FvF’nin röportaj bölümü için fotoğraflamak istediğin ev ve stüdyolar var mı? Kafamda bir proje var. Sevdiğim yazarların portre serisi üzerine bir çalışma olacak. Her

5

zaman esinlendiğim; Hemingway ve Joyce’un stüdyolarını, sigara dumanı altında çalışmalarını gözümün önüne getiriyorum. O görseller bana ilham veriyor ve o tarzda bir portre serisi gerçekleştirmek istiyorum. Kelime olarak bakıldığında “ev” herkes için farklı bir anlam ifade eder. Senin için “ev” kavramı nedir? Yıllar önce ilk kez FvF web sitesini gördüğümde, o yıllarda gazeteci olmak istiyordum. İlk baktığım fotoğraflar Brian Ferry’nin çekmiş olduğu Jessica Barensfeld ve Simon Howell çiftinin New York’taki evleriydi. Beni tamamen cezbettiğini söyleyebilirim. Evin karakteri, Brooklyn’de yer alan bu apartmanın dekore edilişi her bir karede, Brian’ın çektiği detaylarla yansımıştı. Ben de ne zaman birilerinin evini veya stüdyosunu çeksem; benzer bir etki yaratmaya çalışıyorum. Bugüne kadar topladıkları parçalar, objeler, dekorasyonun tümü aslında tamamen o kişilerin kişiliklerini yansıtıyor. Bu detaylar benim için “ev”dir, çünkü “kendin”dir. Cereal Magazine’de yazı yazıyor, fotoğraf

çekiyorsun bir yandan da… Bu dergiye nasıl dahil oldun? Bir zamanlar New York’da bir dergide staj yaparken, Cereal Magazine’in editörü Rosa ile tanışmıştım. Geçen yıllar süresince hep irtibatta kaldık. Bir akşam arkadaşlarımla dışarıdayken bir mesaj geldi Rosa’dan (o dönemde Rosa Los Angeles’daydı). O mesajda bana onunla çalışmak ister miyim diye soruyordu. Benim için çok güzel bir fırsattı, kabul ettim. Cereal için gerçekleştirdiğim çalışmalarım, portfolyomun bel kemiğini oluşturuyor diyebilirim. Hepsi çok içime siniyor. Fotoğraf çekmek ve yazı yazmak dışında neler yapmayı seviyorsun? Olabildiğince fazla seyahat etmeye çalışıyorum. Son zamanlarda, doğduğum yer olan İskoçya’nın farklı bölgelerini keşfetmeye başladım. Bir grup yakın arkadaşla, saatlerce baş döndüren vadilerde yürüyoruz, kuzeye ilerliyoruz ve batı kıyıyı keşfediyoruz. Doğayla iç içe olmak muhteşem bir duygu.


- www.freundevonfreunden.com - www.robbie-lawrence.com -

6


TANER CEYLAN Röportaj : Emre Eminoğlu Fotoğraf: Cihan Öncü

i “Benim için en önemli taraf yüzdür. İlk intiba çok önemlidir ve o gözlerden edinilir.” diyor Taner Ceylan. Portre çalışmaları eserleri arasında önemli bir yer tutan, Türkiye güncel sanatının dünyaca ünlü isimlerinden olan sanatçı, duygusal-gerçekçi olarak tanımladığı eserleri ve Türkiye’deki sanat ortamı ile ilgili sorularımı yanıtladı.

i 7

Görseller Taner Ceylan ve Paul Kasmin Gallery izniyle kullanılmıştır.


Almanya’da doğup büyüyen Taner Ceylan, yurt dışında en çok tanınan sanatçılarımızdan biri olmaya giden yolda kariyeri için aldığı en doğru kararın iç sesini dinlemek olduğunu söylüyor: “Çok sağlam bir inançla karanlıktaki küçük ışıkları görmek, takip etmek... Ama en önemlisi de resim konusunda kendime yalan söylememek!”. Türkiye’ye geldikten sonra Florya’dan başka bir yerde yaşamamış, bugün de çalışmalarını Florya’daki atölyesinde sürdürüyor. Şehrin merkezinden uzakta çalışmasının da yaşadığı her şey gibi üretimine ve eserlerine etkisi olduğunu düşünüyor. Büyüleyici ve baştan çıkarıcı bulduğu şehir merkezinde resim yapmasına engel birçok unsurun varlığının aksine, Florya’daki ağaçlar, kuşlar ve dalgaların imdadına yetiştiğini söylüyor. Sanatçı, New York’taki Paul Kasmin Gallery tarafından temsil ediliyor ve orada sürekli mutlu olduğunu, New York’un sergileriyle, kurumlarıyla, havadaki özgür iklimiyle onu sürekli sanat yapmaya zorladığını söylüyor: “Burada ise güncel politikalara yenik düşüyorsunuz ve sanat hayatınızın merkezinden çıkıyor.” Contemporary İstanbul ve kendi eserlerinin de sergilendiği (son çalışmalarının yanı sıra ilk heykeli “Moon Tale”in de yer aldığı ) ArtInternational gibi sanat fuarlarının genel izleyici kitlesi ve koleksiyonerler açısından çok önemli olduğunu; fakat galeriler, müzeler ve sanatçıların özgür üretimleri konularındaki ihtiyaçlar giderilmeden bunların tek başına yeterli olmayacağını ifade ediyor. “10 yıl önceki sanat ortamı değil tabii, birçok açıdan daha olumlu bir konumdayız” diyor ve ekliyor: “Ben şuna benzetiyorum, bir yandan sürekli yeşil fidanlar dikiliyor, bir orman yaratılıyor fakat ormanın diğer ucunda da kundakçılar ormanı ateşe veriyor. Bu türden bir savaş süregelmekte. Kapatılan sanat kurumlarına, tiyatro ve sinemalara, hakkında davalar açılan sanatçılara, dünyanın en önemli piyano virtüözüne reva görülenlere, film festivalinde yaşananlara bir bütün olarak bakmak zorundayız. Beni sevindiren en önemli nokta, çok sayıda genç, yetenekli ressam var ve ben de elimden geldiğince destekliyorum. Artık sansürsüz, kalbindekini ve dilindekini tuvale aktarabilen bir nesil var, önemli olan bu.”

MoonTale // 2014 // bronz // 55x15x15cm

8


Spiritual // 2008 // tuval üzerine yağlı boya //140 cm x 200 cm

9


Together // 2007 // tuval üzerine yağlı boya //115 cm x 180 cm

Taner Ceylan, eserlerini tanımlarken hiper-gerçekçi ya da foto-gerçekçi terimleri yerine duygusal-gerçekçi tanımını tercih ediyor; diğer terimlerin de doğru olduğunu, resmini tanımladığını fakat eksik kaldığını düşünüyor: “Sanat tarihindeki foto-gerçekçi ressamlara baktığımda neredeyse tümü duygudan yoksun. Dokuların birebir verilmesi zanaatla alakalı –ki bunu çok önemsiyorum. Ama üstüne katılan o ekstra doz duygu, farkı belirliyor. Yani resmime baktığınız zaman sadece ağzından gerçekçi şekilde kanlar fışkıran bir boksör görmüyorsunuz . Gücü tükenmiş, çaresiz ama her ne pahasına olursa olsun savaşmaya devam edecek olan bir kişi görüyorsunuz. Kısacası resimlerimin izleyicilerle duygusal bir ilişkiye geçmesini temenni ediyorum.”

mediği gibi o durum ortadan kalktığı zaman da işiniz anlamını yitirir.”

Sanatçının eserlerinin birçoğunda başarılı bir şekilde yer bulan homoerotizmin yurt içinde ve yurt dışında nasıl tepkiler aldığını merak ediyorum . Örneğin, yurt dışında, Türk bir sanatçı oluşunun homoerotizmin algılanış şeklinde olumlu ya da olumsuz bir etkisi olup olmadığını... Oldukça iyi tepkiler aldığını, olumsuz tepkiler varsa da dikkatini vermediğini söylüyor: “Siz kendinizi nasıl algılıyorsanız karşı taraf da sizi öyle görüyor. Nüfus cüzdanımda Türk yazması benim için belirleyici olmadı. Benim resmim her türlü kimliğimin üzerine geçti her zaman. Çoğunlukla resimlerimde betimlediğim dünyanın bir kurgu dünyası olduğunu anlatmakla geçiyor zamanım. İşin gerçeği hayatım beyaz bir bez Bir dilden yabancı bir dile çevrilirken bazı kelimelerin anlamlarını, parçasının önünde geçiyor.” tam karşılıklarını yitirdiği gibi, resimler ya da sanat eserleri de yabancı bir ülkede asıl anlamlarını, üretim sürecinde niyetlenen anlamını yitirebiliyor. Taner Ceylan eserlerinin böyle bir durumla karşı karşıya Fotoğraf sanatı dururken, hiper-gerçekçi eserler veren bir sanatçıya kalmayışını uzun yıllardır içinde bulunduğu tinsel ve meditatif pra- başka bir sanatla ilgili soru sormak garip gelebilir belki size... Ama, tiklerle ilişkilendiriyor. “Ruhsal yolculuğumda öğrendiğim en temel ve sinemaya olan aşırı ilgimden ve O’nun eserlerini oldukça sinematogönemli nokta, insan ruhunun değişmezleri olan saf bilgiler. Resimlerimi rafik bulduğumdan, sinemadan ilham alıp almadığını ve neler izlemebu saf bilginin etrafında yapmaya dikkat ediyorum. Tokyo’dan İstan- yi tercih ettiğini merak ediyorum son olarak. “Sinema benim için çok bul’a, Londra’dan New York’a insanlık ortak duygularda birleşebiliyor. meşakkatli bir sanat dalı. Özellikle duygusal anlamda beni çok etkiliyor, Şüphesiz her sanat eseri her sergilendiğinde kendisini tekrar tarif eder bu da benim gündelik hayat akışımı ciddi anlamda sekteye uğratıyor. ama aynı duyguyu yansıtır. Bu nedenle ortak noktaları keşfetmeye çalı- Bu yüzden sinematografik belgeseller ve bilimkurgu benim için oldukça şıyorum.” diyor sanatçı ve ekliyor: “Politika, güncel siyaset veya gündem heyecan verici ve eziyetsiz.” diyor. Sevdiği, heyecanla takip ettiği yönetsanatınızı belirliyorsa; eğer bir durumu baz alarak bir karşı duruş ger- menler arasında Luc Besson ve Wachowski kardeşleri, eski okuldan ise çekleştiriyorsanız, o durumun olmadığı bir ülkede işiniz varlık göstere- Michel Curtiz ve Charles Vidor’u sayıyor.

10


.

RUMISU )

Pınar Yegin . Deniz Yegin Ikiısık , )

Röportaj : Nihan Betül Arıcı Fotoğraf: Deniz Yılmaz

i Her bir hikayesinin sizi farklı yerlere götürdüğü, çocuksu ve naif tasarımların yaratıcıları Pınar Yeğin ve Deniz Yeğin İkiışık, bize fantastik dünyalarını açtı. Rumisu markasının oluşum sürecinden, koleksiyonlarında can bulan karakterlere kadar bir çok şeyi konuştuk. Arada birbirlerinin sözlerini tamamladılar, arada da ortak hayallerinin başlangıç noktasına kadar gidip, biraz nostalji yaşadılar…

i 11


Biriniz ekonomi diğeriniz ise moda tasarımı mezunu. İllüstrasyona geçiş yapmaya ve ortak bir noktada buluşmaya nasıl karar verdiniz? Deniz: Bu soruyu ben cevaplayabilir miyim? (gülüyor) Pınar’ın her zaman elinde defteri vardı. Bir şeyler çizerdi fakat pek paylaşmazdı. Ben de hep ondan özenirdim. Ondan gördükçe çizmeye merak saldım. Üniversiteye girince de çizimle ilgili bir şey yapmam gerekiyor diye düşündüm ve moda tasarımı okumaya karar verdim. Pınar: Ben üniversitede okurken de devam ettim çizmeye. Ekonomi derslerinin yanı sıra sanat tarihi dersleri de aldım ama nedense büyürken, sorumluluk sahibi ciddi bir insanın yapması gereken bir meslek dalında okumam gerekiyor diye düşündüm. Bu da şu anda yaptığım şeye yönelme sürecimi biraz yavaşlattı. Kardeş olarak birlikte çalışmak nasıl bir deneyim? D: Ben daha inişli çıkışlıyımdır. Sıkıldığımda sinirli olabiliyorum. Pınar daha sakindir mesela. Birbirimizi dengeliyoruz. P: Çalışma şekillerimiz de çok farklı. Ben daha sakin ve ağır çalışırım. Örneğin; bir desen yapılacak ve bu desen üzerine üç tane canavar lazım, bir bakarım 300 tane canavar çizmişim. Çünkü bu üç yüz canavar içinden biliyorum ki üç tane beğendiğim çıkacak. Tabii Deniz benim bu sakinliğimi görünce zaman zaman çıldırabiliyor. İki kız kardeş nasıl bir iş paylaşımı içindesiniz? Fularlarda yer alan karakter çizimlerini kim yapıyor? D: İkimiz de çiziyoruz ama aynı desenleri beraber yapmıyoruz. Hikâyelerimize karar verirken birbirimize karışmıyoruz. Fakat sonrasında çizimlerin yerleşimine ve renklerine birlikte karar veriyoruz. Zaten fularlarımızın üzerine koyduğumuz karton etiketlerin hepsinde karakteri kimin çizdiğini belirten bir yazı bulunuyor. P: Tasarım aşaması dışında kalan diğer her şeyle birlikte ilgileniyoruz. Çizgileriniz nasıl oluştu? P: Çizimlerimi eğitim alarak değil, alaylı olarak şekillendirmeye başladım. Daha önce söylediğim gibi bir canavar çizmeye başladığımda 300 tane canavar çizmem gerekiyor ki ilk 3 ya da ilk 30 tanesinde düşünüyor oluyorum. Belli bir süre sonra beynin değil, elin buraya gelebiliyor ancak. Rumisu markasının oluşum noktası nedir? Nasıl bir süreçten geçti? P: Amerika’dan 2006 yılında beraber döndük.

Aile şirketinde çalışmaya başladık. İşin daha çok “management” kısmında çalışıyordum ve yaratıcı hiçbir şey yoktu. Hala ne yapacağım konusunda kararsızdım. Ve bu süre zarfında çizim yapmaya ve el işine ağırlık vermeye karar verdim. Aslında her şey, Deniz’in “haydi birlikte bir şey yapalım” demesiyle başladı diyebiliriz. D: Ben de Türkiye’ye döndüğümde bir süre aile şirketinde çalıştım. Daha sonra bir tasarımcının asistanı olarak devam ettim. Pınar’la da keyifli bir şeyler yapabiliriz diye düşünüyorduk ama ne olduğu konusunda kararsızdık. Çizimle ilgili olsun istedik. Ve daha sonrasında Rumisu macerası başladı. Rumisu ismi nereden geliyor? P: Ben o sırada Rumi’yi okuyordum. Rumi; “Anadolu’dan gelen” demekmiş. Biz de yaptığımız işin Türkiye’den çıkmış bir iş olmasını istiyorduk. “Rumi” kısmı buradan geliyor. Su ise; Deniz’le benim çok sevdiğimiz bir isimdir. Hatta ikimizin de isimleri suyla ilgili olduğu için “su” ekleyelim, su gibi aksın dedik.

P: Koleksiyon için hikâyeler oluştururken günlük akış içerisindeki olaylardan etkilenebiliyoruz. “Come Out of Your Closet”ı tasarlarken, “TEDx”te dinlediğim “Coming Out of Your Closet” hikâyesinden ilham aldım. Hikâyede, dünyaya karşı kendi kişiliğini ortaya koymaya çalışan biri anlatılıyordu. Çok etkileyici bir konuşmaydı ve bu konuşma üzerinden hikâyesini oluşturdum. Kısacası, “Come Out of Your Closet” dolaptan çıkma ve canavarlarımla yüzleşme hikâyem olduğundan benim için özeldir. Karakterlerinizden bir çocuk kitabı ya da animasyon yapmayı düşünüyor musunuz? D: Çocuk kitabı en çok yapmayı istediğimiz şey. İlerleyen zamanda böyle bir proje yapmayı çok istiyoruz. Tasarım dilinizi ve çizginizi nasıl ifade edersiniz? P: Naif ve çocuksu diyebilirim. D: Hayatı çok ciddiye almayan diyebilirim, en azından tasarlarken. Çünkü en keyifli kısmı tasarım aşaması. Siz kimleri takip ediyorsunuz? Kimlerin çizimleri hoşunuza gidiyor? P: İkimiz de Oliver Jeffers ve Tim Burton hayranıyız. Bunun dışında Sedat Girgin, Maria Herreros ve Javier Zabala’nın çizimlerini çok beğeniyoruz. Rumisu bir insan olsa nasıl biri olurdu? P&D: Baskılı gömlek ve kırmızı çorap giyen, saçı başı dağınık, salaş bir erkek olabilir.

Peki Rumisu kuşunun bir anlamı var mı? P: Rumi figürlerine bakıldığında, karşımıza ilk kuş figürleri çıkıyor. Rumisu kuşu da buradan geliyor. Bildiğim kadarıyla fularların ucundan sallanan tığ işi karakterler GAP bölgesinde yürütülen bir proje kapsamında yapılıyor. Bundan biraz bahseder misiniz? P: Tığ işi karakterlere karar verirken, hikâyede ne anlattığımızı dikkate alıyoruz. Karakterlerin ilk versiyonu benim elimden çıkıyor. Üretimleri ise; GAP bölgesinde, Birleşmiş Milletler Kalkınma Fonu’nun desteklediği ve bölge kadınının ekonomik kalkınmasını hedefleyen bir proje kapsamında yapılıyor. Her bir karakterinizin ayrı bir hikâyesi var. Sizin için en özel olanı hangisi? D: Desenlerimizin hiç birini ayırmıyorum aslında ama ilk desenlerden biri olan Chicken Pox’u çok seviyorum ve ondan hiç sıkılmıyorum. Bir de Mealtime var.

İstanbul sizin için tasarım anlamında nasıl bir şehir? Bu şehirde yaşamaktan mutlu musunuz? P&D: İstanbul’da yaşamaktan mutluyuz. Serbest bir çalışma koşulumuz olduğu için İstanbul’un çilesini çekmiyoruz. İstanbul’un dinamizminden memnunuz. Çevremizdeki insanların da yaratıcı olması bizi besliyor. Ve bir de bu şehirden çıkıp tekrar geri gelmek, dışarıdan aldıklarımızla burayı harmanlamamıza yardımcı oluyor. Rumisu bugünlerde neler yapıyor? Neler çiziyor? Yakın zamandaki projeleriniz neler? P: Haziran ayında 40 yaşıma basacağım. 40 yaşındaki kutlama masamda, canavarlarımla yemek yerken çektiğim “selfie”nin alegorik bir illüstrasyonunu hazırlıyorum. Ümidim de 40 yaşıma basarken canavarlarımla yüzleşebilmek. D: 2015/16 kışı için çizim yapıyoruz. Aynı zamanda ben de “Animal Cruelty” ile ilgili çizimler hazırlıyorum.

- www.rumisu.com -

12


Rafet Utku



STİL SARA MERZ Portre çekimleri ve sevdiğimiz dergilere yaptığı editorial çekimler ile her zaman radarımızda olan Sara Merz, “face to face” isimli bir projeye hazırlanıyor. İçinde 18 portrenin bulunacağı serginin detaylarını henüz bilmesek de, çıkacak sonucu merak ediyoruz. Bir süre önce Zurichli sanatçının fotoğrafları A/sh, Bullet, Firday gibi dergilerde karşımızda çıkmıştı. Muhtemelen siz bu sayımızı okurken, son projesi de tamamlanmış olacak. Sözü daha fazla uzatmıyoruz ve sizi moda fotoğrafçısı Sara’nın fazlasıyla ilham barındıran fotoğraflarını incelemeye davet ediyoruz.

www.saramerz.ch

RAF SIMONS Raf Simons, Antwerp gibi küçük bir yerden gelip, git gide tüm dünyanın konuştuğu modacılar arasına girmiş bir tasarımcı. Belçikalı tasarımcının benimsediği tarz, 2012’de Christian Dior markasının kreatif direktörlüğünü yapmaya başlamasından sonra daha da oturdu, güzelleşti. Son olarak da Los Angeleslı sanatçı Brian Calvin ile ortak bir çalışmaya imza attı. Brian Calvin’in çizimlerinden baskılı sweatshirtler hazırlandı ve adı da Jersey Sweatshirt konuldu. Sweatshirt modasına sıcak bakanlardansanız, göz ve dudak baskılı Jersey serisini de seveceksiniz.

COYOTE NEGRO Brooklyn, takı ve moda tasarımcıları için adeta bir buluşma noktası gibi. Melissa Hernandez de bu noktada çalışmalarını sürdüren bir tasarımcı. Tasarladığı her şeyin el yapımı olmasına önem veren Melissa, giyilebilir ürünlerin yanı sıra Coyote Negro markası altında ilk takı koleksiyonu Spectra’yı oluşturdu. Spectra’da yer alan takılar; form ve ışığın çarpışmasından, yansıma ve kırılma süreçlerinden yola çıkarak hazırlanmış. Yüzlerle bütünlük sağlayan yüzük, kolye ve küpelerin hepsi el yapımı ve pirinç malzemesi kullanılarak tasarlanmış. www.shopcoyotenegro.com

15

www.rafsimons.com


ANEGELO PENNETTA I-D MAGAZINE i-D Magazine’in her sayısını merakla bekliyoruz çünkü biliyoruz ki hem temalarıyla, hem de kapağına taşıdığı yüzleriyle bizi yine şaşırtacak. Geçtiğimiz günlerde çıkan “The What is Love” temalı sayısında yine çok güzel çekimler gözümüze çarptı. i-D dışında diğer seçkin dergiler için de çalışan ve portfolyosuyla her daim ufkumuzu açan Angelo Pennetta’nın bu sayıya özel yapmış olduğu moda çekiminde stilistliği Poppy Kain üstlendi. Moda fotoğrafları çekerken, yapay duruştan çok modellerin normal hayatlarındaki tavırlarını yakalamaya çalıştığını belirten sanatçının çalışmalarında modellerin ifadeleri ve rahatlığı hemen dikkatimizi çekiyor.

www.angelopennetta.com

SAINT LAURENT

ART COMES FIRST

Yves Saint Laurent’in tasarımları bir yana, özel hayatı ve aşk hikayeleri de her zaman merak konusu olmuştur (aynı Coco Chanel’de olduğu gibi). Bir insanı, bir filmden anlamak elbette mümkün olmasa da, 60’lar ve 70’lerdeki kariyer yükselişini, Jacques de Bascher ile olan beraberliğini ve hayatında ne gibi dönemlerden geçtiğini anlatan Saint Laurent filmi oldukça dikkatimizi çekti. Jacques de Bascher karakterini de en sevdiğimiz yüzlerden biri olan Louis Garrel canlandırdı. Louis Garrel, bir diğer moda ikonu “Karl Lagerfeld’in sevgilisi” olarak da tanıdığımız ve 1989’da aids sebebiyle vefat eden tasarımcı Bascher karakterine, o hüzünlü duruşu sayesinde çok iyi bir şekilde bürünmeyi başarmış.

Moda sanatın bir parçası mıdır, değil midir ikileminde herkesin farklı bir görüşü var. Art Comes First blogunun yaratıcıları Sam Lambert ve Shaka Maidoh ise modanın sanatın önemli bir parçası olduğunu fakat günümüzde sıkça kötüye kullanıldığı için yanlış algılandığını düşünüyor. Sam ve Shaka’nın kendi duruşlarını ifade ettiğini düşündükleri bir de markaları var: Avec Ces Freres. “Giysi ve beden hareketleri arasındaki iletişime” vurgu yaparak oluşturulan koleksiyonun tüm çekimlerinde de farklı poz ve duruşlar kullanılarak bir hikaye yaratılmış. www.artcomesfirst.com

16


BALATT

Liana Kesenci Röportaj : Fatoş Tatlı Fotoğraf: Emre Güven

i

Bazı insanlar vardır; anlattıkları, hikayeleri ve yarattıkları birbirini tamamlar. Bütününün içindeki her parçası ayrı bir nitelik, nihai bütünü ise eşsiz bir harmoni taşır. Liana onlardan biri. Kreatif direktörlüğünü yaptığı markası Balatt da… Liana’yla oturup, hem Balatt’dan, hem Liana’dan, biraz hayattan, biraz çizgi filmlerden bahsederken, bir bakıyorum ki biz farkına varmadan röportaj başlamış bile…

i

17


Aslında ani dönüm noktaları ile şekillenen bir hayat. “Nasıl başladı her şey?” diyorum. Anlatmaya başlıyor. Pierre Loti’yi bitirip, Londra’da Central Saint Martins’de grafik tasarımı ve fotoğrafçılık okuyor. Londra’da biraz çalıştıktan sonra, istediği okuldan burs alıp, bir de hayranı olduğu grafik tasarımcısı Stephan Seigmester’dan iş teklifi alınca New York’a taşınmayı planlıyor. Ama hayat en tahmin etmeyeceğiniz yerde size sırıtır ya… Yazın İstanbul’dayken Tamer Yılmaz, Liana’ya “Fabrika Photography’de yazın bir iki ay staj yap” diyor. Staj başlıyor. New York hazırlıkları tam hızla sürerken, yaz bitiyor, tam gitmeye hazır... Tamer Yılmaz; “Burada kal, akademik kariyer düşünmüyorsan işi mutfağında öğren” diyor. Londra’daki evini bile kapatmadan masterı ve Seigmester’i bir yana bırakıp, İstanbul’da kalıp Fabrika’da çalışmaya başlıyor. İki sene boyunca Tamer Yılmaz’ın yanında çalıştıktan sonra artık yapmak istediği şeye yönelmek istiyor. Tasarım, deri, Balatt hala aklında yok… Hem Emre (Güven) ile sanat direktörlüğü yapıyor, hem de deri sektöründeki babasının Avrupa işlerine yardımcı oluyor. “Moda tasarımcısı olacağım diye bir hayalim yoktu ama küçükken babam eve hep deri parçalar getirirdi. Ben de bana Barbie alındığı gün Barbie’nin kıyafetlerini keser, onlara deriden kıyafetler yapardım. Hep de azar işitirdim -alındığı gün kıyafetleri kesiyor- diye. Çocukluk defterlerimde kızlar var, üstlerine deri çizmişim. Deriyi hep çok sevdim.” Arada bir kendine birkaç “deri” yapıyor, herkes beğeniyor derken çok iyi bir marka Liana’nın tasarımını beğenip, koleksiyonuna katmak istiyor. Türkiye’deyiz, tavsiye vermeye bayılırız, herkes “Niye deri yapmıyorsun? Çok yeteneklisin…” demeye başlayınca “...bir an dedim, neden olmasın?” Liana özellikle Türkçe isim arıyor. Bu sırada isimsiz markasının koleksiyonuna başlıyor, e isim yok, ne tanıtabiliyorlar, ne bir adım atabiliyorlar. Yaprak (Aras) da bir yandan Liana’yı sıkıştırıyor “Dergide konu toplantısı yaptık, seni yazıyoruz” diyor ama isim hala yok. O sırada da Emre’yle Cihangir’den Balat’a taşınıyorlar. Eski bir jeneratör fabrikasını yenileyip üst katını ev, alt katını da Emre için stüdyo haline getiriyorlar. “Bir anda Balatt olsun dedik” diyor gülerek ve gerisi ip söküğü gibi geliyor zaten. Arkadaşları Çağlar Kanzık ve Boran Güney’den bir akşam bir mail geliyor. Balatt’ın tüm kurumsalını Çağlar ve Boran yapmış bile. Onu görünce “tamam” diyor Liana ve daha sonra akış iyice ivmeleniyor ve koleksiyon tamamlanıyor. Nasıl hissettin diye sorduğumda “İyi oldu” diyor Liana “her şey birden olunca ben de hızlanmış oldum.” Liana Balatt’ın konseptini, çizgisini, hedef kitlesini , “look”unu belirliyor ve ekibiyle beraber koleksiyonu hazırlıyorlar. Paris’te master yaparken Vincent Bastien diye bir hocamız vardı, bize hep “Artık markalar ürün değil, hissiyat satmak zorunda, başarının sırrı budur” derdi. Bana göre Liana’nın markası Balatt’ın sırrı da burada. “Fotoğraf çekimi yapıyoruz, onun “layout”u, Balatt’ın yeri, modu benim için kıyafetin gözüküp gözükmemesinden çok daha önemli. Bazı tasarımcılar kıyafetin gözükmesini çok önemsiyorlar. Kıyafet önemli değil, önemli olan hissiyatı verebilmek. O “look”un ben de böyle giyinmek istiyorum dedirtmesi gerekiyor.” Balatt’ı nasıl tanımlarsın diye sorduğumda, “yalın, düz ve zamansız” diyor. Kendisi gibi. Kendi giymeyeceği hiçbir şeyi koleksiyonuna koymuyor, ama “aynı zamanda kendi ürünlerimi giymeyi de pek sevmiyorum” diye ekliyor. “Yapılması gerektiğinin farkındayım ama kendimi

ayaklı bir reklam panosu gibi hissediyorum. Her seferinde -ya ben neden kendi şeylerimi giymiyorum; ne güzel olur diyorum-, ama o gün geliyor yine yapamıyorum.” Röportaj sonlarına doğru biraz da klasik sorular soruyorum. “Giysilerim arasında vazgeçmeyeceğim üç şey kaşmir kazağım, jeanlerim ve spor ayakkabım” diyor. Türk tasarımcılardan Zeynep Tosun, Özlem Kaya, Raisa &Vanessa ve Güneş Mutlu’yu çok beğeniyor. Herkesin dilinde olan zarif gelinliğini ise Özlem Kaya tasarlamış. Sosyal medyanın gücünün ve etki alanının farkında ama “nostaljik şeyleri hep çok sevdim, bir gün o dergiler online dergi olursa çok üzülürüm. Ben kindle da sevmiyorum, kitabın kokusu, ona dokunmak apayrı bir şey” diye ekliyor. Tasarımlarında her şeyden etkilenebiliyor. Jean Luc Godard, Ninja Turtles, herhangi bir aksiyon filmi ya da 40’ların Hollywood filmleri… Esasında daha soracak çok şey var ama havanın da iyice kararmasıyla beraber, röportajın sonuna geliyoruz. Böylesine “kurt kapanı” bir sektörde Liana gibi yalın, katışıksız, egosundan sıyrılmış insanlarla tanışmak umut verici.

18


Wireframe Boundaries Fotoğrafçı - Fidan Kandemir Stilist - Burcu Erim Saç - Yiğittan Demiralp (kum agency) Makyaj - Ahu Aydemir Model - Vlada Varnavskaya (option management) Sanat Direktörü - Türker Akman

19


Bluz - Mehtap Elaidi

20


Tulum- Topshop

21


Gรถmlek- White Posture / Brandroom

22


Ayakkab覺 - Topshop

23


Gömlek- White Posture / Brandroom Çanta - Yes I’m French / Bilstore

24


Palto - H&M

25


Bluz- Topshop

26


27


Elbise- Topshop

28


KAYIP YÜZLER photo essay

Cem Çelik

29


“Böyle olmayacaktı...” Öyle demiştin ya kendine, yine olmadı. Her şey ne kadar pembe bir hayal gibi göründüyse; üzülmek de bir o kadar gerçekti. Seni üzen şeylerin sırası değişmedi; yeni yüzlerin, bedenlerin var olacağı gerçeği gibi. Her bir yeni beden yok oluşunun bir simgesi, büyük bir buz kütlesinin etrafından parçalarının sıyrılıp, sulara karışması gibi. Bazen çizdiğin bir resimde, anlatmak istediğin şeyin renklerinde kaybolursun. Bazen çektiğin fotoğrafların görünmeyen, bulanık tarafında takılıp kalırsın. Onun beğeneceğini umarak diktiğin gömleğin düğmelerinde, tarifini kolay zannedip, uzun saatler boyunca anca yapabildiğin yemeğin kokusunda... Değiştiremiyeceğin şeyler için kendinden artık özür dileme. Hatalarına güven. Ve sen sadece, Kendini düşün. Kurtuluşun yok bu yolculukta. Şimdilik başrolünü oynamalısın hayatının.

30


Kentin Ara Yüzleri Hazırlayan: Seda Öznal

i

Küçükken kafamı o kadar arkaya yaslayarak yürürdüm ki sırtıma gelen örgülü saçlarım belime kadar uzardı. Hepsi çevremi sarmalayan o devasa “evler” içindi. Yürürken insan yüzleri umurumda değildi benim için, gözlerim hep bir şekilde canlı olduğuna inandığım duvarlardaydı, onların yüzlerindeydi. Yanından geçtiğimiz her duvara dokunuşuma ailem anlam veremezdi. Dokunurdum, izlerdim, bana bir hikaye anlattıklarına inanıp dinlerdim. Artık büyüdüm, kent bana yeni şeyler anlatamayacak kadar yorgun da olsa, saklı kalmış hikayelerini aramaya devam ediyorum.

i

Günümüzün kent algısıyla birlikte, binalarla tensel ve görsel ilişki kurmak zorlaştı. Artık eskisi gibi saf değil kent; çok katmanlı ve biraz ketum. Ama bazen kent, katmanlarının arasından sırlarını ele veriyor. Bazen o ilişki kuramadığımız, hikayesiz, devasa plaza yüzleri arasından çok daha insani bir takım dokunuşlar bizi mutlu etmeye yetiyor. 4. Levent’in o dokunulası, görülesi mozaikleri de bu sırlardan biri. Gelin bir süreliğine 1950’lere gidelim. Soğuk, katı, saf, evrensel, brütalist modernizm zamanlarına... Türkiye’nin ilk modern beton konut projesine, ilk uydu kentine... Bütün bu modernite koşturması içerisinde kimlik arayışında olan Türkiye’nin çok partili zamanını, Batı’ya göç verdiğini, Doğu gezileri düzenlediğini ve tüm bunlarla birlikte evrensel olanla, yerel olan arasında kalmışlığını düşleyelim. İşte “Levent mozaikleri” bu arada kalmışlığın sonucudur. İktidarla sanatçının Türkiye’deki sayılı birlikteliklerinden biridir. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Eren Eyüboğlu, Sabri Berkel, Ferruh Başağa, Ercüment Kalmık’ın belediyenin düzenlediği yarışmaya katılıp yaptıkları bu 23 mozaik; evrensel, brütalist, sağır duvarlara yerel, narin dokunuşlardır. Modernizmin enternasyonal katı dili ve folklorik Anadolu motifleri. Beton ve mozaik. Evrensel ve yerel. Resmin bir mekanı tanımaktaki yerini önemseyen bir mimar: Prof. Dr. Kemal Ahmet Aru. “Şurası muhakkak ki herhangi bir tabloya en güzel ışığı, en uzun ömrü, en büyük seyirci kalabalığını, kısaca hayata karışma gücünü sağlayan mimaridir. Mimar eli değmedikçe resim göçebe bir hayat yaşamaya, daha doğrusu yaşamadan diri diri gömülmeye, yahut da loş müze salonlarında uykuya dalmaya mahkumdur.” diyen bir sanatçı Bedri Rahmi Eyüboğlu. O dönemde bu sanatçıların dokunuşlarıyla, Levent mahallesinin sağır duvarları farklılaşır, kendilerine birer yüz edinirler ve hikayelerini anlatmaya başlarlar. Duvarla mozaikler arasındaki çözünürlük ve boyutlandırma kriterleri tartışılabilir, bu birliktelik nasıl güçlenebilir diye birçok öneri getirebilir, fakat buradaki en önemli unsur; Türkiye’de az gördüğümüz ve bu nedenle çok değerli olan “sanatın mimariyle, kentle ilişkisi”nin vurgusudur. Bu vurgu tektonik bazı kaygılara cevap veremeyebilir ancak bu kente kültürü nasıl taşırım, işlerim ve bunu evrensel bir boyutta nasıl yaparım sorularına zamanın koşullarıyla cevap aramıştır. Ne yazık ki; 2012 yılından önce bu sanat eserlerinden 7 tanesi mantolamanın, 6 tanesi tabela ve reklam panolarının altında kaldı. 2 tanesi de soba, klima ve benzeri nedenlerle zarar gördü. Nurullah Berk’in çalışması vitrin yapmak için yıkıldı. 2012’de Beşiktaş Belediyesi “Aradığımız Parça Sizde Olabilir” isimli bir kampanya başlatarak herkesi saklı mozaikleri bulmaya davet etti ve bulunan mozaikler restore edilmeye başlandı. Bu proje mahalle kavramını, açık hava müzesine dönüştürdü ve karlı bir kış gününde, sokakta yürürken Bedri Rahmi’nin eserleri ile karşılaşmamıza sebep oldu. Mozaiklerin yerleri işaretli olan haritayı belediyenin sitesinden temin edip, 4. Levent’te mozaik keşfine çıkmak hala mümkün. Biraz geç kalınmış olsa da bu hareket; aslında bize kent hafızasının varlığını, bu varlığı korumak gerektiğini bir kez daha hatırlattı. Eserlerin değerli bulunması ve korumaya değecek olabilmesi için sadece Osmanlı döneminden kalması gerekmediğini gösterdi. “Yakın tarihin üstü mantolanabilir mi? Bir eserin değerli sayılması için yakın tarihte yapılmamış olması mı gerekir? Bir mimarın; “Geçenlerde dolaştım oralarda. Sitenin o perişan görüntüsüne dayanamadım. Yazık ki geri kalmışlığın, görgüsüzlüğün, bilgisizliğin, kültürsüzlüğün acı sonuçları bunlar.” demesi utanç verici değil midir?” sorularını sordurttu. Halbuki yüksek, ruhsuz, belleksiz plazalar arasından hızlı hızlı yürürken, bir anda gözüme takılan o renkli mozaikler içimdeki küçük beni heyecanlandırır. Şehir, artık hızlı hızlı yürüdüğüm bir yer değildir. Benimle katmanlarının arasındaki sırlarını paylaşır. İçimdeki küçük ben kafasını yukarı kaldırır ve artık örgüleri belindedir.

31


32


Ezgi Bozkurt “Bende ODTÜ’lü ukalalığı var” diyen; ama ego nedir bilmeyen biri o. Balkonunda biberini, kekiğini yetiştiriyor ve henüz 29 yaşında olmasına rağmen şehirden hızlı adımlarla kaçmayı planlıyor. Ezgi Bozkurt’u sadece ‘model’ sıfatıyla tanımlamak oldukça yetersiz. Çünkü O, büyük hayallerden kaçan, sürekli evrilen, “hayatımın işi” ve “hayatımın merkezi” gibi beylik tanımlardan çok uzak genç bir kadın.

i

Röportaj: Cansu Uras Fotoğraf: Deniz Yılmaz

Hayatın nasıl bir tempoya sahip? Modellik bunun neresinde? İşin aslı hayatım değişken bir tempoya sahip. Modellik, kariyerimin ilk önemli adımı değil. Aynı zamanda Co-MADE adlı bir tasarım ofisimiz var. İlk kez 2008 yılında bir defileye çıktım. Modelliğe ilk adım attığımda bu mesleği hiç sevmedim. Zeynep Arkök adlı çok sevdiğim bir koreograf var; o dönemdeki erkek arkadaşım vasıtasıyla tanışmıştık. Bir defile izlemeye gittiğimde oradaki modacılar “Bu kız kim?” diye sormuşlar. O an Zeynep benim mutlaka podyumda yürümem gerektiğini düşünmüş. İstanbul’un ilk moda haftası olan Fashion Lab’de podyuma çıktım. Casting düzeni, modele ikinci sınıf vatandaş gibi davranılması beni modellikten itti. Tabii ODTÜ’lü ukalalığı var bende. “Ben boşuna mı okudum ODTÜ’de” diyerek modelliği bıraktım ve İsviçre’ye iç mimari üzerine yüksek lisans yapmaya gittim. Geri döndüğümdeyse çekim yapmayı özlediğimi fark ettim. Şu an gayet keyif alıyorum ve bu devam ettiği sürece de podyumda olacağım. Modellikte 90’lar demek yüzü gülen, 2000’ler ise yüzü asık modeller demek. Çekimlerde veya podyumda farklı yüz şekillerine bürünmen gerekti mi hiç? Modelseniz sonuçta askısınız zaten. İfadesiz bir şekilde yürümeniz gerekiyor. Bin bir surata girdiğim çekim o kadar az oldu ki, keşke daha fazla olsa. Çünkü ben öyle kendimi zorlayacağım çekimler istiyorum. Ama Türkiye’de insanlar hazıra konuyor genelde. Mesela saçlarım kısa diye yıllarca “androjen” gibi çektiler. Biri seni bir şekilde çektikten sonra hep öyle gidiyor. Bu işi becerebilen stilistler de az sayıda. Peki, beğendiğin stilistler kimler? İlkin Sarılgan ve Tuğçe Ülkümen aklıma ilk gelenler. Dilara Fındıkoğlu ve Bahar Kongel’i de seviyorum. Kendini tek stile hapsetmemiş, uyumlu ayakkabıyla çanta dışında bir şeyler yapabilen insanlar karşıma çıkınca çok hoşuma gidiyor.

33

Aynada yüzüne baktığında, “Benim imzam budur” veya “İlk bu dikkat çeker” dediğin bir kısım var mı? Galiba çoğu modelin aksine ben yüzümü o kadar çok bilmiyorum. Aynada kendini saatlerce izleyen biri değilim. Bazen baktığımda burnumu kocaman görüyorum, bazen de dudaklarım korkunç geliyor. Ama benim imzam diyebileceğim bir şey yok. Farklı oranlarıyla güzel olan tipleri hiç çekinmeden izliyorum.

ğim. Yakın arkadaşlarım Datça’dan toprak aldı. Arıcılık kursuna gidiyor ve kendi şaraplarını yapıyorlar. Açıkçası onları gördükçe ben de kaçış planı yapıyorum. “Ama İstanbul çok güzel, alışınca başka yer çok sıkıcı geliyor” derler; fakat hayır! Ben dünyanın en sıkıcı şehrinde de çok mutluydum. Lugano’da yaşadım. İsviçre’de, ABD’nin multi milyoner emeklilerinin yazlık evlerinin olduğu bir yer. Kışın bomboş oluyor. Herkes çok huzurlu. Ben oradayken çok mutluydum. Şu an MoGörsel hafızan nasıl? Gördüğün bir yüzü da’da yaşıyorum ve zorunda kalmadıkça da inceler ve sonra da hatırlar mısın? Moda’dan dışarı çıkmıyorum. Böyle bir yaşaFena değil galiba. Tasarımcı olduğum için mı her yerde sürdürebilirim. şeklen incelemeyi seviyorum; ama kendimi incelemeyi sevmiyorum. Güzel insana bak- Yani sen de huzurlu bir yaşam arayanlarmaktan hiç çekinmem. Hatta rahatsız edici bile olabilirim (gülüyor). Böyle çok kendine dansın… has yüz hatları olan ve genel kanıyla güzel sa- Evet. Bugün, apartman toplantısında da sözü geçti… Benim balkonumu görenler beni ev yılmayan insanlar çok hoşuma gidiyor. hanımı sanıyordur. Her yerde çiçekler, kekik, Tasarımcı olduğum için dedin. Co-MADE biber ve fesleğen var. Galiba evcimen bir yaadlı tasarım stüdyondan da bahsedelim bi- pıya sahibim. raz… Co-MADE, multi-disipliner bir tasarım Yaratıcılığını en çok ne besliyor? stüdyosu. Beş kişiyiz. Tasarım adına ne ge- Takım oyuncusu olmayı seviyorum. Etrafımrekiyorsa hepsini yapıyor veya yaptırıyoruz. da korkmadan, saçma sapan fikirler üretebiKurumsal kimlik, web sitesi, iç mimari, ürün lecek insanlar olduğunda daha keyifli sonuçvb. şeklinde tasarıma dair pek çok hizmeti veriyoruz. Hepimiz ODTÜ Endüstri Tasarı- lara ulaşabiliyorum. mı mezunuyuz. Defalarca izlediğin filmler var mı? “Atonement”. Kitabı çok kötü; ama filmi çok Hayatının işi tasarım mı peki? Hayatımın işi dediğim bir iş yok. Çok büyük güzel. Bir de Beatles çocuğu olarak büyüdühayal insanı değilim galiba. Bir çekimden ğüm için “Across the Universe”ü izleyince çok keyif aldığımda “Ah, işte tamam budur” coşku doluyorum. diyebiliyorum bazen. Farklı şeyleri denemeyi seviyorum. Bir işi yapmak için ömür çok Peki, ya roman? Her romanı 20’li, 30’lu ve uzun. Galiba bizi, bir önceki nesilden ayıran 40’lı yaşlarında oku derler. Senin için bu da bu. Kariyer değişimine ihtiyacım var. Karomanlar hangileri? famda bin bir tilki dönüyor her saniye. Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık YalnızBu tilkiler arasında şehirden kaçıp sakin lık” romanı. Ayrıca Orhan Pamuk’un tüm romanları da belli dönemlerde okunmalı. bir yaşam sürmek var mı? İstanbul’da yaşamaktan gün geçtikçe daha “Benim Adım Kırmızı”yı ikinci kez okudumutsuz oluyorum. Birkaç yıl içinde gidece- ğumda çok farklı hissetmiştim.


34


Gastronomika

Semi Hakim & Engin Önder Röportaj: Özge Akpınar Fotoğraf: Deniz Yılmaz

i Yaratıcı Fikirler Enstitüsü’nü yeni yeni tanıdığım zamanlardan beri, hem çok heyecanlı hem çok çenesi düşük bir grup insan olmalarından kaynaklı -büyük bir hayal mi, yoksa devrim mi olacağı bilinmez- birçok proje hakkında konuşuluyordu. Bunlardan sadece biri olan Gastronomika’da Anadolu Mutfağı’nı yeniden kimliklendirmekten bahsederlerken henüz ocağın altı bile yanmıyordu. Bir yıl önce; başlarında Engin Önder, Semi Hakim ve Cem Aydoğdu olmak üzere Salt Beyoğlu Mutfağı ele geçirildi. Şu an ortada bulunan büyük uzun masanın yerinde o gün sandalyeler vardı, Vasıf Kortun açık mutfağın sağ köşesinde oturuyordu. “Höşmerim de bir gün cheesecake kadar cool olur mu?” dediler. O sırada odanın içindeki herkes gülümsüyordu. Bu sorunun insanla mutfak arasındaki münakaşaların bir başlangıcı olduğunu bilmeden biz de gülümsedik. Ocakların altı yakıldı, Gastronomika reçetelerindeki yemekleri ağır ağır pişirdi ama kokusu gümbür gümbür etrafa yayıldı...

i 35


Karşımda Semi ve Engin var, Cem gelememiş ama o kadar çok birlikteler ki sorduğum sorular karşısında Cem’in cevaplarını Engin de, Semi de zaten biliyor. Mutfak öyle bir yer ki herkes bir oluyor. Akşama iki ay önce kurulan turşular açılacak. Yanına pilav ve çorba var. Bir grup şimdi pazara gitmiş döndüklerinde kısır yapacaklar. Misafirleri İngiltere’den gelmiş, hep birlikte oturup devrim konusu tartışılacak. Höşmerim o günden beri almış yürümüş belli ki. “Hepimiz biraz ağlak bir ekip olduk” diyor Engin, “Mutfak ziyaretçisinin de tüketicisinin de alışkanlıkları hiç bizim bildiğimiz gibi değilmiş; hikaye dolu, müthiş etkileşimli bir ortam burası.” Hemen önümüzde duran kara tahtada en son yapılan “açık mutfak” etkinliğine katılan isimler ve onların yaptığı yemeklerden oluşan menü var. Cihangir’den Mehmet’in muzlu helvalı gözlemesi, Çinli bir öğrencinin Bolu pazarından aldığı malzemelerle yaptığı yemek, 81 yaşındaki Sacide Teyze’nin torununun kolundan tutup getirmesiyle pişirdiği Trakya’nın çıplak böreği… Böyle bir çeşitliliğin insanı heyecanlandırmaması elde değil. Gastronomika, misyonları; araştırma, mutfak ve tasarım olan üç ayrı takımdan oluşuyor. Takımlar arasında birinin üretemediği bilgiyi diğerinin üretmesi esası var. Şu anda on iki tane araştırma programıyla birlikte ekiplere bölünmüş haldeler. Müfredat, Anadolu’daki teyzenin bir gününün nasıl geçtiği sorusundan yola çıkılarak hazırlanmış ve bu mutfağın alametifarikası olmuş durumda. Sabah kalkıp çorba yapan, sonra hamur açan, sütü bacanın üstüne koyup Çerkez peyniri yapan teyzenin bir günü Gastronomika’nın on yıllık programını oluşturuyor. Müfredat 4-5 ayda bir değişiyor, bu da demek oluyor ki ekip bu süre boyunca sadece pilavlar üzerine çalışabiliyor. “Şimdi kurutma, konserve ve turşu sezonundayız. Sen de tam iki ay önce buranın takipçileriyle birlikte kurduğumuz turşuları açacağımız günde geldin buraya.” Arkada sırayla dizilmiş turşuları görüyorum, üzerinde isimler var. İçlerinde bildiğimiz salatalık turşusunu beklemek yanlış olur; keçiboynuzu, üzüm, kabak hepsi açılmayı bekliyor. Bugünkü etkinliğin adı Unpickling diye geçiyor. “Bizim uydurduğumuz bir kelime.” diyorlar. “Fatih Sultan Mehmet domatessiz nasıl yaşadı?” diye soruyor Engin, Gastronomika’nın yeni sorularından biri bu. “Sen bugün bir metropol insanı olarak süpermarketlere gidip alışverişini yapıyorsun ama seni Feriköy, Beşiktaş gibi üretici pazarlarından birine götürsek domatesin her mevsim olmadığını göreceksin hatta zamanı değilse bir tepkiyle karşılaşacaksın. Seni süpermarketten çıkarıp tüketim alışkanlıklarını değiştirebilirsek, bu sefer üretim alışkanlıklarını da değiştirmeye başlayabiliriz”. Gastronomika ekibi devrime inanmıyor, kendi isimlerinin bu işin evrimi olduğunu düşünüyor. “Devrimin sonuçları bellidir, bir yerden bastırırsın öbür yerden pörtler.” diyorlar. Hedef kitle 20’li yaşlardan başlıyor, “20’li yaşlarındaki insanların tüketim alışkanlıklarını değiştirmemiz, sonra üretim nosyonunu oluşturmamız lazım” diyorlar. Onlar için Fatih’in domatessiz yaşayabilmesinin yolu her sezon, her mevsim farklı ürünlerle mutfakta neler yaratabileceğini keşfetmeye çalışmaktan geçiyor. “Burayı restoran zannedenler de oluyor.” diyor Semi oysa burada menü yok; burası araştırma, deney ve arge mutfağı. Tamamen ücretsiz oluşuysa; hem Salt etkisinden hem de kamu programı olmasından kaynaklanıyor. “Burayı topluluk mutfağı yapan şey etkileşim. Biz bir çağrıda bulunuyoruz, insanlar malzemeleriyle, tarifleriyle, hikayeleriyle geliyorlar.” Bahsi geçen etkileşimi birkaç metre kareye sığdıramayan Gastronomika’nın bir başka hikayesi bu sefer Sarıyer Gümüşdere’de başlıyor, programın adı Toprak. Yeni ekmeye başladık diyorlar ama topladıkları elmaları sirkeye çevirmişler bile. Burası Anadolu üzerine muhabbet başlatan, biri bayatladığında diğerini devreye sokan bir yer. Engin, konuyu zeytine getiriyor, “Burada bir zeytin etkinliği yapacağız çünkü hasat zamanı... Ülkede zeytinle ilgili güzel şeyler de oluyor, insanlar zeytinliklerini korumaya çalışıyor. Eğer bu mesajı mutfak, doğa, çevre üzerinden akıllarına sokmazsan bir daha böyle bir şansın yok.” Semi ve Engin’in karşısına geçip, böyle art arda sorular yönelten bir tek ben değilim elbette; geçen gün mutfakta bir NY Times yazarını ağırlamışlar. Yazar, anneannelerin torunlarına Anadolu’dan gönderdikleri tereyağından yola çıkıp, Türklerin yemeğe olan düşkünlüğüyle ilgili bir yorumda bulunmuş. “Biz o torunuz ve o tereyağı ile ne yapacağımızı bilmiyoruz. Belli bir yaşa kadar ailenle yaşayacaksın, evden ayrılacaksın ve bir yumurta bile kıramadığını fark edeceksin.” Bu sırada Semi bir alıntı yapıyor “Kendi yemeğini yapamayan özgür değildir.” Şimdi sıra Sacide Teyze’yi kolundan tutup bu mutfağa getiren Esin’de. Esin pazara gidecek, hane mutfağına girecek ve toprağa değecek. Osmanlı Mutfağı’ndan diye yediği kazandibinin aslında Bizans Mutfağı’na ait olduğunu öğrenecek. Böylece Esin, önce kendi yemeğini yapmaya sonra kendi yemeğini uydurmaya başlayacak. Yemek dediğin şey yapılır biter diyorum, Semi elini kalbine götürüyor “Öyle şeyler söyleme” diyor. Hayatını buna adamış biri karşımda otururken sözcüklerimi daha dikkatli seçmem gerektiğini anlıyorum. Gastronomika yemeği ne tavada ne de tabakta bırakıyor, toplanan ne varsa hepsini arşivleyip paylaşıma açıyor. Ekip burada 5000 tane reçete deniyorsa bunun yirmi tanesini bütün tekniği ve hikayesiyle sunuyor. Tam içimden niye bu işlerin eski usul çıktısı alınıp bir kenara konulmuyor diye geçirirken, Semi aklımı okumuş gibi araya giriyor “İşin çıktısını almak noktayı koymak olur, biz bunu istemiyoruz.” Artık reçeteler yok oluyor deme lüksümüz yok çünkü Müfredat var. Bugün mutfakta ne üretiliyor, şu ana ne katıyor dersek de Sezonluk Takvim ve her ay düzenlenen Açık Mutfak programları var. Geçen Ağustos ayında Salt Beyoğlu’nda düzenledikleri Kars Gastronomisi etkinliğine katılan 750 kişiden biri olarak çok iyi hatırlıyorum ki Engin bana bakıp “Herkes niye burada, sen niye geldin?” demişti, kalabalık inanılır gibi değildi. O gün oradaki insanların gözlerine bakıp küçük Kars gravyerleri görebilirdiniz. “Biz de yeni yeni keşfediyoruz. Küçük bir sektör, herkes birbirini tanıyor” diyor Engin. “İyi restoran sayısı onu, yirmiyi geçmez.” dedikten sonra gözler Semi’ye çevriliyor. Uzun tezgahın yanında tek kalmış kırmızı tabureyi gösteriyor, daha sonradan bu taburenin adı benim için şüphecilik taburesi olarak kalacak. “Şu kapıdan içeri girip taburenin yanına yürüyene kadar ciddi bir şüphe oluyor insanda. Mutfağa girdikten sonra ise herkes değişiyor.” Mutfağın davetkarlığı o gün 750 kişinin içine işlemiş anlaşılan. Şu güne kadar Anadolu Mutfağı için hiçbir şey yapılmıyor diyenler artık yok, Anadolu Mutfağı ön planda. Konuşuluyor, arşivleniyor.

36


Birçok insana göre belki de izlenen bu adımlarda kontrolü biraz daha ele almak, bir restoran açmak demek ama ekip aynı fikirde değil. Hedefledikleri noktayı dört duvar arasına sıkıştıramıyorlar. La Grande Table’da nasıl bütün ülkeler aynı masa etrafında hem yemek yiyip, hem fikirlerini konuşuyorsa aynısını burada da geçerli. “Ben Anadolu Mutfağı’na yeniden kimlik kazandırıyorum ama giriş 100 Euro diyemezsin.” diyor Engin. Her zaman Salt Beyoğlu’nda kalamayacak kadar büyük bir enerjileri var ama bu enerjiyi kademe kademe yaymışlar. Röportajın başında evrimden söz ediyorduk ya; işte evrim bu. 2. İstanbul Tasarım Bienali’ne gittiyseniz üçüncü kata çıktığınızda Gastronomika’nın Modern Mutfağı Hacklemek başlıklı çalışmasını görmüşsünüzdür. “Bu sadece işin ismi değil aynı zamanda uzun bir program.” diyorlar. Biliyorum ki bu sözün ardında yeni bir misyon şekillenmiş bile. Bienal’deki çalışmaları bana göre her şeyin başlangıcı, bunun devamında ne olacak diye merak ederken Engin standart hane mutfağını anlatarak başlıyor. Akıllarındaki ise isteyen herkesin evini bir fabrikaya dönüştürebilmesi. Evde kurutma yapıyor olabilmek, peyniri küflendirebileceğin bir dolaba sahip olabilmek. “Çünkü asla buradaki hayatımızdan vazgeçip Çorum’a yerleşmeyeceğiz. Madem burada kalacağız buranın şartlarını Anadolu mutfak kültürüne neden adapte etmeyelim?” diyor Engin. Semi Instagram’dan çok konuşulan bir fotoğraf açıp gösteriyor. Fotoğrafta Bienal’e gidip aldığı fasikülü katlamak için sabaha kadar uğraşan ve en sonunda masa başında uyuyakalan Rezzan Teyze var. Ekip, Rezzan Teyze’nin yaşadıklarından yola çıkarak bu işi olabildiğince basitleştirmeleri gerektiğini anlamış ve buraya gelenlere “Valla sen de yapabilirsin” diyebilmeyi amaç edinmiş. “Kimseye senin tasarımlarını bekliyor muamelesi yapamazsın. İnsanlara ellerinin altındaki malzemelerden hayatlarını kolaylaştırmak için neler yapabileceklerini göstermen lazım.” İkinci adım tasarım üzerinden topluluk yaratabilmek. Tasarım deyince aklınıza sadece ürün gelmesin. Grafik tasarım, iletişim tasarım gibi uzayarak giden bir liste bu. Tek şart modern mutfağı hacklemek. Mesela taş fırın kimsenin evinde olan bir şey değilken, fırınlarla anlaşılıp uygun bir grafik ve takvimleme sistemi oluşturulursa gelecek sefere canınız pide çektiğinde içini siz, kalanını sokağınızdaki fırın halledebilir. Buraya gelip bu masayı dolduran insanları düşünüyorum, aralarından en önemlisi kim diye soruyorum. Semi kimseyi ayrı tutamıyor, beklenmedik insanlar buraya gelip beklenmedik katkılarda bulunabiliyor. “Benim favorilerimden biri Neptün Teyze’ydi. Buraya geldiğinde neler yaptığımızı anlattık, kendisi Kıbrıslı olduğunu söyledi. Bir hafta sonra elinde torbalarla geldi. Kıbrıs mutfağını anlattı, birlikte hellimli ve taze soğanlı Kıbrıs ekmeği yaptık ve gitti.” diye anlatıyor hikayeyi. Daha fazlasını dinlemek istiyorum, Semi en çok buraya

37


çekinerek gelen insanları sevdiğini söylüyor. Bu kapıdan içeri girip bilgi aldıktan sonra Gastronomika’ya zaten katılmış sayılıyorsunuz. “Buraya giren reçetesini vermek zorunda.” diyor Engin, teyzesinin güzel yemeklerinden ve kimselere vermediği tariflerinden bahsederken. Belli ki günün sonunda bütün alkışı teyzesi almak istiyor. “Teyzem Gastronomika mutfağına gelmek istediğinde mutfak kısmına geçeceksen yaptığın her şeyi izler, gözler, not alıp yayınlarız dedim, gelmekten vazgeçti.” Açık mutfak etkinliklerindeki katılımcılarından biri “Nasıl yaptığımı söylemem, meslek sırrı” demiş. Hane mutfağında gizli tutulan reçeteler Cem’in söylemiyle annelerin mikro koltuk sevdasından kaynaklanıyor. Cem “Anadolu Mutfağı’nın önündeki en büyük engel benim annemdir.” dermiş. Bu sitem yirmi yaşında evden ayrıldığında evde hiçbir şey yapamayıp sürekli dışarıda yemek yeme döneminde Gastronomika’nın da etkisiyle mutfağı yeniden keşfetmesiyle başlamış. Cem, çok sevdiği ama annesinin “Çok uzun iş şimdi yapamam” diye geçiştirdiği pırasa yemeğinin aslında o kadar da zor olmadığını görmesiyle ilk kez kendi pırasasını yapmış. “Bunlar hep lokal dertler” diyor Engin, anne, teyze, hala yoluyla aslında hepimizin başından geçen bu hikayeyi vurgularken. Şef Semi’nin alışkanlıkları daha profesyonel yönde şekillenirken, mutfakla o kadar iç içe olmayan Engin ve Cem’i mutfağı yeniden keşfetmeye itmiş Gastronomika. Marketten alınan poşet çay, yerini aktarların raflarındaki arayışlara, kurutma heybesinden koparılıp alınan adaçayına bırakmış. Engin için bu küçük esnafla başlatılan sohbet işin sosyolojik ve ekonomik yanı. Açık kaynağın ilk kez Anadolu Mutfağı’yla ilgilenen şeflerin lügatine girmesiyle “meslek sırrı” diyen şeflerin yerini “işte benim reçetem” diyebilen şeflere bırakmış olmasıysa başka bir Gastronomika etkisi. Etrafta diğer mutfaklara olan ilgi ve hayranlıktan konu açılınca Semi bu işin tarihini anlatmaya başlıyor. Dünyada hep bir değişim içinde olan mutfak eğilimleri bizde 1970’lerde uyanmaya başlamış. Önce keşkek yerine beşamelli bir şeyler yenilmek istenmiş, sonra beşamelin de pabucu dama atılıp gözler risottoya çevrilmiş. 2000’lerle birlikte gelen Uzakdoğu Mutfağı modası ile hali hazırda var olan zencefili yeniden keşfetmişiz. “Elimizdekine konsantre olmak yerine hep kapıdan dışarıya bakmayı tercih ettik ama içerde aslında bambaşka bir dünya dönüyordu.” Damak zevklerimizin dışarıya olan hayranlığı kebap ve baklava kalıplaşmasıyla hiçbir zaman gerçek anlamda iyi bir harekete dönüşememiş. “Bizim de temel motivasyonumuz bu” diyor Semi, “dışarıdaki kalıpları yıkmak ve içerdeki ilgiyi arttırmak. Anadolu Mutfağı çok güçlü. Malzeme kalitesi, üretim kültürü ve etkileşim değeri böylesine yüksek olan bir mutfağın değerini bilmek gerekir.” “Artık daha cool muyuz?” diyorum, “kesinlikle” diyor Semi. Bunu söylerken mutlu ve yaptıkları işten gururlu.

- www.gastronomika.com.tr - instagram.com/gastronomika_tr -

38


Melankolik Kış Playlisti As Sure As the Sun – Black Rebel Motorcycle Club Tristana – Nils Frahm

Baharatların Melankolisi

To Build A Home – The Cinematic Orchestra Glue – Arab Strap

Forget Her – Jeff Buckley

Krakow – Hilary Hahn & Hauschka

Marginal Invitation – Lubomyr Melnyk

Hazırlayan : Deniz Özdağ Fotoğraf: Türker Akman Food Styling: Fikret Can Kuşadalı

Untitled #2 – Sigur Rós

Tomorrow’s Song - Ólafur Arnalds Hotel – The Antlers

T

Tattığım her güzel yemeğin sırrının içindeki baharatlardan geldiğine inanıyorum. Binlerce yıl öncesinde henüz ortalıkta yüzler ve sesler belirmemişken, baharatların tohumları dünyanın her köşesine çoktan savrulmuştu belki de. Sayısız baharatın içinde de beni hep çeken acı olanlar oldu. Keskin acının yüzünüzü çarpıtması ile büyülü bir acının yedikçe daha çok yeme isteği uyandırması arasındaki çizgi çok ince. Nerede ne ölçüde kullanacağınızı bilmek gerekiyor. Doğru ayarı bulmak da damağı acıya alıştırdıktan sonra gelişiyor. Kış ayları geldiğinde acı ve baskın tatlara ilgimin artıyor olması tesadüf değil. Mevsim melankolik bir hal almaya başladıkça yazdığım, okuduğum ve izlediğim şeyler de yön değiştirmeye başlıyor. Kulağımda melankolik müzikler çalıyor. Hal böyle olunca da kendini dünyaya kapatan duyularımı açmanın yolu acı tatlardan geçiyor. Dilimin yanması tuhaf ama güzel bir zevk veriyor. Duyularımı temizleyip, uyku halinden arındırıyor. Kim bilir belki de karanlıkta yolumu bulmamı sağlıyor.

T

Meksika Biberi ile Demlenmiş Votkadan Bloody Mary (2 kişilik)

Tortilla Cipsleri ve Jalapenolu-Avokadolu Dip Sos (2 kişilik)

Malzemeler:

Malzemeler:

2 ölçü votka 2-3 adet kurutulmuş Meksika biberi Kokteyli hazırlamadan 24-48 saat önce votkayı bir kavanoza alın ve ince doğranmış Meksika biberlerini içine ekleyip bu süre içinde bekletin. Kullanma aşamasında votkayı süzün. 6 ölçü domates suyu 1 ölçü limon suyu 2-3 tatlı kaşığı Worcestershire sosu 1-2 tatlı kaşığı acı sos Tuz Değirmen karabiber Kereviz sapı

3 adet Tortilla ekmeği 1 olgun avokado 10-15 adet jalapeno turşusu 1 diş sarımsak 1 limon Deniz tuzu, değirmen karabiber, acı sos

• Bir sürahinin içinde votka ve domates suyunu karıştırın. • Limon suyu, Worcestershire sosu, acı sos (acılığı arttırmak için hem kırmızı hem yeşil renkli olanından kullanabilirsiniz), birkaç tutam tuz ve 2-3 tur değirmen karabiber çekip ekleyin. • Kokteyli buz dolu bardağa aldıktan sonra bir kereviz sapı ve acı Jalapeno turşuları ile servis edin.

• Tortilla cipslerini istediğiniz büyüklükte parçalara bölün ve üzerine yağlı kağıt serdiğiniz bir tepsinin üzerinde zeytinyağı, tuz, değirmen karabiber, pul biber, kekik ve kimyon ile harmanlayın. • Önceden 180 dereceye ısıttığınız fırında yaklaşık 8-10 dakika cipsler kıtırlaşana dek pişirin. • Bir kasenin içinde avokadoyu limon suyu ile birlikte ezin. • Ufak küpler halinde doğradığınız jalapeno turşularını, baharatları ve acı sosu ekleyip karıştırın. • İsteğe göre zeytinyağı ilavesi yapabilirsiniz.

www.soundcloud.com/matchupmagmusic

39


40


Datça’da Bir Gün Yazı: Deniz Yılmaz Fotoğraf: Türker Akman

Deniz kenarında yer alan kafelerin birinde oturuyorum. Deniz ara ara köpürüyor. Yazın aksine, durgun olan deniz başka türlü dans ediyor şimdi. Sokaklar boş ve kaldırımdan geçen insanların hemen hemen hepsi kafalarını kaldırıp kafelerin içlerine bakıyor. Karşı masada, orta yaşlarında iki kadın arkadaş, emlak ilanlarına göz gezdiriyorlar. Belli ki İngiltere’den gelmişler. Kırık Türkçeleri ile bir şeyler anlatıyorlar garsona. Garson kız bütün misyonunu kafeye gelen insanları, yaptığı şaka ve esprileriyle eğlendirmek üzerine kurmuş sanki. Bu kafeye gelen herkes muhakkak ince belli bardaklardan çay içiyor. Bir de herkes birbirini tanıyor. Genelde orta yaş ve üstü insanlar gelip yemek yiyor belirli saatlerde. Elimdeki kitaptan kafamı kaldırıp, kafenin yanından geçen insanlara bakıyorum bir bir. Belki farkında değiller ama yavaşlatılmış bir zaman içinde günlerini “bizimkine” göre daha yavaş geçiriyorlar. Her şehirlinin kaçınılmaz hayallerinden biri olan “sakin bir Ege kasabasına yerleşme” düşüncesi bu insanların aklına ilk ne zaman yerleşmiş olabilir diye düşünüyorum. Sakin bir kasabaya, terk edildikleri için mi geldiler, yoruldukları için mi, her gün aynı ofise gidip, aynı insanlarla karşılaşmaktan sıkıldıkları için mi, aldatıldıkları ve aldattıkları için mi? Bilemiyorum... Yüzlerinde benzer ifadeler taşıyan bu insanların hepsi bir şeylerden kopup, Ege Denizi’nin cazibesine kapıldıkları için ve sakin olmak için buradalar, yalnızca bundan eminim. Uzun beyaz saçlı adamın biri yolun ortasında duraksıyor ve köpeğinin tasmasını çıkarıyor. Köpeği o anki heyecanla hemen hızla koşturmaya başlıyor. Esareti ile özgürlüğü arasında gidip gelen, zorunlu bir sadık dost. Rüzgar hafifliyor ve yumuşak bir bahar havası sarıyor etrafı. Sanki kış değilmişçesine... “Geçen akşam denize bile girdik” diyor yan masadakilerden bir adam. Denize girişlerini hayal ediyorum, bir de denize değen yıldızları. İçim ürperiyor ve ayaklarım üşümeye başlıyor. Tam bu esnada mekanda eski, tanıdık parçalar çalmaya başlıyor. “Ah kavaklar” diyor Sezen Aksu... Bu defa bedenim üşümeye başlıyor. Saatlerce Altıok şiirleri okumak ve Ege’yi, sahilini, badem kokan sokaklarını defalarca yürümek istiyorum. Eminim ki yürürken ve her bir detaya uzun uzun bakarken içimde pişmanlık ve aceleye yer olmayacak. Çünkü bir yere yetişmek zorunda olmayan insanların beldesinde, bir yere yetişmek zorunluluğu gütmeden sadece anların tadını çıkarıyorum. Datça kimsenin acele etmediği; keyfin, tatlı bir huzurun ve geçip giden günlerin sakin bir tempoyla karşılandığı bir yer çünkü. Yenilen yemekler, içilen rakılar, vakit geçirilen mekanlar, dostlarla edilen sohbetler daima kaygan bir yavaşlık içinde akıp gidiyor. Mis gibi zeytinlikler arasında, bazen de bulduğum bir badem ağacı altında içim geçiyor. Yine böyle günlerden birinde; zamanın yavaş aktığı, güneşin begonvil yapraklarını ısıttığı bir öğleden sonra Datça sahiline iniyorum. Can Yücel’in eşi meydan kahvesinde arkadaşlarıyla sohbete koyulmuş. Yan masalarında beyaz saçlı dedeler iskambil kartlarıyla oyun oynuyorlar. Meyhaneler, kafeler ardı ardına dizilmiş olsa da, seçenekler elbette İstanbul’a kıyasla az. Mayistra isimli mekana takılıyor gözüm; kırmızı kareli örtüleri var. İtalyan yemekleri ağırlıkta, şarap seçenekleri de mevcut. Burası, Datça’dayken kendimi en çok kendi kentimde, İstanbul’da hissettiren yer oluyor. Yediğim pizza ve tiramisu beklediğimden iyi çıkıyor ve kendimi şanslı hissediyorum. Datça’dayken gidilmesi gereken yerler arasında benim için en başta gelen mekan; Yakaköy’de yer alan “Yaka Mengen”dir. Hem tatları, hem de bahçesinin verdiği keyif kelimelerle tarif edilemez. Fakat kışları kapalı olduğu için Yaka Mengen’e gidemiyorum. Bu mekanı ve yakınlarındaki antik şehir Knidos’u yaza bırakıyorum. Culinarium adlı restoranı tavsiye ediyor tanıdıklar. Alman Ulrike, yıllar önce bir Türk ile evlenip, Datça’ya yerleşmiş ve şu anda bu mekanı işleterek hayatını burada sürdürüyor. Culinarium liman üzerinde yer alan modern bir restoran. Beyaz şarap, krema soslu levrek filetosunu özellikle anmakta fayda var. Bir akşamüstü Palamutbükü’ne gidiyorum. Sessiz, deniz kenarında yer alan bir sahil kasabası burası. Giderken yolun güzelliği ise beni resmen sarhoş ediyor. Deniz sol tarafımda kalırken, kıvrımlı yollardan geçerek yükseğe, daha yükseğe çıkıyorum. Sonra yine yokuş aşağıya doğru yol alıp, Palamutbükü’ne varıyorum. Yol esnasında karşılaştığım manzara ve aralara gizlenmiş saklı koylar, buraya giderken şunu düşündürtüyor: Bazen gideceğin yerden öte, yolun; o sürecin keyfini çıkarmak gerek. Palamutbükü yolu tam olarak böyle bir süreç yaşatıyor insana. Gün batımı için, Santorini’nin Oia’sı ne ise, Palamutbükü de Datça için o bence. Duyduğuma göre, herkesten uzakta olmak ve kafa dinlemek isteyenler özellikle de sonbahar ve kış aylarında bu bölgeyi tercih ediyormuş. Dönüş yolunda yine manzaranın güzelliğinin tadını çıkararak, bu defa Olive Farm’a doğru yol alıyorum. Olive Farm zeytinlikler arasına kurulmuş kocaman bir doğal alan. 1995’te Amerikalı sanayici mühendis Richard Rosenberg tarafından 350 bin metrekare arazi üzerine kurulmuş. Şimdilerde burayı Türk bir aile işletiyor. Konaklama yerinin yanı sıra, Olive Farm bahçelerinden sağlanarak üretilen organik zeytinyağı, sirke, doğal reçel, pekmez, sabun ve şampuan gibi zeytinyağı bazlı doğal bakım ürünleri bulabileceğiniz bir dükkan da mevcut. Önce biraz gezip, etrafı inceliyorum sonra da, kendime ve arkadaşlarıma hediyeler alıyorum. Genelde böyle yerlere kurulmuş özel alanlar çok ticari bir havaya sahipken, burası çok doğal, çalışanları ile de çok samimi geliyor bana. Bahçesine son bir kez bakarken; Bernardo Bertolucci’nin “Stealing Beauty” adlı filminden sahneler geliyor gözümün önüne. Uzun masasında kırmızı şarapların içildiği, koyu sohbetlerin edildiği Siena’daki o ev sanki bir an için burada can buluyor. Yolda ilerlerken, dağın bulutlara değeceği noktada; Amerikalı Kızılderililer tarafından kutsal olarak kabul edilen “Ulu Manitu” siluetine rastlıyorum. Burun, alın ve ağız şekli ile Manitu’yu andıran bu kıvrımlara şaşırırken güneş daha da yitiyor dağların arkasından. Günümü, Ege bölgesi ikliminin cömertliğinden cesaret alarak deniz kenarında sonlandırmaya hazırlanıyorum. Rüzgar esecek, içim ürperecek biliyorum. Hatta belki biraz da sersemletecek bu esinti beni. Olsun sersemletsin diyorum. Deniz kenarında, mavi örtülerle kaplanmış masalardan birine geçiyorum. Hüsnü’nün Yeri adlı mekanda geceyi sonlandırırken şunu anlıyorum; anason kokusu en çok Ege’ye yakışıyor. Datça’da bir gün daha sona eriyor. Karanlık, sokakları ele geçiriyor ama gökyüzünü ele geçiremiyor.

41


Mayistra

Culinarium Restaurant

Olive Farm

Hüsnü’nün Yeri

42


Mae Zae Münire Alabaz Röportaj: Tuğçe Uluurgun Fotoğraf: Deniz Yılmaz

Günlerden pazartesi, sabah saat 10:00 civarı. Karaköy kendini dükkanlarıyla, kafeleriyle mahalle sakinlerine bırakmış. Bugün ismini duyduğum ve merak ettiğim Mae Zae’yi keşfedeceğim ama adresi tam olarak bilmiyorum. Gayri ihtiyari, Foursquare’deki hesaplarından adreslerini alıp lokasyonu tutturmaya çalışırken; belirtilen yere geldiğimde ortada aslında bir dükkan olmadığını görüyorum. Etrafıma bakınırken tam o sırada, bir araba yanaşıp önüme park ediyor ve içinden iki kişi ve bir Golden Retriever iniyor. Köpek halinden memnun oradan oraya koştururken bu enerji dikkatimi çekiyor ve az önce kadrajıma giren bu iki insanı gözlerimle takip etmeye başlıyorum. İnen kişinin bir yan sokağa girip kapısını açtığı dükkanın ismini okuyorum: Mae Zae. Böylece kapısını birlikte açtığımız mağaza sahibesi Münire Hanım ile ayaküstü tanışmış oluyoruz. Birlikte içeri giriyoruz. Köpeği oradan oraya enerji saçarken, Münire Hanım o kadar içten bir şekilde sabah kahvesini hazırlıyor ki; sanki bir dostuma çaya gelmiş gibi hissediyorum. Bir yandan taze kahve kokusu, bir yandan arka fondan gelen hafif müzik bir pazartesi günü için fazlasıyla güzelken; etrafı keşfetmeye başlamamla ilham radarlarım iyice açılıyor. Yazıldığı gibi okunan ve Sümerce olan Mae Zae kelimesinin anlamı içerisinde mekanın konseptini de barındırıyor aslında. “Mae: Ben, Zae: Sen” demek. Münire Hanım; ismin kafasındaki konsepte nasıl oturduğunu: “Ben bir şeyleri bulup, onları paylaşmak istiyorum. O paylaştığım şeyler de “sen”lere ulaşıyor aslında” diyerek açıklıyor. Telaffuzu herkes tarafından kolay anlaşılmadığı için, insanların zamanla Karaköy’de dükkanını “Mae Zae”den evrilen şekliyle “mağaza” olarak telaffuz etmesini de hiç yadırgamıyor. Çünkü sonuçta kendi deyimiyle Mae Zae; “içinde eski ile yeni tasarım ürünlerinin buluştuğu ama mutlaka bu ürünlere bir tasarımcı elinin değdiği bir mağaza”. İstanbul’da matematik mühendisliği okumasına rağmen okulu bitirdiğinde bu işi yapmak istemediğini fark edip Amerika’ya giden ve pazarlama iletişimi okuyan Münire Hanım, sonrasında bir süre özel şirketlerde pazarlama alanında çalışmış. Bir yandan da aile şirketleri olan ve “babamın bebeği” dediği Alabaz Aydınlatma ile ilgilenmeye başlamış. Hiçbir zaman fazla miktarlarda üretim yapmadıkları, özel ve butik tasarımlara yöneldikleri aile işinde; bir şekilde içindeki tasarıma olan ilgisi ortaya çıkmış.

43


Münire Hanım 2008 yılında şirket hayatını bırakıp çok beğendiği bir marka olan ve Türkiye’de bulunmadığını öğrenince, marka sahiplerini ikna ederek Türkiye distribütörlüğünü aldığı İsveç saat markası Triwa’yı da Mae Zae’de bulabileceğiniz ürünler arasına yıllar öncesinden eklemiş. Triwa saatlerinin yanı sıra, ambalajını çok beğendiği ve Floransa’da üretilen Marvis diş macunlarını, illüstrasyonlarını çok beğendiği ve kendisinin bile ilham aldığını söylediği çocuk hikaye kitaplarını, Alabaz aydınlatmalarını ve daha birçok tasarımcıya ait dekoratif ve vintage ürünler ile takıları da sergilediği ürünler arasına dahil etmiş. Yani genel tabloya bakıldığında, bir hikayesi olan ve insanlara ilham verecek herhangi bir tasarım burada kendisine yer edinebilir. Çünkü burası yaratıcı olan herkesin kendini ifade edebileceği bir mekan. Öyle ki, dükkanı gördükten sonra aldığı ilhamla yeni üretimler yapan tasarımcılar bile mevcut. Bu yüzden, uluslararası ve kaliteli bir kitlesi olduğuna inandığı Karaköy’ü seçmiş. Her tür yaratıcı işe açık, emeğe saygı duyan ve değer bilen bir kitlenin var olduğuna inanıyor bu semtte. Münire Hanım’ın kafasında, ilk başlarda böyle büyük bir yer tutmak olmasa da; kendisine beş kez gösterilen şu anki dükkanı, beşinci görüşünde sevmeye başlamış. Çünkü kafasından geçen yüzlerce projenin hiç değilse bir kısmını gerçekleştirirse mutlu olacağı boyutta bir alana, istediği her şeyi dahil edebileceğini fark etmiş. Her ayrıntısıyla kendisinin ilgilendiği mekanda, eğer “öyle hissederseniz” oturup ürünleri daha uzun inceleyebileceğiniz bir kahve barı da bulunuyor. Barın hemen yanındaki şömine köşesinin kışın vereceği keyfi hayal bile edemiyorum. Grupların toplantılarını yapabileceği uzun masası ve hatta özel gecelerin kutlanabileceği alanı ile workshop’lara ve atölyelere de ev sahipliği yapacak olan Mae Zae hem ürünleri hem konseptiyle çok amaçlı gözüküyor. Özellikle maharetli aşçıların hazırladığı özel menülerin sunulacağı ve sadece 20-25 kişinin katılabileceği “özel yemek geceleri” düzenlemek de Münire Hanım’ın kafasındaki projelerden sadece biri. Hem kendisinin, hem de bu “life store” mağazaya gelen insanların ve tasarımcıların bir anlamda “oyun oynama alanı” ve ilham noktası olan Mae Zae; aslında herkesin. Çünkü Münire Hanımın da deyimiyle; İstanbul’da hepimizin böyle bir yere ve ilhama ihtiyacı var. Bu yüzden siz de geç kalmadan Mae Zae’nin “Why Not Now” yazılı merdivenlerinden inip, her biri hikaye dolu tasarım ürünlerinden etkilenmekle kalmayın, içinizden geliyorsa uzun masasının etrafında kahvenizle biraz soluklanın. Çünkü sizin gibi ilham dolu ve sizinle tanışmayı bekleyen başka insanlar ve hikayeler var orada.

Kemankeş Karamustafapaşa Mah. Hoca Tahsin Sok. No:16/A // Karaköy

44


Nûn Vintage & Coffee Deniz Eslek Röportaj: Deniz Yılmaz Fotoğraf: Türker Akman

i Bazı mekanlar vardır; dekoru, ışığı, eşyaları ve renkleri itibariyle içinde bulunduğunuz anı tamamen değiştiren, size o anın tadını çıkarmanız için bir sürü sebep veren, 4 duvarın çevrelediği boşluktan çok daha fazlasıdır. Öyle mekanları bulduğunuzda bırakmak istemezsiniz. Kapısından girdiğiniz andan itibaren kendinizi evinizin bir odasında hissedersiniz. Arkada çalan müzik sanki sizin seçiminizdir, çay mutfağınızda pişiyor gibidir ve kapıdan her giren de arkadaşınızdır. Moda’nın en sıcak, en samimi “odalarından” biri Nûn Vintage & Coffee de aynen böyle. Günün her saatinde kapısında tanıdıklarla karşılaşacağınız, çayın anneannenizin fincanlarında sunulduğu, her şeyin ikinci el olduğu bir oda hayal edin... Mahallem dediği Moda’da yer alan bu mekanı Deniz en az kendi evi kadar sahiplenmiş. Bu yüzden Nûn’dayken kendinizi sıcacık bir yuvada gibi hissediyorsunuz ve bu kafamızdaki “mekan” tanımından çok daha öteye geçiyor.

i 45


Avrupa yakasında yaşayan biri olarak, ne zaman Anadolu yakasına (karşıya) geçmem gerekse önce feribot yolculuğunun, sonra da karşının huzurlu havasının tadını çıkarmaya çalışıyorum. Deniz’le birkaç ay önce açtığı dükkanı ve kafesi Nûn’da buluşmak için sözleştiğimiz anda da, bu bahaneyle feribota bineceğim, Moda’ya gideceğim için, birden mutluluk doluyor içim. Nûn’un bulunduğu sokağa vardığımda kapıdaki ismini görmeme bile gerek kalmadan; kapı önüne dizilmiş masalardan, retro desenli koltuklardan hemen buranın Nûn olduğunu anlıyorum. Mahallenin köşesine kurulmuş sıcacık bir mekanla karşılaşıyorum. Birkaç kişi laptoplarını almış yoğun bir şekilde çalışıyorlar. İçeri geçiyorum ve kendime Yasemin çayı söylüyorum. Kocaman bir demlikte geliyor, içerken bir yandan da etrafı incelemeye koyuluyorum. Deniz’in senelerdir büyük bir özenle topladığı eşyalar, giysiler, oyuncaklar... Bir anda kendimi evimde gibi hissetmeye ve çok az mekanda bu hisse kapılacağımı düşünmeye başlıyorum. İçeriye Deniz giriyor, omzu ve her yeri tutulmuş ama yine de güler yüzünden bir şey kaybetmemiş. Burayı ilk gördüğü günü, tadilat sürecini ve şu anki haline getirilişine kadar her şeyi en ince detayına kadar anlatmaya başlıyor. Birçoğumuzun özendiği ve “bir kafe açsam ne güzel olur” dediği bir dönemdeyken, bir yeri sıfırdan böyle güzel bir mekan haline getirebilmek için ne kadar özen ve emek gerektirdiğini bir kez daha anlıyorum. Nûn’u açma fikrinin nasıl ortaya çıktığını soruyorum, başlıyor anlatmaya: “Biz hep bilgisayarı alıp kafelerde çalışan insanlardık. Moda’da da son yıllarda bir değişim olmaya başladı. Çoğu mekanda oturacak yer bulamamaya başladım. Ben de o süreçte bir dükkan açmaya karar verdim zaten elimdeki giysileri satmak için online bir dükkan açacak bile olsam bir ofise, bir depoya ihtiyacım olacaktı. Öyle bir yer olsun ki, en azından bir büyük masası olsun başkaları da gelsin çalışsın, bir yandan giysileri ve eşyaları burada sergileyip, satalım dedim. Yemek servisine hiç girmeden, kahve, çay ve atıştırmalık olsun, çalışan insanlar bilgisayarını alıp gelsin... dedik.” Ve tam olarak da böyle bir yer oluşturmayı başardığını görüyorum. Arkadaşlarla toplanalım sohbete gidelim diyebileceğiniz bir yer değil burası, sessiz sakin işinize, kafanızdaki düşüncelere odaklanacağınız bir yer daha çok. Bir de kapıdan girenlerle selamlaşacağınız... Tam Nûn isminin nereden geldiğini sormaya girişecekken; Deniz birden “siz sormadan ben anlatayım” diyerek anlatmaya başlıyor: “İsim ararken çok kararsızdık. Bir gün ustalar içeride çalışırken Carl Gustav Jung’un “Dört Arketip” kitabını okuyordum. Hikayede iki denizin birleştiği yerde yaşayan balıkların babasının isminin Nûn olduğundan bahsediyordu . Benim adım Deniz, nişanlımın adı Deniz ve ikimizin birleştiği yer olarak da burayı düşündüm o an. Adına da birden karar verdik. Sonradan araştırdığımızda başka anlamları olduğunu da gördük. Birçok dilde “N” harfi olarak kullanılıyor ve mitolojide “devamlılığı” temsil ediyor.”

46


47


Geçmişte, yani Nûn’dan önce Deniz’in moda editörlüğü yaptığını biliyorum. “Hayatımda hep moda vardı, burada görmüş olduğun giysilerin çoğu da eskilerden bu yana topladığım giysiler, eşyalar. Araya yenileri ekleniyor sürekli. Büyük annem hemşireydi, Cumhuriyet dönemi döpiyeslerine hep özenirdim. O giysileri hep giymek isterdim. Biraz da rol model olarak aldım.” Moda editörlülüğünü bırakmasını birçok arkadaşı “delilik” olarak nitelendirse de, O halinden memnun. Van depremi sebebiyle Van’a gittiği dönemde; yaptığı işe, içinde bulunduğu ortama iyice yabancılaşmış ve her şeye dışarıdan bakma fırsatı bulmuş. Sonrasında Okan Bayülgen’le, biraz daha kafasına göre takılıp, modayı kendine göre yorumlayacağı yeni bir projeye girişeceği sırada Gezi Olayları başlamış. Bunun üzerine moda editörlüğünü bırakmaya karar vermiş. Eriştiği iç huzuru da hem şu anki yaptığı işe, hem de mekanına gayet yansımış. Mekan ayrıntılarına geri dönüyoruz. Arkadan gelen kahve kokuları üzerine kahveleri nereden aldıklarını soruyorum. Bu esnada aslında eskiden hiç benimseyemediği kahve kültürünü artık sevmeye başladığını ve kahvecileri gezerken sonunda aradığını Petra Coffee’de bulduğunu söylüyor. “Petra’nın hem bakış açılarını, hem de kahvelerini beğendim”. Deniz, birçok mekanda hoşlanmadığı bir şeyi kendi yerinde de yapmayacağına söz verdiği için, Nûn’da satılan kahveleri, ek bir kâr koymadan sunduğunu belirtiyor. Hararetli bir şekilde başka bir konuya atladığımızda Deniz’in her cümlesinden şunu anlıyorum; kandırılmak, haksızlığa uğramak “mış gibi yapmak”tan hoşlanmıyor. Bu tutumunu burada da uyguluyor. Peki ya uzaklar, başka yerler seni cezbetmiyor mu diyorum... Elbette O’nun da aklında bir kaçış var. O zaman da gözünün arkada kalmayacağını düşünüyor, çünkü çok yakın arkadaşları şimdiden buraya sahip çıkmaya hazır. “Belki bir gün bir süreliğine bir yerlere giderim” diyor. Hazır yurt dışından laf açılmışken, Moda’nın bu mahalle havasını en çok hangi şehirde hissettiğini soruyorum ve beklediğim cevap geliyor: “Berlin; Mitte!” Özellikle de Mitte’nin “snob” havasını Moda’ya benzetiyor. Tabii burada bahsedilen snob tavrın, güzel bir snobluk olduğunu; bu mahalleyi korumaya, bozmamaya yönelik sahiplenici bir tutuma dayandığının da altını çiziyor. “Herkes birbirine sahip çıkıyor ve bu semtin bozulmamasını istiyor.” diye ekliyor. -Kapıdan kim girse şu anda sevinirdin? diye soruyorum. John Frusciante! Gelse de biraz gitar çalsa mesela (gülüyor). Nişanlısı ve aynı zamanda Nûn’da çokça emeği geçen Deniz’in en sevdiği müzisyenlerden biri olduğu için mi bilmiyor ama o anda aklına gelen ilk isim bu oluyor. Bu esnada kapının önünden geçen insanların selam verdiğini görüyorum ve bu sokağa hakim olan “mahalle havasını” çok seviyorum. Biz sohbet ederken zaman nasıl geçmiş anlamıyorum. Hava kararmaya başlıyor, gitme vakti... İçimi ısıtan bu mekandan ayrılmak istemiyorum. Kafamda bir anda John Frusciante’nin “Going Inside” melodileri çalmaya başlıyor. Nûn’dan çıkarken, tekrar geleceğim ve içimin ısınacağı o günü şimdiden düşlemeye başlıyorum.

Atıfet Sok. No:12/A // Moda

48


Cafe Cuma Banu Tiryakioğlu Röportaj: Fikret Can Kuşadalı Fotoğraf: Türker Akman

i “People who love to eat are the best people always.” – Julia Child Banu Tiryakioğlu, son zamanlarda sürekli değişen, aynı zamanda hala keşfedilmemiş değerler ile dolu Çukurcuma’daki, Cuma’nın arkasındaki yaratıcı yüz. Cuma’nın her gün değişen menüsünden, Kastamonu Pazarı’ndan mutfağımıza gelen taze, mevsimlik yemeklerden ve Banu hakkında benim dahi bilmediklerimden oluşan birçok şeyi sizlere anlatmak için, bir sabah diğerlerinden farklı bir şekilde buluşup sohbet ettik. Dört odadan ibaret, sıcacık bir ev olan Cuma aslında bitmeyen bir sevgi ve azmin ürünü. Mekan misafirlerini de bu sıcak odalarında ağırlamaya devam ediyor.

i 49


Aşçı olmak, mutfakta olmak sizin için nasıl bir macera? Açıkçası aşçı olmak için daha çok yol kat etmem gerektiğini düşünüyorum. Mutfak sonsuz ve keyifli bir yer. Ama bir o kadar da yorucu olduğunu unutmamak gerek. Denemeler, başarılı keşifler veya hayal kırıklıklarının hepsi bir arada. Bu sürecin en cezbedici yanı, ortaya çıkacak olan ürünü heyecanla beklemek ve görmek.

alışverişi ben yapıyorsam. Minik bir kütüphanem var, bir de aylık dergilerim. İçinde kayboluyorum. Ekibimle beraber denemeler yapıp kendi yorumlarımızı katıyoruz, bu ekip işinin en güzel ürünü menümüz.

En vazgeçemediğiniz öğün hangisi? Yurtdışı seyahatlerimde en çok eksikliğini hissettiğim şeylerden biri de kahvaltı olmuştur. Zeytin, peynir, reçel çeşitlerimiz, bizim o kahvaltı bolluğumuz hiçbir ülkede Çok erken yaştan beri mutfakta zaman yok. Her sabah evde kahvaltı olmazsa olgeçirerek buraya gelenlerden misiniz? mazımızdır. Benim için Ezine peyniri, gevÇocukluğumdan bu yana mutfağı hep sev- rek simit ve ceviz vazgeçilmez olan. mişimdir. Annemin evden gitmesi demek benim koşarak mutfağa girip kek yapmam Peki, bize Cuma’nın nasıl başladığından, demekti. Geçmişte reklam alanında çalış- bu bina ile ilk tanışmanızdan biraz bahtım, yemek kitabı projeleri ile “food styling” sedebilir misiniz? Ve o zamanlar hayalleilgimi çekti derken kendimi mutfağa dair rinizdeki Cuma’dan bugüne neler değişti? eğitim alırken buldum. Restoranlarda çalış- Cuma 130 yıllık bir binanın girişinde butım. Uzun bir aradan sonra da restoran hiç lunuyor. Bu tarihi değeri en cezbedici yanaklımda yokken karşıma çıkan şahane dük- larından biriydi benim için. Cuma, dört kanda, Cuma ile yoluma devam ediyorum. odadan oluşan, ev gibi, sıcacık bir yer. Başlangıçta “bakery”, kahvaltı derken şimdilerMutfağınızda kendinize çizdiğiniz sınır- de ise kendini sürekli yenileyen, mevsimlik lar var mı? ve yerel bir restoran menüsüne sahip. Asla pişirmem dediğim her şeyi pişirdim sanırım, her yeni bir şey ile karşılaştığımda Her hafta sonu gittiğiniz Kastamonu Paise “Aa, niye daha önce denememişim?” di- zarı’ndan tabağımıza gelen yemeklerin yerek pişman oldum. hikayesini biliyorum. Misafirlerimizin göremediği neler oluyor bu süreçte? Sizi mutfakta bu kadar mutlu eden, kopa- Babamdan aldığım huydan olsa gerek, her madığınız şey neydi peki? hafta sonu erkenden pazarlara gidiyorum, Yemek kitapları ve dergilerini takip etmek Özellikle de Kastamonu Pazarı’na. Malzebenim için takıntı haline gelmiş durumda, melerin en iyisini elde edebilmek için erken böyle olunca kendimi mutfaktan kopara- gitmek şart. Yöresel ürünler olarak geçen mıyorum. Çok keyif alıyorum, özellikle de hala bilmediğim ve her gittiğimde yenisiyle

karşılaştığım birçok şey var. Manyas’tan süt ürünlerimiz, Küçükkuyu’dan unumuz, balımız geliyor. Etimiz için de Eminönü’nde Elmas Kasap’a gidiyoruz. En çok beğenilen, ekşi mayalı ekmeğimizi ise kendi fırınımızda pişiriyoruz. Cuma’nın bu karakteri nasıl karşılanıyor peki? Yerel ürünler ve en taze malzemeler ile sürekli yenilenen menümüz bizi farklı kılıyor. İnsanlar da artık yerel, yeni ve lezzetli olan yemekleri denemek istiyorlar. Biz de kendimizi tekrar etmekten kaçınarak, menümüzü sürekli yenilemeye çalışıyoruz. Yerli ve yabancı bir çok misafirimiz oluyor ama sanırım en çok çocuklu aileler Cuma’yı seviyor. O da çocuklara özel oyuncaklar ile doldurduğumuz çocuk odasından ve sevgimizden kaynaklanıyor. Aşçılığın yanı sıra, işletmecisiniz de. Çalışma ekibinizde sizce en önemli şey ne? Arkadaşlık diyebilirim sanırım ama iş ortamında her zaman otorite de gerekli. Ve tabii ki huzur. Hayalinizdeki akşam yemeğinde, Cuma’daki bu büyük masada kimleri ağırlamak isterdiniz? Kalabalık bir aileden geliyorum. Benim için en keyiflisi herkesin bir arada olduğu bir aile yemeği hazırlamak olurdu. Bir de hayranı olduğum Greg & Lucy Malouf ’u ağırlamak, onlar için pişirmek heyecan verici bir hayal.

Çukurcuma Cad. No. 53 // Çukurcuma

50


Xena Kay // Undecoded

51


GARANTİ CAZ YEŞİLİ: SLEEP PARTY PEOPLE 6 ŞUBAT 2015 // 20:00 Danimarkalı dream-pop grubu. Danimarkalı multienstrümantalist Brian Batz’ın projesi olarak başladı. Boards Of Canada, David Lynch ve Erik Satie’nin çalışmalarından ilham alıyorlar. Kendi adlarını taşıyan ilk albümlerini 2010’da yayımladılar. İlk albümü ‘We Were Drifting On a Sad Song’ (2012) izledi. Avrupa ve Asya turları ile dinleyici kitlelerini iyice genişlettiler. Son albümleri ‘Floating’ 2014’te dinleyicilerle buluştu. Grup üyeleri, sahneye tavşan maskeleriyle çıkıyor. nasıl? “Rüyalarınızın fon müziği”

PHRONESIS 27 MART 2015 // 21:30 Londralı caz trio’su. Danimarkalı Jasper Hoiby tarafından kuruldu. İngiliz piyanist Ivo Neame ve İsveçli davulcu Anton Eger’in katılımıyla son halini aldı. İlk albüm ‘Organic Warfare’ 2007’de yayımlandı. Üçüncü albüm ‘Alive’da ünlü caz davulcusu Mark Guiliana ile birlikte çalıştılar. Son albümleri ‘Life to Everything’ 2014’te yayımlandı. Jazzwise dergisi tarafından Esbjörn Svensson Trio’dan beri en heyecan verici piyano üçlüsü olarak tanımlandılar.

THE NOTWIST 25-26 NİSAN 2015 // 22:30 Alman indie-rock grubu. 1989’da kuruldu. Grup üyelerinin neredeyse hiç değişmemesine rağmen, grup müzikal açıdan sürekli değişim geçirdi. Hardcore ve karanlık indie-rock kıyılarından yola çıktı, demiri elektronik müzik sahillerine attı. Şubat 2014’te yayımlanan son albümleri ‘Close to the Glass’, grubun müzikal yolculuğunu tamamladığı bir albüm olarak tanımlandı. www.saloniksv.com

52


MÜZİK

Petra Digital

Semtler ve Müzik Yine kendimizi “göreceli” bir uzunluğa ve sempatiye sahip kış mevsiminin tam ortasında buluyoruz. İstanbul’da ise her semtin kendine özgü bir dinamiği ve karakteri olduğu için semtler ve müzik hakkında bir liste yapmak istedik. İyi dinlemeler...

Kadıköy : Monassa – Watercircles Kadıköy İstanbul’da tartışmasız en büyük öneme sahip semtlerden biri. Her bir noktası da ayrı bir ruha sahip olan ve insanların belki de İstanbul’da kendilerini rahat hissettikleri sayılı yerlerden birisi. Özellikle mevsimler arasında yaşanan sert duygusal, değişimler de Kadıköy gibi “yaşayan” semtlerde daha da bir kuvvetli hissediliyor. Monassa’nın Modern Jazz Sound’una sahip Watercircles parçası da bizce bu duygusal değişimin röntgenini çekmiş bir parça. Beyoğlu : Wax Poetic – Cihangir ( Brennan Green Remix) Son zamanlarda İstanbul’un belki de en çok kimlik bunalımı yaşayan semti Beyoğlu. Mekanlardan, dışarıda bulunan masalarının zorla kaldırılması, sonrasında yaşanan Gezi Olayları, semte dair ne varsa ciddi bir yara alan ruhu... İstanbul’da müzik ve eğlence hayatı da Beyoğlu’na sıkı sıkıya bağlı olduğu için semtin tadı son derece kaçık! Her şeye rağmen müziğe dair sahip olduğumuz anılar sonsuza kadar bizlerle olacaklar. Karaköy : Detroit Swindle – The Wrap Around Karaköy, şehrin en eski “koşuşturan” semtlerinden. Eskiden daha çok ticaret gibi konu başlıkları ile anılan semt, günümüzde yavaş yavaş bu kimliğinden kurtularak yeni kafelerin, sanat platformlarının, kulüplerin olduğu bir alana dönüşmekte. Hangi amaçla gelmiş olursanız olun, Karaköy sokaklarında dolaşmanın kışın da apayrı bir güzelliği var. Detroit Swindle’in The Wrap Around parçası da sizi Karaköy’ün ruhuna daha çok yakınlaştıracağına inandığımız bir parça. Caddebostan : Ejeca – Alone Anadolu yakasının tam anlamıyla mevsimlere göre yaşayan semti Caddebostan’da kış mevsimi kesinlikle terk edilmiş bir şekilde geçiyor. Yazları, özellikle hafta sonları örtünüzü serecek bir alan bulmakta dahi zorlandığınız sahilde, kışın birkaç kişiden fazlasını görmeniz şaşırtıcı olabilir. Alone, kışın Caddebostan’ı daha güçlü hissetmeniz için arkadaş olabilir. Burgazada : Frank Wiedemann – Howling Yaz mevsimini diğer adalara göre nispeten daha sakin geçiren ve bizce şehrin en karakterli yerlerinde en üst sıralara oynayan Burgazada’da kış mevsimi de son derece keyifli ve mutlaka tecrübe edilmesi gerekiyor. Bomboş ve huzur dolu patikaları tırmanırken, Frank Wiedemann’ın Howling parçası ile yürüyüşünüz bambaşka bir boyut alabilir. Belgrad Ormanı : Eren Erdol – Transparent Beauty İstanbul’un içerisinde nefes alamadığımız zamanlarda, Belgrad Ormanı çoğumuz için eşsiz bir kaçış noktası. Bizce Belgrad Ormanı’nda iseniz mevsim fark etmeksizin temponuz da yüksek olmalı! İstanbullu prodüktör Eren Erdol’ün Transparent Beauty parçası ritminizi daha da yükseltmenize yardımcı olmaya aday bir parça.

www.soundcloud.com/matchupmagmusic

53


RÖPORTAJ

Mutlu San Mutlu San, İstanbul elektronik müzik dünyasının yeni yeni tanımaya başladığı ve ileride hem Türkiye, hem de dünyada ses getirmeye aday bir prodüktör. Geçtiğimiz Mayıs ayında şehrin en yeni ve “cool” plak dükkanı olan Analog Kültür’de yapılan meşhur Boiler Room İstanbul’da da performansını izleme şansı bulmuştuk ve tek kelimeyle muhteşemdi! Mutlu, önümüzdeki aylarda yeni plağını yayınlayacak. Kendisiyle albüm öncesi biraz sohbet ettik...

i

Hazırlayan: Eren Erdol

Almanya turundan yeni döndün. Seni en çok etkileyen şehir ve an nedir? Köln benim için ev demek diyebilirim. Tren Hauptbahnhof ‘a yanaşırken ya da Bonn Havalimanına henüz inmeden, Köln ormanlarının üzerinde huzurlu bir his ile biter yolculuğum. Çocukluk yıllarımda yaptığım kısa ziyaretlerin yaşam tarzımda büyük etkisi olmuştur. Beni kum havuzundan çıkarıp, skate parklara, break dans pistlerine, grafiti ve hip-hop life’a sürükleyen şehir COLOGNE! İlginçtir ki elektrik müzik ve techno kültürüyle tanışıklığımla birlikte, yıllar geçip müzikal kimliğimin oturması sonucunda yine benliğimi Köln’de buldum. Şehrin müzikal evrimi ve kulüp kültürü bana çok samimi bir davette bulundu. Son ziyaretimin güzel anlarından birisi ise Kompakt Record Store’un önünde Reinhard Voigt ile tanışmamdı. Seçme şansın olsaydı müzisyen kimliğin ile yine İstanbul’da yaşamayı mı tercih ederdin, yoksa tercih ettiğin başka diyarlar var mı? Açıkçası İstanbul’da şehir hayatı beni çok motive etmiyor. ‘’İstanbul Grand Bazaar”; müziğin, kültürün, sanatın tüketilme biçimi de torbanıza konulan bir sağlam, 2 çürük elma şeklinde. Bu yüzden seçici olmak gerek. Bu da bir noktadan sonra yorucu olabiliyor.

sokağınız hakikaten pazar yeri olmuş. Silahlı saldırıya uğrasanız millet film sanır. O kadar çok set kuruluyor ve film, dizi vs çekiliyor ki... Çünkü mahalle atmosferi ve mimari dokusuyla tarihsel konumunu kentsel dönüşüme inat hala koruyor. Stüdyoda çalışırken yüksek ses yaptığınız gerekçesiyle kapınıza gelen polislere laf anlattığınız sokakta, ertesi gün bangır bangır şarkılar 9/8lik, düğün alayı olabiliyor... Arkasından hop Snoop Dogg çalıyor. Tüm bunlar genelde kakofoni yaratıp sıkıcı gibi dursa da plak kabını elimize alıp sevgilimle neşe içinde pazara gitmemize engel olmuyor. Boiler Room Istanbul’da müthiş bir performans sergiledin. Aklında kalan en etkileyici an neydi? Boiler Room, 50 dakikalık performansımdan öte bir deneyimdi elbette. Partiden bir gün önce hazırlıklar için Bradley Zero ve diğer artistlerle bir araya geldik. Hazırlıklar bittikten sonra Bradley’nin bir elinde döner, diğer eliyle de Theo Parrish plağını koyup çaldığı bir an vardı ki unutulmaz.

Önümüzdeki günlerde yeni plağın yayınlanacak. Neler hissediyorsun? Oldukça “DJ friendly” bir plak. Belli belirsiz kendi coğrafyamın dokularına da yer verdiğim bir “12 inc techno tune”. Müziğimi Balat’da yaşıyorsun. Senin için en eğlenceli İstanbul merkezli bir etiketle yayınlamak da olan yönleri nedir? gurur verici elbette. EP’nin hem burada, hem Balat gerçeklik ve yapaylık arasında ince bir de Avrupa’da güzel bir etki yaratacağını hisçizgi bana kalırsa. Bir sabah patırtıya, gürül- sediyorum. tüye uyanıp camdan çıkıp “Pazar yeri mi lan burası?” diye bağırdığınızda bir bakarsınız ki

Parça yazarken olmazsa olmaz diyebileceğin herhangi bir şey var mı? Genel olarak “beat” yazarken sürekli bir duygu arayışında olurum. Müziğin vazgeçemediğim 2 olgusu vardır benim için; ‘’poliritim ve polifoni’’. Bu temel olgular dışında her daim yer verdiğim bir şey yok sanırım. Analog mu yoksa dijital mi? Tecrübelerim doğrultusunda kaynak olarak analog teknolojilerin müziğime daha fazla hacim kazandırdığını deneyimledim. Sanal gerçeklikten ziyade analog ortamda ürettiğim sese daha lezzetli bir form kazandırdığımı düşünüyorum. Eğer ses kaynağı olarak düşünürsek “digital synth”leri dondurulmuş pizzaya benzetiyorum. “Analog synthler” ise İtalyan pizzası gibi. Kayıt teknolojisiyle ilgili konuşmak gerekirse geçtiğimiz son 10 yılda çözünürlük anlamında dijital kayıtlar büyük gelişim gösterdi. Bir dönem kaydettiğim kasetleri, “analog synthler” ve “drum machine”lerle yaptığım müzikleri yüksek çözünürlükte dijital sıfır ve birlere dönüştürmeyi ‘niteliği muhafaza etmek’ olarak ifade edebilirim. Bu karşılaşmada çirkinlik aramak yerine, bu iki olgudan nasıl faydalanabileceğinizi bilmek gerek bana kalırsa. 20 sene sonra da dinlerim diyebileceğin parçalar var mı? Varsa en vazgeçemediğin 3 tanesini bizimle paylaşır mısın? Benim için zamansız parçalardan 3 tanesi : STL - Silent State, Roman Flügel - Mutter ve Perlon Dimbiman - “V”.

54


FİLM

Hazırlayan : Emre Eminoğlu

YÜZLERİNDEKİ... İzlediğimiz her yeni film, yeni bir vizyon, yeni duygular ve tabii ki yeni dostlar (ya da yeni düşmanlar) katar hayatımıza. Filmin başrolündeki karakter hangi kültürden, hangi cinsiyetten, hangi sosyal sınıftan olursa olsun fark etmez; yaklaşık bir buçuk saat boyunca onunla bir olur, onunla güler, onunla ağlarız. Onunla hissederiz. İyi oyunculuk da tanımadığı milyonlarca insana birkaç sahne ve birkaç mimikle bir şeyler hissettirebilme yetisidir zaten. Filmin anlatmak istediği her şey oradadır, yüzlerindedir.

...ENDİŞE: Marie Brisson Le passé // Asghar Farhadi // 2013

...MATEM: Tom Tom à la ferme // Xavier Dolan // 2013

...BAŞKALDIRI: Zachary Beaulieu C.R.A.Z.Y. // Jean-Marc Vallée // 2005

İran sinemasının en iyi yönetmenleinden, Jodaeiye Nader az Simin ile adını tüm dünyaya duyuran Asghar Farhadi’nin Le passé’si de en az öncülleri kadar tığ gibi işlenmiş bir senaryoya, güçlü diyaloglara ve kalburüstü oyunculuklara sahip. Fransız Marie’nin Paris havalimanında Tahran’dan ‘eski eşi’ olmak üzere gelen İranlı eşi Ahmad’ı beklediği sahneyle açılıyor film. Boşanma gerçekleşecek, Marie halihazırda birlikte yaşamaya başladığı Fouad ile yeni bir başlangıç yapacak ve herkes hayatına devam edecek. Planlananların bu yönde olduğunu anlasak da, henüz havalimanındaki o ilk sahne, beraberinde kocaman bir “Acaba?” yerleştiriyor içimize. Bérénice Bejo’nun canlandırdığı Marie’nin gözlerinden akan çaresizlik her şeyin bu denli kolay olmayacağının habercisi belki de. Marie’nin karşılama salonunda Ahmad’a kendini gösterme çabaları, ona ne kadar ihtiyacı olduğunu bağırıyor avaz avaz.

Québecli genç yönetmen Xavier Dolan’ın sineması her yeni filmiyle biraz daha olgunlaşıyor. Dördüncü filmi Tom à la ferme, kısa süre önce kaybettiği sevgilisinin ailesini ziyaret eden bir genç adamın, gerilim dolu birkaç gününe odaklanıyor. Dolan’ın film boyunca durmaksızın koruduğu psikolojik ve cinsel gerilim, hem bir yönetmen hem bir oyuncu olarak sergilediği yeteneği ile buluşuyor. Tom’un filmin henüz ilk sahnesinde, siyah kıyafetleri içerisinde arabasında bağıra çağıra şarkı söyler ve ağlarken tanıştığımız matemi, sevdiğinin ailesine yalanlar söylerken, gözyaşlarını sessizce içine akıtırken, psikolojik ve fiziksel tacize uğrarken, mısır tarlasının içinde canı pahasına koşarken ya da sevdiği adamın geçmişinde saklı olanların peşinden sürüklenirken de yalnız bırakmıyor bizi. Bir an bile unutturmuyor kendini.

Québecli Beaulieu ailesinin dördüncü çocuğu olarak 1960 yılının Noel günü dünyaya geliyor Zac ve Jean-Marc Vallée’nin en sevilen filminde, doğumundan yetişkinliğine dek her anına dönemin harika müzikleri eşliğinde tanık oluyor, seviyoruz onu. Doğduğu gün nedeniyle kendisine yüklenen ilahi anlama, uymak zorunda bırakıldığı katı kurallara, olduğu gibi olmasına engel olan her şeye, herkese karşı direniyor, başkaldırıyor Zac; en çok da babasına karşı. Bedeni büyüdükçe isyanı da büyüyor, isyanı büyüdükçe gökkuşağına boyadığı odasının renkleri yüzüne taşıyor Zac’in; abilerinden farklılaştıkça babasına olan öfkesi daha çok büyüyor, öfkesi büyüdükçe daha çok isyan ediyor. Ve Patsy Cline durmadan söylüyor: I’m crazy for trying and crazy for crying / And I’m crazy for loving you.

55


...HIRS: Daniel Plainview There Will Be Blood // Paul Thomas Anderson // 2007

Kapitalist düzenin insan bedenine bürünmüş hali olan bir karakter Daniel Plainview. 20. yüzyılın başlarında, California’nın petrol fışkıran topraklarında geçen There Will Be Blood, bu madenci ve petrol avcısı ile Eli Sunday adındaki genç rahibi karşı karşıya getiriyor. Daniel Plainview etik nedir bilmiyor, sevgi nedir bilmiyor, inanç nedir bilmiyor, ahlak nedir bilmiyor; gözü yalnızca parayı, parayı ve daha fazla parayı görüyor. Küçük bir çocuğu bile çıkarları ve gözünü koyduğu daha fazla toprak, daha fazla para için kullanıyor. Paul Thomas Anderson’ın epik dramı yüksek desibeldeki müzikleri ve muazzam görüntüleri ile ilerledikçe, Daniel Plainview’un hırsı Daniel Day-Lewis’in yüzünden daha çok okunuyor ve o kaçınılmaz, görkemli sona, o meşhur “I drink your milkshake! I drink it up!” repliğine daha çok yaklaştırıyor bizi. Daniel Plainview gözü hiçbir şey görmeyen bir kapitalist ve o daha fazlasını istiyor. Sonuçları kanlı olsa bile…

...YAŞAMA SEVİNCİ: Gloria Gloria // Sebastián Lelio // 2013

...TÜKENİŞ: Nina Sayers Black Swan // Darren Aronofsky // 2010

Ellili yaşlarda, 10 yıl önce dostça biten evliliğinden iki çocuğu bulunan, çalışan, kendi ayakları üzerinde duran ve hayatın tadını çıkarmayı bilen bir kadın Gloria. Onu bir gece kulübünde içkisini yudumlarken tanıyor, yaşı ilerledikçe hiç azalmadığı her halinden belli yaşama sevincine tanık oluyor, dans ederken, paintball oynarken ve flört ederken ona eşlik ediyoruz. Yüzündeki gülümseme, gözlerindeki ışık bir an bile azalmıyor. Bir noktada Gloria’nın hayatına dahil olan Rodolfo ise Gloria’nın sahip olduğu her şeyin tersine sahip; toplumun beklediği orta yaşlı imajına birebir uyuyor, hissetmesi gerektiğini düşündüğü duyguların altında eziliyor. Zıt iki karakteri üzerinden toplum tarafından kadın ve erkeğe, genç ve yetişkine yüklenen, yapıştırılan rolleri sorguluyor Gloria. Şili sinemasının son yıllardaki en iyi yapımlarından olan film, erkek bir yönetmen ve erkek bir senaristin de güçlü ve başarılı kadın portreleri çizebildiğinin kanıtı aynı zamanda. Gloria’nın bu güçlü duruşunda, ona hayat veren Paulina García’nın muhteşem performansının da etkisi büyük.

Hayatını New York bale kumpanyasına adamış balerin Nina Sayers’ sezon açılırken sanat yönetmeninden oldukça sevindirici bir haber alıyor: Kuğu Gölü Balesi’nin modern yorumunda yeni bir başbalerin ile çalışılacaktır ve rol için düşünülen isim Nina’dır. Natalie Portman, canını dişine takarak canlandırıyor Nina’yı ve film boyunca onu anbean çıkmaza sürükleyen tükenişi kusursuz bir şekilde yansıtıyor. Nina’nın tükenişinin sebepleri arasında mesleğinin bedeninde açtığı yaralardan, aynı evi paylaştığı kontrol-delisi annesine, rekabet içinde olduğu yeni balerin Lily’den, farklı yönlerden hedefi olduğu cinsel gerilime birçok farklı şey var. Sanrıların, maruz kaldığı baskının ve daima daha iyi olma hırsının tükettiği bu narin beden, Aronofsky’nin karanlık sinemasının yarattığı en başarılı karakterlerden.

56


İç ses:

Yabancı Yazı & Fotoğraf: Deniz Yılmaz

Berlin - 2010

E

n soğuk kışlardan birini yaşıyorduk. Yazın başından sonbaharın sonuna kadar İstanbul’a akın eden yabancı turistler azalmaya, mekanların önüne konulan masa ve sandalyeler kaldırılmaya, yollar her geçen gün biraz daha boşalmaya başlamıştı. O’nu ilk kez ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum. Soğuk günlerin birinde, Beyoğlu çevresinde yeteri kadar yürüyüp, yorulduğuma emin olduğumda evime gelip mumlarımı yakmıştım. Isınmak için kaloriferin yanına sokulup, çocukluk günlerinde mutfaktan yayılan, annemin pişirdiği kestane kokularını hayal etmeye başladım. Camın yanına iyice yaklaşmadığım sürece penceredeki kendi gölgemden ve mumların dans eden yansımasından karşıdaki evleri göremiyordum. Bir anda pencereye daha da yaklaşmış; karşı dairede yaşayan adamın mutfağını izlerken yakaladım kendimi. Tünel’den kalabalık bir sarhoş grup geliyor ve bağırışları bütün sokakta yankılanıyordu. Bu yaz başında karşı binaya taşınan orta yaşlardaki adam bildiğim kadarıyla bir üniversitede hoca imiş. 15 günde bir gelen temizlikçi kadınla aramızdaki tek muhabbet de bu komşu üzerine oluyordu zaten. Gerekli gereksiz dedikoduları yaptıktan sonra işine kaldığı yerden devam ederdi. “Biraz daha anlat şu adamı.” demem çok saçma olacağından; dinlemiyormuş, söyledikleri ile ilgilenmiyormuş gibi yapardım. Çukurcuma’daki antikacıların birinden aldığım ve ne zaman, ne işe yarayacağını asla bilemediğim sedef kaplamalı dürbünü istemsizce elime aldım ve karşı dairede yaşayan adamın mutfağının detaylarını incelerken buldum kendimi. O an, bedenimden sıyrılıp dışarıdan kendime baktım ve bu biraz utanmama yol açtı. Banyoda, ayakta “bir işle meşgulken”, o iş sona erdiği vakit, aynada yansımasını gören ve etrafta hiç kimse olmadığı halde, kendine yakalandığı için utanan delikanlının naifliğini hissettim üzerimde. Sürekli karşıdaki binaya girip çıkmasına şahit olduğum ama bir türlü yüzünü yakından göremediğim o adam için mi almıştım bu dürbünü, yoksa bir gün İstanbul’dan sıkılıp, insanla dolu bir tekneye atlayıp Yunan adalarına giderken güverteye çıkıp yakındaki adacıklara mı bakacaktım? 22 Ocak akşamüstü birkaç arkadaş bir araya gelip, yabancı bir misafire “meyhane kültürü” hakkında yeterli bilgileri kazandırdığımıza emin olduktan sonra İstiklal Caddesi üzerinde yer alan en sevdiğim kitapçıma girip, Reykjavik’deki hayali dostuma yollamak üzere eski İstanbul gravürleri ve kartpostalları aradım. Bulduğum kartpostalların birinde Tünel’de yaşamakta olduğum sokağın siyah beyaz, eski bir fotoğrafı vardı. O kareye dakikalarca baktım, eski ile yeni arasındaki farkları bir bir bulup, kafamda listeledim. Tam kitapçıdan çıkarken O’na benzettiğim bir adam girdi içeriye. Tam olarak emin olamasam da, trençkotu, fötr şapkası ve boyunun uzunluğu gibi özellikleri, her akşam penceremden gördüğüm komşumla örtüşüyordu. O anda hazırlıksız yakalandığımdan (daha çok gerildiğimden) yüzünü seçememiştim. Kitapçıdan çıkan bir adamın, saniye farkıyla kitapçıya geri girmesi çok saçma kaçacağından; hiçbir şey yapmamakla ve anlamsızca cadde üzerinde yürümekle yetindim. En sevdiğim kiliselerden biri olan St. Maria Draperis’e girmiş bulundum. Kapısında flaşlı fotoğraflar çeken birkaç kişi dışında her şey çok yerindeydi. Girip içeride yer alan tahta banklarında otururken, anlamsızca hızlanmış kalp atışlarımı duydum. Kulaklarımda bile hissettiğim kalbimin, hayatımın yavaşça akıp giden ritminin tam tersine hızla atması beklemediğim ve adlandıramadığım bir durumdu. Halbuki ne kadar alışmıştım durağanlığa ve yavaşça ilerleyen bu kışta kendimle baş başa kalmaya. Kiliseden çıktıktan sonra kitapçıya geri döndüm. Alt katta Barselona rehber kitabı arayan kabanı pamuk pamuk olmuş

57


kadından başka kimse yoktu. Girişin karşı duvarına yerleştirilmiş gıcırdayan ahşap merdivenlerinden ikinci kata çıkarken merdiven kenarına dizilmiş bir iki denizci haritasına çarpıp yere düşürdüm; tam da en kritik anlarda yapmaya alışık olduğum gibi. Üst katta da “kimse”yi göremeyince sırf bir şey almış olmak için Albert Camus’un “Yabancı”sını alıp İstiklal Caddesine geri döndüm. Her gece belli bir saatten sonra, üzerine tereyağı sürülmüş kızarmış ekmek yerken hissettiğim suçluluk duygusunun verdiği hazzı -üstelik kilolu biri de sayılmazdım- geçen bir hazza sahiptim artık. Her gece 11 ile 12 arası mutfağımın ışıklarını söndürür, camın kenarında O’nun eve gelişini beklerdim. Eğer eve yalnız gelmişse ve üst kata kadar tek başına çıkmışsa kendimi o gece yalnız hissetmez, hatta neredeyse şanslı ve mutlu bile sayabilirdim. Mutluluk kelimesini düşünmeyeli çok uzun zaman olmuştu. En soğuk kışlardan birini yaşadığımız o kış; artık kendimi bir şeylere sorgulamadan teslim olmayı öğrenmem gerektiğine ikna etmiştim. Merdivenlerden çıkan apartman sakinlerinin ayak seslerine, dışarıdan gelen sarhoş arkadaş gruplarının meze kokan şarkılarına, Taksim’in geceleri yalnızlaşan sokaklarına, sedef dürbünümü elime aldığım andan itibaren yaşadığım o hazza sorgusuz teslim olacaktım. Çocukken nasıl ki, yağmur yağdığında deliler gibi yağmur altında koşuyorsam, mahallenin haydut çocuklarıyla komşunun bahçesine girip kiraz çalıyorsam ve bütün bunları durup düşünmeden, sorulamadan yapıyorsam o zamanlar hissettiğim mutluluk hissine benzer bir his de çok yakında gelecek olmalıydı. Üstelik artık küçük bir çocuk olmadığımdan, “yolun yarısı” diye tabir edilen bu yaşta, daha da değerli değil miydi yakalanan bu his? Yolun ilk yarısını ağır adımlarla yürüyen bir adam olmaktan sıkılmış, kalan yarısını ise hızla koşmak isteyen ve mümkünse koşarken kendini yola teslim edecek olan bir adam haline gelmiştim. Sabah uyandığımda ilk iş mutfağa gittim ve tereyağını koyduğum kaseyi buzdolabına kaldırmadan yattığımı fark ettim. Erimiş yağı buzdolabına koydum ve kendime hemen bir çay demledim. Hava o kadar karanlıktı ki, işlere koyulmadan önce yapılacak en güzel şey Reykjavik’teki hayali kadim dostuma bir mektup yollamaktı. Önce kartpostallar arasından en iyisini seçmeye çalıştım; Ara Güler’in çay ocağı önünde sohbet eden yaşlı adamları fotoğraflamasının üzerinden ne kadar geçmiş diye tarihe baktım. Bir diğer kartpostalı elime aldım. 1970’lerin İstanbul’u gözüme fazla renkli gözüktü; Eminönü’nde kırmızı arabalar, yeşil montlu kadınlar, masmavi deniz, balıkçıların renkli yağmurlukları… Bir önceki siyah beyaz Ara Güler kartpostalında karar kıldım. Beyaz büyük bir zarf seçtim. Arka kısmına tam üç cümle yazdıktan sonra kartpostalı, geçen akşam aldığım İstanbul gravürleri ile beraber zarfa yerleştirdim. Artık güne hazırdım. Önce işlerimi halledecek, akşamüstüne doğru da Sirkeci’deki ritüelimi gerçekleştirecektim: Her zamanki gişeye gidip, zarfı Reykjavik’e gönderdim. Postaneden çıkarken, en az bu binayı yapan Vedat Tek kadar gururlu bir şekilde, rüzgarda havalanan kabanımla merdivenlerden ağır ağır inerken, şapkamı sağ elimle düzeltecektim. Günün bitmesinden korkuyordum. Gün sona yaklaştıkça, hele ki erken kararan hava altında yalnız eve dönecek olmam, Tünel’deki sokağa girerken sanki daha önceden bu kısmı hazırlanıp kurgulanmış filmimi kendim çekiyormuşçasına başımı yukarı kaldırıp o cama bakacak olmam, bir de üstüne “o evin” ışıkları yanıksa yukarı çıkıp, sedefli dürbünüme koşacak olmam, bende yarattığı gizli suçluluk duygusundan öte yalnızlığımı da anımsamama neden oluyordu. Günü uzatmak, olabildiğince eve geç dönmek için arkadaşlarla zaman geçiriyor, onlara gereksiz sorular soruyor, “ha bir de şuraya uğrayayım” diyerek gecenin bir vaktinde gidilmesi hiç şart olmayan bakkallara, o saatte açık kaldığına şaşırdığım pastanelere bir bir uğruyor ve sonun da Tünel Meydanı’na varıyordum. Gecenin sessizliğinde, kocaman bir anahtarla apartmanın büyük ana kapısını açarken sokakta çok hoş bir ses yankılanıyordu. Sırf o sesi duymak için önce kapıyı açıyor, sonra geri kilitliyor, sonra tekrardan açıyordum. Yukarı istemeyerek çıkmamın üzerinden tam 10 dakika geçmişti ve karşı dairenin ışıklarının bu esnada sönük olduğunu gördüm. Dürbünümü aldığım yere geri koymak yerine karşı binanın çatısındaki martıları izledim. Dibimdeydiler, gözümün ucundaydılar. Hepsi tek ayak üstünde uyuyan bu martılarla aramızda; özellikle de geceleri bir hukuk oluşurdu. Sessiz kalmaya, sırlarımı kimseye anlatmamaya sanki yemin etmişlerdi. Gördüklerinden habersizmiş, sedef kaplamalı dürbünümle izlenmiyorlarmış gibi hiç kıpırdamadan durmaya söz vermişlerdi. O geceki görevim yarım kalmıştı. İstemeyerek de olsa yatağa gittim ve uyumaya çalıştım. Gözümde sürekli olarak beliren fötr şapkalı adamın hayali, karşı dairenin ışıkları, tam olarak göremediğim ve merakla düşlediğim yüzü, mutfağında düzenli düzensiz sıralanmış bardak ve tabakları, binasının girişindeki paslanmış kapı tokmağı kafamdaki görseller arasından birbiri ardına sıralanırken istemeden de olsa uyudum. Öğleden önceleri Galata’ya gitmekten nefret ederdim. Kuledibi’nde saatlerce kuyruk oluşturan turist kalabalığı, fotoğraf çeken insanlar, gürültü ve hengame beni buradan uzaklaştırıyordu. Geceleri ise Galata’ya uğramak için bir sürü bahane bulabilirdim. Bir akşam yemeğinden sonra arkadaşlardan ayrılıp; Galata’ya doğru yürümeye başladım. Etraf sakindi, Galata Kulesi ışıkları her zamanki gibiydi. Beyoğlu Göz Hastanesi yokuşuna doğru yürüdüğümde, 20 yıl önce babamla yakınlarda oturduğum bir kafede ettiğimiz sohbet geldi aklıma. Demişti ki; “insan bir şeyin ardına takılır, gider ve bir bakmışsın yıllar geçmiş…”. İnsanı sanki bir uçurtma arkasından koşar gibi hayal etmiştim o konuşurken. İpini elinde tuttuğun bir uçurtmadan çok, ipin ucu çoktan kopmuş bir uçurtma arkasından koşan bir çocuk görüntüsü gelmişti gözümün önüne. Bir şekilde, önce bir “neden” bulup, sonra da üzen veya sevindiren o nedenin arkasından günlerce, aylarca, yıllarca koşuşturup duruyorduk. Kendimi o gece, İstanbul’da en sevdiğim binalardan biri olan Beyoğlu Göz Hastanesi binası önünde duraksamış etrafa bakarken, ipi kopmuş uçurtmanın arkasından koşan o çocuk gibi hissettim. Böyle hissetmemin en büyük nedeni; yıllar geçmesine rağmen hala yalnız olmam ve giden herkese rağmen hala bu kentte kalmamdı. Bütün üniversite arkadaşlarım çoktan evlenip, önce bir iş, sonra da bir hatta belki birden fazla çocuk sahibi olmuşlardı. Neyse ki, onlara özenecek kadar kafayı bozmamıştım. O gece eve dönerken sokakların yalnızlaştığı bu saatleri günün her saatinden daha çok sevdiğimi fark ettim. Gece yaşanmalıydı birçok şey; bu sokaklarda gece yürünmeliydi, bütün fotoğraflar gece saatlerinde çekilmeliydi. Çaylar, kahveler, sigaralar gece içilmeliydi. Kendi kendime, geceye övgüler dizerken kendimi önce Şişhane’de, biraz sonra da Tünel Meydanı civarında buldum. İstanbul bir süreliğine kafamı meşgul tutmak için bana yetmişti. Gece yürümelerim, yıllardır gitmediğim Bankalar Caddesi ziyaretlerim, Hırdavatçılar Çarşısı’ndan hiç ihtiyacım olmayan şeylere bakmam bir şekilde yüzleşmek istemediğim “konu”dan beni uzak tutmuştu. İş sonrası ya arkadaşlarla buluşup gereksiz muhabbetler ediyor, ya da işim erken bitiyorsa en sevdiğim kütüphaneye gidip, pencerenin kenarına geçip ihtiyacım olmayan bilgilere gereksinim duyuyordum. Sedef dürbünümün suçuma ortak olduğu saatlerden kaçmak adına bu gece yürüyüşlerine çıkıyordum ve işe de yarıyordu. Eve gidince karşı dairenin ışıklarına bile bakmadan doğruca yatağa giriyor ve sabahın bir an önce gelmesi için neredeyse saatleri sayıyordum. Galata dönüşü, tüm günümü üzerine araştırmaya ayırdığım “Antinous ve Hadrian” aşkına kafa yorarken buldum kendimi: Acaba Antinous ölümü kendi mi seçmiş de Nil Nehri’ne bırakmıştı bedenini? Hadrian’ın Antinous’un ölümünden sonra kurduğu Antinoopolis kenti neden yok olmuştu? Tünel Geçidi bomboştu, evlerin pencereleri kapanmış, kar soğuğu her yeri sarmıştı. Kapımın önüne gelmeden önce karşı dairenin önünde beklerken gördüm O’nu. Zeytuni renginde, kahverengi şeritli fötr şapkasıyla her zamankinden daha iyi gözüküyordu. Bacakları daha önce bu kadar ince ve uzun değildi; ya da ben bunu şu anda fark ediyordum. Cebinden benimkisinin benzeri bir anahtar çıkardı, “ne kaybederim ki?” dedim ve kendi tarafıma değil onun kapısına doğru yöneldim. Başını bana doğru çevirdiğinde ilk kez gördüm yüzünü, Antinous’a benziyordu... İmparatorluğumun en iyi dönemi başlayacaktı belki de. Yıkılmadan önce zirveye çıkmalıydım. Anahtarı çevirdi; önce kapıyı açtı, sonra geri kilitledi, sonra yeniden açtı. Yankılanan sesi bir ben, bir O, bir de çatıda tek ayak üzerinde duran martılar işittiler.

58


@matchupmag

@luzdelalun

@denizozdag

@sezgiolgac

@tartargoods

@defneyleyasamak

@elquintojewelry

@nihanarici

@lellopepper

@buseug

@pinnarrr

@hillatay

@candagarslani

@ozanonen

@koldowskyy

@cemalcandinc

@farahsamuray

Siz de #matchupmag hashtag’i ile derginin fotoğrafını paylaşın. Bir sonraki sayıda burada yayımlayalım.

match-up mag nerelerde? Cihangir // Cafe Firuz, Geyik Coffee, Journey, Kahve6, Kahvedan, Kiki, Kronotrop, Makas Bliss,Manuel Deli, Momo, Otto Cihangir, Smyrna, Social, Susam Cafe, Swedish Coffee Point Çukurcuma // 49 Çukurcuma, Bo Cafe, Corinne Hotel, Cafe Cuma, Cafe Lumiere, Holy Coffee, Civan Bay Moda Evi, Deform Müzik Galata // 290 sqm, Açık Mutfak, Aheste, Analog Kültür, Galata Kitchen, Cloud Nine

59

Patisserie, Lomography Store, Lunapark, Mavra, Magnolia Bookstore, Mini Coffee Shop, Nikol, Sntrl Dükkan Tünel ve Pera // 9 Ece Aksoy, CDA Projects, Flavio, House Cafe, Şimdi Cafe, Que Tal, Baylo, Gram, Milkbar, Mis Pizza, Otto, Pera Nostra, Wolf Junior Karaköy // Alles, Balthazar, Bando, Bank, Bej, Bi Nevi, Dem, Forneria, Fosil, Gakkı, Gran, Junk, Heisenberg, İstikamet Karaköy, Karabatak, Karaköy Lokantası, Mae Zae, Maya, Ma’na,

Muhit, Mums Cafe, Naif, Nano, Tohum, Ops, Press Karaköy, Sub, Sumahan, Unter, Wom Nişantaşı // 400 Derece, Beymen Brasserie, Bread and Butter, Den Cafe, Delicatessen, Dirimart, Divinr, House Cafe, Juno, La Patisserie Lune, Limonata Apartment, Makas, Moc Istanbul, Sunday, Union 22 Bebek ve Ortaköy // Cup of Joy, Dem Bebek, Happily Ever After, Lucca, Mangerie, House Cafe, Lotus United Club, Otto Bloom

Taksim // 7 GR Coffee, Ara Kafe, Cezayir Restaurant, Cochine, Coffee & Jazz, House Cafe, Kontraplak, Kumbaracı 50, Limonlu Bahçe, Mama Shelter, Pas Coffee House, Urban, Yeni Lokanta, Zencefil Kadıköy // 180 Coffee Bakery, Ayı, Arkaoda, Bant Mag Mekan, Çekirdek, Hera, Mambocino, Mitte, Munchies, Monochrom, Muaf, Nûn Vintage Cafe, Karga, Pappa Cafe, Tasarım Bookshop Cafe, Yer Cafe, Zeplin

Bağdat Caddesi // Bafetto Pizzeria, Cafe Drip İst, Kirpi, Lütfiye, No:7 Coffee, Tatlı Huzur, The Crepe Escape, Zamane Kahvesi Ankara // Aylak Madam, Big Chefs, Cafe Des Cafes, Cafe Lins, Cafemiz Sardunya, Cermodern, Coffee Lab, Gramafon Cafe, James Cook, Ot, Siyah Beyaz Galeri, Tatbikat Sahnesi, Torun Ayrıca // Backyard, Galerist, İstinye Park, Kanyon, Petra Roasting Co, Santralistanbul


ŞAKİR GÖKÇEBAĞ, ‘Parabol’, 2014, Yerleştİrme, şemsİYeler, Ø 150 cm

SAKiR GOKCEBAG THINK TANK

20.01 - 14.02.2015

GALERIST MEŞRUTİYET CAD. NO 67/1 TEPEBAŞI BEYOĞLU 34430 İSTANBUL TÜRKİYE T. + 90 212 252 1896 info@galerist.com.tr www.galerist.com.tr Salı – Cumartesi Tuesday – Saturday 11:00 – 19:00


61


62


matchupmag.com

63


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.