Hariciye / Ocak-Şubat 2013

Page 1

HARİCİYE

ODTÜ DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ ᎐ OCAK&ŞUBAT 2013



HARİCİYE AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ

D PU İ T AD I N A İ MTİ YAZ SAH İ Bİ ÖZG E BOZTAŞ S O RU M LU YAZI İ Ş LERİ M Ü D Ü RÜ VE ED İ TÖ R M ERVE D İ YAR YARD I M CI ED İ TÖ R YAS EM İ N ECE KALEN D ER G Ö RS EL TASARI M A . C E M Ç A KI R S PO N S O R TAKI M I C A N S U Ç E Lİ K E R O SM AN Cİ H AN S ERT KO N TRO L TAKI M I H Ü S E Y İ N A H M E D OV ÇAĞ LAR YI LD I Z S E LM A Y I LM A Z KO N U K YAZAR D O Ç. D R. S EVİ LAY KAH RAM AN YAZARLAR B E D İ A A KBA Ş AS EN A ATI L AĞ A BAYRAM OV C A N S U Ç E Lİ K E R ALPEREN Cİ H AN ÇETİ N KAYA N U R ÇÖ LLÜ B U Ğ RA D O Ğ A N D EN İ Z EM İ RO Ğ U LLARI K A A N E RD O Ğ D U YU N U S EVED EN Cİ D O Ğ U Ş G Ü LE R TEYM U R N AG H İ BAYLİ YAS EM İ N ECE KALEN D ER S A B Rİ C A N S A RA K Cİ H AN S ERT G AM ZE ZEH RA TO M AZ EC E M P I N A R U R H A N RECEP S İ N AN U STA T U N A H A N Y I LD I Z S E LM A Y I LM A Z ES M A YÜ CEL İ L ET İ Ş İ M O RTA D O Ğ U TEKN İ K Ü N İ VERS İ TES İ İ KTİ SADİ VE İ DARİ Bİ Lİ M LER FAKÜ LTES İ U LU SLARARASI İ Lİ ŞKİ LER TOPLU LU K ODASI 0 6 5 3 1 A N K A RA / T Ü RK İ Y E T E L: ( 3 1 2 ) 2 1 0 3 0 5 6 www. h a ri ci yed ergi si . com www. h a ri ci yed ergi si . bl ogspot. com h a ri ci yed ergi si @ gm a i l . com BA S KI ALLAM E TAN I TI M VE M ATBAACI LI K LALE S O KAK N O :7 /1 2 KAT: 5 S I H H İ Y E / A N K A RA Tel : 0 3 1 2 2 3 0 1 9 7 4/7 6 bi l gi @ a l l a m e. org S Ü RE L İ , Y E RE L , Ü C RE T S İ Z YI L 2 , AY 2 , SAYI 5


2


Siyasette başarı nedir? Kim belirler? Belli düşünce sistemlerindeki farklılıklara rağmen hepsinin kesiştiği nokta sosyal yapıyı koruyup ileri götürmektir. Yani en önemli konu önce istikrarı korumak, sonra ileriye götürmek olmuştur. Aynı insanlar gibi insanların oluşturduğu sosyal yapıda da onun işlevlerini gören, devamını sağlayan; yapılar arasında etkileşimi, değişimi, istikrarın ritmini tutan bir kalp bulunur. Peki günümüzün dünya düzeninin merkezinde bulunan Amerika’nın kalbinde yapılan seçimde yeniden başa gelen Obama’nın ülke ve dünya siyasetindeki ritmi ne kadar istikrarlı? Seçimlerde sloganı ‘’forward’’ olan Obama ABD’yi kendinden önceki başkanlardan ne kadar ileriye götürdü? I ra k’ta n Çeki l m e ve İ ç Pol i ti ka ya Etki si George W. Bush zamanında açılan Irak yarasına Obama resmen tuz bastı. 2002’d e daha senatörken yaptığı konuşmada Irak savaşına karşı çıkmış ve bunun akıllı bir iş olmadığını savunmuştur. 1 Üstelik bunun arkasında durmuş, seçildikten sonra kademe kademe Irak’tan çekilmeye başlamıştır. 15 Aralık 2011 tarihinde de resmi bir törenle Bağdat’taki ABD bayrağı indirilmiş ve çekilme tamamlanmıştır. 2 Irak konusu ve savaş yorgunluğuyla gelen iç sorunlar Obama’ya ilk seçimi kazandıran süreçti ki Obama bunu sloganlarında kullanmış ‘’d eğişim’’ konusunu ön planda tutmuştu. Ancak iç siyasette de her şey iç açıcı değildi. Obama’nın sürekli vurguladığı savaş bütçesi nihayet eline geçmişti ama bunun sosyal hayata yansıması pek de görünürde yoktu. Seçim kampanyalarında 10, 20 dolarlarla 650 milyondan fazla paraya ulaşılması, halkın desteğinin ne yönde olduğunu aslında göstermişti. Çok fazla genç seçmenin yanında o güne kadar görülmemiş yoğunlukta fakir kesimin desteğini de almıştı. Bunun başlıca nedeni Obama’nın reklamlarla ve sloganlarla herkese sevdirilmesi ve Martin Luther King, Abraham Lincoln gibi kurtarıcı liderler katagorisinden aday gösterilmesidir. Nitekim ne Martin Luther King gibi kendi ırkının haklarını savunabilmiş ne de özgürlükçü söylemin arkasında tam olarak durabilmiştir. Bu durumun nedeni, soyundan gelen müslüman söylem ile siyahi kimliğin yüklediği büyük beklentilerdir. S a va ş Bi tti H a d i Bi zi Ku rta r O ba m a . . ! Bir adam bütün güçsüzler adına konuşabilir miydi? Obama’yı kötü motive eden olayın bu olduğunu düşünüyorum. Obama siyasete yeni atılmış bir lider olarak önce kendisine güvenen bütün destek

gruplarını kucaklamış fakat iş pratiğe dökülünce ilk hedef bu gruplar olmuştur. Müslümanlar umduğunun aksine İsrail yanlısı bir Obama’yla karşı karşıya kaldılar. Son zamanlardaki Netanyahu Obama gerginliğiyse -abi Obama’nın kardeşi Netanyahu’ya kızması- Netanyahu’nun ABD seçimlerinden önce Ortadoğu raundunu İsrail seçimini kazanmak için kullanması olarak görülebilir. Çünkü Obama da her demokrat gibi savaş söyleminden kaçarak ılımlı imajını korumak istiyor. Bu konuda İslam dünyası oldukça umutluydu. Örneğin Mısırlı analist Hisham Mourad’ın batılı medyada çıkan sözleri bu konuyu özetliyor: “Ortadoğu sorunlarını çözmek için aslında hiç çaba göstermedi. Ama Netanyahu rejimine karşı mesafeli durması ve İsrail’in İran’a saldırı planını reddetmesi bile yeter…” 3 Ancak seçim bitti artık abi kardeşini affedip Filistinvari hatalarına göz yumup İran oyununa devam edebilir. Gelelim ‘’Müslüman’’ Obama’nın Arap Baharı temizliğine… Bildiğimiz gibi Müslüman Arap devletler birer birer halk devrimine uğramış ve demokratikleşme daha doğrusu demokratikleştirilme yoluna girmişlerdir. Buradaki önemli nokta Irak örneğinin tersine ABD‘nin etkin değil daha çok destekleyici rol oynamasıdır. Bunun en büyük nedeni o ülkelerdeki petrol kontrolünün çoğunun zaten ABD’nin elinde olması, olmayanlarınsa Avrupa ülkelerine adeta sus payı olarak verilmesidir ki bu yardımlar ABD otoritesini sarsmadan, ekonomik çalkantılarla sarsılan Avrupa’ya verilen deprem sonrası yardım paketi olarak görülebilir. Katar ve Suudi Arabistan’a baharın uğramaması halkın kara demokrasiden memnun olduğu anlamına değil o ülkelerdeki petrol güneşinin Amerika’nın üstüne çoktan doğmuş olmasıdır. Ancak Suriye’d e olay biraz farklılaşmakta, Rusya işin içine girince ABD olaya dahil olmak zorunda kalmaktadır. Hepimizin bildiği gibi Irak’ta kullanılan kimyasal silah, insani zulüm gibi savaş tetikleyici söylemler Suriye için de kulakları çınlatmaya başlamıştır. 4 İşte Obama ve Bush farkını daha doğrusu benzerliğini bu olayda sorgulayabiliriz. Müslüman güdümlü diğer hareket de elbette Usame Bin Ladin’in öldürülmesidir. Terör kavanozunun kapağını ısıtıp iyice gevşeten Bush’tan sonra işin servis kısmı Obama’ya kalmıştı. 11 Eylül olaylarının sıcaklığını kaybetmesi nedeniyle Obama bu olayla istenilen artışı göstermese de otoritesini bir kez daha sağlamlaştırmıştır. Ancak şöyle bir farkla, Bush Saddam Hüseyin’i asmadan önce formaliteden de olsa mahkeme kurmuş Obama ise yargısız bir şekilde operasyon sonucunda Ladin’i öldürmüştür. Elbette ki

3


Ladin’in kötülüğü savunulamaz ancak her insan yargılanma özgürlüğüne sahip olmalıdır. Obama’nın özgürlükle sınavı burada sekteye uğramıştır. Üstelik Obama’nın Bin Ladin operasyonuna katılan bazı emekli ve muvazzaf askerin yanı sıra CIA yetkililerini arkasına alıp kampanya konuşması yapması ise, ABD Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey’i de rahatsız etmiş ve Dempsey, “Ordu mensuplarının siyasete alet edilmesinden hayal kırıklığına uğradım.” demiştir. 5

4

İkinci olarak reformcu Obama’yı ele alalım. Sağlık reformu her iki seçim döneminde de öncelikli konulardan biriydi. 23 Aralık 2010 günü Obama resmi olarak reformu imzaladı. Yasa Mart ayında meclisten geçmesine rağmen cumhuriyetçiler tarafından mahkemeye verilmiş ancak Haziran ayında Yüksek Mahkeme yasanın anayasaya uygunluğunu resmen onaylamıştır. Yasa sigortasız 30 milyon Amerikalı’nın 2014 yılına kadar sigortalanmasını amaçlıyor ve özellikle büyüyen ilaç masraflarını azaltmayı hedefliyor. 6 Bu yasa aslında Obama’nın reform konusunda özellikle fakir halkın gözünde seçimi kazanmasını sağladı. Gelelim Sandy kasırgasına.Burda Obama’nın seçim kampanyasını iptal etmesi kamuoyunda büyük yankı bulmuştu. Başarılı kriz yönetimi Obama’ya oylar kazandırdı. Özellikle Katrina kasırgasında Teksas tatilini dahi iptal etmeyen Bush’u hatırlarsak Obama’nın başarılı kriz yöntemini daha iyi anlayabiliriz. New York'un bağımsız Belediye Başkanı Michael Bloomberg Obama’ya teşekkür edip onu seçimde destekleyeceğini açıkladı ve Mitt Romney’i ekonomik politikalarını sürpriz bir şekilde eleştirdi. New Jersey Valisi Chris Christie'ye her türlü yardım için söz vermesi de Obama’nın partizan tutum sergilemediğini gösterdi. 7 Bir diğer ekonomik çekişmeye de Obama’nın vergi düzenlemesi konusunda Mitt Romney’in tam tersi önerilerde bulunması yol açtı. Obama vergi yoğunluğunu zengin insanlardan karşılarken Romney normal gelirli

insanlara da eşit yöntemler uygulayınca Obama fakir kesimin desteğini yine arkasında hissetti. Son olarak diyebiliriz ki aslında Obama ne çok başarılı bir lider ne de rakiplerine oranla başarısızdır; o sadece kendinden bekleneni veremediği için dikkatleri üzerine bolca çekmektedir. Özellikle Amerika halkının dış siyasette daha barışçıl yöntemler istemesi, Obama’nın yer yer sert çıkışlarına rağmen, onu zirveye taşımıştır. Aslında halk George W. Bush’u, Mitt Romney’i istemiyordu. Aslında halk savaşı istemiyordu ve istemediklerine o kadar çok odaklandı ki Obama hatalarına rağmen istediğini aldı.

Refera n sl a r 1. Barack Obama Against Going to War in Iraq erişim [10.12.2012] https://action.barackobama.com/page/share/2002iraqfull 2. BBC 15 Aralık 2011 ABD Bağdat'taki bayrağını indirerek Irak'tan çekiliyor erişim [09.12.2012] http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/12/111215_iraq_us_flag.shtml 3. Selami İnce Birgün Gazetesi Obama’nın Dış Politikası erişim [14.12.2012] http://www.birgun.net/writer_index.php?category_code=1321281411&news_code=1352626505&year=2012&month=11&day=11#.UMrvKm82W os 4. Independent 23 Ağustos 2012 David Cameron and Barack Obama warn Syria over chemical weapons erişim [13.12.2012] http://www.independent.co.uk/news/world/politics/david-cameron-and-barack-obama-warn-syria-over-chemical-weapons-8075650.html 5. NTVMSNBC 23 Ağustos 2012 Bin Ladin kitabı ABD'yi karıştırdı erişim [13.12.2012] http://www.ntvmsnbc.com/id/25376450/ 6. Euronews Obama seçimde sağlık reformu kartını oynayacak erişim [14.12.2012] http://tr.euronews.com/2012/09/06/obama-secimdesaglik-reformu-kartini-oynayacak/ 7. PolitickerNJ 29 Kasım 2012 Christie says he appreciates Obama's support during Hurricane Sandy erişim [14.12.2012] http://www.politickernj.com/60720/christie-says-he-appreciates-obamas-support-during-hurricane-sandy


Bir hafta süren Çin Komünist Partisi 18.Ulusal Kongresiyle birlikte Çin’in geleceğini belirleyecek yedi yeni lider Politbüro Daimi Komitesi’ndeki yerlerini aldı. Çin’in yakın dönemde gösterdiği büyüme düşünüldüğünde ‘Çin’in geleceğini belirleyecek’ kalıbı biraz eksik kalıyor sanki. 1978’d e piyasa reformlarının uygulanmaya başlanmasından bu yana büyümeye devam eden Çin ekonomisi –her ne kadar son aylarda bu büyüme yavaşlasa da- 2010 yılında Japonya’yı geride bırakarak dünyanın ikinci büyük ekonomisi tahtına oturmuştu. 1 Bu noktada yeni liderlere çok büyük görevler düşüyor. Çin’in dış politikası özellikle 2000’lerden itibaren her ne kadar dünyaya açılma ve uyum sağlama odaklı olsa da Çin liderlerinin tam anlamıyla bunu başarmış oldukları söylenemez. İşte tam da bu noktada Batılı uzmanlar tarafından ‘Batıyla temas halinde olan açık bir lider’ olarak nitelendirilen Çin Komünist Partisi’nin yeni lideri Şi Cinping ön plana çıkıyor. Şi Cinping 2009 ve 2011 yıllarında Time 100 listesinde ‘dünyanın en etkili kişilerinden biri’ olarak seçilmişti. 2 Li Kekiang, Jang Dejiang, Yu Jengşeng, Liu Yunşan, Vang Kişan ve Cang Gaoli ise Politbüro Daimi Komitesi’nin diğer liderleri. Bu liderlerden Cinping, Kekiang ve Kişan reformcu olarak tanımlanırken diğer dört lider muhafazakâr kimlikleriyle tanınıyorlar. Yeni lider Şi temelde yolsuzluk olmak üzere partinin halktan kopukluğunu ve azalan ekonomik büyümeyi önemli sorunlar arasına koyarken sosyal güvenlik, sağlık, çevre ve eğitim alanlarında iyi gelişmelerin yaşanmasının Çin’in geleceği için büyük önem taşıdığını düşünüyor. Çin Ulusal Kongresi Çin eski devlet başkanı Hu Jintao’nun çalışma raporunu okumasıyla başladı. Hu Jintao konuşmasında Çin’in değişen dünyaya ayak uydurması için yeni bir ekonomik modele ihtiyaç duyduğunu, yolsuzluklarla kararlı ve etkili bir şekilde mücadele edilmesinin gerekliliğini, sosyal uyumun teşvikiyle sosyal adaletin korunmasının ve halk demokrasisinin geliştirilmesinin önemini vurguladı. 3 Çalışma raporunda özellikle üstünde durulan nokta yolsuzluk ve bunun önemli bir sebebi var. Eski Ticaret Bakanı Bo Xilai geçen sene Çin’in lideri olarak gösteriliyordu, ta ki görevden uzaklaştırılana kadar. Xilai’nin eşinin adının bir cinayete karışmasıyla * Çinli bir devlet adamının sözünden alıntı

başlayan skandal Xilai’nin adının da yolsuzluk ve görevini kötü kullanma suçuna karışmasıyla geniş yankı buldu. Çin’in başı uzun zamandır yolsuzlukla dertte, Bo Xilai skandalı bu sorunun medyada geniş yankı bulmasına sebep oldu sadece. 2010 yılında hükümet tarafından yayınlanan rapora göre 2003’ten 2010’a kadar 200.000den fazla yolsuzluk vakası soruşturuldu. 4 Bu sayıya soruşturma geçirmemiş gizli yolsuzluklar ve 2010dan günümüze kadar meydana gelen yolsuzluklar eklendiğinde durumun ciddiyeti daha açık görülebilir. Yolsuzluk halk tarafından büyük tepki alıyor ve siyasetçilerin söylemlerinde de sıkça yer alıyor. Çin’d eki diğer önemli problemler ise arazi ve çevre problemleri, toplumsal sorunlar, insan hakları, etnik ve dini problemler. Ülkelerin egemenlik ve toprak bütünlüklerine saygı, saldırmazlık, eşitlik, diğer ülkelerin içişlerine karışmama ve karşılıklı fayda Çin’in dış politikasının temeli olarak gösterdiği ‘Barış içinde bir arada yaşama’nın beş temel koşuludur. 5 Soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte Çin çok-kutuplu dünya sisteminde kendi yerini alıp, yabancı ülkelerle sorunlarının çözümünde barışçıl yollar kullanmayı ilke edinmiştir. Çin BM’nin daimi üyesi, dünyanın ikinci büyük ekonomisi ve G20 üyesi olarak dünya üzerinde ekonomi ve siyaseti etkileyen önemli bir aktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Çin her ne kadar ekonomi alanında dünya çapında büyük atılımlar yapsa da siyasi anlamda hala biraz çekingen. Çin devlet adamlarından birinin “Bir nehirden karşıya geçerken hemen atlarsanız boğulursunuz, sel alır sizi götürür ama büyük taşlara basarsanız kurtulursunuz.” sözü ülkenin dünya siyasetinde direkt rol alıp kaybolmaktansa; gerektiğinde ve risk almadan olaylara dâhil olmayı seçtiğini kanıtlar nitelikte. 6 Çin’in komşularıyla olan ilişkilerine bakıldığında özellikle sınır problemleri ile etnik ve dini sorunlar ön plana çıkıyor. Afganistan, Nepal, Burma ve Moğolistan’la olan sınır problemlerini 1960’larda, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’la olan sınır problemlerini ise son yıllarda çözümlemiştir. Tayvan konusu ise uzun yıllardır Çin’in iç ve dış politikasını meşgul eden kritik bir sorundur. 1949 yılında Çin ve Tayvan’d a ortaya çıkan iki otoritenin varlığı bu sorunun temelini oluşturmaktadır ve bu tarihten sonra Tayvan sorunu

5


Soğuk Savaş dönemindeki stratejilerle şekillenmiştir.

6

1972 Shanghai Ortaklık Bildirisi Çin ile ABD arasında 20 yıldır devam eden temasta bulunmama durumunu sonlandırmıştır. Çin Amerika ilişkileri içinde birçok problemi barındıran inişli çıkışlı bir yön izlemiş, 1990larda Çin’in yükselişe geçmesiyle ilişkiler daha da önem kazanmıştır. İki ülke bazen ortaklık noktasında birleşirken bazen çıkarları çatışan iki rakip oluyorlar. Başbakan Obama’nın Çin’i ‘önemli bir ortak aynı zamanda rakip’ olarak değerlendirmesi de bundandır. 7 Tayvan sorunu iki ülke arasında zaman zaman gerginliğin tırmanmasıyla zaman zaman gerilimin düşmesiyle her zaman en hassas noktada var olmuştur. Sorun ABD’nin 1950li yıllarda Çin-Sovyet Rusya yakınlaşmasına karşılık olarak Tayvan’a destek olmasıyla başlamıştır. Shanghai Ortaklık Bildirisiyle beraber gelişen ilişkilerle ABD Tayvan’ı Çin’in bir parçası olduğunu belirten bir bildirge yayınlamış fakat Reagan yönetimi sırasında sorun tekrar gün yüzüne çıkmıştır. Çin’in büyümesinden korkan ABD Tayvan’a silah satmaya devam etmiştir. ABD Çin ilişkilerindeki önemli bir başka sorun ise Çin’in Doğu Türkistan ve Tibet bölgelerinde uyguladığı baskılardır. Sorun, Çin’in insan hakları konusunda gereken hassasiyetini göstermemesi sonucu ortaya çıkmaktadır. 8 Asya’nın eski süper gücü Japonya ve yükselmekte olan gücü Çin’in ilişkilerine baktığımızda karşımıza yine Tayvan çıkıyor. Japonya’nın 1945 yılına kadar elinde bulundurduğu Tayvan’ı 1945’te ABD’ye ABD’nin de Çin’e bırakmış olması Japonya’nın Tayvan’ı unuttuğu anlamına gelmiyor. Tayvan hala iki ülke arasında bir sorun olarak duruyor. 1970lerin başında Doğu Çin Denizi’nin petrol ve doğalgaz açısından zengin olmasının açıklanmasının ardından patlak veren deniz sınırı sorunu Japonya ve Çin arasında ciddi

problemler yaşanmasına sebep oldu ve hala çözülebilmiş değil. Doğu Çin Denizi açıklarında bulunan adaların balık rezervleri açısından zengin olması da sorunun çözülememesinde bir etken. 9 Japonya’yı Asya’d a ABD’nin önemli bir temsilcisi olarak gören Çin son dönemdeki ada krizini de bahane ederek Japonya üzerindeki baskısını artırmaktadır. 1992 yılıyla beraber ilişkilerinde yeni bir dönem açan Rusya ve Çin’in ortak paydada buluştukları nokta ABD hegemonyasına karşı birlikte hareket etmek. Taraflar tarım, madencilik, elektronik ve enerji başta olmak üzere pek çok sektörü kapsayan işbirliği anlaşmaları imzalamaktadırlar. Sahip oldukları uzun sınır hattı da ikili ilişkilere stratejik bir önem kazandırmaktadır. 10 Rusya Çin ilişkilerinin gelişmesi Çin ile ekonomik yarış içerisinde olan ABD’yi huzursuz etmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1960lı yıllarda dünya siyasetinden dışlanması, Çin’in ABD ve SSCB’ye karşı uluslararası alanda kendini kabul ettirme arayışıyla başlayan Afrika politikası zaman içinde ideolojisini yayma fikrine daha sonra ekonomik çıkarlara dönüşmüştür. Bölgenin petrol ve doğalgaz rezervleri Çin’in dikkatini çekmiştir ve Çin Afrika’ya büyük mali yatırımlar yapmaya başlamıştır. 90lı yıllarla büyümeye başlayan dış ticaret rakamları sürekli artış göstermektedir. Çin başta Mısır, Sudan, Libya, Nijerya ve Zimbabwe olmak üzere bütün Afrika ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmiştir. Ülkelerin iç işlerine karışmaması, ‘siyasi eşitlik’ vurgusu ve sağlık ve eğitime yatırımlar yapması Çin’i Afrika’d a cazip bir partner konumuna getirmiştir. Çin-Afrika İşbirliği Forumu FOCAC ise Afrika-Çin ilişkilerinin gelişmesinde önemli bir faktör. Orta Doğuyla güçlü tarihi bağları bulunmayan Çin Orta Doğu ülkelerinin bağımsızlık çabalarına çok ciddi olmasa da destek vermiştir. 11 Orta Doğu’d a bir tehdit olarak değil aksine ABD’ye karşı bir alternatif olarak görülmektedir. Çin bölgede Afrika’d a uyguladığı politikaya benzer bir şekilde yatırımlar yaparak iyi bir imaj yaratmaya çalışıyor. Çin’in Suriye’d e çatışmaların durmasına yönelik hazırladığı dört maddelik program ve Filistin’in BM’ye gözlemci üye ülke sıfatıyla katılmasını desteklemesi bölgeyle iyi ilişkiler kurma çabasına örnekler olarak gösterilebilir. 1971 tarihinde başlayan Türk- Çin diplomatik ilişkileri son zamanlarda karşılıklı lider ziyaretleriyle ve Stratejik İşbirliği İlişkisi Kurulmasına ve Geliştirilmesine İlişkin Ortak Bildirge’nin kabul edilmesiyle hız kazanmıştır. 2000 yılından bu yana kaydedilen ilerleme sonucu Çin Türkiye’nin üçüncü


büyük ticari ortağı haline gelmiştir. Öte yandan Çin’in Uygur Özerk Bölgesi’ndeki uygulamaları Çin Türkiye ilişkilerinde önemli bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Sincan Uygur Özerk Bölgesi Çin ile Rusya arasında kalıyor ve zengin yer altı kaynaklarına sahip yani hem stratejik açıdan hem ekonomik açıdan Çin için önemli bir bölge. Çin’in bölgede özellikle son yıllarda artan sistemli şiddet ve asimilasyon politikaları sorunu uluslararası boyuta taşıdı. Bölgeyi güvenliğine tehdit olarak algılayan Çin yakın dönemde Uygurlara olan politikasını değiştirecek gibi görünmüyor. 12 Bölge ile tarihi ve kültürel bağlantıları sebebiyle Türkiye olaylara en sert tepkiyi gösteren ülke olmuştur. Başbakan Erdoğan bölgedeki uygulamaları soykırıma benzetmiş ancak Çin medyası bu tanımlamayı eleştirerek Erdoğan’ın özür dilemesini istemiştir. 13 Temelde insan hakları ve ekonomi alanında ilerleyen Çin AB ilişkilerinde ticaret taraflar arasında ilişkileri geliştiren bir alan olsa da insan hakları konusu bir problem olarak ortaya çıkıyor. Çin’in AB ile olan ilişkilerine baktığımızda ise dört temel başlık göze çarpıyor: siyasi diyaloğu güçlendirmek ve dünya barışına katkıda bulunmak, Çin’in insan haklarına saygılı ve hukukun üstünlüğüne dayanan topluma geçiş sürecini desteklemek, çevreyi korumak ve uluslararası terörizme karşı savaşmak ve sonuncu olarak Çin’in dünya ekonomik sistemine entegrasyonunu desteklemek. Almanya, İngiltere, Hollanda, Fransa ve İtalya Çin ile en fazla ticaret yapan ülkeler. Özellikle ABD’nin Irak’ı işgali sonucunda birleşen tarafların ortak problemleri enerji konusunda dışa bağımlı olmalarıdır. İnsan hakları konusuna gelindiğinde AB’nin Çin’e karşı sert

tepkileriyle karşılaşıyoruz. Doğu Türkistan’d a yaşanan olaylar, Dalai Lama destekçilerinin sık sık ortadan kaybolması ya da işkence görmeleri, Çin’in muhaliflere karşı tutumu ve idam cezası AB’nin insan hakları ihlalleri konusunda Çin’e yönelttiği sert suçlamalar arasında. 14 Çin ‘barış içinde bir arada yaşama’ ilkesi doğrultusunda şekillendirdiği dış politikasıyla dünya ekonomisinde ve siyasetinde yerini almıştır. Çin’in ikili ilişkilerinde ekonomiyi ön planda tutarak siyasi anlamda direkt rol almak yerine bu alanda biraz daha arka planda kaldığını söylemek çok da yanlış olmaz. Çevre politikaları, etnik ve dini kimlikler ve sınır sorunları Çin’in dış politikasını belirleyen temel unsurlar olarak sayılabilir. Çin’in 1978’d e başlattığı dışa açılım politikası sonucu ortaya çıkan ve sürekli artış gösteren çevre kirliliği Çin ve dünya için büyük bir tehdit olarak karşımıza çıkıyor ve yabancı ülkelerle olan ilişkilerini olumsuz yönde etkiliyor. Kendi içinde ve diğer ülkelerle yaşadığı etnik ve dini problemler ile özellikle komşularıyla yaşadığı sınır problemleri Çin’in çözmekte zorlandığı önemli noktalar. Çin, dış politikasında kesin ve ani adımlar atarak ekonomik gücüyle sağlamlaştırdığı yerini tehlikeye atmak istemiyor. Bunun yerine daha temkinli ve önemli, çoğu zaman da çıkarlarını koruma odaklı adımlar atarak uluslararası alanda varlığını pekiştirmeye çalışıyor. 2012’nin son aylarında iş başına gelen ve batılı uzmanlar tarafından batıya dönük olarak nitelendirilen yeni lider Şi Cinping ve Politbüro Daimi Bürosu’nun diğer altı üyesinin ülkenin iç ve dış politikasına nasıl bir yön vereceğini ise hepimiz bekleyip göreceğiz.

Refera n sl a r 1. NTV, 2010, Çin Artık Dünyanın İkinci Büyük Ekonomisi, 30 Temmuz, http://www.ntvmsnbc.com/id/25119145/ (Erişim Tarihi:12.12. 2012) 2. Dünya Bülteni, 2012, İşte Çin’in Yeni Lideri, 14 Kasım, http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=234944&q=%C3%A7in (Erişim Tarihi: 12.12. 2012) 3. Akşam, 2012, Çin’i Yıkabilecek Sorun: Yolsuzluk, 8 Kasım, http://www.aksam.com.tr/cini-yikabilecek-sorun-yolsuzluk--148342h.html (Erişim Tarihi:12.12. 2012) 4. BBC, 2010, Çin’d e Yolsuzluk Ciddi Sorun, 29 Aralık, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2010/12/101229_china_corruption.shtml (Erişim Tarihi:13.12. 2012) 5. Qimao Chen, “Çin’in Güvenlik Anlayışı ve Politikası”, Geleceğin Süper Gücü Çin, Editör: Atilla Sandıklı-İlhan Güllü, İstanbul: TASAM Yayınları, Mayıs 2005, s. 57 6. Ramazan Taş, Çin Dış Politikada Tedbirli ve Pragmatik Hareket Ediyor, 14.02.2012, USAK, http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=2568 (Erişim Tarihi:13.12.2012) 7. Erkin Ekrem, ABD-Çin İlişkileri Analizi: Çin Rakip mi Ortak mı?, 12.01.2010, Stratejik Düşünce Enstitüsü, http://www.sde.org.tr/tr/koseyazilari/127/abd-cin-iliskileri-analizi-cin-rakip-mi-ortak-mi.aspx (Erişim Tarihi 14 .12.2012) 8. Emine Akçadağ, ‘Yükselen Çin’in Dünden Bugüne Dış Politika Analizi’, 17.03.2010, BILGESAM, http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=605:yuekselen-guec-cinin-duenden-buguene-d-politika-analizi&catid=92:analizler-uzakdogu&Itemid=140 (Erişim Tarihi:14.12. 2012) 9. Nuraniye Hidayet Erdem, ‘Çin Japonya İlişkilerinde Hassas Sorunlar’, 14.01.2012, Uluslararası İlişkiler Portalı, http://www.uiportal.net/cin-japonyailiskilerinde-hassas-sorunlar.html (Erişim Tarihi:14.12.2012) 10. Göktürk Tüysüzoğlu, ‘Rusya Çin İlişkileri Gelişiyor’, 24.10.2011, USAK, http://www.usakgundem.com/yorum/432/rusya-%C3%A7in%C4%B0li%C5%9Fkileri-geli%C5%9Fiyor.html (Erişim Tarihi:10.12.2012) 11. Kutay Karaca, ‘Güç Olma Stratejisi Çin’ , İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2008, s.127 12. Turgut Demirtepe, ‘Çin’in Yumuşak Karnı: Doğu Türkistan Sorunu’ , 19.07.2012, USAK, http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=2225 (Erişim Tarihi:14.12.2012) 13. Fatih Şen, Uluslararası Tepkiler Açısından Sincan Uygur Sorunu, Ortadoğu Analiz, Sayı:9, Eylül 2009, s.112 14. Nuraniye Hidayet Ekrem, Ejderhayla Kucaklaşma: Çin-AB İlişkileri, 16.11.2005, TÜRKSAM, http://www.turksam.org/tr/a623.html (Erişim Tarihi:13.12.2012)

7


Türkiye geçtiğimiz Kasım ayında 1994’ ten bu yana ilk kez uluslararası kredi derecelendirme kuruluşu Fitch Ratings tarafından yatırım yapılabilir ülkeler grubuna alındı. Bu karar Türkiye’ de ekonomik alanda pozitif bir etki yarattı. Ancak bu kararın geciktiğini savunan Güler Sabancı “Fitch ve diğer kredi değerlendirme kuruluşları, Türkiye’nin notunu arttırmada geç bile kalmışlardır.” diyerek sitemde bulunmuştur. 1 Ayrıca ekonomi bakanı Zafer Çağlayan da “Kredi derecelendirme kuruluşları bugüne kadar bize hep cimri davrandı.” diyerek alınan kararın Türkiye için çok önceden alınması gerektiğini savunmuştur. 2

8

N ed en 2 0 1 2 ? Türkiye ekonomisinin son 10 yılda gösterdiği istikrarlı büyüme uluslararası arenada çokça ve övgüyle bahsedilmiştir. Bu ilerlemenin bir sonucu olarak Türkiye Dünya’ nın 16. ve Avrupa’ nın 6. büyük ekonomisi seçilmiş (Rusya hariç) ve aynı zamanda G-20 ülkelerinin de faal bir üyesi olmuştur. 3 Bu büyümenin en önemli dayanağı olarak hükümetin serbest piyasa politikaları izleyerek, rekabet gücünü arttırması ve dış ticarette liberal politikalar izleyerek, küresel ekonomide düzene uyum sağlamış olması denilebilir. Devletin üretici değil, düzenleyici olarak yer aldığı son on yılın Türkiye ekonomisi, ülke içinde birçok kişi tarafından dışarıya bağımlılığı arttırdığı gerekçesiyle desteklenmedi. Ancak ekonomik sistemin serbest piyasaya dayandığı bir düzende yabancı piyasalara kapıları açmak ve yapılacak girişimlerde risk almak bu sistemde ülke ekonomisinin başarılı olması için elzemdir. Özellikle Türkiye gibi petrol, doğal gaz gibi enerji kaynaklarını dışarıdan temin eden ülkeler için geçerlidir bu süreç. Ayrıca cari açık 2012 yılında 2011 yılına göre 23 milyar azalarak 41 milyara gerilemesi önemli bir gelişmedir. Ancak bu sonuç, 2012 yılında ekonominin yavaşlama ve dış ticaretin dengeleme sürecine girmiş olması ile açıklanabilir. 4 Zira devlet bütçesinin kredi almayarak tasarruf politikası izlediğini gösterir. Yani devlet bütçesi herhangi bir kaynaktan gelen kazanca bağlı değildir. Bunların dışında Türkiye’ de güçlü bankacılık sistemi oluşturma çalışmaları sürmektedir. Nitekim başbakan yardımcısı Babacan, bankalara yeni lisansların verileceğini ancak bu lisansların güçlü sermayesi yapısı ve çok güçlü bir itibarla mümkün olabileceğini söylemiştir. 5 Sürdürülebilir ekonomi büyümesi, kamu maliyesi ve güçlü

bankacılık oluşturma gayesiyle Fitch Türkiye’nin kredi notunu BBB- ye yükselterek yatırım yapılabilir ülke seviyesine çıkardı. Bu not sadece Ftich değil diğer büyük iki kuruluş tarafından da desteklenirse Türkiye’ye yabancı yatırımın artması bekleniyor. Kred i Değerl en d i rm e Ku ru l u şl a rı N ed i r? Küresel ekonomide üç büyük kredi değerlendirme kuruluşu vardır. Bunlardan ikisi Moody’s ve Standarts & Poors’d ur. Fitch Ratings bu üç büyüğün en küçüğü olarak 2011 yılında 732,5 milyon dolar gelir elde etmiştir. Bu kuruluşların kredi notları, bir ülkenin ya da bir şirketin anapara ve faiz yükümlülüklerini ödeme isteğini ve kabiliyetini gösterir. 6 1970’lerden bu yana uluslararası ekonomi hızla küreselleşmeye başlamış; uluslararası ve uluslarüstü, zincirleri birbirine bağlı bir dünya ekonomisi ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda dış ülkelerle çok daha fazla ekonomik ilişkilerde bulunulmaya başlanmış ve dışarıya yapılan yatırım ve dışarıdan gelen yabancı yatırım ülkeler içinde büyük bir artış göstermiştir. Tam da bu evrede kredi derecelendirme kuruluşları önemini arttırmıştır. Öyle ki yatırım yapılacak yabancı piyasalar ve ülkelerin ne kadar güvenilir olduğunu araştıran bir birim ihtiyacı ortaya çıkmıştır ve uluslararası arenada bu üç büyük derecelendirme kuruluşu araştırma görevini üstlenmiştir. Kuruluşların verdiği notlar yatırımcılar için sadece bir analiz değil, karar alma aşamasında en önemli etken olmuştur. Ayrıca finans sektöründe kredi (risk) derecelendirmesi, küresel çapta yürürlükte olan Basel-II gibi bazı kanun ve yönetmeliklerle gerekli ve zorunlu hale gelmesi bu kuruluşların artan önemini göstermektedir. 7 İlaveten kredi notları gözden geçirilirken, dört ana faktör altında değerlendirme yapılır: 8 1)Makroekonomik gelişmeler 2)Kamu maliyesi 3)Dış borçlanma 4) Yapısal Özellikler Türkiye için cari açığın düşüş göstermesi, merkez bankasının “oynak sermaye akışına karşı esnek ve çok amaçlı para politikası” olumlu bir bakış sergiliyor. Ancak dış borçlanmanın 2001’d en bu yana üç katı artarak 306 milyar dolara yükselmesi 9 ve yapısal özellikler arasında Türkiye’nin komşusu Suriye ile yaşadığı gerginlik ve ikisi


arasında çıkabilecek olası savaş olumsuz görünümlerdir. Kred i Değerl en d i rm e Ku ru l u şl a rı n a El eşti ri Standarts & Poors açıklamasında “Kredi notları ileriye dönüktür” ifadesi yer alıyor. Ancak daha birkaç yıl öncesine kadar Yunanistan ve İrlanda gibi Avrupa devletlerinin derecelendirme kuruşlarında ‘A Kalitesi’nde notlara sahip olmalarına rağmen ekonomik krize girmişlerdir. Yunanistan’ın ekonomik batağını, Avrupa büyük yardımlarına rağmen kurtaramadı. Yunanistan’ın kredi notu kriz evresinde adım adım düşürülürken, Türkiye 2006’d a ekonomik büyümesinin en parlak çağını yaşamasına rağmen ancak 2012’d e yatırım yapılabilir ülke seviyesine çıkartıldı. Sonuç olarak bu kuruluşların verdiği notların ne kadar güvenilir olduğu tartışılmaya başladı. Kurumlar hakkında bir başka eleştiri ‘Finanse Watch’ adlı (finans sistemininin kamu yararına işlemesi için oluşturulan ) sivil toplum kuruluşundan geldi. Kuruluşun genel sekreteri Thierry Philipponat, kredi değerlendirme kuruluşlarının spekülatif birer lobi niteliği ile yatırım dünyası üzerinde diktatörlük oluşturduklarını söylüyor. 10 Bu argüman 2008’d e dünyayı sarsan ABD ekonomik krizi ile desteklenebilir. Zira, mortgage sisteminde bireylere verilen kredilerin bankalara geri dönmemesi ve oluşan borç krizinin bir balon gibi patlaması ABD’d e bir çok bankanın ve şirketin batmasına sebep olmuştu ve bu kredilerin verilebilir, yani güvenilebilir olduğuna karar veren kredi derecelendirme kuruluşları idi. Örneğin, 2008 Kriz dönemimde Lehman and Brothers iflas etmeden bir gün önce, S&P risksiz yatırım yapılabilir notunu vermişti. Philipponat, bu diktatörlüğün yatırımcıların değerlendirme kuruluşlarının görüşünü takibe alarak sonlandırabileceğini söylüyor. Bu değerlendirmelerin mahkeme kararı değil, analiz olarak görülmesi gerektiğini savunuyor. Ayrıca Avrupa içerisinde bir Avrupa değerlendirme endeksi oluşturulmasını bir alternatif olarak öneriyor. 10 Başka bir eleştiri ise bu kuruluşların objektif ve bağımsız görüşlere sahip olmaması. Bu argümanın temelinde bu kuruluşların para kaynağının piyasaların güvenilirliğini bilmek isteyen yatırımcılar tarafından değil, kendine not

verdirip kredi almak isteyen egemenler ve şirketler tarafından sağlanması vardır. Bu durumda oluşan çıkar çelişkisi alınan kararların nesnelliğini şüphe altında bırakmaktadır. Son olarak İtalya’d a bir savcı Fitch Ratings ve S&P kuruluşları çalışanlarına piyasada manipülasyon gerekçesiyle dava açtı. Taraflı ve saptırıcı bilgi kullanılarak, her iki kuruluştan da İtalyan bonolarının değerininin düşürüldüğü kaydedildi. 11 Bir de madalyonun diğer yüzü var. Devletlerin kredi notlarının yükseltilerek yatırım yapılabilir seviyeye getirilmesi, aslında yatırım yapacak birimlerin kendi egemen ülke ekonomilerinin yatırımcılara karşı daha tutumlu bir tavır segilediğini ve onları yatırım yaparken bazı standartları yerine getirmekle yükümlü tuttuğunu gösterir. Bu yüzdendir ki gelişmiş ülkeler şirketlerini daha az gelişmiş ülkelerde açarak hem bu standartlardan kurtulurlar hem de ucuz iş gücüne kavuşurlar. Yani yatırım yapılan egemenin piyasası ucuzdur. Nokia’nın Almanya ‘daki şirketini Romanya’ya taşıması, Amerikan tekstil şirketlerinin Çin’d e üretim yapması bu tutuma örneklerdir. Türkiye için kredi notunun yükseltilmesi her ne kadar hariciye ekonomi hacmini genişleteceği düşünülse de, bu durum Türkiye’nin dışa bağımlılığını arttıracak ve olası dış ekonomik şoklarda Türkiye’nin de etkilenmesine sebep olacaktır. Türkiye’d e yatırımı olan bir egemen, yatırımını ülkeden çektiğinde bu yatırımdan sağlanan kamusal gelir, istihdam ve üretim de son bulacaktır. Ayrıca kredi notu yükseltilen ülkeler hakkında yapılan bir araştırmaya göre düşen faizlerle birlikte yurtiçi kredi alımı yükseliyor ve borçlanma artıyor. Buna ilaveten döviz kurları düşeceği için (kredi notu yükseltilmesinin bir etkisi) ithalat maliyeti düşse de borçlanma seviyesi aynı kalıyor. Olası yabancı yatırım değişikliğinde cari işlemlerin dengesi bozuluyor ve dış borç artıyor. Sonuç olarak Fitch Ratings’d en gelen bu değerlendirme ülkede kimi kesimler tarafından desteklense de, bu değerlendirmenin doğurabileceği sonuçlar iyi okunmalıdır.

Referanslar 1. http://piyasanet.hurriyet.com.tr/haberler/Guler-Sabanc-Fitch-ve-diger-derecelendirme-kuruluslar,Turkiyeninnotunuartrmadagecbilekalmslardr/?storyId=131036&goToHomePageParam=true&siteLanguagen 2. http://ekonomi.milliyet.com.tr/piyasa-notu-satin-aldi-fitch-kendi-dusunsun/ekonomi/ekonomidetay/19.10.2012/1614032/default.htm 3. http://www.mfa.gov.tr/turk-ekonomisindeki-son-gelismeler.tr.mfa 4. http://www.cnbce.com/haberler/turkiye/cari-acik--beklentilere-paralel-geriledi 5. http://www.goldpara.com/icerik.asp?konuid=31736&s=piyasalarda_fed_ve_japonya_etkisi 6. Group, Fitch. "2011 Fiscal" (in English). FIMALAC. Retrieved 26 March 2012. 7. http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=2183:uluslararas-kredi-derecelendirme-kurulular-eletirelbir-bak&catid=116:analizler-ekonomi&Itemid=145 8. http://www.thelira.com/haber/110780/daralma-durgunluga-neden-olmayacak 9. http://evds.tcmb.gov.tr/cgi-bin/famecgi tcmb.gov.tr 10. http://tr.euronews.com/2012/03/09/avrupa-degerlendirme-kuruluslarina-sinir-koymali/ 11. http://tr.euronews.com/2012/11/15/italya-da-fitch-ve-standart-poor-s-a-manipulasyon-davasi/

9


10

Orta Doğu’nun ilk yerleşim bölgelerinden olan Filistin coğrafyası uzun ve sancılı bir sürece sahip. Haçlı Seferleri, Dünya Savaşları, 6 Gün Savaşları gibi savaşlara tanık veya neden olan bir cografya düşünün... Bu tarihi süreç içerisinde hem Yahudiler hem de Müslümanlar için kutsal sayılan ve bu coğrafyanın içinde yer alan Kudüs güç savaşlarına şahit olmuştur. Temel sebepler sadece din olmamakla beraber aslında insanlığı ve dünya barışını tehdit etmektedir. Bu coğrafyada en basit toplumsal ihtiyaçlar dahi (barınma, güvenlik, gıda) sağlanmamakla beraber 100 yıldan beri çözümlenemeyen bir sorun haline geldi. Aslında Filistin tarihini bilmeden bu sorunu anlayamayız. Tü rki ye-Fi l i sti n S ü reci Filistin 500 yıldan beri aşina olduğumuz bir devlet. 1516 Aralık’ı sonunda Yavuz Sultan Selim Han, kendine özgü Yıldırım savaşları ile Filistin’i Osmanlı mülküne kattı. 1 Bu süreç 400 yıl boyunca sessiz ve barışcıl bir sekilde sürdü. 1. Dünya Savaşı ile bozulan bu süreç bir daha eski haline dönmeyecek şekilde bozuldu. Bu savaşta, herkesin bildiği üzere Arabistanlı Lawrence ile İngiliz Devleti’nin yanında yer alan Arap devletlerinde Mekke Emiri Şerif Hüseyin önderliğinde çıkan isyan sonucu Osmanlı’nın hakimiyeti son buldu. 17 Kasım 1917’d e İngiliz birliklerinin kumandanı Sir Edmund Henry Hynamann Allenby, o gün üç semavi dinin de kutsal şehri olan Kudüs’ü işgal etti. 2 2 Kasım 1917’d e dönemin Dışişleri Bakanı Lord Arthur Balfour tarafından net bir şekilde İngiltere’nin bir Yahudi devleti kurulmasını desteklediğini belirtiliyordu. 3 Ası l S oru n l a rı n Ba şl a ngı cı O sm a n l ı S on ra sı Dön em Bu hakimiyet sonrasında Şerif Hüseyin İngiliz ve Fransız mandasını kabul etmedi. Bu noktada İngiliz ve Fransız Devletleri buna onay vermeyerek aslında zaten domino taşı gibi duran Orta Doğu coğrafyasının kilit taşını çektiler. Bundan sonra vadedilen yönetimi ve ekonomik çıkarları alamayan Orta Doğu sürekli sömürülmeye başlandı.

Filistin coğrafyasında bulunan Yahudiler (o zamana kadar kurulu bir İsrail Devleti olmadığı için, Yahudi tanımı kullanılmıştır.) genel olarak bölge halkı ile dost ve uyumlu bir şekilde yaşamayı sürdürmüştür. 2. Dünya Savaşı’ndan ve Nazilerin zulmünden kaçan Yahudiler kutsal toprak kabul ettikleri Filistin’e ve Kudüs’e dönmeye başladılar. Her ne kadar Almanya’d aki Nazi zulmü bitmiş olsa da işlerini, mallarını hatta canları kaybeden Yahudiler hızlı bir şekilde Filistin’e gelmeye devam etti. Bu yoğunluk 1949 yılında o kadar arttı ki artık Filistin’d e Yahudiler azınlık olmaktan çıkan bir dönüm noktasına ulaştı. 1947 yılında BM’d e ilk defa bir Yahudi Devleti gündeme geldi. Bu aslında çok önemli bir gelişmeydi, çünkü meşruiyetini bir ölçüde sağlamış olan Yahudi Devleti, bir yıl sonra 15 Mayıs 1948’d e İsrail adı altında kuruldu. Sağcı Zionist örgütler İsrail’in meşruiyetini sağlamak için 22 Temmuz 1946’d a çok kanlı olan 91 kişinin ölümü ile şonuçlanan King David Otelini bombaladı. Bu arada İngiliz mandası altında kurulan bu devlet aslında İngiliz devletinin de sempatisini kaybetmeye başlamıştı. 1948, 1967 ve 1982 yıllarında İsrail’d e ciddi savaşlar yaşadı, ve İsrail topraklarını her savaşta genişletti. 1967’d eki Mısır-İsrail Savaşı 6 günde bitti. İsrail artık topraklarında üstünlüğü perçinlemişti. 1982’d e İsrail Lübnan’a savaş açtı, ve Filistin Kurtuluş Örgütü ciddi yaralar aldı. Peki bu ta ri h bi ze n eyi gösteri yor? Türkiye halkı olarak tarihe bakmadan duygusal yaklaşımlarla hareket ediyoruz. Filistin her ne kadar zulüm görüyor olsada, her ne kadar sivillere yapılan şiddet ve zulüm olsa da, gerçekçi yaklaşımlar altında analiz edilmelidir ki; Filistin 100 yıl önce yaptıklarından dolayı bu durumdadır. Filistin’in o zamanki süper güçlerden yani İngiltere ve Fransa’d an medet umması sonucu geldiği nokta ve Osmanlı ihanetinin bedelini bugün torunları ödemekte. İlber


Ortaylı’nın dediği gibi; “Zamanında Osmanlı’ya baş kaldırıp ihanet eden Filistin, bugün bu ihanetini canıyla ve malıyla ödemektedir. Koskoca imparatorluk o dönem başta olan yöneticilerin basiretsizliği yüzünden sürekli küçülmüştür. Sosyal bilimlerde kaçınılmaz diye birşey yokken, Lübnan’ın ayrılması dönemin yöneticileri tarafından kaçınılmaz diye değerlendirilmiştir. Bugün maalesef Osmanlı İmparatorluğu’nun varisi olan Türkiye’nin diplomatları, üzerlerine yüklenen tarihi misyonu bilmiyorlar. Eğer Türk aydınları dünya tarihini bilmezse ülkeyi bir yere götüremez.” 4 Kalıcı bir barışın gelmesi ve daha net bir konumda bulunmak adına bu tarihi gerçekler doğrultusunda izlenmesi gereken yol daha ılımlı olmalıdır. Barış ancak bu sayede gelebilir; iki tarafında talepleri net bir şekilde ortaya konularak, ortak görüşmeler sonucu bir çözüme gidilebilir. Nazi zulmünden kaçanlar Filistinlilerin Nazisi olmamalı. Filistinliler ise çıkarları için kime sadık olmalarını bildikleri taktirde ancak kalıcı bir barışa ulaşabilirler.

11

Referanslar: 1. Ortaylı, İ. (2007). D:seyahatnamesi. (2. ed., p. 43). Aşina yayınları. 2. Bardakcı, M. (2012, 10 23). G:1997. Alıntı http://www.haberturk.com/yazarlar/murat_bardakci/796708-gazze-1917 (Erişim tarihi:10 Aralık2012) 3. Filistin tarihi, (tarih yok), http://filistin.ihh.org.tr/filistinin/tarihi.html, (Erişim tarihi:10 Aralık2012) 4. Filistinliler ihanetin bedelini ödüyor (2004,5 5), http://ilberortayli.com/haber.php?haber_id=13, (Erişim tarihi:10 Aralık2012)


12

Enerji stratejik özeliği olan bir olgudur ve uluslararası siyaset, çelişki ve çatışmalarda stratejik bir boyuta sahiptir. Ülkelerin toplumsal gelişimlerinin önemli unsurlarının başında enerji tüketimi gelmektedir. Enerji, günlük yaşamımızın ve üretimimizin en önemli parçasıdır. Bu nedenle hükümetler ülkenin enerji sektörünün yönetimini üstlenirler; bunun yanında toplumun ve ekonominin gereksinim duyduğu enerjiyi yeterli, kaliteli, sürekli, düşük maliyetli ve çevre ile uyumlu bir şekilde sunmakla da yükümlüdürler. En ucuz ve temiz enerjinin temini konusunda çalışmalar yapılmakta ve kesintisiz enerjinin sağlanması için ticari, politik, ve hatta askeri çabalar gösterilmektedir. Türkiye’d e ise enerji konusu ve politikaları incelendiğinde genelde enerjinin tedariği öncelikli olarak gündeme gelmektedir. “Fakat sürdürülebilir enerji konusunda uzun soluklu bir politika oluşturulmamıştır”. 1 Hızla artan enerji talebi neticesinde Türkiye’nin başta petrol ve doğalgaz olmak üzere enerji ithalatına bağımlılığı artmaktadır, ve dünyada artacak olan petrol talebinin gelecekte karşılanmasının güçlükleri nedeniyle ucuz petrol ve doğalgaz olanakları dünya siyasetinde gerilerde kalmaktadır. “Son on yıl içerisinde dünyada doğalgaz ve elektrik taleplerinin Çin’d en sonra en fazla arttığı ikinci ülke konumunda bulunan Türkiye’nin önumüzdeki dönemler de ekonomik ve sosyal gelişme hedefleri ile tutarlı olarak enerji talebi artış bakımından dünyanın en dinamik enerji ekonomilerinden biri olmaya devam etmesi beklenmektedir.” 2 Türkiye’nin halihazırda toplam enerji talebinin yaklaşık %26’sı yerli kaynaklardan karşılanmaktayken, kalan bölüm çeşitlilik arz eden ithal kaynaklardan karşılanmaktadır. Azerba yca n Türkiye’nin çok boyutlu enerji stratejilerinden biri kaynak ülke, güzergah çeşitliliği ve güvenli bir transit ülke olmak isteğidir. Bu yönde yapılan en büyük adım ise Hazar Havzası ve Azerbaycan’ın doğalgaz ve petrol kaynaklarının Türkiye üzerinden Avrupa’ya güvenli ve kesintisiz bir şekilde ulaştırmayı hedeflemektedir. Türkiye’nin yer aldığı önemli petrol ve doğalgaz boru hatları projeleri bu bağlamda esas role sahiptir. Azerbaycan’la enerji alanında yapılan en önemli projelerden biri “Bakü – Tiflis – Ceyhan (BTC) petrol

boru hattı ve Bakü – Tiflis – Erzurum (BTE) doğalgaz hattıdır.” 3 Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun en önemli bileşenini oluşturan “Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı Projesi” (BTC), Azeri-Çırak-Güneşli (AÇG) sahasından başlayarak, Azerbaycan ve Gürcistan üzerinden, çevresel açıdan hassas Karadeniz ve Türk Boğazlarını by-pass ederek, Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki Ceyhan terminaline ulaşmaktadır. BTC, 1 milyon varil/gün kapasiteye sahip olup, 1.760 km ile dünyanın en uzun ikinci boru hattıdır. BTC boru hattından ilk petrol 4 Haziran 2006 tarihinde, Ceyhan’d a tankere yüklenmiştir. “12 Ekim 2012 tarihi itibariyle sözkonusu hat üzerinden yapılan petrol ihracatı 1.5 milyar varili aşmıştır. BTC boru hattında yer alan üçüncü ülke olarak Türkiye, petrol geçişinden yılda yaklaşık 250 milyon dolar gelir elde edecektir.” 4 BTC, enerji kaynakları açısından büyük oranda dışa bağımlılık yaşayan Türkiye’nin bu handikaptan kurtulması için de fırsat olmuştur. Türkiye üzerinden geçirilerek Batı pazarlarına ulaştırılması ve bu aktarımdan pay alması, Türkiye’nin hem enerji maliyetini büyük oranda düşürecek, hem de önemli bir gelir kaynağı olacaktır. Bu proje aynı zamanda hem Türkiye-Azerbaycan dış ticaret hacminin gelişmesine katkı sağlayacak ve Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı ile petrolün dünya piyasalarına ihracının Türkiye üzerinden gerçekleştirilmesi, şüphesiz Türkiye'nin kıtalar arası jeopolitik önemini de arttıracaktır. “Doğu-Batı Enerji Koridoru”nun ikinci bileşeni olan ”Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) Doğal Gaz Boru Hattı”, 3 Temmuz 2007 itibariyle faaliyete geçmiştir. Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a ait kesiminde yer alan Şahdeniz sahasının geliştirilen bölümünden (Faz I) çıkarılan doğalgazı Türkiye bu hat üzerinden tedarik etmektedir. Faz I’e yönelik olarak Azerbaycan ile yılda 6.6 milyar m3 doğalgaz alımını öngören bir anlaşması mevcuttur. Şahdeniz Faz II bağlamında ise, 7 Haziran 2010 tarihinde İstanbul’d a imzalanan belgelerle gerek Faz II’d en ülke piyasasına yönlendirilecek, gerek Türkiye üzerinden Avrupa’ya ihraç edilecek Azeri doğalgaz miktarlarına, gerekse fiyat ve transit tarifeye ilişkin olarak taraflar arasında ortak bir anlayış sağlanmıştır.” 5 Hazar Geçişli Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’nin gerçekleştirilmesi büyük önem taşımaktadır. Sözkonusu proje Doğu-Batı Enerji Koridorunun üçüncü ve olmazsa olmaz ayağını


oluşturmaktadır. Proje Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacının karşılanmasında önemli bir rol oynamakla kalmayacak, ayrıca Avrupa’nın enerji arz güvenliğine de büyük katkıda bulunacaktır. Bundan başka, Türkiye ve Azerbaycan, bugüne kadar başarı ile yürüttükleri projeleri arasına bir yenisini daha ekleyerek dünya enerji piyasalarında ses getirecek dev bir proje olan “Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı (TANAP) mutabakat zaptını 26 Aralık 2011’d e imzaladı. Avrupa’nın ve Türkiye’nin doğalgaz ihtiyacını karşılamayı bunun yanı sıra bölgede gaz çeşitliliğinin sağlanmasını hedefleyen bu proje 7 milyar dolar yatırımla hayata geçecek. Projenin ilk etabı 2018 yılında tamamlanacak.” 6 Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı, gazın Azerbaycan'dan çıkarak, Gürcistan'dan geçip Türkiye üzerinden satılmasını ve iletilmesini öngörüyor. “Şah Deniz 2 Konsorsiyumu'nun 16 milyar metreküplük gazının, 6 milyar metreküplük kısmı Türkiye'ye satılacak, 10 milyar metreküplük kısmı da TANAP ile Avrupa'ya Bulgaristan ve/veya Yunanistan sınırında teslim edilecek”. İki ülke açısından çok büyük stratejik öneme sahip olan TANAP, Türkiye ve Avrupa için uygun fiyat ve tanımlanmış doğalgaz kapasitesiyle arz güvenliğini desteklerken, Azerbaycan'ın sahip olduğu doğalgaz kaynaklarının yeni pazarlara ulaştırılması gibi büyük kazanımları da beraberinde getiriyor. Ru sya Türkiyenin enerji alanındaki en iyi işbirliği yaptığı ülkelerden biri de Rusya’d ır, ve iki ülke arasındaki ticaret hacminin bu kadar yüksek olmasının nedenleri arasında Rus enerji kaynaklarının büyük payı vardır. İki ülke arasında en büyük alış-veriş konusu petrol ve doğalgazdır . “Rusya’d an doğalgaz ithal eden ülkeler arasında üçüncü sırada bulunan Türkiye’nin Rus doğalgazına olan bağımlılığı %60 civarındadır.” 7 Rusya Türkiye’nin petrol ve özellikle doğalgaz ihtiyacının büyük bölümünü güvenilir bir biçimde karşılamaktadır. Ancak, Türkiye’nin enerji alanında Rusya’ya bağımlılığı giderek artmaktadır. Avrupa'nın en hızlı büyüyen doğalgaz pazarı olan “Türkiye'nin 1984'de SSCB ile yaptığı ilk doğalgaz anlaşmasından sonra Türkiye'nin diğer enerji kaynaklarına göre bir çok yönden üstün olan doğalgazla tanışması ve bu enerji kaynağını benimsemesi Türkiye'nin doğalgaza olan talebini hızla artırmaya başlamıştır”. Doğal gaza olan talebin hızla artması üzerine o dönemde tek kaynak olan Rusya ile 1996'da ikinci doğalgaz anlaşması imzalanmıştır; 8 milyar m³/yıl gaz alımını öngören antlaşmanın 23 yıl yürürlükte kalması planlanmıştır. Bu anlaşmanın Turusgaz ile “18 Şubat 1998'de yapılan anlaşmayla paralel yürütülmesi öngörülmüştür”. 8 Türkiye ile Rusya enerji alanında

bugüne kadar özellikle Orta Asya’d aki enerji kaynaklarının uluslararası pazara ulaştırılması konusunda farklı projeler ileri sürmüşlerdir. Bu projelerden en önemlisi ise Mavi Akım Doğalgaz Boru hattı projesidir. Mavi Akım Projesi, Rusya Federasyonu ile yapılan üçüncü doğal gaz alım anlaşmasıdır. Türkiye ve Rusya arasında 15 Aralık 1997 tarihinde imzalanan "Rus doğalgazının Karadeniz altından Türkiye Cumhuriyeti'ne sevkiyatına ilişkin anlaşma çerçevesinde Mavi Akım Doğalgaz Boru Hattı Projesi" gündeme gelmiştir. Botaş ve Gazeksport arasında imzalanan 25 yıl süreli anlaşmaya göre, Rusya Federasyonu topraklarından başlayıp Karadeniz'den geçecek bir boru hattı ile Türkiye'ye yılda 16 milyar m³ doğal gaz taşınması kararlaştırılmıştır. Projenin yaşanan gecikmelere rağmen başlangıçta doğalgaz verme miktarı 2 milyar m³ olarak belirlenmiştir. “25 yıllık anlaşma süresince Rusya'dan toplam 365 milyar m3 doğalgaz alınması planlanmıştır.” 9 Hattın resmi açılış töreni ise Türk-Rus-İtalyan Başbakanların katılımlarıyla “17 Kasım 2005 tarihinde Samsun’d a gerçekleştirilmiştir.” Mavi Akım’ın hayata geçmesiyle Türkiye, Rusya’nın enerji alanındaki en büyük ortaklarından biri hâline gelmiştir, fakat Mavi Akım projesi Türkiye’nin yararına mıdır? Mavi Akım ile Rusya’d an gelecek gazın fiyatı gizlilik nedeniyle açıklanmamıştır, fakat bu projeyi karadan gelecek Azerbaycan gazı ya da Irak ve Türkmen doğalgazı ile kıyaslandığında daha pahalı olacagı mesajını vermektedir. Ayrıca bu proje sayesinde Türkiye’nin doğalgazda Rusya’ya bağımlı durumu daha da artacaktır ve doğalgazda bir çok ülke ile kıyaslandıgnda daha fazla tüketim olan Türkiye için bu durum tehlikelidir. İ ra n Türkiye’nin enerjiye olan ihtiyacı ve İran’ın dünyanın en büyük doğalgaz ve petrol rezervlerine sahip olması karşılıklı iş birliği durumuna zemin hazırlamıştır. Özellikle son yıllarda İran-Türkiye ilişkilerinin yapı taşı niteliğindeki konularından birini hiç şüphesiz enerji alanındaki işbirliği oluşturmaktadır. Türkiye’nin Avrupa’ya açılan kapı olması ve coğrafi konumunun önemi, ABD’nin tecrit politikalarıyla karşı karşıya olan İran’ın dış dünya ile bağlantılarını sürdürmesinin zarureti düşünüldüğünde Türkiye’nin İran için önemini anlamak zor değildir. NATO üyesi ve ABD müttefiki olan Türkiye bu hususta alacağı kararlarda zor durumda bırakmaktadır. İki tarafı da karşısına almak istemeyen, aynı zamanda kendi ulusal çıkarlarını korumak isteyen Türkiye’yi hassas diplomatik manevralar yapmaya yöneltmiştir. Türkiye ve İran arasındaki doğalgaz ticaretinin başlangıç noktası “1995 yılında iki ülke arasında imzalanan doğalgaz satış anlaşması ile başlamıştır.” Bununla

13


14

beraber iki ülke arasında bir boru hattı inşa edilmesine karar verilmiştir. Bu anlaşma 8 Ağustos 1996 tarihinde “NIGC – İran ile Doğalgaz Alım ve Satım Antlaşması” olarak imzalanmış ve bu antlaşma ile beraber İran, Türkiye’ye yıllık 3 milyar metreküp doğalgaz temin etmeyi ve bu rakamı 2007 yılında 10 milyar metreküpe çıkarmayı taahhüt etmiştir. Antlaşmanın süresi yirmi beş yıl, başlama tarihi ise 2001 yılı olarak belirlenmiştir. Bu antlaşma çerçevesinde inşa edilecek olan boru hattına ilişkin ise her ülke kendi topraklarındaki bölümün inşaatının yükümlülüğünü üstlenmiştir. Bahsi geçen antlaşma çerçevesinde doğalgaz teslimatları Aralık 2001 tarihinde başlamış ve günümüze kadar artarak devam etmiştir.” 10 Bu proje sayesinde Türkiye İran’ın en büyük doğalgaz müşterisi olmuştur, ve bugün gaz ihtiyacının %20’sini İran’d an 11 karşılamaya başlamıştır. Yukarıda da bahsedildiği üzere Türkiye’nin enerji politikasındaki önceliği; enerji kaynaklarının çeşitlendirilmesidir. Bu nedenle Rusya doğalgazına ilave olarak İran doğalgazının satın alınması Türkiye’nin bu doğrultudaki amacına hizmet etmektedir. Zira mevcut durumda Rusya’d an sonra İran, Türkiye’nin ikinci önemli doğalgaz tedarikçisi konumundadır. Türkiye’nin İran doğalgazını tercih etmesinin ardındaki önemli nedenlerinden biri ise enerji arzının güvenliğinin sağlanması hedefinin gerçekleştirilmesidir. Artan nüfusu ve artan enerji ihtiyacı göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’nin enerji güvenliğini sağlaması adına stratejik ortaklıklar ve işbirliği alanları yaratmasının zarureti de net bir

şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede, İran sahip olduğu zengin enerji rezervleriyle gelecekteki talebin karşılanabileceği uygun bir pazar konumundadır. İki ülke arasında 13 Temmuz 2007’d e doğalgaz mutabakatı imzalanmış ve bir yıl içerisinde anlaşmanın imzalanması planlaştırılsa da çeşitli nedenlerden dolayı anlaşma sağlanamamıştır. İkinci bir mutabakat anlaşması ise 7 Kasım 2008 tarihinde imzalanmış ve bu anlaşma hayata geçmesi durumunda 35 m 3 İran gazının Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınması planlanmaktadır. Fakat antlaşmanın imzalanmasına karar vermeden önce Türkiye-ABD ilişkilerin olumsuz etkileyeceği göz önünde bulundurulmalıdır, çünkü antlaşma İran’a yönelik ABD’nin uygulamakta olduğu yaptırımların daha da etkisiz hale gelmesine ve İran’ı izole etme projesinin başarısız olmasına neden olacaktır. Değerl en d i rm e Sonuç olarak Türkiye, enerjide dışa bağımlılığını azaltmalı, yerel kaynakların kullanımını yükseltmeli ve alternatif enerji bulma yolunda çalışmalarını sürdürmelidir. Bu ülkeler arasında yapılan antlaşmaların hepsi Türkiye’nin enerji politikası için çok büyük önem arz ediyor, fakat Türkiye’nin enerjiye özellikle doğalgaza gereksinimi artacaktır. Bu sebeple Rusya dışındaki alternatifler Azerbaycan ve İran alternatifi de güçlü bir şekilde desteklenmelidir. Türkiye’nin siyasî ve ekonomik gücünü artırabilmesi için enerjide dışa bağımlılığını azaltması gerekiyor.

Refera n sl a r 1. Emin Korkmaz, “Türkiyenin enerji politikaları” (2009) http://www.toprakisveren.org.tr/2009-83-eminkoramaz.pdf (erişim tarihi Aralık 8) 2. a.g.e sf:1-2 3. Türkiye Dışişleri Bakanlıgı “Türkiyenin Enerji Stratejisi” http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-enerji-stratejisi.tr.mfa (erişim tarihi Aralık 8) 4. Türkiye Dışişleri Bakanlıgı “Türkiyenin Enerji Stratejisi” (Ocak 2008) http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/Turkiyenin_Enerji_Stratejisi_Ocak2008.pdf (eişim tarhiki Aralık 9) 5. Erdal Akpinar, Baku Tiflis Ceyhan Ham Petrol Hatti ve Turkiye Jeopolitigine Etkileri” (2005) http://www.academia.edu/1160550/Baku-Tiflis-Ceyhan_BTC_Ham_Petrol_Boru_Hatti_ve_Turkiye_Jeopolitigine_Etkileri (erişim tarihi aralık 9) 6. Socar “Baku Tiflis Ceyhan” (no date) http://new.socar.az/socar/en/activities/transportation/baku-tbilisi-ceyhan-btc-main-export-oilpipeline ( erişim tarihi aralık 9) 7. No date http://www.tanap.com/ (erişim tarihi 10 Aralık) 8. Doç. Dr. İlyas Kemaloğlu “Vladimir Putin’in Türkiye Ziyareti Arifesinde Türk-Rus Münasebetleri” (3 ekim 2012) http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=3943 (erişim tarihi 10 Aralık) 9. Sinan OĞAN “MAVİ AKIM PROJESİ: Bir Enerji Stratejisi ve Stratejisizliği Örneği” (2003 Agustos) http://www.stradigma.com/turkce/agustos2003/print_04.html (erişim tarihi 10 Aralık) 10. Türkiye Dışişleri Bakanlıgı “Türkiyenin enerji Stratejisi” (ocak 2008) http://www.mfa.gov.tr/data/DISPOLITIKA/Turkiyenin_Enerji_Stratejisi_Ocak2008.pdf (erişim tarihi aralık 9) 11. Arzu Celalifer Ekinci “Iran Turkiye Enerji Isbirligi” (Kasim 2008) http://www.usak.org.tr/dosyalar/enerjii%C5%9F.pdf ( erişim tarihi aralık 9)


Kapalı kapılar ardında en çok tartışılan konulardan olan eşcinsellik insanda tanımlanan üç yönelimden (homoseksüellik, biseksüellik ve heteroseksüellik) biridir. Her şeyden önce bir hastalık değil yönelim farklılığıdır. Eşcinselliğin hastalık olduğu yaklaşımı 40 yıl önce terk edilmiş ve psikiyatrik hastalık tanı listelerinden çıkarılmıştır. Uluslararası ve ulusal hekim örgütlerince eşcinsellik heteroseksüellik gibi sağlıklı bir durum olarak kabul edilmektedir1 . Dünya Sağlık Örgütü eşcinselliği hastalık kategorisinden çıkaralı uzun zaman geçmemiştir ve bu düşüncenin etkileri sosyolojik olarak günümüzde halen sürmektedir. Günümüzde eşcinsel yönelim sosyal ve biyolojik açıdan sınıflandırılabilir. Fakat biyolojik ve sosyal belirleyicileri ne olursa olsun yönelim tedavi edilerek ve zorlayıcı yöntemler kullanılarak değiştirilebilecek bir durum değildir. Toplumda oluşan olumsuz düşünce ve yargılar sonucu farklı cinsel yönelimi bulunan bireylere karşı dışlama ve ötekileştirme davranışı nefret söylemlerine dönüşmüştür. Gelişmekte olan ve az gelişmiş birçok ülkede eşcinsellik gayri ahlaki kabul edilmekte, eşcinseller ağır sosyal ve hukuki baskılara maruz kalmaktadırlar. Bu açıdan eşcinsellerin yaşadığı ayrımcılıkla mücadele, insan haklarının gelişimi açısından ayrı bir öneme sahiptir2 . Her birey gibi eşcinseller de en doğal haklarından olan barınma, beslenme, evlenme ve çocuk sahibi olma haklarına sahiptirler. Dünyada hızla değişen güçler dengesi ve gelişmelerle birlikte bu yaşamı devam ettirebilme hakları siyasi arenada hem araç hem de amaç haline gelmiştir. Günümüz toplumlarında evlilik ve aile enstitüleri sosyal ve kültürel değişimler göstermeye başlamıştır. Evlilik yalnızca bir kadın ve bir erkeğin oluşturduğu kutsal birliktelik şeklinde anlaşılmasının dışında aynı cinsiyet sahibi iki bireyin birlikteliğinde de gözlemlenen bir oluşum halini almıştır. Eşcinsel evlilik, eşcinsel iki bireyden oluşan bir ailedir. Bu birlikteliğin yalnızca sosyal değil resmi açıdan da onaylanması gerekmektedir. Bu tür birliktelikler için gay, lezbiyen, homoseksüel evliliğin yanı sıra eşdeğer

evlilik terimi de kullanılmaktadır. Bir kadın ve bir erkeğin oluşturduğu evlilik tanrısal temelli bir kabul edilebilirlikten söz eder. Evliliğin kutsal sayılmasının en önemli nedeni de dini gereklilikleri yerine getirebilmektir. Papa 16. Benediktus’a göre eşcinsellik yağmur ormanlarının yok olması kadar büyük bir tehdit oluşturmaktadır3. Başka bir açıklamasında da ‘’kimin kadın olduğuna karar veren insanlar değil; tanrı’d ır’’ söyleminde bulunmuştur4. Eşcinsel ve eşdeğer evlilik tek tanrılı dinler ve bu dinlerin liderleri tarafından kabul edilmemektedir. Eşcinsel evlilik ilk olarak 2001 yılında Hollanda tarafından tanınmıştır. O tarihten itibaren birçok ülkede de yasal düzenlemelere gidilmiştir. Belçika, İsveç, Norveç, Portekiz, İzlanda ve Danimarka’d a eşcinsel evlilik yasal olarak tanınmıştır. Bunun yanı sıra Fransa, Almanya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve İngiltere resmi evlilik biçiminde olmasa da eşcinsel çiftlerin beraberliğine değişik formlar da tanımış ve bu çiftlere evli çiftlerle eşit haklar vermiştir. Bu ülkelere daha yakından bakmak gerekirse; Am eri ka Bi rl eşi k Devl etl eri ABD’d e eşcinsel evlilik federal düzeyde henüz tanınmamaktadır. Bu konudaki karar her eyaletin kendi yönetimine bırakılmış durumdadır. 2004’d e çıkan yasayla birlikte Massachusetts eşcinsel evliliği kabul eden ilk eyalet olmuştur. Connecticuit, Vermant ve New Hampshire’d e de yasallaştırılmıştır. Sağlık Bakanlığı verilerine göre Kasım 2008- Ekim 2009 arasında 17 binden fazla çift Connecticuit’ de resmi

15


olarak evlenmiştir. Bunun yanı sıra Washington D.C’ de de 2009 yılında eşcinsel evlilik yasal hale getirilmiştir. New York ve Kaliforniya eyalet yasaları diğer ülkelerin yetki alanlarında yapılan evlilikleri tanımaktadır. Son seçimlerde eyaletler eşcinsel evliliklerin yasallaştırılması konusunda eyaletlerde halkoyuna gidilmiştir. Obama eşcinsel evliliklere destek veren ilk başkandır. Bu gelişmelerden kısa süre önce de Amerikan ordusunda ‘sorma, söyleme’ düzenlemesi başlatılmış ve eşcinsellerin orduda cinsel kimliklerini gizlemeden görev alması sağlanmıştır. Ülke genelinde ise eşcinsel hakların federal düzeye ulaştırılması ve eşcinsel bireylere yapılan ayrımcılığın ortadan kaldırılması için çalışmalar devam etmektedir.

16

İ ngi l tere Eşcinsel evliliğin yasal olarak kabul edilmediği İngiltere’d e eşcinsel çiftler sivil partnerlikle hayatlarını birleştirebiliyor. 2005’d en beri hayatlarını bu yolla birleştiren kişiler evli çiftlerle aynı yasal haklara sahip olsalar da evli olarak adlandırılmıyorlar. Eski Avrupa’d an Sorumlu Dışişleri Bakanı yardımcısı, İşçi Partili Chris Bryant sivil partnerlik yoluyla Jared Cronney ile hayatını birleştirmişti. Bugün ise halen eşcinsel evlilik yasa tasarıları hükümet ile Angalikan kilisesini karşı karşı getiriyor. Arj a n ti n Arjantin 15 Temmuz 2010’d an bu yana eşcinsel evliliğe izin veriyor. Latin Amerika’d a eşcinsel evliliğe ilk izin veren ülke olma özelliği taşıyor. Yasa dâhilinde çiftler evlat edinme haklarına da sahipler. Da n i m a rka Aynı cinsiyetler arası evliliği onaylayan yasa tasarısı Danimarka Meclisinde çoğunluğun oylarıyla kabul edilmiştir. Bu yasayla birlikte eşcinsel çiftler isterlerse kilisede de evlenme hakkına sahiptirler. Yasa 15 Haziran 2012’d e yürürlüğe girmiştir. Danimarka, 1989 yılında dünyada hem cins çiftlerin haklarını korumak için hukuki anlaşmalara izin veren ilk ülke olma özelliğini taşımaktadır. Fra n sa Eşcinsel evliliklerin yasal olarak kabul edilmediği Fransa’d a eşcinsel partnerliğe izin veriliyor. 2012 Kasım ayı ortalarında oylamaya sürülen yeni yasa tasarısı eşcinsel çiftlere evlenme ve evlat edinebilme hakkı

sağlıyor. Fakat bu yeni tasarı muhafazakârlar ile Katolik kilisesinin tepkisini çekmiş durumda. Birçok protestonun ardından şimdilik eşcinsel evlilikler rafa kaldırılmış gibi gözüküyor. Aralık ayı başlarında da Fransa Eşcinsel Müslümanlar Derneği (HM2F) tarafından Fransa’nın il eşcinsel camisi açıldı. İbadethanede kadın ve erkekler birlikte ibadet edebiliyor ve kadınlar imam olabiliyor. Dünya genelinde daha önce Güney Afrika Cumhuriyeti, ABD ve Kanada'da eşcinsel Müslümanlar için camiler açılmıştı. ABD'de faaliyet gösteren "İlerici Değerler İçin Müslümanlar" adlı dernek Kuzey Amerika'da bu tür yaklaşık 10 ibadethane olduğunu bildiriyor5. Porteki z Nisan 2010’d an bu yana Portekiz Anayasa Mahkemesi eşcinsel evlilikleri resmi olarak kabul eden bir düzenlemeye sahiptir. Dünya’d a eşcinsel evliliklere onay veren sekizinci ülke olan Portekiz aynı zamanda çiftlerin evlat edinebilmelerine de izin veriyor. Al m a n ya Eşcinsel evliliklerin yasal olarak kabul edilmediği Almanya’d a 2001 yılından bu yana eşcinsel birliktelikler kayıt altına alınarak çiftlere belli haklar tanınıyor ve 10 yıl içerisinde yaklaşık olarak 23 bin eşcinsel evliliği kayıtlara geçirildi 6. İ spa n ya Eşcinsel evlilikleri resmileştirmeye yönelik çalışmaların 2005 yılında başladığı İspanya’d a bu yasayla ilgili çalışmalar muhafazakâr görüşlü Halk Partisi (PP) tarafından İspanya Anayasa Mahkemesine taşınmıştı. 2012 Kasım ayında eşcinsel evlilikler İspanya’d a yasal olarak onaylanmaya başlandı. İ skoçya Sivil partnerlik olarak adlandırılan eşcinsel birlikteliklerin 2015 yılında yasallaştırılacağı tahmin ediliyor. İskoç kilisesi ve Katolik kilisesi tarafından yeni yasal düzenlemeye şiddetle karşı çıkılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde eşcinsel evlilik tabusunun yıkılmasında büyük gelişmeler yaşansa da çoğu Ortadoğu ve Afrika ülkesinde eşcinsellik halen hastalık olarak kabul edilmektedir. Bu ülkelerde aynı cinsiyet sahibi bireylerin evlilikleri hakkında herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Suriye, İran, Libya, Lübnan, Türkiye örnek olarak gösterilebilir. Bazı toplumlarda ise yalnızca heteroseksüel kadın ve erkek a


yrımcılık yaşamıyor. Nijerya ve Jamaika’d a eşcinsel erkeklerin ilişkileri yasakken; eşcinsel kadınların ilişkilerine olumlu olarak bakılıyor. Bu tür toplumlarda toplumsal endişe ve baskı nedeniyle eşcinsel bireyler haklarını çok fazla koruyamıyorlar. Eşcinsel ilişkiler halen daha bir tabu iken eşcinsel evlilikler hakkında hiçbir yasal düzenlemeden söz edilemez. Bu ülkelere örnek vermek gerekirse; İ ra n Eşcinsel ilişkiye girmenin cezası idam. Transseksüellik, cinsiyet değiştirildiği takdirde yasal ancak toplumda hoşgörü ile karşılanmıyor. Aktivistler, 1979’d an bu yana 4-6 bin eşcinselin idam edildiğini belirtiyor. İdam korkusuyla İran’ı terk eden yüzlerce eşcinsel Türkiye’ye sığınıyor. U ga n d a ABD’nin yardımlarından faydalanan Uganda’d a 2009’d a eşcinsel ilişkinin ölümle cezalandırılmasını öngören yasa tasarısı sunulmuş, tasarı mecliste reddedilmişti.

Nijerya’d a ise; eşcinsel ilişkiye girmek yasak. Şeriat yasalarının uygulandığı 12 eyalette eşcinsel ilişkiye girenler recm cezası ile karşı karşıya kalıyor7. Birçok ülkede toplumsal düzen ve ahlakı devam ettirebilmek söylemleri altında görmezlikten gelinen ve üstü kapatılan eşcinsellik kişi hak ve özgürlükleri kapsamında dünyanın her alanında kabul görmesi gereken en önemli haklardan biridir. Çoğu toplum tarafından halen hastalık olarak kabul edilmekte ve tedavi edilebileceği öne sürülmektedir. Hiçbir kişi cinsel yönelimleri nedeniyle ayrımcılığa uğramamalıdır. Nasıl heteroseksüel bireylerin evlenme, çocuk sahibi olma ve en doğal ihtiyaçlardan biri olan cinselliklerini yaşama hakları varsa; homoseksüel, biseksüel ve transseksüel bireylerde bu haklardan yararlanmalıdırlar. Eşcinsellik ve eşcinsel evlilik üzerindeki yaklaşımlar gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkeler de değişir mi bilinmez ama bireylerin yönelimleri ne olursa olsun eşit hak ve özgürlüklere sahip olmaları en büyük temennimdir.

17

Refera n sl a r 1. Eşcinsellik Hastalık Değil Yönelimdir, (11 Mart 2010), http://www.ntvmsnbc.com/id/25067873 , (Erişim Tarihi: 3 Aralık 2012) 2. gös. yer. 3. Papa: Eşcinsellik İnsanlık İçin Büyük Tehdit, (23 Aralık 2008), http://www.ntvmsnbc.com/id/24933564 , (Erişim Tarihi: 9 Aralık 2012) 4. Avrupa’nın İlk ‘Gay’ Camisi Fransa’d a, (30 Kasım 2012), http://www.ntvmsnbc.com/id/25402594/ , (Erişim Tarihi: 9 Aralık 2012) 5. gös. yer. 6. Eşcinsel Bakan Evlendi, (18 Eylül 2010), http://www.gazete5.com/haber/almanya-escinsel-evliligi-18-eylul-201-42659.htm , (Erişim Tarihi: 9 Aralık 2012) 7. Eşcinsel Diplomasi Dönemi, ( 12 Kasım 2012), http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1072154&CategoryID=81 , (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2012)


18

Türkiye’ye, 89 yıllık siyasi tarihinde kuruluş yıllarını hesaba katmazsak ‘parlamenter rejim’ hakim olmuştur. Ancak bu süreçte darbelerle demokrasi yolculuğumuz sürekli olarak kesintiye uğramıştır. Son 10 yılı saymazsak, Ak Parti tek başına iktidar olduğundan istikrar sağlamakta zorlanmamıştır, önceki dönemlerde görülen siyasal sistemimizdeki tıkanıklıklar apaçık ortadadır. Nitekim tekrar koalisyon hükümetleri oluşmaya başladığında ki gelecekte mutlaka koalisyon hükümetler olacaktır, ortaya çıkacak sancılar değişimi zorunlu kılacaktır. Ciddi bir reform ihtiyacı içinde olan siyasal sistemimiz siyasal kirlilik, yozlaşma ve rant çarkı içinde erimiş bir haldedir. Bu nedenle artık Türk Siyasal Sistemi’nin yeniden yapılanması elzemdir. Bu noktada tıkanıklıkların çözümünün ‘Başkanlık Sistemi’ olduğunu savunanların sayısı ülkemizde her geçen gün artmaktadır. Şimdi ‘Başkanlık Sistemi’ tam olarak neymiş bir yakından bakalım. Başkanlık sistemi ile ilgili bilimsel bilgiler vermekten ziyade Türkiye’d eki tez ve anti-tezlerine yorumlar getirerek olaya daha farklı bir açıdan yaklaşmaya çalışalım. Başkanlık sistemi, bilindiği gibi Amerika Birleşik Devletleri ve onun dışında genel olarak Latin Amerika ülkelerinde uygulanmaktadır. Başkanlık Sistemi’nin uygulandığı Amerika haricindeki ülkelerde darbeler olmuş ve siyasal sistem kesintiye uğramıştır nitekim şu an Türkiye’d e bu sisteme karşı olanların en büyük savunmalarından biri de budur. Lakin bu ülkelerdeki Başkanlık sistemi ile aslında herkesin kafasında örnek olarak oluşturduğu Amerika’d aki sistem ayrı sistemlerdir. Latin Amerika ülkelerinde yasama organına karşı hem veto hem de yasal düzenlemelerle kişisel insiyatif sağlayan kararname gücüne aynı anda sahip başkanlar, potansiyel olarak yasama organına üstünlük sağlarlar. Böylesine güçlü bir başkan, kongre girişimlerini veto edip, onu etkisiz hale getirir. Bunun örnekleri 1989 sonrası Şili ve 1968-1991 yıllarında arasında Kolombiya’d a görülebilir. Buna ek olarak; örneğin Uruguay’d a başkanların güvensizlik oyu

sonrasında fesih yetkisi vardır. Türkiye’d eki yeni tasarıda Başkan’a, kendi görev süresini de sona erdirme şartıyla Parlamento’yu feshetme yetkisi verilecek kanımca bu sakıncalı bir durumdur; tekrar düşünülmelidir. Oysaki bu uygulamaların hiçbiri Amerika’d a yoktur. Örneklerimizi çoğaltalım ve bir de Brezilya’ya değinelim. Brezilya’d aki siyasi parti sistemindeki parçalanmışlık 1991 sonrasında dünyadaki en yüksek parçalanmışlık oranına denk düşer. Bu noktada düşünmemiz gerekiyor, acaba darbeyi getiren Başkanlık Sistemi mi yoksa ülkeden ülkeye değişen farklı uygulamalar mı? Nitekim burada daha çarpıcı bir bilgi vermek gerekirse, Brezilya’d a 1993 yılında bir halk oylaması ile parlamentarizme geçiş önerilmiş, fakat reddedilmiştir. Neden? Latin Amerika ülkelerinde ortalama olarak 1930, 1960, 1970, 1980, 1990 tarihleri civarlarında darbeler olmuştur. Bu tarihler size bir yerden tanıdık geldi mi? Demek ki gerçekten bilimsel çalışmalar yapmış kişilerin sadece ama sadece menfaatleri uğruna ‘Başkanlık Sistemi darbe getirir’ diye bir savunma yapmaları haksızlıktan başka bir şey değildir. Zira aynı tarihlerde parlamenter sistem ile yönetilen ülkemizde de darbeler olmuştur. Bugüne kadar hiçbir Latin ülkesi, başkanlık sistemini terk edip parlamenter sisteme geçmemiştir. Çünkü parlamenter sistem darbelerin sonu olmadığı gibi, başkanlık sistemi de darbelerin yaratıcısı değildir. Parti sistemindeki parçalanmışlık düzeyi, derin yapısal sorunlar, başkanların yasama ve diğer alanlardaki yetkileri ve hatta seçimlerin hangi sistem ile yapıldığı gibi birçok faktör belirleyici konumda bulunmaktadır. Latin Amerika ülkelerinin son 25 yılı incelediğinde ‘Başkanlık Sistemi’ sayesinde, siyasette yeni yaklaşımların ve siyasi reform hareketlerinin geliştiği görülecektir. Tü rki ye’n i n Ş u An ki S i stem i : Ba şba ka n cı Pa rl a m en ter Rej i m Parlamenter sistemde başbakanın çok daha güçlü konuma gelmesini sağlayan temel etken, yasamayürütme dengesi bakımından, uygulanan seçim


sistemi nedeniyle ortaya çıkan "tek tip siyasal yapı" dır. Parlamento, hükümet liderinin fikirlerinin, izlediği politikaların, sadece el kaldıran ‘‘onay’’ makamı haline gelmektedir. Parlamenter sistemde yürütmenin elindeki fesih yetkisi artık tamamen başbakandadır. Başbakanın feshe karar vermeden önce bakanlara danışması gerekmekte ancak son kararı yine kendisi vermektedir.

Daha farklı bir açıdan bakacak olursak Başbakanın artan gücünün asıl temel nedenini, parti içi demokrasinin olmayışı oluşturmaktadır. Nitekim milletvekili adaylarının belirlenmesinde tabanın hiç bir katkısının olmaması, seçmeni siyasi parti lideri tarafından dayatılan adayları tercihe zorlamaktadır. Dolayısıyla seçmen çoğunlukla parti merkezi tarafından belirlenmiş olan halkı temsil etmeyen adayları seçmek üzere oy kullanmaktadır.

Hükümet denetiminde devlet başkanı yerine başbakanın etkili oluşu, parlamenter rejimin ayırt edici özelliği kabul edilmektedir. Zira bu durum İngiltere parlamenter rejim misalinde de görüleceği üzere, başbakanı, başkanlık rejiminin uygulandığı ABD'deki başkandan daha güçlü bir konuma getirmiştir. Başbakanın hem yürütme hem de yasama üzerindeki belirleyici rolü, ‘‘seçilmiş diktatör’’ ü andırmaktadır. Bakınız hükümet içinde başbakanlar o kadar güçlüdürler ki, kendileri tarafından belirlenen bakanlar bile ancak istenildiği gibi davranıldığı takdirde hükümette kalabilmektedirler.

Seçmen temsilci değil, hükümet kadrosu seçmektedir. Bu durum özellikle parti içerisinde başbakanı çok güçlü bir konuma getirmektedir. Ancak gözden kaçırdıkları bir nokta vardır ki bu durum yerel siyasi parti örgütlerini günden güne zayıflatmaktadır. Çünkü taban parti, programından çok liderini önemsemektedir. Lidere yakınlık, her türlü üretkenliğin önüne geçmektedir. Kişiliklerinden ödün verip parlamentoya girebilen bu ‘‘bazı’’ adayların maalesef ki yasama işlevini hakkaniyetle yerine getirmesi imkansızdır. Zira bu kişilerden hükümet denetimi beklemekte anlamsızdır.

Başbakanın gücünün, parlamenter hükümet sisteminin özelliğini yitirtecek şekilde arttığı ortadadır. Zira Bakanlıklar arası çeşitli kurulların kontrolünün de başbakanda oluşu, başbakanı hükümet içinde güçlendiren ziyade sebeplerdendir. Bu sayede başbakan istediği vakit, Bakanlar Kurulu’nu etkisiz hale getirebilmektedir.

Sonuç olarak; ülkemizde siyasi partilerin yapısı, seçim barajı, çoğunlukçu siyasal yapıya yöneliş nedeniyle hükümet sistemimizde parlamenter sisteminin klasik anlayışından uzaklaşmıştır. Batı ülkelerinde güçlü bir başbakan daha az sorun yaratabilir, lakin demokrasi kavramının yeni yeni yerleştirilmeye çalışıldığı ülkemizde çok güçlü bir başbakan çoğulcu yapı için tehlike arz etmektedir.

Son yıllardaki anayasal düzenlemelerimiz devlet başkanını güçlendirme eğiliminde olsa da; uygulamada ‘‘başbakancı parlamenter rejim’’ hüküm sürmektedir. Gerekçesi bile doğru düzgün beyan edilmeyen değişiklikleri meclisin gözü kapalı onaylaması ‘‘başbakancı parlamenter rejim’’ değildir de nedir? Bu rejimdeki başbakanın, çoğunluğun temsilcisi rolünü üstlenmesi veyahut muhalefet tarafından böyle görülmesi, demokratik toplum standartlarının temelini oluşturan çoğulcu yapı için tehlike çanlarının çalması demektir. Nitekim bu durum ileri safhalarda çoğunluğun diktasına dönüşebilir, akabinde devamlı olarak ötekileştirilen ve iktidara ulaşmaktan alıkonulan azınlıkların rejime olan bağlılıklarını yitirmelerine sebep olabilir. Maalesef dönüşen bu parlamenter rejim ile birlikte sözde çoğulculuk ‘‘siyasal çoğulculuk zeminine’’ yansıtılamamaktadır.

Yukarıda yazdıklarımdan hareket ile diyebilirim ki artık ‘‘başkanlık sistemi’’ hayata geçirilmelidir. Parlamenter sistemin rasyonelleştirilme çabaları bu kadar güçlü bir ‘‘başbakancı sistem’’ varken mümkün değildir. Bu aşamada hükümet sistemi konusundaki tartışmaları partiler veya kişiler üzerinden değerlendirmemek gerekir. Zira kişiler geçicidir, önemli olan ülkemiz için yararlı olacak sistemdir. Bu sistem de ancak bilimsel çalışmalarla savunulmalı veyahut karşı çıkılmalıdır. Kanımca yürütme ve yasamanın iç içe geçtiği, liderlerin koltuklarını korumaya çalıştığı ve parti üyelerinin de bunu engellemek yerine güçlendirdikleri parlamenter sistemin yerine, Başkanlık Sistemi en azından bir umuttur… Ba şka n l ı k S i stem i n i n G eti ri l eri Yukarıda da değindiğim gibi Türkiye artık parlamenter rejimi kendine özgü hale getirmiştir. Bu nedenle

19


başkanlığın faydalarını kavramakta yarar görüyorum. Şimdi Başkanlık Sistemi’nin özellikle ‘Başbakancı Parlamenter Rejimi’ bitirecek olan özelliklerini inceleyelim. Başkanlık Sistemi’nde, yürütmenin başı olan başkan ve yasama organı ayrı ayrı ve birbirinden bağımsız olarak doğrudan doğruya halk tarafından seçilmektedir. Başkan ile yasama arasında organik bağ mümkün olmamaktadır. Zira Kongre, siyasal açıdan başkana karşı sorumlu değildir ve başkan tarafından feshedilemez. Örneğin; yargı konusunda da bağımsızlık tamamen sağlanmaktadır zira federal yargıçları görevden alma ve azletme kararını yalnızca Temsilciler Meclis’i alabilir. Bunun yanında Yüce Mahkeme’nin yargıçları da anayasal güvence altında emekli olana dek hizmet verirler. Burada anti-tez olarak yargıç atamaları, siyasal bir karar sonucu veriliyor denebilir, lakin süresiz seçildiklerini, seçildikten sonra seçtirenlere uymak zorunda olmadığını unutmamak gerekir.

20

Başkanlık Sistemi’nde bir diğer önemli konu parti sistemidir. Amerika Kurucu Ataları, partiyi ‘hırs ve kişisel çıkar’ grubu diye tanımlamaktadır. Bu nedenledir ki Amerika’d aki parti sistemi gevşek ve zayıftır. Türkiye’d e particiliğin aşırı olması, olası bir durumda Türkiye’d e uygulanacak olan Başkanlık Sistemi adına sıkıntı yaratacağı aşikardır bu nedenle siyasi parti gruplarının tabanlarının kişisel çıkarları minimize edilmelidir. Amerika’d aki parti sistemi radikal çizgilerle ayrılmamaktadır, bu yüzden partilerin daha keskin çizgilerle ayrıldığı toplumlarda başkanlık sisteminin çok daha sorunlu işleyeceği göz ardı edilmemeli eğer böyle bir sistem düşünülüyorsa parti kanununa ve tabanına el atılmalıdır. Amerika’d a uygulanan seçim sisteminin adil olduğu söylenemez. Mesela, 1824 yılında Andrew Jackson, 1888 yılında Grover Cleveland rakiplerine oranla daha

az oy almalarına rağmen seçim sisteminden ötürü başkan olmuştur. Türkiye’d e uygulanacak olursa bu dikkate alınmalıdır. Başkanlık sisteminin bir diğer unsuru olan federal devlete değinmeden geçmeyelim. Her ne kadar Burhan Kuzu Hocam bu konuda karşı bir duruş sergilese de, ben Türkiye’d e uygulanacak bir Başkanlık Sistemi sonrası Federal Devlet yapısına geçileceği kanaatindeyim. Nitekim AK Parti’nin son dönem icraatları da bana güçlü deliller sunmaktadır. Ancak tabii ki şu anda ülke yapısı buna uygun olmadığı için Başkanlık Sistemi’nin genel özelliklerini tartışıp uygun hale getirmek en mantıklısıdır. Özellikle bu noktayla ilgili olarak sert görüşlü milliyetçiler olabilir ancak Alparslan Türkeş’i araştırırlarsa ne demek istediğimi daha iyi anlayacaklardır. Bu anlattıklarımın hiçbirine katılmayan kişiler olabilir; o kişiler parlamenter sistemin düzeltilmesinde yana olanlardır. Bunu da nasıl gerçekleştireceklerini kısaca belirtelim: 1) Anayasa içeriği değiştirilecek, 2) Anayasa Mahkemesi’nin denetleme kısıtlanacak, 3) Yürütmenin yetkileri arttırılabilir, 4) Seçim sistemi değiştirilebilir.

alanı

Bu maddeler artırılabilir. Ancak şu unutulmamalıdır ki bu değişim yeterli gelmeyecektir. Yama yapılan lastik ne kadar dayanır? Türkiye’d e bu siyasal sistem eninde sonunda değişecektir; bir gün erken ya da bir gün geç. Bu nedenle özellikle bilimsel konularda Başkanlık Sistemi’nin artılarını bilmelerine rağmen halkı yanlış yönlendiren akademisyenleri sağduyuya davet ediyor ve kişisel çıkarları için değil, Türkiye’nin çıkarları için hareket etmelerini temenni ediyorum.


HARİCİYE 21


22

Soğuk Savaş sonrası dönemde Avrupa bütünleşmesinin derinleşme ve genişlemesine koşut olarak Avrupa çalışmalarının alt araştırma alanı olarak gelişen Avrupalılaşma, tümüyle yeni bir kuram olarak görülmemelidir. Avrupa Birliği (AB) üyeliği sonucu ulusal siyaset, siyasi yapılar hatta siyasi tutum ve davranışlarda ortaya çıkan adaptasyon ve dönüşüm olarak tanımlanabilecek Avrupalılaşma, gerek klasik bütünleşme kuramlarının (supranasyonalizm ve hükümetlerarası yaklaşım) gerekse daha yeni kuramların (yönetişim, yeni kurumsalcılık ve karşılaştırmalı kamu politika analizi gibi) açıkça olmasa da içinde yer almıştır. Bu genel bütünleşme literatürü içerisinden Avrupalılaşma üzerine üç sonuç çıkarılabilir: Birincisi, Avrupalılaşmayı Avrupa bütünleşmesinin ulusal etkisiyle özdeşleştirme (AB’nin üye devleti, bu devletin siyasetini ve politikalarını nasıl etkilediği); ikinci olarak, Avrupalılaşmanın sonuç veya koşuldan çok bir süreç olduğu; üçüncüsü ise Avrupalılaşmanın çok boyutlu (içeriksel boyut, coğrafi boyut ve zamansal boyut) özelliği. AB’nin üye ülke politikaları ve siyasi, bürokratik yapıları üzerinde düzenleyici kapasitesinden kaynaklanan etkisi, önceleri, daha çok “yukarıdan aşağı” (AB düzleminden ulusal düzleme doğru) ve “ulusal adaptasyon” sonuçlu algılansa da, “aşağıdan yukarıya” doğru (ulusal düzlemden AB düzlemine doğru) gelişen bir “ulusal projeksiyon” süreciyle, Avrupalılaşma karşılıklı ve interaktif bir sürece dönüşmüştür. 1990 ortalarından 2000 ortalarına dek süren AB doğu genişlemesi süreci ve özellikle katılımöncesi strateji altında ve üyelik müzakereleri boyunca, “içeriden dışarıya” (Brüksel’d en aday ülkelere doğru) yönelik üçüncü bir Avrupalılaşma akımı gündeme gelmiştir. Genişleme sonrası AB’nin yeniden belirlenen sınırları, eski ve yeni komşu devletlerle ilişkilerini derinleştirme gereksinimi, Avrupa Komşuluk Politikası altında Birliğin normlarını ve yönetişim modelini bu ülkelere doğru yaygınlaştıran dördüncü Avrupalılaşma dalgasına yol açmıştır. Üçüncü ve dördüncü Avrupalılaşma süreçleri, dar anlamda AB’lileşme ile

özdeşleştirilebileceği gibi, diğer Avrupa ve transatlantik örgütleri de kapsayan daha geniş bir Avrupa bütünleşmesi olarak da düşünülebilir. Bununla birlikte AB-merkezli Avrupalılaşma, araştırmacıların temel ilgi odağı olmayı sürdürmektedir, bunun başlıca nedeni ise Birliğin daha geniş Avrupa düzeni içinde sahip olduğu özgün siyasi rolü ve etkisidir. Merkezi (Batı) Avrupa’d an doğu ve güney periferilere ilerleyen Avrupalılaşma süreci, Lizbon öncesi AB’nin her üç sütununu kapsayan maddi içeriği ve coğrafi kapsamı ile AB araştırmacılarının başlıca ilgi alanlarından biridir. Birliğin sınırlarının ötesinde Avrupalılaşmayı üç, belki dört kategori altında görmek olasıdır: “Dış yönetişim transferi” olarak Avrupalılaşma, “norm transferi” ve özellikle “demokrasi teşviki” olarak Avrupalılaşma, “kimliğin yeniden oluşumu” olarak Avrupalılaşma ve “çatışma çözümü” olarak Avrupalılaşma. Kısaca “politika” ve “normatif” Avrupalılaşma olarak da görülebilecek bu gruplandırma altında ilgi çeken konulardan biri AB üye devletleri (ve aday ülkelerin) dış politikalarının Avrupalılaşmasıdır. 1 Reuben Wong’ a göre2 dış politika alanında Avrupalılaşma kavramı beş kategoriye ayrılabilir: Ulusal adaptasyon, ulusal projeksiyon (ulusal politikanın AB yapılarına projeksiyonu), AB kurumlarına ve süreçlerine katılımla oluşan elit sosyalleşmesi ve Avrupa’nın ulusal kimlikler içinde içselleştirilmesi (kimliğin yeniden inşası), siyasi, ekonomik ve sosyal modernleşme ve politika yakınsaması, politika öğrenimi ve emulasyon ile gelişen politika eşbiçimliliği. Avrupa ülkeleri açısından bakıldığında, modernleşmenin tetikleyici unsuru, Birliğe üyelik beklentisidir. Modernleşme, (Batı) Avrupa’nın coğrafi periferinde yer alan ve ekonomik anlamda daha az gelişmiş ülkelerin AB üyeliği aracılığıyla Avrupa kapitalist düzeni ve siyasi/kurumsal çekirdeği içine alınması anlamı içermektedir. Bu tarz modernleşme


ile özdeşleşen Avrupalılaşma, özellikle güney, merkezi ve doğu Avrupa ülkeleri için kullanılmıştır. Doğu genişlemesi örneğinden yola çıkarak; modernleşme, Avrupa ile birleşme (Avrupa’ya geri dönüş), Batı Avrupa devlet modelini benimseme, demokratik kurumları ve piyasa ekonomilerini sıkıca demirleme ve Avrupa (ve transatlantik) kurumlarıyla tam bütünleşme ile sonuçlanan başarılı bir geçiş süreci gibi anlamlar taşımaktadır. 3 Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Birliğe katılım sonrasında dahi AB normları, AB müktesebatı ve AB siyasal sistemiyle bütünleşmenin sürebilmesi hatta bu süreçlerde geri dönüşlerin dahi yaşanılabileceği olasılığıdır. Başka deyişle, AB üyeliğinin kolaylaştırıcı rolüne rağmen katılım sonrası dönemde üye devletlerin modernleşmesi sürebilecektir. Bu sürecin başarısı ise ulusal faktörler ve dinamikler kadar, özgün bir uluslararası toplum örneği oluşturan AB’nin üye ülkeler üzerindeki materyal ve normatif güç ve etkisiyle ilişkilidir.

Her yeni genişleme, AB siyasi düzeni ve projesinin sorgulandığı ve sınandığı bir süreç olarak görülebilir. Bu bağlamda, Birliğe katılım süreci içindeki Türkiye’nin özgün konumundan söz edilebilir: Türkiye’nin bir yandan AB ile bütünleşirken diğer yandan kendi bütünleşme/modernleşme projesini sürdürmeye çalışması. Bu aşamada akla gelen bir soru, Avrupa ile bütünleşirken Türkiye’nin nasıl bir siyasi yönetim ve düzene sahip olacağıdır. Avrupa bütünleşmesi, Türkiye’nin modernleşme sürecine katkı ve artı değer olarak görülse de bu sürecin tek belirleyici unsuru olamadığı da bir gerçektir. Bu durumda Türkiye’nin modernleşme süreci ve projesi, hem Avrupa ile bağlantılı, hem de Avrupa’d an ayrı tartışılabilmelidir. Ayrıca, Avrupalılaşmanın karşılıklı ve interaktif bir süreç olduğu gerçeğinden hareketle bu tartışma, Türkiye’nin Avrupa bütünleşmesi ve siyasi projesine katkılarını da içerecek şekilde genişletilmelidir.

23

Refera n sl a r 1. Reuben Wong and Christopher Hill, (eds), National and Foreign Policies. Towards Europeanization, London and New York: Routledge, 2011. 2. Reuben Wong, “The Europeanization of Foreign Policy”, Christopher Hill ve Michael Smith (eds) International Relations and the European Union, Oxford: Oxford University Press, 2e, 2010: sf:151-154 3. a.g.e sf:149-170.


24

II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan dünya düzeninde; ‘Avrupalılık’ kimliğinin tam da bittiği söylenen bir süreçte ortaya çıkan Avrupa Birliği, kıtanın binlerce yıllık serüveninde birçok kez dile getirilmiş ‘birleşme’ idealine yönelik en ciddi adımlardan biri oldu. Bu süreç aynı zamanda bir ‘Avrupalı’ kimliğinin var olup-olmadığı; varsa, hangi açıdan dünyanın geri kalanından ayrıldığı ve ‘Avrupa İdeali’nin nereye kadar ilerleyebileceğini yönelik bir dizi tartışmanın da alevlenmesine sebep oldu. Bugün, eski dünyanın diğer kıtaları Asya ya da Afrika için bir kavramsallaştırma ve buna bağlı olarak bir kolektif kimlik inşa etme fikrinden ne kadar uzak olsak da; Avrupa için böyle bir iddianın bazı temellere sahip olduğu ortadadır. Örneğin, İngiliz felsefeci Francis Bacon henüz 1623’te, “Biz Avrupalılar” (Nos Europai) diyordu. Yine de böylesi bir kolektif kimliğin mevcut ulusal kimlikler karşısında ne kadar güçlü olduğu ve tarih boyunca birçok kez dile getirilen “Avrupa İdeali”nin kökenleri tartışmalıdır. Avru pa l ı O l m a k ya d a O l m a m a k Onaltıncı yüzyıldan, Yirminci yüzyılın başlarına dek Avrupalı devletlerin denizaşırı bölgelere yayılmasını ifade eden Avrupa Emperyalizmi kavramı, bir etnik grubun diğerleri üzerindeki zaferinden çok bir siyasal sistemin, inancın ve dünya görüşünün diğerleri üzerindeki zaferi olarak anlaşıldı. 1914’e gelindiğinde yerkürenin yaklaşık %85’i Avrupalılar tarafından yönetiliyordu. Böylesi bir hâkimiyetin hem Avrupalılar hem de dünyanın geri kalanı üzerindeki etkisi düşündürücüdür. Reform, Rönesans, Aydınlanma, Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi’nin sonucu olarak, Avrupa’nın dünyanın geri kalanı üzerinde kurduğu siyasî, iktisadî, teknolojik ve kültürel üstünlük; özellikle Asyalı toplumlarda ‘Avrupalılaşma’d an farkı net bir şekilde açıklanamayan bir ‘Modernleşme’ hareketi olarak karşılık bulmuştur. Bu durum, ‘Avrupalı’ kimliği üzerine tartışmaların da Avrupa dışına taşıp bütün dünyanın meselesi haline gelmesine sebep olmuştur. Peki nedir Avrupalı olmak? Avrupalılar, bunu ancak Yirminci yüzyılda kavramsallaştırıp ifade edebilmiş olsalar da önceki çağlarda da kendilerini “bireyciler” olarak görüyorlardı. Avrupalı bireycilik anlayışı, kuvvetli bir biçimde mülkiyet hakkı ile iç içe geçmişti. “Yurttaşlık” hakkı uzunca bir süre yalnızca mülk sahiplerine

tanındı. Örneğin, Britanya’d a yakın bir tarihe kadar yalnızca konut sahiplerine jüri görevi veriliyordu. 1 Dünyanın başka yerlerinde de mülkiyet üzerine fikir üreten başka topluluklar vardı elbette ancak yalnız Avrupalılar bu fikri dünya görüşlerinin merkezine yerleştirmişlerdi. Bu bakımdan, Avrupalıların diğer toplumlar üzerinde kurduğu tahakküm yalnız teknolojik üstünlükle açıklanamaz. Antik Yunan’d an Aydınlanma Çağı’na kadar, Avrupalı bireycilik anlayışının bir sonucu olarak, bilim ve felsefenin iç içe geçmiş olması aynı zamanda Avrupalıların neden yeryüzünü kendilerinin mülkiyetinde bir miras olarak gördüğünün cevabı olarak da okunabilir. Yeryüzünde nasıl yaşanacağına dair diğer toplumlar bazı cevaplar verebilirdi ancak yalnız Avrupalılar, “yeryüzünü kendi imgesinde yeninden kuracak ‘Faustvari güce’ sahipti.” 2 Bu bağlamda Avrupa, kendisini dünyayı düzenleyecek güce ve hakka sahip olarak da görmekteydi. Oysa bu iddiayı destekleyecek tarihsel temeller bulmak oldukça zordur, zira On dokuzuncu yüzyıla kadar Avrupalı güçler, Asyalılara nispetle entelektüel açıdan hiçbir üstünlüğe sahip değildi. 3 Yine de bilim ve felsefenin bu denli iç içe geçmiş oluşunun Avrupa’yı bir birlik haline getirmekte oynadığı rol de inkâr edilemez. 4 Bu sebeple, Avrupalıların kendilerini farklı kılan bilim ve felsefeyi borçlu oldukları Antik Yunan ve Roma’yı ortak geçmişlerinin başlangıcı olarak görmesi de şaşırtıcı değildir. An ti k Yu n a n ve Rom a Yunanlar ve Romanlılar, kendileriyle dünyanın geri kalanı arasındaki farklılığı açıklamakta karmaşık bir iklim ve fiziksel çevre kuramını kullanıyorlardı. Onlara göre, kuzeyde yaşayanlar sert iklimlerden dolayı cesur savaşçılar haline gelmiş ancak öte yandan yine aynı sebeplerle kaba, düşüncesiz ve ‘barbar’d ılar. Güneyde yaşayanlar ve Asyalılar ise onların aksine zeki ama aynı zamanda uyuşuk, ağırkanlı ve soysuzdular. 5 Avrupalılık –ki bu tanımlama o zaman için Akdenizli halkları kapsıyordu- ise bu iki zıt arasında ‘ortalama’ bir karaktere sahip olmak anlamına geliyordu. Avrupa-merkezciliğin kaynağı olarak da görebileceğimiz bu anlayışın, bugün uluslararası kuruluşlar tarafından yapılan “gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler” sınıflandırmasıyla halen varlığını sürdürdüğü söylenebilir.


Bunun yanı sıra, Roma’nın siyasal anlamından öte, Stoacı felsefede cisimleşmesine bağlı olarak taşıdığı ‘tüm insanlık için tek bir yasa’ inancı, Avrupa’ya ortak bir kimlik verme konusunda oldukça önemli bir rol oynadı. Bilimsel gelişmesini, Antik Yunan’d an aldığı Felsefe ve Matematik bilgisine borçlu olan Avrupa; yasama kabiliyetini de Roma’d an aldı. Antik Yunan’d an itibaren ‘yasayla yönetilen halklar’ olmak özelliğiyle dünyanın geri kalanından farklılaştığını iddia eden Avrupalılar için Roma Hukuku, bugün bile kıtanın kavramsallaştırılması ve ortak bir kimlik ortaya çıkarması noktasında en önemli özellik olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. İmparator Justinian’la başlayan ve ardından İspanya Kralı II.Philip’e, XIV. Louis’ye ve Napolyon’a kadar uzanan tüm Avrupa için ortak bir yasama düzeni yaratma tutkusunun, bugün –sesi biraz kısılmış da olsa- Lahey Adalet Divanı tarafından sürdürüldüğünü söyleyebiliriz. 6 Avrupalılara göre, yasayla yönetiliyor olmak kendilerini diğerlerinden ayıran en önemli özellikti. Daha sonra birçok Aydınlanma entelektüelinin de telaffuz edeceği “Şark despotizmi” kavramı, özellikle Asyalıların neden daha geri olduğunu açıklamak için kullanılmıştır. Zira modern dönemde devletin ‘gayrişahsileşmesi’nden önce de, Avrupa genellikle iki temel ilkeyi benimsemiştir: Birincisi, hükümdarlığa tabi olanların, hükümdarın kişisel mülkiyeti değil, özgür kişiler olması; ikincisi, çıkardıkları yasaların, sadece kendi iradelerinin dışavurumu olabilmesine rağmen, tüm hükümdarların yine de daha yüksek bir hukuk düzeni tarafından sınırlandırılması. 7 Cerm en l eri n G el i şi ve S kol a sti k Dön em Avrupa tarihinin kaynağına doğru yapacağımız bir araştırma bizi mutlaka Roma İmparatorluğu’nun Latince konuşulan batı eyaletlerinde ortaya çıkmış siyasal ve dinsel kültür ve bu kültürün geçirdiği tarihsel dönüşüm sürecine doğru götürecektir. Ancak Avrupa Medeniyeti’nin kökenlerini yalnızca Latin kültürüne bağlamak da yanıltıcı olur. Kıta tarihinin bir sonraki aşaması, Cermenlerin kalıcı bir şekilde yerleşmesiyle başlar. Bu aşamada iki şey ortaya çıkmıştır: Katolik Kilisesi’nin papa otoritesine özgü aşılması zor örgütlenmesi ve ağır silahlarla donatılmış süvari birliklerinin meydana getirdiği zor bir feodalizm. 8 Bu süreç Avrupa’d a yüzyıllar boyu sürecek kilise-imparator dualizmi’nin de başlangıcı olacaktır. İbn Halduncu bir perspektifle kolaylıkla açıklanabilecek Roma-Cermen ilişkileri, Roma’nın Cermenleşmesi ve Cermenler’in Roma’laşması sonucunda ‘Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nu doğurmuştur. Yalnızca Orta Çağ Avrupası’nda görülebilen bir örgütlenme biçimine sahip bu yapının ne kadar ‘kutsal’, ‘Roma’ yahut ‘İmparatorluk’ olduğu Avrupalılar tarafından sık sık sorgulansa da, kıtanın bir birlik haline gelmesinde oynadığı rol inkar edilemez. Zira ilk İmparator olarak kabul edilen

Charlemagne, kendisine Pater Europae yani “Avrupalılar’ın Babası” unvanını vermişti. Charlemagne’ın bu iddiası kuşkusuz, Roma’d an beri var olan, kıtanın yönetiminin tek elde toplanması arzusunun bir belirtisiydi. Ancak Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu, hiçbir zaman bu iddiasında başarıya ulaşamadı. Ancak, Edward Gibbon gibi birçok tarihçiye göre, Charlemagne İmparatorluğu’nun papalıkla birleştiği bu dönem, modern tarihin de başlangıcı oldu. 9 Bu dönem, Skolastik düşüncenin Stoacı felsefenin yerini aldığı çağdır aynı zamanda. Merkezi atama sistemine bağlı olarak tüm Avrupa’d a güçlü bir hakimiyet kuran bu düşünce, aynı zamanda Latince’nin de aristokrasi dili olarak hakimiyetini sağlamıştır. Atanmış kilise görevlilerinin, kıtanın en ücra köşelerinde dahi Papa’nın uzantısı olarak bulunması etkileyici bir pan-Avrupa yönetim ağının bütünü sarıp sarmalaması anlamına geliyordu. Bu dönemde kıta için yaygın olarak kullanılan ismin Christianitas (Hıristiyan Alemi) olması da oldukça anlamlıdır. Bu bağlamda Avrupa, Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı Hıristiyanların siyasal ve demografik açıdan egemen oldukları yer olarak tanımlanabilir. 10 Her ne kadar Aydınlanma Çağı’yla beraber Avrupalı entelektüeller seküler bir Avrupa kimliği yaratmaya girişmiş olsalar da, zaman zaman kendilerinin de itiraf ettiği gibi Latin Hıristiyanlığı Avrupa’nın ortak kimliğinin oluşmasında oldukça önemli bir yer tutar. On ikinci/on üçüncü yüzyıl döneminde hüküm süren Papa III. Innocent hakkındaki bir kitabın Leader of Europe (Avrupa’nın Lideri) başlığını kullanabildiği göz önünde tutulduğunda, Papa’nın Avrupa üzerindeki etkisi daha rahat bir şekilde anlaşılacaktır. 11 On birinci yüzyılda başlayan reform hareketleri de, yerleşik geleneklere meydan okuyup Kilise’nin Avrupa üzerindeki etkisini artırmıştır. Bu dönemde piskoposlara yüzük ve asa verme yetkisi İmparator’d an alınmış ve yalnız Katolik Kilisesi’nin bir hakkı olarak saklı kalmıştır. 12 Bu durum, Kutsal Roma İmparatorluğu’nun seküler yönetim iddiasına da büyük zarar vermiştir. Benzer sebeplerle, bu dönemde Avrupa’d a oldukça az sayıda bulunan üniversitelerin eğitim dili de Latince olmuştur. Latince’nin gücünü daha iyi anlamak için, yeni Hıristiyanlaşan Kuzey Avrupa hükümetlerinin ilk işlerinin pek çok mahkeme ve idari bürolardaki resmi tutanak dilini Latince yaptığını hatırlamak yeterli olacaktır. 13 Öyle ki, Christian Tomasius 1687’d e Leipzig Üniversitesi’nde Latince yerine Almanca ders yapmaya başladığında, bir ilk olan bu olay skandal etkisi yaratmıştır. 14 Protestan Reform hareketlerine kadar sürecek bu dönem yerellik ve Katolik Kilisesi’nin evrenselci merkez otoritesi arasındaki gerilimin belirleyici rol oynadığı bir çağ olarak yaşanmıştır. Evrensel Kilise’nin hayatta kalması için vergiler vermek ya da çeşitli Haçlı

25


Seferleri için asker sağlamak, Avrupalı yerel yöneticilerin pek de memnuniyetle yerine getirdiği zorunluluklar değildi. Bu durum, Aydınlanma Çağı’yla beraber buldukları fırsatta bu sınıfların Kilise’d en nasıl kurtulduğunu hatırladığımızda bu gerilimi daha iyi anlayabiliriz. Yine de, Veba salgını, kıtlıklar, doğal ve insan kaynaklı felaketler ve sınıf savaşlarıyla geçen Orta Çağ’d a Avrupalılar, Katolik Kilisesi’nin ruhaniyeti altında şaşırtıcı bir biçimde bir arada kalmayı başarmışlardır.

26

Ayd ı n l a n m a Ça ğı ve S ekü l er Bi r Avru pa Aydınlanma Çağı’yla beraber Voltaire, Gibbon, Hume, Robertson, Raynal ve Diderot gibi bir çok tarihçi Avrupa’yı seküler bir uygarlık olarak tanımlamaya ve Avrupa’nın seküler bir tarih ihtiyacını karşılamaya girişmişlerdir. 15 Bu dönem aynı zamanda Papalık ve Kutsal Roma İmparatorluğu arasındaki dualist yapının yıkılıp, yerini güçlü ulusal monarşilerin aldığı bir çağ olmuştur. Bu çağda Avrupa, daha sonra dünyanın geri kalanı tarafından da kabul edilecek, yeni bir uluslar arası sistem üretmiştir. Reform, Rönesans, yeni dünyaların keşfi ve Fransız devrimi gibi çarpıcı kırılmalar, Avrupa’nın ortak –fakat bu kez dünyevîbir kimlik oluşturmasına oldukça büyük katkılar yapmış olsalar da; Kilise’nin gücünü önemli ölçüde kaybettiği ulus-devletlerin çağı aynı zamanda Avrupalı güçlerin birbirlerine karşı giriştikleri amansız savaşların da çağıdır. 1648 Westphalia Barışı, 1713 Utrecht Barışı, 1814 Viyana Kongresi ve 1849 Paris Barış Kongresi gibi adımlar; sık sık düzenini kaybeden ve enerjisinin önemli kısmını kendi içindeki savaşlara ayıran kıta için bir düzen arayışının somutlaşmasıdır. Devlet adamlarından aydınlara dek birçok Avrupalı, kıtanın barış ve huzur içinde yaşamasını sağlayacak modeller önermiştir. Yükselen bu Avrupa birliği duygusu aynı zamanda Avrupalı olmayanlara karşı bir üstünlük kompleksiyle bağlantılı olarak ilerlemiş ve Avrupalıların dünyanın geri kalanına yönelik ‘uygarlaştırıcı’ ‘misyon’una da gerekçe olarak gösterilmiştir. ‘Avrupalılık’ın, Antikite’d en Rönesans’a dek uzanan, Erasmus ve Leonardo Da Vinci gibi semboller etrafında birleşen ve meşruiyetini Hıristiyan evrensel barış idealinden alan bir gelenekten kökenlendiği fikri bu dönemde oldukça popülerdir. 16 Considérations sur le gouvernement de Pologne [Polonya Yönetimi Üzerine Düşünceler] adlı eserinde Rousseau’ya göre “Kim ne derse desin, artık Fransız, Alman, İspanyol, hatta İngiliz bile yoktur, sadece Avrupalılar vardır. Hepsi aynı beğenilere, aynı tutkulara ve aynı alışkanlıklara sahiptir.” 17 Ancak bu iddianın aşırı olduğu ortadadır. Avrupa bazı ortak değerlere sahip olsa da, birbirinden farklılaşmış uluslardan ve buna bağlı olarak ulus-devletlerden bir araya gelmektedir. Bu açıdan Montesquieu’nün bakış açısı daha gerçekçidir: “Avrupa, tüm devletlerin birbirlerine muhtaç olduğu bir duruma gelmiştir. Avrupa, birkaç eyaletten oluşmuş bir devlettir.” 18

Avrupa’nın dünyanın geri kalanından üstünlüğüne inanan Voltaire de, Le siécle de Louis XV’d e [XV. Louis Asrı] “Hepsi ortak dini temellere dayalı, dünyanın diğer kısımlarının bihaber olduğu aynı yasal ve siyasal ilkelere sahip çeşitli devletlere bölünmüş tek bir büyük cumhuriyet” olarak tanımlıyordu Avrupa’yı. 19 Avrupa fikri konusunda en önemli katkılardan biri de şüphesiz Immanuel Kant tarafından yapılmıştır. 1795’te yazdığı Sürekli Barış’ta Kant, içinde bir silahsızlanma teklifi de olmak üzere barışseverlikle, ahlâka yönelik saygıyla ve ‘aklın fışkırması’ olarak hakların uygulanmasıyla ilişkilendirdiği Avrupa düşüncesi üzerinden bir Evrenselcilik iddiasında bulunuyordu. 20 Bir Avrupa devletler konfederasyonu yaratılmasını talep eden Kant, bunu bir “dünya cumhuriyeti” için gerekli aşama olarak görüyordu. Bu iddia ve tartışma Kant için de yeni sayılmazdı. Rönesans’ta İspanyol hümanist Juan Luis Vives tarafından başlatılan bu tartışma, Hugo Grotius tarafından sürdürülmüş; On sekizinci yüzyılda ise William Penn (Present and Future Peace of Europe, 1693), Charles Irénée (Projet pour rendre la paix perpétuelle en Europe, Projet pour rendre la paix perpétuelle entre souverains chrétiens, 1713-1717) ve Jeremy Bentham’ın (Plan for an Universal and Perpetual Peace, 1786-9) katkılarıyla büyüyerek devam etti. 21 Bu açıdan, bir Avrupa birliği kurma fikrinin öncelikli olarak kıta içerisinde ‘barış’ı tesis etmek ve ardından bunu dünyanın geri kalanına ‘ihraç’ etmek amaçları güttüğünü söyleyebiliriz. Kant’ın iddialarından farklı sebeplerle bir Birleşik Avrupa Devletleri iddiası 1849 Paris Barış Kongresi’nde Victor Hugo ve Richard Cobden tarafından dillendirildi. Bu talebin altında devletleri birleştirmeye yönelik doğal bir istekten ziyade Avrupa’yı yeni küresel ortamın taleplerine cevap verecek şekilde uyarlama amacı vardı. Bu yüzden bu iddia, serbest mübadele ekonomistleri tarafından da büyük destek gördü. 22 Kendilerini ticarete açan pazarlardan “yeni savaş alanları” diye bahseden Hugo şöyle söylüyordu: “Bir gün gelecek, siz Fransa, siz Rusya, siz İngiltere ve siz Almanya, kıtanın tüm ulusları, kendinize has özelliklerinizi ya da bireysel görkemlerinizi yitirmeden, tek bir üstün kendilik halinde sıkıca bir araya geleceksiniz ve Brötanya, Burgonya ve Alsas’in artık Fransa ile kaynaşması gibi tamamıyla bir Avrupa kardeşliği kurmaya başlayacaksınız.” 23 Aslında benzer bir argüman, 1814 Viyana Kongresi’nde Saint-Simon tarafından da sunulmuştu. Bu açıdan Saint-Simon, Napolyon İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, ancak birlik sayesinde Avrupalı devletlerin küresel üstünlüklerini koruyabileceğini fark eden ilk kişilerdendi. Benzer iddialar Avrupalı Anarşistler’d en bile gelmiştir. 1863’te The Federative Principle’ı [Federatif İlke] yazan Joseph Proudhon da, ulusal bir kolektivite içinde


bireysel çıkarlara ve bir Avrupa kolektivitesi içerisinde ulusal çıkarlara saygı gösteren bir “konfederasyonlar konfederasyonu” kurulmasını öneriyordu. 24 Mikhail Bakunin de, Victor Hugo’nun canlandırdığı bir Avrupa Birleşik Devletleri yaratılması konusunda istekliydi. Onun da temel ilkesi özgür bireylerden oluşan bir federasyondu ve bu yapının mevcut hiyerarşik düzenin yerini alacağını umuyordu. 25 İ ki D ü n ya S a va şı ve S on ra sı Görüldüğü üzere, Aydınlanma’yla başlayan süreçte, özellikle On dokuzuncu yüzyıl’d a yoğunlaşmak üzere, Avrupa’nın birleşmesine, bir “cumhuriyet” ya da bir “konfederasyon” meydana getirmesine yönelik talepler sıkça dile getirilmiştir. Ancak süreç, Avrupalılar’ın pek de beklemediği bir yere, iki büyük dünya savaşına doğru ilerlemiştir. Her iki savaşın, özellikle de ikincisinin, Avrupalılar üzerindeki yıkıcı etkisi açıktır. İki dünya savaşı arasında, Richard Coudenhove’un 1923 tarihli Pan-Avrupa’sı ve Aristide Brand’ın Uluslar Birliği’ne sunduğu Birleşik Avrupa Devletleri gibi birçok girişim olsa da, II. Dünya Savaşı bu fikri bir kez daha yerle bir etmiştir. 26 Ulusal kimliklerin Avrupalı toplumlar üzerinde ne kadar etkili olduğu ve kıtayı nereye sürükleyebileceği II. Dünya Savaşı’nda açıkça görülmüştür. Avrupa Çelik Topluluğu, böyle bir ortamda, Avrupalı ulusların bir daha birbirleriyle savaşmaması için kurulmuştur. Ancak, süreç çok daha farklı bir yönde ilerlemiş ve Avrupalıların kolektif kimlikleri üzerinden dünya siyasetinde hak iddiasına doğru evrilmiştir.

Bu süreçte Avrupa, önceki çağlarda birçok kez dile getirdiği ‘birlik’ arzusunun ne kadar gerçekçi olduğuyla yüzleşmeye devam etmektedir. Maastricht Anlaşması’yla başlayan dönemde tartışmalar bir türlü dinmek bilmemiş, EuroZone kriziyle de eskisine göre daha şiddetli bir hal almıştır. Bugünün dünyasında Avrupa Birliği için kritik soru, ‘Avrupalı’ kimliğinin ulusal kimlikler karşısındaki konumu ve eğer bir çatışma varsa bundan galip çıkıp-çıkamayacağıdır. ABD örneğinde başarılı olmuş bu proje, Avrupa için birçok engelle karşı karşıya kalmıştır. Farklı bir kıtadan Amerika’ya göç etmiş birinden Amerikalı olmasını istemekle; yerleşik birinden yüzlerce yıllık ulusal kimlikleri ve sembolleri bir kenara bırakıp, Avrupalı olmasını istemek arasında fark olduğu açıktır. Milli bayraklar, marşlar ve kahramanlar gibi semboller; birlik sembolleri karşısında en büyük engellerdir. Görünüşe göre, Avrupa’yı bugüne kadar Avrupa yapan ‘ulus’ sistemi bugün birlik olmasının da önüne geçmektedir. Jean Monnet, Leonardo Da Vinci ve Erasmus gibi isimlerin, birliğin ortak kahraman figürleri olarak vurgulanmasının ne kadar başarılı olacağı henüz cevaplanmış bir soru değildir. Kim bilir belki de, modern uluslar arası sistemi dünyaya tanıtan bu kıta, ulus-devletler ve hatta devletler olmadan bir arada yaşamak için bir örgütlenme formülünü geliştirip, dünyaya sunarak bu sorunun üstesinden gelecektir.

Refera n sl a r 1. Pagden, A. (2010). Avrupa: Bir Kıtayı Kavramsallaştırma. Anthony Pagden (Ed.), Avrupa Fikri içinde (s.47-70). İstanbul: Ayrıntı. s.62 2. a.g.e. sf:23 3. gös.yer. 4. a.g.e. sf:24 5. a.g.e. sf:51 6. a.g.e. sf:57 7. a.g.e. sf:16 8. Pocock, J. G. A. (2010). Kendi Tarihleri İçinde Bazı Avrupalılar. Anthony Pagden (Ed.), Avrupa Fikri içinde (s.70-89). İstanbul: Ayrıntı. s.76 9. a.g.e. sf:78 10. Delanty, G. (1995) Inventing Europe: Idea, Identity, Reality. Londra: Macmillan. s.38 11. Sayers, J. (1994) Innocent III: Leader of Europe, 1198-1216. Londra ve New York: Longman. 12. Jordan, W. C. (2010). Ortaçağda “Avrupa”. Anthony Pagden (Ed.), Avrupa Fikri içinde (s.89-109). İstanbul: Ayrıntı. s.99 13. a.g.e. sf:102 14. a.g.e. sf.101-102 15. J. G. A. Pocock, a.g.e. sf:78 16. D’Appollonia, A. C. (2010). Avrupa Ulusalcılığı ve Avrupa Birliği. Anthony Pagden (Ed.), Avrupa Fikri içinde (s.195-215). İstanbul: Ayrıntı. s.198 17. gös.yer. 18. a.g.e. sf:199 19. gös.yer 20. gös.yer. 21. a.g.e. sf:200 22. gös.yer. 23. gös.yer. 24. a.g.e. sf:208 25. gös.yer. 26. Passerini, L. (2010). Kimlik İronilerinden İroni Kimliklerine. Anthony Pagden (Ed.), Avrupa Fikri içinde (s.215-234). İstanbul: Ayrıntı. s.216

27


28

Avrupa’d a ülkeleri tarafından azınlık olarak nitelendirilen binlerce Roman yaşıyor. Temmuz 2000’d e 39 ülkeden 300 delegenin katılımıyla Uluslararası Roman Birliği bir araya geldi. Çekoslavakya’nın ilk Roman partisinin kurucusu olan Emil Scuka, yüzyıllardır Avrupa’d a yaşayan Romanların Birleşmiş Milletler’d e temsil edilmesinin gerekliliğinden bahsetti. Romanlar, Avrupa’nın diğer ulus devletlerinin aksine sınırları belli bir toprak parçasına sahip değiller. Scuka’ya göre, bu durum uyruk ile vatandaşlığın kesişmek zorunda olmadığını gösteriyor ve Avrupa Birliği tarafından yapılan ulus devlet kimliği üzerinde Avrupalı kimliği vurgusuna ithafen soruyor “Eğer Avrupa Birliği’yle birlikte Avrupalı olmak bir ulusa ait olmaktan daha önemli hale geldiyse, Eğer Alman ya da Fransız olmanın yerini öncelikle Avrupalı-Alman ya da Avrupalı-Fransız olmak aldıysa, neden Avrupalı-Romanlar olamasın?”¹ Avrupa Birliği vatandaşı ve Avrupa kimliği kavramlarının resmi olarak ilk kez Avrupa Birliği’nin kurucu anlaşmalarından olan Maastricht Anlaşması’nda yer aldı.² Avrupa fikri, elbette 1992’d e imzalanan bu anlaşmadan çok daha öncesine dayanıyor; ancak öncelikle kimlik kavramını açıklamaya çalışmakta fayda var. Kimliğin sözlük anlamı, “bir kimsenin, bir grubun bireyselliğini, ayırt edici özelliğini oluşturan, onun başkalarından ayırt edilmesini ve kendini kendi olarak bilmesini sağlayan sürekli ve temel özelliği”.³ Aslında kimlik pek çok boyutu olan, karışık bir kavram;ancak anlamına baktığımızda hepsinin ortak işlevi, kimliğe sahip olanı, sahip olmayanı diğerlerinden ayırmak gibi görünüyor. Peki Avrupa için böyle bir ortak bir kimlikten bahsetmek mümkün mü? Avru pa l ı l a r ve D i ğerl eri Avrupa Birliği’nin kurulmasından yüzlerce yıl önce, ilk kez Romalılar Ve Yunanlılar uygarlıklarını onlara göre daha az gelişmiş, yani “barbar” topluluklardan ayırmak için kendilerini “medeni” olarak nitelendirdiler.⁴ Böylece, siyasi olarak bugünkü halinden çok uzak olan Avrupa kıtası, o dönemde herhangi bir Avrupa kimliğinin oluştuğunu söylemek imkansız da olsa, dünyanın geri kalanından ilk kez

kendisini ayırmış oldu. Roma’nın yıkılmasıyla beraber, Avrupa,Asya ve Afrika kıtalarının ayrımına yapılan vurgu, beraberinde Avrupa kıtasının Hristiyanlıkla özdeşleşmesini de getirdi. Hatta, Orta Çağ’d a Müslümanlarla girişilen mücadele, Avrupa’d an çok Hristiyanlık’a vurgu yapılmasına sebep oldu. 5 Rönesans ve Reform ile birlikte, Avrupa dini kimliğinden kurtulup, tekrar siyasi bir yapı halini almaya başladı. Coğrafi keşifler, ticaret ve kolonilerin yönetimi sayesinde Avrupalılar kendilerini Avrupalı olmayanlarla daha fazla karşılaştırma imkanı buldular. Hatta Avrupalı sözcüğü, sömürgecileri sömürge kurdukları topraklarda yaşayanlardan ayırmak amacıyla bile kullanıldı. 6 19. yüzyıl Avrupasında ise milliyetçi hareketler ve tüm Avrupa devletlerinin uyumlu bir şekilde bir arada varolabilmesi isteğiyle ortaya atılan Avrupa Birleşik Devletler(Amerika Birleşik Devletleri’nin eşi olarak) ile alternatif işbirliği formlarını birlikte görmek mümkündü. 7 20. yüzyılda iki dünya savaşına sahne olan Avrupa’d a, düşünürler bu duruma sebep olan şeyin devletler arasındaki derin farklılıklar ve insanların kendi ülkelerine olan aşırı bağlılığından kaynaklandığını fark ettiler. İnsanların ulus kimliklerinin üzerinde yer alacak ortak bir kimlik oluşturulması fikri de tam olarak bu dönemde ortaya çıktı. Öyle ki, bu ortak kimlik insanların ulus kimliğinin yerini almayacak ancak; özellikle örneğin Alman ya da Fransız hissetmek yerine, öncelikle Avrupalı hissetmelerini sağlayacaktı. 8 Bugün Avrupa Birliği’nin siyasi kurumlarının yapmaya çalıştığı şey tam olarak da bu. İlginç olan ise, Avrupa Birliği’nin Avrupa vatandaşları için ulus kimliğin üzerinde ortak bir kimlik inşa ederken, ulus devletlerin kullandığına benzer yöntemlere başvurması. Yani Avrupa Birliği, üstlerinde bir kimlik oluşturmaya çalıştığı ulus devletlerin başarısını kabul ve takdir ediyor. Örneğin, Avrupa Birliği’nin bir bayrağı, marşı ve para birimi var. Ayrıca spor müsabakaları, kültürel olaylar ve yarışmalar da bunlarla birlikte Avrupalıların günlük hayatının bir


parçası olabilecek, gurur duyacakları ve daha görünür bir Avrupalı kimliği oluşturmaya katkı sağlıyor. 9 Tüm bunlar insanın aklına şu soruyu getiriyor: Üstüne Avrupalı kimliğinin inşa edilebileceği bir temel gerçekten var mı, yoksa bu sadece Avrupa Birliği’nin icat ettiği bir kavram mı? Avru pa Kü l tü rü Ortak bir Avrupa kültüründen bahsedebilmemiz için, bu kültürün ortak değerleri olması gerekiyor.2000 yılında imzalanan Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı, “Avrupa halkları, aralarında süreklilik esasına dayanan en sıkı birliği oluşturarak, ortak değerlere dayanan barışçıl bir geleceği paylaşmaya kararlıdırlar.” cümlesiyle başlıyor.¹º Buradan Avrupa Birliği’nin de üye ülkelerinin ortak değerlere sahip olduklarını düşündüğünü görmek mümkün. Temel Haklar Şartı’nı okumaya devam edecek olursak, “Sahip bulunduğu manevi ve ahlaki mirasın bilincinde olarak, Birlik, insan saygınlığı, özgürlük, eşitlik ve dayanışmanın bölünmez ve evrensel değerleri ile demokrasi ve hukuk devleti ilkeleri üzerine kurulmuştur” ifadesini görüyoruz.¹¹ Peki Avrupa Birliği vatandaşları Avrupa Birliği tarafından sahip oldukları söylenen bu değerlere gerçekten sahip mi? Avrupa Değerler Atlası, kendini Avrupalı olarak gören insanların demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi değerlerini ölçüyor ve bunları harita haline getiriyor. Ülkeler, verilen cevapların ortalamasına göre bir renk alıyorlar ve her farklı cevap için farklı bir renk mevcut. Örneğin problemleri olsa da, demokrasinin diğer her türlü yönetim biçiminden daha iyi olduğu fikrine ülkelerin aynı oranda katılmadığını haritadaki farklı renklerden anlayabiliyoruz.¹² Ayrıca bu haritalar bize ortak Avrupa değerlerinin, globalleşen dünyanın

ortak değerlerinden çok da fazla ortak olmadığını gösteriyor. Günümüzde dünyanın her köşesinde aynı şarkıyı duymak ve CNN’i izleyen insanlar bulabilmek mümkün. Bu Avrupa ülkelerinin ayrı ayrı kültürlerinin ya da genel olarak Avrupa kültürünün olmadığı anlamına gelmiyor ama global dünyada bu kültürler diğerlerinden artık o kadar da farklı değiller.¹³ ‘Avru pa Bi rl i ği Va ta n d a şl a rı ’ ken d i l eri n i n e ka d a r Avru pa l ı h i ssed i yor? Mayıs 2012’d e Avrupa Birliği’nin kamuoyu araştırmalarından sorumlu Eurobarometer’ın 27 AB ülkesi, 6 aday ülke (Hırvatistan, Makedonya, Türkiye, İzlanda, Montenegro, Sırbistan) ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde yürütülen Avrupa vatandaşlığı anketine göre14: Avrupalıların %91’i ülkelerine bağlılık duymaktayken, %41’i Avrupa Birliği’ne bağlılık duyuyor. 15 Kendisini yalnızca ülkesinin vatandaşı olarak tanımlayan Avrupalıların oranı %38 iken, öncelikle ülkesinin ve daha sonra Avrupa Birliği’nin vatandaşı olarak görenler %49’luk kesimi oluşturuyor.Kendisini öncelikle Avrupalı olarak tanımlayan %6’yı, yalnızca Avrupalı olarak tanımlayan %3’lük bir azınlık takip ediyor. 16 Sonuç olarak, Avrupa Birliği resmi olarak ortak değerleri ve ortak bir Avrupalı kimlikleri olduğunu söylese bile, Avrupalı vatandaşlarına bunu kabul ettirebilmesi için oldukça uğraşması gerekecek gibi görünüyor. Ulus devletlerin ulus kimliği oluşturmada kullandığı yöntemlerin, ulusüstü bir kimlik oluşturmada ne kadar başarılı olacağını ise zaman gösterecek.

Refera n sl a r 1. Berezin, Mabel, and Martin Schain,Europe without Borders: Remapping Territory, Citizenship, and Identity in a Transnational Age,Baltimore: Johns Hopkins UP, 2003,S:1 2. Cederman, Lars-Erik,Constructing Europe's Identity: The External Dimension, Boulder, CO: L. Rienner, 2001,S:1 3. Büyük Larousse, İstanbul: Milliyet, 1992, cilt 13, s. 6780. 4. Gowland, D. A., Richard Dunphy, and Charlotte Lythe, The European Mosaic: Contemporary Politics, Economics, and Culture,Essex, England: Prentice Hall Financial Times, 2006, S:20 5. Eder, Klaus, and Willfried Spohn, Collective Memory and European Identity: The Effects of Integration and Enlargement, England: Ashgate Pub., 2005 S:4 6. Gowland, a.g.e., S:23 7. Gowland,a.g.e., S:24 8. Gowland, a.g.e,S:28 9. Cederman, a.g.e., S:37 10. Avrupa Birliği ile İlişkiler Genel Müdürlüğü,Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı(Kasım 2001),http://ekutup.dpt.gov.tr/ab/hukuk/temelhak.pdf (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2012) 11. Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı,a.g.e 12. "Percentage of people that agree or agree strongly that democracies aren’t good at maintaining order”, Atlas of European Values(2008),http:/ www.atlasofeuropean values.eu/new/europa.php?ids=232&year=2008(Erişim Tarihi:14 Aralık 2012) 13. Gowland,a.g.e., S.33 14. “European Citizenship”, Standard Eurobarometer 77(Bahar 2012), http://ec.europa.eu /public_opinion/archives/eb/eb77/eb77_citizen_en.pdf(Erişim Tarihi:14 Aralık 2012) 15. a.g.e. 16. a.g.e

29


30

Abdelmalek Sayad’ın bu sözleri genel olarak yapılan göçmen tanımlarının çok ötesindedir. Göçmenlik bağlamında bir tanım ortaya koymakla mevcut bir hali göstermek arasında çok ince bir çizgi vardır. Sosyolojik bir güç olan göç, toplumların ekonomik, sosyal ve kültürel açıdan dönüşüm yaşamalarını sağlarken diğer yandan toplum içinde kırılmalara da yol açar. 2 Özellikle Avrupa’d a aşırı sağın yükselişi ile birlikte toplumdaki kırılmalar ve göçmenlere karşı önyargılar daha fazla artmıştır. Oysaki hiç kimse doğup büyüdüğü ve kök saldığı topraklardan ayrılma kararını bir maceraya atılmak uğruna vermez. Kim bilir ülkesinde yaşamış olduğu nice sorun onun göç etmesine yol açmıştır. Zorla yerinden edilmiş, göç kararı bile almasına fırsat verilmemiş nice milyonlarca insanın hikâyesi ise konunun diğer bir boyutunu oluşturur. Göçmenler için en büyük çekim merkezlerinden birisi Avrupa Birliği ülkeleridir. Karmaşık yapısıyla artan uluslararası göçün AB ülkeleri üzerinde olumlu ve olumsuz birçok etkisi bulunmaktadır. Son yıllarda pek çok Avrupa Birliği ülkesi, göç sorununu bir güvenlik problemi olarak değerlendirmektedir. Avrupa’d a aşırı sağ partilerin yükselişi ile birlikte göç ve İslam karşıtı söylemlerin artması, göçmenlerin bir tehdit olarak algılanmasına yol açmıştır. Avrupa Birliği ülkeleri, göç sorunlarına karşı ortak politikalar hazırlamaktadır. Bu politikaların oluşum sürecini daha iyi anlamak için öncelikle Avrupa’d a göç hareketlerinin gelişiminden kısaca bahsedelim. Avru pa’d a G öç H a reketl eri n i n G el i şi m i Günümüzde her 35 kişiden birisi uluslararası göçmen statüsündedir. Avrupa Birliği ülkeleri, göçmenler için uzun yıllardan beri bir çekim merkezi olma özelliğini sürdürmektedir. II. Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa ülkelerinin ekonomisin hızla büyümesi sonrasında işçi gereksinimleri arttı. İspanya, İtalya, Türkiye, Portekiz, Yugoslavya ve Kuzey Afrika ülkelerinden çok sayıda

göçmen işçi getirildi. 3 Bu dönemdeki göçmen işçiler, misafir göçmen olarak da tanımlandı. Ancak, çok kısa süre geçmeden “misafir işçi” tanımının ne kadar yanlış olduğu görülecek ve sonrasında topluma onları nasıl entegre edebiliriz sorularına yerini bırakacaktı. 1973’d e başlayan ekonomik kriz sonrasında, Batı Avrupa ülkeleri göçmen sayısında kısıtlamalara giderek, senelik kotalar koyarak ve bulunan göçmenlerin geri dönmelerini sağlayacak teşvik edici hükümet programları hazırlayarak göç hareketlerini azaltmaya çalıştı. Ancak bu yöndeki politikalar çok da başarılı olmadı. Daha sonraki yıllarda, gelişen teknoloji ile birlikte gelişmiş ülkelerin düşük nitelikli işgücüne olan ihtiyaçların azalması vasıfsız işçilerin göç etmelerine yönelik engellerin artmasına neden oldu. Diğer yandan ise yüksek nitelikli insan gücünü kendi ülkelerine çekebilmek için ikamet ve istihdamda kolaylık sağlayıcı düzenlemeler yaptılar. İngiltere, yüksek nitelikli kişilerin ülkeye gelmeleri ve iş aramaları için yeni tip vize uygulamasına yönelirken, Almanya 2000 yılından itibaren “ Yeşil Kart” uygulamasına başladı. 4 AVRU PA Bİ RLİ Ğ İ ’ N İ N G Ö Ç PO Lİ Tİ KALARI Avrupa Birliği’nin, tek bir pazar içinde ortak paraya geçme, ortak merkez bankası oluşturma ve mali politikalar uygulama gibi ekonomik entegrasyon sürecinin yanında ortak siyasi derinleşmeyi de bu sürece dahil etmesi gerekmektedir. Güvenlik politikalarından kaynaklanan ortak iç ve dış politikaların oluşturularak, bunların AB üyesi olmayan ülkelere karşı ortak uygulanma ihtiyacı vardı. Bu bağlamda, yasal ve yasal olmayan göçü kontrol edebilmek için Avrupa ülkeleri çeşitli düzenlemeler yaptılar. 5 Özellikle 1986 Avrupa Tek Senedi ile Avrupa Birliği ortak bir göç politikası oluşturma yönünde adımlar attı. Göç kontrolüne ilişkin üye ülkeler arasında işbirliği oluşturulması öngörüldü ve sığınma başvurularına ilişkin uygulanacak yöntemler belirlendi. Maastricht Antlaşması ile vize, sığınma ve göç gibi


konular ortak çıkarlar olarak sayıldı ve Adalet ve İçişleri sütununa bağlanarak hükümetler arası bir perspektifle ele alınmasına karar verildi.1999’d a yürürlüğe giren Am sterd a m An tl a şm a sı ile Adalet ve İçişleri sütununda büyük gelişmeler yaşandı. G öç kon u su a rtı k u l u s ötesi bi r pol i ti ka ol a ra k d eğerl en d i ri l d i . “Amsterdam Antlaşması hükümlerini uygulamak için hazırlanan 1999-2005 Tampere Programı ile üye devletlerde yasal çerçevenin ortak asgari standartlarda uyumlaştırılması hedeflendi.” 6 Bu bağlamda 2004’teki Hague Programı ve 20052006’d aki Avrupa Komisyonu tarafından kabul edilen Göçe Evrensel Yaklaşım önemli bir yere sahiptir. Bu ya kl a şı m ü ye ü l kel eri n gel en ekl eri n e ve fa kl ı ya sa l si stem l eri n e sa ygı göstererek, bel l i bi r d a ya n ı şm a yl a ora n tı l ı ol a ra k gen el pren si pl eri bel i rl em eye yön el i kti r. Aynı zamanda insan haklarına, göçmenlerin temel özgürlüklerine ve Cenevre Antlaşması’na dayalıdır. 7 H a gu e Progra m ı Göçü idare edebilmek üçüncü dünya ülkeleri ile yakın bir işbirliğini gerektiriyordu. İlk etapta uygulama merkezi “Afrika” olarak belirlendi. Konuyla ilgili ilk gelişme 22-23 Kasım 2006’d a Batı Afrika yönündeki göç akışına çözüm bulmak için Tripoli’d e düzenlenen konferanstı. Avrupa Birliği, göç politikasının dış boyutu güçlendirmek için “Avrupa Birliği ve üçüncü dünya ülkeleri arasındaki hareket ortaklığı ve dairesel göç” başlığını taşıyan tebliği sundu. 8 Lizbon Stratejileri doğrultusunda Hague Programı, yasal göçün AB’nin ekonomik gelişiminde ve bağımsızlığında destekleyici önemini fark ederek, “Yasal Göç Üzerine Plan Politikaları” geliştirdi. Ayrıca, 2005-2010 dönemini kapsayan Lahey Programında ise mali kaynaklar sorunu değerlendirildi. Mali kaynaklar sorununu çözmek için Dış Sınırlar Fonu, Avrupa Entegrasyon Fonu ve Geri Dönüş Fonu oluşturuldu. 9 Hague programı dış sınırlar için uyum yönetme sisteminin kurulmasının gerekliliğini vurguladı ve dış sınırların denetlenmesine ve kontrollerin kuvvetlendirilmesine önem verdi. Bu bağlamda FRONTEX kuruldu. Avrupa Birliği’ne üye olmayan komşu ülkelerle güvenliğin sağlanması ve ulusal sınır muhafızları ile işbirliği yapma amacını taşıyordu. Ayrıca, Hague Programı CEAS’ın (Ortak Avrupa Sığınma Sistemi) oluşum sürecine katkı sağladı. 10 Avru pa Bi rl i ği ’n i n orta k bi r göç pol i ti ka sı ol u ştu rm a yön ü n d e a ttı ğı a d ı m l a r çok ön em l i yd i , a n ca k U l u sl a ra ra sı Af Ö rgü tü ’n ü n ra poru n u i n cel ed i ği m i z za m a n AB ü l kel eri n i n göçm en pol i ti ka l a rı n d a fa rkl ı tu tu m l a r sergi l ed i kl eri n i görü rü z ve ki m i d u ru m l a rd a i se i n sa n h a kl a rı n ı i h l a l etti ği gerçeği yl e ka rşı ka rşı ya

ka l ı rı z. AB’ N İ N G Ö ÇM EN PO Lİ Tİ KALARI N A YÖ N ELİ K E L E ŞT İ Rİ L E R Avrupa Birliği, üye ülke vatandaşlarının hareketliliğini kolaylaştırıcı uygulamalara giderken, üçüncü ülke vatandaşlarıyla ilgili ise sürekli kısıtlayıcı düzenlemelere gittiği konusunda eleştirildi. Avrupa Birliği’nin bu yaklaşımı bize Duc de Sully’nin Anılar isimli eserinde(1638) Avrupa’d a barışı ve düzeni sağlamak için Dante’nin evrensel monarşi arayışını temel almasını hatırlatıyor. Bu bakımdan AB, “Ortak Avrupa” yaratma düzleminde bu düşüncenin alt yapısını gerçekleştirmeyi hedefleyen bir fırsat olarak görülmektedir. 11 Tu n u s ve Li bya’d a ya şa n a n si ya si geri l i m l er son u cu n d a Avru pa’ya göç etm ek i steyen l ere ka rşı ya pı l a n l a r, AB’n i n ü çü n cü ü l ke va ta n d a şl a rı n a ka rşı kı sı tl a m a l a ra gi tm esi n i n en ça rpı cı örn ekl eri n d en bi ri si d i r. Her yıl binlerce insan Kuzey ve Batı Afrika’d an Avrupa’ya ulaşmak için hayatlarını riske atıyor. Bazıları çatışmalardan kaçarken, bazıları da yoksulluktan kurtulma ve daha iyi bir gelecek adına eski teknelerle yola çıkıyorlar. Birçoğu asla Avrupa’ya ulaşamıyor; susuzluk yüzünden denizde hayatlarını kaybediyorlar, boğuluyorlar ya da devriye gemileri tarafından yakalanıp, yolculuğa başladıkları ülkeye geri gönderiliyorlar. S on on yı l i çi n d e, Avru pa ü l kel eri , Avru pa’d a n gel en göçm en l eri engel l em ek i çi n sı n ı r ve göçm en kon trol ü n d eki ögel eri d ı şsa l l a ştı rd ı l a r. Avrupa dışsallaştırma önlemleri Afrika ülkeleri ile yapılan ikili antlaşmalara dayalıdır. Ayrıca, Avrupa Birliği, göç kontrolü konusunda Kuzey ve Batı Afrika ülkeleri ile doğrudan çalışma yürütmektedir. Uluslararası Af Örgütü, İtalya ve Libya arasında yaşananları Avrupa dışsallaştırma politikasının insan hakları üzerindeki etkilerini açıklayan bir rapor yayınladı. 12 İ ta l ya -Li bya Ara sı n d a ki An tl a şm a l a r Uluslararası Af Örgütü’nün yaptığı araştırmalar, Libya’d a hem devrik lider Kaddafi döneminde hem de Kaddafi’yi deviren iç karışıklıklar ve sonrasında mülteci, sığınmacı ve düzensiz göçmenlere karşı insan hakları ihlalinin gerçekleştirildiğini ortaya koydu. Libya’d a mülteci ve sığınmacılara karşı yapılan kötü muamele hakkında birçok kanıt olmasına rağmen, İtalya, Libya ile çeşitli antlaşmalar imzaladı. Bu bağlamda İtalya’nın görmezden geldiği ya da örtülü olarak desteklediği insan hakları ihlalleri ve İtalya’nın kendi sınırları dışında işlediği ihlaller üzerinde durulmalıdır. 13 Ayrıca Uluslararası Af Örgütü raporunda İtalya’yı mülteci, sığınmacı ve göçmenlerin acılarını görmezden gelmekle ve ulusal politik çıkarları

31


32

için insan haklarını ihlal etmekle suçlamıştır. Diğer Avrupa ülkeleri ile Kuzey ve Batı Afrika ülkeleri arasında imzalanan antlaşmalar ve AB ile FRONTEX’in de dahil olduğu antlaşmaların insan haklarına olan etkileri bağlamında değerlendirilmesi istenmiştir. Ancak, göç kontrolüne dönük yapılan antlaşmaların şeffaf olmaması derinlemesine araştırma yapılmasını engellemiştir. 14

etkili politikalar geliştirmesi ve Avrupa Birliği’ne üye ülkeler arasındaki göçmenlere yönelik farklı uygulamaları önlemesi gerekmektedir. Sarkozy’d en sonra, Fransa cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan sosyalist lider François Hollande her ne kadar sol bir siyasetin temsilcisi olsa da göçmenler ve Müslümanlar söz konusu olduğunda sağ siyasetçilerden farklı bir söylem üretememiştir.

Uluslararası Af Örgütü Avrupa Enstitüleri Ofisi Direktörü Nicolas Berger, Tunus, Libya ve Mısır’d an siyasi karışıklıklar sonucu kaçan insanların denizlerde ölmemeleri için Avrupa Birliği’nin yeterli önlem almadığını savundu. Bu ülkelerin NATO ve FRONTEX’in kaynaklarının kullanıma dahi sahiplerken Avrupa’nın etkisizliğini, ekonomik ve politik çıkarlarını göçmen haklarına tercih etmelerine bağladı. 15

Aşırı sağ partiler, göçmenlerin topluma entegre olamamalarının sorumluluğunu yine göçmenlerde aramışlardır. Göçmenler Avrupa nüfusu içinde “ ötekileştirilme” problemiyle karşı karşıya kalmaktadır. Almanya ve Fransa göçmenleri bazı teşviklerle ülkelerine geri göndermeye çalışmaktadır. Ayrıca aile birleşmesi yoluyla Almanya ve Fransa’d a yerleşme hakkı kazanmak için öngörülen prosedürler zorlaştırılmaktadır. 18

O ysa ki son d ön em d e ya şa n a n göç probl em l eri n e ka rşı bi r “ Bi rl i k” gi bi d a vra n ı p bu yü kü m l ü l ü ğü orta kl a şa pa yl a şm a l a rı veya ü ye ü l kel eri n bi reysel göç pol i ti ka l a rı n ı n u ygu l a n m a sı soru n u n u ta rtı şm a l a rı gerekm ekteyd i . AB göçm en l eri n h a ya tı n ı ku rta rm a k i çi n h a rca m a sı gereken m i l yon l a rca Eu ro’yu göçm en l eri engel l em ek i çi n ku l l a n m a m a l ı yd ı . Avrupa Birliği’nin göçmen politikalarında sorgulanması gereken bir diğer unsur: “Avrupa Birliği çok kültürlülük içindeki birlik hayaline ulaşabilecek mi? “ sorusudur. Avrupa’da son yıllarda bir taraftan aşırı sağ retoriği ve milliyetçilik siyasetin geneline yayılırken diğer yandan liderler ucuz popülizmin arkasından koşarak ırkçı, göçmen ve İslam karşıtı politikalar izlemeye devam etmektedirler. Aşırı sağ partileri, göçmenleri toplumda artan suç oranlarına ve işsizliğe neden olarak görmektedirler. Örneğin, Jan-Marie Le Pen, Fransa’daki 1984 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde “ İki milyon göçmen, iki milyon Fransızın işsiz kalması demektir.” söylemini kullanmıştır. Aynı seçimde Almanya’da Cumhuriyetçiler “ İşsizliği kaldır: Göçü durdur.” sloganıyla hareket etmiştir.16 Daha yakın bir tarihten örnek vermek gerekirse, Nicolas Sarkozy göçmenleri bir günah keçisi olarak göstermiştir. Ayrıca suçun ana kaynağı olarak gördüğü Roman kamplarını kapatma kararı suç-göç ilişkisi tartışmalarına zemin hazırlamıştır.17 Nicolas Sarkozy, Romanlara yönelik toplu sınır dışı uygulamalarının AB mevzuatına uygun olduğunu öne sürmüştü. Muhalefetteki Sosyalist Parti ve CGT hükümetin uygulamalarını protesto etmesine rağmen, Fransız halkının %65’i hükümetin göçmen karşıtı politikalarına destek vermeye devam etmişti. “Fransa’yı göçmenlerden arındıracağım. “ sözleri ile göreve başlayan Sarkozy’nin göçmenlere yönelik politikaları Avrupa Birliği’nin göç politikası ile çelişmektedir. Bu yüzden Avrupa Birliği’nin göçmen sorunları üzerine daha

Öyle görünüyor ki Avrupa Birliği ülkelerinin “Çeşitlilik İçindeki Birlik” hayalini gerçekleştirmesi için epey bir yol alması gerekiyor. Almanya başbakanı Angela Merkel:” Çok kültürlülük tamamen başarısız oldu. Almanya kapılarını göç dalgasına açmadan önce, entegre olmayanlara karşı daha sert bir tutum izlemelidir.” dedi. Angela Merkel’in bu söylemleri Avrupa’d a yaşanan durumu özetler niteliktedir. 19 Sonuç olarak, ekonomik krize rağmen, Avrupa yoksulluk, şiddet ve zulümden kaçmaya çalışan kişiler için varış noktası olmaya devam ediyor. Bu bağlamda Avrupa ülkeleri ve AB, göç kontrol antlaşmalarının uluslararası prosedürlere ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun bir biçimde gerçekleşmesini sağlamalıdır ve göçmenlerin yakalanma ve kurtarılma operasyonlarında göçmenlerin güvenliğine önem vermelidir. Avrupa Birliği ülkeleri ortak göç politikasını daha etkili bir şekilde uygulamalıdır. Avrupa’nın “ Çeşitlilik İçinde Birlik” hayali göçmenleri kucaklamalarını ve topluma uyum sürecine katkıda bulunmalarını gerektirir. Hiç kimse unutmamalıdır ki böyle bir hayat tarzını kimse isteyerek seçmez, mevcut sistem onları göç etme kararı almaya zorlar. Güçlü devletler göçmen problemini görmezden gelerek ya da onları bir tehdit unsuru olarak görerek hiçbir yere varamazlar. Unutulmamalıdır ki, ekonomik açıdan güçsüz olan, iç çatışmaların veya savaşların yaşandığı küçük devletler değil dünya siyasetinin belirleyicisi olan aktörler mevcut sistemi şekillendirir. O zaman hem Avrupa Birliği hem ABD, Çin ve Rusya gibi güçlü devletler göçmenlere karşı daha etkili bir politika geliştirerek göçmenlerin yaşam standardlarını yükseltmelidirler ve toplumdaki yabancı karşıtlığını ve ırkçılığı en aza indirerek göçmenlerin topluma katılma sürecine yardımcı olmalıdırlar. Sözlerime göçmenlerin nasıl bir ortamda yaşadıklarını ve ne tür sorunlarla karşılaştıklarını vurgulamak için bir şiir ile devam etmek istiyorum.


İ si m si z Ki m l i kl er Şehrin çok uzağında, Roman kamplarında yaşayan bir göçmenim. Kimi ırkçılara göre ben bir suçluyum onların ekmeğini elinden alan. Kimi ırkçılara göre ben bir hırsızım onların homojen kimliklerini çalan. Ama ben bu önyargıların hepsini reddediyorum. Evet, ben bir Çingeneyim, ama aynı zamanda Fransızım ve Avrupalıyım. Tüm kimlikleri üzerimde taşıyan bir dünya vatandaşıyım. “Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerinin” sizler gibi yalancı savunucusu değilim. Onları tüm kalbimle destekleyen bir göçmenim. Yolda yürürken yüzümü, kıyafetimi ve konuşmamı inceleyen bakışlarınızı hissettim. İçinizden neden hala sizin gibi görünmediğimi, neden sizin kadar akıcı konuşamadığımı sorguladınız Bunun nedeni de yine biz göçmenlerdik değil mi? Merak ediyorum bizleri merkezin dışına ittiğiniz kampları kaçınız gördünüz? Kaçımız iyi bir eğitim aldık ya da kaçımız iyi koşullarda çalışıyoruz? Yeri geldi ucuz iş gücü olduk, sizin tenezzül bile etmediğiniz işleri yaptık. Ekonomik kriz olduğunda, sizin işlerinizi elinden alan günah keçisi olarak gösterildik Sizlerden en azından birkaç dakika bile olsa kendinize sormanızı istediğim şeyler var. Beni dışlamak yerine hiç bana sordunuz mu neden göç etmek zorunda kaldığımı? Siz bilir misiniz kendi vatanından ayrılmanın ne kadar zor olduğunu? Siz bilir misiniz sevdiklerini, aileni, kültürünü uzakta bırakmanın ne kadar zor olduğunu? Umarım benim gibi başka bir ülkeye göç etmek zorunda kalmadan anlarsınız beni. Yaratmak istediğim ütopik bir dünyam var, gelin sizlerle de paylaşayım. Öyle bir dünya ki, ülkeler arasında sınırların olmadığı, Öyle bir toplum ki, faklılıkları bir tehdit olarak değil, bir zenginlik olarak gören, Öyle bir birey ki, hoşgörülü, beni yargılamadan önce beni anlamaya çalışan, benimle konuşan, Öyle bir ben ki, gerçekleşmesi zor bile olsa amaçlarımdan, hayallerimden asla vazgeçmeyecek olan bir ben.

Refera n sl a r 1. M. İnanç Özekmekçi, Tehdit Sınırını Geçemeyen Göçmen,Hayat Sağlık Dergisi, Sayı:2, 8 Kasım 2010, http://www.amnesty.org.tr/ai/system/files/M.Inanc_Ozekmekci.pdf (Erişim Tarihi:9 Aralık 2012) 2. a.g.e, s.44 3. Ayhan Gençler, Avrupa Birliği’nin Göç Politikası, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Prof.Dr. Turan Yazgan’a Armağan Özel Sayısı,Sayı49,2004,s.175 4. a.g.e, s.181-182 5. a.g.e, s.186 6. Pelin Bingöl,AB Göç Politikasında Güncel Gelişmeler, 2011, http://www.ekonomistler.org.tr/?p=387 (Erişim Tarihi: 11 Aralık 2012) 7. 7 Autonomous Learning For Immıgrants, AB Göç Politikaları: Kapsamlı Avrupa Göç Politikası,2006, http://www.firststepsproject.eu/web/content.asp?lng=tr&parent=POLICY&section=Comprehensive (Erişim Tarihi:10 Aralık 2012) 8. 8 a.g.e 9. 9 Pelin Bingöl, a.g.e 10. 10 Autonomous Learning For Immıgrants, a.g.e 11. 11 Ayhan Gençler, a.g.e, s.183-184 12. 12 Uluslar Arası Af Örgütü, S.O.S Avrupa İnsan Hakları ve Göç Kontrolü, Haziran 2012, s.3-4, https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:fVzVsribzN4J:www.amnesty.org.tr/ai/system/files/SOS%2520Avrupa.pdf+amnesty+avrupa+d a+g%C3%B6%C3%A7men+sorunu&hl=tr&gl=tr&pid=bl&srcid=ADGEESiJ_XXDuAZG4TtuRjcBWPPZvpj_T0Wmk1nSCMnHf0nGDy5qOPbfloj7yuxVHy5B-8RaW5iHMFC2J0UGfnmvUNklY5MUmAD0FeY75x9aXjm1LQv4NXNJWSrUWBycIwhNEnAnjZ&sig=AHIEtbSUGM6P3rVriW1Cs-loLP5WeABQ-A (Erişim Tarihi:14 Aralık 2012) 13. 13 a.g.e, s.5-7 14. 14 a.g.e, s.9-17 15. 15 Nicolas Berger,” Avrupa mülteciler ve göçmenlere taahhüdünü yeniden tasdik etmeli.”,23 Haziran 2011, http://www.amnesty.org.tr/ai/node/1728 (Erişim Tarihi: 13 Aralık 2012) 16. 16 Sezgin Mercan, Avrupa’d a Aşırı Sağın Yükselişini Anlamak, 24 Ocak 2012, http://www.21yyte.org/tr/yazi6465Avrupada_Asiri_Sagin_Yukselisini_Anlamak.html (Erişim Tarihi:9 Aralık 2012) 17. 17 Fatma Yılmaz Elmas ve Mustafa Kutlay, Avrupa’yı Bekleyen Tehlike: Aşırı Sağın Yükselişi, Temmuz 2011, s.9 http://www.usak.org.tr//dosyalar/rapor/tqG71B6oQlrPg4CBoIK4BxjEdNrNu5.pdf (Erişim Tarihi:14 Aralık 2012) 18. 18 Aslıhan P. Turan, Avrupa’d a Göçmenler, 26 Şubat 2010, 19. Sezgin Mercan, a.g.e

33


34

Son dönemlerde Avrupa’d a yaşanan gelişmeler Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini de yakından ilgilendiren türden. Yıllar boyu AB üyesi bir ülke olmaya çabalayan Türkiye için AB artık eski önemini yitirmiş bulunmakta. Hâlbuki Türkiye’nin Avrupa Ekonomi Topluluğu’na dâhil olma sevdası, 1959 yılında yapılan bir ortaklık başvurusuna dayanıyor. 1 Neredeyse 50 yılı aşkın bir dâhil olma süreci. O tarihten bu yana nice protokoller imzalanmış, AB kriterlerine uygun bir yapı haline gelebilmek için nice adımlar atılmış ve bu ilerlemeyi kanıtlayabilmek için de nice raporlar sunulmuş. Sarkozy’nin açık retleri, hakeza Ermeni Yasa Tasarısı bile Türkiye’nin bu misyonunun önüne geçememiştir. Ancak; şu an için bu amaç eski önemini taşımıyor diyebiliriz2 . Bunun en açık nedeni elbette Avrupa’nın yaşadığı kriz. Ardı ardına iflasını açılayan AB üyesi ülkeler, Euro’nun Dolar karşısında değerini kaybetmesi ve bundan kaynaklanan güvensizlik, AB’nin Türkiye’nin gözünde cazibesini yitirmesine neden olan başlıca sorunlar diyebiliriz. Ayrıca kriz döneminde Türkiye ve AB’nin ekonomik durumunu inceleyecek olursak Türkiye’nin büyüme hızının AB’ye oranla daha büyük olduğunu da görebiliriz. Buna ek olarak da Avrupa Komisyonu Başkan Yardımcısı ve Sanayi ve Girişimcilikten Sorumlu Üyesi Antonio Tajani Avrupa’nın Türkiye’nin açıkladığı büyüme rakamlarını kıskandığını vurguluyor. 3 Herkesin gözünde kredibilitesini yitiren Avrupa, Türkiye’nin rafa kalkmış eski bir meselesi gibi duruyor artık. Avrupa, bu mevcut durumundan sıyrılamadıkça da tekrar Türkiye’nin ajandasına girecek gibi görünmüyor. Peki, Avrupa nasıl bu hale geldi? Pek çok ekonomistin de vurguladığı gibi Türkiye 2008 krizini atlatıp kısa sürede eski ekonomik büyümesini yakalamışken AB için bu krizin nihai durumu şimdi bile meçhul. Bu yazıda incelenecek olan mesele de tam olarak bu diyebiliriz. Bir çıkarıma varabilmek için de öncelikle AB’yi kuruluşundan itibaren incelemek gerektiği kanısındayım. Çünkü AB’nin krizi, ülkelerin ekonomik yapılarına ek olarak biraz da kendi yapısal sorunlarından kaynaklanmakta. Bu çıkarım AB’nin

yapısının az da gerektirmektedir.

olsa

gözden

geçirilmesini

Avru pa’n ı n Ta ri h sel O l u şu m u II. Dünya Savaşı herkes için yıkıcı ve acılı bir tarihsel olaydı elbette. Fakat bu acıdan en derin yarayı Avrupa almıştı. Savaştan sonra toparlanmak ve bu acıların tekrarlanmasını önlemek için yeni bir yapılanmaya ihtiyaç vardı. Ayrıca, ABD’nin domine ettiği dünya ekonomisinde yer bulabilmek ve sağlam bir duruş sergileyebilmek için Avrupa’nın tek bir güç olması kaçınılmazdı. 4 İşte AB’nin temelleri bu ihtiyaç üzerine inşa edildi. Bir birlik kurma adına Avrupa ilk adımı 1949 yılında Avrupa Konseyi’ni oluşturarak atmış oldu. Daha sonraki yıllarda ise birliğin kurucu üyeleri olarak adlandırılan Almanya, Fransa, Belçika, İtalya, Lüksemburg ve Hollanda bir kartel anlaşması olan ‘Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’ nu (AKÇT) kurarak birliği bir adım daha ileriye taşıdılar. Böylece demir ve çelik kaynakları ‘ulus üstü’ bir topluluğa devredilerek Avrupa parçalanmışlıktan kurtulup birlik haline geldi. 5 Bu oluşum hem Avrupa ulusları arasında güvenliği sağladı hem de ekonomik büyüme adına sağlam bir basamak oldu. 1950li yıllardaki soğuk savaş ve birliğin ekonomik başarısı diğer alanlarda da bütünleşme fikrini gündeme getirdi. Bu eksende daha kapsamlı bir birlik için kollar sıvandı ve optimum bütünleşme adına adımlar atılmaya başlandı. Bu niyetlere binaen Roma Anlaşması imzalanmış ‘Avrupa Ekonomik Topluluğu’ (AET) ile ‘Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’ (EURATOM) kuruldu. Daha sonrasında ise AKÇT, AET ve EURATOM Füzyon Anlaşması ile ‘Avrupa Topluluğu’ adı altında birleştirildi. 6 Tam bir ekonomik bütünleşme adına atılan en büyük adım ise tek para birimine geçiştir. Euro’nun üye devletlerce kabulü ‘Ortak Pazar’ fikrini hayata geçirme olanağı sundu. Tüm bu tarihsel gelişmelerle Avrupa parasal birlik haline dönüştürülüp, bir Euro bölgesi


inşa edildi. Artık dünya ekonomisinde sözü geçer bir yapı vardır: Avrupa Birliği. 2 0 0 8 Kü resel Kri zi ve AB’ye Etki si Avrupa 21. yüzyıla ekonomik yönden bir dönüşüm geçirerek ve hatırı sayılır başarılarıyla girmiştir. 7 Ancak 2008’d e ABD’d e başlayan ve kısa zamanda tüm dünyayı sarmalayan küresel krizin doğal olarak AB’yi de es geçmediğini söyleyebiliriz. Bu kriz bir süre sonra dönüşüm geçirerek AB’yi de derin bir çıkmaza sokmuştur. AB her ne kadar eşsiz bir birleşme örneği gösterse de küresel krizin etkilerinden kurtulmakta aynı başarıyı gösterememiştir ne yazık ki. Bu krizin ilk sinyallerini ise birliğin en zayıf üyesi ve küçük bir ekonomi olan Yunanistan verdi doğal olarak. Yunanistan’d aki krizin büyümesinde Yunanistan hükümetinin siyasi iktidarsızlıklarının yattığı pek çok analist tarafından dile getirilmiştir. Bu ülke Euro bölgesine dâhil olabilmek için Maastrich kriterlerine uygun makroekonomik değerler açıklamıştır; ancak yeni hükümetin görevi devralmasıyla bu değerlerin gerçeklikten çok uzakta olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü yeni hükümet bütçe açığının milli gelire oranını bir önceki hükümetin bildirdiği orandan iki kat fazla açıklamıştı. Diğer bir önemli bulgu ise yunan kamu borcunun milli gelire oranının %125 olmasıydı. 8 Yeni veriler bir anda tüm piyasaları altüst etti. Euro bölgesi güvenilirliğini yitirdi. Tüm bu olanlar Euro’nun Dolar karşısında önemli ölçüde değer kaybetmesine yol açtı. 9 Böylelikle 2008’d eki küresel kriz Avrupa’d a form değiştirerek Euro krizine yol açtı ve bir domino etkisi yatarak İtalya, ispanya ve Portekiz’i de bu krizin içine çekti. Ek olarak uzun zamandır bu krizle boğuşan Kıbrıs Rum Kesimi de mali yönden batmış olmasına rağmen payına düşeni aldı ve kredi notu da değersize düşürüldü. Geçtiğimiz günlerde de iflasını açıklamak zorunda kaldı. 10 AB’d e Kri z Yön eti m i ve Kri zi n Ası l N ed en i Kıbrıs Rum Kesimi’nin kurtarma paketine başvuran 5. Ülke olmasıyla birlikte zaten süregelen Euro krizinin asıl nedeninin AB’nin dönüşümünü tamamlayamamış birleşmesi olup olmadığı gündeme oturdu. Zira AB bu krizi yönetmekte bile yanlış bir yol seçmişti. Krizle baş etmede ülkeler birbirlerini suçlama yarışına girmiş, batık ya da çevre ülkeler ve merkez ülkeler arasında kutuplaşmalar hızla artmıştı. Özellikle Yunanistan’ın ve finansal buhranı atlatamayan diğer

ülkeler Euro krizine ön ayak olan tavırları ve sorumsuz mali politikaları nedeniyle üye ülkeler tarafından sertçe eleştirildi. Çevre ülkeler ise buna bir tepki olarak birlik ruhunun ve dayanışma ilkesinin pratiğe dökülememesinden yakındılar. 11 Asıl neden ekonomik ve parasal birlik koşulları gereğince, parasal ve döviz kuru alanında egemenliğin tamamen Avrupa Merkez Bankası’na devredildiği bir yapılanmada, ekonomik/mali politikalarda gerekli koordinasyonun yasal ve kurumsal altyapısının sağlam olmayışıdır. 12 Eğer bir parasal birlik söz konusuysa Optimum Para Alanı (OPA) teorisine göre AB modelinin sürdürülebilirliği için başta para ve maliye politikalarının uyumu ve finansal bütünleşme şarttır. Çünkü tek bir merkez bankası tek para birliğinin başarısını önemli ölçüde sağlasa da faaliyetleri tüm üye ülkelerin ödeme dengesizliklerine yardımcı olmakta güçsüz düşebilir. 13 Haber, Ingram ve Tower ve Willet’in de daha önceden çalışmalarında belirttiği gibi OPA için gerekli olan koşul ülkelerin ekonomik özelliklerinin benzeşmesi değil, siyasal bütünleşmenin sağlanmasıdır. 14 AB’nin Euro bölgesindeki krizi de işte bu parçalanmışlıktan kaynaklanmaktadır. AB modelinde de her ekonomik sistemde olduğu gibi iç ve dış istikrar sistemin devamı için büyük önem taşır. Döviz kuru değişimi ile dış denge ulus üstü bir yapılanma olan Avrupa Merkez Bankası tarafından sağlansa da fiyat dengeleriyle ve maliye politikalarına ilişkin pek çok alanda karar verme yetisi üyelere bırakılmıştır. Örneğin; Yunanistan ve ispanya gibi ülkeler tek bir para politikasına tabi tutulsa da dış ticaret gibi mali politikalarda merkez ülkelerden farklı bir yol izlemiştir. 15 Böyle bir durumda da AB üyesi ülkeler arasında borç yönetiminde bir koordinasyondan söz etmek anlamsız kalır. Yunanistan ise bunun apaçık bir örneğidir. AB gelişimine tekrar dönecek olursak bu tür olumsuzlukları önlemek niyetiyle bazı girişimlerde bulunduklarını göz ardı etmemek gerekir. 1 Ocak 1999 yılında imzalanan İstikrar ve Büyüme Paktı ile maliye politikalarında bir birlik sağlanmak amaçlanmıştır. Ancak; ekonomik büyümeyi engellediği ve Almanya ve Fransa’nın paktın kurallarını ihlal etmesiyle bir fiyasko halini almıştır.

35


Son u ç Sonuç olarak; AB’nin OPA (Optimum Para Alanı) olabilmesi için ve modeli tamamlamak adına siyasal bütünleşmeyi sağlaması gerekmektedir. Çünkü Optimum Para Alanı Teorisi kitabının yazarı ve Nobel ödüllü ekonomist Mundell’e göre de finansal birleşme ve istikrar OPA’nın eksik kalabilecek en önemli unsurudur. Bu siyasal bütünleşme için de ulus üstü bir kurumsallaşmaya gidilmesi şarttır. Ancak bu şekilde para politikasıyla uyumlu bir maliye politikası geliştirilebilir. 16

AB için 1950’lerde başlayan bütünleşme çabaları siyasal birliğe gelindiğinde kırılmalar yaşamıştır. İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin kriz dönemindeki kritik tutumları, üyeler arasındaki egemenlik kaygısı ve maliye politikalarında ortaklığı reddetme gibi unsurlar OPA’nın sağlanmasını imkânsız kılmıştır. Zira iktisat politikası ve siyasi uygulamalar birbirinden kopuk değillerdir. AB’nin krizinin temelinde de ancak bu siyasal parçalanmışlık yatmaktadır.

36

Refera n sl a r 1) “Türkiye’nin AB Süreci”, (8 Mayıs 2011), http://www.hurriyet.com.tr/planet/17738218.asp, (Erişim Tarihi: 13 Aralık 2012) 2) Budak, Burak, “Birliği’ne Değil Avrupa’sına”, (20 Ocak 2012), http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/avrupa/2619birligine-degil-avrupasina, (Erişim Tarihi: 13 Aralık 2012) 3) Gündüz, Ayşe Ekin, “AB: Avrupa Türkiye’nin Büyümesini Kıskanıyor”(28 Ağustos 2012), http://www.stargazete.com/ekonomi/abavrupa-turkiyenin-buyumesini-kiskaniyor/haber-573083, (Erişim Tarihi: 13 Aralık 2012) 4) Güleç, Merve Gülçin, “Avrupa Birliğinin Kurulumu”, (11 Haziran 2012), http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/avrupa/3108-avrupa-birliginin-kurulumu, (Erişim Tarihi: 2 Aralık 2012) 5) Ateş, Ahmet, “Ekonomik Entegrasyon Türleri ve AB Ekonomik Entegrasyonu”, (6 Kasım 2011), http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/avrupa/2341-ekonomik-entegrasyon-turleri-ve-ab-ekonomik-entegrasyonu5, (Erişim Tarihi: 2 Aralık 2012) 6) Güleç, Merve Gülçin, gös. yer 7) Kutlay, M. Ve Öniş, Z., “Ekonomik Bütünleşme/Siyasal Parçalanmışlık Paradoksu: Avro Krizi ve Avrupa Biriliği’nin Geleceği”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 9, Sayı 33 (Bahar 2012), s. 3-22 8) Yıldırım, hilal, “Yunanistan Ekonomik Krizi ve AB’nin Kriz Politikası”, (10 Aralık 2010), http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/avrupa/397-yunanistan-ekonomik-krizi-ve-abnin-kriz-politikasi, (Erişim Tarihi: 2 Aralık 2012) 9) Arısan Eralp, Nilgün, “Avrupa Birliği’nde Neler Oluyor?”, TEPAV, ( nisan 2010), 10) Atun, ata, “AB Dönem Başkanlığına Batık Devlet”, (28 Haziran 2012), http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/avrupa/3191-ab-donem-baskanligina-batik-devlet, (Erişim Tarihi: 2 Aralık 2012) 11) Kutlay, M. Ve Öniş Z., a.g.e. sf: 6 12) Arısan Eralp. Nilgün, a.g.e. sf: 3 13) Utkulu, Utku, “Avrupa Parasal Birliği Gerçekten Bir Optimum Para Sahası Mıdır?”, Siyasa, Yıl:1, Sayı:1, Güz 2005 14) Özer, Itır, “Optimum Para Alanları Teorisi”, Sosyoekonomi, 2007-1 (Ocak-Haziran) 15) Kutlay, M. Ve Öniş Z., a.g.e. sf: 7 16) Özer, Itır, a.g.e. sf: 10


Türkiye’nin Avrupa Birliği süreci ,örneğine başka hiçbir ülkenin üyelik sürecinde rastlanmayan oldukça istisnai bir yapı teşkil eder. Bu farklılığın birinci nedeni sürecin uzunluğudur. 31 Temmuz 1959’d a Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na yaptığı ortaklık başvurusu ile başlayan süreç, 1987 yılında tam üyeliğe başvurulmasıyla ivme kazanır. 2005 yılında da tam üyelik müzakereleri nihayet başlar.1 Yani Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerine başlaması için tam 46 yıl beklemesi gerekmiştir. Türkiye’yi diğer ülkelerden ayrı kılan ikinci konu ise müzakere süreciyle ortaya çıkmıştır. Müzakere süreci yaşamış veya yaşamakta olan diğer ülke örneklerine baktığımızda bu ülkelerin altyapı, eğitim, çevre gibi daha çok prosedürle ilgili konularda AB normlarına ulaşması müzakerelerin iskeletini oluştururken, Türkiye örneğinde ise müzakere sürecinin yapısı oldukça siyasidir. Kıbrıs sorunu, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin Türkiye’yi Avrupa’ya ait görmeyişi, Yunanistan ile yaşanan sorunlar ve hatta Ermenistan-Türkiye ilişkileri dahi Ankara’nın süreç boyunca aşmakla uğraştığı engelleri oluşturmuşlardır. Tabii ki sürecin bu kadar siyasi oluşu,Türk Devleti’ni ve toplumunu yormuş, yıpratmış ve sonuç olarak da AB’ye üyeliğine olan isteklilik ciddi oranda azalmıştır. 2005 yılında halkın büyük bölümü AB üyeliğine sıcak bakarken, bu oran 2012’d e %37’ye kadar düşmüştür.2 Sürecin şu anki durumu ise ne kadar donma noktasına yaklaşsa da en azında resmiyette devam etmektedir. Her yıl AB tarafından açıklanan İlerleme Raporları da sürecin nasıl ilerlediğini anlamamız için yararlı bilgiler vermektedir. Bu yazıda özetle Ankara’nın AB hedefinin neden ve ne zaman başladığı, karşılaştığı ana sorunlar ve 2012 İlerleme Raporu’nun bir değerlendirilmesi yapılacaktır. Tü rki ye’n in Ba tı Dü n ya sın a Yön el i m i ve ‘’ 1 92 3-1 945 ’ ’ i l e ‘’ 1 945 -....’ ’ Dön em l eri Ayrı m ı Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin bir parçası olma hayali 1945 sonrası yeniden şekillenen, değişen Türk siyasi ve askeri felsefesinin bir sonucudur. Bu bağlamda Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılması, NATO üyeliği,

Arap-İsrail anlaşmazlığında İsrail’d en yana tavır alıp İsrail Devleti’ni tanıyan ilk Müslüman ülke olması (devletin kuruluşundan 9 ay sonra) ve de AB üyeliği hevesi aslında 1945 ile ciddi oranda değişen Türk Dış Politikası’nın sonucu olarak ortaya çıkmış ve birbirlerinden bağımsız olarak değerlendiremeyeceğimiz olaylardır. Bu nedenle bu değişmeyi daha iyi anlayabilmemiz için Türk Dış Politikası’nı 1923-1945 ile 1945 ve sonrası olarak iki ayrı başlıkta incelememiz doğru olacaktır. 1 9 2 3 - 1 9 45 D ö n e m i Bu dönem genç Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş dünyayı, başka bir deyişle batıyı, her anlamda örnek aldığı ve yapılan radikal devrimlerle bu anlayışı Türk toplumunun içine sokmayı amaçladığı yıllardır. Gerçekten de bu dönemde gerçekleştirilen bazı devrimlere baktığımızda -1925 Şapka ve Kıyafet Devrimi,1928 Harf Devrimi,1926 Medeni Kanun’un kabul vb.- oldukça radikal bir yapıya sahip olduklarını ve hayatın her alanında Batı normlarının Türk toplumunun sosyal yaşamının içine yerleştirilmesinin amaçlanmakta olduğunu görmekteyiz. Fakat aynı şeyleri kesinlikle bu dönemki Türk Dış Politikası için söyleyemeyiz. 1945’e kadar olan bu dönemde Ankara’nın Dış Politikası, Tarafsızlık ve Denge siyasetine dayanıyordu. Türkiye için önemli olan iç güvenliğini sağlamak, sınırlarını korumak ve olabildiğince bütün ülkeler ile iyi ilişkiler kurmaktı. Hatta Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte uzunca bir süre Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile olan ilişkileri, Batı ile olan ilişkilerine nazaran çok daha sıcaktı. Buna örnek olarak SSCB ile 1925 yılında yapılan ve 20 yıl boyunca geçerliliğini sürdüren Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması’nı verebiliriz.3 Yine 8 Ağustos 1928 yılında yapımı biten ünlü Taksim Cumhuriyet Anıtı, bu sıcak ilişkiye ikinci bir örnek olarak verilebilir. Türkiye’nin en önemli meydanında yer alan bu heykelde Kemal Atatürk’ün tam arkasında iki asker üniformalı insan dikkat çekmektedir. Bu kişiler Sovyet Generalleri Mihail Firunze ve Kliment Voraşilov’d ur.4 Şüphesiz ki 1928 yılında inşa edilen ve hala ayakta duran bu anıt o dönemki sıcak Türk-Sovyet

37


ilişkilerini ve de Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı yıllarında Sovyetlerden aldığı yardıma duyulan minnettarlığı sembolize eder. Görüldüğü gibi bu yıllarda SSCB ile oldukça ılıman ilişkilerimiz devam ederken, Batı için aynı şeyleri söyleyememekteyiz. Çünkü aynı dönemde genç Cumhuriyet için en büyük tehdidi İtalya oluşturmaktaydı. Türkiye’nin öncülüğünde 1934 yılında yapılan Balkan Paktı İtalya ve Bulgaristan’a karşı yapılmış bölgesel bir savunma mekanizmasıydı. Bunların dışında Batı dünyasının diğer önemli üyeleri olan Britanya ve Fransa, Türkiye için hiç de güvenilir olan ülkeler değillerdi. Kısacası bu yıllar arasında her ne kadar Türkiye, kendine sosyal yapı ve devlet teşkilatları açısından tam anlamıyla Batı dünyasını örnek aldıysa da, dış siyasetinde durum hiç de öyle değildi. Batı hala Türkiye için güvenilmez eski bir düşmandı.

38

Özetle 1923-1945 yıllarında Ankara için hedef Batı’nın ulaştığı çağdaşlık seviyesiydi, Batı’nın kendisi değildi ve Türkiye yaptığı eylem ve davranışlarıyla vurguladığı bu ayrımı dünyaya net bir şekilde göstermişti. Fakat 1945 sonrası dönemde ise Türkiye siyasetinin yapısı Batı değerlerini Türk toplumunun ve devlet yapısının içine sokmaktan öte, Türkiye Devleti’ni Batı’nın içine sokmak üzerine kurulmuş hale geliyordu. Tabii ki bu derin değişim durduk yere olmadı, bir neden ve mantığa dayanıyordu. Bu neden ve mantık da alttaki başlıkta detaylı bir şekilde açıklanacaktır. 1 945 ve Son ra sı Tü rk Dı ş Pol i ti ka sı 1945 yılını Türk siyaseti açısında bir dönüm noktası olarak kabul edebiliriz. Ankara bu tarihten sonra yaptığı hamlelerle denge politikasından vazgeçmiş ve o zamana kadar dikkatle takip edilen ‘’başka ülke topraklarına asker göndermeme ‘’ ilkesini ortadan kaldırmıştır(Kore Savaşı). Bu dönemde dünya politik arenasında bir çok değişim yaşanmış ve bu değişimler aslında Türkiye’yi Avrupa Birliği hedefine yönlendiren mantığın da temelini oluşturmuştur. Bu nedenle bu dönemde oluşan siyasi olayları birbirinden ayırmadan, bir bütün halinde değerlendirmemiz daha doğru olacaktır. Çünkü özünde birbirlerinin neden ve sonuçlarıdır bunlar. Yaşanan bu gelişmeler aslında birbirine sıkı sıkıya bağlı bir zincirin halkalarıdır, ve bu zincirin halkalarını teker teker incelememiz aralarındaki ilişkiyi anlamamız açısından bize kolaylık sağlayacaktır. İlk halka ABD’nin Japonya’ya 1945 yılında attığı ve 2. Dünya Savaşı’nı bitiren atom bombalarıyla başlar. Uzun süre ABD Savunma Bakanlığı görevini üstlenmiş ve o dönemin

birinci elden tanığı olan Robert Mcnamara’nın ‘’The Fog of War ‘’ belgeselinde belirttiği gibi aslında o bombaların atılmasına hiç de gerek yoktu. Çünkü Japonya bu bombalardan önce zaten dümdüz edilmişti. Bu bombaların atılmasının ardında ise başka bir neden yatmaktaydı. Bu da yaratacağı psikolojik etkiydi. Amerika bu bombalarla dünyaya kendisinden başka hiçbir ülkede olmayan yıkıcı bir teknolojiyle tanıştırmış ve de artık yeni küresel gücün kendisi olduğunu ilan etmişti. Tabii ki savaş bittikten sonra bu atom bombalar diğer ülkelerde ciddi bir tedirginliğe neden oldu. Özellikle savaş sonrası ortaya çıkan diğer küresel güç olan Sovyetler Birliği bu tedirginliği en çok hisseden ülke oldu. Bu korku SSCB’ye gücünü maksimize etmek ve olabildiğince yayılmacı bir politika oluşturarak Batı ile kendisi arasında tampon bölgeler oluşturma fikrini getirdi. Bu da zincirin ikinci halkasıydı. Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikaları özellikle komşu ülkelerde büyük bir tedirginliğe yol açtı. Türkiye de SSCB’nin bir komşusuydu ve tedirgin olmakta hiç de haksız değildi. Çünkü 1945 yılında Sovyet lider Joseph Stalin açıkça Türkiye’nin kuzeydoğusunda yer alan Kars, Ardahan, Artvin gibi bölgeleri talep ediyor, ayrıyetten de boğazların ortak savunulmasını öne sürüyordu. İşte bu yeni gelişen Sovyet faktörü zincirin üçüncü halkası olarak Türkiye’yi Batı dünyasnın askeri, ekonomik ve siyasal anlamda bir parçası olmaya yönlendiriyordu. Çünkü Türkiye’nin Sovyet tehdidine karşı kendi topraklarını koruyacak ne bir askeri ne de bir ekonomik gücü vardı. Ankara’nın sırtını Batı’ya dayaması gerekiyordu. Bu nedenle Ankara, dış politikasında köklü bir değişikliğe gidiyor ve kendi güvenliğini garanti etmek için her anlamda Batı dünyasının sadık bir üyesi olduğunu göstermeye çalışıyordu. Türkiye’nin Kore Savaşı’na (1950) ABD’d en sonra girmeyi kabul eden ikinci ülke oluşu da bunun bir sonucuydu. Aynı zamanda Arap-İsrail sorununda Türkiye’nin İsrail’d en yana tavır alması –ki bu Orta Doğu ülkelerinin uzun süre Türkiye’ye karşı büyük bir antipati duymasına neden olmuştur- yine Batı dünyasının gözüne girme çabasıyla ilgiliydi. Bu şekilde Türkiye Batı’nın bir parçası olarak kabul edilecek ve olası bir Sovyet saldırısında Türkiye’ye yardım edilecekti. En azından o zamanlar Ankara’nın aklındaki fikir buydu. Tabii ki bu askeri eylemlerin yanında Türkiye siyasi anlamda da Batı’nın bir parçası olmalıydı. Bunun içinde 1951 yılında ‘’Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’’ olarak temelleri atılan Avrupa Birliği’nin bir parçası olmayı hedeflemek bir gereklilik halini almıştı. Zincirin dördüncü halkası da bu şekilde oluşmuştu ve böylece artık zihnen Batı dünyasının sadık bir parçası


olan Türkiye, fiziken de bunu pekiştirmek adına yarım asırı aşacak olan Avrupa Birliğ macerasına 1959 yılı ile başlamaktaydı. 2 01 2 İ l erl em e Ra poru ;Di kka t Çeken Ayrın tı l a r Raporda öne çıkan eleştirileri şu şekilde özetleyebiliriz; MİT mensuplarının soruşturulmasının başbakanın iznine bağlanması, Deniz Feneri savcılarının görevinden alınması, yargılama öncesindeki tutukluluk sürelerinin uzunluğu, kamu görevlileri tarafından medyaya yapılan baskı ve eleştiren gazetecilerin işten çıkartılması, Terörle Mücadele Kanunu’nda terörizmin tanımının geniş bir şekilde yapılması.5 Bir de bunlara ek olarak AB Konseyi Dönem Başkanı olan Güney Kıbrıs’ın Türkiye tarafından hala tanınmadığı raporda belirtiliyor. İlk başta bahsedilen eleştiriler ciddi bir yapı teşkil etmekle birlikte, düzeltilebilir, aşılabilir durumdadır. Türkiye iç dinamikleriyle bu eksikliklerini eninde sonunda aşabilecek seviyede bir devlettir. Fakat Türkiye için asıl ciddi problem Kıbrıs meselesidir. AB müzakerelerini donma noktasına getiren bu sorunun yakın gelecekte aşılabileceği de pek ihtimal dahilinde görünmemektedir. Kıbrıs meselesinin Türkiye’ye yöneltilen eleştirilerde anahtar konumunda olması dolayısıyla bu konuya ayrı parantez açmak gerekmektedir. Kı brı s Soru n u ve Sü rece Etki si Kıbrıs meselesi uzun yıllardır belki de Türk dış siyasetinin en önemli konusunu oluşturmuştur. Yapısı gereği de çözümü basit bir konu değildir. Dünya bu meselede Türkiye’yi haksız bulmuş ve birçok konuda Ankara’nın karşısına bir engel olarak çıkarılmıştır. Bu konu AB sürecinde de Türkiye’nin karşısına konulmuş ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin Ankara tarafından bütün Kıbrıs adasının temsilcisi olarak tanınması AB’ye girmek için bir şart olarak sunulmuştur. Bu şart, Türkiye için kabul edilmesi zor bir koşuldur. Çünkü Kıbrıs Konusu’nu tarihsel süreçte incelediğimizde Türkiye’nin bu meselede oldukça güçlü argümanları olduğunu ve olayın basit bir işgalden öte bir durum teşkil ettiğini görmekteyiz. Kıbrıs meselesinin içeriğini anlayabilmemiz için, bu adada aslında neler yaşandığını bilmemiz gerekmektedir. Kıbrıs adası Rum toplumunun bir parçasıyken Türk Devleti bu toprağa göz mü koymuştur yoksa olayın aslı bambaşka mıdır? Genç Türkiye Cumhuriyeti için Kıbrıs 1950’lere kadar sadece eski bir vatan toprağıydı. Türkiye bu ada üzerinde 1923 yılı itibari ile bütün iddialarından vazgeçmiş ve haklarını İngiltere’ye bırakmıştır. Her ne

kadar Kıbrıs yüzyıllarca Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olsa da ve bu adanın Britanya’nın kontrolüne geçişi hiç de adil bir yolla olmadıysa da Ankara artık yeni bir savaş istemediğinden ve ‘’ Yurtta sulh, cihanda sulh’’ prensibiyle hareket ettiğinden ötürü bu meseleyi unutmuştur. 1954 yılına kadar da Kıbrıs’ın Türk Dış Politikası’nda yeri sıfırdır. 1954 yılında ne olduğuna bakacak olursak burada Yunanistan’ın aç gözlü tutumunu görmüş bulunmaktayız. Topraklarının büyük bölümünü savaşmadan, diğer devletlerin birbirleriyle anlaşmalarıyla ya da yenildikleri savaşlarda dünya güçlerinin araya girmesiyle kazanan bu devlet (Yunan Bağımsızlığı 1829, Girit’in Yunanistan’a geçişi 1913, 12 Ada’nın Yunanistan’a katılması) bu kez aynı oyunu Kıbrıs’ta oynamak için yola koyuldu. Tarih boyunca hiçbir zaman Yunanistan’ın olmamış bu ada Yunanlıların yeni hedefi haline gelmişti. Bu seferki taktik ise o zaman henüz yeni bir kavram olarak ortaya çıkmış ‘’Self Determination’’ (ulusların kendi kaderinin tayin hakkı) ilkesi ile Birleşmiş Milletler’e bu dava sunulacak ve sonucunda Türkiye’ye 40 mil mesafede bulunan bu ada Yunanistan’a dahil edilecekti. Rumlar bu idealine ‘’Enosis’’ diyorlardı. Türkiye olabildiği sürece Yunanlıların bu çabalarını ve ada üzerine yaptıkları propagandayı görmezden geldi. Çünkü o zamanki en büyük tehlike olan Sovyetler Birliği’ne karşı kurulmuş bir bölgesel savunma ittifakı olan ikinci Balkan Paktı’nın (1954) bozulmaması için bunu yapması gerekiyordu. Türkiye adadaki statükonun devam etmesini istiyor ve bir çok çeşitli görüşmede Yunanistan’a eğer bu niyetlerinden vazgeçmezlerse karşılarında Türkiye’yi bulacakları uyarısını yapıyorlardı. Fakat bu uyarılar bir işe yaramadı ve Kıbrıs meselesinin 1954 yılı itibari ile BM’ye sunulması ile Ankara için bu uzun dava başlamış oldu. Bu tarihten sonra ise 1960, 1963 ,1974 ,1983 ve 2004 yılları büyük önem arz eder. Menderes Hükümeti’nin yaptığı birçok başarılı politik hamle sonucun da 1960 yılı itibariyle Kıbrıs için Türkiye, Yunanistan ve Britanya Devletleri aralarında anlaşmalar yapılır, ve Kıbrıs bağımsız bir devlet olarak dünya politik sahnesine çıkar. Bu üç devlet aynı zamanda adanın garantörlüğünü almışlardır. Tabii ki yapılan bu anlaşmada adadaki Türk toplumunun kazandığı haklar Rumları hiç de memnun etmemiştir. Ana amacı adayı Yunanistan’a bağlamak olan bu topluluk 1961 yılından itibaren 1960 yılında yapılan anayasanın değiştirilmesini ve Türk toplumunun kazandığı hakları ortadan kaldırmayı amaçlayan propagandalarına başlamışlardı. 1963 yılına geldiğimizde ise o dönemki Cumhurbaşkanı olan 3. Makarios, 13 maddelik bir taslak sunarak anayasayı değiştirmek için çalışmalarını hızlandırır. Tabii

39


40

Türk toplumunun bunu kabul etmesi için de sindirme eylemlerine başlarlar. Böylece 1963 yılında adadaki çatışmalar başlar. Bu dönemde Türk toplumuna yapılan katliamlar için ‘’Kanlı Noel’’ süreci ve Dr. Nihat İlhan’ın ailesinin başına gelenler oldukça aydınlatıcıdır.6 1974 yılına geldiğimizde ise Rum toplumu yine rahat durmamış ve adadaki Cumhurbaşkanı Makarios’u bir darbe ile indirerek kısa süreliğine Kıbrıs Helen Cumhuriyeti adı altında bir yapı ilan etmişlerdir. Tabii Türkiye Cumhuriyeti için bu bardağı taşıran son damla olmuş ve adadaki soydaşlarının güvenliğini sağlamak ve geleceklerini kurtarmak için 1974 yılınd Kıbrıs Barış Harekatı gerçekleştirilmiştir. Bu harekat Türkiye tarihi için bir mihenk taşıdır ve o zamanki Başbakan Bülent Ecevit’e kahramanlığını simgeleyen ‘’Karaoğlan’’ ünvanını getirmiştir. Bu isim aslında Ecevit’e seslenen bir köylü kadının sözüdür. Ama bu ismin onun üzerine oturmasında dünyaya meydan okuyarak yaptığı bu harekat asıl etkili olmuştur. Karaoğlan daha sonraki yıllarda yüz binlere karşı yaptığı bir mitingde siyaset arenasında karşısında bulunan milliyetçi cepheyi kastederek ‘’Biz milliyetçiliği sokak duvarlarına değil, Kıbrıs’ın topraklarına yazdık.’’ diyecektir. 1983 yılında ise Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edilir. Türkiye dışında hiçbir devlet tanımaz bu oluşumu, tanımaya yeltenenler de Batı dünyasının tehdit ve yaptırımları ile ‘’ağızlarının payını’’ alarak vazgeçerler. Bu problem belli bir süre bir yanda uluslararası arenada Kıbrıs’ın temsilcisi olarak kabul edilen Rum yönetimi ve öbür yanda Türkiye dışında hiçbir ülke

tarafından tanınmayan KKTC süregelen varlıklarıyla devam eder. 2004 yılına kadar olan süreçte dünya tarafından yıllardır cezalandırılmış tek taraf olan Türk tarafı, sunulan Annan planı ile birleşmeyi kabul eder. Ama eski şarkı tekrar söylenir ve yıllardır mağdur olduğunu öne süren Rum tarafı anlaşmayı kabul etmez. Bunun sonucu olarak ise Rum Yönetimi Avrupa Birliği’ne alınarak ödüllendirilirken ,Türk tarafı ticaret boykotu ve tanınmama vasıtasıyla cezalandırılmaya devam eder. Son u ç Görüldüğü üzere Kıbrıs meselesi Türk Cumhuriyeti’nin belki de kuruluşundan itibaren sahip olduğu en haklı davasıdır. Ankara’nın AB’ye kabul edilmesini bu meseleye bağlamak ise Avrupa’nın basit bir işgüzarlığından ibarettir. Türkiye’yi hiçbir zaman Avrupa’nın bir parçası olarak görmeyen Fransa ve Almanya, Kıbrıs’ı AB’nin içine alarak zaten çok daha önce Türkiye’nin bu birliğe alınmasını imkansız hale getirmişlerdi. Bütün bu müzakere süreci ve Türk toplumunda yaratılan heyecan sadece başarılı bir aldatmacadan ibaretti. Amaç, olayı biz Türkiye’ye girme şansı verdik ama onlar gerekli iradeyi gösteremediye getirmekti. Çünkü bu ülkeler de çok iyi biliyordu ki; Türkiye AB için bu haklı davasından vazgeçmeyecekti. Kısacası başını Almanya ve Fransa’nın çektiği kendini Avrupa’nın sahibi olarak gören bu devletler, başarılı bir senaryoyla hem dünyayı hem de Türkiye’yi aldattılar. Ölü doğmuş bir süreci Türkiye’nin önüne getirdiler.

Refera n sl a r 1. AB Üyelik Süreci’nin Tarihi,10. 09. 2012, http://www. tusiad. org/temel-konular/avrupa-birligi-ne-uyum/ab-uyelik-surecinin-tarihi/ (Erişim Tarihi: 13. 12. 2012) 2. Türk Halkı’nın AB Hevesi Kaçtı , 04. 07. 2012, http://siyaset. milliyet. com. tr/turk-halkinin-ab-ye-olan-hevesikacti/siyaset/siyasetdetay/04. 07. 2012/1562762/default. htm (Erişim Tarihi:10. 12. 2012) 3. Benhür,Ç. 1920’li yıllarda Türk Sovyet İlişkileri:Kronolojik Bir Çalışma . http://www. turkiyat. selcuk. edu. tr/pdfdergi/s24/benhur. pdf (Erişim Tarihi : 08. 12. 2012) 4. Armağan,M. Taksim Anıtı’nda İki Sovyet Generalin İşi ne? http://www. mustafaarmagan. com. tr/taksim-anitinda-iki-sovyetgeneralinin-isi-ne. html, (Erişim Tarihi : 10. 12. 2012) 5. İlerleme Raporları, http://www. abgs. gov. tr/index. php?p=46224&l=1 6. Barbarlık Müzesi. 24 Aralık 1963 Kanlı Noel Katliamı,(6 Aralık 2011). http://www. barbarlikmuzesi. org/?p=1 (Erişim Tarihi :09. 12. 2012)


‘’Avrupa’’, ‘’batı’’, ‘’modern’’ ya da ‘’d emode’’ bugün kullandığımız binlerce sözcükten yalnızca birkaçı. Ağzımıza pelesenk olmuş bu kelimelerin anlamlarını derinliğiyle düşünemediğimiz çok açıktır, fakat günlük hayatımızda, büyük ölçüde siyasi arenada adı çokça geçen Avrupalılaşma ve modernleşme kavramları, basitçe bu kelimelerin türetilmesinden ortaya çıkar. Birbirleriyle aynı sayılan bu kavramlar, günümüzde iç içe olsalar da farklı anlamlara sahipler. Yani hem beraberler, hem değiller. Artık modern kavramı Avrupa’ya taşındı, modern olan Avrupalı sayılıyor ve demode olanlar Avrupa’nın dışında kalıyor. Günümüzde modernizmin kalbi Avrupa’d a atsa da, AB’nin entegrasyon ve bünyesine kattığı her yeni ülkeyle birlikte yayılan siyasal bütünleşme ve genişleme politikaları Avrupalılaştırma’ya siyasal bir anlam kazandırmış durumda. Bu sebepten ötürü, modernleşme ve Avrupalılaşma bir çemberin içinde iki farklı nokta olarak düşünülebilir. Bu noktaları elimizden geldiğince anlayabilmemiz için bu kavramların çıkış noktalarını ve anlamlarını irdelememiz gerekiyor. Avru pa l ı l a şm a ve Avru pa l ı l a ştı rm a Avrupalılaşmaya gelince; bir kıt’a, bir medeniyet camiası hüviyetini nasıl değiştirir; daha doğrusu değiştirebilir mi? ‘’Asya Asya’d ır, Avrupa Avrupa…’’ der Cemil Meriç. ‘’Avrupalılaşma’’ basitçe Avrupalı

yaşayıştır. Özellikle Sanayi İnkılabı’ndan sonra ortaya çıkan belirli sistemlerin Avrupa dışındaki kıtalara empoze edilmesidir. Avrupa Birliği ile olan ilişkilerin artmasına ve özellikle müzakere sürecinin başlamasından sonra bu ilişkilerin belli bir sistematiğe ulaşmasına paralel olarak, kullanımı Türkiye açısından da yaygınlık kazanan Avrupalılaşma, öncelikle bir süreci ifade etmekte ve bu süreç, bilim adamlarının yaklaşımlarına göre, aşağıdan-yukarıya ya da yukarıdan-aşağıya veya bunların her ikisini de kapsayan bir yönde gerçekleşmektedir. Genel anlamda, aşağıdan-yukarıya yönüyle Avrupalılaşma, Avrupa ülkeleri arasında bir yakınlaşma, entegrasyon ve/veya bütünleşme hareketinin olması ve bu hareket sonucunda, Avrupa düzeyinde kendine özgü bir yönetsel yapının ortaya çıkması manasına gelmektedir. Yukarıdan-aşağıya yönüyle ise, Avrupa Birliği normlarının ve politikalarının üye ülkelerin milli sistemlerine etki etmesini ifade etmektedir. 1 Özellikle AB’nin ortaya çıkmasıyla birlikte ivme kazanan kavram, örgütün içinde bulunan ülkelerin, Avrupa’nın ekonomik, sosyal, teknik gelişmelerine ne kadar entegre olduğuyla ölçülmeye başlanmıştır. AB’nin oluşturduğu standart bağlayıcı yasalar ülkeleri bir nebze Avrupalı olmaya zorlamıştır. Ortak para birimi ve beş yılda bir yapılan seçimlerle parlamentosunu güçlendiren AB, dünyanın en güçlü örgütü olmakla kalmamış ülkelerin peşinden koştuğu, krizlerde destek

41


beklediği (Yunanistan, İspanya vb.) ve seviyesine çıkmaya çalıştığı bir örgüt olmuştur. Öyle ki, Birliğin derinleşme ve genişleme stratejilerine paralel olarak, zaman içinde çok farklı alanlarda, detay denebilecek konuların dahi, AB’ye entegrasyon sürecinde değişiminin izlenmesinde kullanılan bir kavram haline gelmiştir. 2 Peki ya üye olmayan yani Avrupalılaşmayan ülkeler ya da etnik gruplar? Cemil Meriç’in sorduğu gibi ülkelerin Avrupalılaşması için kendi özlerinden, bugüne kadarki birikimlerinden feda edeceği değerler Avrupalılaşmaya değiyor mu sorusu, bu kavramın modernleşme ile olan farkını ortaya koyuyor. Fakat bu farka daha sonra değinmeye çalışacağım.

42

Günümüzde, Avrupalı olan ve olmayıp AB’ye üye olan ülkeler dünyada sözü en çok geçen ülkelerin başında geliyor. Gerek birbirleriyle olan ilişkileri, birbirlerine verdikleri olumlu-olumsuz destekler gerekse paylaştıkları ortak çıkar onları güçlü konuma getiriyor. Avrupalılaşmamış ülkeler bugün ikiye ayrılıyor gibi düşünülebilir. Ya Avrupalılaşmamıştır ya da Avrupalılaşamamıştır. Avrupalılaşmamış ülkeler, kendi güçlü ekonomilerine sahip olan, dış güçlere bağlılığını en aza indirmiş; halkına, toprağına güvenen ülkelerdir. Avrupalılaşamayan ülkelere ise bugün Kopenhag Kriterleri’ne uygun olmayan ülkeler gözüyle bakılır. Bildiğimiz gibi, 22 Haziran 1993 tarihinde yapılan Kopenhag Zirvesi'nde, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği'nin genişlemesinin Merkezi Doğu Avrupa Ülkeleri’ni kapsayacağını kabul etmiş ve aynı zamanda adaylık için başvuruda bulunan ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce karşılaması gereken kriterleri de belirtmiştir. Bu kriterler siyasi, ekonomik ve topluluk mevzuatının benimsenmesi olmak üzere üç grupta toplanmıştır. 3 Bu kriterler dışarıdan etiket olarak gözükse de maalesef bir ülkenin Avrupalılığını, modernliğini bazen de gücünü ortaya koyuyor. Yani, Kopenhag Kriterleri, belki de hiçbir zaman somut olarak ölçülemeyecek olmalarına rağmen, şart koştuğu ortak değerleri Avrupalılaşma şemsiyesi altında değerlendireceğini açıklamaktan geri durmadı. 4 Yukarıda da bahsettiğim üzere, modernleşme ve Avrupalılaşma arasındaki ince çizgiyi bir ülke kendisi belirler. Avrupalılaşma bölgeselci bir anlayış taşısa da, kendini kurumsal hale getirmesiyle birlikte dünya üzerine aleni bir yayılım göstermiştir. Bir başka deyişle, küreselleşmeye nazaran çok daha küçük olan ölçeğinin avantajını kullanabilen Avrupalılaşma, ekonomik bütünleşmenin ötesine geçip, siyasileşmeyi ve hatta ortak kimlik yaratabilmeyi hedefleri arasına alabilmiştir. 5

M od ern l eşm e Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi. 6 Modernleşme içerisinde ilerleme, gelişmeden çok devrim içeren bir kavram aslında. Modern hayatın girdabı birçok kaynaktan beslenegelmiştir: Fiziksel bilimlerde gerçekleşen, evrene ve onun içindeki yerimize dair düşüncelerimizi değiştiren büyük keşifler; bilimsel bilgiyi teknolojiye dönüştüren, yeni insan ortamları yaratıp eskilerini yok eden, hayatın tüm temposunu hızlandıran, yeni tekelci iktidar ve sınıf mücadelesi biçimleri yaratan sanayileşme; milyonlarca insanı atalarından kalma doğal çevrelerinden koparıp dünyanın bir ucunda yeni hayatlara sürükleyen muazzam demografik altüst oluşlar; hızlı ve çoğu kez sarsıntılı kentleşme; dinamik bir gelişme içinde birbirinden çok farklı insanları ve toplumları birbirlerine bağlayan, kapsayan kitle iletişim sistemleri; yapı ve işleyiş açısından bürokratik diye tanımlanan, her an güçlerini daha da arttırmak için çabalayan ve gitgide güçlenen ulus-devletler; siyasal ve ekonomik alandaki egemenlere karşı direnen, kendi hayatları üzerinde biraz olsun denetim sağlayabilmek için didinen insanların kitlesel toplumsal hareketleri; son olarak, tüm bu insanları ve kurumları bir araya getiren ve yönlendiren, keskin dalgalanmalar içindeki kapitalist dünya pazarı. 7 İşte bu sebepler yüzünden modernleşme devrimsel bir harekettir; tarihi adeta baştan yazar. Geleneksel düşüncelerin, öğretilerin dışına çıkıp; kendi özüne sadık kalarak bir ulusun kendini geliştirmeye, yetiştirmeye, düşündürmeye, modern devletler seviyesine çıkarmasıdır. Fakat modernleşme bir devletin kendi içinde de gerçekleştirebileceği bir olgudur. Çünkü, her ülkenin modernleşme biçimi kendine has olabilir, olmalıdır da. Modernleşmenin en başta belirtilen tanımı, dar bir pencereyle algılanması sonucu ortaya konmuştur. Bu kavram, günümüzde özümüzden uzaklaşma, başka ülkelere benzeme çabası olarak algılansa da, derinlerinde özüne bağlı bir devrim barındırır. Ülkelerin veya devletlerin kendi moderniteleri ve modern ülkelerin seviyesinde olan fakat kendi özüne zarar vermeyen gelişmelerle dolup taşmasıdır. Bunu başarabilen ülkeler, kendi bilgilerini ve teknolojilerini, modern sosyal hayatlarını yaratabilir; aynı zamanda dış tehditlere karşı kendilerini savundukları pencereden açtıkları bir delikle gelişmeleri de izleyebilirler.


Ne yazık ki, modernleşme artık Avrupalılaşma ile bir arada tutulmakta. Modern dünyanın gerektirdiği ekonomik, siyasi ve sosyal özellikler artık yaptırımlara dönüşüyor. Çağdaş medeniyetlerin seviyesine çıkmak (ki artık çağdaş medeniyetler zaten Avrupalı), Avrupa ülkeleriyle yarışamadıkça ve modern dünyada sözün geçmedikçe bir fanteziden ileri gidemiyor. Modernleşme düşüncesinin temellerinin Avrupa’d a atılması buna bir sebep olmasa da, o ince çizgi bugün çoktan göz ardı edilmiş durumda. Modernleşme aşamasında kullanılması gereken Avrupai yöntemler yetmiyor, Avrupa çizgisinde yaşamamız gerekiyor. İşte

bu zorunluluklar işin içine girdiğinde, yozlaşma, Batı özentiliği dediğimiz kavramlar ortaya çıkıyor ve ülkeler en iyi taklitlerini sergilemek adına sahnelerde yerini alıyor. Bunun çirkinliği gayet aleni olsa da, özümüzü çoktan unutmuş durumdayız ve hatırlamaya da pek niyetimiz yok gibi. Ahmed Hamdi Tanpınar’ın bir sözü vardır; ‘Bizim Avrupalaşmamız, Çinlinin pantolon yapmasına benzer: ‘’Al şu kumaşı, pantolonun aynısını yap’’ demişler. Ertesi gün lekesiyle, yırtığıyla aynı pantolonu yapıp getirmiş.’ der. Diyeceğim o ki, uzun lafın kısası bu olsa gerek.

43

Refera n sl a r 1) Değişen ve Popülerleşen Bir Kavram Olarak Avrupalılaşma (2008), http://sosyalbilimler.cukurova.edu.tr/dergi/dosyalar/2008.17.2.519.pdf, (Erişim Tarihi; 8 Aralık 2012) 2) gös. yer. 3) Kopenhag Kriterleri, (no date), http://www.milliyet.com.tr/content/belge/kopenhag.html, (Erişim Tarihi; 9 Aralık 2012) 4) Avrupalılaşma Avrupalı mı? (2009), http://dergi.iibf.gazi.edu.tr/dergi_v1/11/12.pdf, (Erişim Tarihi; 8 Aralık 2012) 5) gös. yer. 6) Modernlik; Dün, Bugün ve Yarın, (31 Aralık 2011), http://toplumsalozgurluk.net/node/64 , (Erişim Tarihi; 9 Aralık 2012) 7) gös. yer.


44

“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar… Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım’ demeye başladı, ‘Asya bir cüzzamlılar diyarıdır’. Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara ve kulağına: ‘Hayır delikanlı’, diye fısıldadılar, ‘sen bir azgelişmişsin’. Ve Hıristiyan Batının göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir ‘nişân-i zîşân’ gibi gururla benimsedi aydınlarımız.’’ diyordu Cemil Meriç. 1 Bir asır önceki aydınlara bir asır sonraki bir aydının öfkesini yansıtıyordu bu sözler. "Tanzimat bir medeniyetin fethi değil, bir ırzını teslim!" diye haykırışı, dönemin entelektüellerine ve siyasi elitlerine şiddetli bir tepki içeriyordu. 2 Geriye dönüp baktığımızda, iki yüz yıllık siyasi düşünce tarihimiz tıpkı devletimizin iki yüz yıllık siyasi tarihi gibi şaşkınlıklar, hayal kırıklıkları, ümitsizlikler ve devamlı bir perişanlık halindedir. Aslında, Reşid Paşa’d an Talat Paşa’ya, Namık Kemal’d en Ahmet Rıza’ya ve Abdullah Cevdet’e kadar hepsi de memleketlerini yenilgiden kurtarmak için çalıştılar; üstelik ülkenin başına gelen bin bir felaketi biz kitaplarda okurken onlar bizzat yaşadılar. Batıyı anlamakta kusurları olduğu söylenebilir, Türkiye’yi anlamakta kusurları olduğu söylenebilir, kendi şahsiyetlerinin birtakım kusurlarla dolu olduğu söylenebilir, fakat dönemin sosyal olaylarını polis metotlarıyla inceleyip suçlu bulmaya çalışarak genel siyaset ve istikametleri konusunda onları ağır bir şekilde suçlamanın hiçbir manası yoktur. Yenilgiyi yaşayan o aydınları okurken, yüzme bilmeyen bir insanın kendisini ölüme daha çok yaklaştıran çırpınışlarına benzer fikirlerine şahit oluyoruz. 3 Dört asırlık uzun ve kudretli koşuda 1683'te Viyana, tökezlenen bir nokta oluyordu. Devlet, bütün Hıristiyanlık âlemine karşı tek başına karada ve denizde olmak üzere 16 yıl boyunca savaşıyor. Hammer, büyük savaşlar sonucunda imzalanan Karlofça Antlaşması'nın ‘Türk korkusunu Avrupa'nın hayallerinden kaldırdığını, Türklerin yenilebileceğini ve ellerinden toprak alınabileceği hususunun mümkün olabileceğini’ yazıyor. Şu ifadeler Osmanlı azamet ve kudretinin heybetine işaret ediyor ve onun büyüklüğünü anlatıyor. Fakat ondan sonraki devirde,

Türk'ün bütün düşüncesi ve gayreti hep bu noktayı aşmak için aranan çarelerin ve fikirlerin kavgası mahiyetinde. Osmanlı tarihçileri bu gayrete 'telâfi-i mâ-fât etmek' yani 'kaybettiklerimizi tekrar almak' diyorlar. 4 Karlofça Antlaşması ile yalnızca Osmanlı ve Habsburg imparatorlukları arasında değil, genel anlamda Hıristiyan ve İslam dünyaları arasında yeni bir aşama başlamış oldu. Dönüşümü antlaşmanın hükümlerinde ve pazarlıklarında görmek mümkündür. Osmanlılar açısından çok yeni bir diplomasi süreci başlamıştı. Avrupa’ya yayılmalarının ilk aşamalarında asıl anlamıyla anlaşma yapmak söz konusu değildi; sadece bazı görüşmeler yapılırdı ve bunlarda da kazananların yenilenlere dayattıkları şartlar gündeme gelirdi. Osmanlılar savaş alanındaki kesin yenilginin ardından, barış antlaşmasını zafer kazanan düşmanlarının belirlediği şartlara göre imzalamışlardı. Viyana yenilgisi, Karlofça Antlaşmasıyla mühürlenerek Müslümanlar için Hıristiyan gücü karşısında neredeyse kesintisiz ve uzun bir gerileme döneminin başlangıcı olmuştur. Yenilginin hemen ardından nedenlerinin araştırılması önemli bir noktaydı. Eskiden hep zafer kazanmış İslam ordularını şimdi mağlup eden bu “kâfirlerin” nasıl yendikleri ve onlara neden yenildikleri tartışılıyordu. Bu tartışmaya 18. yy. başlarında Osmanlı resmi çevrelerinde başlandı, uzunca bir zaman da Osmanlı subayları, memurları ve entelektüellerinin dar çevresinde kaldı. Halkın büyük bölümü, çoğunluklada iç eyaletlerde yaşayanlar, dünyanın değişen durumundan habersizlerdi. 5 Müslümanlar eskiden kâfir ve düşman bildikleri Batılıları şimdi öğretmen kabul etmiş ve onların dillerini öğrenip kitaplarını okumak zorunda kalmışlardı. Genç Türk subay adayları, 18. yy. sonlarında, istihkâm ve topçu okullarındaki dersleri için öğrendikleri Fransızcayı başka kitapları okumak üzere de kullanmışlardır. Okudukları kitaplarda karşılaştıkları bazı düşüncelerin topçu öğretmenlerinin öğrettikleri her şeyden çok daha patlayıcı olduğunun farkına varmışlardı. 6 Reform, Avrupa’nın silahlı gücünün egemenliğindeki dünyada ayakta kalabilme zorunluluğu nedeniyle askeri alanda başladı. Ne var ki, modern ordular kurmak yalnızca eğitmen tutup silah alarak üstesinden gelinecek bir eğitim ve teçhizat sorunu değildi. Modern orduların kendilerine komuta edecek


eğitim görmüş subaylara ve bir eğitim reformuna; bir idari reforma; orduya malzeme sağlayacak fabrikalara, yani bir ekonomik reforma; askere verecek paraya, yani uzun vadeli mali yeniliklere ihtiyacı vardı. 7 Öte yandan modern teknolojinin bir zanaat ustalığı olmadığını, bunun bütün bir ilmi gelişmeye bağlı bulunduğunu Osmanlı aydınları da pekâlâ biliyorlardı. Fakat modern teknolojiyi doğurduğu düşünülen ilmi gelişmenin insanların dünya görüşlerinde, insan ilişkilerinde, siyaset ve idare anlayışlarında ve daha birçok sosyal alanda meydana getirmiş olduğu değişmelerden kaçma imkânı elbette bulunamazdı. İlimdeki ilerlemenin batı dünyasında ne büyük değişmeler yarattığını az çok bildiğimize göre, bizde de büyük bir zihniyet değişikliğine yol açmasını beklemeliydik. Önce, 18. asır boyunca gelen askeri yenilgiler bir kısım önde gelen devlet adamları arasında kendi düzenimize ve milli sistemimize karşı şüphe uyandırmıştı. Devleti güçlendirmek için Nizam-ı Cedid adı ile anılan bazı düzenlemelere girişildi. Nizam-ı Cedid diğer bir önemli dönüm noktası. Fakat bu 'yeni düzen' toplumda bir reaksiyon doğurmuş ve III. Selim tahttan indirilmiştir. Onun tahttan indirilmesi ile doğan karışıklıklar, Alemdar Hareketi ve felaketiyle sonuçlanmış, Sened-i İttifak denilen utanç belgesinin imzalanmasına, hatta Yunan İsyanı'na ve II. Mahmud'un devrimlerine sebep olmuştur. 'Devleti güçlendireceğiz.' diyerek kendi ordumuzu kendi elimizle topa tutmuş ve yıkmıştık. Bu, yeni ve çok büyük bir dönüm noktasıdır. Bu olayın ardından devletin içte ve dışta zayıflama ve dağılma süreci hızlanmış, devlet Avrupa hükümetlerinin vesayeti altına girmeye başlamıştı.

genişleyen ve müreffeh bir toplumun kendine güvenini ve gücünü anlatmaktadır. Her şeyden önce Osmanlı imparatorluğu da, Orta Doğu’d aki selefleri gibi bir İslam devleti olduğundan, karakteristik ve ihtişamlı binalarının istisnası olmaksızın tamamı ibadet yerleriydi. Yüzyıllar boyu sultanlarının yaşadıkları Topkapı sarayı bunlara oranla daha az önemi olan bir yapıydı. Saray, geniş bir alanı kaplıyordu, büyük lükslere sahip olmakla birlikte aslında her biri gösterişsiz olan bir dizi küçük binadan oluşuyordu. Tahta çıkan yeni bir sultanı kutlayan halkın “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” şeklindeki haykırışları şüphesiz bu ruhu yansıtıyordu. Bu durumdaki büyük bir değişim, 1755 yılında Kapalı Çarşı’nın girişinde inşa edilen Nuru Osmaniye camisiyle başlamıştır. Genel olarak bu bir Osmanlı imparatorluk camisidir ama süslemeleri İtalyan barok stiline benzemektedir. Osmanlı devlet ve toplumunun merkezindeki bir imparatorluk camisinde, gotik bir katedralde arabesk süslemeler olması kadar şaşırtıcı olan bu yabancı süslemeler, azalmaya başlayan kendine güvenin ilk işaretidir. 19. yüzyılda bu tür işaretlerden daha pek çokları görülmüştür. En ilginç olan, 1853 yılında inşa edilen Dolmabahçe Sarayı’d ır. Bu sarayda iki değişiklik göze çarpar. Bunlardan ilki, sultanların ve mimarlarının kaynaklarını harcadıkları ve dış dünyayı etkilemek istedikleri yerin artık bir cami değil, saray olmasıdır. İkincisi de, Osmanlı binalarını tanımlayan geleneksel değerlerin standartların ve zevkin tam anlamıyla yıkılmasıdır. Dolmabahçe sarayı o düğün pastası mimarisiyle, aşırı süslemeleriyle, Avrupa’d an ithal edilme konu ve stillerin muhteşem birleşimiyle, 19. yüzyıldaki reformların amaçlarını ve nereye yöneleceğini şaşırmış anlayışın bir göstergesidir. 9

I. Abdülhamid'in nezdine elçi olarak gönderilen Choiseul Gouplier'e verilen talimatta şu hususlar belirtiliyordu: "Türkiye büyük devletler arasında kalmak istiyorsa, imparatorluğun yalnız idaresini değil, karakterini de değiştirmeye muhtaçtır. Bu hususta sultanın, Bab-ı Ali’nin dikkatleri çekilmelidir." Bu talimat Osmanlıların karakterini de değiştirmesini istediğinden dolayı resmi bir batılılaşma talebidir. 8 Ancak başlarda Batı’nın kültürel etkinliği hala pek fazla değildi. Çevrilen kitap sayısı çok azdı ve çoğu askeri ve siyasi konulardaydı. Ancak Avrupa ihracatı da Türklerin zevklerini koşullandırmaya başlamıştı. Dini mimaride, Osmanlı imparatorluk camilerinde bile Avrupa’nın etkisine rastlanıyordu. Bir toplumun doğası, durumu ve kendini algılayış biçimiyle ilgili pek çok şey mimarisinden anlaşılabilir. Modern New York’un gökdelenleri, eski Mısır’ın piramitleri ve tapınakları gibi, İstanbul’un büyük camileri de

Bizim yenilgi karşısındaki vaziyetimiz mağlubiyetten daha ötede, yıkıcı bir tavra yol açtı: Bütün suçu kendimizde bulmak ve dolayısıyla her şeyimizi inkâr etmek, kendi kendimize düşman olmak. Bu tavra sosyal psikolojide saldırganla özdeşleşme adı verilir. Batılı bize düşman olduğu için devamlı üzerimize saldırmış, biz de mağlup oldukça içine düştüğümüz zillet ve hacaleti hazmedebilmek için -tabii farkında olmayarak- saldırgana benzemeyi ve onun gibi kuvvetli olmayı emel edinmişizdir. İşte bu ayniyet duygusu batılının baktığı açıya yerleşip kendimize oradan bakmak şeklinde tecelli edince, Türkler kendilerine kendilerinden başka düşman 10 bulamamışlardır. Batıda neleri herkes kabul ediyorsa, biz de ettik, neler tartışılıyorsa bu tartışmada şu veya bu yanı tuttuk. Bunların yanlış olabileceği ya da hiç değilse bizim cemiyetimizle pek ilgili olmayacağını kimse düşünmedi. Hâlbuki batıda medeniyetle ilgili

45


tartışmalar Batı cemiyetinin gelişme seyriyle sıkı sıkıya ilgiliydi ve özellikle Batı’nın 19. yüzyılda vardığı noktanın buradaki fikir adamlarınca yorumundan ibaretti. İşte Türk aydınına batıdan başka medeniyet yoktur, ona dâhil olmayanlar yok olmaya mahkûm, geri topluluklardır dedirten ve böylece bizim milletimizi düne kadar barbar bir cemiyet hayatı yaşamış gösteren düşünce tersliğinin esas kaynağı budur. Aslında, Mehmet Akif’in “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” serzenişinde de bu ‘tekil’ medeniyet algısı bulunur. Diğer taraftan, medeniyet ve kültür kavramları bize yabancı olan kavramlardı. Cemil Meriç’in de dediği gibi biz tarih yapmakla meşguldük. Dünyadaki maddi güç dengesinin aleyhimize değişmesi sonucu, kendi kelimelerimize olan güvenimizi kaybettik ve başkalarının kelimeleriyle düşünmeye başladık; en sonunda da medeniyet kavramı adı altında kendi yenilmişliğimizi tartıştık. Hayatın maddesiyle ilgili mücadelede yangın yerinden mal kurtarma çabası zihnimize egemen oldu.

46

Avrupalıların düşmanlığından kurtulmak ve ardı ardına gelen haçlı seferleri felaketine bir son vermek amacı, Avrupalılaşma gayretinin en kuvvetli etkenlerinden biriydi. Bu yüzden bazı aydınlar Balkan Savaşlarındaki yenilgimizi bile bize Avrupalı olma zaruretini daha çok hissettireceği için hayırlı bir olay sayıyorlardı. Avrupacıların programlarına esas olan Avrupa korkusu, onları modernleşmeden ziyade “Avrupa’ya benzeme” üzerinde durmaya zorluyordu. Aynı zamanda, onlara göre bizim kültürümüzün Avrupalı tarafından hor görülmesi bir düşmanın kin ve nefretini değil, medeni âlemin bize bakışını aksettirmektedir. Oysa Osmanlılardaki gerilemenin nedenleri Batı’d a yaşanan bilim ve teknolojideki, savaş sanatlarındaki, ticaret ve devlet yönetimindeki hızlı ilerlemelere ayak uyduramamış olmasıyla kıyaslandığında, iç değişikliklere veya içteki değişim direncine daha az bağlıdır. Tanzimat, Sultan Mahmut devrimlerinin tam bir neticesi ve yeni bir dönüm noktası olarak çıkmıştı. Avrupa'dan kanun alırsak, onlara benzersek kuvvetleneceğimizi zannediyorduk. Liberalizmi bir kurtuluş olarak görüyorduk. Serbest Ticaret Antlaşması üzerine 'Memleketteki mevcut sanayi mahvolur’ diye endişelenen genç bir hükümdara karşı "Büyük" diye anılan Reşid Paşa "Bilakis, Avrupa serbest ticaretle kalkınmıştır" diyordu. Aslında, şaşkınlığımızla birlikte artan Avrupalılaşma fikri ve bunun maymunlaşan bir taklit şeklinde ortaya çıkışı, esas muhtaç olduğumuz ilim ve tekniği bile tam almamıza engel olmuştu. Avrupa’d aki aydınlanma felsefesinin tabii hukuk, adalet, ferdi haklar, kardeşlik

vb. kavramları aydınların kafasında yıldız gibi parlarken, devlet adamları pek çok müessesede esaslı reformlar yapmaya çalışıyorlar, zayıflayan devlete kuvvet aşılamak için uğraşıyorlardı. Fakat Türk aydını, milli varlığın en büyük dayanağı olan Türk devletini bu yaldızlı kavramların üstünde göremedi. Tanzimat’ın diğer yenileşme hareketlerinden çok büyük bir farkı vardır ki, bu farkı hala pek çoğumuz göremiyoruz. Tanzimat ve Gülhane fermanları Türkiye’yi modernleştirmek iddiasıyla Batılı devletler tarafından empoze edilen birer anlaşma mahiyetindedir. Her ikisinin de asıl hedefi Türk devletinin kendi vatandaşları ve kendi ülkesi üzerinde hükümranlık haklarını sınırlamak ve özellikle Avrupalıların yerli temsilcisi durumunda bulunan azınlıklara ayrıcalık vermekti. Türk devleti bundan sonra bütün vatandaşlarına adalet ve şefkatle muamele edeceğini, artık kimseye zulüm yapmayacağını, her işte kanunun hâkim olacağını ilan ederken, kendi siyasi ve sosyal nizamının o ana kadar despotik bir sistemden ibaret bulunduğunu kabul ediyordu. O devrin çok nüfuzlu bir şairi olan Şinasi, kendi devletimiz ve kültürümüz için hakaret ifade eden bu fermanları medeniyet müjdecisi diye alkışladı. 11 Öte yandan, Tanzimat’ın zorlama ile ilan edildiği şuradan da bellidir ki Mustafa Reşid Paşa Tanzimat Fermanının teyidinden başka bir şey olmayan Islahat Fermanına şiddetle karşı çıkmıştır. Namık Kemal de İbret gazetesinde Tanzimat’ı hukuki olmaktan ziyade siyasi bir belge olarak nitelendirmektedir: “Tanzimat, haddi zatında hukuka müteallik değil, sırf siyasi bir eserdir. Vakıa zahirine bakılırsa, herkesin hayatına, malına, ırzına kâlil olmak için yapıldığı zannolunur. Fakat hakikat-i halde devletin hayatını temin maksadıysa ilan olunmuş idi.” 12 Aynı zamanda şu noktaya da dikkat çekmek gerekir: O zamanın Türk aydınlarının bazı Batılı devletlerce kışkırtıldıklarını ve beslendiklerini söyleyenler tamamen haksız değillerdir; fakat şurası unutulmamalıdır ki, o zamanın batılı Türk aydını dışarıdan destek görmeksizin de aynı fikirlere sahipti ve aynı şeyleri yapmaya hazırdı. Tanzimat’tan sonra kurulan kurumlar, milletin tarihi köklerine bağlı olmadan Batı'ya benzemek maksadıyla kurulmuş olduğundan, milletin menfaatlerine, inançlarına aykırı bir gelişme gösterdi. Bu kurumların mensupları kendilerini milletin üstünde ona hizmet için değil onu ıslah, yola getirmek için görevli kimseler gibi davrandılar. Böylece sabit maaşlı, merkeze bağlı, milletten kopuk bir zümre ortaya çıktı. Toplumsal açıdan, üst sınıflardaki Batılılaşma tarzına paralel olarak alt sınıflarda bir gelişme olmaması da,


eski sistemde onları birbirine bağlayan yükümlülük, sadakat ve ortak değerler ağını zayıflatarak yeni çatışmalara ve liderliklere yol açmıştır. Halktan insanlar çok defa okumuşlar arasındaki geçimsizliklere bakarak, hayret içinde kalmıştır; çünkü onlar böyle davranışları ancak cahillere yakıştırırlar. Batı kültürünün Türkiye’d e aydın zümreyi bozduğu, fakat halkın eski karakterini aydına kıyasla daha iyi muhafaza ettiği söylenirken kastedilen şey geçmişten gelen, yüzyıllar süren hâkimiyet fikri ve bu fikrin milletin dünya görüşündeki etkileridir. Bazıları, bunu, halkın gelenekçi olması ve yeniliklere sırt çevirmesi şeklinde görmektedir. Aslında, kültür değişmeleri üzerinde şimdiye kadar yapılan araştırmalar göstermiştir ki, bir kültürün mensupları kendilerini karşıdakilerden daha aşağı gördükleri nispette yabancı kültürün daha ziyade prestij yaratan dış görünüşlerine önem vermekte, karşıdakilere hakim bir tavırla baktıkları zaman da daha çok gerçek ihtiyaçlarını giderecek unsurları almaktadır. Hâkimiyet duygusuna sahip olanların en çok direnç gösterdikleri şey kendi hâkimiyetlerinin sembolü olan unsurların değiştirilmesidir. Osmanlılar kendi topraklarında yaşayan Yahudi ve Hıristiyan azınlıklara eşsiz bir müsamaha gösterdikleri halde, onlar üzerindeki hâkimiyetlerinin bir işareti olmak üzere, bu azınlıkların şehir içinde ata binmelerini, silah taşımalarını ve Müslümanlar gibi giyinmelerini yasaklamışlardı. Tanzimat devrinde devlet bütün tebaasını eşit saymayı taahhüt ettiği zaman halk bunu kesinlikle benimsemedi. Tanzimat’ı halkın ne kadar tasvip etmediği Mustafa Reşid Paşa’nın “Akşama sağ çıkacağımdan ümidim yoktur.” sözünden de anlaşılmaktadır. “Gâvura gâvur demek” yasaklandı diye çok şiddetli reaksiyonlar doğmuş, Suriye’d e isyanlar çıkmıştır. Kıyafet değiştirmelerine karşı menfi tavrın sebebi de budur. İlk defa II. Mahmud’un Avrupa kıyafetlerini iktibas etmesi kendisi hakkında “gâvur padişah” denmesine yol açmıştır. Cumhuriyet devrinde de kıyafet inkılâbının çok geç ve yavaş benimsendiğini, hatta mukavemetle karşılaştığını hepimiz biliyoruz. Ölçü ve tartıların değişmesine, hatta yazı değişikliğine kimse karşı koymamıştır. Fakat şapka, Türk halkını Hıristiyanlarla eşit tutmanın bariz bir alameti sayılmıştır. 13 Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ise, devrimciliğe özenen, Reşid Paşa’yı taklide kalkan, anayasa ile her sorunun halledileceğine inanan bir acayip zihniyetin eseridir. Mithat Paşa, anayasanın her derde deva olduğunu, Avrupa’d aki teknik gelişmenin bile bunun sonucu olduğunu, meşrutiyetin ilanıyla

Osmanlı Devleti’nin bir anda İngiltere kadar kuvvetleneceğini yazmıştır. Son vak’a-nüvis (zamanın olaylarını kaydetmekle görevli devlet tarihçisi) Abdurrahman Şeref de, henüz hukukta öğrenciyken, birçok aydın gibi aynı görüşte olduğunu yazmaktadır. İlk anayasal reformlar açıkça Avrupa etkisinin ve örneğinin ve Avrupa’yla eşit şartlarda bulunma isteğinin bir sonucuydu. Bu reformlar gerek Avrupa’d an borç alabilmek, gerek müdahale ve işgali önlemek üzere yapılmış uyum jestleri olma özelliğini de taşıyordu. Oluşturulan meclis bir kavimler kokteyli niteliğindeydi. Bu zamandan itibaren de hürriyet ve anayasa hastalığına düşüyoruz. 14 Batılı bir yazar, milli kültürden koparak yabancı hayranı olan züppe aydın tipi ile milli kültürün temsilcisi olan halk arasında şöyle bir ayrım yapıyor: “…şu noktada bütün dünya müttefiktir ki, yeni Türk, eski Türk’ün değerinde değildir. Bizim kumaşlarımızı, her türlü refah vasıtalarımızı, ayıplarımızla kötülüklerimizi, manasızlıklarımızı benimsemiştir; fakat hislerimizle fikirlerimizi (yani ilim ve sanatı) henüz kabul etmiş olmadığı için, bu yarım yamalak istihale esnasında eski Osmanlı-Türk karakterinin bütün iyi taraflarını kaybetmiştir. Eski Türk’ün, batı medeniyeti eserleri olarak şimdilik gördüğü şeyler tembel, kabiliyetsiz, imansız, para düşkünü, Frenk taklitçisi, her türlü geleneğin düşmanı ve uşak ruhlu sürü sürü memurlardan oluşan ve atalarının pabucu bile olmayacak küstah, hayâsız bir çeşit ‘şık gençlik’ ruhundan ibarettir.” (De Amicis). Bu satırların yazıldığı tarih 1883’tür. İfade biraz ağır görünmekle beraber, son yüzyıllardaki kültür ve karakter değişmesinin istikameti hakkında doğru bir fikir verdiği kanaatindeyim. 15 Joseph Nye’ın hard power ve soft power kavramlarına burada değinmek ilginç olacak ama genel anlamda batılılaşma ve modernleşme hareketlerine baktığımız zaman Batı’nın zorla yaptırım gücü (hard power) arttıkça başkalarına kendi istediğini istetme gücünün (soft power) de arttığını görürüz. Nye, her zaman için geçerli olmamakla birlikte hard power ve soft power arasındaki bu ilişkiyi vurgular. 16 Asırlar boyunca savaş alanlarında karşılaştığımız Batı'nın bizimle boy ölçüşebileceğine ihtimal vermediğimizden onu tanıma gereğini duymamıştık. Fakat batı karşısında aldığımız askeri yenilginin ardından önce onu tanımaya sonra da o medeniyetin ürünlerini ithal etmeye başlamıştık. Benzer şekilde, 1905 yılında, meşruti Japonya’nın, otokrat Rusya’ya karşı kazandığı zaferle, yüzyıllardır ilk defa bir Asyalı devletin bir Avrupalı devleti yenmesi, çok popüler bir mesaj veriyordu. Bu mesaj

47


48

Rusya’d an bile duyuldu ve halkın baskısıyla bir çeşit parlamenter rejim kuruldu. Meşrutiyet adeta hemen alınması zorunlu olan bir hayat iksiri gibiydi. Memlekette meşrutiyet kurulduğu takdirde kurt ile kuzunun yan yana yaşayacağını zanneden İttihatçılar, monarşik iktidarı devirmek üzere Ermeni ve Bulgar komitacılarla anlaşarak birlikte hareket etmişlerdi. Komitacıların gayesi Türk devletini yıkarak toprak ve istiklal kazanmak, İttihatçıların gayesi ise iktidarı ele geçirerek kendi metotlarıyla daha kuvvetli bir Türkiye kurmak olduğu için bu işbirliği çok kısa sürdü. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra İttihatçılar, Ermeni ve Bulgar komitacılarıyla boğazlaşmak zorunda kaldılar. İmparatorluğun Rumeli toprakları elimizden çıktı. Ermeniler doğuda yüz binlerce Türk’ü, ana karnındaki çocuklar da dâhil olmak üzere öldürdüler, hatta bu katliamdan İttihatçıların liderleri bile kurtulamadılar. İttihatçılar devlet sorumluluğunun dağ başlarındaki tatlı hayallerinden farklı olduğunu acı bir şekilde öğrendiler: Kendi elleriyle kurmuş oldukları meşrutiyeti yine kendi elleriyle boğdular. Monarşik idarenin muhalifleri devlet tarafından maaş bağlanarak sürgüne gönderiliyordu, hürriyetçilerin siyasi muhalifleri özel katiller tarafından sokak ortalarında öldürüldü veya Merkez Kumandanlığının hapishanesinde tırnakları söküldü. İkinci meşrutiyet garpçısı ve cumhuriyet devrinin inkılâpçısı Kılıçzade Hakkı, her anlamda batılılaşmanın, milletin varlığını sürdürebilmesi için yegâne seçenek olduğunu şöyle ilan ediyordu: “ Bağıra bağıra halka anlatacağız ki, değil Asya’d an çekilmek, kutuplara firar etsek Avrupalılar gibi düşünmedikten, Avrupalılar gibi çalışmadıktan sonra orada dahi yakamızı bırakmazlar, Mevcudiyet-i mukaddese-i diniye ve milliyemizi muhafaza ettirmezler. Bugün

Avrupa’d an tardettiler, kaldıracaklardır.” 17

yarın

dünya

yüzünden

Herhangi bir milletin bir başka millete ait kültürü olduğu gibi benimsemesi imkânsızdır. Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur. Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikâyesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir. Tam anlamıyla Avrupalılaşmayı imkânsız kılan şey işte budur. Bugün Doğulu da değiliz, Batılı da... İki dünya arasında adeta medeniyet muhaciriyiz. 18 İngiliz politikacı Ramsay MacDonald’ın Hindistan’d aki Batılılaşma hastaları hakkında söyledikleri gerçekten ilgi çekicidir: “Biz onları yalnız kendi kültürlerini aşağılamaya ve kaldırıp atmaya yönlendirmekle kalmadık, evlerini, iklime dayanamayacak döşeme ve eşya ile doldurmalarını istedik. Hindistan’d aki fikri erosionisme, yani melezleşme ve piçleşme cidden müthiştir. Bu tarz düşünceye kapılmış beyinler birer serseri, birer avaredirler. Bunlar hiçbir medeniyete, hiçbir vatana, hiçbir tarihe mensup değildirler. Bu beyler asla öngörülmeyen bir ihtirasla bir takım fikirler icat ederler. Bu fikirler, hayatı yalanlar. Bunlar ilerlemeyi ve kültürel gelişmeyi isteyen kimseleri geçmişteki kültürlerden yoksun bırakırlar. Verdikleri gıda ise besleyici olmaktan çok yıkıcı ve kafa karıştırıcıdır. Biz doğu fikrine karşı bir batı görüş ve huzuru vermedik, tam bir fikri ve ahlaki anarşi doğurmayı ise hakkıyla başardık.” 19

Refera n sl a r 1. Cemil Meriç, Bu Ülke, 39. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 96 2. Cemil Meriç, Jurnal, 21. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s. 106 3. Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 19. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2009, s. 87 4. Ziya Nur Aksun, Dündar Taşer'in Büyük Türkiye'si, 10. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2010, s. 39 5. Bernard Lewis, Orta Doğu, 8. Baskı, Ankara: Arkadaş Yayınevi, 2011, s. 346 6. a.g.e. s. 383 7. a.g.e. s. 386 8. Mehmed Niyazi, Medeniyetimizin Analizi ve Geleceği, 5. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2011, s. 13 9. B. Lewis, a.g.e., sf:384-385 10. Erol Güngör, Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, 11. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2007, sf:126-127 11. E. Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.90 12. M. Niyazi, a.g.e. s. 15 13. Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, 16. Baskı, İstanbul: Ötüken Neşriyat, 2010, s. 140 14. Z. N. Aksun, a.g.e., s.13 15. E. Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s. 66 16. J. Nye, Understanding International Conflicts: An Introduction to Theory and History, 4. Baskı, New York: Pearson/Longman, 2003, s. 60 17. E. Güngör, a.g.e., s. 71 18. M. Niyazi, a.g.e., s. 10 19. Z. N. Aksun, a.g.e., s. 61


savaşlardan yıpranmış ve çökmüş bir Avrupa’nın yeniden ayağa kalkabilmesi ve devamlılığının sürdürülebilmesi açısından böyle bir kavram olarak gelişiyor. Değerler olarak çıkıyor. Aslında Avrupa’nın içine baktığınız zaman iki tane Avrupa olduğunu görüyoruz: biri kapalı ve muhafazakar tanımlı bir Avrupa; diğeri daha geniş, hoşgörülü ve açık bir Avrupa tanımı. Zaten Avrupa Birliği’nin kimlik tartışmaları hep o noktada başlıyor.

H a ri ci ye: Avru pa l ı ol m a k; a yrı a yrı d evl et, m i l l et ve bi rey ol a ra k n e gi bi özel l i kl eri gerekti ri r? D r. F. H . Bu ra k Erd en i r: Bu tabii çok kapsamlı bir soru. Avrupalı olmak, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra somutlaşan bir süreç. Yani Avrupalı olmak Orta Çağlardan bu yana tartışılan bir kavram olsa da, bu kavramın özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra somutlaştığını görüyoruz. Geçmişte Victor Hugo’d an Napolyon Bonapart’a, Habsburglara kadar bir Avrupa yaratma sevdası hep olmuş. Ama Avrupalılık nedir? Birey çok önemli, ama bu kavram Avrupalı bireyleri ne kadar kapsıyor? Orta Çağ’d a aristokratlar arasındaki ilişkiler, belli bir tüketim kalıbı oluşturuyor. Sonrasında Fransız Devrimi’nde bazı değerler ortaya çıkıyor ama bu değerler ne kadar paylaşılıyor? Sonra Sosyalizm ortaya çıkıyor; öne sürdüğü şey, “Bütün işçiler birleşsin.” Yine Avrupalılık yok. Daha ziyade, ulusal devletlerin oluşmasıyla birlikte bu kavramın ortaya çıktığını görüyoruz. Yani Avrupalılık kavramı çok esnek ve kaygan bir kavram her bakımdan. Her şekilde iktidarların, siyasetin, hatta dinlerin bile bu kavramı kendilerine meşruiyet sağlamak adına kullandığını görüyoruz tarih içinde. Ama günümüzde Avrupa ve Avrupa Birliği kavramlarının eş anlamlı kullanıldığını görüyoruz. Bu da dediğim gibi İkinci Dünya Savaşı sonrasında,

S i zi n d e bi l d i ği n i z gi bi Avru pa Bi rl i ği ’n i n ku ru l u şu a sl ı n d a 6 ku ru cu ü l ken i n ka tkı l a rı yl a ol u ştu ru l a n Avru pa Köm ü r ve Çel i k Topl u l u ğu ’d u r. Bu topl u l u k, AB’ye d ön ü şü p ekon om i k i şl evi n i n ya n ı n d a si ya sa l bi r orga n h a l i n e gel m esi yl e ve 2 8 ü l ken i n ü ye ol m a sı yl a gen i şl ed i ve gü çl en d i . Peki bu ya yı l m a , gü n ü m ü zd e, orta k bi r ki m l i k ol u ştu ru l m a sı n ı ve bu ki m l i ği n koru n m a sı n ı n e d ereced e etki l i yor? Avrupa Birliği’nin kuruluşu olarak imzalanan Roma Antlaşması’nın önsözünde şöyle bir ifade geçer: “Avrupa halkları arasında daha yakın bir bütünleşme”. Esas amaç Avrupa halkları arasındaki bir bütünleşmeyi sağlamak. Çünkü eğer onu yapabilirsen bu değerleri hayata geçirebilirsin. Bahsettiğimiz bu değerler soyut şeyler; insan hakları, özgürlükler, demokrasi, hoşgörü, farklılık içinde birlik gibi. Bu soyut değerleri de hayata geçirebilmek için bir şeylerin yapılması lazım. Avrupa’nın sürecine baktığımız zaman da şu şekilde geliştiğini görüyoruz; Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nu kuruyorlar, savaşın hammaddesi olan kömür ve çeliği ortak bir otorite altında birleştiriyorlar. Bu topluluğun sonraki amaçları ortak bir ekonomik, ticari, mali, siyasi ve kültürel noktaya gelebilmek. Baktığımız zaman Avrupa Birliği’nin bunu ne kadar sağladığı tartışılır; ama AB’nin kuruluş özüne döndüğümüz zaman bunun bir barış projesi olduğunu görüyoruz. Şöyle bir barış projesi: Savaşlardan çökmüş Avrupa’d a Almanya’yı bir şekilde zapturapt altına almak için yapılan bir proje. Amerikalıların da desteğiyle Fransızların kurduğu bir birlik. Dolayısıyla felsefesi bu. Yani aslında siyasi bir birlik olarak öngörülüyor. Böylesine küresel bir hedefi var. Avrupa Birliği,

49


50

insanlık tarihinin en önemli barış projesi olarak nitelendirilebilir. Yöntem olarak mantıklı bir yöntem; önce ekonomik olarak birbirimize bağlanalım ki siyasi kararlarımızı da bu topluluğun hareketlerine göre bağlayıcı olarak verelim. Birliğin bunu sağlamak için hayata geçirdiği ekonomik uygulamalar; Gümrük Birliği, Maastricht Antlaşması’yla tek pazara geçmeleri, Ekonomik Parasal Birlik, ve siyasi birlik yolunda atılan adımlar… Fransa ve Hollanda referandumlarıyla Anayasa 2004 yılında çöktü. Ama bu, birliğin başarısız olduğu anlamına gelmez. Sonuçta 60 yıldan bahsediyoruz. Bütün insanlık tarihindeki milyonlarca yıl içinde 60 yıl nedir? Bir insanın ömrü kadar sürede AB bu noktaya gelmiş. 500 milyon insan serbest dolaşıyor. Bu noktalara kadar ulaşabilmiş bir başarı hikayesi. Dolayısıyla bunun ne ölçüde olup olmadığının cevabını bence gelecek gösterecek. Savaşlardan çıkmış, krizlerle yoğrulmuş bir birlikten bahsediyoruz. Şu anki krizden dolayı AB çöktü diyorlar, ama geçmiş deneyimlere baktığımız zaman çok da olumsuz bir gelecek yok. AB’nin bu krizleri de aşacağını düşünüyoruz. Ama tabii “Avrupalı” kimliğini oluşturabilecek mi, gerçekten bireyler arasında o Avrupalılık oluşacak mı? Burada önemli bir nokta var: Biz hep Avrupalı bir Fransız ya da Polonyalı kimliğinin karşısına koyuyoruz Avrupalı kimliğini. Öyle bakmamak lazım. Farklı kimlikler bir arada olabilir. Bir insan aynı zamanda hem Bavyeralı olur, hem Alman olur, hem de Avrupalı. Siz Avrupalı kimliğini Alman kimliğinin yerine almaya çalışırsanız olmaz. Çünkü Avrupalılık çok farklı bir değerler silsilesini temsil ediyor. H a berm a s’a göre “O rta k d eğerl eri n gü çl ü ol m a m a sı orta k bi r u l u sü stü (su pra n a ti on a l ) ki m l i k ya ra tı l m a sı n a engel d eği l d i r. ” Bi rl i ği n u l a şm a ya ça l ı ştı ğı h ed ef AB yu rtta şl a rı n ı bi rl eşti rm ek ve fa rkl ı l ı kl a rı n bi ra ra d a ya şa m a sı n ı sa ğl a m a ktı r (u n i ty i n d i versi ty) . Peki u l u s-d evl et ki m l i ği n i n ön ü n e geçen bi r u l u sl a ra ra sı ki m l i k ol u ştu rm a k n e d erece m ü m kü n d ü r? Li zbon An tl a şm a sı ’yl a bi rl i kte vu rgu su d a h a çok ya pı l a n bi r ka vra m ol a n Avru pa l ı ki m l i ği gü n ü m ü zd e d evl etl eri n ken d i çı ka rl a rı n ı göza rd ı ed ecek ka d a r etki n bi r ol gu h a l i n e gel m i ş m i d i r yoksa bu ki m l i k gi d erek etki si n i ka ybed i yor m u ? Habermas’ın bahsettiği belli değerleri kapsayan bir politik kimlik: Belli değerlerin olması lazım ama haberlerin, eğitim sistemlerinin, sivil toplumlar arasındaki diyaloğun, siyasi partiler arasındaki ağın ulusal düzeyde değil de Avrupa çapında gelişmesi lazım. Dolayısıyla onun söylediği tamamen politik bir

kültür. Dediğim gibi Bavyeralı bir Alman Avrupalı da olabilir diyor. Avrupalılık uluslarüstü değerleri temsil eder. Zaten AB’nin temelinde olan şey hukuktur, birliğin müktesebatıdır. Ama böylesi bir tanımda bile ulusal kimliklerle karşı karşıya kalma riski var. Mutlaka iş sonunda ulusal çıkarlara geliyor. Baktığımızda 2003’teki Körfez krizinde AB ülkeleri arasında ciddi bir bölünme oldu. Çünkü ABD ile İngiltere’nin menfaati beraberdi. Fransa buna karşı çıktı. Ulusal çıkarları gözardı ederek İngiltere ile Fransa arasında nasıl bir kimlik oluşturacaksın? Bence en sorunlu alan dış politika alanıdır. Dış politika oluşturmadan Avrupalı kimliği oluşturabilir misiniz? Tartışılır. Çünkü siyasi partiler temelinde bir örgütlenme oluşturulması gerekir. Bu kavramlar gelip bazı noktalarda tıkanıyor. Mesela Avrupa’d a birçok ülkenin eğitim müfredatında hala ulusal tarih ön plana alınıyor. Bunlar kolay şeyler değil. Ama ben yine de incecik de olsa bir Avrupalı kimliğinin var olduğuna inanıyorum. Bunun da tamamen o ülkedeki sivil toplumun, bireylerin menfaatine bir süreç olarak düşünüyorum. Yani demokratikleşme, insan hakları, azınlık hakları anlamında, bütün o AB üye ülkeleri içindeki yerleşik halklar için olumlu bir kavram olarak görüyorum. Aşı rı sa ğ retori ği ve m i l l i yetçi l i k Avru pa’d a bi r ta ra fta n si ya seti n gen el i n e ya yı l ı rken d i ğer ya n d a n ba zı si ya si l i d erl er u cu z popü l i zm i n a rka sı n d a n koşm a ya d eva m ed erek ı rkçı , göçm en ve İ sl a m ka rşı tı pol i ti ka l a r i zl em ekted i rl er. O sl o’d a ya şa n a n l a r, M a ca ri sta n ’d a rej i m i otori ter bi r eksen e ka yd ı rm a ya sevk ed en a n a ya sa d eği şi kl i ği , Ku zey Avru pa ü l kel eri n d e sa ğ pa rti l eri n seçi m l erd e ba şa rı sı n ı n bü yü k ora n d a a rtm a sı örn ek ol a ra k gösteri l ebi l i r. O ysa ki , Avru pa Bi rl i ği , çok kü l tü rl ü l ü k i çi n d e bi rl i k h a ya l i n i tem si l ed en bi r ol u şu m d eği l m i yd i ? Bu ba ğl a m d a , Avru pa ki m l i ği n i n H ı ri sti ya n kökl eri yl e sekü l er ta n ı m l a rı a ra sı n d a ki ka rm a şı k i l i şki ye n a sı l ba kı yorsu n u z? 9/11 sonrası “Medeniyetler Çatışması” tezinin yükselmesiyle beraber din olgusu yeniden tartışmalı bir şekilde ortaya çıktı. Aslında dinin Avrupalıların yaşantısında çok yeri olduğunu söylemek mümkün değil. Ama, ırkçılıkla, göçmenlerin işlere ortak olduğu kaygısıyla, entegre olamamış yabancılar meselesiyle ve tüm bunların İslamiyet’le bezenmesiyle, bu yabancı düşmanlığı ortaya çıktı. Garip bir milliyetçilik çıktı ortaya. Politikacılar da bunu gayet güzel kullanmaya başladılar. Çünkü bu oy getirecek bir şey, nasıl dışlayabilirsin ki. Ama şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Gerçekten lider toplumun peşinde mi gitmeli önünde


mi gitmeli? Toplum öyle diyor diye oylara mı oynamalı, yoksa o insanları doğru yola yönlendirecek politikaları seçebilme cesaretini ortaya koyabilmeli mi? Gelecek nesilleri mi düşünmeli, gelecek seçimleri mi düşünmeli? Bu ciddi bir ikilem. Çünkü siz onu beslerseniz, Avrupa da oraya doğru gider. Bununla ilgili yaptırımlar uygulamazsınız, polis teşkilatındaki olaylara göz yumarsınız, işkence iddialarını dikkate almazsınız, (Birçok Kuzey Avrupa ülkesinde işkence iddiaları hala var, Türk mahkumların başına gelenler)… Bunlar açıkça insan haklarına aykırı şeyler. Avrupa’nın daha seküler tanımı, yani dinden, kültürel unsurlardan, ırkçılıktan arındırılmış, daha hoş görülü, daha açık ve liberal bir tanımın mutlaka daha etkili olması lazım; ama bunu yapmak kolay değil. Şu anda Avrupa’d a ciddi bir lider sıkıntısı var. Geçmişte Avrupa’nın liderleri olan Jean Monnet, Schuman, Churchill insanları belli bir yere yöneltebilen, bir liderlik vizyonu ortaya koyabilen insanlar. Avrupa’d a böyle liderlerin olmaması çok büyük bir dezavantaj tabii. Avrupa kimliğinin açık tanımının Avrupalı liderler tarafından geliştirilmesi gereklidir. Açık tanım niçin bizim için önemli? Çünkü, Türkiye ancak bu açık tanımın içinde yer alabilir. Türkiye kapalı bir Avrupa kimliğinin içinde yer alamaz. Halbuki biz diyoruz ki: Avrupa birliği Hristiyan bir birlik değildir. Hiçbir belgede de yazmıyor zaten bu; ama zımnen AB’nin bir Hristiyan birliği olduğuna inanıyorlarsa, böyle bir tanımda Türkiye’nin yeri olamıyor. Aslında bu Avrupa’nın Hristiyan olmasıyla ilgili olmaktan ya da Türkiye’nin Müslüman kimliğiyle ilgili olmaktan ziyade bu kimliğin hoşgörüsüz olmasıyla ilgilidir. Yoksa Avrupa’nın yüzde kaçı Hristiyandır? Avrupa’d a milyonlarca başka dine ya da inanışa mensup insan var. Avrupa’yı tek bir dinle tanımlamak doğru değil. Din artık öyle bir noktaya geldi ki, kültürel unsurları taşıyor içinde. Yoksa Fransa’d a kiliseye düzenli gidenlerin oranı % 20’nin altına düşmüş. Fransa’nın Türkiye’ye %85 oranında karşı olmasının sebebi, başka unsurların işin içine girmesinden dolayıdır. Ya za rl a rı m ı zd a n bi ri bu n u n h a kkı n d a ya zı ya za ca k a m a ben bi r d e si zi n görü şü n ü zü a l m a k i sti yoru m . AB ekon om i a l a n ı n d a ki etki l i i şl evi n i si ya sa l a l a n d a gösterm ekte yetersi z m i ? G eçen sen ed en beri va r ol a n kri z tem el d e ekon om i k m i , si ya si m i ? Aslında ekonomik krizin en önemli sebebi, tamamen entegre olamamış bir AB. Yani Euro’ya geçip de mali politikalarınızı, bankacılık sisteminizi uyumlaştırmazsanız bu bir hatadır. Mali politikaları birleştirmek de siyasi bir irade gerektiriyordu o

dönemde, yapamadılar. Euro’ya geçmek çok önemli bir adımdı; çünkü Alman Markının bırakılmasını gerektiriyordu. Almanlar bunu kabul etti; ama bir adım daha atıp mali politikalarını birleştiremediler. Buna ne Almanlar cesaret edebildi ne Fransızlar. Ama bunun bedelini de ağır ödediler. Bir para birimi var; ama bunu nasıl yönlendireceğinizi, bütçenizi nasıl hazırlayacağınızı, kamu harcamalarınızı nasıl yapacağınızı belirlemezseniz, bu sonunda bir kriz doğurur. Ekonomiyle siyaset iç içe geçen unsurlardır. Ekonomik olarak krizden geçen AB’nin bu krizi siyasi destekli aşacağına inanıyorum. Dediğim gibi AB projesi krizlerle yoğrulan bir projedir. Bunun çözümü ne olabilir? Farklı entegrasyon aşamalarına ulaşmış ülkeler olabilir, dolayısıyla farklı entegrasyon alanlarında daha sıkı olan ülkeler bir tarafta, daha az bütünleşmiş ülkeler başka bir tarafta ve kopuk olan ülkeler (İngiltere gibi) kendini iyice geri çekebilir. İsviçre, Norveç, İzlanda gibi Avrupa Ekonomik Alanı ülkeleri de bu entegrasyona dahil olabilir. Yani AB’d e bir dönüşüm söz konusu olabilir. Avru pa l ı ki m l i ği n i “opt ou t” l a r n a sı l etki l i yor. Ö rn eği n İ ngi l tere’n i n ken d i n i ba zı AB pol i ti ka l a rı n ı n h a ri ci n d e tu tm a sı Avru pa l ı ki m l i ği n i n ol u şu m u n u n a sı l etki l i yor s i z ce ? Katkı sağladığını söyleyemeyiz. Tabii ki zarar veriyor. Çünkü İngilizler en Euroseptik (Avrupa şüpheci) millet. Çok da sıcak bakmıyorlar. İzole olmalarında coğrafi olarak uzak olmalarının etkisi de var tabii. İngiltere ve Türkiye’nin bu bağlamda benzerlikleri var. Coğrafi olarak çok yakın değiller Avrupa merkezine, iki ülkenin de imparatorluk geçmişi var ve ulusal kimliklerini her zaman daha güçlü şekillerde yansıtmışlar. Ama dediğim gibi İngiltere’nin bile şu anda rezervlerinin olması, Avrupa Birliği’nden kopacağı anlamına gelmiyor. Geçen yılki krizde Londra’yı piyasalardan söküp atma fikri ortaya çıktığında bu konu tartışılmaya başlanmıştı; ama kimse Londra’yı Avrupa piyasalarından söküp atma riskini göze alamadı. Çünkü 1990’lı yıllardan beri, yaklaşık 20 seneyi bulmuş entegre bir tek pazar var. Ticari, ekonomik, finansal anlamda; bankacılık, malların serbest dolaşımı anlamında İngilizler de girmişler işin içine. Belki bu dışlama fikri 1994 yılında olsaydı, (gerçi o zaman Euro yoktu ama) o zaman olan bir krizde belki İngilizler geri adım atabilirlerdi. Ama 20 sene sonra, şu anda İngiltere’nin bu işten çıkması çok zor. İngiltere de gelişmelere göre kendini konumlandıracaktır. Dediğim gibi, belki çok vitesli Avrupa projesi o şekilde devreye girecek. Bunun

51


Avrupa kimliğine etkisi tabii çok yararlı olmayacak; ama yine de bazı değerlerin ciddi anlamda mekanizmalarla güçlendirilmiş olarak Avrupa’d a var olması, uluslarüstü Avrupa kimliğinin mevcudiyetini sağlar diye düşünüyorum.

52

Bi rl i k ol a ra k Tü rki ye en ba şta coğra fi kon u m u n d a n d ol a yı Avru pa l ı sa yı l m ı yor. Bu n u n ya n ı n d a AB kri terl eri n e u yu m , Avru pa l ı l ı k d eğerl eri n e ya kl a şı m , i n sa n h a kl a rı , pol i ti k ve ekon om i k soru n l a ra i l i şki n probl em l er Bi rl i ği n , Tü rki ye’n i n Avru pa l ı ol m a d ı ğı n a d a i r söyl em l eri n i ol u ştu rm a kta . Peki Tü rki ye n e ka d a r Avru pa l ı ? “Ad a y ü l ke” ol d u ğu n d a n beri Tü rki ye n e ka d a r yol ka t etti ? Türkiye’nin Avrupalılığını sorgulamak çok mantıklı değil. Türkiye’nin tarihi de, kültürü de, coğrafyası da Avrupa’yla iç içe geçmiş. Avrupa’yı nasıl tanımladığınıza bağlı. Avrupa’yı sadece Hristiyanlıkla tanımlarsanız zaten olmaz. Ama dinle bile tanımlasanız en eski kiliseler bu topraklardadır. Roma Hukuku’ndan Yunan felsefesine kadar Avrupa’nın Anadolu’d a yoğrulmuş bir kültürü var. Dolayısıyla bırakın açık Avrupa’yı; Türkiye’yi, Anadolu’yu dışlayarak, kapalı bir Avrupa bile yaratamazsınız. Avrupa Birliği dışında Türkiye Avrupa’nın her kuruluşuna tam üyedir. Türkiye, Avrupa’nın her yerinde vardır. 4-5 milyon insanımız orada yaşıyor, ticaretimizin %50’si onlarla, yabancı yatırımın %80’i Avrupa Birliği ülkelerinden… Yani her bakımdan Türkiye ile AB iç içe geçmiştir. En kötü zamanımızda Osmanlı’ya “Avrupa’nın hasta adamı” denmiş. Coğrafi olarak dışlamak zaten yanlıştır. Ankara, AB üyesi olan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin başkentinden daha batıda bir başkenttir. Coğrafi kriterler işe yaramaz; zaten 1987’d e bizim başvurumuzu kabul edip değerlendirmeye almaları bunun göstergesi. 1989 yılında Fas başvurduğunda Avrupalı olmadığı gerekçesiyle başvurusu değerlendirmeye dahi alınmadı. Bu, kapalın unsurlarla çözülecek şey değil. Türkiye’nin Avrupa’d aki baskın evrensel değerleri ne ölçüde benimsediği belirleyicidir. Hukukun üstünlüğü, kurallara uyma, bireyler arası güven, kadının toplumdaki yeri, kentleşme gibi unsurlar çok önemlidir. Avrupa Birliği’nin kriterlerine uyum sağlamak bizim değerlerimizden sapmak anlamına gelmez. Daha şeffaf bir ülke oluruz, yolsuzluk azalır. Kötü emsal olmazmış, Fransa’yı, Almanya’yı örnek vermek istemiyorum. Fransa’d a geçen sene Roman vatandaşlar trenle sınırdışı edildi. Almanya’d a NeoNazi cinayetleri oldu. Oralarda da bu manada hoşgörülü bir Avrupalı kimliği oluştuğunu söylemek

mümkün değil; ama bizim en azından bu değerlere sahip olarak gelişimimizi, demokratik, hukuki ve sosyal dönüşümüzü sürdürmemiz, tamamlamamız gerekiyor. Tü rki ye’n i n Bi rl i ğe a l ı n m a yı şı , ve a d a yl ı ğı n d a kesti ri l i p a tı l m a yı şı ya n i “a d a y ü l ke” kon u m u n d a ka l ı şı AB’n i n i şi n e m i gel i yor? Türkiye’nin Avrupa Birliğiyle ilişkilerinde sıkıntılar olduğu doğru. Çok umut verici gelişmeler olmuyor. Türkiye karşıtı aşırı partiler güç kazanıyor, Türkiye’yi dışlamak isteyen politikalar uyguluyorlar. En son Sarkozy-Merkel ikilisinin Türkiye’yle ilgili olarak koyduğu pozisyon çok açıktı. Bu gelişmeler çok umut verici olmasa da biz Türkiye’nin AB sürecini şöyle görüyoruz: Bu, sonuçtan daha önemli bir süreç. Mutlaka Türkiye’nin hedefi tam üyeliktir. Ben Türkiye’nin vakti geldiğinde tam üye olacağına da inanıyorum. Ama bunlar vakit alacak bir dönüşüm sürecidir. AB’nin 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan bir yapılanma olması, Soğuk Savaş’ta geçirdiği yıllar, Doğu Bloku ülkelerinin gözü kapalı içeri alınması; yani genel konjonktüre bakmak lazım. Türkiye’nin üye olması da bu genel konjonktürle ilgili bir şey. OECD figürlerine göre, Türkiye 2050 yılında Avrupa’nın en büyük ikinci ekonomisi olacak. Öyle bir Türkiye, Avrupa’d an dışlanabilir mi? Çok güçlü argümanlarımız var: Ankara Antlaşması, Gümrük Birliği gibi. Ama haklı olmak yetmiyor, güçlü olmak gerekiyor. İşte güçlü olma noktasında, Türkiye’nin önplana çıkmaya başladığını görüyoruz. Çünkü bizim dediğim şey: Türkiye-AB ilişkisi kazan-kazan ilişkisidir. Kazan-kazan ilişkisi de ancak eşitler arasında olur. Menfaatler üzerine kurulu bir sistem bu uluslararası sistem. Bu sadece Türkiye için değil, her üye ülke için geçerli; eğer AB’nin sizden kazanacağı bir menfaat varsa sizi üye yapar, sizin de bir menfaatiniz varsa üye olursunuz.

O sm a n l ı d a n bu ya n a sü regel en za m a n d a 1 9 . yü zyı l d a Ta n zi m a t' ta n 2 1 . yü zyı l d a AB' ye ka tı l m a gi ri şi m l eri yl e d eva m ed en ya kl a şı k i ki yü zyı l l ı k za m a n d i l i m i n i d eva m l ı l ı k gösteren bi r sü reç ol a ra k görü yor m u su n u z ? O zamanki Batılılaşma ve devletin, toplumun konumu bazı benzerlikler arzetse de çok farklı noktalara geldiğimize inanıyorum. Özellikle Cumhuriyet sonrası dönemde Türkiye’nin kendisini çok farklı bir kimlikle ortaya koymasıyla birlikte farklılıklar doğdu. Cumhuriyet’ten önceki dönemde batılılaşma çabalarında azınlıklara haklar verilmesi meselesi vardı. Halbuki artık öyle değil.


O za m a n l a r pol i ti k ga yel er d a h a ön pl a n a çı kı yord u . Am a ş i m d i … Politik gayeler her zaman var. Ama şu anda bizim azınlık olarak adlandıracağımız, farklı inançlara sahip grupların herhangi bir vatandaşla anayasa önünde eşit sayıldığı bir devletiz. Olaya bu şekilde yaklaştığımız zaman Batı’nın empoze etmeye çalıştığı “Şunu yapın, bunu yapın” ayağını kırmış oluyorsunuz. Türkiye’d e kent içinde karbonmonoksit gazı salınımı yüksek olan araçlarda dizel kullanımı yasaklandı. Genetiği değiştirilmiş organizmaların bebek mamalarına katılması yasaklandı. Bunlar Avrupalıların değil Türkiye’nin yararına oldu. Türkiye bu süreci kendi yararına bir süreç olarak algılarsa ancak bu işten başarılı çıkar diye düşünüyorum. S i zi n son ol a ra k ekl em ek i sted i ği n i z bi r şey va r m ı ? Bana göre Türkiye Avrupa kimliğinin önemli bir parçasıdır. Türk kimliğinin farklı unsurları vardır. Türkiye hem Avrupa’d a, hem Asya’d a, hem Balkanlar’d a hem Kafkasya’d a olan bir ülke. Göçmenlerle dolmuş bir ülke ama bunun yanında

kadim toplulukları olan bir ülke. Bu kimlik binlerce yıl içinde ortaya çıkmış bir kimlik; farklı ulusların, farklı kavimlerin, farklı kültürlerin karışmasıyla oluşmuş bir kimlik. Türkiye kimliğinin sadece Avrupa boyutu yoktur, Orta Doğu boyutu da vardır, Asya boyutu da, Balkan boyutu da. Balkan Göçleri’nin 100. yılındayız; on binlerce insanımız Balkanlar’d an göç etmiştir, bu kimliği nasıl göz ardı edebiliriz ki? Kadim topluluklar da var burada. Anadolu çok enteresan bir coğrafya, ama Avrupalı kimliğimizi göz ardı edemeyiz. Fakat, dediğim gibi bu kimliği ulusal kimliğimizin karşısına koymak yanlıştır. Farklılık içinde birlik politikası perspektifi kapsamında Ankaralı da Türk de Avrupalı da olabilirsiniz. Bu tamamen kimliğinizi nasıl algıladığınızla ilgili bir şeydir. Dediğim gibi, Avrupalı kimliğin de bize verebileceği çok şey vardır. Bahsettiğim değerlerin gerçekten somut olarak hayatımıza yansıması çok önemli, bizim yararımıza şeylerdir. Avrupa’d an kopmadan Avrupalı kimliğimizi yanımızda taşıyarak daha umutlu bir geleceğin bizleri beklediğini düşünüyorum…

53


HARİCİYE 21


“Avrasya, yerkürenin en büyük kıtasıdır ve jeopolitik olarak bir eksendir. Avrasya’ya egemen olan bir güç, dünyanın en ileri ve ekonomik olarak verimli üç bölgesinden ikisini kontrol edebilir.” 1 ABD Başkanı Jimmy Karter’a danışmanlık etmiş Polonyalı Siyaset Bilimci Zbigniew Brzezinski’nin Avrasya’nın dünya siyasetindeki önemini özetleyen bu iki cümlesi sanırım bizlere çok şey anlatmakta. Hiç şüphesiz bu bölgenin ve çevresinin şah damarı sayılan enerji boru hatlarının çıkıp Dünya’ya yayıldığı bölge olan Orta Asya coğrafyasını bu tanıma yerleştirmeden cümleyi okursak Brzezinski’nin çizdiği bu kompozisyon eksik kalır. (Orta Asya coğrafyasından Kazakistan, Özbekistan ile Türkmenistan Osman Cihan SERT tarafından ve Azerbaycan ile Kırgızistan ise Sabrican SARAK tarafından değerlendirilecektir.)

Ka za k, Ö zbek ve Tü rkm en S i ya seti n i n 2 2 Yı l l ı k İ sti kra rı n a G en el bi r Ba kı ş O sm a n Ci h a n S ert

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1991’in güzündeki ani ve dramatik çöküşü, İpek Yolu kervanlarının o debdebeli zamanındaki etkenliğini kaybetmiş ve uzun süre Moskova yönetimince tarım coğrafyası olarak nitelendirildikleri için edilgenliğe itilmiş Orta Asya ülkelerini (Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ı kastedeceğim.) tekrar Dünya sahnesine taşıyacak süreci başlatacaktı. Bölgenin sahip olması gereken istikrar ve düzenin hayati önemin getirdiği yükümlülük geçtiğimiz 22 yıldan bu yana Orta Asya ülkelerini ve dünya aktörlerini uygun bir çıkar ilişkisi zemininde buluşturmayı başardı. Yazının devamında detaylarına girilecek bu çıkar ilişkileri Orta Asya ülkelerinin 22 yıllık bağımsız siyasi geçmişlerinde ister istemez bir durağanlığı ve olağan üstü siyasi istikrarı da beraberinde getirdi. Bu üç ülkenin 22 yıllık siyasi istikrarına bir göz atılacak ve sonra henüz yeni bir devlete göre olağan üstünlük taşıyan siyasi istikrarın iç ve dış dinamiklerine değinilecektir. Öncelikle, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın bağımsızlıklarını kazandıkları 1991’in güzünden bu yana geçirdikleri parlamento ve başkanlık seçimlerinin sonuçlarına bakmakta fayda var. Kazakistan Başkanlık Seçimleri 2 Tarih Nursultan Nazarbeyev 1 Aralık 1991 % 98,7 10 Ocak 1999 % 79,78 4 Aralık 2005 % 91,15 3 Nisan 2011 % 91,15 Kazakistan Parlamento Seçimleri 3 Tarih 15 Ocak 2012 18 Ağustos 2007 14 Eylül 2004

Nur Otan Halk Demokratik Partisi* %80.99 %88.41 %60.61

Adilet Demokratik Partisi %0.67 %0.76

Ak Jol Demokratik Partisi %7.19 %3.09 %12.04

Kazakistan Sosyal Demokratik Partisi %1.19 %1.51 %1.73

Kazakistan Komünist Halk Partisi %7.19 %1.29 %1.98

Azat Ulusal Sosyal Demokratik Parti %1.19 %4.59 -

55


Tarih 23 Aralık 2007 9 Ocak 2000 29 Aralık 1991

Özbekistan Başkanlık Seçimleri 4 Islam Karimov %90.77 %95.1 %87.1

Özbekistan Parlamento Seçim Sonuçları 5 Tarih Özbekistan Liberal Özbekistan Demokratik Ulusal Demokratik Demokrat Parti Halk Partisi Parti 10 Ocak 2010 53* 32 26 Aralık 2004 41* 28 18 5 Aralık 1999 49* 34

Özbekistan Ulusal Diriliş Partisi 31 11 10

*Devlet başkanının desteğini alan ve başkanlık seçimlerinde ülke liderinin aday olduğu partiler (Rakamlar meclisteki sandalye sayılarını göstermekte) Türkmenistan Parlamento Seçim Sonuçları 6 Tarih Seçime Katılan Tek Parti Türkmenistan Demokratik Partisi 14 Aralık 2008 %90 19 Aralık 2004 %100 11 Aralık 1994 %99.8

56 12 Şubat 2012

%97.14

Türkmenistan Devlet Başkanlığı Seçim Sonuçları 7 (Daha önceki seçim 1992 yılında yapıldı) Tarih Gurbanguly Berdimuhamedow 11 Şubat 2007 %89.23

Bu sonuçlara göz attıktan sonra akla şu soru geliyor: Neden bu denli güçlü ve sıkı bir siyasi istikrar var? Sovyet Birliği’nin yeni bin yıla miras bıraktığı genç ülkelerin hepsi yeni tanıştıkları serbest piyasa ekonomisi ile demokrasi kavramlarının yarattığı siyasi ve toplumsal değişimlere ve zaman zaman sendromlara maruz kalırken (Balkan ülkeleri ya da Baltık ülkeleri gibi) siyasi istikrarsızlıklar ve iktidar değişimlerine sahne olurken neden Orta Asya ülkelerinde böylesine bir siyasi istikrar var? Yeni kurulan ülkelerin müstakbel liderleri olan, Kazak Nursultan Nazarbayev, Türkmen Saparmurat Nazarov ve Özbek İslam Karimov’un, sık sık demokratikleşme vurgusu yaptıkları bilinen bir gerçek. Sözgelimi Nazarbayev bu uzun soluklu iktidar koşusuna başlarken Ocak 1991’d eki yeni anayasanın halk tarafından kabulünden sonra “Bu sene Ocak ayında modern demokrasinin bütün taleplerine uygun Kazakistan Cumhuriyeti Anayasası kabul edilmiştir.” 8 diyerek yaptığı demokratiklik ve demokratik anayasa vurgusu daha baştan devlet başkanı nezdinde siyasi arenaya taşınmıştı. 1998 Temmuzunda Türkmenbaşı’nın Türkmenistan demokrasisinin sadece 10 yıl içinde istenilen seviyeye geleceği yöndeki açıklamalarını 9 ve İslam Karimov’un 12 Kasım 2010’d aki parlamento konuşmasında "Bu süreçte biz işi bitirdik, türündeki lafları toplamamız lazım. Demokrasi bizim daimi maksadımız. Demokrasi bir günde kurulamaz. Bu yüzden bugünkü gençlerimiz de demokrasiyi kendilerini öncelikli maksat yapmalı." 10 yönündeki söylemlerini hatırlamakta yarar var. Yine aynı çizgi içinde Nazarbayev’in 1997 yılında hazırlattığı 33 senelik kalkınma programını özetleyen konuşması sırasında yaptığı “liberalizm ve demokrasinin devlet kurumlarıyla uyuşmadığı bir ülkenin geleceği de yoktur.” 11 açıklamaları demokratikleşmeyi Kazakistan’ın varoluşu için kaçınılmaz gördüğünü yineliyordu. Fakat bu demokratikleşme sürecinde onuncu yıl kutlamaları sırasında söylediği “Her ülke kendi özelliklerini dikkate alarak demokrasi yolunu izlemelidir.” 12 demeci demokratikleşme yolunda gerekirse antidemokratik yollara başvurulabileceğini zımnen ima ediyor ve demokratik iyimserlikle devam eden süreçte muhalefetten gelen sert eleştiriler karşısında “Bundan sonra dökülecek gözyaşları derdimize çare olmayacaktır. Halk bu hakikati anlamalı.” 13 diyerek alenen muhalefeti


sağduyuya davet ediyordu. Kendi lehine olmayacak bir iktidarın istikrarsızlık, kan ve gözyaşına gebe olacağına işaret ettiğinin altını çizebiliriz. 22 yıllık bir süreçte bu üç liderin (Nazarbayev, Nazarov ve Karimov) SSCB sonrası ortaya çıkan cumhuriyetlerle mukayese edildiğinde olağan üstünlük taşıyan siyasi istikrarlarını nasıl muhafaza edebildiklerine ve zaman zaman vurguladıkları demokrasi hedeflerinin iç düzen ile istikrar kaygısıyla neden 22 yıldır söylem düzeyinde kalmakta olduğuna dair sorulara öncelikle iç dinamikler üzerinden, (hukuki, sosyal ve ekonomik etkenlerin merkezdeki başkanla çevresi ve muhalefeti arasındaki ağlar) bir cevap aranacak. Demokrasi iddiası ve hedefiyle yürüyen Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’ın demokrasi kültüründe temsil ettikleri yerlere kısaca bakarak başlamakta fayda var. Yale Üniversitesi sosyologlarından Juan J. Linz 1970’lerde -Sovyetler Birliği’nin çöküşünden önce- çok partili ve yarışmacı bir siyasi kültürün aslında hakim bir merkezi partinin etrafında uydulaştırılacağı ve yapaylaştırılacağı ihtimalinden söz ederek ortaya pseudodemokrasi (yapay demokrasi) kavramını atmıştı. 14 Bu kavram Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından demokratikleşme iddiasıyla kurulan birçok ulus devlet için yeniden yorumlandı. Stanford Üniversitesi Siyaset Bilimcilerinden Larry Diamond için kapalı-otoriter rejimler ve tam liberal rejimler arasında kalan yarı demokratik niteliğe sahip tüm ülkeler karma/melez rejimler statüsünü taşımaktadır. 15 Onun için Türkmenistan bir otoriter rejim iken, Kazakistan ve Özbekistan bir karma rejim türü olan hegomonik-seçimli otoriter rejim vasfını taşımaktadır. Bu rejimlerde muhalefete çok az ifade hürriyeti tanınır, kurumların işlevi hemen hemen hiç yoktur. Anayasanın varlığına rağmen; seçimlere, kurumlara, partilere sıklıkla müdahale edilir. Bu sağlıksız demokratik görünüm Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ı aynı Sovyet yönetimi geçmişini paylaştığı Balkan ve Baltık ülkelerine göre Economist dergisinin 2007 yılında yazdığı demokrasi indeksinde çok daha geri sıralarda yer almasına sebep oldu. 16 Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ı bu melez demokratik sınıflandırmanın altına sokan ve muhalif-çevre ile başkanın arasındaki ilişkiyi düzenleyen hukuki yapıyı hiç şüphesiz anayasaları oluşturuyor. Güçlü parti sisteminin (parti çevresinin parti merkezine ve liderine olan güçlü bağlılığı) varlığı için imparatorluk, devrim, sosyalist geçmiş gibi yeteri kadar nedene sahip bu üç ülkede, meclisin devlet başkanını gerektiği yerde frenlemesi ve devlet başkanı karşısında kurumsal özerkliğini elde etmesiyle demokratik bir fonksiyon kazanacağı prensibine dayalı başkanlık sistemine geçişle, bu üç ülkenin sahip olduğu güçlü parti sisteminin bir getirisi olarak lideri etrafında sıkıca kümelenen iktidar partisinin bu frenleme fonksiyonunu yerine getirememesi, yasama organını başkanın yaptıklarını onama kurumundan ileri götürmeyen bir pozisyona sokmaktadır. Yani özetle prensipte katı kuvvetler ayrılığına dayalı başkanlık sistemi Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’d a işlevini kaybetmekte, başkanı otoriter bir konuma getirmektedir. Meclisi kolaylıkla bypass edebilen başkanların bu avantajı anayasalarına da yansımıştır. Kazak anayasasının 61/2’inci maddesi cumhurbaşkanına yasa tasarısı sunma yetkisi ve sunulan tasarının tartışılma sürecine etki etme yetkisi vermekte, veto ettiği taslağın meclisçe üçte ikilik çoğunlukla tekrar onaylanamaması halinde tasarıyı iptal edebilmekte, başbakan dahil hükümet üyelerinin bir kısmını doğrudana atayabilmekte ve Kazak cumhurbaşkanı bir siyasi krizde yasama organını feshedebilecek yetkilerle donatılmakta ve yeni meclis seçilene dek cumhurbaşkanı meclisin anayasal yetkilerini kullanabilmektedir. 17 Cumhurbaşkanının bu kesin yetkilerinin yanında anayasanın partilerin ittifak yapmasını yasaklaması, %7 olan yüksek seçim barajını sadece cumhurbaşkanının nüfuzu altında olan Nur-OTAN Partisinin parlamentoda tek parti olmasına sebebiyet vermektedir. Özbek anayasası ise, meclisi fesih yetkisini Özbek cumhurbaşkanına da vermekle birlikte ayrıca cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu, yüksek mahkeme ve merkez bankası başkanlarına da yasa tasarısı verme yetkisi tanımaktadır. Cumhurbaşkanı bu yüksek nüfuz etkisiyle daha önce tek bir partinin (Ulusal Demokratik Parti) varlığına izin verirken zamanla yeni kontrol edilebilir partiler kurulmasına izin verilmiştir. 18 Ancak 2000 yılındaki başkanlık seçimlerinde devlet lideri Karimov’a karşı adaylığını koyan Başkan Abdulhafız Jalalov oyunu ülke istikrarı gereği rakibi olan mevcut cumhurbaşkanı Karimov’a verdiğini açıklaması demokrasinin söylemsel düzeyde yine istikrar kaygısı uğruna feda edildiğini göstermektedir. 19 Çok partili sisteme geçiş şu an itibariyle ülkenin melez demokratik yapısında bir değişikliğe yol açmamıştır. 2003’te Türkmenistan’d a, 1998’d e Kazakistan’d a yapılan anayasal değişikliklerle cumhurbaşkanlarına ömür boyu seçilme hakkı tanındığını da burada vurgulamak gerekir. Son olarak Türkmen Anayasası 4. Maddesi gereği sert kuvvetler ayrılığını vurgulamakla birlikte cumhurbaşkanına yine meclisi fesih yetkisi tanınmış ve ülke fiilen tek parti sistemi ile yönetilmeye devam edilmiştir. 20 Denilebilir ki hukuki ve anayasal mevzuat demokratik

57


kurumların varlığına izin vermekle beraber kurumların varlıklarının göstermelik olduğu ve liderlerin istediği yönde şekillendirilebildiği görülmekte başkanlık sistemin gerektirdiği kuvvetler ayrılığı prensibini işlevsiz kılmaktadır. Peki lidere bu dominant pozisyonu veren hukuki dinamiklerin ülke genelinde kabulü ve liderin bu pozisyonunun meşruiyeti nasıl sağlanmaktadır? Ülke genelindeki elitler, kabile liderleri gibi devlet başkanına istediklerinde muhalif olabilecek güç çevreleriyle arasındaki ilişkiyi liderler nasıl tesis etmektedir? Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’d a liderler kendilerine rakip olabilecek alternatif güç odaklarını tasfiye etmek yerine kendisi ve onlarla arasındaki ilişkiyi patronal ilişkiler ağına dökerek gerçekleştirmektedir. Bölge ülkeleri sosyal yapıları gereği klanlar ve kabile yapılanmaları üzerine kuruludur. Kazakistan’d a kabile ittifakları Moğol istilası döneminden beri üç büyük ordaya bölünmüş durumdadır. 21 Bu ordalar arasındaki ilişki devlet başkanının denetimi ve hakemliği altında sürmektedir. Ordalar çeşitli ekonomik sektörlerde tekeller oluşturmuş duruma gelmişlerdir. Özbekistan’d a ise politik ittifaklar Taşkent-Fergana, Semerkand-Buhara ittifakı ve KuzeybatılılarGüneyliler kutuplaşması görülmektedir. 22 Ülkede herhangi bir yönetici görevinden azledildiğine yerine yine aynı ittifak ya da kabileden bir isim getirilmektedir. Türkmenistan’d a da kabile ittifakları çok güçlüdür. Teke kabilesi, Yamut kabilesi, Göklenler kabilesi, Ersarılar kabilesi ülke siyasetinde aktif rol oynamaktadır. 23 Burada önemli olan husus devlet başkanının kabilelerin ülke içindeki ağırlık ve nüfuslarına göre bürokratik ve siyasi pozisyonları paylaştırabilmesi ve karşılığında bu dominant pozisyonu için onay ve destek alabilmesidir. Bu patronal ilişkiler ağının en hassas noktası zaten tarihi ve sosyolojik bir ağırlığı olan kabile liderleri ve elitlerinin kendi aralarında birleşip lidere karşı ortak bir muhalefet sergileyebilme ihtimalleridir.

58

Güçlü cumhurbaşkanı ve çevresi arasında kurulan bu patronal ağ ilişkilerinin cumhurbaşkanı aleyhine dönmesini engelleyen ekonomik dinamikler rantiyer altyapı olarak açıklanabilir. Rantiyer altyapı ülke liderinin ülke kaynaklarını çeşitli güç odaklarına paylaştırma yeteneğidir. Beblavi ve Luciani gibi isimler ülkenin asıl gelir kaynağının doğal kaynakların dış satımı temelli olan ülkelerin tam rantiyer devletler olduğunu belirtmektedirler. 24 (Batı ülkelerine yönelik olan bu dış satım ile ilgili tablo aşağıdadır.) Devlet başkanının dikkat etmesi gereken nokta bu geliri klan liderleri arasında paylaştırabilmek, çeşitli ekonomik sektörlerde tekelleşmelerine izin vermektir. Ülke gelirlerinin rantiyerleşmedeki etkenliğini anlamak için ülke ekonomisi üzerinde yarattığı etkiler şöyle özetlenebilir. 1990lar’ın başında Kazakistan’d aki enflasyonun %2000’leri bulması 25 Nazarbayev’i ülke petrollerini dış sermayenin hizmetine sunmuş, ABD ile 28 milyar dolar değerinde bir antlaşma imzalamış ve enflasyonu 2000’lere geldiğimizde %3-4’lere indirmeyi başararak büyüme hızını %9.6’lara taşımıştır. 26 Ayrıca yabancı sermaye için Temmuz 1995’te yeni bir vergi kanunu çıkarılmış ve birçok vergiden muaf tutulmaları sağlanmıştır. Ham petrol üretimi ve satımı için Kazakhtancaspishelf isimli Kazak devlet şirketinin yanında ile Kazak Hükümeti anlaşmış ülkeye petrol ve doğalgaz alanında yabancı sermayenin girmesi sağlanmıştır. Petrol, Ülkeler

Yıllık üretim Petrol Doğalgaz

Yıllık ihracat miktarı Petrol Doğalgaz

İhracat partnerleri

Yıllık GDP (Gayrisafi Milli Hasıla) Artışları

Kazakistan

1.635 million bbl/day

20.2 billion 1.078 million cu m bbl/day

8.1 billion cu m

Çin %21.7, Fransa %9.4, Almanya %8.3, Rusya %5.3, İtalya %5.2, Kanada %4.5, Romanya %4.5

%7.5

Özbekistan

104,400 bbl/day

60.11 billion cu m

14.4 billion cu m

Rusya %20.9, Türkiye %17.1, Çin %14.7, Kazakistan %10.3, Bangladeş %8.7

%8.3

Türkmenistan

222,200 bbl/day

40,160 bbl/day

24.9 billion cu m

Çin %59.2 Türkiye %5, İtalya %4.7, BAE 4.3%4.3

%14.7

45.3 billion cu m

doğalgaz, altın ve diğer yeraltı zenginlikleriyle Kazakistan’ın toprakları altında keşfedilmiş maddi zenginliğin 2 trilyon ABD dolarından fazla olduğu belirtilmektedir. Görüldüğü gibi Patronal ilişkileri sağlamlaştıracak rantiyer ekonomilk altyapının temeli sayılan yer altı zenginlikleri Kazakistan’d a fazlasıyla mevcuttur.


CIA Factbook27

Ancak 22 yıllık siyasi istikrarı açıklayabilmek iç hukuki, sosyal ve ekonomik nedenler yeterli midir? Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan’d aki rejimlerin varlığını, hayatta kalışlarını anlamak için dinamikler yeterli olacak mıdır? Bir lider için hukuki altyapının meşruiyetini sağlamak için çevresiyle kurduğu patromonyal ilişkiler ağı ve bu ilişkilerin kendisiyle arasındaki gerilimleri nispeten esnetebilecek rantiyer altyapı ilişkileri elbette yeterli olamaz. Söz gelimi Irak’d aki Saddam Hüseyin de kendisi ve çevresi arasında benzer ilişkiler tesis etmişti diyebiliriz. Sözün kısası, birilerinin çıkıp demokrasi vaadiyle gelme ihtimali her zaman mevcut. Var olan siyasi istikrarın sürekliliği için iç dinamiklerin yanında dış dinamiklere de bakmak gerekiyor. Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan cumhuriyetleri kuzeyinde geçen yüzyılın iki kutuplu savaşının mağlubu Rusya, doğusunda ise Çin bulunmaktadır. Çin’in kuzeyinde Rusya ve güneyinde Hindistan olması münasebetiyle, Çin’in Orta Asya’yı yayılım alanı olarak seçmesi, açılması ve domine edebilmesi göreceli olarak daha kolay ve stratejik bir seçimdir. Bağımsızlıklarının ilanı hem Çin’in yükselişi ve bölgede yükselen radikal İslam ile aynı döneme rastlamış hem de Sovyetler Birliği’nin hiç beklemediği ve hazırlıklı olmadığı bir anda olmuştur. Bu boş alan kısa sürede ABD, Türkiye ve Çin gibi farklı aktörlerin etki alanlarıyla doldurulmaya başlanmış, Boris Yeltsin’in Orta Asya’yı ihmal eden dış politikası bugün Vladamir Putin’in dört ana başlık altında kurduğu karşılıklı ilişkilerle tekrar Rus dış siyasetinin önemli bir gündem maddesi haline gelmiştir. SSCB’nin devrik siyasi mirası üzerine oturan Rusya Federasyonu’nun ekonomik yapısının sosyalizmden kapitalizmden geçmesini iki kutuplu dünyadaki eski rakibine karşı çektiği ebedi mağlubiyet bayrağı olarak okumak yanlış olur. Rusya, arka bahçesi Orta Asya’ya Amerika Birleşik Devletleri’nin nüfuz etmesini izleyeceğini söylemek de bu noktada gülünç olur. (Afganistan’ın yakın zamandaki işgali ile Afganistan Sendromu’nun yarattığı Rusya ve bölge ülkeleri nezdinde Amerikan varlığına olan kaygıyı daha da arttırdığını unutmayalım.) Rus dış politikasının ana unsurlarından birisi “batıya karşı bir tür direnç ve dayanışma” oluşturmaktır. Bölgedeki siyasi istikrarın devamlılığının hayati önemi Vladamir Putin’in devlet başkanı olarak seçilmesinin hemen akabinde Türkmenistan’a yaptığı ilk dış gezisi bunun açık kanıtlarındandır. Afganistan Sendromu Yeltsin dönemindeki pasif Orta Asya siyasetini Putin döneminde değiştirmiştir. İkinci olarak, Orta Asya ülkelerinin batının demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi dayatmaları karşısında Rusya ile tekrar güçlü ilişki tesis etmeleri doğaldır. Burada karşılıklı “ meşruiyet” anlayışı belirmektedir. Orta Asya ülkelerinin sahip olduğu hegomonik-seçimli otoriter rejimlerin, Vladimir Putin’in ortaya attığı upravlyayemaya demokratiya (yönetilebilir demokrasi) 28 kavramı ile benzer nitelikler taşıması bölge ülkeleri ile Rusya arasında karşılıklı meşruiyet tesis eden bir zemin oluşturmuş, bölge ülkelerindeki siyasi istikrara Rusya tarafında bir meşruiyet ve kabul görmüştür. Üçüncü olarak Orta Asya bölge ülkeleri için yükselen radikal İslam rejimlerinin varlığı için ciddi tehdit oluşturmaktadır. Afganistan Sendromu’nun yarattığı terörizm ve ABD’nin askeri müdahale kaygısını Özbekistan’d aki 2005 Andican devrim denemesi artırmış ve başta Özbekistan olmak üzere, bölge ülkeleri Rusya ile tekrar ilişkiler kurmaya başlamıştır. 29 Vladamir Putin’in “Orta Asya’d a ikinci bir Afganistan istemiyoruz. Bundan dolayı çok dikkatli bir politika izleyeceğiz.” 30 yönündeki demeci de “Radikal İslami Terör” faktörünün “batıya karşı direnç ve dayanışma”, “meşruiyet” faktörlerinden sonra üçüncü bir faktör olarak sayılabilir. Bölge ülkelerinin sahip olduğu 22 yıllık siyasi istikrarın son dış dinamiği “ Rusya ile olan ekonomik ilişkiler” dir. Enerji kaynakları hem Kazakistan gibi ülkeleri Rusya’ya karşı daha serbest bırakıyor hem de karşılıklı ekonomik ilişkilerin varlığı Rusya’d an Orta Asya rejimlerinin varlığı konusunda onay alıyordu. Söz gelimi Kazakistan yılda 15.2 milyon ton petrolünü Atırau-Samara Hattı ile sadece Rusya’ya satarken, Türkmenistan da Rusya’ya yılda 42.3 metreküp doğalgaz ihraç etmektedir. 31 Türkmenistan-Özbekistan-Kazakistan-Çin boru hattının 2009’d aki açılışı bölge petrol ve doğalgazının dünyaya Rusya üzerinden ulaşmasını sağlamıştır. 32 Rusya ile olan bu dört karşılıklı ilişkiler ağı Bağımsız Devlet Topluluğu, Gümrük Birliği ve Avrasya Topluluğu gibi uluslararası organizasyonlarda da kendini göstermektedir.

59


Bu dış ilişkiler ağının ikinci önemli aktörü bölgenin doğusunda yer alan ve yine bir başka küresel güç odağı olan Çin’d ir. Çin’in bölge ülkelerinin bağımsızlılarının ilanını tanıyan ilk ülkelerden biri olması bölge ülkelerinin sahip olduğu rejimlerin Çin tarafında daha baştan onay görmesine sebep olmuş, zaten kendisinin de bir batılı demokrasi olmaması bu rejimlerin kabul edilebilirliğinde bir zorluk çıkarmamıştır. Bu dış ilişkiler ağında Çin Hükümeti’nin siyasi, ekonomik ve güvenlik başlıkları altında özetlediği üç dış politika unsurunu Orta Asya ülkeleri ve Rusya ile paylaştığı Şangay İşbirliği Örgütü çalışmaları altında yürütmektedir. 33 Güvenlik başlığı altında, Çin’in Orta Asya cumhuriyetlerinin siyasi varlığını ve rejimlerini kabulü bu noktada önemlidir çünkü bölge ülkelerinin bağımsızlık ilanları bir iç meselesi olan Doğu Türkistan Bağımsızlık Hareketi’ne esin kaynağı olmuş34 ve bölge ülkeleriyle kuracağı karşılıklı ilişkiler ağı ile bölge ülkelerinin bu iç meselesinde Doğu Türkistan tarafı olmasını engellemek istemiştir. Bu sorunlu bölgede 3000 km sınır paylaştığı Kazakistan ile Şangay İşbirliği Örgütü kapsamında sınır ve güvenlik meseleleri için bir dizi anlaşma imzalamıştır. 35 Siyasi ilişkilerin yanı sıra Çin’in büyüyen ekonomisini besleyecek enerji ihtiyacı Çin’i, Amerika Birleşik Devletleri’nin daha rahat manevra yaptığı Orta Doğu ülkelerine göre enerji konusunda bir alternatif oluşturan Orta Asya ülkelerine yönlendirmiştir. 2003’ten sonra Çin’in dışarıya olan enerji bağımlılığının %50’nin üzerine yükselmesi de bölgeyle olan ilişkilerinde ekonomik bir zaaf getirmektedir. 36 Kazak-Çin petrol hattı, Türkmen-Çin ve ÖzbekÇin doğalgaz boru hatları Çin’in büyüyen ekonomisinin şah damarlarını oluşturmaktadır. Bu enerji ticaretinin 2020 yılında 75.8 milyon tona yükseleceği tahmin edilmektedir. 37 Ekonomik çıkarlara ek olarak, Afganistan Sendromu’nun yarattığı bölgedeki Amerikan kaygısı Çin’i de bölge ülkelerindeki siyasi istikrara kabul ve destek vermesine neden olmuştur. Şangay İşbirliği Teşkilatı (Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Özbekistan) varlığının bölgedeki Amerikan etkisini kırmaya yönelik olduğu yönünde değerlendirilmektedir.

60

Yazının başından beri sorduğumuz soru olan “Sovyet Birliği’nin yeni bin yıla miras bıraktığı genç ülkelerin hepsi yeni tanıştıkları serbest piyasa ekonomisi ile demokrasi kavramlarının yarattığı siyasi ve toplumsal değişimlere ve zaman zaman sendromlara maruz kalırken (Balkan ülkeleri ya da Baltık ülkeleri gibi) siyasi istikrarsızlıklar ve iktidar değişimlerine sahne olurken neden Orta Asya ülkelerinde böylesine bir siyasi istikrar var?” sorusuna aradığımız yanıtlar iç ve dış dinamikler çerçevesinde cevap arandı. Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın Hegomonik-seçimli otoriter rejim görünümü altında sahip olduğu siyasi istikrar, merkezdeki lider/ devlet başkanı ve muhalif çevresi arasındaki ilişkiler ağını hukuki (anayasal yetki ve parti sistemleri), sosyal(klan ve kabile desteğini alan patronal ağlar) ve ekonomik zeminde ( merkezin bu klanların desteğini ekonomik çıkar ilişkilerine ve dış sermayeden elde edilecek gelire dayandırması olan rantiyer ilişkiler ağı) kendini sürdürebilmektedir. Bu iç dinamiklerin yanında, dış dinamikler olan Rusya Federasyonu ve Çin Halk Cumhuriyeti gibi küresel güçlerle olan meşruiyet, güvenlik, ekonomik ilişkiler ağının ve Afganistan Sendromu’nun bölgesel ittifak ve ilişkileri şekillendirdiği ve bu üç ülkedeki siyasal rejimlerin devamlılığını da sağladığı da bir gerçektir.

S i ya si ve S osyo-Ekon om i k İ l i şki l er Ba ğl a m ı n d a Azerba yca n ve Kı rgı zi sta n S a bri ca n S a ra k

18 Ekim 1991’d e yapılan referandumla bağımsızlığı ilan edilen Azerbaycan’d a bu süreçte çok önemli bir rol oynayan Azerbaycan Halk Cephesi (AHC), bu başarısının ardından demokratik yollarla ilk cumhurbaşkanı Ayaz Muttalibov’a karşı muhalefeti devam ettirdi. Bağımsızlık sonrasında Azerbaycan’ın tüm siyasi gelişmeleri Karabağ’a bağlıydı. Ancak Karabağ konusunda, Azeri politikacıların izlenecek yol üzerinde Ermeniler gibi ortak bir tavrı olmamasından ötürü Azerbaycan, uluslararası barış görüşmelerinde dezavantajlıydı. Sorunun çözümünde Rusya’yı merkez alan yöneticilerle buna karşı çıkan muhalif liderler arasındaki ayrışma had safhadaydı. 1 Bu krizi iyi yönetemeyip icraatlarıyla Rus yanlısı olduğunu belli eden 2 ve Hocalı Katliamı’nı engelleyemeyen Muttalibov’u istifa etmeye zorlayan AHC, Haziran 1992’d e Devlet Başkanlığı seçimlerinin yapılmasını sağladı. Azerbaycan Türklerinin %59,4’ü seçimlerde Ebulfez Elçibey’i destekleyip ilk kez bağımsız Azerbaycan’d a yapılan demokratik bir seçimle onu Devlet Başkanı olarak seçti. 3 Elçibey, Karabağ da dâhil olmak üzere toprak bütünlüğü konusunda hiç taviz vermeyeceğini ilk baştan belirterek selefinin izlediği politikanın


aksine oldukça milliyetçi bir politika izleyeceğini gösterdi. 4 Komünizm karşıtlığından geçmişte hapiste yatmış olan Elçibey, ülkedeki Rus etkinliğini kırmak için ülkedeki koruyucu Rus birliklerini ülkeden çıkarma, Ruble bölgesinden çıkıp ulusal para birimine geçme5 Rusya’nın yayılma alanı olarak ortaya çıkan BDT’ye katılmayı reddetme ve Kiril alfabesi yerine Latin alfabesine geçme gibi icraatlarda bulunmasının yanında Rusya’nın Karabağ sorununu Azerbaycan’a baskı aracı olarak kullanmasını önlemek için AGİK ve ABD aracılığıyla denge kurmaya çalıştı. 6 Bunun üzerine Rusya, açıkça Elçibey hükümetini devirmeye yönelik politikalar izlemeye başladı. Bunun en önemli örneklerinden biri de Rus ordusunun çekilirken Azerbaycan ordusuna bırakması gereken silahları, sonradan hükümet karşıtı darbeyi başlatacak olan Suret Hüseyinov komutasındaki milis güçlere bırakmasıydı. 7 Bunun yanında Rus ordusu Ermenilere destek vermeye açık bir şekilde devam etti hatta zaman zaman Rus askerleri de Ermenilerin işgallerine katıldı. 8 Elçibey’in milis komutanlarını tek bir merkezi ordu altında birleştirme çabaları, milis liderlerinin tepkisini çekti. Rusya’ya yanaşmaya başlayan bu milis liderlerinden Hüseyinov’u Ermenilerin Dağlık Karabağ dışındaki Azeri topraklarını işgal etmesine engel olamadığı gerekçesiyle görevden alan Elçibey hükümeti, Mayıs 1993 yılında Hüseyinov’un isyanıyla karşı karşıya kaldı. Bazı milletvekillerini esir alıp AHC hükümetinin meşruluğunu kaybetmesinden ötürü istifa etmesini isteyen Hüseyinov, üzerine gönderilen kuvvetleri de yenerek Bakü’ye doğru ilerlemeye başladı. Bu süreçte, Elçibey yardım için Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti meclis başkanı Haydar Aliyev’i Bakü’ye davet etti. Fakat Aliyev, Bakü'ye geldikten sonra Hüseyinov'u destekledi. Yeterince halk desteği alamadığı için iç savaş başlatmak istemeyen Elçibey, görevinden istifa ederek Nahçıvan’a çekildi. Bu süreçte Aliyev ise meclis başkanı oldu. Birkaç gün sonra da, Hüseyinov’un birlikleri Bakü’ye girdi. 9 Ekim 1993’te yapılan seçimlerde %99 oyla devlet başkanlığına seçilen Aliyev, 10 birkaç yıl sonra Batılı petrol şirketleriyle antlaşma imzalamasının hemen ardından bu sefer kendisine karşı darbe girişiminde bulunacak Hüseyinov’u başbakanlığa getirdi. Aliyev, göreve geldiğinde, açıkça Rusya karşıtı politika izleyen Elçibey’in uğradığı akıbetin farkında olduğundan Rusya yanlısı demeçler vererek Rus çıkarlarına uygun davranmaya başladı. Ancak bu tutum, Karabağ konusunda Rusya’nın Azerbaycan aleyhine olan politikalarını değiştirmediği gibi Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarında ilerlemesine engel olamadı. 11 Yine de BDT’ye katılarak Rusya ile ilişkilerini iyileştiren Aliyev yönetimi, ülke içerisindeki bütünlüğü de sağlamış oldu zira Elçibey hükümetinin son zamanlarında ortaya çıkan Rusya destekli ayrılıkçı hareketler, Aliyev’in gelmesiyle kendiliğinden ortadan kalktı. 12 Rusya ile yakınlaşması Rus medyasının da dikkatini çekti ve 1992 yılı boyunca “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti” ifadesini kullanan medya, Azerbaycan karşıtı yayınlarını sonlandırarak “Dağlık Karabağ” ifadesini kullanmaya başladı. 13 Yine de, tüm yapılanlara rağmen Rusya’nın tavrının değişmediğini gören Aliyev, 1994’ten sonra yüzünü Batı’ya çevirdi ve Batılı petrol şirketleriyle görüşmelere başladı. 14 Bunun yanında Elçibey döneminde eğitim alanında başlayan millileşme, Rusya’yla iyi geçinme politikası güden Aliyev döneminde kesintiye uğradı. Rusça, özellikle edebiyat ve tarih alanında Azerbaycan eğitim sisteminin gündemine yeniden girdi. Bağımsızlık sonrasında Rusça eğitim gören insan sayısında eskiye nazaran bir artış görüldü. 15 Ekim 1998 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimlerde de sonuç değişmedi ve oyların %76'sını alarak iktidarını sürdüren Aliyev, şaibeli seçimlerden ötürü Batı’d a saygınlığını yitirdiğinde Rusya’ya daha çok yaklaşmaya başladı. 16 11 Eylül saldırıları, Azerbaycan-ABD ilişkileri açısından da bir milat oldu. Bağımsızlığın ilk yıllarında aşırı Rusya karşıtı politikalarına rağmen ABD’d en aynı karşılığı bulamayan Azerbaycan, 11 Eylül 2001 sonrası ABD’nin stratejik çıkarlarına uygun hareket ederek ABD’d en teşekkür olarak askeri yardım almaya başladı. Ekim 2003 seçimlerinde sağlık durumu sebebiyle aday olmayan Haydar Aliyev, oğlu İlham Aliyev’i aday gösterdi. 17 Azerbaycan’d aki seçimlerin şaibeli oluşunun en önemli örneği ise Merkez Seçim Komisyonu’nun çoğunluğu muhalif olan milletvekili adaylarına çeşitli gerekçelerle seçime girme izni vermemesiydi. 18 Babası gibi kendi kontrolünde çalışan bir meclis kuran Aliyev, Kasım 2008 seçimlerinde oyların %89’unu alarak iktidarını devam ettireceği kesinleşince muhaletin yapmak istediği mitinge izin verilmedi. Zaten, bağımsızlığından buyana basın özgürlüğü konusunda da sınıfta kalan Azerbaycan’d a özellikle muhalif yayın organlarının birçok haberi sansüre uğramaktadır. Hükümetin aleyhinde yayın yapan basın organlarına, tutuklamalar, para cezaları ile geçici kapatma cezaları uygulayan hükümet, istenmeyen radyo yayınları sırasında veya seçim öncesinde muhalefet partilerinin yapacakları konuşma saatlerinde elektrik kesintileri yaparak19 sansür kültürüne ilginç yöntemler kazandırmıştır.

61


Ülkenin ekonomik yapısına baktığımızda, en önemli doğal zenginliğinin petrol ve doğal gaz olduğunu görebiliriz. Bu kaynaklar özellikle 1997’d en sonra temel ekonomik göstergelere olumlu katkı sağlasa da, madalyonun öteki yüzüne baktığımızda büyük bir sosyal eşitsizlik görürüz. Ekonomik gelişmelerin sosyal göstergelere olumlu olarak yansımadığı Azerbaycan’d a, 1994 yılında %10 olan işsizlik oranı 1999 istatistiklerine göre %14’e yükselmiştir. Dünya Bankası’nın 2001 verilerine göreyse Azerbaycan’ın kişi başına düşen milli geliri 550 dolar olarak gösterilmekte ve ülke 152. Sırada yer almaktadır. 20 Nüfusun %50’d en fazlasının açlık sınırında yaşadığı Azerbaycan’d a kırsal kesimlerde hala elektrik kullanımı ve altyapısı, su dağıtım sistemlerinin yaygınlaştırılması konusundaki sorunlar aşılamamıştır. Enerji sektörü dışındaki istihdam oranının düşük olduğu ülkedeki gıda fiyatlarındaki aşırı enflasyon da, güncel sorunlardan en önemlilerini oluşturmaktadır. Haydar Aliyev döneminden başlayarak eşit rekabete fırsat tanımayan siyasal rejim, üst kademede de kendi seçkinlerini yerleştirmiştir. Nitekim ülkenin en önemli gaz dağıtım şirketi, Aliyev’in kardeşi Celal Aliyev’in kontrolündedir. 21 Ülkenin ekonomik gelirinden en büyük payı alan Aliyev ve çevresi, halkın geri kalan büyük kısmını bu pastadan alınacak paydan mahrum bırakması dışında baskıcı iktidarını sürekli daha da güçlenerek devam ettirmektedir. Ölümünden sonra çıkabilecek iktidar kavgalarını engelleyerek henüz yaşarken Baba Aliyev’in iktidarı oğul Aliyev’e devredebilmesinden dolayı patrimonyal sultanlık olarak da anılan Azerbaycan’d a 22 siyasal hayat içinde otoriteleşme güç kazandıkça ve süreç siyasal hareketliliği dizginlemekte işlevsellik kazandıkça ülkedeki iktidar yarışı giderek siyasal seçkinler, bölgesel gruplar, yönetsel-çıkar grupları arasındaki bir mücadeleye dönüşmektedir.

62

Karabağ konusunda ise, masa başında hakkını aramaktan vazgeçmeyen Azerbaycan yönetimi, bölgedeki Azerilerin etnik temizliğe ve sürgüne uğramasını engelleyememiştir. Üstüne üstlük, Ermeni lobisinin dünyadaki gücü sayesinde tüm dünyada Ermeniler “mazlum halk”, Azerbaycan Türkleri ise “katil halk” olarak gösterilmeye başlanmıştır. 23 Bu sorunda, hukukun Azerbaycan’d an, Batı kamuoylarının da Ermenistan’d an yana olduğu görülürken bu sorun hala Azerbaycan’ın en büyük sorunu olmaya devam etmektedir. Kırgızistan cephesine baktığımızda ise, 12 Aralık 1992’d eki bağımsızlık ilanından sonra başbakan olan Askar Akayev, diğer eski Sovyet ülkeleri gibi yozlaşmış bir ekonomik ve siyasi bir sistemle karşı karşıya olduğunu görebiliriz. Ancak Kırgızistan, eski Sovyet cumhuriyetlerinden her biri, diğerlerinden farklı olan ve ülkelerin yeniden yapılanma sürecine tepkisini belirleyen kendine özgü başlangıç şartlarına ve potansiyeline sahipti. Büyük enerji ve diğer doğal kaynaklara sahip olan ve bunları piyasa ekonomisine geçiş sürecinde ortaya çıkan olumsuz sonuçları hafifletmek için belli ölçüde kullanan Rusya, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Azerbaycan’d an farklı olarak, Kırgızistan Cumhuriyeti bu tür kaynaklara sahip değildi. Kırgızistan iç piyasası tüm arzı karşılamak için yetersizdi. Özellikle de petrol ve petrol ürünlerine olan talebi karşılayamayan Kırgızistan, diğer Orta Asya ülkelerine karşı elinde sadece zengin su kaynaklarına sahip olma kozunu tutmaktadır. 24 Su kaynaklarına sahip olmasının Kırgızistan’ı bölgede güçlü bir konuma getirmeye yetmemesinden ötürü ülke, kuruluşundan beri eski SSCB ülkeleri arasında dikkati en çok çeken ülkelerden biri oldu. Çünkü bağımsızlığın hemen ardından kendisini bir “demokrasi ülkesi” ilan etti ve Kırgızistan, Orta Asya’d a çok partili demokrasiye ve parlamenter rejime ilk geçiş yapan ülke oldu. 25 Rus Rublesi’ndeki yüksek enflasyon nedeniyle kendi para birimine geçip, özelleştirme ve arazi mülkiyetinin yeniden düzenlenmesi, fiyatların ve dış ticaretin liberalizasyonu gibi alanlardaki reform çabalarıyla bölgede çıkar hesabı yapan ülkelerin dikkatini çekti. Bu nedenle bağımsızlığının hemen ardından IMF’nin gözdeleri arasına giren Kırgızistan, 1990 yılında UNDP Beşeri Kalkınma Endeksi’nde pek çok Asya ülkesini geride bırakarak 31. sırada yer aldı. 26 Oldukça iyi oturmuş bir sınaî imalat sektörüne, büyük bir tarım sektörüne ve güçlü bir enerji sektörüne sahip olduğundan dolayı ekonomik yapısı diğer Orta Asya ülkelerinin aksine Doğu Avrupa ülkelerine benzemekteydi. Bu nedenle sürekli IMF ve Dünya Bankası’ndan aldığı uluslararası yardımlarla köklü ekonomik ve siyasi değişikliklere giden Kırgızistan ekonomisi, liberalleşme yolunda hızla ilerledi. IMF’nin “ekonomiyi kaynak dağılımında merkezi planlamanın ve idari kontrolün hâkim olduğu bir ekonomiden, ekonomik kararların temel olarak piyasa güçleri tarafından


belirlendiği bir ekonomiye dönüştürmek için” tasarlanmış programı uygulamaya kondu ve kamu varlıklarının önemli bir kısmı özelleştirildi. Kâğıt üzerinde görülen bunca ekonomik gelişmeye rağmen, ekonomik yeniden yapılanma, beraberinde nüfusun büyük bir kısmı için ağır bir toplumsal bedel getirdi ve derin bölgesel ve sosyal eşitsizlikler yarattı. 27 Çoğu kalkınmakta olan ülkede olduğu gibi, Kırgızistan’d a da iş faaliyetleri ve yatırımlar giderek artan bir şekilde Bişkek gibi büyük şehir merkezlerinde yoğunlaştı; öte yandan özellikle ülkenin güney ve doğusundaki küçük kasabalar ve köyler başta olmak üzere, diğer bölgeler belirgin bir ekonomik düşüş yaşadı. Hatta 2001 yılında ortalama aylık maaş 1.203 som (25 dolar) dolaylarında çıkarken bazıları kayıt dışı ekonomiden oldukça kârlı çıktığından dolayı, bu rakamlar ülkedeki sosyal kutuplaşmayı yansıtmadı. 28 1995’te, ülkedeki kötüleşen ekonomik durum Akayev’i, programında önemle üzerinde durduğu hususları değiştirmeye ve ekonomik reformların daha da yoğunlaştırılmaya zorladı. Sadece köklü ekonomik reformların, geniş çaplı bir özelleştirmenin ve Dünya Bankası ile IMF’nin tavsiye ettiği yapısal düzenlemelerin bu küçük dağlık ülkeyi kendi tabiriyle “Asya’nın İsviçresi’ne dönüşmesini sağlayabileceğini savundu. 29 1995 seçimlerinde cumhurbaşkanı Akayev oyların çoğunluğunu alarak oy sahtekârlığı iddialarına rağmen 2. Kez seçimi kazandı. 1995 seçimlerini takip eden yıllar, ekonomik sıkıntılar devam ettiğinden, siyasi ortam yıprandığından ve yolsuzluk suçlamalarının Akayev ve hükümetin peşini bırakmadığından bağımsız Kırgızistan’ın en zor yılları oldu. 2000 seçimlerinde AGİT gözlemcilerinin seçimlerin sağlıklı bir ortamda yapılmadığını ilan etmesine rağmen, Akayev 3. kez seçimleri kazandı. Muhalif liderlerin baskılar ve seçim usulsüzlükleri sonucu meclise dahi girmekte zorlandığı bu seçimler sonucu yara alan Kırgızistan demokrasisi, özellikle dış yardım almada büyük zorluk çekmeye başladı. Dış ticareti ve dış ilişkileri kuruluşundan beri Rusya’nın nüfuzu altında bulunan Kırgızistan’d aki güç dengeleri, 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin, Kırgızistan da dahil olmak üzere, bölge ülkelerde askeri üs kiralamasıyla değişti. Afganistan operasyonundan sonra ABD askeri varlığı Manas Havalimanı’nı kullanmaya başladı. ABD’nin üs kurmasından sonra Rusya da, Kırgızistan topraklarında üs kurmak istedi. Kırgız hükümeti ise hem Rusya’nın ekonomik desteğini kaybetmemek hem de ülke üzerindeki güçler dengesini korumak amacıyla Rus askeri varlığının ülke içerisinde konuşlanmasına izin verdi. 30 Bu sırada Akayev, her ne kadar demokrasi söylemlerinde bulunsa da, 3. Döneminde, insan hakları ihlalleri ve medyaya yapılan baskılarla gündeme geldi. Bu dönemde Gürcistan ve Ukrayna’d a ortaya çıkan devrimler, uzadıkça otoriterleşen Akayev yönetimine karşı Kırgız öğrenci birliklerini de harekete geçirdi. 31 Ülkede oluşan ciddi muhalefet, 2005 yılında Akayev’in Rusya’ya kaçarak istifa etmesiyle gerçekleştirilen devrim, ülkedeki kargaşayı durdurmaya yetmedi. Bu durum sadece Rusya’nın istikrarı ve güvenliği sağlamak için ülkede bulundurduğu asker sayısını arttırmaya ve Manas Havalimanı’ındaki ABD üssüne sadece 50 km uzaklıkta Kant üssünü kurmasını sağladı. 32 Sovyet sonrası Kırgızistan’d a yaşanan en büyük sorunlardan biri de etnik gerilimdi. En geniş çapta Kırgızlarla Özbekler arasında görülen bu gerilimin tohumları SSCB döneminde atılmıştır. 33 Geniş çaplı milliyetçi hareketler çıktıkça bunları ezen SSCB’nin Orta Asya Türkleri arasındaki mikro milliyetçiliği besleme gibi bir politikası da mevcuttu. Akayev’in indirilmesinden sonra başa geçen ve ülke tarihinde yepyeni bir sayfa açma vaadinde bulunan Kurmanbek Bakıyev’in de adı yaptığı yolsuzluklarla anıldığından çıkan devrim hareketiyle koltuğundan indirildi. 34 Bundan sonra çıkan karışıklıklar, Kırgızların ülkedeki Özbek azınlıkla çatışmasına dönüştü. 2010 yılındaki devrimi takip eden etnik çatışmada, binlerce insan hayatını kaybederken evler, binalar ve dükkânlar yağmalandı ve sonra da yakıldı. Binlerce insan evsiz kalırken, yine binlercesi mülteci olarak Özbekistan’a sığındı. 35 Günümüzde SSCB rejiminin mimarı olduğu Kırgızistan’ın Özbekistan ile yaşadığı sınır anlaşmazlığı devam etmektedir. Genel inanışın aksine, sınırların rastgele çizilmesi olarak geçse de kaynaklarda bunun bilinçli bir uygulama olduğu kesindir ve etnik kargaşanın da yaşanması bölge ülkeleri arasında sorunları sürekli gündemde tutmaktadır tabii ki bu öncede planlanan çizimler bölgeyi daha kolay kontrol altına almak ve olası bir birleşmenin önüne geçmek niyetiyle oluşturulmuştur. İki ülkenin toplam 1378 km ortak sınırının bulunmasına

63


64

Refera n sl a r Kazak, Özbek ve Türkmen Siyasetinin 22 Yıllık İstikrarına Genel bir Bakış 1- Brzezinski, Z. Büyük Satranç Tahtası, İstanbul: Sabah Kitapları 1998 s.32 2- Central Election Commission of Kazakhistan, http://election.kz/portal/page?_pageid=153,1&_dad=portal&_schema=PORTAL (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2012) 3- a.g.e., gös. yer. 4- Central Election Commission of Uzbekistan, http://elections.uz/eng/index/about_cec/ (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2012) 5- a.g.e. , gös. yer. 6-Central Election Commission of Turkmenistan, http://www.turkmenistan.gov.tm/_eng/?id=285 (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2012) 7- a.g.e. 8- Saray, M. Kazakların Uyanışı, Ankara: Tika Yayınları, 2004 s.199 9- Staff, Türkmenbaşı: "ülkemizde demokrasi, 10 yılda oturacak" http://www.porttakal.com/ahaber-turkmenbasi-ulkemizde-demokrasi-10-yildaoturacak-36152.html (Erişim Tarihi: 11 Aralık 2012) 10-CHA, "İslam Karimov: En Büyük Gayemiz Demokrasi" http://www.uzembassy.org.tr/files/News/news_tr/news_1_15122010tr.doc (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2012) 11- Tokul, A., & Şakuzadlı, N., Kutup Yıldızı, Almatı: Otırar Kitabevi 2000 s.234 12- Baycaun, S., "Bağımsızlıktan Günümüze Kazakistan İç Politikası ve Demokrasi Yolundaki Gelişmeler", içinde Avrasya Dosyası, s. 74 13- Saray, a.g.e., s.201 14- Alkan, H., "Türk Cumhuriyetlerinde Siyasal Kurumsallaşma Süreci: Geçen Yirmi Yılın Bir Bilançosu yayinlar.yesevi.edu.tr/view_file.php?file_id=521 (Erişim Tarihi : 13 Aralık 2012) 15 Diamond, L.“Elections Without Democracy Thinking about Hybrid Regimes”. Journal of Democracy 13 (2), 2002 16-The World içinde 2007 Index of Democracy. The Economist Integillence Unit. 17-Alkan. a.g.e. , s. 8 18-Alkan. a.g.e. , s.12 19- Miller, E. A. To Balance or Not to Balance: Alignment Theory and the Commonwealth of Independent States. Burlington: Ashgate Yayımcılık 2006 s. 74 20- Alkan. a.g.e. , s. 8 21- Alkan. a.g.e. , s. 21 22- Curtis, E. G., "Uzbekistan-A Country Study" http://lcweb2.loc.gov/frd/cs/uztoc.html#uz0001, (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2012) 23- Alkan. a.g.e. , s. 22 24- Beblawi, H. & Giacomo L. The Rentier State. Nation, State and Integration in the Arab World. London: Croom Helm Basımevi 1987 s.49 25- Saray, a.g.e., s.206 26- Tokul, A., & Şakuzadlı, N., a.g.e., s.428 27- CIA, The World Factbook, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/ (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2012) 28- Kamalov, İ. Rusya'nın Orta Asya Politikaları, Ankara: SFN Baskı, 2011 s.31 29-Kamalov, a.g.e., s.31 30- Putin, V., Nam Ne Nujen v Sedney Aziyi Vtorov Afganistan, http://www.sunshineuzbekistan.org/wordpress/archieves/317 (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2012) 31- Kamalov, a.g.e., s.46 32- Kamalov, a.g.e., s.46 33- Ekrem, E. Çin'in Orta Asya Politikaları, Ankara: SFN Baskı, 2011 s.24 34- Ekrem, a.g.e. s. 26 35- Ekrem, a.g.e. s. 26 36- Ekrem, a.g.e. s. 26 37- Ekrem, a.g.e. s. 30 Siyasi ve Sosyo-Ekonomik İlişkiler Bağlamında Azerbaycan ve Kırgızistan 1. Alkan, Haluk, Azerbaycan Paradoksu: Azerbaycan’ın İç ve Dış Politikası, USAK Yayınları, Ankara, 2010, s. 55 2. Cafersoy, Nazım, Bağımsızlığın Onuncu Yılında Azerbaycan-Rusya İlişkileri (1991-2000), Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel, Cilt 7, Sayı: 7, 2001, s. 289-290 3. Saray, Mehmet, Yeni Türk Cumhuriyetleri Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s. 67 4. Taşkıran, Cemalettin, Geçmişten Günümüze Karabağ Meselesi, genelkurmay Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1995, s. 171-172 5. Yanar, Şule, Azerbaycan’d a Ebulfez Elçibey Döneminde Türk Kimlik Oluşumu, Bekir Günay (der.) Avrupa’d an Asya’ya Sorunlu Türk Bölgeleri, IQ Yayıncılık, İstanbul, 2005, s. 621 6. Cafersoy, s. 292 7. Cafersoy, s. 291 8. Cafersoy, s. 293 9. Hunter, Shireen T., The Transcaucaus in Transition Nation-Building and Conflict, Washington D.C., The Center For Strategic and International Studies, 1994, s. 86-87 10. Aslanlı, Araz & Hasanov, İlham, Haydar Aliyev Dönemi Azerbaycan Dış Politikası, Ankara, Platin Yayıncılık, s. 40) 11. Güler, Müjdat, Orta Asya ve Kafkaslara Türk Bakışı, İlgi Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 167 12. İşyar, Ömer Göksel, Bölgesel ve Global Güvenlik Çıkarları Bağlamında Sovyet-Rus Dış Politikaları ve Karabağ Sorunu, Alfa Basım Yayın Dağıtım, İstanbul, 2004, s. 470 13. Aslanlı & Hasanov, s. 40-41 14. Aslanlı & Hasanov, s. 186 15. Karabayram, Fırat, Rusya Federasyonu’nun Güney Kafkasya Politikası, Lalezar Kitabevi, Ankara, 2007, s. 242 16. İşyar, s.653 17. Memmedağa Ağayev, “Azerbaycan’d a Fırtına Öncesi Sessizlik”, (Kasım 2005), http://www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1&yazi=353, (Erişim tarihi: 15 Aralık 2012) 18. Alkan, s. 65 19. “Azerbaijan Human Rights Developments”, Human Rights Watch Report, New York, 2001 20. Alkan, s. 73 21. Human Rights Watch Report, 2000 22. Haluk Alkan, “Türk Cumhuriyetlerinde Siyasal Kurumsallaşma Süreci: Geçen Yirmi Yılın Bilançosu”, (2012), http://yayinlar.yesevi.edu.tr/view_file.php?file_id=521, (Erişim tarihi: 15 Aralık 2012) 23. Andican, A. Ahat, Değişim Sürecinde Türk Dünyası, Emre Yayınları, 1996, s. 84 24. Güler, s. 96-97 25. Fadime Duran, “Özbek-Kırgız Çatışması: Küçük Vadideki Büyük Oyun”, (26 Ocak 2011), http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/kafkaslar/484-ozbek-kirgiz-catismasi, (Erişim tarihi: 16 Aralık 2012) 26. Pomfret, R., The Economies of Central Asia, Princeton University Press, Princeton, 1995, s. 109-115 27. Kyrgyz Republic. National Human Development Report. UNDP, Bişkek, 1997, s. 65-67 28. Kyrgyzstan: Country Report, The Economist Intelligence Unit, Londra, Ocak 2001, s. 18 29. Slovo Kyrgyzstana, 14-15 Aralık 1995 tarihli sayıları. 30. Güler, s. 104 31. Gulnoza Saidazimova, “Kyrgyzstan: Fragmented Opposition Up Against Entrenched Interests (Part 2)”, (5 Ocak 2005), http://www.rferl.org/content/article/1056706.html, (Erişim tarihi: 16 Aralık 2012) 32. Güler, s. 106 33. Kafkasyalı, M. Savaş (editör), Bölgesel ve Küresel Politikalarda Orta Asya, Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi Yayınları, 2012, s. 323-324 34. Esedullah Oğuz, “Küçük Kırgızistan’d a Büyük Oyun”, Newsweek, Sayı: 77, Yaz 2010, s. 54-57 35. Cenk Başlamış, “Kırgızistan’d a iç savaş! 75 ölü 977 yaralı”, (10 Haziran 2010), http://www.milliyet.com.tr/kirgizistan-da-ic-savas-75-olu-977yarali/dunya/haberdetay/13.06.2010/1250295/default.htm, (Erişim tarihi: 16 Aralık 2012) 36. “Kırgız-Özbek sınırındaki gerginlik”, (20 Temmuz 2012), http://www.haberturk.com/dunya/haber/760303-kirgiz-ozbek-sinirindaki-gerginlik, (Erişim tarihi: 16 Aralık 2012) 37. Emel Özer, “Kırgızistan’ın Komşuları İle Yaşadığı Sorunlar”, (5 Ekim 2009), http://www.turksam.org/gencbakis/a1814.html, (Erişim tarihi: 16 Aralık 2012)


1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması bütün dünya kamuoyunda bir şok etkisi yarattıysa da en büyük etkisi Türkiye’d e hissedildi. Çünkü Türkiye bu duruma tamamen hazırlıksız yakalanmıştı ve dış politikasında ‘Sovyetler Birliği dağılırsa…’ diye bir konu yoktu. Ancak gerçek şu ki Sovyetler Birliği’nin kurucu devletleri olan Rusya Federasyonu, Ukrayna ve Beyaz Rusya 8 Aralık 1991’d e Minsk’te bir araya gelerek Sovyetler Birliği’nin fiilen sona erdiğini ilan ettiler1 ve çift kutuplu uluslararası sistem Amerika Birleşik Devletleri’nin liderliği altında tek kutuplu bir sisteme dönüştü. Yeni tek kutuplu uluslararası sistemde 15 yeni cumhuriyet yerini almaya çalışırken 5 ülke Türkiye için daha fazla önem teşkil etmekteydi; Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Azerbaycan. Çünkü bu ülkelerin Türkiye ile dinsel, dilsel ve kültürel bağları bulunmaktaydı. Her ne kadar bu bağlar çok güçlü görünse de Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkisi her dönemde farklı değişkenlere bağlı olarak başkalaşmıştır. Türkiye ve Türkî Cumhuriyetlerin Osmanlı dönemindeki ilişkilerine baktığımızda tam anlamıyla bir kopukluk görülür. Çünkü Osmanlı siyasi gelişiminde öncelikle Balkanlara ve Orta Doğu’ya önem vermiştir. Hatta kendini her zaman bir Balkan İmparatorluğu olarak nitelemiştir. ‘Vatan elden gidiyor’ söylemleri bile Balkanlar kaybedilirken yaygınlaşmıştır. O dönemde Orta Asya ise Çarlık Rusya’nın doğrudan kontrol çabalarının etkisi altındaydı 2 . Ne zaman ki Osmanlı dağılma sürecine girdi o zaman Orta Asya önem arz etmeye başladı. Osmanlı’yı dağılmaktan kurtarmak için birçok fikir akımı doğmuştu; Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık, … Bunlardan biri de Pan-Türkçülük akımıydı. Bu akım Osmanlı’nın askeri ve siyasi aydınları arasında yaygınlaşmıştı. Bu akımın öngördüğü düşünce ‘Türklerin efsanevi vatanı’ olan Orta Asya ile Türk kimliğinin yeniden canlandırılmasıydı. 3 Ancak bu akım dağılmakta olan imparatorluğu bir arada tutmak için sadece bir seçenekti ve en uzak olanıydı. Zaten 1917 gerçekleşen Bolşevik Devrimi böyle bir düşüncenin tamamen önüne geçmişti. Türkiye’nin bölge bağlantısını neredeyse sıfıra indirmişti. Aynı zamanda Türkiye, kurtuluş mücadelesi sırasında (1919-1923)

Sovyetlerden siyasi destek ve askeri materyal yardımı almış ve ilişkilerin barışçı temellere oturtulması amaçlanmıştı. Bu bağlamda 16 Mart 1921’d e Sovyetler ile Dostluk ve Kardeşlik Anlaşması imzalanmıştır. 4 Aslında bu anlaşmayla Türkiye Orta Asya’yı Sovyetlerin iç meselesi olarak görmüştür. Bu sebeple Türkiye, Sovyetlerin dağılışına kadar ilişkilerini Moskova üzerinden yürütmüştür. Kısacası, Sovyetler Birliği’ni hiçe sayarak birebir doğrudan ilişkiye girmesi Türkiye için olanaksız hale gelmişti. Ancak Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin kuzey doğusu ve boğazlar üzerinde taleplerde bulunması ve Türkiye’nin 1952’d e NATO’ya katılması ilişkileri gerginleştirmiştir. Türkiye bu süreçte batıya daha da yaklaşmış, desteği kutbun diğer tarafında aramıştır. Bu batıya yaklaşmanın temelinde de Sovyetler Birliği’nin genişleme politikasını görmek mümkündür. Bu sebeple Türkiye Batı ile ekonomik ve askeri bağını güçlendirmiştir. 5 1985’te Sovyetlerde başa gelen Mihail Gorbaçov’un glasnost ve perestroika gibi politikaları Sovyet politikalarını ılımlaştırmaya başlamış ve Türkiye Orta Asya ile sınırlı da olsa ilişki kurmaya başlamıştır. 1989’un Mart ayında Türk delegasyonu ilişkileri geliştirebilmek için bölgeyi ziyaret etti. Ardından uzun bir süredir resmi ziyarette bulunulmayan Sovyetlere Özal 11-16 1991 tarihlerinde ziyarette bulundu. Moskova, Kiev, Alma-Ata ve Bakü ziyaret edildi ve birçok ekonomik anlaşma imzalandı. Bu ziyaretlerde genel amaç Türkî Cumhuriyetlerin bağımsızlığa ne kadar hazır olduklarını görmek ve bağımsızlıklarını kazanırlarsa nasıl ilişkiler kurulmalı üzerinedir. 6 Ancak kesinlikle Sovyetlerin dağılması üzerine bir politika geliştirilmemiştir, Sovyetlerin çözülmesi halinle ne yapılabilir fikri hakkında bir siyaset geliştirilmemiştir. Hatta iç ilişkilere müdahale etmeme prensibine bilhassa saygı duyulmuştur. 1991’d e Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türkî Cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanması Türkiye’yi uluslararası arenada farklı bir noktaya taşımıştır. Bu durum daha önce Orta Asya’d a var olmayan Türkiye için yeni fırsatlar anlamına geliyordu. Türk politikacılar bu durumu değerlendirmek için çok istekliydiler. Dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar Türk

65


66

dünyası’ vurgusu yapıyordu. 7 Türkiye’d eki yaygın kanı da ‘bölge lideri olarak Türkiye’ söylemiydi. Türkî Cumhuriyetler Sovyetler Birliği’nin yokluğunda kendilerine bir model arayışı içine girmişlerdi ve Türkiye onlar için en gözde ülkeydi. Bunun temelde 2 nedeni vardı. İlk olarak, Türkiye ile bu cumhuriyetler arasında etnik, dil, din ve kültür yakınlığının olması; ikinci olarak da Türkiye modeli laiklik üzerine kurulmuştur ve din siyaset ve ekonomiden ayrılmıştır. Nitekim bu konuda başarılı bir rejim oluşturmaya muvaffak olan Türkiye, son on yılda piyasa ekonomisine geçişte büyük başarılar elde etmiş ve Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecine girmiştir. 8 Türk modeli Batı tarafından da desteklenmiştir, çünkü diğer alternatif modeller – Çin Modeli ve İran Modeli - Batı için tehdit oluşturmaktaydı. Bu ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle ilişkiler hem çok hızlı hem de çok tutkulu bir hal almıştı. Türkiye ile Türkî Cumhuriyetler birbirlerine delice âşık iki sevgili gibi karşılıklı yoğun romantik duygular besliyorlardı. Türkiye’d e ‘artık yalnız değiliz’ söylemleri geniş yer bulurken, Türkî Cumhuriyetlerin liderleri Türkiye’yi sabahyıldızına benzetiyordu. 9 Bu yakınlık duygularıyla Türkî Cumhuriyetleri ilk tanıyan ülke Türkiye olmuştur ve karşılıklı olarak ilk büyükelçilikler kurulmuştur. 1991-1993 Özal yılları ilişkilerin en dinamik olduğu dönemdir. Ülkeler arası ilişkilerde, bu dönemin başlangıcına hâkim olan iyi niyet, imza için masaya getirilen anlaşmaların sayısına ve anlaşma alanlarının çeşitliliğine yansımıştır. Bu dönemde siyasi, ekonomik, askerî, kültürel pek çok alanda yüz kırkın üzerinde anlaşma imzalanmıştır. 1 0 Bu dönemin diğer bir özelliği de ilişkilerin kurumsallaştırılmaya çalışılmasıdır. Bu girimlerinden biri 1992’d e kurulan Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansıdır (TİKA). Bu kuruluş, Türkiye’nin Türkî Cumhuriyetlere yapacağı yardımların koordinasyonu ile ilgilenmektedir. Bu yardımlar iletişimden TV yayınlarına, enerji konularından turizme kadar geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Ayrıca Türkiye Eximbank kanalı ile Azerbaycan’a 250 milyon ABD doları, Kazakistan’a 200 milyon ABD doları, Kırgızistan’a 75 milyon ABD doları, Özbekistan’a 250 milyon ABD doları ve Türkmenistan’a 91 milyon ABD doları kredi vermiştir. 11 Diğer bir girişim ise 1992’d e ilki Ankara’d a düzenlenen Türk Zirvesi’d ir (Türkçe Konuşan Ülkelerin Devlet Başkanları Zirvesi). Bu ilk zirveye bütün ülkeler devlet başkanı seviyesinde katılmıştır. Eğitim alanında da girişimlere de önem verilmiştir. Değişim programları dâhilinde bütün masrafları karşılanmak üzere binlerce Orta Asyalı öğrenci Türkiye’ye getirilmiştir. Ancak duygusal temelde yapılan bu bütün girişimlerin güçlü bir dayanağı

olmadığı kısa bir süre içinde anlaşılmıştır. Sovyetlerin dağılmasından sonra Türkiye’nin gerçekleştirmek istediği ve Türkî Cumhuriyetlerin Türkiye’d en beklediği rol Türkiye’nin hazırlıksız oluşundan, bazı projeler için kaynak yetersizliğinden, kimi zaman üçüncü ülkelerin rahatsızlığından dolayı hayata geçirilememiştir. Örneğin, Eximbank’ın sağlamaya çalıştığı kredilerin pahalılığından Azerbaycan sadece %40’lık bir bölümünü kullanabilmiştir. 12 Aynı şekilde yapılan ilk Türk Zirvesinde bile anlaşmazlıklar baş göstermiştir. Özal’ın açılış konuşmasında bahsettiği ‘Türk Ortak Pazarı ve Türk Kalkınma ve Yatırım Bankası’ fikri dahi Azerbaycan cumhurbaşkanı Elçibey dışında hiçbir ülke tarafından desteklenmemiştir. Bu zirvelere yıllar içerisinde de katılım büyük ölçüde azalmıştır. Ortak bir ‘Türk alfabesi’ oluşturma fikri de başarısızlıkla sonuçlanmış ve TRT’nin uydu yayınları Orta Asyalı halklar tarafından anlaşılmadığı veya beğenilmediği için izlenme oranları düşük kalmıştır. 13 Bunlarla birlikte Orta Asya ülkeleri Sovyetlerden boşalan etki alanının yeni bir lider tarafından doldurulmasını istemiyorlardı. Onların Türkiye’d en isteği hiyerarşi kurması değildi, aksine ilişkilerinin aynı seviyede olmasını bekliyorlardı. Demirel’in 1992’d e bölgeyi dolaşırken Kazak ve Kırgız yetkililere anayasa tasarıları önermesi Türkiye’nin hiyerarşik bir ilişki düzeni istediği fikrini doğurmuştur. 14 Türkiye’nin bu tavırları da bu ülkeleri Türkiye’d en uzaklaştırmış, Batı ile doğrudan iletişim kurmaya teşvik etmiştir. Üçüncü ülkeler de bu girişimlerden rahatsızdı. Örneğin, Rusya Avrupa pazarlarına ulaştırılacak petrol ve doğalgaz boru hatlarının kendi topraklarından geçmesini isteyen Türkiye’ye açıkça tepkisini gösteriyordu. Kısacası, Türkî Cumhuriyetlerin bağımsızlıklarının ilk yıllarında Türkiye çok aktif olmaya çalışmış, birçok girişimde bulunmuştur. Ancak zamanla, bu yıllar duygusal bağlılığın yok olduğu, ilişkilerin devletlerin çıkarları üzerinden yürüdüğü, Türkiye’nin yetersizliğini hissettiği yıllara dönüşmüştür. 2000’li yıllara geldiğimizde Türkiye ve Türkî Cumhuriyetlerin ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Bu yılları Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) yılları diye nitelemek doğru olacaktır, çünkü AKP üç dönem üst üste bir önceki seçimlere göre oylarını artırarak tek başına iktidara gelmiştir. AKP 2002 seçimlerine girerken iki önemli politika güdüyordu; ilki Avrupa Birliği’ne tam üyelik, ikincisi de ABD ile daha yakın bir ilişkiye sahip olmak. 15 AKP’nin ilk beş yıllık iktidarı döneminde bu siyasetine sahip çıktığı söylenebilir, yani Türkiye’nin statükocu politikası olan batı ile iyi ilişkilere sahip olma ve bu ilişkileri sürdürme siyaseti devam ettirilmiştir. 2007 seçimlerinde AKP yine tek


başına iktidara geldiğinde dış politika anlayışında değişiklik yaşanmıştır ve bu durum ‘eksen kayması’ olarak nitelendirilmiştir. 16 Bu dönemde Türkiye ABD ve AB’yi dış politikasından çıkarmamasına rağmen önceliğini değiştirmiştir. Bunun ilk örneği 2009 yılında Davos Dünya Ekonomi Forumunda ‘one minute’ krizi olarak da adlandırılan olaydır. Bu forumda başbakan Erdoğan İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres ile kaşı karşıya gelmiş ve Davos’un kendisi için bittiğini vurgulayarak oturumu terk etmiştir. Bu ‘eksen kayması’ fikrinin temelinde Ahmet Davutoğlu ismi yer almaktadır. 2002 yılında AKP’nin tek başına iktidara gelmesinden itibaren başbakan Erdoğan’a dış politikada danışmanlık yapan Davutoğlu 1 Mayıs 2009’d a parlamento dışından dışişleri bakanı olarak atanmıştır. 17 Davutoğlu dış politikada statükodan farklı bir politika izlemek gerektiğini kitabında - Stratejik Derinlik: Türkiye’nin Uluslararası Konumu - anlatmıştır. Davutoğlu’na göre, Türkiye Statükocu politikasını terk etmelidir ve onu merkez ülke konumuna getirecek aktif ve çok yönlü bir politika izlemelidir, çünkü Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik önemi Türkiye’yi Avrupa’nın bir uzantısı haline getirmekten öte Avrupa’d an Asya’ya, Balkanlar’d an Kafkasya’ya, Orta Doğu’d an Akdeniz’e kadar çok geniş bir coğrafyada merkez ülke haline getirmektedir. Bu durumda batı tek seçenek olmaktan çıkmaktadır. Ancak, Batı önceliğini yitirirken Orta Doğu ve Müslüman dünyası giderek önem kazanmaya başlamıştır. Davutoğlu’na göre, Orta Doğu uzun zamandır ihmal edilmişti ve aslen bu bölge ile ilişkiler

geliştirilmeliydi. 18 Bunun en göze çarpan örneği de Mavi Marmara olayıdır. AKP, İsrail’i karşısına almak pahasına Filistin’e yardım etmeye kararlıydı. Bu olayın sonucunda İsrail gemiye girerek 9 Türk yolcunun ölümüne neden olmuştur. Bu durum Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nda ‘kabul edilemez ve orantısız’ olarak nitelendirilmiştir. 19 Kısacası AKP’nin ilk döneminde göze çarpan batı ile uyum politikası, son iki dönemde ‘bölge lideri’ olarak Orta Doğu’ya önem verilmesine evirilmiştir. Yani, Orta Asya hiçbir dönem olmadığı gibi AKP döneminde de öncelikli statüde Türk dış politikasında yerini alamamıştır. Sonuç olarak, Orta Asya 1991 öncesi dönemde Sovyetler engeli dolayısıyla Türkiye’d en yeterli ve gerekli ilgiyi görememiştir. 1991 sonrası ilk on yıllık dönemde Türkiye’nin Sovyetlerin dağılışına hazırlıksız yakalanması, yapılan girişimlerin duygusal temellerde gerçekçilikten uzak oluşu ve dinsel, dilsel ve kültürel bağlardan ziyade devletlerin ulusal çıkarlarının daha önemli olacağının geç anlaşılması Türkiye ve Türkî Cumhuriyetlerin ilişkileri hayal kırıklıkları ile sonuçlanmasına neden olmuştur. 2000’li yıllarda da AKP hükümetinin dış politika öncülleri arasında Orta Asya’nın önemli bir yer bulamaması ilişkileri epeyce zayıflatmıştır, ne Türkî Cumhuriyetler için artık Türkiye örnek model teşkil ediyor ne de Türkiye artık bu ülkelerin ‘ağabey’i olmak istiyor.

Refera n sl a r 1. Rovshan İbrahimov, Türkiye-Türk Cumhuriyetleri İlişkileri: Dünü, Bugünü, Yarını http://www.tasam.org/tr-TR/Icerik/3117/turkiyeturk_cumhuriyetleri_iliskileridunu_bugunu_yarin, (Erişim tarihi: 08.12.2012) 2. Pınar Akçalı (2012), “Orta Asya’d a Ulus Devlet İnşası ve Türkiye: Genel Bir Değerlendirme, Ayşegül Aydıngün ve Çiğdem Balım (ed.), Bağımsızlıklarının Yirmici Yılında Orta Asya Cumhuriyetleri Türk Dilli Halklar-Türkiye İle İlişkiler, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını, sf. 602 3. a.g.e. ,sf. 603 4. Harun Yılmaz ve Mustafa Durmuş (2012), Son Yirmi Yılda Türkiye’nin Orta Asya’ya Yönelik Dış Politikası Ve Bölgedeki Faaliyetleri, Ayşegül Aydıngün ve Çiğdem Balım (ed.), Bağımsızlıklarının Yirmici Yılında Orta Asya Cumhuriyetleri Türk Dilli Halklar-Türkiye İle İlişkiler, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi Yayını, sf. 486 5. Pınar Akçalı, a.g.e. , sf. 603 6. ODTÜ öğretim üyesi Doç. Dr. Pınar Akçalı ile kişisel görüşme, 28.11.2012 7. Saadettin Gömeç, Türk Ve Türk Cumhuriyeti İlişkileri Üzerine Bir Değerlendirme, http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt1/sayi1/sayi1pdf/gomec_sadettin.pdf , (Erişim Tarihi: 06.12.2012) 8. Rovshan İbrahimov, a.g.e. 9. gös. yer 10. Harun Yılmaz ve Mustafa Durmuş, a.g.e. , sf. 487 11. ODTÜ öğretim üyesi Doç. Dr. Pınar Akçalı ile kişisel görüşme, 28.11.2012 12. gös. yer 13. ODTÜ öğretim üyesi Doç. Dr. Pınar Akçalı ile kişisel görüşme, 28.11.2012 14. Rovshan İbrahimov, Türk Dış Politikasında Yeni Dönem ve Türkî Cumhuriyetleri ile ilişkiler: Bağımsızlıktan Sonra İlk Dönem Romantik İlişkiler http://www.1news.com.tr/yazarlar/20101013050040711.html, (Erişim tarihi: 10.12.2012) 15. Pınar Akçalı, a.g.e. , sf. 605 16. a.g.e. , sf. 607 17. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/ahmetdavutoglu.tr.mfa (Erişim tarihi: 03.12.2012) 18. ODTÜ öğretim üyesi Doç. Dr. Pınar Akçalı ile kişisel görüşme, 28.11.2012 19. TRT Haber, Mavi Marmara Raporu Açıklandı, http://www.trt.net.tr/haber/HaberDetay.aspx?HaberKodu=1053cd34-8880-4e6688f0-b3b8c8e50469, (Erişim tarihi: 09.12.2012)

67


68


Kazakistan’ı da tanıyan ilk devlet Türkiye’d ir. Bundan sonra da Türkiye ülkemizde çok iyi faaliyetlerde bulundu, bu faaliyetler hala devam etmektedir. Tokta r: Türkiye çok da hazır değildi aslında. Hazar Denizi var, bir tarafta Rusya diğer tarafta İran var. Türkiye ile çok fazla bir ilişkimiz yoktu. Dilimiz ortak evet; hepsi aynı kaynaktan, Türk dilinden geliyor. Ama dillerimiz Türkçe’nin iki farklı lehçesi olduğu için anlam bakımından büyük farklılıklar olabiliyor. H a ri ci ye: Ö n cel i kl e si zl eri ta n ı ya l ı m . Türkiye bizi tanıyan ilk ülke olabilir, ama bir taraftan S era j u d d i n J u m a h gu l i : Köken olarak Türkmen’im ama da hazırlıksız bir durum görebiliyoruz. Çünkü biz Afganistan’d an geliyorum. Afganistan belli bir zamana kadar Sovyet idik, Kazak değil. Türkmenlerindenim. Yaklaşık 4 senedir buradayım, M eti n : Türkiye hazırlıksız yakalanmış olabilir, ama 2008’in sonunda Türkiye’ye geldim. Geldiğimde bir yanılmıyorsam, 1991’d e Orta Asya Türk sene Türkçe kursuna gittim, sonra ODTÜ’d e hazırlık Cumhuriyetlerini tanıyan ilk ülke Türkiye oldu. okudum. Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf öğrencisiyim. Dönemin şartlarını değerlendirdiğimizde, hazırlıksız Tu ra l N a gh i ba yl i : Azerbaycan’d an geliyorum. Petrol ve yakalandı diyebiliriz aslında. O zamanlar Turgut Özal Doğalgaz Mühendisliği bölümündeyim. Türkiye’d e 5. cumhurbaşkanıydı. Türkiye’d eki farklı yapıları senem. kullanarak Orta Asya’d a eğitim, kültür, ticaret Teym u r N a gh i ba yl i : Tural ile kardeşiz. Benim de 5. alanında ilişkileri geliştirmek adına girişimlerde senem. Sosyoloji bölümündeyim. bulundular, ve başarılı oldular. Kh a bi b G och i yev: Kazakistan’d an geliyorum. Tokta r: Turgut Özal o dönemde Kazakistan’a geldi, Kazakistan’d aki Ahıska Türklerindenim. Ahıska ülkemizde Türk okulları açıldı. Ama bundan başka bir Türkleri, Kafkasya’d an Orta Asya’ya sürgün edilmiş işbirliği ya da ilişki görünmüyor. Ekonomik ve ticari Türklerdir. 7 senedir Türkiye’d eyim. Bilgisayar ilişkiler 2000’li senelerde başladı. Bu on sene boyunca Mühendisliği’nde okuyorum. sanki Türkiye bu ülkeleri tanıyıp ona göre bir politika Tokta r Tu rba y: Uluslararası İlişkiler okuyorum. geliştirdi. Kazakistan’d an geldim. Buradaki 3. senem. Ö zl em : Bence Türkiye hazırlıksız yakalanmadı. Çünkü M u sta fa M eti n Ded e: Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf o dönemlerde Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türkî öğrencisiyim. Cumhuriyetlerin kurulması çok öngörülebilecek bir Ö z l e m Ö z ka n : Uluslararası İlişkiler 2. Sınıf durum değildi. Fakat Türkiye bu Cumhuriyetleri öğrencisiyim. tanıdıktan sonra ilişkiler daha fazla gelişebilirdi. Türkiye bu ülkeleri sadece tanıdı, ve daha sonrasında, H a ri ci ye: 2 1 . yü zyı l d a n h em en ön ce ba ğı m sı zl ı k ilişkileri geliştirmek adına çok fazla bir çaba sarf ka za n a n bi r d evl et ve m i l l eti n va ta n d a şı ol a ra k, etmedi. Toktar’ın dediği gibi sadece Türk okulları ba ğı m sı zl ı ğı n ı zı ka za n d ı ğı n ı zd a n bu ya n a ü l ken i zi n açıldı ki o da bizzat devlet eliyle yapılmış bir girişim Tü rki ye i l e ol a n i l i şki l eri i çi n gen el bi r çerçeve çi zecek değil. Sonuç olarak, Türki Cumhuriyetlerle olan ol u rsa k; si zce Tü rki ye Tü rkî Cu m h u ri yetl eri n ba ğı m sı z ilişkiler tam bir devlet politikası haline getirilmiş bir bi r d evl et ol m a sı n a ve ü l kel eri n i ze yön el i k bi r d ı ş şey değil. pol i ti ka gel i şti rm ed e h a zı rl ı ksı z m ı ya ka l a n d ı ? Tu ra l : Azerbaycan olarak 1991’d e bağımsızlığımızı İ ki n ci soru m u za geçel i m . İ l k soru m l a d a a l a ka l ı kazandık. Bence Türkiye bizim ülkemize yönelik bir a sl ı n d a . Tü rki ye ba ğı m sı zl ı ğı n ı ka za n a n bu beş Tü rkî politika geliştirmede pasif kalmadı. Çünkü Cu m h u ri yeti n bekl en ti l eri n i n e öl çü d e ka rşı l a m ı ştı r? Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanıyan ilk devlet Türkiye Bu soru yu ekon om i k si ya si kü l tü rel yön d en ve idi. Türkiye ile ilişkilerimiz eskiye dayanır. 1918’d e de u l u sl a ra ra sı a l a n d a d estek yön ü n d en el e a l a l ı m . S i z Türkiye savaş sırasında bize yardım etmişti. Zaten Tü rki ye’n i n Tü rkî Cu m h u ri yetl eri n bekl en ti l eri n i n e Türkiye ile kardeş ülkeyiz. öl çü d e ka rşı l a d ı ğı n ı d ü şü n ü yorsu n u z? Teym u r: 1991’d en bu yana Azerbaycan ile Türkiye Tu ra l : Bence biz Türkiye’d en fazlasıyla destek gördük arasında çok güzel anlaşmalar oldu. Eğitim, sağlık, Azerbaycan olarak. Çünkü sınır açıldı, vize kaldırıldı. ticaret gibi daha pek çok alanda işbirlikleri yapıldı. Uluslararası alanda ise Türkiye her zaman yanımızda Yani bence Türkiye pasif kalmadı. olmuştur. Mesela Ermenistan’la olan problemimizde Kh a bi b: Türkiye, siyasal anlamda bu ülkelerin Ermenistan’a blok uygulayarak (Sınırı kapatarak bağımsızlıklarını tanımaya hazırlıksız değildi; ekonomik olarak yaptırım uyguladı.) yanımızda oldu.

69


Enerji alanında ise Hazar petrolünün enerji nakil hatlarıyla, Avrupa pazarına taşınmasında Türkiye’nin rolü çok önemlidir. 1994 yılında anlaşması imzalanan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hatlarıyla ekonomik işbirliğimiz daha da gelişti. Ve yeni projeler de geliştirilmekte. Trans-Anadolu Doğalgaz Boru Hattı’nı buna örnek verebiliriz.

70

Peki kü l tü rel ve si ya sa l yön d en n el er söyl em ek i stersi n ? Tu ra l : Kültürel derken, zaten kardeş ülke olduğumuzdan kültürde bir ayrılık söz konusu değil. Kazak arkadaşımızın söylediği gibi ülkemizde de hem Türkiye Cumhuriyeti Devleti eliyle, hem de Türk girişimciler ve iş adamları eliyle Türk okulları açıldı. Siyasal yönden ise Türkiye bizi her zaman destekledi. Biraz önce değindiğim Ermenistan konusunda olduğu gibi. Teym u r: Siyasal yönden Türkiye desteğini hep hissettik. Deprem gibi doğal felaketlerde de ilk yardım her zaman kardeş ülke Türkiye’d en geldi. Tokta r: Bizim Türkiye’d en çok beklentimiz yoktu. Tarihte de Kazaklar, özgür olarak yaşamayı seçmiş bir topluluk olarak bilinir. Kazak’ın kelime anlamı da ‘özgür’d ür zaten. Türkiye-Kazakistan ilişkileri son dönemde daha hızlı gelişmeye başladı. TürkiyeKazakistan arasında stratejik ortaklık anlaşmaları imzalandı. Diğer taraftan, realiteyi göz önünde bulundurursak, Kazakistan’ın dış politikada öncelikli gördüğü konuların başında Rusya ile olan ilişkiler geliyor. Çin ve Rusya gibi iki büyük gücün arasındaki bir coğrafyada konumlanmış olan Kazakistan’ın dış politikasını çok dikkatli şekillendirmesi gerekiyor. Çin ile kıyaslarsak, Rusya, siyasal ve tarihsel geçmişimiz nedeniyle eşgüdüm içinde olmamız gereken bir ülke. Türkiye ve Türk Dünyası ile olan ilişkilerde de Kazakistan’ın uzun vadede politikalar üretmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu da, ekonomik, siyasi ve kültürel anlaşmaların gerçekleşmesiyle mümkün olacaktır. Kh a bi b: Türkiye’yle olan ilişkilerimiz şu an beklenilen ölçüdedir ve artarak devam etmektedir diye düşünüyorum. Bildiğiniz gibi Kazakistan’d a Türk üniversiteleri ve lise dengi Türk Kolejleri faaliyet göstermekte. Bu sene ASELSAN, Kazakistan’a şube açtı ve ODTÜ'den mezun olan mühendisler orada çalışmalarına devam ediyorlar. Bu Kazakistan’ın milli askeri sanayisinin gelişmesi için Türkiye tarafından yapılan çok büyük ve anlamlı bir katkı. Aynı zaman da iki ülke arasındaki ilişkilerde de çok büyük bir gelişme. Burada önemli olan nokta, ASELSAN gibi askeri stratejik değeri yüksek olan bir şirketin kardeş ülke Türkiye tarafından Kazakistan’a şube açması,

Kazakistan’a Türkiye tarafından verilen değeri gösteriyor. Kültürel yönden ise Kazakistan zaten çok kültürlü bir yapıda. Biz de Ahıska Türkleri olarak kültürümüzü çok iyi muhafaza ediyoruz. Kazakistan’ın çok kültürlü ve hoşgörülü toplumunda barış içinde yaşıyoruz. Dedelerim 1944’te Kazakistan’a sürgün edildiğinde, Kazak aileler tarafından büyütüldüler. Yani biz o kadar iç içeyiz. Ama yine de bizde şöyle bir durum var; Ahıskalılar nasılsa öyledir, hiçbir kültürden kolay kolay etkilenmiyoruz. Çok zor asimile olan bir milletiz. Hala düğünlerimizde eski şarkılarımız çalar, ailede çok az Rusça konuşulur. Ailemizde genelde Türkçe konuşulur. Galiba biz buradaki Türklerden çok farklıyız. Anlama, mentalite çok farklı. Biz Kazakistan’d a Türk’üz ama burada yabancıyız. Genel olarak kültür aynı; ama oradaki Türkiye algısı çok farklı. Biz Kazakistan’d a Türkiye’yi çok dindar bir ülke olarak biliyorduk. Oraya gelenler öyleydi, adamların hiçbir eksisini göremiyorsun. Adamların yaşayış şekli çok farklıydı. Biz orada Türk olarak hep onları görünce “Türkiye dindar bir ülkedir.” olarak bir algı oluştu. Ama ben ilk geldiğimde Türkiye’ye, geziye Taksim’e gitmiştik. Ben hayatımda hiç bu kadar farklı insanı bir arada görmedim. Mesela küpe. Türkiye’d e normal olabilir. Bizim kültürümüzde ise erkeklerin jöle kullanmasına garip bakıyorlar. Tam bir “kültürel şok” yaşadık. Sadece Ahıskalılar değil, Kazak arkadaşlarım da bunu yaşadı. Genel olarak Rusya’nın SSCB ülkelerine yaydığı bir kanı var Türkiye ile ilgili. Ka za ki sta n ’a gel en l eri n fa rkl ı ol d u ğu n u söyl ed i n i z. Bu n ega ti f bi r fa rkl ı l ı k m ı ? Kh a bi b: Hayır hayır. Biz her ne kadar dinimize çok bağlı yaşamasak da dinine bağlı yaşayan insanlara büyük saygımız var. Bizde din gelenek gibi oldu. Ama havalimanında kimlik sorunca eğer öğretmenlik gibi ciddi bir mesleğin varsa ya da dindarsan saygı artıyor. Yani biz Türk insanı örneği olarak onları gördük. Gelince de doğal olarak şaşırdık. Benim hala alışamadığım bazı şeyler var. Anlayışlar çok farklı. S era j u d d i n : Arkadaşımızın bahsettiği gibi, ilk başta yabancılık hissetme gerçekten oluyor. Ben Afganistan’d a yaşayan bir Türkmen’im. Afganistan’d an Özbekistan’a ya da Türkmenistan’a geçtiğimde sofrada aynı yemekleri görebiliyorum, düğünlerde aynı gelenek ve göreneklerin olduğunu görüyorum. Ülkeler ayrı ama ortak bir gelenek, ortak bir Türk kültürü var. Ama Türkiye’d e o eski Türk kültürünü görmekte zorlanıyor insan. Türklerde biraz Batı’ya doğru kayma var. Kh a bi b: Ama Türkiye’d e de şehirden şehre çok değişiyor bu. Ben Türkiye’nin 27 ilini gezdim, sadece Karadeniz tarafına gitmedim. Kayseri’d e bir sene


yaşadım. Gerçekten tamamen farklı. Sanki her biri ayrı bir ülke. Kayseri’d e yaşadığım dönemde komşumuz bize istinasız her akşam yemek getiriyordu. Mesela arkadaşlarım geliyordu, evde gürültü oluyordu. Kimse karışmıyordu. Yabancı olduğumuz için anlayış gösteriyorlardı. Ama buraya gelince o anlayışı göremedik. Doğu’d a ise insanlar daha bir sıcak. Ben arkadaşımın evine gitmiştim. Arkadaşımın ailesi orta sınıf bir aileydi. Ama evine gittiğimde sofrada bir kuş sütü eksikti. Çok misafirperverler. Diğer taraftan İzmir, Antalya gibi şehirler tamamen farklı. Türkiye’nin her şehrinde farklı bir kültür var, konuşmaları bile farklı. Tu ra l : Biz de fazla olmasa bile, farklı bir ülke olduğundan dolayı, ilk başta yabancılık çektik. Biz Türklere daha yakınız bence. Teym u r: Biz Türk okulunda okuduk, Türk hocalarımız vardı. O yüzden hiç yabancılık çekmedik biz. Tokta r: Türkiye’d e gittiğim yer çok yok; ama Ankara’d a da bana yemek getiriyorlar. Kh a bi b: Tabii Ankara büyük bir şehir olduğu için, bölgeden bölgeye değişiyor. Ben şu an Etimesgut’ta yaşıyorum, bir dönem Bahçeli’d e ve 100. yılda yaşamıştım. Hepsi tamamen farklı yerler. S era j u d d i n Türk arkadaşlara bir soru yöneltiyor: Siz ne düşünüyorsunuz? Türkiye Türkleri kültürlerini sakladılar ama saklarken de dünyadaki gelişmelere ayak uydurmaya çalıştılar. O yüzden biraz değiştiler mi diyorsunuz? M eti n : Tabii siz geleneklerinize daha çok bağlı kaldınız. Ama Türkiye de sadece yaşadığımız yerden ibaret değil. Khabib gezmiş, çok farklı olduğunu biliyor. Sadece Doğu’d a değil Batı’d a da küçük yerleşim yerlerinde o kültürün korunduğunu görüyorsunuz. Ama tabii ki coğrafyadan dolayı etkileşimler olmuştur. Orta Asya’d a o kültürü bir şekilde koruyabilirsin belki. Ama Türkiye konumu itibariyle pek çok kültürün etkisine açık, Batı kültüründen de, İran kültüründen de, Arap kültüründen de etkilenme olmuş. Mesela Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinde de böyle bir durum var; Rusya egemenliği altında kaldıkları için kendi aralarında kendi dillerinden ziyade Rusça konuşuyorlar. Bu herkes için geçerli değil tabii. 1 8 Ş u ba t 2 0 0 5 ’te Ka za ki sta n Cu m h u rba şka n ı N u rsu l ta n N a za rba yev O rta Asya Tü rki Cu m h u ri yetl eri n i n Avru pa Bi rl i ği ’n i n ku ru cu ü l kel eri n d en d a h a fa zl a bi r orta k pa yd a yı pa yl a ştı kl a rı n ı ve bu n u n bi r si ya si Tü rk Bi rl i ği ku ru l m a sı n d a ön em l i bi r rol oyn a ya bi l eceği n i bel i rtm i şti . Bu bi rl i k ça ğrı sı Ka za ki sta n ’ı n h a l k ve pol i ti k çevresi n d e n a sı l ya n kı bu l d u ? D i ğer Tü rkî

Cu m h u ri yetl eri n bu n a ba kı şı n a sı l ? Tokta r: Ülke olarak bağımsızlığımızı kazandıktan sonra Rusya’yla ilgili bir güvenlik sorunumuz vardı, ve bu süreçte bu tehdide karşı bir güvencemiz olması lazımdı. Mesela bildiğim kadarıyla Türkî Cumhuriyetlerin içinde Atatürk’ün heykeli sadece Kazakistan’d a var. Bunun yanında Kazakistan’d a yaklaşık yüz bin Türkçe konuşan insan var. Ayrıca pek çok şirket, özellikle inşaat sektörüyle ilgilenen şirket var Kazakistan’d a. Önceden fazla yakın bir ilişki yoktu, ama özellikle ekonomik anlamda ilişkiler kurulmaya başlandı. Kh a bi b: ASELSAN’d an sonra on sene içinde Kazakistan’a bir milyar dolarlık bir gelir olacağını söylüyorlar. Bu ekonomik ve siyasi alanda çok büyük bir işbirliğidir. Ama şöyle bir şey var; Kazakistan uzun yıllar boyunca Rusya egemenliği altında kaldı. Bir millet kendi bağımsızlığını aldıktan sonra Türkiye’nin baskın olduğu bir birliğe girmek istemez. Çünkü Türkiye bu ülkeler içinde dominant bir ülke. Tü rkî Cu m h u ri yetl eri n bi rl eşm esi n e n a sı l ba ka rsı n ı z? H em ki şi sel ol a ra k, h em d e ü l ke a çı sı n d a n , ya n i AB gi bi bi r Tü rk Bi rl i ği ol sa bu n u i ster m i si n i z? Bu n okta d a a va n ta j l a r ve d eza va n ta j l a r n el erd i r? Kh a bi b: Kazakistan ve diğer SSCB ülkeleri seneler boyunca Rusya’nın egemenliği altında kaldı, ve bir millet kendi bağımsızlığını aldıktan sonra, mesela Kazakistan ismini aldıktan sonra, Türkiye’nin dominant olduğu böyle bir topluluk içinde bulunmak ve bir başkasına ayak uydurmak istemez. Türkiye bu ülkeler içinde dominant olacak ve sözü her yerde geçecek, nüfusu da çok. Türkiye hiçbir zaman birisinin esiri altında olmamıştır, tarihe baktığımızda Osmanlı’d an sonra hemen Türkiye Cumhuriyeti kuruldu; ama Kazakistan 100 sene boyunca Ruslarla savaştı, Ruslar altında kaldı, ezildi, sömürüldü. Bağımsızlığını aldıktan sonra kendisi bir şeyler ifade etmek ister; ama birlikte bir çalışma olabilir. Tokta r: Bence bu kaybetme korkusu değil; limitlendirmek, sınırlandırmak gibi daha çok. Avrasya Birliği çıktı, örneğin. Evet, öyle bir şey isterse Türkî Cumhuriyetler, yer olarak çok mümkün değil. Rus Çarı; “Kazakistan Asya’ya girmek için bir kapı ya da anahtardır,” dedi. O yüzden Rusya bizim tarafa yönelecek. Bizim de tabi, kimliğimizi kaybetmememiz için bu tarafa yönelmemiz lazım. Tu ra l : Türkiye’nin de kendince problemleri var, her bağımsızlık kazanan ülkenin kendince sorunları var. Bazılarında büyük savaşlar var komşu ülkeleriyle, bazılarının ilişkileri iyi değil. Biliyoruz ki Türkiye’nin de birçok problemi var, bu yüzden de bence Türkiye de çok olumlu düşünmüyor bu konu hakkında. Ben

71


72

kendi şahsım adına isterim böyle bir şey olmasını aslında; ama bu birlik olduğunda, Türkiye dominant olacak ve o zaman da diğer problemleri aradan kaldırmaya gücü yetmeyebilir. Azerbaycan ise bu konuda çok pozitif düşünüyor. Hem birlik olmasa da bence şu anda iki ülke birlik içinde, son gelişmelerde hep bunun kanıtı. Beraberliği, dış siyasette devam ediyor. S era j u d d i n : Orta Asya Türk Devletleri, bağımsızlıkları aldıktan sonra her ne kadar iç içeyiz deseler de Türkiye daha çok Amerika’ya ya da Avrupa’ya yöneldi. Onların üzerine siyaset kurmaya çalıştı. Dolayısıyla da tek kaldılar, ve onlara yine yardım eden ülke ise Rusya oldu; Azerbaycan hariç, çok fazla bilgim yok, Rusya ile ilişkisi iyi. Yer altı kaynaklarını mesela Ruslar çıkarıyorlar. Aslında böyle bir birlik fikri çok güzel; ama birçok engel var. Orta Asya ülkeleri Türkiye’ye güvenmiyorlar, Türkiye’nin nerede durduğunu bilmiyorlar. Yoksa, olsa güzel olur. Ö zl em : Bir de Türkiye dışında, bu devletlerin kendi arasında da sorunlar var. Örneğin Özbekistan ile Kırgızistan arasında sürekli mesafe var. Türk Birliği’nin kurulması için ortak çıkar zor, sorun devam ederse eğer çıkarlar çakışacaktır ve birliği etkiler; ancak birlik güzel bir şey. Kh a bi b: Olursa güzel olur ama kontrol edilmesi zor. En güçlü birlik olur; çünkü en zengin doğal kaynaklar Orta Asya’d a. Petrol, gaz, pamuk, altın her şey orada, ama buna bir kere Rusya izin vermez. Öyle bir durumda, bu ülkeler çok hızlı gelişir ve kimse kontrol edemez, sonra onlara başkaldırırlar. M eti n : Güvensizlik problemi var, orada tek bir adam tarafından yönetilen yerler köklü yönetimler var. Bunlar Türkiye’ye sıcak bakmıyorlar, yani halk olarak değil de yönetim olarak. Türkiye’nin mesafeli davrandığını düşünüyorum bir de. Şeffaflık sorunu var, yolsuzluk çok fazla diye biliyorum. Sovyetler’in çözülmesinden sonra, orada sağlam bir devlet yapısı oluşmadı; bu da tabii halkın ekonomik durumunu etkiliyor. Rüşvet, yolsuzluk artıyor. Birlik önce kendi çaplarında demokrasi ve dış dünyaya hesap verilebilirlikten sonra ekonomik birlik olabilir ancak. Tokta r: Orta Doğu ya da Balkanlar’a yönelindi hep, bizim tarafa çok yönelinmedi aslında. Ege Den i zi ’n i n pa yl a şı m ı kon u su Tü rki ye i l e Yu n a n i sta n a ra sı n d a bi r geri l i m ya ra tm ı ştı . Azerba yca n , Ka za ki sta n ve Tü rkm en i sta n a ra sı n d a d a H a za r Den i zi pa yl a şı m kon u l a rı va r. Bu soru n ü l kel eri n i l i şki l eri n d e, gü ven l i kl eri n i ta n ı m l a m a d a n e ka d a r etki l i si zce? Tu ra l : Bence Azerbaycan, Kazakistan ve diğer ülkeler açısından problem çıkmadı; ama İran açısından çıktı.

Bazı petrol rezervleri orada olduğu için büyük şirketlerin de rolü var. Yani devletler ve şirketler belirliyor o sınırı bence. Kh a bi b: Dev şirketlerin üzerine kimse basıp geçemez. Amerika ve Avrupa’nın dahi kendi çıkarları var, yani izin vermezler böyle bir problem çıkmasına. S era j u d d i n : Şu açıdan da bakabiliriz: Rusya, kendi ortaklarının arasında bir çatışma istemez ve hemen çözüm bulur. Bu bölgede bugüne kadar ciddi bir sorun yaşanmadı ve yaşanacağını sanmıyorum, o yüzden çıkmaz. 2 0 1 2 yı l ı n a gel d i ği m i zd e Tü rki ye’n i n böl ged e O rta Asya’d a etki si n i n gi d erek kı rı l d ı ğı yön ü n d e bi r ka n ı va r. S i z bu kon u d a n e d ü şü n ü yorsu n u z? Kh a bi b: Kırılmıyor da, Türkiye daha çok Avrupa tarafına kayıyor. Tu ra l : Bence eşitleniyor. Eskiden bizim şirketlerimiz bu kadar iyi değildi ve bizim şirketlerimiz iyileşmeye başladıkça Türkiye, Orta Asya pazarından yavaş yavaş çıkmaya başladı. Tokta r: Türkiye Avrupa ile yakın ilişkilere girdi; ancak Asya’d a hala var. Daha çok ekonomik etkisi görülüyor artık. Kh a bi b: Temel oluşturuldu ve de sağlam oluşturuldu bu temel. Tokta r: Avrupa’d an kopmak gibi bir şey söylendi. Mesela Putin geldi, bu hükümetler birliğini teklif etmişti, son zamanlarda çıkan Beyaz Rusya ve Kazakistan Gümrük Birliği. Kh a bi b: Beyaz Rusya’d an araba getirip Kazakistan’d a satabiliyorsun, gümrük vergisi yok. Türkiye ise mesela en çok gümrük konusunda kazanıyor. S era j u d d i n : Bence Türkiye ne kadar Avrupa’ya gitmiyorum dese bile bu gerçekçi değil. Türkiye yaklaşmak istese de samimi değil. Eskiden hemen etkisini hissederdik, artık öyle değil bu ülkelerde; Çin’d en de var firma Türkiye’d en de var. Çin daha ucuz olduğu için de Çin’i tercih ediyorlar mesela. M eti n : Devletle ilgili güzel şeyler yapılabilir. Türk İş Birliği Kalkınma Ajansı kültür olarak güzel şeyler yaptı. Moğolistan’d a Orhun Anıtları’nı restore ettiler. Sadece Asya Devletleri’nde değil, Afrika’d a da yardım çalışmalarında bulunuyorlar. Yurtdışında bu kurumlar kuruldukça da iyi şeyler olacağına inanıyorum, Başbakanlık’a bağlı bir kurum çünkü. Kh a bi b: Türkiye Özbekistan’d a çok iyi yatırımlar yapmak istedi; ama yönetim kovdu onları. Okullar kapatıldı. Türkmenistan’d a Türk işçilerinin projeleri ellerinden alınıyor. Siz yapamıyorsunuz bu teknolojiyi diyorlar. Türkmenistan kendisi dışladı Türkiye’yi. Nasıl yatırım yapabilir ki? Bizim şehirde, projelerin sahibi değişti. Türklerin ellerinden alındı, Kazakistan’a verildi.


Yalnız bu arada halkın bundan haberi yok. Halk üsttekilerin yaptıklarından habersiz yaşıyor. Kırgızistan’d a da Türk mağazaları vardı. 2006 ya da 2008’d e, alışveriş merkezlerini dağıttılar. Orijinal Adidas ayakkabıları 200-300 liraydı, bizde ise 40-50 liraya satılıyordu ve ona rağmen Kırgızistan’d an kimse bu durumdan şikayetçi olmadı. O rta ya a tı l a n bi r görü ş d e “Ru sya i l i şki l eri ba skı l ı yor, gel i şm el eri n ön ü n d e bi r engel teşki l ed i yor. ” S i z bu kon u d a n e d ü şü n ü yorsu n u z? Ü l ken i zd e Ru sya ' n ı n yeri n ed i r? Tu ra l : Bence Rusya’nın siyaseti, devletleri ayırmak için. Sıcak denizlere inme siyasetinden dolayı, Türklerin etrafındaki halkları uzaklaştırmak istiyor. Tokta r: Sovyetlerin yaptığı acı hakkında konferans yapıldı Kazakistan’d a. Biraz nefes alınabilecek bir yer oluşmaya başladı; ancak Rusya Türkiye’yi bir rakip olarak görüyor. M eti n : Daha çok kazanması gereken bir partner olarak görüyor, özellikle Avrupa’ya karşı. Daha iyi bir iş birliği kurulabilir; ama Türkiye için durum farklı. M eti n : bir birlik kurulacak olursa Rusya etkisi bariz,. Rusya’nın da olduğu bir birliktelik olabilir. Tü rki ye’n i n Erm en i sta n i l e u zl a şm a cı ta vrı , ba şta Azerba yca n ol m a k ü zere d i ğer Tü rkî Cu m h u ri yetl eri n a sı l etki l i yor? Kh a bi b: Ben Antalya’d aydım, orada çalışıyordum ve orada iki aile vardı biri Ermeni, diğeri Azeri. Bu iki aile, sanki hiçbir sorun yokmuş gibi davrandılar. Bunun dışındaki durumlar, kışkırtmalar sonucu oluşuyor. Ben tam olarak bilmiyorum; ama sadece üst düzeyler arasında bu sorun. Tu ra l : Mesela geçen senelerde, Türkiye Ermenistan’a sınır açmak istedi. Halk tarafından çok kötü karşılandı. Biz hemen damgayı basabiliyoruz; buradaki durumu bilmeden bunun bir politika olduğunu düşünemiyoruz. Ö zl em : Ermenistan ile ilişkiler geliştirilmeye çalışıldı, cumhurbaşkanı gitti, maç izledi. Bu konu hakkında ben Azeri arkadaşlarımın öfkeli konuşmalarını duydum. Teym u r: Kardeş, kardeş dediğini nasıl satar, düşüncesi var. Bu yüzden de satmaz diye düşünüyorum. Peki si ya si , ekon om i k, topl u m sa l ol a yl a rı bi r ken a ra bı ra ktı ğı m ı zd a Tü rki ye si zi n i çi n n e i fa d e ed i yor? Bu ra d a ol m a kta n m u tl u m u su n u z? S eçti n i z bu ra yı ; a m a n ed en Tü rki ye? Teym u r: Türkiye, kendi adıma konuşuyorum, benim ikinci vatanım, ikinci evim. Tu ra l : Türkiye deyince ilk başta, kardeş ülke olduğu

aklıma geliyor. Millet aynı devlet farklı. Bizi zaten okuldan itibaren, Türk hocalar eğitti. Yurt dışında daha iyi bir üniversite okumaktansa, Türkiye’d e okumak istiyorum. Teym u r: Zaten cumhurbaşkanı söyledi: Bir millet, iki devlet.. S era j u d d i n : Açıkçası, çok şey ifade ediyor, anlatamayacağım. Buraya gelmeden önce 3 ülkeye gitme şansım vardı: Hindistan, Türkiye ve Rusya. Karar veremedim; ancak amcamın bir kelimesi “Git Türkiye’ye nasıl olsa Türkler. Git birini durdur onların bir Türk gururu vardır. Oraya hiç dışarıdan müdahale olmamış, git kimliğini öğren.” dedi. Babam karşı çıktı gelmeme, Afganistan’d a Türkiye’yi deniz kenarı sahil tadında bir yer sanıyorlar, dizilerden dolayı. Kh a bi b: Ben gelmek istemiyordum aslında; bizde devlet sınavı oluyor. Benim puanım iyiydi, Amerika, Japonya ve Çin’i kazanmıştım, babam “Türkiye’ye ya gideceksin ya gideceksin.” dedi. Bir sene Türkçe kursuna gittim. Kolejden gelmiştim zaten, Türkçe biliyordum. Bir de gelmek için Türkçe sınavına girdim. Türkçe kursundayken rahattık, sene sonundaki sınava kadar hep gezdik. Üniversite tercihleri konusunda ben ODTÜ’yü duymamıştım; ailem de benim tıp okumamı istiyordu. ODTÜ Bilgisayar Mühendisliği tercihlerine geldiğimizde hocamız sordu: “Kolejden gelen kimler var?”. Ellerimizi kaldırdık, o da “Siz yazın” dedi. ODTÜ tamamen farklı bir yer, Türkiye ayrı ODTÜ ayrı, sen kendi fikrini söyleyebiliyorsun. Farklı üniversitelerde okuyan arkadaşlarım var, bu kadar rahat değiller. Senin demokrasin başkasının demokrasisi başladığı yerde bitiyor. Geldiğime hiç pişman değilim, dersler hariç. Tokta r: Benim Türkiye ile ilişkim doğduğumda başlamış zaten. Toktar ismi verdiler, “Türkiyeli mi bu?” dedi herkes; ama şahsi olarak tanımam 2002’d eki kupada oldu. Babam “Bunlar, bizim kardeşlerimiz.” dedi. Sınava girdim, davet gelmiş, “Belki gidersin” dedi annem. 5 senelik bir Türk okulunda okudum zaten. İki tane kağıdı kendi ülkeme gönderdim, üçüncüyü de Türkiye’ye gönderdim. Öğretmenlerim tavsiye etti ODTÜ’yü, ben de düşünüyordum. Babam “Git, yeni bir şeyler öğren,” dedi. Ailedeki tek erkek çocuğuydum, gerçek hayata merhaba oldu benim için…

73


İnsanoğlunun doğal dengeyi bozduğunun farkına varmasından beri gündemden düşmeyen bir konu küresel ısınma... Bir dönem ciddiye alınmayıp komplo teorisi olarak değerlendirilse de ne yazık ki artık etkileri hayatımızı değiştiren yadsınamaz bir gerçek olarak karşımızda. Etkilerinin önemli kısmı çevresel olsa da dünya üzerindeki bütün sorunlar gibi küresel ısınmanın ortaya çıkma sebebi de temelde siyasal ve ekonomik alanda yaşanan değişikliklere dayanıyor.

74

En basit haliyle, insanlar tarafından atmosfere salınan gazların ( CO 2 , CH 4, N 2 O, CFCs, SF6...) yeryüzüne sera etkisi yaratması sonucunda dünya yüzeyinde sıcaklığın artmasına küresel ısınma denir. 1 Bu gazların büyük çoğunluğu atmosferde doğal olarak bulunuyor ve atmosfer etrafında tabaka oluşturarak dünyanın aşırı soğumasını engelliyor. Küresel ısınmaya neden olan ise bu gazların beşeri faaliyetlerle aşırı kullanımının ozon tabakasını incelterek dolayısıyla ısınmayı artırmasıdır. Sanayi devrimiyle insan gücüne duyulan ihtiyacın azalmasına paralel olarak makineleşme ve fabrikalaşma gün geçtikçe artmıştır. Bunun sonucu olarak da fosil yakıtların daha fazla kullanılması, doğanın tahrip edilmesi, nüfus artışı gibi etkenlerle atmosfere salınan sera gazı miktarı ciddi ölçüde artmıştır. Bu salınım, özellikle son 50 yılda dünya üzerinde önemli ve geri dönüşü olmayan zararlara yol açmış, bu gidişata dur diyebilmek için küresel ısınma mercek altına alınmaya başlanmıştır. Kü resel I sı n m a ya Çözü m Ara yı şl a rı İlk kez 1979 yılında Dünya Meteoroloji Örgütü(WMO) öncülüğünde “Birinci Dünya İklim Konferansı‘’ düzenlenmiş; fosil yakıtlardan ve CO2 birikiminden kaynaklanan küresel iklim değişikliği vurgulanmıştır. Yapılan ilk ciddi konferans 5-12 Haziran tarihlerindeki Rio Konferansı’d ır. Bu konferans sonrası Rio

Deklarasyonu yayımlanmış, BM ve Avrupa Topluluğu üyesi 184 ülkenin katılımıyla Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi 21 Mart 1994 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 2 Bu sözleşmeye göre gelişmiş ülkelerden atmosfere zararlı gaz salınımını azaltmaları istenmiş, sanayilerini geliştirmeleri için gaz emisyonu indiriminde esneklik sağlanan gelişmekte olan ülkelere destek vermeleri beklenmiştir. Birçok ülke bu durumu kendi çıkarlarına ve ekonomik gelişimine uygun görmediği için anlaşmazlıklar meydana gelmiş, kararlar uygulanamamıştır. Bir sonraki iklim görüşmesinde değerlendirilmek üzere konular ertelenmiştir. 1997 yılında imzalanan Kyoto Protokolü, Rio Deklarasyonundan sonra iklim konusunda yapılan en kapsamlı anlaşmadır. Protokolün amacı Rio’d a olduğu gibi sanayileşmiş ülkelerin sera etkisi yaratan gazların salınımını azaltmalarını sağlamak, iklim değişikliğini ve bu sayede dünya yüzeyinin insan eliyle ısınmasını durdurmaktı. Protokole göre taraf ülkeler insan kaynaklı karbondioksit ve diğer sera gazı salınımlarını 2008-2012 döneminde 1990 döneminin en az %5 altına indireceklerdi. 3 Ne var ki geçerliliği 2012’d e sona ermesi gereken ancak 26 Kasım-8 Aralık 2012 tarihleri arasında Katar’ın başkenti Doha’d a düzenlenen 18. BM İklim Konferansında geçerliliğinin 2020’ye kadar uzatılmasına karar verilen Kyoto Protokolü de ekonomik ve siyasi çıkar çatışmaları karşısında etkisiz kaldı ve hükümler tam olarak uygulanamadı. Sivil toplum kuruluşlarına göre zaten protokolde koyulan hedefler çok zayıf ve iklim değişikliğini önleme konusunda yetersiz. 4 Peki 1979’d an bu yana yapılan onlarca iklim zirvesine ve imzalanan anlaşmalara rağmen ilerleme kaydedilememesinin sebebi olan siyasi ve ekonomik etkenler ne? Öncelikle toplam sera gazı salınımının büyük kısmını gerçekleştiren Çin, ABD gibi ülkelerin bu konuya yaklaşımlarına kısaca değinelim. Son


yıllarda ekonomik ve siyasi alanda büyük atılımlar gösteren Çin sera gazı salınımında ABD’yi de geçti ve şu anda en fazla salınım yapan ülke konumunda. Fazla nüfusu ve yatırımcılar açısından uygun koşullarıyla yeni bir pazar olan Çin’d e enerji tüketimi üst seviyede. Her ne kadar hükümet yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımı yaygınlaştırmaya çalışıyor gibi görünse de Çin’in önümüzdeki yıllarda da karbon salınımını azaltması beklenmiyor. ABD ise kendi ekonomisine zarar vereceğini düşündüğü için iklim değişikliği konusunda yaptırımları olan küresel bir anlaşmaya sıcak bakmıyor. Zira ABD ekonomisinde önemli petrol şirketlerinin payı büyük. Avrupa Birliği ve Japonya önlem alma konusunda daha duyarlı ancak felaketi durdurmak için yeterliliği tartışılır. İklim değişikliği olması durumunda en çok etkilenecek bölgede bulunan Afrika ülkeleri ise seslerini duyuramıyor.

Böyl e d eva m ed erse… * Hepimizin artık haberdar olduğu gibi buzullar eriyecek, deniz suyu seviyesi yükselecek. * Sıcaklık artışı nedeniyle birçok bitki ve hayvan türü yok olacak. * Yangın, çığ, kasırga gibi doğal afetler daha fazla meydana gelecek. Bu durum can kaybına ve milyonlarca dolarlık zarara neden olacak. * Bazı bölgeler kuraklıktan ya da sular altında kaldığı için yaşanamaz hale gelecek; bu da toplu göçleri ve beraberinde sağlık, güvenlik, kıtlık gibi sorunlar getirecek. Bütün bunlar göz önüne alındığında yapılması gereken bu felaketlerin olmaması için evrensel bir çevre duyarlılığı oluşturup birlikte hareket etmektir. Yoksa bu gidişle büyük devletlerin ekonomik ve siyasi yarış yapabileceği bir dünya olmayacak.

75

Refera n sl a r 1. Küresel ısınma nedir? http://www.kureselisinmaveetkileri.com/kuresel-isinma-nedir.html/ (erişim tarihi: 11 Aralık 2012) 2. "Küresel ısınma tarihi ve uluslararası önlemler" http://www.kuresel-isinma.org/kuresel-isinma/kuresel-isinma-tarihi-ve-uluslararasionlemler.html (Erişim Tarihi: 1o Aralık 2012) 3. Kyoto Protokolü nedir ne değildir?, http://www.bianet.org/bianet/cevre--3/54452-kyoto-protokolu-nedir-ne-degildir (Erişim Tarihi: 4 Aralık 2012) 4. İklim görüşmelerinde yine hayal kırıklığı, http://www.greenpeace.org/turkey/tr/news/iklim-gorusmelerinde-yine-hayal-kirikligi-091212/ (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2012)


76

Geçen sene derslerden çok kendimi kitaba verdim; kitapları sevmeye çalıştığım bir süreçti. Hayvan Çiftliği bana kitap okumayı sevdiren ve belki de benim için kalınmış bir eserdi. Bu kitap Hayvan ÇiftliğiGeorge Orwell'in en popüler ve kalıcı eserlerinden biri olarak kabul edilir. İngiliz yazar adını Dokuz Yüz SeksenDört adlı kitabıyla duyurmuş olmasına rağmen Hayvan Çiftliği, onun çağdaş klasikler arasına girmiş ikinci ünlü yapıttır. Kitabin ayrıntılarına geçmeden önce yazarın hayatına bir göz atalım.

anlatmıştır. İkinci Dünya Savaşı çıkınca, gönüllüler arasına yazılan yazar, tüberküloz yüzünden cephede çarpışan birliklere katılamamış; yazar hastalık yüzünden hayatının son döneminin büyük bir bölümünü hastanelerde geçirmiştir. Gün geçtikçe hastalığı biraz daha ilerleyen Orwell, 1949'da bir karşı ütopya olan Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü yayınlamıştır. Totaliter toplum ve polis devleti tehlikesine karşı uyarılarıyla eserleri güncelliğini koruyan George Orwell, genç sayılabilecek bir yaşta, 21 Ocak 1950'de hayata veda etmiştir. 4

George Orwell, asıl adı Eric Arthur Blair 25 Haziran 1903 yılnda Hindistan’in Benga şehrinde dünyaya geldi.Bugünkü Hindistan toprakları olan Bengal'de orta sınıf İngiliz ailesinin oğlu olan Orwell, sekiz yaşına geldiğinde İngiltere'ye gönderildi. Önce 1916 yılına kadar devam edeceği Eastbourne'deki özel bir okula ardından da Eton'daki bir okula kaydı yaptırıldı. Eton'daki okuldan 1921 yılında mezun olan Orwell, Bengal'e dönerek Burma yakınlarında bulunan Mandalay'da Hindistan İmparatorluk Polisi’nde subay olarak hizmet verdi. 1 Ancak Hindistan'da kaldığı süre içinde burada bulunan Avrupa yönetimine karşı düşünceler geliştirdi ve nihayet 1928 yılında İngiltere'ye geri döndü. İngiltere'de yaşamaya başladığı ilk üç yıl içerisinde hiçbir amacı olmaksızın dolaşan, bulduğu ufak tefek işler sayesinde yaşamını devam ettiren George Orwell, Paris-Londra arasında süren yolculuklar sırasında edindiği izlenimlerini kitap haline getirdi. Toplumsal ve eleştirel niteliklerin ağır bastığı gözlenen bu kitabı Paris ve Londra'da “Perperişan” adı altında yayınlarken, Eric Arthur Blair adını da George Orwell takma adıyla değiştirdi. Bir yıl sonra yayınladığı “Birmanya Günleri” adlı eserinde ise askerlik zamanına ilişkin anılarını anlattı. 2 İlerleyen yıllarda yalnız anı ve gezi yazılarıyla değil romanlarla da ilgilenen Orwell, “Rahibin Kızı" ve "Bırak Aspiristra Uçsun" adlı eserlerini yazdı. 3 Daha sonrasında ise, Orwell İspanya'da darbe girişiminde bulunan, Hitler ile Mussolini'nin de desteğini alan Franco'ya karşı çarpışacak gönüllülere katılmış ve savaşa dair anılarını daha sonra “Katalonya'ya Selam” adlı eserinde

1940'lardaki 'reel sosyalizm'in eleştirisi olan Hayvan Çiftliği, dünya edebiyatında 'yergi' türünün başyapıtlarından biridir. Totaliter rejimlere karşıt bir solcu olan Orwell, romanında“SSCB”'nin kuruluşundan itibaren meydana gelen önemli olayları kara mizah kullanarak mecazi bir dille anlatır. Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. Bir çiftlikte yaşayan hayvanlar, kendilerini sömüren insanlara baş kaldırıp çiftliğin yönetimini ele geçirirler. Amaçları daha eşitlikçi bir topluluk oluşturmaktadır. Aralarında en akıllı olan domuzlar kısa sürede önder bir takım oluştururlar, devrimi de onlar yolundan saptırırlar. Ne yazık ki insanlardan daha baskıcı, daha acımasız bir diktatörlük kurulmuştur artık. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Bu kitap, sıkı bir komünizm ve komünist liderler eleştirisidir. En tanınmış slogan ise “Herkes eşittir; ama bazıları daha eşittir.” sözüdür. Hayvan Çiftliği, Sovyetler Birliği’nin yükselişini ve J.Stalin’in totalitar rejimini açıkca eleştirmekte ve göstermektedir. Romandaki diğer kişiler bire bir belli olmasalar da, bir diktatörlük ortamında olabilecek kişilerdir. Kısaca eserdeki önemli karakterlerin ve yerlerin kimleri ve neleri ima ettiğine değinmek isterim. Çiftliğin sahibi olan Mr.Jones Rusya Çarı Nicolas Aleksandroviç Romanov’u yani ikinci Nikolası; Mr. Jonesin eşi ise Alexandra’yı yani Nikolasın eşini tasvir ediyor. Hayvanlardan Napolyon, Sovyetler Birliği’nin ikinci lideri olan J.Stalin’i, Squealer Stalin’in gerçeklerini yayan Rus Medyasını temsil ediyor; Koca


Reis ise Karl Marxı veya Vladimir Lenini temsil ediyor. Snowball, hayvanlara okumayı öğretir, bir değirmen yapılması taraftarıdır Leon Troçki'yi temsil eder. Köpekler, askeri ve polisi temsil eder. Kitabın başında, sıçan ve tavşanların kabul edilmesini istemezler; fakat devrimden sonra, birkaç yavru annelerinden çalınır. Sonraları kitapta, tamamen büyüyen ve eğitim alan bu yavrular Napolyon’u korumak ve onun kararlarının infazı için yardımcı olurlar. Atlar Boxer, Clover ve Mollie işçi sınıfını temsil ediyor. 5 Hayvan Çiftliği devrimden sonra onların çiftliğe verdiği isimdir ve Sovyetler Birliği’ni (U.S.S.R) tasvir ediyor. Kitapta gösterilen eski bakımsız çiftlik Foxvood ve boş zamanlarını balık tutmak ve avcılıkla geçiren sahibi, İngiltere’yi temsil ediyor. Kitapta bahsi geçen ve bütün çifliklerin yer aldıgı Villingdon kenti, Avrupa’yı temsil eder. Aletlerden toynak ve boynuz, komunizmin sembolü olan çekiç ve oraktır ve hayvanların düzenledikleri komiteler veya heyetler komünizmin komitelerini gösterir. 6 H erkes Eşi tti r a m a Ba zı l a rı Da h a Eşi tti r. Yazmı bitirmeden önce eserde dikkatimi çeken birkaç olayı paylaşmak isterim.“Devrimden sonra domuzlar süt ve elmalarla ne yapacaklarını düşünmekteyken, diğer hayvanlar da hepsine eşit dağıtılacağı düşüncesindeydiler; fakat domuzlar sütü ve elmaları kendilerine ayırdılar ve diğer hayvanlarla paylaşmadılar”. 7 Sovyetler zamanında, halk her şeyin eşit olduğunu ve devlette üst düzey memurların da

kendileri ile aynı kalitede yiyecek ve eşya kullandıklarını sanıyorlardı; fakat o zamanlar gizli de olsa devlette üst düzey memurlar halktan daha farklı, daha lüks bir yaşam sürüyorlardı, eşyanın iyisini yiyeceğin kalitelisini kullanıyorlardı. Buna benzer diğer bir olayda devrimden sonra çiftlikte kabul edilen kurallar ve yasalardı; hiçbir hayvan elbise giyemez, hiçbir hayvan yatakta uyuyamaz. Fakat domuzlar evde yaşamaya devam ediyorlar, ve diğer hayvanlar onların yatakta uyuduklarını ve kendilerinden daha farklı bir hayat sürdüklerine şahit oluyorlar. Yazar burada Sovyetler zamanında olan bazı kuralları ve hayatı anlatmak istiyor; çünkü Sovyetler’d e yeni araba almak veya marka kıyafetler giymek, her sene mobilya değiştirmek yasaktı. Bu durum üst düzey insanları etkilemezdi ve genelde en iyi markalar ve kaliteli ürünler Moskova’ya giderdi. Hayvan Çiftliği’ni okudugum zaman hem etkilendim hem de bu hikayeyi hatırladığımı fark ettim; çünkü yazar Sovyetler Birliği’ni ve o dönemi eleştiriyordu. Benim ülkem Azerbaycan da bir zamanlar SSCB’nin bir parçasıydı. Ailem hep o zamanki hayat şartları ile şimdi içerisinde bulunduğumuz koşulları kıyaslarlar ve konuşmalarından o zamanki eğitimi ve geçim şartların hiç sevmediklerini, kurtulduklarına sevindiklerini görüyordum. “Herkes eşit miydi?” diye sorduğumda ise “Herkes eşit doğar; ama bazıları daha eşittir.” diye cevap veririrlerdi.

Refera n sl a r 1. Geroge Woodcock “Animal Farm” (2006) http://www.britannica.com/EBchecked/topic/433643/George-Orwell (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2012) 2. George Orwel,“Hayvan Çiftliği”Can Sanat Yayınları 2012,. 28. 3. a.g.e. sf:1-5 4. a.g.e sf:11-12 5. Karen Braham “Short Story Criticism” (2006)http://www.newspeakdictionary.com/go-animal_farm.html(erişim tarihi 3 Aralık 2013) 6. Gale Cengage(2004) “Short Story Criticism”http://www.enotes.com/animal-farm-essays/animal-farm-george-orwell (ErişimTarihi: 2 Aralık 2012) 7. George Orwel, a.g.e. sf:132-133

77


78

Ressam Ahmet Hıdır 1961 senesinde İzmir'de doğdu; Ege Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Gıda Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. Mezun olduktan sonra mesleğini hiç yapmadan “Âşık oldum ve hala aşığım bu güzel kıyı kasabasına.” dediği Bodrum’a yerleşti ve halen işlettiği hediyelik eşya dükkânı olan Hızma’nın hayatına girişini de bu güzel kıyı kasabasında gerçekleştirdi… Ressam, Bodrum’d aki hayatın güzelliğini “Bodrum öyle bir yerdir ki ancak burada yaşayanlar bilir bunun tadını. Bodrum’d a yaşam şehir tadında, kasaba kıvamında ve köy sadeliğinde yaşanır.“ diyerek anlatıyor. Sanata olan ilgim ve sevgim beni plastik sanatlarla buluşturdu.” cümlesiyle de sanatla buluşmasını özetliyor. Seramik çalışmaları da yapan sanatçı, bu sanat dalına Selma Belek atölyesinde adım attığını, kısa bir süre Ayfer Karamani ile seramikte figür ve form çalıştığını, resim çalışmalarına ise Ümit Nalbantoğlu ile başladığını belirtiyor; ancak atölyesinde desen, figür ve renk çalıştığı, ‘ustam ve hocam’ diye hitap ettiği Ali Koçak’tan bahsederken gözlerinde ayrı bir ışık görüyoruz… İnsan ilişkilerini, iletişimi ve iletişimsizliği, bireyin bazen coşkusunu, bazen hüznünü naif bir dille resmettiğini söylediği eserlerinde akrilik ve karışık teknik kullanıyor. Seramikleri ve resimleri ile çeşitli sergilere katılan Ahmet Hıdır, çalışmalarını halen kendi atölyesinde sürdürüyor. Kendisi ile İstanbul’d aki sergisinde buluşarak, yapmış olduğu tablolar ve sanat hakkında kısa ve hoş bir söyleşi gerçekleştirdik. Ege Ü n i versi tesi G ı d a M ü h en d i sl i ği Böl ü m ü ’n ü bi ti ri yorsu n u z; a n ca k gü n ü m ü zd e ressa m ol a ra k ta n ı n ı yorsu n u z. Resi m ya pm a ve sa n a ta yön el m e n ed en i n i zd en ba h sed ecek ol u rsa k n e söyl em ek i stersi n i z? Biz bu resimleri niye yapıyoruz? Biz bu resimleri aslında iki kelime için yapıyoruz: beğenilmek ve sevilmek. Resim serüveninin başlangıcı şudur: insanlar bizi sevsin ve bizi anlasınlar istiyoruz; çünkü

zaten iletişim sorunumuz var, bunu çözen kelime de sevgi. Sanat da içten bir dönüştür insanlar arasında. Dün, benden yaşça büyük bir ziyaretçimizin söylediği birkaç cümle beni bütün gün mutlu etti, çok beğendiğini çok takdir ettiğini söyledi; ancak farklılığı içtenliğinde ve samimiliğindeydi. İnsan ilişkilerinde içtenliğin önemli olduğuna ve her şeyi çözeceğine inanıyorum. İşte bu yüzden, böyle yetileri kaybettiğimiz günlerde iletişimsizlik durumlarının hepsini bir araya getirerek; bu noktaya vurgu yapıyorum resimlerimde. İnsanlarla anlaşabilelim ve sevgi adımları atabilelim diye. Önemli olan bir nokta ise: acaba yapabildim mi, becerebildim mi sorusudur. Bir şeyi çok istersiniz de, çok iyi beceremezsiniz. Biz sanatçıların önem verdiği bir konudur. Ben, bugüne kadar aldığım tepkilerle, güzel geri dönüşlerle mutlu oldum; çünkü anladım ki insanlar benim hislerimi hissetmiş, ne anlatmak istediğimi anlamışlar. Kısacası, sanata yönelme nedenim amacına ulaşmaya devam ediyor.


Peki , n ed en “Pa rça l ı Bu l u tl u ” ? Niye parça niye bulut, önce meselemiz bu zaten. Ben insan iletişimi ile iletişimsizliğini, birbirini anlamayan insanları yani bir evin içinde aile bireylerinin birbiriyle iletişime geçmeyi unutmuşluklarını, günümüzde çeşitli sorunlardan dolayı kendi içine git gide kapanan bireyleri ve onların hikâyelerini anlatıyorum. Tablolarım, yakın çevremde bulunan ya da gelen bir haberden etkilendiğim insanların hayatlarına dönüşüyor. Aslında, hepimizin zaman zaman içini burkan ve acıtan hikâyeler var, bunu biliyoruz. Çok değer verdiğimiz insanın bir sözü, bir bakışı, ufak bir hareketi ile çizilebiliyoruz; elimizden alınan haklar incinmemize sebep olabiliyor; kısacası üzüldüğümüz olaylar hepimizin hayatındalar. Ben bütün bunları ve canımızın sıkılmışlığını ‘parçalanmışlık’ ta buluyorum, “Parçalandık biz!” diyorum. Bir bardağa vurulan bir

Resi m l er ressa m l a rı n ı n d ı şa vu ra m a d ı kl a rı d u ygu ve d ü şü n cel eri n i i çeri rl er. Peki , si z i si m kon u l m a yı bekl eyen h a ya tl a rı a n l a ttı ğı n ı z eserl eri n i zi a d l a n d ı rı yor m u su n u z ? Tablolarımı genellikle adlandırmıyorum; ancak bazı seramik eserlerime isim veriyorum. S a n a t yol cu l u ğu n u zd a etki l en d i ği n i z sa n a tçı l a r ol d u mu? Dünya ve Türk resminin ustalarının hepsi önemlidir, onların resimlerini gerek müzelerde, gerek sergilerde, gerek kitaplarda seyretmek başlı başına bir göz eğitimidir. Picasso, Chagall, Van Gogh, Burhan Uygur, Fikret Mualla çok sevdiğim ressamlardır. Günümüz sanatçılarından, seramikte Ayfer Karamani, resimde ise Ali Koçak her zaman desteklerini gördüğüm ustalarımdır. Ayrıca bu dallarda azimle çalışmamı

79 darbenin o bardağı paramparça etmesi gibi, bizim de ruh hallerimizi dağıtan sözler ve davranışlar dağılmışlar her yere. İşte bu yüzden parça, resimlerim bu nedenle küçük küçük parçalardan oluşuyor… Buluta geldiğimizde ise: özgürlüğümüzde bulutlar var, gelişimimizde bulutlar var yani ülkemiz bulutlu. Biz aslında çok daha güzel düşler kuruyorduk; bir ağabeyiniz olarak söyleyebilirim ki, güzel günler görmeyi bekliyorduk. Bu sebeptendir ki, “Neden bular oldu?” diye düşünüyorum zaman zaman ve ne yazık ki üzülüyorum, bu ülkenin artık güneşli günler görmesini istiyorum. Eserl eri n i zi n i çeri kl eri n d en ba h sed ebi l i r m i si n i z h a ri ci ye oku rl a rı n a ? Eserlerimde, insan ilişkilerini, iletişim ve iletişimsizlik konularını işliyorum, bireyin bazen coşkusunu, bazen hüznünü ortaya koymaya çalışıyorum. Önce de söylediğim gibi, yaşanmışlıklar ve sevgi duygusundan çıkıyorum yola.

sağlayan ve her zaman yolumu aydınlatan örnek aldığım meşalelerim olmuşlardır. Günümüz sanatçılarından hocam ve ustam Ali Koçak da sevdiğim ve etkilendiğim, benim için çok değerli olan bir ressamdır. Bi r sa n a tçı ol a ra k, sa n a tı ve i n sa n ru h u n u n sa n a t i h ti ya cı n ı n a sı l ta n ı m l a rsı n ı z? Sanat bir dildir, bir ifade biçimidir. Sanat yapan kişi söylemek istediği şeyi, kurmak istediği cümleyi eserinde gerçekleştirir. Bunu yaparken kullandığı malzeme bazen boyadır, bazen taştır, bazen metaldir, bazen çamurdur, bazen de kildir... Plastik sanatlarda malzeme araçtır, asıl olan eserin tamamıdır, ortaya çıkan işin özü önemlidir. Plastik ve estetik değerlere sahipse ne ile üretildiği önemli değildir. Tüm tanımlar bir yana sanatla uğraşmak kişiye inanılmaz bir coşku verir, hayal gücünü ve hayat gücünü güçlendirir, kişiyi yeniler, kişinin düşüncelerini yeşertir. Genç arkadaşlarıma asıl meslekleri ne olursa olsun bir


biçimde sanat dallarından herhangi birini denemelerini öneririm. Hayatlarının anlamı değişir, yaşam kolaylaşır ve güzelleşir sanatla uğraşılınca. İçinizdeki, dışınızdaki ve üstünüzdeki bütün bulutların dağılması dileğiyle.

80 Ka tı l d ı ğı S ergi l er Kişisel Sergiler: • Osmanlı Tersanesi Sanat Galerisi--Bodrum-2012 • V Sanat Galerisi -Kişisel resim Sergisi-Nişantaşıİstanbul 2011 • Osmanlı Tersanesi Sanat Galerisi-Resim SergisiBodrum,2011 • Yengeç Sanat Platformu, Seramik sergisi, Torba, Bodrum, 2011. • Osmanlı Tersanesi Sanat Galerisi-Bodrum 2007

Karma Sergiler: • Yaz Sonu Sergisi, (Seramik), Turuncu Sanat Galerisi, 2004 • Koleksiyon sergisi, (Seramik), Jazz Now Sanat Galerisi, 2006 • ''9 renk'' Karma Sergi, Bodrum Belediyesi Sanat Galerisi, 2006 • ''Suça İştirak''Güncel Sanat Buluşması-Osmanlı Tersanesi, 2006 • Karma Sergi, (Seramik), Halikarnassos Sanat Galerisi, 2007 • Karma Resim Sergisi, Trança Sanat Galerisi, 2008 • Atölye Seramik Sergisi, Osmanlı Tersanesi Sanat Galerisi, 2008 • Buluşma Karma Sergi, Hadigari-Bodrum, 2009 • Bodrum Art Karma Sergi, Dibeklihan Sanat Galerisi, 2009 • Bodrum Art Karma Sergi, Haluk Elbe Sanat Galerisi, 2010 • Bodrum Art Karma Sergi, Dibeklihan Sanat Galerisi, 2010 • Karma Resim Sergisi, Koçak Sanat Galerisi, 2010 • Picasso Dora Maar Yorumları Karma Sergi, İstanbul, 2011 • Sanat Galerisi BodrumArt Sergi Şubat-2012 • Haluk Elbe Sanat Galerisi-BodrumArt Karma Sergi Ağustos-2012 Güzel bir haberle ayrılıyoruz İstanbul’d aki sergisinden: 22 Ocak’ta Ankara’d aki sanatseverleriyle buluşabilmek için Milli Piyango Sanat Merkezi’nde sergisinin açılışı yapacak değerli ressamımız ve ekliyor kendisi “Öğrenci dostlarımız sergimizin açılışına gelirlerse çok seviniriz.”


Tüm Hariciye okurlarına selamlar, size Polonya’nın İstanbul’u Krakov’dan bildiriyorum ☺ Yaklaşık 3 aydır 15 farklı ülkeden Erasmus öğrencileriyle kocaman bir aile olduk. Bu 15 farklı ülke arasında, en çok dikkat çeken isim, tabi ki de, Avrupa Birliği’ne üye olmayan Türkiye oldu. İrlandalı bir arkadaşımın deyişiyle, Avrupalı olmayışımızdan dolayı bizden korkup uzak durmuşlar. Ama zaman geçtikçe, bu korkunun yerini ilgi aldı ve artık sürekli Türkler hakkında yeni şeyler öğrenmek istiyorlar. Yaşadığım şehre gelecek olursak, Malapolska (Küçük Polonya)’nın güneyinde, eski başkentlik ünvanına sahip olan Krakov, Avrupa’da kesinlikle görülmesi gereken şehirlerden birisidir. Papa ll. John Paul’un doğum yeri olan ( bu yüzden de Katolik Polonyalılar için çok önem taşıyan), meydanı (Rynek Glowny), saat kulesi, barok kilisesi, ejderha heykelli kalesi ve Wisla nehriyle insanı büyüleyen bir şehir. Aynı zamanda, ilk ve en büyük Yahudi kamplarından olan Auschwitz- Birkanau ve eski bir Yahudi kültür merkezi olan Kazimierz’in Krakov’da bulunması da bu tarihi şehri Yahudiler için önemli bir ziyaret yeri yapmıştır. Krakov’un bu tarihi atmosferi, yönetmenlerin de gözünden kaçmamış olacak ki Piyanist ve Schindler’in Listesi filmlerinin birçok sahnesi de bu şehirde çekilmiştir. Krakov’un adı da tüm Polonyalılar tarafından çok iyi bilinen bir efsaneye dayanmaktadır. Çok eskilerde bir zamanlarda, şehri bir ejderha işgal eder ve şehirdeki tüm genç kızları öldürmeye başlar. Polonyalı genç ve yakışıklı bir prens olan Krakus da ejderhayı alt etmek için içi helyum doldurulmuş yapay bir koyunu ejderhaya yedirir, ve helyumun ejderhanın içinde patlamasıyla ejderha ölür; halk kurtulur. Prense duyulan minnet karşılığı da şehir, Krakus’un adıyla anılmaya başlar ve günümüze Krakov olarak gelir. Bu yüzden de şehrin simgesi hala ejderhadır.

77

Avrupa’da metrosu olmayan az sayıdaki gelişmiş şehirlerden birisidir Krakov. Bunun sebebi, şehirdeki birçok sığınağın ve mekânın yer altına kurulmuş olmasıdır. Şehirdeki 150’ye yakın bar ve gece kulübünün çoğu da yer altındadır halen. Diğer Avrupa şehirleriyle kıyasladığımızda, Krakov’da ve Polonya genelinde yaşam çok ucuzdur. Euro kullanan ülkelerden gelen Erasmus öğrencileri, tabir-i caizse, lüks içinde yaşamaktadırlar. Bizim için de durum çok farklı değildir. Örnek vermek gerekirse, tramvay bileti 1 Zloty (yaklaşık 60 kuruş), 1,5 litrelik su 60 Groszy’dir (yaklaşık 35 kuruş). O yüzden gelmişken sadece Erasmus bursunuzla birçok geziye katılabilirsiniz. Dil konusunda, birçok yerde, lehçe dünyanın 3.-4. zor dili olarak kabul ediliyor. Polonyalılar bile hala kendilerine lehçenin tamamını biliyoruz diyemiyorlar ne yazık ki.


Bu yüzden dil konusunda biraz zorlansam da okulun Erasmus öğrencileri için açtığı “Lehçe Dili ve Kültürü” dersiyle öğrendiklerimle günlük yaşamda , markette, otobüste vs. pratik yapmaya çalışıyorum. Genç neslin neredeyse tamamı İngilizce bildiği için de çoğu zaman dil konusunda zorluk yaşamıyoruz. Ve yardım istediğinizde, Polonya halkı genel olarak utangaç olmasına rağmen, ilk adımı attığınızda sıcak ve yardımsever davranıyorlar. Özellikle Krakov’da çok köklü üniversiteler ( Jagellonski, AGH gibi) var, ve İngilizce eğitim gerçekten çok iyi. Benim üniversitem (Uniwersytet Pedagogicznzy w Krakowie) çok küçük olduğu için ve bölümdeki tek uluslararası ilişkiler Erasmus öğrencisi olduğum için dersler ne yazık ki lehçe işleniyor. Bu yüzden Erasmus öğrencilerine özel dersler açılıyor ve ders işlemek yerine makaleler okuyup öğretim görevlileriyle yüz yüze makale üzerinden tartışma fırsatı buluyoruz. Bir nevi özel ders gibi ☺ Dipnot olarak eklemeden edemeyeceğim; buraya Erasmusa gelirseniz, öğrenciliğinde ODTÜ’de Erasmus yapmış ve Türkçe konuşabilen, uluslararası ilişkiler bölümünde öğretim üyeliği yapan çok yardımsever ve dünya tatlısı Karol Bieniek’le tanışmayı ihmal etmeyin sakın ☺ Polonya hakkında dikkat çeken ilk şey yemek yeme alışkanlıkları. Sabah kahvaltısı ve öğle yemeği normal saatlerde ancak akşam yemeğini kaçta yediklerine inanamayacaksınız! Öğlen saat 3! Ve adının akşam yemeği olduğuna bakmayın, bizdeki gibi 3 çeşit ve etlisi, tatlısı yok bu akşam yemeğinde. Sadece bir çorba ve sonrasında mütevazı bir sebze veya et yemeği tercih ediyorlar. Yatana kadar da meyve, yoğurt, çerez gibi hafif atıştırmalıklar yiyorlar sadece. Orta yaşlı ve yaşlı insanların bile neden bu kadar fit olduklarının açıklaması da budur zaten. Buna ek olarak, bizdeki kadar çok zengin yemek kültürleri yok ancak bir çeşit Polonya mantısı diyebileceğim Pierogi ve pizza benzeri Zapiekankiyi gelmişken mutlaka denemelisiniz.

78

İkinci olarak da, Polonya’nın eşsiz lokasyonundan bahsetmek istiyorum. Orta Avrupa’nın ortasında ve her yere kolay ve ucuz ulaşım imkânı var. Bunu fırsat bilerek, yerleşme ve akademik işlerimi tamamladıktan sonra, çok önceden hayalini kurduğum küçük Avrupa gezimiz için hazırlıklara başladık. Bir sonbahar günü, 4 İspanyol, 1 Portekiz, 1 Avusturyalı, 1 İtalyan ve 4 Türk yollara düştük ☺ Budapeşte’den başlayarak Viyana ve Bratislava’yı da ziyaret ettikten sonra son durağımız Prag oldu. Budapeşte, Tuna nehrinin ayırdığı Buda ve Peşte ikilisiyle, parlamento binası, kahramanlar meydanı, dillere destan operasıyla ve gece manzarasıyla büyüleyici bir şehir. Tabi, bu arada, Budapeşte’deki Türk mafyasından da uzak durmayı unutmamak lazım ☺ Sonraki durağımız sanat ve aşk şehri Viyana’ydı. Her köşe başında ve ara sokakta


dinleyebileceğiniz sokak sanatçıları ve şehirdeki Rönesans etkisi Viyana hakkındaki tüm beklentilerimizi karşıladı. Slovakya başkenti Bratislava ise, küçük ama sevimli ve Viyana’ya gitmişken (otobüsle 1 saat) görülmeden dönülmemesi gereken bir şehirdir. Bana sorarsanız bu şehirler arasından hangisinde yaşarsın diye, hiç düşünmeden Prag derim. Hatta şansım olsa kalan hayatımın tamamını orada geçirebilirim ☺ Meydanı, kilisesi, her saat başı 12 havari heykellerinin gösterisinin olduğu çan saati, kalesi, barış ve sevgi içerikli şarkı sözlerinin dolu olduğu John Lennon duvarı ve Franz Kafka’sı ile 2. Dünya Savaşı’ndan çok zarar almadan ruhunu korumayı başarabilmiştir Prag. Gece nehir kenarında eşiz manzarada yürüyüş yapmak istiyorsanız Budapeşte, gösterişli ve her köşesinden sanat fışkıran bir şehir istiyorsanız Viyana, sakin, huzurlu ve sade bir hayat istiyorsanız Bratislava ve hem eğlence hem tarih hem kültür, hepsi bir arada olsun istiyorsanız Prag sizin şehriniz! ☺ Hayatınızın en farklı ve en renkli dönemini geçirmek için Polonya biçilmiş kaftan! Tarihi atmosferiyle, yer altı Erasmus partileriyle, sokakta her daim şık gezen Polonyalılarla ve her milletten insanla 5 ayınızı geçirmek isterseniz, buyurun Polonya’ya! Şu an hem dönme isteği hem de daha fazla kalma isteği ikileminde olmama rağmen, bir şehir sevdiklerinle ve yakınlarınla güzeldir, o yüzden döneceğim günü de dört gözle bekliyorum ☺ Erasmus her üniversite öğrencisinin tatması gereken bir deneyimdir. Şansınız varsa mutlaka bu deneyimi yaşayın; pişman olmayacaksınız! ☺ Selma Yılmaz


Merhabalar! Ben Erasmus programıyla İngiltere Leeds Üniversitesi’ne geldim. Sanki ülke değil dünya değiştirmiş gibi oldum, her şey o kadar farklı ki. Arabaların soldan gitmesine bile alışana kadar kaç kez yanlış tarafa bakarak yola atladım. İnsanları biraz içine kapanık, ama tanıştıktan sonra çok sevecen, çok arkadaşça davranan insanlar, hemen kabul görüyorsun. Arkadaş çevresi edindikten sonra uyumayı akıldan çıkarman gerekir yalnız. Her gün, hafta içi dahil; bir planları oluyor, deli gibi yaşıyorlar. Balık ve patates kızartması ikilisine hem onlar hem de ben bayılıyorum. Bunun yanında, derslerin ağırlığı iyi, az ders ama çok içerik anlayışıyla gidiyorlar, seminerlerde senin fikrini soruyorlar, senin eleştirmeni, fikir geliştirmeni, üzerine kendi yorumunu getirmeni bekliyorlar, ezberlemek diye bir kelime dağarcıklarında yok sanki. Çok değişik, bir o kadar da eğlenceli bir dönem yaşıyorum. Her üniversiteli bir dönemini yurtdışında geçirmeli, çok farklı bir deneyim diyorlar, ama bu, burada yaşadıklarımı, edindiklerimi anlatmaya yetmez. Başvurabilsem bir daha başvururum, o kadar diyeyim. Naz Toplar Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf

Herkese Almanya’nın Marburg şehrinden merhaba! Burası 80.000 nüfusuyla küçük ama sevimli, tam anlamıyla bir üniversite şehri. Philipps-Universität Marburg dünyadaki en eski Protestan üniversitesi. Marburg, birçok kişiden duyduğum kadarıyla, oldukça sol ve alternatif bir şehir olarak nitelendiriliyor. Küçük olmasının dezavantajları yok değil, ama eski şehir merkeziyle ve kendine özgü küçük barlarıyla benim gönlümü fethetmiş durumda. Akademik olarak bakılacak olursa, bizim eğitim sistemimizi beklemeyin, burada her şey öğrenci ağırlıklı, yani her şey sizin omuzlarınızda. Bence kesinlikle ve kesinlikle Erasmus için doğru bir seçim. Küçük, sevimli, eğlenceli ve en güzeli yaşaması rahat bir şehir Marburg. Pelin Eroğlu Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf Merhaba! Sizlere Romanya'nın Transilvanya bölgesinden Cluj-Napoca şehrinden yazıyorum. Ülkemize gelen soğuk hava kitlelerinin geldiği yerdeyim denilebilir. Kasım’dan beri üç kat çorap giydiren soğuklara rağmen, şehir bana mısın demiyor ve 24 saat uyumuyor. Transilvanyalılar kanı kaynayan insanlar, herkes inanılmaz arkadaş canlısı ama problem şu ki İngilizce bilen pek yok :) Buna karşın, Rumenlerle iletişim, kulağınıza Rumence bağırılmasıyla mümkün, çok ilkel görünse de işe yaramıyor değil. Cluj bir öğrenci şehri olduğu için, oldukça fazla yabancı öğrenci var, hatta Transilvanya'nın en kalabalık azınlığı olan Macarları, Fransız tıp ve diş hekimliği öğrencileri takip ediyor denebilir. Rumen yemekleri kimilerine güzel gibi gelse de, ben gulaş nedeniyle, bölgede Macarların varlığına şükrediyorum. Ayrıca aşırı hamur işi tüketimine karşın, Rumen kızların bu kadar zayıf kalabilmesini kıskanmıyor değilim. Herkese çok selam eder, en kısa zamanda görüşmeyi dilerim... Güneş Gökgöz Uluslararası İlişkiler 4. Sınıf




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.