Hariciye Ocak 2020

Page 1

ODTÜ DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU DÜŞÜNCE DERGİSİ

HARİCİYE OCAK 2020

KRİZ


Harİcİye OCAK 2020

1


Harİcİye DPUİT YÖNETİM KURULU BAŞKANI Nazim Çinar Duvaryapar Dpuİt Adina İmtİyaz Sahİbİ Nazim Çinar Duvaryapar Sorumlu Yazi İşlerİ Müdürü Emre YAVUZ

KAPAK VE İÇ Tasarım su altuntaş BASKI VE CİLT Atalay matbaacılık Büyük sanayİ 1. Cad. Elİf sk.sütçü kemal İş merkezİ no:7/236-237 İskİtler/Ankara 0555 729 39 26 İLETİŞİM ODTÜ İİBF B BİNASI DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUK ODASI, ÇANKAYA/ANKARA 0506 799 0273 odtudpuit@gmail.com issuu.com/hariciye facebook.com/hariciye

2

YAZARLAR AHMETCAN UZLAŞIK ALİNA İLTUTMUŞ AYBİKE ŞAHİNOĞLU AYLİN DİNGİL BURAK TANIR CANBERK KIRMIZI ELTERİŞHAN ELÇİBEY GÜRKAN UYANIK HASAN KARAKAŞ KAĞAN DAĞDEVİREN NİLAY GENCER SEFA TAŞKIN SEVİNÇ İREM BALCI SILA DENİZ GÖMLEKSİZ SİNEM AY ŞAKİR ER ŞİMAL ÖZYÖRÜK TÜRKAN KILIÇ


İÇİNDEKİLER 4 EDİTÖR NOTU EMRE YAVUZ 6 Yakın Tarİhİmİzde Kıbrıs Krİzİ AHMETCAN UZLAŞIK 10 Hong Kong Protestocuları Nasıl Tarİh Yazdı? ALİNA İLTUTMUŞ 13 Kentsel Mekanlar Ve Kentsel Krİzler: Hong Kong’takİ Kafes Evler Üzerİne Bİr İnceleme AYBİKE ŞAHİNOĞLU 17 Mesopotamian Lions Protesting AYLİN DİNGİL 21 Krİz Dönemlerİnde Türkİye-Imf İlİşkİlerİ BURAK TANIR 24 Geçmİşten Günümüze Kısaca Türkİye-Rusya İlİşkİlerİ CANBERK KIRMIZI 27 Moldova’da Ayrılıkçı Bölgeler Sorunu ELTERİŞHAN ELÇİBEY 31 Krİzİn Ülkesİ: Weİmar Cumhurİyetİ GÜRKAN UYANIK

38 Türkİye Modernleşme KrİZİNİ Nasıl Aşar? KAĞAN DAĞDEVİREN 41 08.08.08-Güney Osetya NİLAY GENCER 44 Ekonomİk Krİzİn Toplumsal Etkİlerİ SEFA TAŞKIN 47 Cemal Kaşıkçı Cİnayetİ Ve Basın Özgürlüğü Krİzİ SEVİNÇ İREM BALCI 50 Çİn’İn Afrİka Polİtİkası SILA DENİZ GÖMLEKSİZ 53 Sığınmacı Çocuklar Ve Türkİye’de Eğİtİmlerİ SİNEM AY 56 Avrupa Borç Krİzİ İlerİ Tarİhlerde Bağımsızlık Krİzİ Yaratabİlİr Mİ? ŞAKİR ER 59 1973 Petrol Krİzİ: Etkİlerİ Ve Sonuçları ŞİMAL ÖZYÖRÜK 63 Brexit Çıkmazı TÜRKAN KILIÇ 67 Erasmus’tan Mektup VAr Selin Kumbaracı

35 Avrupa’da Yükselen Popülİzm: Macarİstan Ve Fransa’da Güncel Durum HASAN KARAKAŞ

3


4


EDİTÖR NOTU Sevgili Okurlar, Ben Hariciye Dergisi’nin bu yılki editörü Emre Yavuz. Bu sayıyı sizlerle buluşturuyor olmaktan oldukça mutluluk duyuyor ve yazıma öncelikle bu süreç boyunca oldukça emek sarf eden yazar arkadaşlarıma gösterdikleri ilgi, özen ve özveriden dolayı sonsuz teşekkürlerimi sunarak başlamak istiyorum. Bunun yanı sıra, bu süreçte dergiciliğin zor koşullarını en iyi bilen, bu derginin kuruluşunda katkıda bulunan ve derginin ilk sayılarının da editörlüğünü yapan okulumuz Uluslararası İlişkiler bölümünün 2012 yılı mezunu Uğur Cem Gürpınar ve yine okulumuz Uluslararası İlişkiler bölümü 2014 yılı mezunu Özge Boztaş’a yıllar sonra dahi temelinde çok büyük emeklerinin bulunduğu Hariciye Dergisi’ne gösterdikleri destekleri için teşekkürlerimi iletiyorum. Ayrıca, Uğur Cem Gürpınar aracılığıyla REPKON firmasına bu dergiyi sizlerle buluşturabilmemiz için basım adına sunduğu maddi yardımlardan dolayı teşekkür ediyorum. Aynı zamanda, derginin iç ve kapak tasarımında büyük bir emeği olan Su Altuntaş’a ve kapaktaki katkılarından dolayı Alanur Candeler’e şükranlarımı iletiyorum. Hariciye Dergisi’nin 2019 Güz dönemindeki teması olan kriz başlığı, içinde yaşadığımız dünyanın zamanla birlikte birçok farklı açıdan değişen paradigmalarıyla birlikte ortaya çıkan krizlerden yola çıkarak seçildi. Dünya üzerindeki farklı dönemlerde yine tarihin farklı noktalarından bakıldığında açıkça yüzleştiğimiz “kriz” kavramını, geçmişin ve geleceğin değiştirilemez durumunu düşündüğümüzde içinde bulunduğumuz modern dünyanın kaotik ve krizlerle dolu yanıyla beraber hayatımızın her alanına ve anına nüfuz etmesiyle düşündüğümüzde ne derece önemli bir kavram olduğunu açıkça görmek mümkün. Bu nedenle, derginin bu sayısında yer alan 18 yazının birbirinden farklı zaman dilimlerini farklı bakış açılarıyla incelediği, disiplinler arası birçok yazının da bulunduğu bir sayıyla karşınızdayız.

Bu bağlamda, aynı zamanda milletlerarası ilişkilerde karşılaştığımız sayısız sorun ve günümüzde yakından gözlemlediğimiz “demokrasiye karşı demokrasiyi kullanmak” biçimiyle vücut bulan popülizm gerçeğini devletlerin kendi varlığını ve yöneticilerin meşruiyetlerini sürdürülebilirlik çerçevesinde bunun için aradıkları çeşitli kaynaklar için düşündüğümüzde hayatın her anında krizlerin ortasında olduğumuz gerçeğiyle yüzleşmemiz ve farkında olmamız gerekli. İngiltere’de oldukça önem taşıyan Brexit tartışmasıyla gözlemlediğimiz referandum ve halkın iradesinin tecelli etmesi fikrine karşılık süregelen itirazlarla birlikte bu kavramın varlığını görmek oldukça mümkün. Ayrıca, hayatın farklı alanlarında ve farklı disiplinlerinde kendini ekonomik krizler, toplumsal hareketlerin ve kültürel değişim olarak gösteren, bunun sonucunda yarattığı yabancılaşmayla beraber de ayyuka çıkan sorunları göz ardı etmek mümkün değil. Aynı zamanda, hayatın içkin ve aşkın sayısız sorununun (ve bunlardan bazılarının doğası gereği kriz durumlarına evrilme potansiyeli taşımasıyla birlikte) değişen mikro ve makro kozmosla kendi içindeki harmoninin de bozulmasıyla şimdiye kadar tarihte de sayısız örneğini gördüğümüz bu durum üzerine yazdığımız bu yazıların tanıtımını derginin başlığına da ilham olan Gramsci’den, 1920’lerin kaotik dünyasındaki kriz durumlarının doğasını açıklamaya yönelik sarf ettiği sözleriyle bitiriyor ve buraya kadar bu yazıyı okuyan tüm okurlara teşekkürlerimi iletip keyifli okumalar diliyorum. “The crisis consists precisely in the fact that the old is dying and the new cannot be born; in this interregnum a great variety of morbid symptoms appear.” Antonio Gramsci-Prison Notebooks

5


YAKIN TARİHİMİZDE KIBRIS KRİZİ AHMETCAN UZLAŞIK

Dış politikamızı her daim meşgul eden, soydaşlarımızın en büyük ikinci etnik grubu oluşturduğu; bizim tabirimizle yavru vatan, İngilizlerin tabiriyle batırılamaz gemi... Kuzeyinde Türkiye, doğusunda İsrail ve Suriye, güneyinde ise Mısır ile çevrelenmiş Akdeniz’in en büyük üçüncü adası ve jeostratejik olarak en önemlisi, Kıbrıs. Akdeniz’in gözünün, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere Ortadoğu’nun ve Kuzey Afrika’nın değerli yeraltı kaynaklarına sahip olan ülkelere çok yakın oluşu ve özellikle Batı’nın soğuk savaş döneminde komünizmin yayılmasını önleme politikaları Kıbrıs’ın önemine her daim önem katmıştır. Bir diğer deyişle, Kıbrıs milattan önce dördüncü yüzyıldan beri bölgede egemenlik kurmak isteyen güçlerin odak noktası durumundadır. Osmanlı İmparatorluğu, adayı tam 307 yıl yönetmiştir. Osmanlı siyasi ve askeri olarak zayıfladığında ise, adada İngiliz etkisi kendini göstermeye başlamıştır. Osmanlı’nın Kıbrıs’ı kontrol ettiği yıllar (1571-1878), aynı zamanda Osmanlı’nın Kıbrıs çevresindeki coğrafyada etkin olduğu dönemlere tekabül etmektedir. 1878 yılında Süveyş kanalını kontrolüne alan İngiltere 1882 yılında ise Mısır’ı işgal ederek bölgede hakimiyetini kurma yolunda önemli adımlar atmıştır. Tıpkı Osmanlı ve tarihteki diğer örnekleri gibi İngiltere’de Kıbrıs’ı bölgedeki baskınlığının anahtarı olarak görmektedir ve bu konudaki en büyük politik adımını Berlin Konferansında atmıştır. Osmanlı’nın haklarını korumak karşılığında Kıbrıs’ı kendine bağlamış, Kıbrıs’ın kaderi ve bölgesel güç dengeleri için çok büyük bir adım atmıştır. Şu ana kadarki durumdan da anlaşılacağı üzere Kıbrıs bölgede varlığını sürdürme gayretinde bulunan devletlerin odak noktası ve sadece bölgesel olmamakla beraber uluslararası krizlere de sebebiyet verme potansiyeline sahip bir konumdadır. Devletler arası ilişkiler bir yana, Kıbrıs aynı zamanda yakın tarihimizde askeri, siyasi ve etnik iç krizlere de sah-

6

ne olmuştur. Bunların incelenmesi için Kıbrıs’ın yakın tarihine göz atmamız önemlidir. Berlin Batı Afrika Konferansı, Afrika’nın Kongo Havzası’na ilişkin egemenlik haklarının 2 tartışılması ve bir sonuca bağlanması için düzenlenen uluslararası bir konferanstır. Portekiz’in önerisi üzerine, 15 Kasım 1884-26 Şubat 1885 tarihlerinde düzenlenen konferansa İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya, Rusya, Portekiz, İspanya, ABD, İsveç, Norveç, Danimarka, Belçika ve Osmanlı İmparatorluğu katılmıştır. Konferans başkanlığını Almanya şansölyesi Otto von Bismarck yapmıştır. Osmanlı mülkiyetine ait olmak suretiyle; adayı 1914 yılına kadar kontrolü altında tutan İngiltere, 1914 yılında kendisi aleyhinde savaşa girdiği gerekçesiyle adayı tek taraflı ilhak etmiştir. İç ve dış politikada yıpranmış Osmanlı devleti ise bu duruma sessiz kalmıştır. (Özkul,2010). İngiltere’nin Kıbrıs’ı 1878 yılında kendi otoritesi altına almasıyla beraber adadan Anadolu’ya göç etme fikri yayılmış ve 1914’ten sonra ise göç düşüncesi eyleme dönüşmeye başlamıştır. Özellikle 1915 yılında yayınlanan bir ilanda tüm Kıbrıslı Türklerin İngiliz uyruklu kabul edileceği haberi adadan göçlerin hızlanmasına vesile olmuştur (Çakmak,2008). İngiliz imparatorluğunun 1930’lu yıllarda güç kaybetmeye başlaması kolonilerini kaybetmeye başlamasına yol açmıştır. Diğer kolonilerinde olduğu gibi Kıbrıs içerisinde de milliyetçi akımlar ön plana çıkmaya başlamıştır. Bunun sembolü ise o dönem Kıbrıs kiliselerinin duvarlarına yazılan bir kelime olmuştur, ‘Enosis’. Enosis Yunanistan’ın Kıbrıs ile birleşmesi anlamına gelmektedir. Enosis sloganı altında direnişi ateşleyen başpiskopos Makarios ve EOKA İngilizleri adadan çıkarmak için silahlı direnişlerin kıvılcımını ateşlemiştir. Milli bir gerilla örgütü olan EOKA halk eylemleri, suikastlar ve silahlı


YAKIN TARİHİMİZDE KIBRIS KRİZİ direniş yoluyla İngilizleri sert önlemler almaya ve ada içerisindeki kolluk kuvvetlerini arttırmaya sevk etmiştir. Kıbrıs içinde bulunan İngiliz polis kuvvetleri EOKA’nın lideri Grivas hariç dağ kadrolarının çoğunu yakalamış ve eylemleri büyük ölçüde bastırmıştır. Adada en büyük ikinci etnik grup olan Türkler ise çapraz ateş arasında kalmıştır. Enosis düşüncesine karşı olan Kıbrıs Türkleri pragmatik bir anlayışla İngiltere’nin yanında saf tutmuştur. Fakat bu hadise Kıbrıs içinde yaşayan iki etnik grubu karşı karşıya getirecek uzun ve kanlı bir dönemin fitilini ateşlemiştir. Bu sırada ise Türkiye ve Yunanistan, gazeteci Mehmet Ali Birand’ın tanımıyla balayındadır. ABD iki ülkeye de NATO’ya giriş vaadi vermiş, Marshall yardımlarıyla iki ülkeye olan ilgisini pekiştirmiştir. Esasen, Yunanistan ve Türkiye aynı kaderi paylaşmaktadır. Başbakan Menderes ve Yunan kralının arasından adeta su sızmamakta olup, iki ülke de ilişkilerinde Kıbrıs meselesini adeta göz ardı etmektedir. İçerde ise Dr. Fazıl Küçük ve o zaman daha genç bir hukukçu olan fakat daha sonradan tüm Türkiye’nin yakından tanıyacağı Rauf Denktaş, kamuoyunu bilgilendirmeye çalışmaktadır. Özellikle Kıbrıs’tan gelen Türklerin de oluşturduğu derneklerle Türk kamuoyu bilgilenmekte, Kıbrıs’ta olan bitenden haberdar olmaktadır. O zamana kadar dış politika da üvey evlat muamelesi gören Kıbrıs ilk kez 1955 yılında İngiltere’nin adadan çekilmesi söz konusu haline gelince dikkat çekmiştir. Türkiye tarafı, Yunanistan ve İngiltere ile arayı bozmamak için sesini çıkarmamıştır. Fakat Türk tarafı; eğer İngilizler adadan çekilecekse, ada Türkiye’nin olmalı anlayışını benimseye başlamıştır. 1955 senesinde Kıbrıs’ın geleceği üzerine İngiltere tarafından düzenlenen bir konferansa Türkiye’nin çağrılması ise, ada üzerinde Türkiye’nin hak sahipliğini tanır niteliktedir. Türkiye artık resmi olarak Kıbrıs’a taraf olmuştur. İngiltere esasen adanın iç sorunlarını Yunanistan ve Türkiye’ye bırakıp, askeri üslerini koruma arzusun-

dadır. İngiltere’nin adadaki tutumu canlılığını yitirirken, diğer yanda Türkiye de, 1957 itibariyle adaya olan ilgisini iyiden iyiye dış politikasına yansıtmaya başlamıştır. Bunun en büyük sebebi, EOKA’nın elindeki silahın, adada dağınık ve savunmasız halde yaşayan Türk köylerine dönmesidir. Türklerin hedef haline gelmesi üzerine adadaki Türkler silahlanma ihtiyacı duymaya başlamışlardır. Yunanistan’dan gelen silahlar ile güçlenen EOKA düzenli saldırılarıyla Türk tarafını göçe zorlamaktadır. Daha öncesinde adada silahlı eylemleri bastırmaya çalışan İngiliz kuvvetleri köşesine çekilmiştir, zira bu durum onların fazlasıyla işine gelmektedir. Ev yapımı silahların yetersizliği, dağınık mücadele ve maddi imkansızlıklar; Kıbrıs Türklerinde her geçen gün daha fazla kayıp olmasının sadece birkaç sebebidir. Ortak akıl, Türkiye’nin yardım etmesini hayati bulmaktadır. Beklenen yardım 1958’in ortalarında gelmiştir. Türkiye’den adaya gelen emekli bir askerin Türkleri örgütlemesi ve Türkiye’den gizlice adaya silah taşınması adadaki Türklerin sistematik direnişinin ilk kıvılcımı olmuştur. Kıbrıs iki etnik grubun krizine ve buna bağlı olarak da adanın bölünmesine sahne olmaktadır. Türkler adanın kuzeyine doğru göç etmeye başlamıştır. DEMOGRAFİK YAPI Bir diğer önemli konu da, bu zamanlarda su yüzüne çıkmıştır. Kıbrıs’taki Rum nüfusu Türk nüfusunun dört katıdır. 1831 yılında Osmanlı devletinin askeri amaçlı sayımında Rumlar Türklerin yalnızca iki katı çıkmıştır. Fark nasıl bu hale gelmiştir? Malta ve Mısır’dan gelen yoğun Rum göçleri kısa sürede adadaki Rum popülasyonunu yükseltmiştir. Bunun bir örneği ise 1878 yılında İngiltere’nin İstanbul büyükelçisi tarafından hazırlanan raporda Kıbrıs nüfusu 144 bin olarak belirtilirken 1881 yılında yapılan sayımda ise 186 bin çıkmasıdır. (ÇAKMAK,2008). Özellikle İngiliz işgalinden sonra adadaki Rum nüfusu hep artış gösterirken; Türk

7


YAKIN TARİHİMİZDE KIBRIS KRİZİ nüfusu dönem dönem azalmış, arttığı dönemlerde ise kayda değer bir artış gösterememiştir. İngiliz etkisi adada aktifliğini göstermeden önceki Osmanlı döneminde, adada memurluk yapan ve emlak sahibi olan Türkler; ayrımcılık politikası sonucunda devlet dairelerinden uzaklaştırılmış, emlak ve arazilerini satmak durumunda kalanlar, adanın düşük gelirli kesimi haline gelmiştir (Çakmak, 2008). Birinci dünya savaşı yıllarında İngiltere’nin adayı ilhak etmesiyle büyüyen göç dalgası Lozan Antlaşması ile de devam etmiştir. Anlaşma gereğince Türkiye Kıbrıs’ın İngiltere’ye ait olduğunu kabul etmiş ve orada kalan Türklerin iki yıl içinde Türkiye dönmemeleri halinde İngiliz uyruğunu seçmiş olacağı bildirilmiştir. Bunun üzerine göçler yine artmış ve 1924-26 yılları arasında zirveye ulaşmıştır. KIBRIS CUMHURİYETİ 1959 yılında yapılan görüşmeler sonucunda adada 1960 yılında iki toplumlu bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti ilan edilmiştir. 1960 yılında ilan edilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Rumlar %70 Kıbrıslı Türkler ise %30 temsiliyet hakkına sahip hale gelmiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Kıbrıslı Rumlardan, Cumhurbaşkanı muavininin ise Kıbrıslı Türklerden seçilmesine karar verilmiştir. OPERASYONA GİDEN YOL Ortak devlet fikri başta Makarios olmak üzere bir kısım Rum’un hiç hoşuna gitmemiştir ve olaylar 1963 yılında tekrar alevlenir. Sonrasında Kanlı Noel olarak bilinen katliamlar, zirveye ulaşır. Olaylarda toplam 364 Kıbrıs Türkü ile 174 Kıbrıs Rumu hayatını kaybeder. Olayların tırmanmasıyla Birleşmiş milletler adaya barış gücü gönderir ve bu olayı takiben Makarios Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmaları fesheder. Adaya gönderilen barış gücü katliamların dinmesine engel olamamakla birlikte Türkler adanın yüzde üçlük kısmına hapis olur.

8

Tabiî ki tüm bu gelişmelerin ardından Yunanistan adadaki asker mevcudunu 200.000’e çıkarmıştır. Tüm bunlar Rum ve Türk halklarının arasındaki uçurumu derinleştirmiştir. 1967 yılında Yunanistan’da gerçekleşen askeri darbe ise adadaki Türk nüfustan kurtulma planını hızlandırmıştır. Bunun üzerine Türkiye sessizliğini bozmuş, 20 Temmuz sabahı ordu; Lefkoşa’ya havadan, Girne’ye ise denizden çıkarma yapmış, tam 3 bin asker ile harekat başlamıştır. Bülent Ecevit bütün dünyaya harekatı şöyle duyurmuştur: “Biz aslında savaş için değil barış için, yalnız Türklere değil Rumlara da barış getirmek için Ada’ya gidiyoruz.” Gece boyunca süren çatışmaların ardından Türk ordusu, Rumların direnişini kırmayı başarmıştır. Fakat bu yeterli olmamıştır zira Türk köyleri üzerindeki baskı devam etmektedir. BM’in devreye girmesiyle Cenevre konferansı toplanmış ve taraflar durumu tartışmaya başlamıştır. Ancak Rum tarafı, bu durumu zaman kazanmak için kullanmaktadır. Görüşmelerin 10 gün sürmesi ise Türk tarafını endişelendirmiş, adadaki katliamları durdurmamıştı. Dönemin dışişleri bakanı Turan Güneş görüşmelerden sonuç alınamayacağını anladığı vakit, tarihi mesajını gizli bir hat üzerinden Ecevit’e iletmiştir: “Ayşe tatile çıksın”. Ve TSK ikinci harekatı stratejik noktalara başlatmış olup, ilerleyen tarihlerde Türk halkını tamamen koruması altına almayı başarmıştır. Enosis tarihin tozlu sayfalarında yerini alırken, Türkiye ise bu harekat ile vatandaşlarının canını korumak için savaşı göze alabileceğini kanıtlamıştır. SONUÇ Türkiye dış politikası 50’li yılların sonundan itibaren Kıbrıs meselesinde idealist ve benimseyici bir politika izlemiş ve savaş seçeneğine girmeden önce her türlü yolu denediğini tüm dünyaya göstermiştir. Buna rağmen ABD, Türkiye’ye 3 yıl sürecek silah ambargosunu başlatmıştır. Türkiye’nin geri adım atması durumunda, belki de bugün adada bir kısmı öldürülmüş, zorla göçe


YAKIN TARİHİMİZDE KIBRIS KRİZİ zorlanmış ya da asimile edilmiş bir Türk nüfusu ile karşı karşıya kalırdık. Harekat, dünden bugüne bir toplumun hayat sigortası olarak hala hatırlanmaktadır.

Referanslar Çakmak, Z. (2008). KIBRIS’TAN ANADOLU’YA TÜRK GÖÇÜ (1878–1938). Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 14(36), 201-223. Özkul, A. E. (2013). THE CONSULS AND THEIR ACTIVITIES IN CYPRUS UNDER THE OTTOMAN ADMINISTRATION (1571-1878). Electronic Turkish Studies, 8(2). Değerli, E. S. (2012). Demokrat Parti Döneminde Türkiye’nin Kıbrıs Politikası (1950–1960). Gazi Akademik Bakış, (11), 85-102. Kıbrıs’ın 50 yılı. Mehmet Ali Birand. Ankara: TRT,1985. Kıbrıs Tarihçe , MFA

9


HONG KONG PROTESTOCULARI 2019’DA NASIL TARİH YAZDI VE YAZMAYA DEVAM EDİYOR? ALİNA İLTUTMUŞ

Bir ülke, iki sistem Hong Kong, bölgenin egemenliğinin Çin’e döndüğü 1997 yılına kadar bir İngiliz kolonisiydi. İngiltere ile Çin arasında yapılan anlaşmaya göre, Hong Kong’a ayrı bir yasal ve ekonomik sistem garanti edildi. Bu sisteme göre Çin’in diğer toprakları sosyalizm temelli bir sistemle yönetilirken bu anlaşma Çin’in tersine Hong Kong’un kapitalist temel üzerinde kalması gerektiğini vurguluyordu. Anlaşma ayrıca Hong Kong’da bir dizi insan haklarının korunmasını güvence altına almıştır. Anlaşmada “Bir ülke, iki sistem” adı verilen bir politika bu eşsizliği içinde barındırıyor. Bu politikaya göre, Hong Kong, Hong Kong Temel Hukuku olarak bilinen fiili bir anayasaya sahip. Çin vatandaşlarına tanınmayan protesto hakkı, basın ve ifade özgürlüğü gibi hakları garanti ediyor (John, 2019). Ancak Hong Kong’un ve özellikle Hong Kongluların sahip olduğu özerklik ve özgürlüklerin son yıllarda saldırıya uğradığı giderek belirgin hale gelmekte. 2017’de, Çin Halk Cumhuriyeti Başkanı Xi Jinping, Hong Kong’da Çin’in “ulusal egemenliğini ve güvenliğini” tehlikeye atma veya Merkezi Hükümet’in gücüne meydan okuma girişimlerinin “kırmızı çizgiyi” geçtiği ve sert bir şekilde ele alınması gerektiği konusunda uyarmak ile birlikte Pekin, Hong Kong’daki demokrasi yanlısı protestoların Çin’in ulusal güvenliği için tehdit oluşturduğunu düşünmekte. Hong Kong yetkilileri, özellikle 2014 “Şemsiye Hareketi” nden bu yana aktivistleri hedeflemek için bu gerekliliği giderek daha fazla kullanmakta. 2007 yılında Hong Kong halkının %74.9’u Çin’in verdiği bu sözleri tutacağına olan inancı korurken, bu oran 2014 yılında %37.6’ya düştü (euronews, 2019). Son olarak Hong Konglular daha önce de Pekin’in 2017 yılında Hong Kong yönetimine

10

seçilecek başkan adaylarını belirlemesine karşı çıkmıştı. Geçmişteki tüm bu olayların, Hong Kong’un 1997’de Çin idaresine devrinden bu yana en ciddi, en kötü krizle karşı karşıya kalmasına nasıl zemin hazırladığını görebiliriz. HONG KONG’DAKİ PROTESTOLARIN ALTINCI AYI: TANSİYONU TIRMANDIRAN FAKTÖRLER Hong Kong ’un protestolar yazı, hükümet merkezinde “Burada isyancı yok, sadece tiranlık var” yazan pankartın havaya kaldırılmasını da içeren her türe şahit oldu: Kitlesel barışçıl yürüyüşler, farklı endüstrilerden geniş çapta grevler, çatışmalar ve vandalizmle sonuçlanan daha küçük grup eylemleri. Ancak şu an gelinen noktayı ve son birkaç aydır Hong Kong’u sarsan demokrasi yanlısı esas ayaklanmayı anlamak için, kentteki suçluların Çin’e iade edilmesinin önünü açacak olan suçlu iade yasa tasarısına bakmamız gerek. Değişiklikler, 2018’de Tayvan’dayken hamile kız arkadaşını boğmakla ve cesedini bir bavula doldurmakla suçlanan bir Hong Kong vatandaşının korkunç davası yüzünden istendi. Şüpheli Chan Tong-kai, Tayvan’dan Hong Kong’a geri kaçtı. Bundan dolayı, Hong Kong ve Tayvan arasında resmî bir iade anlaşması olmadığı için şüphelinin Tayvan’a geri gönderilip mahkemeye çıkması mümkün olmadı (Başer, 2019). Sonrasında ise, Hong Kong hükümeti bu davada ipleri eline aldı ve davayı Hong Kong ile resmî iade anlaşmaları olmayan ülkelere duruma bağlı olarak iade sağlayacak yasa değişiklikleri önermek için gerekçe olarak kullandı. İade edilecek yerler arasında Çin’in Makao Özel İdari Bölgesi ve Tayvan’ın yanı sıra, hükûmetlerinden memnun olmayan vatandaşların keyfî olarak hapis cezasıyla karşılaşabileceği Çin anakarası da yer alıyordu. Hong Kong’daki önderler, Çin hükümetinin kendisine açıkça muhalefet


Hong Kong Protestocuları Nasıl Tarİh Yazdı? eden veya insan haklarını savunanlar gibi bazı Hong Kongluları keyfî olarak gözaltına almak için bu yasadan yararlanabileceğinden endişe duyuyordu. Çoğu Hong Konglu da bu tasarının bir ağ gibi etraflarını saracağından tedirgindi. Önerilen iade yasası değişiklikleri ilk olarak Mart ve Nisan aylarında protestolara yol açtı ve Mayıs ayında demokrasi yanlısı ve Pekin yanlısı milletvekilleri Hong Kong Parlamentosu’nda yumruk yumruğa kavga etti. Buna karşılık, hükûmet iade edilebilir suçların sınırlandırılması gibi tasarıya bazı tavizler ekledi. Ancak demokrasi yanlıları bu durumdan yine de memnun değildi. Geniş çaplı protesto hareketi ise haziranın ilk günlerinde başladı. 9 Haziran’da, Hong Kong’da bir milyon kadar insan, Baş Yönetici1 Carrie Lam’in Hong Kong Parlamentosu aracılığıyla yürürlüğe koymaya hazır olduğu tasarıyı barışçıl bir şekilde protesto etti. Hong Kong nüfusunun yedide biri kadar insanın karşı durduğu bu büyük muhalefet gösterisi, Lam’i geri çekilmeye ikna etmedi ve Baş Yönetici, ilerlemek için ısrar etti. 12 Haziran’da protestocular, önerilen iade yasası değişikliklerinin hızlı bir şekilde geçmesine izin verecek tartışmayı geciktirerek Hong Kong’un yasama meclisi etrafına akın etti. Bu protestolar, polisin kalabalığa göz yaşartıcı gaz ve plastik mermilerle müdahalesi ve şiddetli yaklaşımıyla protestoların daha da büyümesine yol açtı ve bunun sonucunda milletvekilleri tasarıdaki tartışmayı ertelediler.Ancak protestolar tartışmanın ertelenmesiyle son bulucak gibi görünmüyordu. 16 Haziran günü polis müdahalesinden ötürü iki milyondan fazla kişi hükümete meydan okumak için yürüdü ve bu 1 İcra kurulu başkanı ya da genel müdür, bir şirket, örgüt ya da acentenin en üst dereceli yöneticisidir. Nispeten az hissedarı olan şirketlerde geleneksel olarak COO, aynı zamanda yönetim kurulu başkanıdır.

sefer yeni bir talep ekledi: polis tarafından güç kullanımı konusunda bağımsız bir soruşturma. Günler geçtikçe protestolar hızını kesmezken, yüz binlerce protestocu Hong Kong’un Çin egemenliğine geri dönme yıldönümüne denk geldiği 1 Temmuzda barış içinde yürüdü. Ancak birkaç yüz göstericiden oluşan küçük bir grup Yasama Meclisine baskın düzenledi, pencereleri kırdı ve binayı tahrip etti. Protestocular ve polis arasındaki çatışmalar arttıkça protestolar hükümetin şehir merkezindeki ofislerden uzak mahallelere yayılmaya başladı ve polis şiddetini daha da arttırdı. Hükümetin hareketsizliği yüzünden hüsrana uğrayan protestocular kenti durma noktasına getirmeye çalışırken yeni bir meydan okuma başlattılar. Havaalanında başlattıkları bir grevle, 200’den fazla uçuşu engellediler, alışveriş merkezlerini işgal ettiler ve yedi bölgedeki yolları ve tren yollarını tıkadılar (Willis, 2019). Protestolar ve polis şiddeti ağustos başından itibaren bir süre hafiflese de Kaos, Çin’in Hong Kong’daki doğrudan seçimleri sınırlama önerisinin beşinci yıldönümü olan 31 Ağustos’ta tekrar geri döndü. Göstericilerin barikatlara ateş açması ve polisle kavga etmesi, polisin protestoculara biber gazı atması ve onları daha sonra tutuklamaları için işaretlemek üzere mavi boya yüklü su topları ile patlatması ile son buldu. 4 Eylül’de Çin’in Hong Kong Özel Yönetim Bölgesi’nde hükümet, haziran başından bu yana “kitlesel protestolara yol açan suçluların Çin’e iadesi” yasa tasarısını geri çekeceğini duyurdu. Hong Kong Baş Yöneticisi Carrie Lam ayrıca, protestolarla açığa çıkan sosyal huzursuzluğun sebeplerinin araştırılması ve olası çözüm önerilerinin ortaya konulması amacıyla bir soruşturma komitesinin kurulacağını bildirdi. Ancak protestolar bu sefer de hükümetin ‘’maske yasağı’’

11


Hong Kong Protestocuları Nasıl Tarİh Yazdı? karşısında devam etti ve yasağın ilan edildiği gün, şehir sakinleri muhaliflerini dile getirmek için şehirdeki sokaklara tekrar döküldü ve protestolar artarak sürmeye devam etti. HONG KONG’DAKİ SON DURUM 8 Kasım’da 22 yaşındaki bir öğrenci olan Chow Tsz-lok’un, polis ve göstericilerin çatıştığı bir sırada otoparktan düşerek ağır yaralandıktan birkaç gün sonra ölmesiyle Hong Kong’ta şiddetli çatışmalar şehri felç etti. Bir polis memuru boş bir alanda protestocuyu vururken şehrin karşısında bir adam protestocularla tartıştıktan sonra ateşe verildi. Son zamanlarda ise Hong Kong’ta üniversite kampüslerinde ve kent merkezinde devam eden gösteriler sonrasında hafta sonu birçok üniversite boşaltıldı. Kentteki 10’dan fazla üniversiteyi işgal eden protestocular, bazı üniversite kampüslerini boşaltırken polis, öğrenci ve protestocuların boşalttığı Hong Kong Çin Üniversitesi’nde kontrolü ele aldı. Hong Kong’daki üniversite kampüslerinde başlatılan ve devam edilen protestolar, özellikle de günlerdir polis tarafından kuşatma altında tutulan Polytechnic Üniversitesi kampüsü, dünyanın her yerinde gündem konusu olurken, ABD Başkanı Donald Trump’ın Hong Kong’daki gösterilerde uygulanan şiddet ve insan hakları ihlallerinden sorumlu olan Çinli yetkililere yaptırım uygulanmasını öngören yasa tasarısını onaylamasıyla Hong Kong gündemi ve gündemdeki yeri önemini koruyacak gibi gözüküyor.

12

Referanslar Hong Kong Neyi Protesto Ediyor: İşte Hong Kong’luların 5 Talebi Ertugrul Cavusoglu - http://www.europolitika. com/hong-konglularin-5-talebi/ Hong Kong’s protests explained. (n.d.). Retrieved from https://www.amnesty.org/en/latest/ news/2019/09/hong-kong-protests-explained/. Bag, M. (2019, August 11). Çinli yönetici: Hong Kong, 1997’den beri en kötü krizle karşı karşıya. Retrieved from https://tr.euronews.com/2019/08/07/ cin-in-hong-kong-temsilcisi-hong-kong-1997-denbu-yana-en-kotu-krizle-karsi-karsiya. Wu, J., & Rebecca, K. K. (2019, October 1). Six Months of Hong Kong Protests. How Did We Get Here? Retrieved from https://www.nytimes.com/ interactive/2019/world/asia/hong-kong-protestsarc.html. BloombergHT. (2019, November 28). Trump protestocuları destekleyen Hong Kong tasarısını onayladı. Retrieved from https://www.bloomberght.com/trump-hong-kong-tasarisini-onayladi-2238965. The Hong Kong protests explained in 100 and 500 words. (2019, November 12). Retrieved from https:// www.bbc.com/news/world-asia-china-49317695. Habernediyor. (2019, November 29). Hong Kong’daki protestolar - Gösteriler nasıl başladı? Retrieved from https://www.habernediyor.com/ dunya/hong-kong-daki-protestolar-gosteriler-nasil-basladi-h16363.html.


Kentsel Mekanlar Ve Kentsel Krİzler: Hong Kong’takİ Kafes Evler Üzerİne Bİr İnceleme AYBİKE ŞAHİNOĞLU

Günümüzde dünya nüfusunun yaklaşık %55’i kentlerde yaşamaktadır (The World Bank, 2018) ve 2050 yılına kadar bu oranın %68’e ulaşması beklenmektedir (United Nations Department of Economic and Social Affairs, 2018). Bu artış dünya nüfusunun yarısından fazlasını içinde barındıran kentlerin önümüzdeki yıllarda daha da fazlasını yutmaya devam ederek 21. yüzyılın insanlık tarihinin ilk “kentsel yüzyılı” (Gottdiener & Hutchison, 2011) olarak tanınmasını sağlamıştır. Bu durum aynı zamanda pek çok araştırmacıyı kent ve kentsel mekan olgusu üzerinde derin bir şekilde düşünmeye ve geleneksel tartışmaların kalıplarını kırmaya teşvik etmiştir. Günümüzde kent olgusu pek çok kişinin aklına beton deniztinin ortasında ve hızlı hayatın akışında kaybolup gitmiş bir insan yığınının imgesini getirse de bu olgu insan topluluğu ve fiziksel mekanlar arasındaki ilişkiden daha kapsamlı hem küresel kapitalist sistem hem de kendi içerisinde sürekli değişen, rekabet eden ve çatışan bir süreci kapsamaktadır. Modern literatürde “sosyo-mekansal”, socio-spatial, (Gottdiener & Hutchison,2011) olarak adlandırılan bakış açısına göre kentsel mekan algısı ve insanların bu mekanla ve birbirleri ile olan dinamik ilişkileri politik, ekonomik, sosyal ve kültürel faktörlerin etkileşimiyle şekillenmektedir. Örneğin hükümet politikalarındaki ve emlak piyasasındaki değişimler tüketicilerin tercihlerini, davranışlarını ve dolayısı ile kentsel mekanla ilişkilerini etkilemektedir. Aynı zamanda, farklı gruplar ve kişiler sosyo-ekonomik ihtiyaçlarına göre hükümet ve özel sektör planlarının dışında ve bu planlara karşı yeni sosyal mekanlar üretebilirler. Henri Lefebvre, bu durumu kentsel mekanın bölünmesiyle açıklamıştır.

Lefebvre’ye göre yatırımcıların ve hükümetlerin konumu, büyüklüğü ve kârı göz önünde bulundurarak düşündüğü kentsel mekan -abstract space- ile insanların günlük yaşamlarını sürdürdükleri kentsel mekan -social spacesürekli bir etkileşim ve çatışma halindedir (Gottdiener & Hutchison, 2011). Ekonomik, politik ,sosyal üretim ve değişim ilişkilerinden doğan bu çatışma ise kentleri kendi krizlerini yaratır hale getirmiştir. Hızla yer değiştiren kitlelerin büyük kentlerde toplanması, hükümet ve özel sektörün çıkarlarına uygun olarak akan ve kentsel mekanı değişime zorlayan sermayenin aynı zamanda kaynakların dağıtımını kontrol etmesi bugün bütün büyük kentlerin genel problemi gibi gözüken fakat aslında kentsel krizler olarak sınıflandırılması gereken artan gelir ve sosyal adaletsizlik, yoksulluk, evsizlik vb. olguların ardında yatan ilişkilerin yalnızca birkaçıdır. Bu gibi kentsel krizler ilk bakışta anlaşılması kolay gibi gözükmektedir, fakat detaylı bir şekilde incelendiğinde bu krizler insanları yalnızca belirli sosyal politikaların ve istatistiksel verilerin ana konusu yapmaktan ziyade onları hayatlarını ve çıkarlarını sürdürmek için alternatif mekanlar ve ortaklıklar üreterek bu makalede sıkça bahsi geçen kentsel mekanı değiştirmeye yöneltmekte ve kentsel sınırlar içerisinde insanların birbirlerinden fiziksel olarak ayrılmalarına sebep olmaktadır. Yüzeysel sosyal politikalar ise bu karmaşık ve birbirlerini besleyen krizlerin önüne geçmekten ziyade onların yeniden üretimine katkıda bulunmaktadır. Kentsel mekanın değişimini, yeniden üretimini ve kentsel krizler arasındaki bu ilişkiyi Hong Kong’u yıllardır rahatsız eden “Kafes (Tabut) Ev” olgusu ve bu olgunun tarihsel gelişimi üzerinden daha iyi anlamak mümkün. Günümüzde dünyanın en zengin ve en yoğun nüfuslu kentlerinden biri sayılan Hong Kong

13


Kentsel Mekanlar Ve Kentsel Krİzler günden güne artan gelir adaletsizliği, yoksulluk, konut sıkıntısı gibi pek çok kriz ile baş etmek durumundadır. Oxfam Hong Kong Inequality Report (2018) verilerine göre 2011-2016 yılları arasında nüfusun en alttaki ve en üstteki onluk kesiminin aylık gelirleri arasındaki farkın %10’a ulaştığı saptanmış ve bu farkın ilerleyen yıllarda daha da genişleyeceği öngörülmüştür. Aynı rapora göre yaklaşık 1,3 milyon insan da yoksulluk içinde yaşamaktadır. Demographia International Housing Affordability Survey (2019) verilerine göre medyan konut fiyatları medyan gelirin 20.9 katına denk gelmektedir, konut fiyatlarındaki bu artış ise ev sahipliğinin pek çok kişi için giderek imkansız bir hale geldiğini göstermektedir. Gelirlerinin büyük bir kısmını kaplayan yüksek konut fiyatlarını karşılayamayacak durumda olan kişiler bugün yasadışı olarak yaklaşık 30 kişinin yaşayabileceği şekilde bölünmüş apartman dairelerinin içerisindeki dışı genellikle metal bir tel ile çevrili kiralık dar bölmelerde ya da genel adıyla kafes evlerde yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar (Haas, 2017). Mutfak ve tuvaletlerin ortak kullanımıyla koğuş düzenini andıran bu yerler normal şartlarda ev sahibi olması mümkün gözükmeyen ve sokakların tehlikesinden korunmak isteyen insanlar için ucuz ve alternatif bir yaşam alanı haline gelmiştir.

(Kafes ev, 2019)

14

Kafes ev yerleşim planı (Suming, 2017) Tarihsel olarak incelemek gerekirse Hong Kong, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geri dönen ve özellikle 1950’li yıllarda Çin’deki politik karmaşadan uzaklaşmaya çalışan insanlar tarafından büyük bir göç dalgasına kapılmıştır. Bu göç dalgası, beraberinde artan bir ekonomik eşitsizlik ve yoksul nüfusun toplandığı bölgelerde gecekondu gibi gayriresmi konutların ortaya çıkışını getirmiştir. Hong Kong hükümeti bu durumun önüne geçebilmek için 1953 yılında ilk kez konut piyasasına el atmış ve kamu konutlarını inşa etme görevini üstlenmiştir. 1963 yılında ise Hong Kong Toplu Konut İdaresi (Hong Kong Housing Authority) kurulmuştur. Konut idaresi tarafından sağlanan kiralık kamu konutları pek çok düşük gelirli kişi için umut kapısı olmakla birlikte ancak belirli kriterlere uygun olan kişiler bu hakkı elde etmektedirler ve bugün ev sahibi olmak için bu kişilerin ortalama 5.4 yıl beklemeleri gerekmektedir (Hong Kong Housing Authority, 2019). 1980’li ve sonraki yıllarda hükümetin kamu konut sektörünü özelleşmeye açması ve kontrolündeki arazilerin kullanım hakkını gerekli gördüğü takdirde şirketlere açık artırma yoluyla devretmesi yeni konutların ortaya çıkışını yavaşlatmış, bu da konut taleplerinin arzının üzerine çıkmasına ve konut fiyatlarının hızla tırmanmasına neden olmuştur. Böylece gelirlerinin üzerine çıkan kiraları karşılayamayacak durumda olan yoksul kesimi oluşturan yaşlılar, emekliler, işçiler ve bunların yanında madde bağımlısı veya akli dengesi bozuk olarak tabir edilen ve toplumdan dışlanmış kişiler kafes evlerde yaşamaya yönelmiştir (Dwan, Wong & Sawicki, 2013). Nüfusun bu kesiminin yasa-


Kentsel Mekanlar Ve Kentsel Krİzler dışı bölünmüş, beklenen sağlık ve güvenlik standartlarının oldukça altında olan yaşam alanlarında toplanması ise bu kişilerin toplumun geri kalanından dışlanmalarına neden olmuştur. Hükümet 2007 yılından beri yasadışı kafes evlerin varlığından haberdar olsa da 2012 yılına kadar bu durumun etkilerini ve tehlikelerini aydınlatacak herhangi bir resmi soruşturma başlatmamış, aksine sorunu kafes evlerde ve benzeri bölünmüş mekanlarda yaşayan kişileri tahliye etmekle ve para cezalarıyla çözmeye çalışmıştır (Dwan,Wong & Sawicki, 2013). Görüldüğü üzere bu çözüm yoksul kesimin alım gücünde hiçbir değişikliğe neden olmamış aksine onları farklı bir kafesten diğerine taşımıştır. Sonraki yıllarda başa gelen hükümetler bu konuda daha azimli davranarak konut arazilerini artırma, yoksul kimselerin yaşam alanlarını iyileştirme ve konut kiralarını dengeleme amacıyla reformlar başlatmış olsalar da (Dwan, Wong & Sawicki, 2013) bugün ev sahipliği yalnızca nüfusun en yoksul kesimi için değil orta sınıflar için de giderek zorlaşmaktadır. Ev sahipliği oranının 2010 ve 2018 yılları arasında %53.5’ten %49.2’ye düşüşü ise bu durumun dramatik bir göstergesidir (Trading Economics, 2019). Bugün ekonomik adaletsizlik, yoksulluk ve konut sıkıntısının yarattığı krizlerden etkilenen pek çok kişi reformların konut inşa etme amacıyla yeni kentsel araziler yaratma hedefinin sorunun kaynağına odaklanmadığını belirtmekte, bunun yerine var olan kentsel arazilerin imara açılması ve sosyal yardım politikalarının iyileştirilmesi için seslerini duyurmaya çalışmaktadırlar. Ayrıca bazı vatandaşlar hükümetin yeni kentsel araziler geliştirme konusundaki hedeflerinin politik amaçlı olduğunu ve bölgeyi Çin’e bağlama girişimiyle bağlantılı olabileceğine işaret etmektedirler (Clennett & Jakubec, 2019).

Tüm bu bilgilerin ışığında değerlendirildiğinde ekonomik ve politik kurumların kontrolündeki kentsel mekan (abstract space) içerisinde gerçekleşen üretim-birikim ilişkileri ve bu kurumların çıkarları doğrultusundaki değişime yönelik planlar kişilerin ve grupların günlük hayatlarını devam ettirdikleri kentsel mekan (social space) üzerinde sürekli bir baskı oluşturmaktadır; bu baskı bugün pek çok insanın hayat şartlarını, olanaklarını ve sosyal katmanlar arasındaki hareketliliğini etkileyen kentsel krizleri doğurmaktadır. Kişiler ve gruplar ise bu krizlere tepki olarak kendi kentsel mekanlarını üretir ve değiştirirler. Kafes evler Hong Kong’da uzun süredir devam etmekte olan gelir adaletsizliği, yoksulluk, yoğun nüfus, arazi kullanım politikaları nedeniyle ortaya çıkan konut yetersizliği ve konut fiyatlarındaki yakıcı artış nedeniyle kendi hayat standartlarını korumak ve iyileştirmek isteyen insanların tepki olarak ürettikleri alternatif mekanlardır. Bu alternatif mekanlar hem vatandaşlarının refahından sorumlu hem de özel sektörle işbirliği içerisinde olan hükümetin çıkarlarına ters düşmektedir, fakat bu durumu önlemek üzere oluşturulan planlar sorunun kaynağına odaklanmaktan ziyade alternatif mekanların yalnızca yer değiştirmesine yani kendilerini farklı planlama koşulları altında yeniden üretmelerine neden olmaktadır. Bugün Hong Kong gibi global kapitalist sistem ağında yer alan kentleri yalnızca sınırlarıyla ve inşa edilmiş yüzüyle değil aynı zamanda sürekli değişen ve kendi içinde çatışan bir süreç olarak düşünmek mümkün. Peki bu sürecin bir parçası gibi görünen krizler olmadan kentsel mekanları ve kentleri düşünebilmek mümkün mü?

15


Referanslar The World Bank.(2018). Urban population (% of total population), United Nations Population Division. World Urbanization Prospects: 2018 Revision. ID: SP.URB.TOTL.IN.ZS United Nations,Department of Economic and Social Affairs.(2018, May 16). 68% of the world population projected to live in urban areas by 2050, says UN.Retrieved from https://www.un.org/ development/desa/en/news/population/2018-revision-of-world-urbanization-prospects.html Gottdiener, M. and Hutchison, R. (2011). The New Urban Sociology. 4th ed. United States of America: Westview Press. Oxfam Hong Kong,Policy Research.(2018).Hong Kong Inequality Report,2018. Retrieved from https://www.oxfam.org.hk/f/news_and_publication/16372/Oxfam_inequality%20report_Eng_FINAL.pdf Demographia, 15th Annual Demographia International Housing Affordability Survey.(2019). Rating Middle-Income Housing Affordability,2019. Retrieved from http://www.demographia.com/dhi. pdf Haas,B.(2017,August 29). My week in Lucky House: the horror of Hong Kong’s coffin homes. Retrieved from https://www.theguardian.com/world/2017/ aug/29/hong-kong-coffin-homes-horror-my-week Kafes Ev.(2019).[Image].Retrieved from https://www.dailymail.co.uk/news/article-2275206/Hong-Kongs-metal-cage-homesHow-tens-thousands-live-6ft-2ft-rabbit-hutches. html Hong Kong H ousing Authority,publications and statistics.(2019,August 6). Number of Applications and Average Waiting Time for Public Rental Housing.Retrieved from https://www.housingauthority.gov.hk/en/about-us/publications-and-statistics/prh-applications-average-waiting-time/ index.html

16

Dwan, D. J., Wong, J. W., & Sawicki, M. E. (2013). Subdivided Housing Issues of Hong Kong: Causes and Solutions. Retrieved from https://digitalcommons.wpi.edu/iqp-all/1148 Trading Economics, Hong Kong Home Ownership Rate.(2019).Retrieved from https://tradingeconomics.com/hong-kong/home-ownership-rate Clennett, B., & Jakubec, M. (2019,August 11). A lack of affordable housing feeds Hong Kong’s discontent. Retrieved from https://www.aljazeera. com/ajimpact/lack-affordable-housing-feedshong-kong-discontent-190801151538867.html Dorfman, R. (1998). Madame Wong Lives in a Cage. Journal Of Gerontological Social Work, 29(4), 57-68. doi: 10.1300/j083v29n04_05


Mesopotamıan lıons protestıng AYLİN DİNGİL

IRAQ AFTER 2003 Baghdad/Iraq- For weeks, Iraq has witnessed the largest protest movement since the fall of ruler Saddam Hussein in 2003. With the beginning of 2003, we see the reign of Saddam Hussein collapsing with the invasion of the US due to allegedly linkages with terrorist groups. After the Iraq invasion, the Shia majority, with 63 percent of the total population, took over the government and suppressed the Sunni minority. A Sunni level uprising followed, Al Qaida trickled into Iraq and local forces- former Sunni military- fighting the US, the newly formed Iraqi state peaking in a bloody civil war in 2006. Since then, people in Iraq have been fundamentally segregated by religion. Even after the war against ISIS has faded temporarily and the strengthening of the central state accompanied by the victory over the jihadist militia Iraq remains deeply divided politically, denominationally and territorially. IS and other terrorist groups remain dangerous and can severely undermine reconstruction as it did in the years 2003 to 2011. At that time, more than 160,000 people fell victim to the clashes and bombings. Further, state structures and institutions have eroded. The political system installed after 2003 is mostly dysfunctional, the political class corrupt and divided. The initially proficient Iraqi education system is in a disastrous state, the oil-export-based economy finds itself in the face of massive distributional war-related conflicts. As a result, the consequences are displacement, unemployment, especially among the young generation, and poverty. There is little to see in reconstruction in the areas recaptured by IS; large parts of the country are in ruins and are controlled by various and sometimes competing local and regional militias. Not only has the

Sunni-Shia division been a result of a 16-year fatal rule but the ruining of former liberated areas. The administration works only rudimentary. The economy is in decline. Iraq became the perfect training ground for terrorism Thus, in a tragic irony of history, the US invasion led to the formation of the very terrorist group the US wanted to eliminate in the first place and a total failure of a political entity that we are facing now and then. AL SAADI AS THE CATALYST OF THE ANTI-GOVERNMENT PROTESTS Considering all those aspects, it is not astonishing that Iraqi people went out in a blaze of rage two months ago in cities like Baghdad, Nasiriyah and other majority-Shia cities in the south of Iraq. The people’s frustration and disillusionment over the Iraqi political system fuel the months-long protests and demands an end to the corrupt governing Iraqi elite- an end to the reign of Al-Mahdi. In the beginning, there were only scattered protests. They broke out with the dismissal of former second-in-command Abdul Wahhab al Saadi. Al Saadi gaining growing popularity among Iraqis thus has been absolved of his position in the army at the end of September. Further, his counterterrorism force “Golden Division” has been revered heroical since their many victorious battles against the Islamic State of Iraq and the Levant (ISIS) in regions of Iraq. In the same manner, Al Saadi campaigned against corruption among Iraqi security forces ultimately leading to his demotion to a management post in the Department of Defense. However, that was just the spark that ignited a powder keg of long pent-up rage that had mostly socio-economic roots. Hence, the protests were dominated by young Shiite men without steady work from the slums. The movement has long been on a broader basis. Civil society and trade unions have joined, the middle-class and gov-

17


Mesopotamıan LIONS PROTESTING ernment officials, as well as students, participated in the dynamics (Mroue, 2019). THE REASONS BEHIND The reasons behind the off-guarded protests are backed by discerning demands and judgments made by the Iraqi population. Thus, unemployment is written in capital letters in Iraqis current anti-government crisis. It is particularly high among young graduates desperate to find a job. Likewise, the middle class, in particular, has suffered in recent decades. According to UNDAF (United Nations Development Assistance Framework), the unemployment rate of youth older than 15 have been 11,1 percent in the year 2011 (IKN, 2011). The population living under the poverty line according to CSO (2012) data is stated to be 18,9 percent in the year 2012 (UNDAF, 2014). More recent data states that the youth unemployment rate in 2018 has been slightly above 16 percent (World Bank, 2019). However, hardly is unemployment the only issue pulling Iraqis to the streets of Baghdad and its famous Tahrir square. According to UNHCR’s official numbers “ there are 6.7 million people (18 percent of the total population / 37 million) in need of humanitarian assistance. An estimated 4.5 million people face protection concerns. Almost 2 million people remain displaced, over half of whom have been displaced for more than three years (UNHCR, 2019). The severity of these needs embraces various topics. Especially, southern cities like Basra suffer from water pollution meaning people cannot even access drinkable water. “According to statistics from the Health Directorate, Basra’s water pollution is staggering: chemical contamination stands at 100% and the bacterial pollution at 50%” (Al-Mirbad, 2018). Basra being situated at the coastal region needs to manage the water pollution on a big scale, but by far this problem has reached other big cities as Nasiriyah, Najaf and Baghdad. Electricity forms another fundamen-

18

tal issue in Baghdad in particular (Safieddine, 2019). Iraq being a net importer of natural gas and electricity from Iran is unable to provide its citizens properly working electricity. Electricity prices are rising, but there is only electricity every few hours. Consequently are surrounded by a corrupt government, need to tackle the everyday struggles caused by the lack of essential human needs and face unemployment on its largest scale. It is not staggering that Iraqis’ situation circumscribes the Arabic saying: “The knife has reached the bones”. Property and savings are consumed caused by Iraq’s constant involvement in wars in the recent past. Under Saddam Hussein, it was the war with Iran from 1980 to 1988 and the second Gulf War after the invasion of Kuwait from 1990 to 1991. After the American invasion and the fall of Saddam Hussein in 2003, years of uprising against the occupiers and bloodshed between the population groups followed. The country does not only look back on decades of violence but also on a long tradition of governmental corruption. After the fall of Saddam Hussein, a confessional system that distributed posts along ethnic and religious lines fueled nepotism and self-enrichment; it also promoted corruption in everyday life. Whether it was the Shiite, Sunni or Kurdish part of Iraq, there was always a pretext for defending the interests of the particular population group. Now, protesters resist. Since the dismissal of integer Al-Saadi Iraq has witnessed consecutive protests reflecting Iraqis grievance. The active public spirit of young people is key to the maintenance of peaceful protests since mainly the young generation is conscious about their rights. As H.E. Sir Fatih Yildiz, ambassador to Iraq has put it protests taking place in the famous Tahrir square of Baghdad do not only reflect the embedded wrath and wish of change but rather serve by


Mesopotamıan LIONS PROTESTING means of solidarity. Especially the youth is transforming the demonstration to a festival like Nonetheless, protests against corruption, clientelism and mismanagement have injured more than 15,000 in the capital, Baghdad, and the country’s Shiite south. Despite the violence, the government has failed to regain control of the situation. The demonstrators still demand the resignation of the government and a new political system. During the first peaceful demonstrations the demands being dismissed by the government, demonstrators in Baghdad and other cities blocked intersections, bridges over the Euphrates and Tigris lame, called for a general strike. For the first time in this once-conservative area, women step out of the background, encourage their daughters to speak up, organize food, use pier and walls as screens for meter-long pictures (Haddad, 2019). An informal gear has been created that negotiates, threatens and appeases in order not to turn the wave of protest into chaos (Spiegel, 2019). New elections are demanded, the removal of corrupt officials in Baghdad, nothing that could be achieved at the provincial level. As a result, especially in the last few days police brutality rose and killed nearly 400 people. However, still, in protest against the government, the country is growing together (Loveluck, 2019). RESIGNATION OF PRIME MINISTER Following the renewed escalation of violence in Iraq during the last, the Grand Ayatollah Ali al-Sistani has called on the Parliament to deprive the government of its confidence. In his Friday sermon, the influential Shiite cleric appealed to MPs to revise their decision to establish the government of Prime Minister Adel Abdel Mahdi. Furthermore, finally, on 29th November Iraqi Prime Minister Adel Abdel Mahdi announced his resignation after more than 40 people were killed in protests on Thursday instigating a nearby victory of the protesters the

Mesopotamian lions. Yanar Mohammed, the co-founder of the Organization of Women’s Freedom in Iraq, told Al Jazeera that Abdul Mahdi’s resignation is “a first step to a victory over a corrupt sectarian and criminal government. This feels like the victory of the uprising of the people, that finally the power and the willpower of the people of the uprising has overcome,” she said (Ibrahim, 2019).

References Mroue, B. (2019, November 29). Iraq’s removal of counterterrorism chief sparks controversy. MilitaryTimes. Retrieved from https://www.militarytimes. com/flashpoints/2019/09/29/iraqs removal-of-counterterrorism-chief-sparks-controversy/ UNDAF. (2014, April 14). The development of the national authorities and people of Iraq, and the Agencies, the Funds and Programmes of the United Nation System. United Nation Development Assistance Framework Iraq 2015-2019.(pp.1-66). Retrieved from https://www.unicef.org/about/execboard/files/DPDCPIRQ2_UNDAF_-_Iraq.pdf UNDAF. (2014, April 2014). Iraq Knowledge Network. (2011). Unless otherwise stated, all statics from IKN 2011 are from this source. For the labour force, all the figures are obtained using the relaxed definition of unemployment.United Nation Assistance Framework Iraq 2015-2019/ IKN 2011. (p. 11). Retrieved from https://www.unicef.org/about/execboard/files/DPDCPIRQ2_UNDAF_-_Iraq.pdf UNDAF. (2014, April 2014). CSO. (2012). United Nation Assistance Framework Iraq 2015-2019/ CSO Database 2012. (p. 14). Retrieved from https:// www.unicef.org/about/execboard/files/DPDCPIRQ2_UNDAF_-_Iraq.pdf World Bank. (2019).Youth Unemployment Rate for Iraq 2019. Federal Reserve Bank of St.Louis. Retrieved from https://fred.stlouisfed.org/series/ SLUEM1524ZSIRQ

19


Mesopotamıan LIONS PROTESTING UNHCR.(2018, November). Humanitarian Needs Overview. Impact of the Crisis. Retrieved from https://data2.unhcr.org/en/documents/download/67416 Almirbad(2018). Mufawwadiyet hukuk al insan: mustashfa abi al-khasib tastakbil 400 halet tesemmum. Retrieved from https://www.almirbad.com/Details/54987 Safieddine, S. (2019, February 29). Basra Polluted Water Crisis, Iraq. Environmental Justice Atlas . Retrieved from https://ejatlas.org/conflict/polluted-drinking-water-in-basra Reuters, C. (2019, November 28). Brandsturm und Bürgersinn. Spiegel. Retrieved from https://www.spiegel.de/politik/ausland/irak-proteste-in-nassriya-regime-hat-kapituliert- a-1298649.html Haddad, R. (Trans.). (2019, November 26). Murals of Baghdad: the art of protest – in pictures. The Guardian. Retrieved from https://www.theguardian.com/global-development/gallery/2019/ nov/26/murals-of-baghdad-the-protest-art-inpictures Loveluck, L. (2019). Fear spreads among Iraqi protesters as government cracks down, keeps death toll secret. Washington Post. Retrieved from https://www.washingtonpost.com/world/ middle_east/fear-spreads-among-iraqi-protesters-as-government-cracks-down-keeps-deathtoll-secret/2019/11/11/ be210a28- 03f9-11ea-911825d6bd37dfb1_story.html Ibrahim, A. (2019, 2nd December). Iraqi PM to resign after deadly anti-government protests. Al Jazeera. Retrieved from https://www.aljazeera. com/news/2019/12/iraq-pm-offer-quit-country-191201092331173.html

20


Krİz Dönemlerİnde Türkİye-Imf İlİşkİlerİ BURAK TANIR

Uluslararası Para Fonu (IMF), İkinci Dünya Savaşı sonrasında ekonomik işbirliğini düzgün bir zemine oturtmak adına 45 ülke temsilcisinin ABD’nin Bretton Woods kasabasında bir araya gelerek oluşturduğu ekonomik kuruluştur. IMF kuruluşunun ilk yıllarında koyduğu mali istikrarı bütün dünyada sürdürmek ve tahsis etmek amacını günümüze kadar korumuştur. IMF bu amacı sağlamak için 1945 ve 1971 yılları arasında Bretton Woods1 sistemini kullanmıştır (“About the IMF: History: Cooperation and reconstruction (1944–71)”, 2019). Bu sistemin çöküşü 1973 yılında dünyanın öne gelen ülkelerinin esnek döviz kurlarına 2 geçişi ile kesinleşmiştir. IMF bu dönemde temel amacını sağlama yolunda büyük bir sıkıntı yaratacak olan petrol krizleri ile karşı karşıya kalmıştır. Kriz sürecinde IMF kredi verme araçlarını aktif olarak kullanmıştır. 1970’li yılların ortalarında dünyanın en yoksul ülkelerinin yaşadığı ödemeler dengesi sorununa çözüm olarak kredi araçları kullanılmaya başlanmıştır (“About the IMF: History: The end of the Bretton Woods System (1972–81)”, 2019). 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılışı ve 1991 yılında Sovyetler Birliğinin dağılması ile eski Sovyet bloku ülkelerinin de IMF’ye katılmasını sağladı. IMF bu ülkelerin merkezi planlamadan piyasa temelli ekonomilere geçmesine politik tavsiyeler, teknik yardımlar ve mali destekler aracılığıyla yardımcı oldu.

1 Sistemin özünde dünya para sisteminin altına endeksli tek para birimi olan dolara bağlı olarak yönlenmesi kabul edilmiştir(Eğilmez, 2019). 2 Döviz piyasaları üzerinde hiçbir devlet müdahalesi yoktur. Döviz kurları tamamen piyasadaki döviz arz ve talebine göre oluşur.

IMF’NİN GÖREVLERİ EKONOMİK GÖZETİM IMF bu görevini yerine getirmek adına 3 kapsamda gözetim verileri ve raporları yayınlar. Ülkelerin tekil olarak incelendiği ve ülke bazında verilerin sunulduğu alan ülke gözetimidir. Bölgesel anlaşmaların ve parasal birliklerin incelemeye tabi tutulduğu alan bölgesel gözetimdir. IMF ayrıca global gözetim kapsamında parasal sorunları çözmek için ülkeleri bir araya getirir ve bu kapsamda yıllık raporlar yayınlar (IMF Hakkında Özet Bilgiler, 2009). TEKNİK YARDIM IMF uzmanlığını merkez bankacılığı, para ve döviz kuru politikaları, vergi politikası ve yönetimi ve resmi istatistikleri kapsayan teknik yardım ve eğitim sağlayarak üye ülkelerin ekonomi politikası oluşturmasına yardımcı olur. Teknik yardım uzun döneme ve kısa döneme yönelik sorunlara ve amaçlara gore çeşitlilik gösterir. Çeşitli teknik yardımlar sağladığı ülkelerin yüzde 80’i düşük ve düşüğe yakın orta gelirli ülkelerdir. IMF’NİN BORÇ VERMESİ Ödemeler dengesi sorunlarına çözüm getirmek, ekonomilerini istikrar kavuşturmak amacıyla krediler aracılığı ile borç veren IMF diğer uluslararası kuruluşlar gibi proje kredisi vermez (IMF Kredileri, 2019). Finansal kriz dönemlerinde IMF kredilerine artan talebe karşın kriz sonrası süreçte IMF kredilerine olan talep ülkelerin durumuna gore değişkenlik gösterir. IMF’nin borç vermesi 3 ana sebebe dayanır. Birincisi üye ülkelerin yaşadığı şoklara karşı alışma sürecini kolaylaştırır. İkinci olarak IMF üye ülkelere yatırım akışını arttırır. Son olarak üye ülkelerin krizlerle karşılaşmasını engeller. IMF borç verirken sunduğu koşulları ülkelerin birbirinden farklı politika ve esaslarına göre belirler. IMF VE TÜRKİYE 11 Mart 1947 tarihinde Türkiye’nin üye olmasıy-

21


KRİZ DÖNEMLERİNDE TÜRKİYE-IMF İLİŞKİLERİ la başlayan süreçte IMF ile Türkiye arasındaki ilk stand-by 3 düzenlemesi 1 Ocak 1961 tarihinde yapılmıştır. Türkiye ile IMF arasındaki sıcak teması arttıran olay, 1958 yılında Amerika Birleşik Devletleri ve OECD’nin de katıldığı anlaşmalar neticesinde 600 milyon dolar dış borcun ertelenmesidir. 1958 yılında yapılan anlaşmalarla Türkiye için hedeflenen büyüme oranları ve ödemeler dengesine ulaşılamamıştır. Olumsuz sonuçlarına karşın anlaşmalar sonucunda enflasyon hedeflenen düzeylere gelmiştir. 1958 yılında yapılan anlaşmalar Türkiye’yi durgunluktan kurtarmak için yeterli olmamıştır. Türkiye 1961 yılının başından 1970 yılına kadar IMF ile bir yıllık stand-by düzenlemeleri yapmıştır. 1970 yılından sonra Türkiye IMF ile yapılan stand-by düzenlemelerine sekiz yıllık ara vermiştir. Bu düzenlemeler yapılmamasına karşın Türkiye 1970-1974 yılları arasında IMF öncülüğünde önlem paketleri uygulamıştır. Türkiye 1978 yılına geldiğinde ise hala ödemeler dengesi problemleri yaşamaya devam etmektedir. Bunun yanı sıra enflasyon da geçmiş dönemlere nazaran yüksek oranlarda seyretmektedir. 1978 ve 1980 yılları arasında Türkiye IMF ile tekrar birer yıllık stand-by düzenlemeleri yapmıştır. KRİZ DÖNEMLERİNDE IMF VE TÜRKİYE Türkiye ve IMF arasındaki anlaşmalar kriz dönemleri ile sınırlı olmamasına karşın 1980 den başlayıp 2001 krizine giden ekonomik krizler serisindeki anlaşmaları incelemek ve IMF’nin görev sınırlarını bilmek bizlere Türkiye ve IMF arasındaki ilişkiyle ilgili berrak görünüm sunacaktır. Tarihsel akışı takip edersek 1980 yılında Türkiye ekonomisinde önemli bir ekonomik reform paketi için IMF’nin kapısını çalmıştır. 24 Ocak kararları olarak da bilinen bu reform pa-

keti içerisinde dönemin getirdiği havanın etkisiyle IMF’nin ekonomideki devlet müdahalesini azaltan ve serbest piyasa ekonomisine geçişi sağlayan liberal ekonomi politikaları bulunuyordu. 1980 yılından 1993 yılına doğru ilerleyen bu liberalizasyon sürecinde IMF’nin hazırladığı serbest faiz politikası uygulandı. 13 yıllık süreç sonunda faizler %33’ten %74.8’e ulaştı. Ayrıca Türk parasının değeri büyük bir düşüş yaşadı. Para değerinde yaşanan bu düşüşün etkisiyle dış ticaret açığının azalması ya da dış ticaret fazlası elde edilmesi beklentisine karşın dış ticaret açığı artmaya devam etti. 1980’den 1988’e kadar enflasyona oranında önemli azalma yaşanmasına ragmen 1988’den 1994’e giden süreçte enflasyon tekrar yüksek oranlara ulaştı. 97 milyondan 821 milyon dolara yükselen yatırımlara rağmen yüksek faizli borçlanmaların ters yönlü etkisi sebebiyle bütçe açığı artmaya devam etti. Para biriminin aşırı değerlenmesi, bütçe açığının artması ve döviz rezervlerinde düşüş finansal krizi tetikledi ve bunun sonucunda likidite4 sıkıntısı meydana geldi. Faiz oranlarında yaşanan büyük yükseliş sonucunda Türkiye 1994 kriziyle karşı karşıya kaldı. Kriz sonrasında yükselen para birimi ve yüksek faiz oranları üzerindeki faiz oranı arbitrajı sonrasında sermaye akışı güçlendi. Para değerindeki artış ithalat ve tüketimi arttırırken sabit sermaye yatırımı ve ihracatı düşürdü. Enflasyon oranının kriz iklimi sonrasında kontrol altına alınmaması sonucunda Türkiye IMF ile tekrar anlaşma masasına oturdu. Serdengeçti( 2002) Türkiye’ye olan sermaye akışının artmasına karşın ekonominin dışsal krizlere daha hassas bir konuma geldiğini belirtti. Yükselen faiz oranları ile birlikte bono değerleri düştü. Yaşanan bu gelişmeler sonucunda bankalar ve Türkiye, 2000 yılının Kasım

3 …kriz durumundaki yükselen ve gelişmiş piyasa ekonomileri için, IMF yardımının büyük kısmı kısa vadeli veya potansiyel ödemeler dengesi sorunlarını çözmeye yönelik Stand-By Anlaşmaları (SBA) yoluyla sağlanmıştır (IMF Kredileri 2019).

4 Piyasada işlem gören herhangi bir varlık veya kıymetin piyasa fiyatını etkilemeden alınıp satılabilmesinin ölçütüdür. Likiditesi yüksek varlık veya kıymetlerin işlem hacimlerinin de yüksek olması beklenmektedir (“TCMB - Terimler Sözlüğü”, 2019).

22


KRİZ DÖNEMLERİNDE TÜRKİYE-IMF İLİŞKİLERİ ayında likidite krizine girdi. Faiz oranının ve kurun istenen seviyelere düşürme çabalarının sonuç vermemesi hükümete olan güveni sarstı. 2000 yılındaki kriz ve hükümete olan güvensizlik 2001 yılının Şubat ayında krize sebep oldu. 2000’li yılların başında karşı karşıya kalınan bu krizler sonrasında Türkiye ekonomisi büyük hasar aldı. Bu hasarın nedeni ise IMF anlaşmaları sonucunda uygulanan programlardaki enflasyon, kur ve faiz arasındaki dengenin sağlanamaması olmuştur. Sonuç olarak IMF’nin uyguladığı liberal ekonomi programları yüksek faizlerle yatırım çekmesine karşın Türk ekonomisini yapısal anlamda dış şoklara daha hassas hale getirmiştir (Demiroglu and Karagoz 2016).

Serdengeçti, S. (2002). Retrieved 5 December 2019, from http://www.tcmb.gov.tr/wps/wcm/connect/ee6ed33ca622-46f5-8fbb-c7bd93a9ef7d/Subat2001Kriz.pdf TCMB - Terimler Sözlüğü. (2019). Retrieved 5 December 2019, from https://www.tcmb.gov.tr/ wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/ Banka+Hakkinda/Egitim-Akademik/Terimler+Sozlugu/

Referanslar About the IMF: History: Cooperation and reconstruction (1944–71). (2019). Retrieved 5 December 2019, from https://www.imf.org/external/about/ histcoop.htm About the IMF: History: The end of the Bretton Woods System (1972–81). (2019). Retrieved 5 December 2019, from https://www.imf.org/external/ about/histend.htm Eğilmez, M. (2019). Ekonomi Sözlüğü. Retrieved 5 December 2019, from http://www.mahfiegilmez. com/p/ekonomi-sozlugu.html IMF Kredileri. (2019). [Ebook]. Retrieved from https:// www.imf.org/~/media/Files/Countries/ResRep/TUR/ tr-imf-lending.ashx International Monetary Fund. (2009). IMF Hakkında Özet Bilgiler [Ebook]. Retrieved from https://www.imf. org/external/np/exr/facts/tur/glancet.pdf Demiroglu, Tulin, and Murat Karagoz. 2016. “IMF Stabilization Programs And Their Effects On The World Economic Crises”. Procedia Economics And Finance 38: 396-407. doi:10.1016/s2212-5671(16)30211-8.

23


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KISACA TÜRKİYE VE RUSYA İLİŞKİLERİ-KRİZLERİ CANBERK KIRMIZI

Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkiler, dönemler boyunca pek çok iniş çıkışa sahne olmuştur. Kurtuluş Savaşı dönemi öncesinde birbirleriyle düşman olarak nitelendirilebilecek bu iki ülke, Çarlık Rusya’nın Ekim Devrimi ile rejim değiştirmesinin ardından tüm değişkenler tersine dönerken, sosyalist bir yapılanma altına giren SSCB yönetimi ile sağlanan belli başlı işbirlikleri sonucunda bir emperyalizm karşıtlığı kurulmuş ve Kurtuluş Savaşı’nın kaderi pek çok yönden değişmiştir. Özellikle doğu cephesindeki işgal edilen bölgelerin savaşsız olarak iade edilmesi ve silah yardımı gibi pek çok konuda yapılan işbirliği, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda önemli bir yere sahiptir. Bu ilişkilerin iyiye giden sürecinde ise, 2. Dünya Savaşı ve sonrası oldukça önemli bir dönüm noktası olarak nitelendirilebilir. Bu dönemde Türkiye’nin batı bloğu ile beraber savaşa girişi sonrası, savaşın bitmesiyle beraber; iki büyük güç olarak dünya politikasında liderliği ele geçiren SSCB ve ABD taraflarının kendi aralarındaki güç yarışının bir soğuk savaşa dönüşmesiyle beraber, Türkiye’nin artık bu iki taraftan biriyle ortaklığını azaltması gerektiği konusundaki görüşler ve öngörüler gittikçe artan bir doğrultuya sahipti. Binaenaleyh, bu öngörülerin gerçeğe dönüşmesi ABD tarafına yakın bir noktadan gerçekleşti ve Türkiye’nin Truman Doktrini ve Marshall Yardımları süreçlerinden sonra NATO’ya da girmesiyle tavrını belli eden bir tarafa geçti. Soğuk Savaş süresince de böyle devam eden bu ilişkiler, bu dönemin bitişiyle ve SSCB’nin yıkılmasıyla beraber yepyeni bir döneme giriş yapmıştır. Soğuk Savaş ile beraber “soğuyan” ilişkiler, kendini ancak 2000’li yılların başlarında toparlanabilmiştir. 2003 yılında Mavi Akım Projesi kapsamında Rusya’dan Türkiye’ye başlayan

24

doğalgaz akışı, 2004 yılında Rusya Federasyonu’nun Vladimir Putin ile beraber Türkiye’ye ilk devlet başkanı düzeyindeki ziyareti ve hemen ardından Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Ocak 2005 tarihinde Rusya ziyareti ile, bir noktada aradaki soğukluk azaltıldı ve ilişkilerde bir normalleşme yolu açılmış oldu (“Türkiye-Rusya İlişkilerinin Son 16 Yılı” 2019). Bu ziyaretlerle beraber Yunanistan ve Kıbrıs üzerinden sürdürdüğü KKTC politikalarını değiştiren Putin, Annan Planı üzerindeki görüşlerini daha olumlu kılarak ülkelerin arasındaki buzların erimesinde çok önemli bir adım atmış oldu. Bu ve bunun gibi durumlar da ülkelerin arasındaki ticaret hacminin önemli oranlarda yükselmesinde etkili olmuştur. 2008 yılında Gürcistan’ın Güney Osetya’ya askeri müdahalede bulunan Rusya, bir bakıma Türkiye ile politik açıdan gergin bir sürece girse de, sağlamlaşan ekonomik ilişkilerin bu gibi bir durumdan etkilenme potasına girmediği açıkça ifade edilebilir. Bu ve bunun gibi politik temelli sorunlar genellikle yaşansa da, ülkelerin aralarındaki ekonomik durumları etkileyecek kadar büyük ölçüde değildi. Örnek vermek gerekirse, 2012 yılında Suriye krizinin devam eden sürecinde, bir Rus yolcu uçağı krizi yaşandı. Bu krizde Suriye’ye gitmekte olan bir uçak Türkiye hava sahasında inişe zorlandı. Uçağın içinde Esad rejimine verileceği öngörülen askeri malzemeler olduğu konusuyla beraber bu malzemelere el konularak uçağın gidişine izin verildi; fakat bu kriz yine küçük etkilerle atlatıldı ve büyük çaplı bir etkiye sebep olmadı. 2014 yılında ise, Ukrayna krizi patlak verdi. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı Türkiye’nin bu konudaki karşıt görüşleriyle şekillendi. Fakat bu da bir kilit noktadır ki; Türkiye, NATO’daki tüm ülkelerin yaptırım uygulamasına karşın bu duruma katılmadı. Bu durumdan sonra da, Rusya diğer Avrupa ülkelerine karşı bir tavır alarak,


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KISACA TÜRKİYE VE RUSYA İLİŞKİLERİ bir doğalgaz hattı geçirmeyi planladığı Güney Akım projesinden vazgeçerek; Türkiye’den geçecek yeni bir akım projesi olan Türk Akımı üzerinde çalışmalarını sürdürdü. Bu duruma yapılacak yorumlardan en belirgini, Türkiye’nin hareketlerinin Rusya perspektifinde diğer batı ülkelerinden ayrılarak Batı’nın prensiplerini tam olarak yansıtmayışı olarak nitelendirebiliriz. Bunun sonucunda aslında, Türkiye Rusya ilişkilerindeki gelişme gittikçe yükseliyordu. Dış politikada denge politikası üzerinde durmayı kendine ilke edinen Türkiye ise, iki tarafla da olan güçlü bağlarının sürmesi sonucu bu durumdan memnun diyebiliriz. Nitekim görüşmeler her zaman olduğundan daha sık ve verimli geçmeye başlıyor bu dönemde. Rus ekonomisinin küçülmeye gitmesi sonucu düşen Türkiye Rusya arası ekonomi hacmi, politikadaki ilerlemeleri hiçbir şekilde sekteye uğratmıyordu. Fakat ilerleyen süreçlerde yaşanan bir hadise, bu süreçteki değişimin başlayacağı bir kıvılcım olarak nitelendirilebilirdi. Rusya’nın Eylül 2015’te Suriye’ye askeri müdahaleye başlaması, bu değişimlerin başlangıç noktası olarak nitelendirilebilir. Nitekim Rusya’nın Suriye’yi bombalamaya başlaması ve bu esnada birden fazla kez Türk hava sahasını ihlal etmesi tansiyonun artmasına sebebiyet veren noktalardan biri olmuştur. Siyasetin üst kademeleri nezdinde birden çok şekilde sert uyarılara maruz kalan Rusya, Kasım 2015 tarihindeki G-20 zirvesinde de Putin ve Erdoğan karakterleri üzerinden gerçekleşen görüşmelerde de bu konu hakkında belli başlı uyarılar aldı. Fakat bu Rusya’nın bu konudaki kararlılığına engel olmamakla beraber daha büyük krizleri beraberinde getirdi. Tarihler 24 Kasım 2015’i gösterdiğinde belki de Türkiye ve Rusya arasındaki en büyük krizlerden biri yaşandı: Rus uçağı krizi. Takvimler bu tarihi gösterdiğinde, bir Rus savaş uçağının sınır ihlali sonucu düşürüldüğü haberleri ajanslara düşmüştü. Haberlere

göre Rusya’ya ait bir SU-24 savaş uçağı, Türk f-16’ları tarafından angajman kuralları gereği düşürülmüştü. Özellikle krizin ilk günleri duygusal ve retorik açıdan güçlü argümanlarla birbirlerini eleştiren bu iki taraf, gerilimin artmasına ve bunun sonucunda pek çok değişkenin etkilenmesine sebebiyet vermiştir. Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’un Türkiye’ye olan ziyaretinin iptal edilmesi ve bununla beraber verilen demeçlerde Türkiye’nin artık güvenli bir yer olmadığına dair argümanlar verilmeye başlanmıştı. Suriye açıklarındaki belli başlı noktalara s-300 hava savunma sistemleri gönderilmiş ve operasyonlara devam mesajları verilmiştir. En can alıcı gelişmelerden biri de, Rus milletvekillerinin Ermeni Soykırımı’nın reddinin ceza-i bir karşılığı olması gerektiği konusunda bir yasa tasarısı hazırlayıp bunu meclise sunmaları olabilir. Rusya Liberal Demokrat Parti Başkanı Vladimir Jirinovski de verdiği demeçlerden birinde, Çar veya Joseph Stalin politikalarına sahip olunmuş olması durumunda Türkiye’nin yarısının yok edilmiş olacağına yönelik, çok sert açıklamalarda bulunmuşlardır. Tabi politik ve askeri olarak oldukça sert bir döneme giren bu iki ülke, ekonomik açıdan da birbirlerine olan iyi tavırlarını bir kenara bırakıp daha sert politikalara yönelmişlerdir. Özellikle Rusya’nın turizm acentalarını Türkiye pazarından çekmesi ve pek çok gıda maddesi sevkiyatını durdurması, Türkiye’nin dış ticaret hacminin önemli bir ölçüde küçülmesine sebebiyet vermiştir (2019). Haziran 2016 tarihinde Recep Tayyip Erdoğan’ın Vladimir Putin’e yolladığı özür mektubuyla beraber, ülkeler yeniden bir normalleşme sürecine adım attılar. İki ülke de belli heyetleri bu konuda görevlendirerek bir nevi kararlılıklarını göstermeye çalışmışlardır. Ekonomik ilişkilerin de düzelmesiyle beraber özellikle Türkiye’nin ticari ve turizm kaygıları ve kayıpları da azalmaya başlamışlardır.

25


GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KISACA TÜRKİYE VE RUSYA İLİŞKİLERİ Aralık 2016 tarihinde ise, uluslararası politika tarihinde olabilecek en vahim suikastlardan biri yaşanmıştır.19 Aralık’ta bir sergi açılışına katılan Türkiye Rus Büyükelçisi Andrey Karlov, katil Mevlüt Mert Altıntaş tarafından öldürülmüştür. Katilin cinayetin hemen ardından Halep ve Suriye lehine sloganlar atması ile pek çok tartışma daha çok alevlendi. Özellikle o dönemlerde Rusya’nın Suriye politikaları ciddi bir biçimde eleştiriliyordu. Bir diğer yandan, iki ülkenin dostluğu pekiştirecek ve aradaki ilişkileri bozmaya yönelik gerçekleşen bu aksiyona karşı tavır alan birçok demeç ile bir noktada bu olay siyasi bir kriz olmaktan ziyade Türkiye iç politikasını da etkileyecek belli başlı dinamiklere sahip olmuştur. Saldırının Fetih el Şam Cehpesi tarafından üstlenilmiş olmasına rağmen bu olaydan birkaç ay önce gerçekleşen FETÖ destekli darbe girişiminin üzerine de bu tarz bir olay yaşanması ve katilin daha sonrasında yapılan araştırmalarda ailesinin içerisinde terör örgütüyle bağlantılı kişilerin bulunması, bu iddiaları güçlendiren etmenler haline gelmiştir (“Russian Ambassador Shot Dead In Turkey” 2016). Günümüze yakın dönemleri değerlendirecek olursak, Türkiye Rusya ilişkileri uçak kazasından beri oldukça aşama kaydetmiş ve normalleşme sürecinde oldukça ileri bir safhaya gelmiştir. Türkiye’nin son dönemde ABD ile olan anlaşmazlıkları ve alternatif arayışı olarak Rusya’ya yönelmesi de ekonomik ve siyasi birlikteliğin artık askeri alana da taşındığına dair bir iddiada bulunulabilinmektedir. Bununla beraber S400 füzelerinin satın alınması ve NATO ülkesi olunmasına rağmen anti-NATO sistemleri edinen Türkiye, Rusya ile olan ilişkilerini kararlı bir şekilde sürdürmeye devam ediyor.

26

Referanslar 2019. Dergipark.Org.Tr. https://dergipark.org.tr/tr/ download/article-file/765024. “Türkiye-Rusya Ilişkilerinin Son 16 Yılı”. 2019. Aa.Com.Tr. https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/turkiye-rusya-iliskilerinin-son-16-yili/698807. “Russian Ambassador Shot Dead In Turkey”. 2016. BBC News. https://www.bbc.com/news/world-europe-38369962. Türkiye, Sputnik. 2019. “Karlov Suikastını, Eski Adı El Nusra Olan Fetih El Şam Üstlendi”. Tr.Sputniknews.Com. https://tr.sputniknews.com/ortadogu/201612211026428039-karlov-fetih-el-sam/.


Moldova’da Ayrılıkçı Bölgeler Sorunu ELTERİŞHAN ELÇİBEY

Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte Batı ve Doğu Bloku’nun başını çektiği uluslararası sistemdeki çift kutupluluk son bulmuştu. Bu gelişmeyi beraberinde özellikle 1990 sonrası dönemde küresel sistemde etkisini gösteren çok kutuplu yeni bir dinamik yapı takip etmişti. Soğuk Savaşın ardından uluslararası sistemde meydana gelen bu değişimler bilhassa Avrasya ve Doğu Avrupa coğrafyasında önemli boyutta etki alanına sahip olmuştu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte “Eski Sovyet ülkeleri” olarak da adlandırılan 15 ayrı devlet bağımsızlığını ilan etmişti. Doğu Avrupa’da Ukrayna ve Romanya arasındaki bölgede yer alan Moldova da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte bağımsızlığını elde eden 15 devletten biridir. Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti, 27 Ağustos 1991 tarihinde bağımsızlığını ilan ederek Moldova Cumhuriyeti ismini almıştır. Parlamenter bir yönetim sistemine sahip olan Moldova, anayasasında belirtildiği üzere daima tarafsızlık statüsüne sahiptir. Moldova, idari ve siyasi bölünüş açısından Gagavuz Yeri (Gagavuzya) ve Transdinyester Moldova Cumhuriyeti olmak üzere iki özerk bölge, üç büyükşehir, ve 32 şehir merkezinden meydana gelmektedir. Başkenti “Kişinev” olan ülke yaklaşık 3,9 milyonluk bir nüfusa sahip olmakla birlikte kozmopolit bir yapıya sahiptir. Nüfusun büyük bir çoğunluğunu Moldovalılar oluştururken, Ukraynalı, Rus ve Bulgar azınlıkların yanı sıra Gagavuz (Gökoğuz) Türkleri de bulunmaktadır. Tarihsel olarak Moldova, 19. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı İmparatorluğu egemenliği altında olan Boğdan Eyaleti ve daha sonra ise Rumenlerin ve Rusların hakim olduğu Besarabya bölgesi ve son olarak 19. yüzyılın ilk çeyreğinden beri Rus İmparatorluğu kontrolü altında olan Transdinyester bölgesinden oluşmaktadır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Moldo-

va, bütünüyle Sovyetler Birliği hakimiyeti altına girmiş ve 1991 yılına kadar Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak Rus denetimi altında kalmıştır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin egemenliği altındaki dönemde Ruslar, en temel siyasi ve kültürel asimilasyon politikaları olan “Ruslaştırma’yı” uygulayabilmek için bilinçli bir şekilde Moldova’ya kitlesel olarak Slav göçünü teşvik etmiş ve Kiril alfabesinin kullanılmasını sağlamıştır. Sovyetler Birliği bu faaliyetleriyle birlikte Romanya’nın Moldova üzerindeki etkisini kırmayı amaçlamıştı (İsmayıl, 2014). Sovyetler Birliği 1991 yılında dağıldıktan sonra bağımsızlığını kazanan devletlerin bazılarında etnik ve kültürel tabanlı sorunlar gündeme gelmişti. Moldova da bu devletlerden biri olup, bağımsızlığının ardından ayrılıkçı bölgeler sorunu ile yüzleşmiştir. Bağımsızlığının ilk yıllarında Kişinev merkezi yönetimi, Transdinyester ve Gagavuzya bölgesindeki ayrılıkçı hareketler ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Moskova yönetimi tarafından uygulanan böl ve yönet stratejisinin bir ürünü olan Transdinyester sorunu, 1990’ların başında kademeli olarak şiddetlenerek Kişinev merkezi yönetimi ve ayrılıkçı hareketler arasında sıcak çatışmalara neden olmuştu. 1992 yılında iki gün süren askeri çatışmanın neticesinde; Moldova Cumhuriyeti, Transdinyester bölgesindeki varlığını resmi olarak sürdürse de fiili olarak etkisini ve hakimiyetini kaybetmişti. Bu sebepten dolayı, Transdinyester bölgesi bağımsız bir devlet gibi hareket etmekte olup meydana gelen bu sorunda halen herhangi bir çözüme varılamamıştır (Ulusal Strateji Araştırmaları Merkezi, 2018). Birleşmiş Milletler üyesi hiçbir ülkenin bağımsız bir devlet olarak tanımadığı Transdinyester’i dünyada sadece Rusya’nın da etkisiyle Gürcistan’da tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Güney Osetya ve Abhazya Cumhuriyetleri diplomatik olarak tanımıştır. Gagavuzya da özerklik elde edebilmek için nispeten daha barışçıl bir yol ile mücadele etmiştir. 1994 yılında bölgeye verilen özerklikle birlikte

27


MOLDOVA’DA AYRILIKÇI BÖLGELER SORUNU her ne kadar mesafe ve önlem alınmışsa da, Rusya’nın göstermiş olduğu tutumun bölgedeki bağımsızlık taleplerini desteklediği ve canlandırdığı çıkarımı açıkça anlaşılmaktadır.

Transdinyester sorununu daha detaylı ele alacak olursak, sorunu gündeme getiren en temel olay 1989 yılında Moldova Parlamentosu’nun resmi devlet dilini Moldovaca olarak belirlemesi ve Kiril alfabesinin bırakılarak yerine Latin alfabesinin kabul edilmesi olmuştur. Çoğunluğunu Rusların oluşturduğu Transdinyester nüfusu bu karara göre ülkede yaşayan diğer milletlerin ikinci dereceli vatandaş statüsünde görüldüğü kanısına varmıştır. Bu sebepten ötürü, aynı sene Transdinyester bölgesinin başkenti Tiraspol’de “Transdinyester Moldova Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti” oluşturulması kararlaştırılmıştır. 1990 yılının Aralık ayında referandum gerçekleştirilerek, Transdinyester Moldova Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak ilan edilir. Bu adımın bağımsızlığını yeni elde etmiş Moldova’nın Romanya ile birleşmesi ihtimaline karşılık gerçekleştirildiği düşünülmekteydi. Kişinev merkezi yönetiminin Transdinyester’deki bağımsızlık hareketini tanımamasıyla birlikte taraflar arasındaki uçurum giderek derinleşti ve nihayetinde 1992 yılında silahlı çatışmalar başladı. Kişinev gi-

28

zlice Romanya tarafından askeri yardım alırken, Rusların bölgede konuşlandırdığı 14. Ordu ayrılıkçı bölgeye silah ve mühimmat yardımı sağlıyordu. Transdinyester bölgesindeki Slav nüfus, bölgedeki henüz terhis edilmemiş Sovyet 14. Ordusu’nun desteğiyle, Moldova kuvvetlerini geri püskürtüp kendisi savunmuştur. Kısa süren silahlı çatışmanın son bulmasıyla birlikte, 1992 yılının Temmuz ayında taraflar Ukrayna ve Rusya’nın arabuluculuğuyla ateşkes antlaşması imzalamıştır. Sorunun çözümünü hedefleyen 1990’ların ortalarında başlayan diplomatik girişimler ve arabuluculuk faaliyetleri bugüne kadar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhakı sonrasında Moldova’nın ayrılıkçı bölgesi Transdinyester Rusya’ya bağımsızlığının tanıması için başvuruda bulunmuş, fakat Kremlin’den olumlu yanıt alamamıştı. Moldova hükümeti, Transdinyester bölgesine özerklik statüsü verebileceğini belirtse de Tiraspol yönetimi konfederasyon arzularından dolayı bu duruma sıcak bakmamaktadır. Bu sebeple birlikte Moldova, 1995 yılının Ocak ayında diğer bir ayrılıkçı bölge olan Gagavuzya’ya özerklik statüsü vermesiyle Transdinyester’e sunulan özerklik teklifini tekrardan teşvik etmeyi amaçlamıştır (İsmayıl, 2014). Sorunun diğer bir önemli faktörü ise Transdinyester bölgesinin Rusya’ya olan ekonomik bağımlılığından gelmektedir. Bölgedeki ekonomik durum standartların altında olduğundan dolayı Tiraspol yönetimi uzun bir süredir Rusya Federasyonu’ndan gelen yardım fonları ile ekonomisini desteklemektedir. Buna ek olarak, Transdinyester bölgesinin enerji ihtiyacının büyük bir çoğunluğu yine Rusya’dan temin edilmektedir. Bununla birlikte Rusya, Transdinyester bölgesini kendisine bağımlı durumda bırakmaktadır. Diğer bir önemli husus ise gündeme gelen göç olgusudur. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana ayrılıkçı nüfusun yarıya yakını Rusya, Ukrayna ve Batı’da iş bulmak amacıyla topraklarını terk etmişti. Bu sebepten dolayı, Transdinyester


MOLDOVA’DA AYRILIKÇI BÖLGELER SORUNU ayrılıkçı bölgesinin yarattığı sorunun yanı sıra yasadışı göç problemi giderek daha ciddi bir hal almıştır (Hasanov, 2013). Moldova’nın diğer bir ayrılıkçı bölgesi olan Gagavuzya’ya gelecek olursak, Sovyetler Birliği döneminde herhangi bir siyasi statü sahibi olmayan bölge, 1989 yılında Gagavuzya Özerk Sovyet Cumhuriyeti oluşturulmasını talep etmiştir. Ayrılıkçı hareketin yaygınlaşmasıyla birlikte Kişinev yönetimi yaptığı işlerde giderek Rumen yanlısı bir politika izlediğinden dolayı Gagavuzlar ve merkez yönetim arasındaki ilişkiler oldukça gerginleşmeye başlamıştı. Bunun en temel sebebi ise, Sovyetler Birliği’nin Gagavuzlar üzerinde bıraktığı yoğun etkidir ve neticesinde Gagavuzlar Moldova yönetiminin Romanya ile birleşme arzusunu protesto etmek amacıyla 1990 yılının Ağustos ayında Moldova’dan ayrılmayı kararlaştırmıştır. Moldova, bağımsızlığını elde ettikten sonra 1991 yılının Aralık ayında tarihinde ilk kez başkanlık seçimi gerçekleştirdiği zaman, Gagavuzlar halk oylaması gerçekleştirmiş ve büyük çoğunlukla tekrardan egemenliklerini ilan etmişlerdir (İsmayıl, 2014). Bu durum üzerine, bir anayasa hazırlanmış ve bölgenin en büyük kenti olan Komrat başkent olarak belirlenmiştir. Gagavuzların bu kararı,Kişinev hükümeti tarafından kabul edilmemiştir. 1990 yılından itibaren 4 sene boyunca fiilen bağımsızlığını sürdüren Gagavuzya, 1994 yılının Aralık ayında Moldova Cumhuriyeti tarafından tanınmış olup Moldova sınırları içerisinde özerk bölge statüsüne sahip olmuştur. 1995 yılında yapılan referandum ile birlikte bu durum resmileşmiştir. Günümüzde de Gagavuzya’nın özerkliği Moldova Anayasası tarafından garanti altına alınmıştır (“Titlul III. Autoritatile publice”, 2019). Özerklik yasasına göre Gagavuz halkı bölgenin kurucu unsuru olarak kabul görmüş ve bu sayede artık bir azınlık ve etnik grup temsilinden ziyade self-determinasyon hakkına sahip olan bir halk olarak

tanımlanmıştır (Gökdağ, 2014). Son olarak gelecekte gerçekleşebilecek diplomatik ve askeri olasılıklardan bahsedersek; Kırım’ın ilhakı sonrasında, Rusya’nın kara bağlantısı bulunmadığı Transdinyester bölgesi ile doğrudan bağlantı kurmak amacıyla Ukrayna’nın doğu ve güneydoğu bölgelerini kontrol etmeye yönelik bir askeri strateji uygulama ihtimali gündeme gelmiştir. Buna zıt bir durum olarak; Rusya, ayrılıkçı bölgenin bağımsızlığını sağlama eğiliminde olmadığını açık bir şekilde belirtmiştir. Rus hükümeti Tiraspol’deki yönetimi tanımak yerine, bu sorunu Kişinev hükümeti ile olan ilişkilerinde ve özellikle Moldova’nın Romanya ve Batı ile yakınlaşma ihtimaline karşılık bir koz olarak kullanmıştır (Berktay, 2016). Rusya’nın Gagavuzya’ya karşı tutumu ise Kişinev hükümetinin uyguladığı politikalara göre farklılık gösterebilir. Merkezi yönetim Rus yanlısı bir politika uyguladığı takdirde toprak bütünlüğünün korunması söz konusuyken, Batı ve özellikle Avrupa Birliği yanlısı politikaların izlendiği dönemlerde Gagavuzya’da Kırım’daki senaryonun aynısının gerçekleşme ihtimali ön plana çıkmaktadır. Her ne kadar farklı eleştiriler yöneltilse de Rusya’nın önümüzdeki dönemlerde de Moldova’daki ayrılıkçı hareketleri destekleyeceği ve Batı yanlısı politikalar uygulayan bir Moldova yönetiminin hakimiyetini bu bölgeler üzerinde artırmasına engel olacağı öngörülmektedir.

Referanslar Berktay, D. (2016, Şubat 1). Moldova Nereye Gidiyor ? Kasım 25, 2019 tarihinde Türkiye Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Analizler Merkezi: http://turksam.org/moldova-nereye-gidiyor adresinden alındı Gökdağ, A. B. (2014). Moldova’nın AB Üyeliği Sürecinde Gagauz Özerk Bölgesi Bağımsızlığa mı Yürüyor ? Karadeniz Araştırmaları , 17-42.

29


MOLDOVA’DA AYRILIKÇI BÖLGELER SORUNU Hasanov, F. (2013, Aralık 15). Transdinyester Sorunu ve Çözüm Arayışları. Kasım 24, 2019 tarihinde Uluslararası Politika Akademisi: http:// politikaakademisi.org/2013/12/15/transdinyester-sorunu-ve-cozum-arayislari/ adresinden alındı İsmayıl, E. (2014, Eylül 19). Moldova’da Ayrılıkçı Bölgeler Sorunu ve Rusya-Batı Rekabeti. Kasım 24, 2019 tarihinde Bilge İnsanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi: www.bilgesam.org/incele/1812/-moldova%27da-ayrilikci-bolgeler-sorunu-ve-rusya-bati-rekabeti/#.Xd2B7m5uJum adresinden alındı Ulusal Strateji Araştırmaları Merkezi. (2018, Şubat 22). Gagavuz Yeri Özerk Bölgesi ve Sorunları. Bursa. Titlul III. Autoritățile publice. (2019). Aralık 1, 2019 tarihinde http://www.presedinte.md/titlul3 adresinden alındı

30


KRİZİN ÜLKESİ: WEIMAR CUMHURİYETİ GÜRKAN UYANIK

A. HİPERENFLASYON TANIMI Hiperenflasyon, enflasyonun1 yılda yüzde 200 sınırını aştığı anlardaki halidir. Dörtnala enflasyon olarak da adlandırılır. Paranın değerini yitirdiği en şiddetli enflasyon biçimidir (Bernholz, 2016). Bir diğer tanımla ekonomide hiperenflasyon, yüksek ve devamlı olarak yükselen enflasyon demektir. Ürünlerin fiyatları yükselirken, para biriminin değeri hızla aşınarak azalır. Hiperenflasyon, insanların ellerindeki değer kaybetmiş yerel para birimlerini en az seviyeye getirip daha istikrarlı yabancı para birimlerine geçmelerine sebep olur. Bu para birimi ise genellikle ABD dolarıdır (O’Sullivan & Sheffrin, 2007). Hiperenflasyon, genellikle savaşlar veya sonrasında yaşananlar, sosyopolitik ayaklanmalar, toplam arzda ya da ihracat fiyatlarında bir çöküş veya devletin vergi gelirlerini tahsil etmesini zorlaştıran diğer krizler gibi devlet bütçesindeki bazı sorunlarla ilişkilidir. Gerçek vergi gelirinde güçlü bir düşüş, yüksek devlet harcamalarının sürdürülmesi, dış borç almaya karşı isteksizlik veya dış borç alımındaki kabiliyetsizlikle birlikte bir ülkede hiperenflasyon oluşabilir (Bernholz, 2016). B. HİPERENFLASYON DÖNEMİNE KADAR WEIMAR CUMHURİYETİ KISA SIYASI TARİHİ 11 Kasım 1918 tarihinde Birinci Dünya Savaşı’nın resmi olarak son bulması ile eş zamanlı denebilecek bir dönemde 9 Kasım 1918’de dönemin Almanya’sında Philipp Scheidemann tarafından cumhuriyetin ilan edildiği açıklandı. Cumhuriyetin ilan edildiği dönemde Almanya’da Alman Kasım Devrimi sürmekteydi. 28 Haziran 1918 tarihinde Versay Antlaşması imzalandı. 6 Şubat 1919 tarihinde Weimar şehrinde kendisini milli meclis olarak kabul eden bir meclis kuruldu. Weimar, Orta Almanya’da bulunan 1 Enflasyon: Fiyatların genel seviyesindeki sürekli artış eğilimidir. Enflasyon, tüketici ve üretici fiyat gelişmelerini gösterir.

günümüzde yaklaşık 65000 kişilik nüfusa sahip bir Alman şehridir. Federal anayasal yarı başkanlık cumhuriyeti biçiminde yönetilen bu Alman ülkesinin resmi adı 1871’den beri kullanımda olan Alman İmparatorluğu (Deutsches Reich) adı değiştirilmeyerek kullanılmaya devam edildi fakat resmi olmayan kullanımı Weimar Cumhuriyeti de sıkça kullanılmaktadır. Yeni Alman demokrasisinin ilk yıllarında kargaşa sürmeye devam etti. Alman halkı Versay Antlaşması’nı kendilerine yapılmış bir dikte (das Diktat) olarak etiketledi ve bu antlaşma savaş boyunca tüm sıkıntıları içine atan halkın tepkisini yeni cumhuriyete yönlendirdi. Canlanmış olan radikal sağ kanat, Alman ordusunun savaş sırasında içerideki vatan hainleri tarafından sırtından bıçaklanmış olup olamayacağını sorgulamaya başladı. Irkçı çevreler, 1895 yılında Rusya’da hazırlanıp 1920 yılında Almanya’da yayınlanan sahte bir belge olan “Siyon Liderlerinin Protokolleri” (Protocols of the Learned Elders of Zion) belgesini ciddiye aldı. Bu belge Birinci Dünya Savaşı da dâhil olmak üzere o dönem yaşanan kaotik ortamın dünyayı kontrol etmek isteyen Yahudilerin komplolarından ibaret olduğunu anlatıyordu. 1920 Mart ayında eski donanma kaptanı Hermann Ehrhardt komutasındaki birliklerle birlikte kısa bir süre hükümeti kontrolü altında tutmayı başardı (O’Sullivan & Sheffrin, 2007). Alman topraklarının ilk demokratik rejimi döneminde siyasi hayatta darbe girişimlerine kadar ulaşan karmaşık ortam sürerken ekonomi de çok iyi gitmiyordu. C. WEIMAR HİPERENFLASYONU 1921’in Ağustos ayında, Almanya yabancı para birimlerini neye mal olursa olsun mark ile satın almaya başladı ama bu durum markın değerindeki düşüşün hızını artırdı (Fergusson, 2010). Markın uluslararası piyasada değer kaybetmesi ile Tazminat Komisyonu tarafından döviz almak için talep edilen mark miktarı daha da arttı (Shapiro, 1980).

31


KRİZİN ÜLKESİ: WEIMAR CUMHURİYETİ 1922’nin ilk yarısı, mark bir ABD doları başına yaklaşık 320 marka sabitlendi (Banking and monetary statistics, 1914-1941, 1943). 1922 Haziran ayında, Birleşik Devletler vatandaşı yatırım bankacısı J.P. Morgan Jr. bir Uluslararası Tazminatlar Konferansı organize etti (Balderston, 2002). Bu toplantılardan faydalı dönüt alınamadı ve enflasyon Aralık 1922’ye kadar bir ABD doları başına 7400 mark seviyesine kadar değer kaybederek hiperenflasyona sebebiyet verdi (Evans, 2014). 1922 sonbaharında, Almanya tazminat ödemelerinin yapılmasının olanaksız olduğunu anladı (Brinton, Christopher & Wolff, 1973). Mark artık teknik olarak değersizdi, bu durum Almanya’nın döviz ve altını kâğıt mark (Papiermark) ile almasını imkânsız hale getirdi. Bunun yerine ödenmesi gereken borçlar kömür gibi farklı kaynaklarla ödenecekti. Ocak 1923’te, Fransa ve Belçika birlikleri Almanya’nın endüstriyel değere sahip bir bölgesi olan Ruhr Vadisini tazminat ödemelerini almak amacıyla işgal etti. Enflasyon ise Ruhr bölgesindeki işçilerin genel grev yapması ve hükümetin bu pasif direnişi durdurmak adına basılan para miktarını artırma yoluna gitmesi sonucu giderek daha vahim hale geldi (Büyükdağ, 2017). Bu gidişat Kasım 1923’e kadar böyle devam etti. Kasım 1923’te bir Amerikan doları 4.210.500.000.000 Alman markı ile eş değer hale geldi (“Germany - Years of crisis, 1920–23”, 2019). 15 Kasım 1923’te hükümet, markın yerine yeni bir kur olan “Rentenmark”ı yürürlüğe soktu ve 16 Kasım’da da bunu halka tanıttı. Yeni rentenmark bir trilyon eski mark ediyordu. Yani doğal olarak marktan on iki sıfır atılmış oldu (“TCMB - Terimler Sözlüğü”, 2019). D. EKONOMİK İSTİKRAR VE GELİŞİM YILLARI Hiperenflasyonun ve ekonomik krizin oluşturduğu etkilerden bunalan halk bir çözüm, kendilerini bu durumdan ivedi bir şekilde çekip kurtaracak bir kahraman arıyordu. O kahraman ise bu

32

sitemlerden beslenen bir ideolojinin başındaki isimdi. O isim günden güne gücüne güç katıyor ve bu durumun suçlularını ifşa ederek herkesin cezalandırılacağını belirtiyordu. Adolf Hitler ve Nasyonal Sosyalizm bu dönemde güç kazandı. Almanya hiperenflasyon kâbusundan uyanmıştı belki ama hala Versay Antlaşması’nın yarattığı sefalet içerisinde sürünüyor, dış borçlarını ödeyemiyordu. Yeni bir savaşa girmek istemeyen İtilaf Devletleri, Fransa’nın tacizlerine rağmen Almanya rest çekmesin diye defalarca bu borçları yapılandırdılar, indirim yaptılar ama bu da çare olmadı. Almanya’nın bu borcu ödemesi her koşulda imkânsızdı. Ekonomik krizden sıyrılıp istikrar sağlamaya çalışan Almanya’da 1923 yılının sonuna gelindiğinde Alman para birimi yeniden istikrar kazandı. Ekonomideki bu gelişmenin de etkisi ile 1924 senesinde itilaf devletlerinin Ruhr bölgesindeki işgalinin sonlandırılması ve Almanya’nın daha gerçekçi bir tazminat ödeme planına tabi tutulması konusu gündeme geldi. Amerika Birleşik Devletleri 30. başkan yardımcısı ve bankacı Charles Gates Dawes başkanlığındaki İtilaf Kuvvetleri Tazminat Komisyonuna bağlı bir komite gündemde yer tutan bu konuyu gerçekleştirmeyi önerdi. Buna ek olarak itilafları Almanya’ya ekonomik gelişiminde destek olmak adına borç vermeye davet etti. Bunun sonucunda onaylanarak uygulamaya konulan Dawes Planı, Büyük Buhran’a2 gelene dek Alman ekonomisinin gelişiminde büyük pay sahibi oldu3 (“Germany - Years of economic and political stabilization”, 2019).

2 Büyük Buhran: 1929 yılında başlayıp 1930’lu yıllar boyunca tüm dünyada etkili olan ekonomik bunalım dönemidir. 3 Dawes bu plan sayesinde Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.


KRİZİN ÜLKESİ: WEIMAR CUMHURİYETİ E. DEMOKRASİDEN DİKTATÖRLÜĞE GEÇİŞ Mayıs 1928 Reichstag4 seçimleri Weimar Cumhuriyeti’ndeki istikrarı çok açık bir şekilde gösterdi. Cumhuriyet karşıtı sağ ve sol partiler toplamda sadece %13 oy alabildi. Komünistler “%10,6”, Nazilerse yalnızca “%2,6” oy alabildi. 1929 yılına gelindiğinde İtilaf Tazminat Komisyonu’nun tazminatlar meselesini tamamen çözme yolundaki adımları sayesinde Almanya tekrar uluslararası siyasi yapıya uyum sağlamayı başardı. Birleşik Amerikalı iş adamı ve diplomat Owen Young bu adımların atılmasından sorumlu olan komitenin başında bulunuyordu. Young komitesi, söz konusu tazminatların 37.000.000.000 altın marka düşürülmesini ve borç ödeme süresinin 1988’e kadar uzatılmasını önerdi. Ayrıca, Tazminat Komisyonu’na son verilmesi ve Rheinland5 bölgesindeki itilaf işgallerin derhal son bulması da bu önerinin içindeydi. Alman hükümeti, bu teklifi açıkça avantajlı buldu ve Young Planı’nı resmen Ağustos 1929’da onayladı. Ancak sağ muhalefet partileri bunun Almanya’nın küçük düşürülüşünün tekrarlanmasından başka bir şey olmadığını savunuyordu. Alman Ulusal Halk Partisi (DNVP) ve liderleri basın ve film endüstrisinin de önde gelen isimlerinden olan Alfred Hugenberg, bu planın onaylanabilmesi için anayasaya göre halk oylamasının gerektiğini belirterek referanduma gidilmesi için resmi girişimleri tamamladı. Hugenberg’in bu Young karşıtı muhalif kampanyası Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) lideri Adolf Hitler’in dikkatini çekti. Sağ cephenin yaptığı girişimler hükümeti planı onaylama kararını gözden geçirmeye yöneltti fakat sonuç değişmedi. Referandumdan sağ partilerin düşüncesine sadece %13,8 oy çıktı. Oy verenler 4 Reichstag: Adolf Hitler’in Almanya’nın başına geçişine kadar Almanya Parlamentosu’nun toplandığı yerin ismidir. 5 Rheinland: Almanya’nın batısında bulunan ekonomik değere sahip bir bölge, eyalet, Renanya.

ise zaten bu partilerin devamlı seçmeni olan kesimdi (“Germany - Years of economic and political stabilization”, 2019). Young Planı’na karşı duruşları süreciyle birlikte Hugenberg’in medya imparatorluğu, yayınlarıyla Nazi hareketinin ulusal tanıtımını yaptı. 29 Ekim 1929’da ABD’de başlayan ekonomik kriz6 tüm dünyayı sardı ve kısa zamanda Almanya’ya da ulaştı. 1930’un başlarında Almanya’nın en büyük ikinci sigorta şirketi çöktü. İşsizlik bir yılda 3.000.000’a çıktı. 1932’de ise bu sayı 6.000.000’a ulaştı, kısa bir süre sonra Alman sanayisinin %50’si işlemez hale geldi. Mart 1930’da ülkeyi yöneten koalisyon dağıldı ve yerine başka bir koalisyon gelmedi. Almanya’daki parlamenter demokrasi fiilen son buldu. Cumhurbaşkanı Hindenburg özel bir madde (Madde 48) çıkartarak başbakanlığa Heinrich Brüning’i atadı. Meclis çoğunluk sağlanmadan 1932’ye kadar Brüning tarafından kontrol edildi. Ekonomik ve sosyal istikrar sağlanamadı. NSDAP7 oyları tek seçimde 3 katına çıktı ve %18’e ulaştı. Düşman olmalarına rağmen Alman halkının ekonomik ve siyasal krizi fark etmesi için Naziler ve komünistler iki yıl boyunca birlikte çalıştı. Hitler’in karizmatik çekiciliği ve hareketinin gençliğe yönelik olması, ekonomik ve sosyal felaketten tahrip edilmekten korkan büyük kesimler için cazipti. Ayrıca onun bir savaş gazisi olması da etkiliydi. Sosyalistlerse Almanya’daki işçi kesiminden öteye uzanamadı ve Stalin’in dış müdahaleleri olumsuz etkiledi. 1932 seçimlerinde Hindenburg tekrar seçildi fakat Hitler oyunu %37’ye çıkardı (“Germany - The end of the republic”, 2019). İlerleyen dönemde derin entrikalar içerisinde Hitler önce parti içindeki 6 Bahsi geçen “Büyük Buhran” 7 NSDAP: Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiter Partei)

33


KRİZİN ÜLKESİ: WEIMAR CUMHURİYETİ rakiplerini ekarte ederek partideki tek adam oldu ardından da 30 Ocak 1933’te başbakan oldu. Nasyonal Sosyalizmin önünde bir engel kalmamıştı. Askeri ve siyasi güç Hitler’in ellerindeydi. Yaşlı, hasta ve sembolik cumhurbaşkanı Hindenburg 2 Ağustos 1934’te öldü. Cumhurbaşkanının ölümüyle Hitler cumhurbaşkanı oldu. Tek parti ve diktatör tarafından yönetilen Nazi Almanya’sı tam anlamıyla başlamış oldu. Adolf Hitler krizleri lehine kullanarak zirveye tırmandı ve zirvedeki tek adam haline geldi.

Büyükdağ, A. (2017). Kavgamız. Evans, R. (2014). The coming of the third reich. New York: Penguin Books. Fergusson, A. (2010). When money dies. New York, NY: PublicAffairs. Germany - The end of the republic. (2019). Retrieved 15 December 2019, from https://www. britannica.com/place/Germany/The-end-of-therepublic Germany - Years of crisis, 1920–23. (2019). Retrieved 15 December 2019, from https://www. britannica.com/place/Germany/Years-of-crisis-1920-23 Germany - Years of economic and political stabilization. (2019). Retrieved 15 December 2019, from https://www.britannica.com/place/Germany/ Years-of-economic-and-political-stabilization O’Sullivan, A., & Sheffrin, S. (2007). Economics. Boston, Mass.: Pearson/Prentice Hall. Shapiro, M. (1980). The penniless billionaires. New York: Times Books.

Referanslar Balderston, T. (2002). Economics and politics in the Weimar Republic. Cambridge: Cambridge University Press. Board of Governors of the Federal Reserve System. (1943). Banking and monetary statistics, 1914-1941. Washington, D.C. Bernholz, P. (2016). Monetary regimes and inflation. Cheltenham: Edward Elgar. Brinton, C., Christopher, J., & Wolff, R. (1973). Civilization in the West. Englewood Cliffs, N. J.: Prentice-Hall.

34

TCMB - Terimler Sözlüğü. (2019). Retrieved 15 December 2019, from https://www.tcmb.gov.tr/ wps/wcm/connect/TR/TCMB+TR/Main+Menu/ Banka+Hakkinda/Egitim-Akademik/Terimler+Sozlugu/


Avrupa’da Yükselen Popülİzm: Macarİstan ve Fransa’da Güncel Durum HASAN KARAKAŞ

Çoğunlukla sağ görüşlü, muhafazakar siyasal hareketlerle ilişkilendirilen popülizm, 21. yüzyıl Avrupasının en önemli politik sorunlarından biri konumunda. Kısaca tanımlarsak popülizm, basitleştirilmiş ve duygulu bir siyaset yapma biçimini anlatmak için kullanılmakta. Aynı zamanda popülizm, yeni, post-modern bir ideoloji ve milliyetçiliğin çağdaş bir yorumu manasına da gelebilmekte. Bu minvalde, Birleşik Krallık ve Avrupa siyasetinin tanınan simalarından biri olan ve kendini orta sınıftan, sıradan bir vatandaş olarak tanımlayan Nigel Farage, Avrupa bütünleşmesi projesinden ayrılma fikrini yıllardır dile getirmektedir. Ne var ki Farage’ın aykırı görüşleri, 2016 Brexit oylamasına kadar çok fazla ilgi görmemişti. Dikkate değer biçimde, Farage’ın liderlik ettiği Brexit Partisi (eski adıyla UKIP) gibi Avrupa karşıtı ve muhalif hareketler son zamanlarda Avrupa kıtası boyunca farklı şiddetlerde de olsa gündem yaratmış durumda. Bu hareketlerin ortak özelliği, geleneksel değerlerin ve sosyal yapıların erozyona uğraması, milli kimlik ve egemenlik anlayışının zarar görmesi, ve milli bilinci yüksek, yapıcı politikalara olan artan ihtiyaç gibi konularda yüksek sesli eleştiriler yöneltmeleri (Meijers, 2011). Ayrıca, Avrupa bütünleşmesini, milli hassasiyet içeren duygularla, sert tonlarda eleştirmeleri bu popülist söylemlerin göze çarpan bir başka ortak özelliği. Ben bu yazımda, Avrupa kıtasının gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerine örnek teşkil edebilecek olan Macaristan ve Fransa’da yükselen popülist akımları kısaca incelemeye çalışacağım. Macaristan Başbakanı Viktor Orban sıklıkla popülizmle ilişkilendirilen, kendini “dar görüşlü” veya “hoşgörüsüz” olarak tanımlamakta sorun görmeyen bir siyasi figür. Partisi Fidesz, 2010

yılında iktidara geldiğinden beri, milliyetçilik, kültürel korumacılık, ve güçlü merkezi yönetimi içeren politikaları açıkça savunmakta ve uygulamakta. Genel hatları ile, finansal belirsizlikler, kurumlara duyulan güvenin azalması, yönetsel yetersizlik, ve kötü ekonomik performs popülist söylemler için gerekli hareket alanını yaratmaktadır (Danaj et. al., 2018). Macaristan’da da durum çok farklı değil: 21. yüzyılın başlarından beri yaşanan sosyo politik ve ekonomik kargaşa ortamı Orban’a iktidarın yolunu 2010’da açtı. Bilhassa, böylesi keskin bir sosyopolitik dönüş, 2010 seçimlerinin hemen öncesinde yaşanan ciddi ekonomik bozulma, komünizmden demokrasiye geçiş döneminin getirdiklerine karşı duyulan memnuniyetsizlik, ve o dönemin politikacılarına duyulan güvenin ciddi bir şekilde azalmış olması sebebiyle mümkün oldu. 2014 yılında tekrar iktidara geldikten sonra Orban, Macaristan’ın kendi iktidarı döneminde, başarılı bir şekilde, iflas ettiği 2008 kriziyle beraber ayyuka çıkmış olan liberalizmden hızla uzaklaştığını dile getirdi. Aksine, Orban, daha geleneksel anlamda birlik, beraberlik ve Hristiyanlık değerlerine bağlı bir toplum hayal ettiğini açıkça ifade etti (Schmidt, 2019). Öte yandan, hükümetin yıllardır süren karalama kampanyalarına karşı Macarların büyük bir kesimi AB üyeliğinde kalmak konusunda ısrarcı. Yine de Macarlar, Birlik’in mülteci krizi ve kitlesel göç konusunda uyguladığı politikalardan ciddi şekilde rahatsız. Üstelik Macarlar Birlik’ten genel mali destekler ve mülteci krizinin yönetimi konusunda daha cömert adımlar bekliyor. Orban’ın başarısına ve popülaritesine apaçık işaret eder şekilde, partisi Fidesz, 2010 yılından beri genel seçimleri ara arkaya 3 kere kazandı. Aslına bakarsak Macaristan ekonomisi son dönemde oldukça iyi iş çıkarmakta: işsizlik ve enflasyon değerleri düşüş eğilimi göstermekte, GSYİH büyümesi %5 dolaylarında seyretmekte, ve reel ücret miktarları dikkate değer biçimde

35


AVRUPA’DA YÜKSELEN POPÜLİZM artış göstermektedir. Bunun yanısıra Macaristan, Avrupa’da uluslararası bütünleşme oranı en düşük ülkelerden birisi. Bir hayli düşük yabancı dil öğrenme oranları ise bunu kanıtlar nitelikte. Ünlü Macar orkestra şefi, ve demokrasi ve insanlık hakkında görüşleriyle meşhur bir entelektüel olan Adam Fischer’e göre Orban’ın baskıcı hükümeti, Avrupa Birliği’nden ciddi yaptırımlarla karşılaşmazsa, çoğulculuğun bastırılması ve mazlum konumundaki azınlıkların üstüne gidilmesi gibi politikalarını aldığı geniş halk desteğine dayanarak sürdürmeye devam edecek gibi duruyor (Fischer, 2018). Gerçekten de büyük oranda Fidesz hükümetinin kontrolüne geçen medya sayesinde, çoğulculuk ve basın özgürlüğü ciddi anlamda zarar görmüş durumda. Dahası, Orban hükümeti sivil toplum ve akademinin üstüne baskıcı adımlarla yürümekte bir sakınca görmemekte. Özetlersek, 2022 parlamento seçimlerine doğru giderken, Fidesz hala ülkedeki en güçlü ve popüler parti olma konumunu, özellikle kırsal alanda yaşayan kesimden gelen yoğun destek ve ekonomik başarılara dayanan öyküsüyle muhafaza etmekte. Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinden Fransa, Birleşik Krallığın hemen ardında, Avrupa’nın en popülist 2. Ülkesi konumundadır (Bourekba, 2017). Son dönemlerde ayyuka çıkan kamusal düzen ve milli kimliğe ilişkin kaygılar ve çokkültürlülüğün getirdiklerine dair memnuniyetsizlik mevcut tüyler ürpertici durumun başlıca sebepleri olarak gösterilmekte. Oldukça şaşırtıcı bir şekilde, sağcı, milliyetçi Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen, 2017 Fransa başkanlık seçimlerinde 2. tura kalarak olağanüstü bir başarı gösterdi. Partisi de aynı şekilde toplam oyların yaklaşık %23’ünü kazandı. Fransa ve ABD’deki şartlar oldukça farklı olsa da, Marine Le Pen ve partisinin söylemleri Amerikan sağ-kanat popülizmininkine oldukça benzemektedir: anaakım adaylara karşı anti-elit ve suçlayıcı bir tutum, sırasıyla Brüksel ve Washington’un mevcut

36

düzenine sert eleştiriler, ve Avrupa projesini hemen hemen bütünüyle reddediş. Dahası, Trump ve Le Pen kendi ülkelerini yetersiz sınır kontrolleri konusunda sıklıkla sert bir dille eleştirmekte. Onlara göre bu durum, sosyal bozulma, milli birlik ve kimliğin zarar görmesi, ve artan terörizmin ardında yatan başlıca neden. Fransız hükümeti yakın zamanlarda Sarı Yelekliler protestoları ve isyan hareketiyle karşı karşıya geldi. Marine Le Pen’e göre artan bu muhalif gösteriler, Avrupa kıtası boyunca değişen siyasal rüzgarların en büyük işaretlerinden biri (Berton, 2019). Sarı Yelekliler’in ortak söylemlerine bakılacak olursa, neoliberal reformlar, artan vergiler ve yaşam masrafları, ve artan kitlesel göç akımları ve sosyal düzensizliğe yönelik sert eleştiriler kolaylıkla gözlenebilir. Sonuç olarak, Avrupa’nın kendi siyasal yolculuğunda tamamen yeni bir dönemi yaşadığı açıkça görülmekte. Son dönemde, sağ ve sol tandanslı popülist partiler kıta boyunca önemini arttırmakta. Sol tandanslı partilere örnek olarak Yunanistan’daki Syriza, İspanya’daki Podemos ve İtalya’daki “Movimiento 5 Stelle” örnek olarak verilebilir. Öte yandan, çarpıcı yükselişlerine rağmen popülist partiler, yakın zamanda Avrupa’da iktidar olacak kadar güçlü durmuyor, ekstrem durumlar olan Yunanistan ve Macaristan’ı saymazsak. Açıkcası, son dönemde baş gösteren sosyal ve ekonomik sorunlar, koca bir işçi sınıfını ve kasabalı kesimi geleneksel partilerden ayrıştırarak, milliyetçi ve Avrupa karşıtı partilere yöneltmiş değil. Macaristan’da 2019 yerel seçimlerinde ittifak kuran muhalefetin kazandığı, Budapeşte belediye başkanlığı da dahil olmak üzere ciddi başarılar, Orban’ın yenilmez imajına ciddi anlamda darbe indirmiş durumda, ve 2022 parlamento seçimlerine doğru giderken bir dönüm noktası teşkil ediyor olabilir. Fransa’da ise, popülizm, düşen işsizlik rakamları ve yeniden yükselişe geçen ekonomiyle paralel olarak taban kaybetmeye başlamış gibi görünüyor.


AVRUPA’DA YÜKSELEN POPÜLİZM 20. yüzyıl Avrupa demokrasinin siyasal partiler, sendikalar, endüstri ilişkilerine yönelik temel değerleri son dönemde ciddi anlamda erozyona uğramış durumda ve toplumu kırılgan hale getirmektedir. Buna mukabil, artan gelir adaletsizliği, düşük vasıflı işgücünün küreselleşme ile azalması, kitlesel göç ile artan sosyal bozulmalara karşı duyulan rahatsızlığa bir tepki olarak, popülist söylemler ve hareketler Avrupa’da ve Amerika’da ciddi anlamda rağbet görmektedir. Dahası, geleneksel medyanın öneminin azalması ve sosyal medyanın yepyeni bir platform olarak ortaya çıkması bu tarz söylemler için yeni, elverişli fırsatlar doğurmaktadır. Uzun lafın kısası, yükselen popülizm, Avrupa’nın son dönemde yaşadığı ekonomik çalkantılar ve göç akımlarına karşı gösterilen geçici bir tepki mi yoksa daha büyük, köklü sosyal dönüşümlerin sinyallerini mi veriyor bunu zaman gösterecek.

Referanslar Berton, Elena. 2019. “Euroskeptics See France’S Yellow Vest Protesters, Spain’S Vox Party As Signs Of Political Shift”. The Washington Times. https:// www.washingtontimes.com/news/2019/feb/19/marine-le-pen-sees-france-yellow-vest-protesters-n/. Bourekba, Moussa. 2017. “CIDOB - Populism In France: Towards Normalisation?”. CIDOB. https:// www.cidob.org/en/articulos/cidob_report/n1_1/ populism_in_france_towards_normalisation. Fischer, Ádám. 2018. “My Country Is Being Poisoned By Populism. The EU Must Stand With Hungary | Ádám Fischer”. The Guardian. https:// www.theguardian.com/commentisfree/2018/ sep/11/populism-eu-hungary-orchestras-conductor. Meijers, Erica. 2011. “Populism In Europe”. https:// gef.eu/wp-content/uploads/2017/01/GEF_-_Populism_in_Europe_-_Introduction.pdf. Schmidt, Maria. 2019. “Opinion | The Case For Populism”. Nytimes.Com. https://www.nytimes.com/2019/10/16/ opinion/hungary-communism-european-union.html.

37


Türkİye Modernleşme KrİZİNİ Nasıl Aşar? KAĞAN DAĞDEVİREN

Türk modernleşmesi üzerine çok sayıda inceleme yapılmış, tartışmalı bir konudur. Türk modernleşmenin tarihsel gelişimi, modernleşme sürecindeki aktörler ve bu süreci şekillendiren sosyo-ekonomik faktörler gibi önemli alt başlıklar akademisyenlerin yoğunlaştığı konular arasında yer alıyor. Ama öte yandan, Türkiye’deki modernleşme algısının ilgi çekici ve önemli bir konu olmasına rağmen hak ettiği değeri görememiş olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden bu yazıda Türk Modernleşmesi’nin üzerinde yeteri kadar durulmamış ve aslında bugün yaşadığımız ve gelecekte yaşayacağımız problemlerin kaynaklarından biri olan Türkiye’deki modernleşme algısı ve modern olmak üzerine yazacağım. Bunun için öncelikle modernleşmeyi değerlendirdikten sonra bunun Türkiye’de nasıl anlaşıldığı konusuna değineceğim. Son olarak yeni bir modernleşme ve modern olma algısına ihtiyacımız olduğunu vurgulayan bir yazı ile bu modernliğin nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalışacağım. MODERNLEŞME NEDİR? Modernleşmeyi konuşmadan önce her toplumun kendi modernleşme sürecini farklı bir şekilde deneyimlediğini ve bu modernleşme süreçlerini etkileyen düşünürler ve entelektüellerin ortak siyasi ve felsefik düşünce yapısına sahip olmadıklarını unutmamalıyız (Çiğdem, 1997). Modernleşme düşüncesinin sınıfsal karşılığı olan burjuvaziyi de bir bütün olarak görmek yanlış olacaktır. Bunun tam aksine, burjuvazi de kendi içinde bölünmüştür ve modernleşmeyi bir sınıf olarak bilinçli bir şekilde siyasi iktidara karşı savunmak yerine kendi bireysel görüşlerine ve çıkarlarına uyumlu olduğu takdirde modernleşmeyi desteklemişlerdir (Çiğdem, 1997). Bu sebeplerden dolayı da kesin ve tartışılamaz bir modernleşme tanımı veremeyiz ama ideal olan tanımı vermeye çalışacağım.

38

Modernleşme, insanları esasta kötü nitelikte olan ve onları köleleştirdiğine inanılan mit, hurafe ve yargılardan ve bunların üreticisi olarak dinin temsil ettiği eski düzenden kurtarmak ve bu düzen yerine iyi ve özgürleştirici olduğuna inanılan aklın düzenine ulaştırmaktır (Çiğdem, 1997). Aklın düzeni, dini insanın gerçekliği kavramasında bir engel olarak görür ve dinin ilerlemeyi engellediğini düşünür. Bundan dolayı, din gerici bir unsurdur ve siyasi iktidarlar kendi çıkarları için dini politik baskı ve meşrulaştırma aracı olarak kullanır (Çiğdem, 1997). Modernleşme ise bilginin birikimselliği ve teknolojinin gelişmesiyle mümkün ve kaçınılmaz bir süreçtir. Aklını kullanan ve böylece dinden bağımsızlaşıp sekülerleşen insan da eski düzenden kurtulup ilerleyebilecektir. Bu ilerleme esnasında aklını kullanan insanın yanında olması gereken şeylerden birisi bilimdir ve insanlık ilerlemek için bilim ve akla bağımlıdır. Bunlar olduğu takdirde ilerleme kaçınılmazdır. Bu anlayış modernleşmenin tarih okumasını da şekillendirir. Tarihsel süreç içerisinde dogmalardan ve hurafelerden kurtulan insanlık bilim ve aklı kullanarak eksiklerini ortadan kaldıracaktır ve doğruya yaklaşacaktır. Bu anlayışta pozitivist tarih anlayışının öncülü olmuştur. Modernleşme sürecine başka bir perspektiften bakarsak, bu sürecin gerçekten de bahsedildiği kadar iyi, özgürleştirici ve ilerici olduğu konusu şüphelidir. Becker’a göre, modernleşme Ortaçağ mirasının sekülerleştirilmesinden başka bir şey değildir. Modernleşme düşünürleri Hristiyanlık’ın unsurları olan Kilise ve İncil’i reddettiler ama bu reddediş kurumların kendilerine oldu, onların sunduklarına karşı olmadı (Becker, 1967). Yani eski düzenin kutsalı ve temeli olan dinin tek otoritesi olan ve bu otoriteyi siyasete taşıyan Kilise, ortadan kaldırılmak yerine sekülerleşerek Aydınlanmış Despot’a 1 evrildi.


TÜRKİYE MODERNLEŞME KRİZİNİ NASIL AŞAR? İncil de dini bir kutsal kitap olarak reddedildi ama İncil’in sunduğu rehberlik ve yönlendiricilik reddedilmedi (Becker, 1967). Bu görevler bilim ve akla teslim edildi. Buradan anlaşılabileceği üzere, modernleşme insanlığın iyiye dönüşümü değildir. Bunun tersine, insanların kutsallarını sekülerleştirme sürecidir. Tarih boyunca kendi kutsallarını yaratan insanlık, bu kutsalını eskiden dinde ve onun kurumları olan İncil ve Kilise’de bulurken, artık seküler kutsallar olarak bilim ve aklı tercih edilmeye başlanmıştır. Yani modernleşme, insanlığın iyiye doğru evrimi değil, insanlığın yeni kutsal arayışıdır. Bu bakış açısı ile Türkiye’deki modernleşme algısını yorumlamak sorunu anlamada daha faydalı olacaktır. TÜRKİYE’DEKİ MODERNLEŞME ALGISI Türk Modernleşmesini düşündüğümüzde, Avrupa dışı bir toplum olarak modernleşme teorisine uygun olmayan bir şekilde modernleşme sürecinde ilerlediğimiz görülecektir. Bunun nedenleri bu yazının konusunu aşmakla birlikte bazı noktaları vurgulamakta fayda var. Öncelikle Türkiye’de modernleşme sürecini şekillendiren fikirler, entelektüeller ve düşünürler tarafından değil Osmanlı’nın sorunlarını çözmek ve yıkılmasını engellemek isteyen bürokratik elitler tarafından geliştirilmiştir. Bu görüşlerin temel kaynağı batıdır ve Batılılaşarak bu sorunlar çözülebilir ama bu görüşlerin toplumda bir karşılığı yoktur. Çünkü Osmanlı’da, Avrupa’da olduğu gibi modernleşmenin itici gücü olan bir burjuva sınıfı yoktur. Bu itici güç toplumdan uzak ve bağımsız olan bürokrasi sınıfından gelmiştir (Keyder, 1993). Modernleşme talebinin toplumdan gelmemesi ve bürokratik sınıf tarafından topluma ithal edil1 18. ve 19. yüzyılda politikalarını modernleşme prensiplerine göre belirleyen, anti-demokratik ve otoriter olan liderler Aydınlanmış Despot olarak anılır. Napoleon, II.Frederick ve I. Petro Aydınlanmış Despot kavramının en iyi örnekleridir.

meye çalışılması da modernleşmeye karşı tepki oluşturmuştur çünkü modernleşmek için Batılılaşmak gerekiyordu ve bu durumu toplumun talebi olmadan hızlı bir şekilde gerçekleştirme imkânı yoktu (Keyder, 1993). Modernleşmenin doğal bir süreç olarak gelişmek yerine elitler tarafından tanımlanan acil bir ihtiyaçtan yani Osmanlı’nın kurtarılmasından kaynaklanması (Keyder, 1993) da toplumun modernleşmeyi elitlerin beka sorunu olarak tanımladığı ama gerçekte bir kültür dayatması olduğu şeklinde okumasına neden olmuştur. Ama bunun tam tersine devlet elitleri ise modernleşmeyi acil bir şekilde gerçekleştirilmesi gereken bir beka ve milli güvenlik sorunu olarak görüyordu. Modernleşme üzerine olan bu iki zıt görüş Türk düşünce hayatını da derinden etkilemiştir. Doğal bir süreç olarak gelişmeyen ve devlet elitleri tarafından acilen çözülmesi gereken bir beka sorunu olarak görülen modernleşmenin toplumsal desteğinin olmadığını belirtmiştik ve bundan dolayı da modernleşme sürecini gerçekleştirme işini bürokrasi kendi üstüne almıştır ve toplumu aydınlatmaya çabalamıştır. Modernization kelimesinin Aydınlanma olarak çevrilmesi de bürokrasinin bu görevi nasıl bir şekilde algıladığını anlamak bakımdan önemlidir. Elitlerin gözünde bir beka sorunu olan ve acil bir şekilde çözülmesi gereken modernleşme krizi aydınlanmış elitlerin karanlığa boğulmuş toplumu aydınlatması şeklinde bir dayatma tarzıyla gerçekleşecektir çünkü aydınlığa ulaşmış elitler karanlıktan çıkamayan toplumun aydınlığa varmasını beklerlerse her şey için çok geç kalınmış olabilir. Modernleşmenin Türkiye’de yukarıda bahsedildiği şekilde gelişmesi sonucu modernleşme algısı da yanlış bir şekilde gelişmiştir. Modernleşmeyi Batı’da doğup artık evrensel olarak kabul edilen değerlerden sadece birisi olan sekülerizmde görüp seküler bir insanda olmasını bekledikleri yaşam tarzını benimsemeyenleri eski düzen insanı olarak görmek ve bu insanları aydınlatmak

39


TÜRKİYE MODERNLEŞME KRİZİNİ NASIL AŞAR? için elitizm talep etmek, modernleşmenin beka sorunu olmasından dolayı istenilen modernleşmeyi sağlamayanların hain ve gerici olarak görülmesi ve farklı modernleşme fikirlerinin reddedilerek anti-pluralist ve anti-demokratik bir modernlik ve modern olma algısının oluşmasına neden olmuştur. Diğer taraftan bu modernleşmeye karşı çıkanlar ise modern olmayı seküler olmak anlayışını üretmeye devam etmişler ve evrensel değerleri de bu modernliğin parçası olarak gördükleri için reddetmişlerdir. Sonuç olarak her grup 21.yüzyıl insanına uymayan bir modernleşme algısı benimsemiş ve bu algıyı üretmeye devam etmiştir. SONUÇ OLARAK: NASIL BİR MODERNLEŞME? Farklı kimliklere, etnisitelere ve dünya görüşlerine ev sahipliği yapan bir ülke olarak Türkiye’de, insanların modernleşmeden anlaması gerekenlerin hoşgörü, tolerans, çoğulculuk, özgürlük, farklılıklara saygı ve dayatmacı olmayan bir laiklik olduğuna inanıyorum. Seküler yaşam tarzını modernlik ile eş tutmak yerine bugün seküler dünya olarak tanıdığımız yerlerden çıkmış ve şu an evrensel değerler olan çoğulculuk ve demokratiklik gibi değerleri benimsemeliyiz. Türkiye gibi çok sayıda farklı kimliğin ve görüşün bulunduğu bir ülkede insanlara kendi kimliğimizi ve hayat tarzımızı dayatamayız. Dindar veya seküler hayat tarzını benimsemek 21.yüzyılda bize modernlik ve modern olmak hakkında yeteri kadar bilgi veremez. Tam aksine, bir insanın kendi kimliğinden olmayana karşı tavrı, onun modernliğini belirleyen bir unsurdur. Dindar bir insan, insanların içkisine karışmıyorsa, seküler bir insanda dindarların kamusal alanda başörtüsü özgürlüğüne saygı gösteriyor ise bu modernliktir. 21. yüzyılda modernlikten anlamamız gereken şey kendi kimliğimizi ve hayat tarzımızı başkalarına dayatmak olmamalı, aksine farklı kimlik ve hayat tarzlarının varlığını kabul etmek bizim modernlik anlayışımız olmalıdır.

40

Aslında bu bahsettiğim anlayışı sadece modernliğe ulaşma sorununa çözüm olarak okumamalıyız. Kutuplaşmış ve cepheleşmiş bir ülkenin vatandaşları olarak bu sorunları çözmek istiyorsak bahsettiğim modernleşme anlayışını benimsemek zorundayız.

Referanslar Carl L. Becker, Heavenly City of the Eighteenth Century Philosophers, New Haven: Yale University Press, 1967 Çiğdem Ahmet, Aydınlanma Düşüncesi, İletişim Yayınları, 1997 Keyder Çağlar, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, 1993


08.08.08 – GÜNEY OSETYA NİLAY GENCER

2014 yılında Kırım’ın Rusya tarafından ilhakı uluslararası hukuka aykırı bulundu, devlet liderleri tarafından kınandı, birden çok uluslararası kanalda eleştirildi ve dünyanın her bölgesinde yerel ve ulusal gazetelere manşet haber olarak yansıdı. 2019 Eylül ayında Rusya’nın Kırım’daki yerel ve bölgesel seçimleri Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından tanınmadı; aksine, Ukrayna’nın toprak bütünlüğüne vurgu yapıldı. Peki, Rusya Kırım’ı ilhakından önce tüm bu tepkileri alacağını tahmin edemiyor muydu? Cesaretini nereden alıyordu? Ya da bu ilhak engellenebilir miydi? Bu sorulara kesin bir yargı niteliği taşıyan cevaplar vermek yerine; bu makale, Kırım meselesinden önceki bir krizi; beş gün süren Rusya-Gürcistan savaşının arka planını, savaşın gelişimini ve uluslararası toplumdaki yansımasını inceleme amacı taşıyor. Çin’in ilk kez ev sahipliğini yaptığı 2008 Olimpiyat Yaz Oyunları 08.08.08 tarihinde yerel saate göre 8’de başladı (BBC Turkish, 2008). Sekiz, Çin kültüründe şanslı bir sayıydı ve bu olimpiyat “barışı” temsil ediyordu. Fakat bu sırada dünyanın başka bir köşesinde bir şanssızlık, bir kriz, bir savaş yaşanmaktaydı. Gürcistan Güney Osetya’yı, Rusya da Gürcistan’ı bombalıyordu. Beş gün süren bu savaşın hikayesinin başlangıcı bu kadar kısa değildi elbette. Güney Osetya bölgesi sorununun başlangıcı oldukça eskiye, Çarlık Rusyası dönemine kadar dayanmakta. Osetya, Kafkasya’nın diğer bölgeleri gibi 1917’ye kadar günümüz Rusya’sının kontrolü altındaydı. Kuzey Osetya, Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı “özerk cumhuriyet” olarak kabul edilirken, Güney Osetya, Gürcistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ne bağlı özerk bölge statüsü elde etti. 1921 yılındaki bu karar Güney kesimini memnun etmedi ve oto-

nom cumhuriyet talepleri yıllarca sürdü. 1991 yılına gelindiğinde Gürcistan SSCB’den ayrılarak bağımsızlığını ilan etmesini takiben yeni devlet başkanı Gamsakhurdia’nın aşırı milliyetçi politikaları sebebiyle bölgede gerginlikler arttı. Tiflis yönetimi tarafından tanınmamasına rağmen Güney Osetya iki kez bağımsızlık için referandum düzenlendi; biri 1992’de diğeri ise 2006 yılında gerçekleşti. Sonuç olarak, bağımsızlık talebini on veya yirmi yıl değil; yaklaşık doksan yıldır dile getiren bir bölgeden söz ediyoruz. Özellikle 2006’dan itibaren Rusya ve Gürcistan arasında oluşan birçok gerginlikten bahsetmek de mümkün; örneğin, hava sahası ihlali suçları, gizli askeri operasyon planları ve dahası… 9 Mayıs 2008’de Gürcistan Başbakan Yardımcısı Rusya-Gürcistan savaşının her an patlak verebileceğini, “bu akşam, yarın, her an” gerçekleşebileceğini belirtirken tam da bu gerginliklerden bahsediyordu. (USAK, 2008) 8 Ağustos tarihine gelindiğinde Gürcü birlikleri bağımsızlık ilan edilen Güney Osetya’ya operasyon düzenledi. Binlerce sivilin ölmesinin yanı sıra iki adet Rus uçağının düşürülmesiyle birlikte Rusya da çatışmaya dahil oldu ve bu çatışma beş günlük bir savaşa dönüştü. Beş günün sonunda bir ateşkes imzalandı ve Rusya, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıyan ilk devlet oldu (Aydal, 2019). Ateşkes, Avrupa Birliği Konseyi Dönem Başkanı Nicolas Sarkozy arabuluculuğu ile gerçekleşmişse de Kırım’ın işgalinde olduğu gibi sert kınamalar veya Rusya’nın agresif tavırlarını konu eden eleştiriler ne Avrupa Birliği’nden ne de ABD’den geldi. Örneğin, Moskova ile ilişkilerin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşünen ABD, İngiltere ve Doğu Avrupa’daki eski Sovyet ülkelerine karşın Almanya ve Fransa bu düşünceye tamamen karşı çıktılar (İyikan, 2011). Çünkü onlar Moskova’ya bağlı idi. Bu bağlılığı oluşturan da elbette ki enerjiydi.1

41


08.08.08 - GÜNEY OSETYA Peki, tüm bunların ötesinde Rusya’yı o yıllarda rahatsız eden ne gibi faktörler vardı? Bu noktada iki ana etkenden bahsetmek mümkün. Birinci etken hiç şüphesiz ki 2008 NATO Bükreş Zirvesi. Bu zirvede Ukrayna ve Gürcistan’ın Avrupa-Atlantik kurumları ile bütünleşme arzusu oldukça sıcak karşılandı; dahası, basın açıklamasında “Bugün, bu ülkelerin NATO üyesi olacağı konusunda anlaştık” ifadesi kullanıldı (NATO, 2008). Bu açıklama karşısında Rusya’dan cevap gecikmedi. 8 Nisan 2008’de Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya katılımını engellemek için Rusya’nın mümkün olan “her şeyi” yapacağını belirtti (Shchedrov & Lowe, 2008). NATO’nun açıklamasının Rusya tarafından kabul edilemez bulunduğunu ve güvenlik anksiyetesini arttırdığını söyledikten sonra ikinci bir faktör olarak Rusya’nın kendini meşrulaştırma çabası ele alınabilir. Rusya’nın elinde bir koz olarak tutacağı, Batı dünyasını topa tutacağı ve en önemlisi Güney Osetya’nın bağımsızlığını kabul ederken kendini dayandıracağı bir örnek vardı elinde; “Yenidoğan” Kosova. 2008 Şubat ayında Sırbistan’dan bağımsızlığını ilanının ardından birçok ülkenin bağımsızlığını tanımasıyla Kosova, Rusya’nın kararlarını dünyaya meşru bir kılıfa sokması yönünden müthiş bir emsal karar; hatta bir araçtı. Velhasıl, 2006 yılında Putin’in “Eğer Kosova’ya bağımsızlık verilecekse neden Abhazya’ya ve Güney Osetya’ya vermeyelim ki” (RadioFreeEurope RadioLiberty, 2006) açıklaması Putin’in bu meşru aracı ilerde nasıl kullanacağına ve nasıl pragmatik bir araç haline getireceğine işaret ediyordu. 1 Burada doğal gaz bağımlılığından bahsediliyor. Genel olarak AB ülkelerinin doğal gaz ithalatında Rusya’ya çok büyük ölçüde bağımlı olduğunu belirtelim. Zira Rusya ve Ukrayna arasında yaşanan son enerji krizi sırasında Rusya 16 Haziran 2014 tarihinde Ukrayna üzerinden doğal gaz ithal eden birçok ülkeye doğal gaz akışını kesmişti. Özellikle bu olaydan sonra AB içerisinde ortak enerji politikası oluşturma amacı tekrar gündem haline gelmişti.

42

Rusya’nın Soğuk Savaş’tan sonra egemen bir devlete ilk saldırısı olması açısından Güney Osetya krizini anlamak ve çözümlemek “yeni dünya” düzeninde Rusya’nın pozisyonunu anlamak açısından oldukça önemli. Rusya’nın Güney Osetya’yla birlikte emperyalist niyetlerini açıkça göstermeye başladığı tartışılmakta (Studzińska, 2015). Peki, Batı bu niyetleri görmezden mi geliyor? Yok mu sayıyor? Rusya’dan mı korkuyor? Yoksa sözü edilen bağlılık mı Batı’nın sessizliğine sebep oluyor? Rusya-Gürcistan savaşının belki de en önemli sonucu altı yıl sonra Ukrayna’da kendini gösterdi. Rusya’nın Gürcistan ile olan savaşından sonra gözlemlenen başlıca gelişmeler şu şekilde sıralanabilir: Rusya’nın yoğun bir askeri reform program üstlenmesi, uluslararası toplumun sessizliği ve Rusya’nın Batı’ya batının dilinden ders vermesi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 5953. Toplantısında Rusya Büyükelçisi Vitaly Churkin’in ifadelerine bakıldığında Gürcistan’ı etnik temizleme ile suçlamanın yanı sıra, nasıl Koruma Sorumluluğu (R2P)2 kavramını amaçla2 Koruma Sorumluluğu kavramı uluslararası bir norm olup meşruluğu hala tartışılmaktadır. Temel olarak; devletin sivilleri soykırımdan, insanlığa karşı suçlardan, etnik temizlikten ve savaş suçlarından koruma kabiliyetini arttırma amacına tekabül eder. Kavram ilk kez Birleşmiş Milletler’in 2005 yılındaki Dünya Zirvesinde üye ülkelerin devlet ve hükümet başkanları tarafından oy birliği ile kabul edilmişse de “insani müdahale” tartışmalarını takiben ortaya çıktığını belirtelim. NATO’nun Kosova’ya BM Güvenlik Konseyi kararı olmaksızın müdahalede bulunması uluslararası hukuka aykırı bulunmuştu. Bu tartışmaların üzerine Kanada’nın insiyatifi ile kurulan bir komisyon 2001 yılında Koruma Sorumluluğu Raporu hazırladı. Ve bu norm dört yıl sonra bahsedilen zirvede kabul edildi. Kavramsal farklılıklar, meşruiyet zeminleri ve karşılaştırılmalı analiz bu makalenin kapsamı dışında kalıyor. Ancak, bu kavram kulağa oldukça hoş gelse de suistimale bir o kadar açık olduğunu iddia eden bir literatürün varlığından bahsetmek gerekiyor. Kimi yazarlar bunun bir illüzyon olduğunu; hatta, “Truva Atı” olarak kullanılabileceğini belirtiyor. [Bkz.Bellamy (2005) ]


08.08.08 - GÜNEY OSETYA nan anlamından koparıp; onu tamamen yeni bir hakimiyet aracına dönüştürdüğü görülebilir (UN, 2008). Bu toplantıda, Churkin, Amerika Büyükelçisi Khalilzad’ın Rusya’ya yönelik hiçbir eleştirisini kabul etmeyeceğini belirtirken “Siz önce Irak, Afganistan ve Sırbistan’da sivil nüfusa ne yaptığınızı açıklayın, daha sonra sıra bize gelir, biz sivil halkı koruyoruz” tarzı cümleleri suçu örtbas etmekten öte uluslararası hukuk normlarını bile bir araç haline getirdiğini gösteriyor (UN, 2008). “Whataboutism” (Samolovov, 2015) kelimesinin Türkçede tam bir karşılığı olmasa da, “peki ya sizcilik” tarzı bir yaklaşım Rusya’nın agresifliğini örtmekte her zaman kullandığı taktiklerden birisi. Rusya’nın Kırım’da uyguladığı strateji ile Güney Osetya ve Abhazya’daki davranışları arasında ciddi bir benzerlik bulunmakta. Fakat Rusya başlangıçta Güney Osetya’daki tutumunun tersine Kırım’ın bağımsızlığından ziyade kendisine bağlı bir Kırım seçeneğini tercih etmekteydi. Rusya, Kırım ile birlikte Karadeniz’de stratejik çevreyi derinden değiştirip bölgedeki askeri hakimiyetini sağladı. Aynı zamanda Rusya Gürcistan’ı NATO’dan uzak tutma taahhüdünün Batı’nın Gürcistan’ı koruma isteğinden daha büyük olduğunu da ispatlamış oldu. 2008 savaşı Putin’e kelimenin tam anlamıyla dünyanın “nabzını yoklama” imkanı sağladı. (Studzińska, 2015) Fakat savaş sırasında Putin’in başbakan olduğunu belirtelim, zira devlet başkanlığı görevini Medvedev’den 7 Mayıs 2012’de devralmıştı. Uluslararası toplumdan hiçbir tepki ile karşılaşmayan, uluslararası hukuk normlarını keyfi olarak işleten, 2008 yılında gücünü ve ağırlığını “yakın çevresinde” hissettirmeye çalışan bir Rusya’dan bahsettik. Makalenin girişinde sorulan soruları bu çerçevede bir kez daha muhakeme etmenin yeni bir perspektif sağlayacağını düşünüyor ve okurlara umut dolu günler diliyorum.

Referanslar Aydal, D. (2019). Savaş Tuzakları. MOTTO. Bellamy, A. (2005). Responsibility to Protect or Trojan Horse? The Crisis in Darfur and Humanitarian Intervention after Iraq. Ethics & International Affairs, 19(2), 31-54. doi:10.1111/j.1747-7093.2005. tb00499.x BBC Turkish. (2008). Pekin’de görkemli açılış. Retrieved from http://www.bbc.co.uk/turkish/news/ story/2008/08/printable/080808_olympics_opening.shtml İyikan, N. (2011). Orta Asya ve Güney Kafkasya siyasi gelişmeler. İstanbul: Hiperlink Yayınları. NATO. (2008). Bucharest Summit Declaration. Retrieved from https://www.nato.int/cps/en/natolive/official_texts_8443.htm

43


EKONOMİK KRİZİN TOPLUMSAL ETKİLERİ

SEFA TAŞKIN

Ekonomik kriz yalnızca bireylerin ve toplumun satın alma gücünü belirgin bir şekilde sınırlandırıp iktisadi hayata edilgen bir şekilde katılmasına sebep olmakla kalmayıp aynı zamanda bir takım sosyolojik ve psikolojik olayları da beraberinde getirir. Daralma dönemlerinde artan işsizlik olgusu, kişilerin hayat standardını düşürmektedir. Geçtiğimiz yıllarda yapılan çalışmalara göre, hayat standartlarının belirgin bir düşüş göstermesi ve işsizlik olgusu, bireylerde itibar kaybına ve pek çok psikolojik soruna sebep olmaktadır. TÜİK’in verileri konuyu daha kapsamlı bir şekilde değerlendirebilmemiz için bir fırsat sunmaktadır. Verilere göre, 21. yüzyılın başındaki bu ilk büyük krizde (2008 ekonomik krizi) Türkiye’deki işsizlik oranları çok ciddi miktarda artmış; 2000 yılında %6,5 iken, 2001 yılında %8,4’e çıkmıştır. Aynı dönemlerde kaba intihar hızı milyonda 2,67’den 3,78’e yükselirken, geçim zorluğu ve ticari başarısızlık sebepli intiharların payı %22,6’dan %26,0’a yükselmiştir (TÜİK. İstatistik Göstergeler 1923-2007. Yayın no.3206. Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu Matbaası, Aralık 2008. s.31, 44-45, 154-75.) Bunula birlikte, Halil Tunalı ve Seren Özkaya’nın Türkiye’de İşsizlik- İntihar İlişkisinin Analizi (2016) isimli çalışmasında belirttiği gibi hayat standardı düşen bireyler, toplumdan izole ve dışlanmış bir yaşantıyı tercih etmekte, ve bu durum çoğu zaman bireylerde intihar duygusuna sebep olmaktadır. Diğer bir araştırma da ise Gıyasettin Ekici, Haluk A. Savaş, Serhat Çıtak İntihar Riskini Arttıran Psikolojik ve Sosyal Etmenleri (Sosyal güvence yokluğu, göç ve diğer stresörler) bağlamında değerlendirmiş ve gerek intihar eden grupta gerek kontrol grubuna işsizlik oranın fazla olduklarını tespit etmişlerdir. Ancak, şu da belirtilmelidir ki bu araştırmanın konusu bu değerlendirmede bireyleri intihara iten diğer sebepler ve bulunan değerler açıkça

44

belirtilmiş ve işsizliğin ise intihara sebep olan tek etken olmadığını ancak kişinin hayat standardı ve yaşam koşullarını sınırlandırdığı vurgulanmıştır. Bunula birlikte ekonomik kriz dönemleri, işsizliğin, nakit akışı, hiperenflasyon, makro ekonomik göstergeler gibi sebeplerle pozitif eğilimli artış gösterdiği bir dönemdir. Sumru Öz’ün (2010), çalışması açıkça göstermektedir ki; Türkiye’de 2001 krizinin etkisiyle 2003 yılında %10,5’e çıkan işsizlik oranı, 2004–2006 döneminde ulaşılan yüksek büyüme rakamlarına ve aradan yedi yıl geçmesine karşın kriz öncesinde %6,5 civarında olan düzeyine inmedi. Artan işsizlik ve istikrarsız ekonominin tarihsel örneğini ve toplumdaki yansımalarını ise Osmanlı Devleti’nin Tanzimat döneminde deneyimlediği ayaklanmalarda bulabiliriz. E. Atilla Aytekin (2012), Tanzimat Dönemi’nde Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı vilayetlerinde ortaya çıkan ayaklanmaların, artan vergiler ve halkın iktisadi anlamda negatif ayrışması olarak değerlendirmiş ve tuhaf bir şekilde okuma-yazma oranı oldukça düşük olan bu kesimin herhangi bir dış devletin desteğinden bağımsız oldukça iyi örgütlendiği belirtmiştir. Sonuç olarak, ekonomik kriz döneminde bireyler hayat şartlarının gittikçe kötüleşmesi ve sahip oldukları ekonomik hakları yitirmesi sebebiyle pek çok psikos duruma maruz kalmakta ve toplumdan soyutlanmaktadır. İşsizlik, artan vergiler ve satın alma gücünün yok olma derecesinde azalması ve yitmesi bireylerin iktisadi hayata katılmasını güçleştirmektedir. Ekonomik krizin toplumu dönüştürücü ve şekillendirici özelliği ise bu yazının ikinci boyutunu oluşturmaktadır. Tarihsel örnekleri inceleyecek olursak İngiltere’nin koloniler üzerindeki topladığı vergileri arttırma kararı, aslında Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin bir anlamda diğer siyasi ve toplumsal olaylarla birlikte ortaya çıkaran asıl faktördür. Bununla birlikte, bilhassa Şili, Venezuela, Arjantin gibi ülkelerde halk ağır


EKONOMİK KRİZİN TOPLUMSAL ETKİLERİ vergiler, kısıtlı imkanlar ve iç siyasi olaylar altında ezilmektedir. Marx, Komünist Manifesto (1848)’da: ‘’Şimdiye kadar var olan toplumun tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir.’’ diyerek toplumsal durumu ve edilgen bir parçası olduğumuz kapitalist devletin yaşadığımız yüzyılda bireyi şekillendirmesi, emek sömürüsünü etkin bir şekilde kullanıp kendi dilediği insan tipini yaratması, Marx’ın bakışından sınıf mücadelesi ve burjuvazinin gerek ekonomik gerekse kültürel anlamda baskın rolü oynamasından kaynaklanmaktadır. Gerçekten, burjuvazi gerek meşru iktidar gerekse medya, kültür, sanat gibi doğrudan veya dolaylı bir şekilde etkileşim içinde olduğumuz birtakım nesnelerle insanlarını biçimlendirmektedir. Osmanlı’da İkinci Mahmut, döneminde gittikçe güç kazanan ayanları artık resmen tanımak ve her ne kadar istemese de sınırlı ölçüde güçlerini kabul etmek zorunda kaldı ve devletin içinde bulunduğu zor durumundan faydalanan ve bir anlamda merkezi hükümete karşı sınırlı bir özerklik kazanan ayanlar, artık toplum üzerinde daha görünür bir etkileme ve değiştirme güçlerini edindiler. Bununla birlikte, Ekim Devrimi’nin değerlendirilmesinde Rusya’nın o dönemde yaşadığı iktisadi bulanım ve bu buhranın halk kitlesi üzerindeki güdüleyici etkisini de göz ardı edemeyiz. Vergi bilhassa iktidarın meşru gücüyle birey ve kurumlar üzerindeki mali yetkisi ekonomik kriz dönemlerinde kitlelerin hayatlarını daha da zorlaştıran bir araca dönüştürmekte ancak iktidarlar genellikle gelişmemiş ve cari açıkları fazla ve ancak dış borç ile büyüyen ülkelerde artık başat gelir kaynağı olarak görülmekte ve zaten hayatını sürdürmekte zorlanan halk, artan vergilerle artık hayatını sürdüremez olmaktadır. Son olarak ekonomik kriz dönemleri, artan ilaç fiyatları, nakit likit idenin azalması, hizmet kalitesinin düşmesi gibi sebeplerle kitlerinin sağlık hizmetlerinden etkin ve doğrudan hizmetlere ulaşmakta zorlandığı ve bazı kesimlerin, hiz-

metlerden yararlanamadığı dönemlerdir. Bireylerin beden ve ruh sağlıklarının bir parçası oldukları toplumdaki sosyoekonomik değişimlerden bağımsız olarak değerlendirmenin mümkün olamayacağını göz önünde bulundurduğumuzda, iktisadi krizin, sağlık hizmetlerinin akışını belirgin bir şekilde sınırlandırdığını ve insanların doğrudan kolaylıkla sağlık hizmetlerine ulaşmadıklarını söyleyebiliriz. Dünya Sağlık Örgütü Genel Direktörü Dr. Margaret Chan’ın bu konuya yaklaşımı, ekonomik kriz ve sağlık bağlamında bir bağlantı kurabilmemiz için yeterine açık olacaktır. DSÖ Genel Direktörü Dr. Chan küresel ekonomik krizin sağlığa etkileri konusunda şu saptamaları yapmıştır: Yetkililer işsizliğin artması, sosyal koruma ağlarının çökmesi, birikimlerin erimesi ve sağlık için yapılan harcamaların azalması sebebiyle ülkelerindeki sağlık düzeyinin kötüleşeceği konusunda endişe duymaktadırlar. Ayrıca ruhsal sorunların, tütün, alkol ve madde kullanımının artması konusunda da endişelidirler. Bunlar geçmiş krizlerde yaşanmıştır. Ülke yetkilileri aynı zamanda sağlık alanında gelişmeye destek olan uluslararası fonların azalabileceğini düşünmektedirler. Türk-Sağlık Sen tarafından 2008 ekonomik krizinin etkileri hala sürerken yayımlanan bir raporda ise işçi kesimin ekonomik krizde sağlık hizmetlerinden ne kadar yararlanabildiğini ve krize nasıl tepki verdiğini göstermektedir. Raporda, yaşanan ekonomik kriz ve artan fiyatlar sonucunda insanların yeme, içme ve ısınma gibi temel ihtiyaçlarında kısıtlamaya gittiklerine dikkat çekilmektedir. Bu kısıtlamaların hastalıklara yol açabileceği, öte yandan hastanelerde katılım payı alınması yüzünden ekonomik krizin iyice belirginleştiği son bir ayda, hastanelere yapılan başvurularda azalma olduğu belirtilmektedir. Raporda ayrıca bireylerin ekonomik kriz sebebiyle ucuz gıdaya yöneldiklerine de vurgu yapılarak bunun da sağlık açısından risk taşıyabileceğine dikkat çekilmek-

45


EKONOMİK KRİZİN TOPLUMSAL ETKİLERİ tedir. Yaklaşık elli bin işyerinin kapanması ve birçok sektörde firmaların küçülme veya üretimlerine ara verme kararı almasına bağlı olarak işsizliğin hızla arttığı ve ekonomik sıkıntıların bireylerin ruh sağlıklarını derinden etkilediği belirtilmektedir. Özetlemek gerekirse, ekonomik bireylerin satın alma güçlerini belirgin bir şekilde sınırlandırarak, toplumda birçok sosyoekonomik değişimlere sebep olmaktadır. Artan işsizlik, sağlık hizmetlerine erişmenin giderek güçleşmesi, bireyler üzerinde olumsuz etkiler göstermekte ve yapılan araştırmalarda belirtildiği gibi işsizlik ve intihar vakaları arasında sınırlı da olsa bir korelasyon olduğu görülmektedir. İktisadi krizin insan hayatını ve geleceğinin pek çok anlamda etkilediği ve yeninden tasarladığı inkar edilemez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.

Referanslar TÜRKİYE’DE İŞSİZLİK - İNTİHAR İLİŞKİSİNİN ANALİZİ(Halil TUNALI ve Seren ÖZKAYA,Kırklareli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi (ISSN: 2146-3417) Yıl: 2016 – Cilt: 5 – Sayı: 2) E. Attila Aytekin, “Peasant Protest in the Late Ottoman Empire: Moral Economy, Revolt and the Tanzimat Reforms”, International Review of Social History, 57 (2012): 191–227 İntihar riskini artıran psikososyal etmenler (Sosyal güvence yokluğu, göç ve diğer stresörler) Gıyasettin EKİCİ, Haluk A. SAVAŞ, Serhat ÇITAK,Anadolu Psikiyatri Dergisi 2001; 2(4):204212) Türkiye’de İşgücü Piyasası ve Genç İşsizlikBüyüme İlişkisi Üzerine Bir İnceleme Funda Çondur - Mehmet Bölükbaş (Amme İdaresi Dergisi, Cilt 47, Sayı 2, Haziran 2014, s. 77-93) (TÜİK. İstatistik Göstergeler 1923-2007. Yayın

46

no.3206. Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu Matbaası, Aralık 2008. s.31, 44-45, 154-75 Türk Sağlık-Sen. Ekonomik kriz sağlığımızı bozdu. Türk Sağlık-Sen Ar-Ge Merkezi Raporu., http:// www. turksagliksen.org.tr/content/view/6276/55/, Erişim Tarihi: 12.05.2009)


Cemal Kaşıkçı Cİnayetİ ve Basın Özgürlüğü Krİzİ SEVİNÇ İREM BALCI

Görsel 1. Eylemciler, 25 Ekim 2018’de İstanbul Suudi Arabistan Konsolosluğu önünde yapılan toplantıda Suud gazeteci Cemal Kaşıkçı’yı mumlarla anıyorlar. A. CEMAL KAŞIKÇI KİMDİ VE NİÇİN ÖLDÜRÜLDÜ 2 Ekim 2018 tarihinde, Suudi gazeteci ve köşe yazarı Cemal Kaşıkçı, nişanlısı Hatice Cengiz ile evliliği için talep ettiği belgeleri almak üzere girdiği İstanbul Suudi Arabistan Konsolosluğunda esrarengiz bir şekilde kayboldu ve daha sonra kendisinden haber alınamadı. Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçtikten sonra ses kayıtları Türk istihbaratı tarafından CIA ve BM ile paylaşıldı. Bu kayıtlar cinayetin işlendiğine dair yeterli kayıtlardı ancak ne Kaşıkçı’nın cesedi ortaya çıktı ne de cinayetin failleri saydam bir şekilde yargılandı. Cemal Kaşıkçı 2018 senesinde öldürülen ilk gazeteci değildi ancak Türk medyasında ve uluslararası medyada uzun süre bu cinayet konuşuldu. Sebeplerinden biri elbette İstanbul’un göbeğinde, üstelik konsolosluk binasında acı bir şekilde katledilişiydi fakat öte yandan Kaşıkçı, Suudi Arabistan basınını uluslararası medyaya bağlayan kilit bir isimdi. Veliaht prens Muhammed bin Selman (MBS)’ın yükselişiyle Suudi Arabistan’da özgür düşünce gitgide kısıtlanmaktaydı ve muhalif gazeteciler yaşam kay-

gılarından dolayı kendilerini ifade etmekte güçlük çekiyorlardı. Örneğin, 2016 senesinde Kaşıkçı, Donald Trump’ın Amerikan başkanlığına seçilmesi üzerine yayınladığı eleştiri mesajlarından dolayı, Suudi Arabistan’da Twitter hesabına erişim engeli konuldu. Daha sonra, beş senedir yazmakta olduğu Al-Hayat gazetesindeki köşe yazıları basılmamaya başlandı (“Saudi journalist banned from media after criticising Trump”, 2016). 2017 senesinde diğer gazeteci arkadaşlarıyla birlikte Kaşıkçı “kendi kendini sürgün” ederek Amerika B irleşik Devlet ler i ’n de çalışmaya başladı. The Washington Post gazetesinde yazılar yazmaktaydı ve aynı zamanda ABD’de diğer gazeteci ve bürokratlar tarafından Suudi Arabistan hakkında danışılan bir isim haline gelmişti. The Washington Post’ta sıklıkla Suudi Arabistan’daki ifade özgürlüğü kısıtlamaları hakkında yazılar yazıyordu. 7 Şubat 2018 tarihli “Medya kontrolü zaten Suudi Arabistan veliaht prensinin elinde. Üstelik o şimdi daha çok baskı uygulamaya devam ediyor.” başlıklı yazısında MBS’nin çoğu medya kanalını satın aldığından ve daha önce eleştirileri saygıyla karşılanan kendi gibi gazetecilerin artık daha tehlikeli görülmeye başlandıklarından bahsediyordu: “Devlet, geçen seneden bu yana MBS taraftarı olsalar da olmasalar da yüzlerce entelektüeli, din adamını ve sosyal medya figürünü tutukladı. İtaatkâr gazeteciler ise parayla ödüllendirildi ve bürokraside kıdemli seviyelere yükseldiler.” (Khashoggi, 2017) 18 Ekim 2018 tarihinde The Washington Post, Cemal Kaşıkçı’nın ölmeden önce yazdığı fakat yayınlayamadığı makaleyi yayınladı. Kaşıkçı son makalesinde de Arap dünyasının ifade özgürlüğüne ihtiyacı olduğunu anlatıyordu (Khashoggi, 2018).

47


CEMAL KAŞIKÇI CİNAYETİ VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ KRİZİ B. ULUSLARARASI MEDYAYA GÖRE CİNAYETİN SORUMLULARI KİM Kaşıkçı’nın kaybolmasının üzerinden dört gün geçtikten sonra İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında soruşturma başlatıldı. Aynı gün, Suudi Arabistan’dan iki uçakla gelen 15 kişinin cinayetin işlendiği gün Kaşıkçı ile aynı saatlerde konsoloslukta olduğu belirlendi. Bu 15 kişinin arasında Suudi İçişleri Bakanlığı için çalışan adli tıp uzmanı Salah el-Tubaigy, prens Muhammed bin Selman’ın koruması, kıdemli istihbaratçı Maher Abdelaziz Mutreb, ve Suudi ordusu ile Kraliyet Mahkemesi için çalışanların olduğu tespit edildi (“Khashoggi’s murder: One year on, here’s what we know”, 2019). Ses kayıtlarının da ortaya çıkmasının ardından CIA yetkilileri cinayetin sorumlusunun Prens Muhammed bin Selman olduğunu açıkladı. Bunun yanı sıra Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Agnes Callamard tarafından yürütülen soruşturmada cinayetin Suudi Arabistan Krallığı tarafından işlendiği duyuruldu. (“What happened to Jamal Khashoggi?”, 2019) BBC’nin haberine göre, Suudi Arabistan’dan peşi sıra gelen çelişkili açıklamalarda aynı gün Türkiye’ye gelen 15 kişilik Suud ekibin Kaşıkçı’yı ülkeye geri getirmek için yollandığı fakat çıkan kavga esnasında öldüğünü, kasti bir niyetin olmadığı ifade edildi. Ardından Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı, Kaşıkçı’nın katillerinin “bazı serseriler” olduğunu iddia etti. Selman yönetiminin tutarsız açıklamaları uluslararası medyayı ikna etmese de bazı Batı ülkeleri prensin tarafını tutmuştu. ABD başkanı Donald Trump, önce cinayet hakkında duyduğu endişeyi belirtti ve henüz ona göre sorumlunun MBS olup olmadığı kesin değildi. Daha sonra CIA’in (ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı) aksine MBS’nin bu cinayette bir suçu olmadığını ifade etti. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo da yaptığı açıklamada Suudi Arabistan ile ABD’nin

48

önemli partnerler olduklarını ve ilişkilerinin devam edeceğini dile getirdi. Kanada, Fransa ve Birleşik Krallık bin Selman’a karşı tavır almazken, Almanya, Finlandiya ve Danimarka cinayetin ardından Suudi Arabistan ile silah ticaretini durdurdu. (Simon,2018) C. 2018 YILINDA DÜNYADA ÖLDÜRÜLEN DİĞER GAZETECİLER Gazetecileri koruma komitesi’nin (cpj) verilerine göre, 2018 yılında toplam 36 gazeteci hedef alınarak öldürüldü ve bu rakam 2017 yılında öldürülen gazetecilerin sayısının iki katıydı (“Explore cpj’s database of attacks on the press”,2019). Basında en çok konuşulan cinayetlerden biri 27 yaşındaki Slovak gazeteci Jon Kuciak’ın nişanlısıyla birlikte evlerinin önünde vurulmasıydı. Kuciak, İtalyan mafyası ile Başbakan Robert Fico’nun hükümeti arasındaki ilişkiyi incelemekteydi. Reuters’ın haberine göre polis şefi Tibor Gaspar, cinayetin muhtemelen Kuciak’ın işiyle bağlantılı olduğunu açıkladı. (“Police suspect Slovak investigative journalist murdered for his work”, 2018) Nisan 2018’de ise Afganistan’da 9 medya çalışanı öldürüldü. The New Republic dergisinin haberine göre, IŞİD üyesi olan bir intihar bombacısı Kabil’de basın üyelerini doğrudan hedef alarak katliamı gerçekleştirmişti ve bu katliam, 2018 yılının basına karşı olan en büyük saldırısıydı. (Simon, 2018) Medya cinayetlerinin yanı sıra, CPJ raporuna göre 2018 yılında dünyada 250 gazeteci cezaevindeydi. 68 tutuklu gazeteci ile Türkiye listede birinci sırada, 47 gazeteci ile Çin ikinci sırada ve Kaşıkçı cinayetinin sonrasında yükselerek Suudi Arabistan 16 tutuklu gazeteci ile üçüncü sırada yer alıyor. (“Explore CPJ’s database of attacks on the press”, 2019)


CEMAL KAŞIKÇI CİNAYETİ VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ KRİZİ D. İLETİŞİM ÇAĞINDA NEDEN HALA BASIN VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ İHLAL EDİLİYOR? Öldürülen ve cezaevinde bulunan gazetecilerin gün geçtikçe artması açıkça dünyanın basın özgürlüğü hakkında bir krizde olduğunu göstermektedir. Bu sonucun tek bir nedene bağlanması güç olsa da en büyük neden siyasilerin takındığı tavırdır. En gelişmiş ülkeler listesinde yer alan ülkelerin yalnızca kınama dışında katillerin uluslararası mahkemelerde yargılanması hakkında tavır almaları gerekmektedir ancak insanlardan bekledikleri tek şey işlenen cinayetlerin unutulmasıdır. Yazımı Cemal Kaşıkçı ekseninde oluşturmamın en temel sebebi kendi ülkelerinde düşünce ve ifade özgürlüğü için çabalayan ve sonunda öldürülerek susturulan gazetecilerin unutulmamasını istemem.

Referanslar Explore CPJ’s database of attacks on the press. (2019). Retrieved 30 November 2019, from https:// cpj.org/data/killed/2019/?status=Killed&motiveConfirmed%5B%5D=Confirmed&type%5B%5D=Journalist&typeOfDeath%5B%5D=Murder&start_ year=2018&end_year=2019&group_by=location Explore CPJ’s database of attacks on the press. (2019). Retrieved 30 November 2019, from https://cpj.org/data/?status=Imprisoned&start_ year=2018&end_year=2018&group_by=year Görsel 1. Akgöl, Y. (2018) Getty Images tarafından. https://www.gettyimages.com/detail/news-photo/demonstrator-holds-a-poster-picturing-saudi-journalist-news-photo/1053441452?adppopup=true

Khashoggi’s murder: One year on, here’s what we know. (2019). Retrieved 30 November 2019, from https://www.aljazeera.com/news/2019/09/year-jamal-khashoggi-murder-190930100740798.html Police suspect Slovak investigative journalist murdered for his work. (2018). Retrieved 26 February 2018, from https://www.reuters.com/article/ us-slovakia-crime/slovak-investigative-journalist-killed-at-home-report-idUSKCN1GA0Y5 Police suspect Slovak investigative journalist murdered for his work. (2018). Retrieved 30 November 2019, from https://www.reuters.com/article/ us-slovakia-crime/slovak-investigative-journalist-killed-at-home-report-idUSKCN1GA0Y5 Saudi Arabia’s crown prince already controlled the nation’s media. Now he’s squeezing it even further. (2017). Retrieved 7 February 2017, from https:// www.washingtonpost.com/news/global-opinions/ wp/2018/02/07/saudi-arabias-crown-prince-already-controlled-the-nations-media-now-hessqueezing-it-even-further/?noredirect=on Saudi journalist banned from media after criticising Trump. (2016). Retrieved 5 December 2016, from https://www.middleeasteye.net/news/saudi-journalist-banned-media-after-criticising-trump Simon, J. (2018). Why Were So Many Journalists Murdered in 2018?. Retrieved 19 December 2018, from https://newrepublic.com/article/152676/ many-journalists-murdered-2018 What happened to Jamal Khashoggi?. (2019). Retrieved 19 June 2019, from https://www.bbc.com/ news/world-europe-45812399

Khashoggi, J. (2018). Jamal Khashoggi: What the Arab world needs most is free expression. Retrieved 18 October 2018, from https://www.washingtonpost. com/opinions/global-opinions/jamal-khashoggiwhat-the-arab-world-needs-most-is-free-expression/2018/10/17/adfc8c44-d21d-11e8-8c22-fa2ef74bd6d6_story.html?noredirect=on

49


Çİn’İn Afrİka Polİtİkası SILA DENİZ GÖMLEKSİZ

Çin. Çin gayri safi yurt içi hasıla açısından dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olarak dünyanın en hızlı gelişen ekonomik güçleri arasında yer alıyor. Yükselen ekonomik gücüne paralel olarak global sahnede aktif bir aktör olarak büyük bir önem taşıyor. Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomisi 1978 yılından sonra dışa açılma sürecine girmiş, 1980’lerdeki derin ekonomik reformlarla kendi sosyalist ekonomisini sosyalist sistemden serbest piyasa ekonomisine dönüştürmeye başlamıştır . Çin 1989 yılında IMF’e, 2001 yılında ise Dünya Ticaret Örgütü’ne girerek dünya ekonomisi için ilgi odağı olmuş ve çok hızlı ekonomik büyüme yaşamıştır. (Gündal,2015) Yükselen ekonomik gücü ile Çin Dünya’nın çeşitli bölgelerine aktif bir şekilde yatırım yapmaya başlamıştır. Denizaşırı ülkelerde yapılan yatırımlar Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomisinin büyümesine katkı sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda Çin’in ekonomik gücünü kullanarak yurtdışında etkisini pekiştirmektedir. Çinli şirketler Çin’in 1999 yılından itibaren uyguladığı ekonomik olarak dışarıya açılma ve denizaşırı yatırım politikası (Go Out policy ya da Going Global strategy) ile son yıllarda çeşitli sektörlerde denizaşırı yatırım yapmaya yönelmişlerdir. Son yıllarda Çin’in yaptığı denizaşırı yatırımlar arasında çarpıcı bir artış gören Afrika kıtasına yapılan büyük yatırımlar olmuştur. 2018 Dünya Yatırım Raporu’na göre, Çin 2016-2017 yılları arasında Afrika kıtasın 45.1 milyar dolar boyutunda sıfırdan yatırım yapmıştır. Bu rakam 2013-2014 arasında yapılan yatırım miktarından 40 milyar dolarlık bir artışı göstermektedir. Çinli şirketlerin Afrika’da yaptığı yatırım projelerinin sayısı 2005 yılında 52 iken, 2012 yılında 923’e çıkmıştır. Çin aynı zamanda Afrika kıtasına yönelik kalkınma yardımı da yapmaktadır. 2000-2014 yılları arasında Afrika kıtasında 2,390 projenin finansörlüğünü yapmış, bu projeler toplamda 121

50

milyar dolarlık bir yatırım anlamına gelmiştir. Amerika Birleşik Devletleri aynı süre içinde Afrika kıtasına 100 milyar dolarlık kalkınma yardımı göndermiştir. Son yıllarda Çin, bölgeye yatırım yapan diğer ülkelere oranla yatırımlarında çok daha keskin bir artış göstermiş ve bölge üzerindeki etkisini arttırmıştır. (ChinaPower Project, n.d.) Bu yazıda Çin’in Afrika kıtası üzerinde artan ekonomik etkileşimini ve bunun kıta üzerindeki etkileri inceleyeceğiz. Çin’in Afrika üzerindeki yatırımları son yıllarda sıklaşmış olsa da, aralarındaki ilişkinin çok daha uzun bir tarihi vardır. Taraflar arasında yüzyıllar öncesine dayanan bir ticari ilişkisi olduğu bilinmektedir, Çin ticari gemilerinin kıtaya yanaştığı kıtadan tarım ürünleri alıp, kumaş gibi çeşitli ürünleri sattıkları bilinmektedir. Çin ve Afrika ilişkisinin resmi olarak başlamasının ise Soğuk Savaş döneminde Mao Zedong liderliğinde gerçekleşen devrimin sonrasına dayandığı söylenebilir. Soğuk Savaş döneminde Çin’in dış politikası devrim sonrasında devlet sistemini etkileyen ideolojik kavramlar ve Maoizm etrafında şekillenmiştir. 70’li ve 80’li yıllarda Sovyetler Birliği ile Çin arasındaki rekabet Çin’in dış politikasını derinden etkilemiş, bu etki Afrika’da da hissedilmiştir, taraflar kendi ideolojilerine yakın buldukları özgürlük mücadelesi veren grupları desteklemiştir. Deng Xiaoping liderliğinde başa gelen yeni reformist kadro, ideolojiye dayalı bu tutumdan geri adım atmış, “barış içinde birlikte var olma” politikasını benimsemeye başlamışlardır. (Dağlı, 2019) Günümüzde ise Çin’in Afrika politikası ticari ve ekonomik çıkarlar tarafından şekillenmektedir, bölgedeki eski Avrupalı sömürgeci güç odaklarının yerini Çin almaya başlamaktadır. Kıtaya yaptığı yatırımlarla Çin Afrika’nın gelişmesine katkı sağlamakla beraber, kıtanın Çin’e ekonomik açıdan bağımlı olmasını sağlamış ve Çin kıta üzerinde zamanla söz sahibi olmuştur.


ÇİN’İN AFRİKA POLİTİKASI TSon 20 yılda Çin’in Afrika üzerindeki politikasının değişmesini çeşitli unsurlar etkilemiştir. Bu unsurlardan en önemlisi Afrika’nın enerji kaynakları ve maden açışından geniş kaynaklara sahip olmasıdır. Dünya’da artan enerji talebi, Dünya’nın en hızlı büyüyen ekonomilerinden olan Çin’de de etkisini derinden hissettirmektedir. Çin’in ekonomik büyümesini sürdürebilmesi için enerji kaynaklarını çeşitlendirmesi ve enerji ticaretinin güvenliği sağlaması gerekmektedir. Bu gereklilik Çin’i doğal kaynaklar açısından zengin Afrika kıtasına büyük yatırımlar yapmaya itmiş, Çin’in Afrika üzerindeki dış politikasını şekillendirmiştir. Son yıllarda yapılan küresel petrol ve gaz keşiflerinin yaklaşık %30’unun Sahra Altı Afrika’sında yapıldığı bilinmektedir. (Kılıç,2019) 2020 yılında yaptığı petrol ihracının ABD’yi geçmesi beklenen Çin için bu oran büyük öneme sahiptir. (Hanauer & Morris, 2014) Çin günümüzde enerji ihtiyacının çoğunu Orta Doğu’dan karşılamakta olsa da, Çin’in enerji kaynaklarını çeşitlendirmek istemesi ve uluslararası terörizm gibi konulara dayalı endişeleri Afrika’yı Çin için daha da önemli kılmaktadır. Çin şu anda petrol ihtiyacının %25’ini Afrika’dan sağlamaktadır, Çin’in kıtadaki ana tedarikçileri arasında Sudan, Angola, Cezayir, Gabon ve Çad vardır. (Khaled, 2007) Çin’in bölgede yaptığı yatırımlar da bölgedeki enerji kaynakları üzerindeki çıkarları ile paralellik göstermektedir. Çin’in Afrika’da aldığı ekonomik politikaların ve yaptığı yatırımların çeşitli siyasi sonuçları da vardır. Çin’in global sahnede hedefleri arasında Tayvan’ın bağımsız bir ülke olarak tanınmaması da vardır. Çin ve Tayvan’ın arasında geçen 1971 Birleşmiş Milletler üye olma mücadelesinde Afrika ülkelerinin oyu Çin’in lehine çalışmıştı. Günümüzde 53 Afrika ülkesinin 46’sı Tek Çin politikasını destekliyor. (Dağlı,2019) Birleşmiş Milletler genel kurulunun üçte birini oluşturan Afrika ülkelerinin desteğini almak da, Pekin’in global sahnede hedeflerine ulaşabilmesi için

önemli bir unsur haline geliyor. Çin’in Afrika kıtası üzerinde artan nüfuzu Afrika ülkeleri arasında Çin’in Tayvan’a politikasına yönelik destek ve Tayvan ile ilişkiye girmeme eğilimi oluşturuyor. Çin aynı zamanda bölgede daha önce egemenliğe sahip olmuş Batılı güçleri ve Amerika Birleşik Devletleri’nin gücünü kırmak ve egemenliklerini zayıflatmak istemektedir. Çin’in bölgedeki etkileşimini çoğu Afrikalı hükümet olumlu olarak algılıyor. Bölgede yatırım yapan diğer güçler olan Amerika Birleşik Devletleri ve diğer Batılı ülkelerin aksine Çin’in Afrikalı ülkeleriyle ekonomik olarak etkileşime girerken onların yönetim biçimine müdahele etmemesi Afrikalı hükümetlerin bölgedeki Çin etkisinden memnun olmalarını sağlıyor. Çin ABD aksine bölgedeki hükümetlerin ülkelerini nasıl yönettiklerine karışmıyor. Aynı zamanda Çin’in çok hızlı ekonomik büyümesi gelişmekte olan Afrika ülkeleri için büyük bir umut kaynağı. Gelişmekte olan bir ülke olan Çin’in bölge üzerindeki hedefleri Afrikalı hükümetler tarafından emperyalist geçmişe sahip olan Batılı ülkelerin hedeflerine oranla daha altruistik olarak algılanıyor. Afrika’daki herkesin bu etkileşimden memnun olduğu elbette söylenemez. Çeşitli insan hakları grupları ve sendikalar Çinli şirketleri kötü iş şartları ve doğaya verdikleri zarar sebebiyle sert bir şekilde eleştiriyor. Çin kıtada sömürgeci bir geçmişe sahip olmamasına rağmen bölgede aldığı ekonomik aksiyonların yeni sömürgecilik kapsamında incelenebileceğini ortaya süren bir görüş de bulunmakta. Bu eleştirilerin bazı Afrika ülkelerinde Çinli işçilere ve iş adamlarına karşı yapılan protestolarla da sonuçlandığı görülmüştür. Afrika’da Çin’in bölgeyle etkileşimine hükümetlerin çoğunlukla olumlu baktığı görülse de, halk arasında bu konuda görüş ayrılıkları olduğu söylenebilir. (Hanauer & Morris, 2014)

51


ÇİN’İN AFRİKA POLİTİKASI Çin’in global sahnedeki yeri her gün geçtikçe önem kazanıyor ve Afrika kıtası da resmin önemli parçalarından biri. Çin yaptığı büyük ekonomik hamleler ile kıtayı hem ekonomik hem de siyasi yönden derinden etkiliyor.

Referanslar “IMF report for China”. International Monetary Fund. October 2018. GÜNDAL, B . (2015). Çin Ekonomisinin Yapısal Dönüşümü. Anemon Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 3 (2) , 55-72 . DOI: 10.18506/ anemon.68680 ChinaPower Project. (n.d.). Does China dominate global investment? | ChinaPower Project. [online] Available at: https://chinapower.csis.org/ china-foreign-direct-investment/ [Accessed 1 Dec. 2019]. Dağlı, O. (2019). Afrika’da Çin’in yükselişi ve stratejik hedefleri. [online] Aa.com.tr. Available at: https://www.aa.com.tr/tr/analiz-haber/afrikada-cin-in-yukselisi-ve-stratejik-hedefleri/1240987 [Accessed 1 Dec. 2019]. Khaled Hanafi Ali, “Global Companies: The Game of Resource Conflict in Africa”, International Politics, No. 169, Temmuz 2007, Vol. 43, s. 91-93. Hanauer, Larry and Lyle J. Morris, China in Africa: Implications of a Deepening Relationship. Santa Monica, CA: RAND Corporation, 2014. https:// www.rand.org/pubs/research_briefs/RB9760.html.

52


SURİYELİ SIĞINMACI ÇOCUKLAR VE TÜRKİYE’DE EĞİTİM

SİNEM AY

2011 yılında başlayan Arap Baharının Suriye’ye büyük ölçüde etki etmesi ve gerçekleşen iç savaş nedeniyle birçok kişi can güvenliklerini sağlamak için başta Türkiye olmak üzere diğer ülkelere doğru bir göç dalgası başlattı. Günümüzde ise Türkiye’de yaklaşık 4 milyon Suriyeli sığınmacı bulunmakta ve bu nüfusun 1.74 milyonunu çocuklar oluşturuyor (Mülteciler Derneği, 2019). 8 yıldır devam eden iç savaş sebebiyle bambaşka bir ülkede yeni bir hayat kurma çabası ve maruz kaldıkları psikolojik travmanın yanı sıra toplumdan dışlanma, ekonomik ve cinsel sömürü, çocuk evlilikleri ve silahlı gruplara dahil edilme (akt. Levent & Çayak,2017) gibi birçok riskle karşı karşıya olan çocukların “kayıp kuşak” olmasını engellemek için bakanlıklar, sivil toplum kuruluşları ve UNICEF iş birliği ile birçok çalışma yapılsa da hala tam olarak yıkılamayan bariyerler ve problemler için çözüm aranıyor. Bu yazının devamında ise Suriyeli çocukların eğitim alamama sebeplerine ve aldıkları eğitimdeki temel sıkıntılara değinilecek. Türkiye’de yaşamına devam eden tüm Suriyeli çocukların eğitimi 1989 yılında im zalanan Çocuk Hakları Sözleşmesince garanti altına alınmıştır. Sözleşmede çocuk kavramı vatandaş, göçmen veya mülteci ayrımı gözetilmeksizin yapılmıştır ve taraf devletler topraklarında yaşayan çocukların eğitimlerini sağlamak ve haklarını korumak yükümlülüğü altındadır. Yine sözleşmenin 28. Maddesi uyarınca, devlet çocuklara parasız ve zorunlu eğitimi sunmakla mükelleftir. Sözleşme eğitimle ilgili hizmetlerin saygı ve hoşgörü ortamında, çocuğun gelişimini destekler nitelikte, insan onuruna yaraşır biçimde sunulması gerektiğini savunur.

SURİYELİ ÇOCUKLARA YÖNELİK UYGULANAN EĞİTİM POLİTİKALARI Göç dalgasının başladığı ilk dönemlerde Türkiye, Suriyeli çocuklara yönelik eğitim çalışmalarını göç durumunun geçici olduğunu ele alarak Türk eğitim sistemine adapte edebilmekten ziyade çocukların ülkelerine döndüklerinde eğitimden uzun süre uzak kalmamalarını sağlamaya yönelik planlamıştı. Bu amaçla tasarlanan -göçün ilk yıllarındaki- eğitim politikaları yalnızca kamplarda yaşayan çocukları kapsamış olup, Türkiye öğretim programı Arapça olarak verilmişti. Kamp dışında ikamet eden çocuklara yönelik eğitim çalışmaları ise Suriye’deki iç savaşın durulmayacağı ve sığınmacıların vatanlarına dönmelerinin beklenenden uzun bir sürede gerçekleşeceğinin anlaşılması üzerine ilk kez 2013 yılında çıkan Millî Eğitim Bakanlığı genelgesi ile ele alındı. Kamp dışındaki çocuklar için Geçici Eğitim Merkezleri kurulması planlanmış, bu merkezlerde Suriye eğitim programına uygun Arapça eğitim verilmesi kararlaştırılmıştır. Geçiş sürecini sağlaması amaçlanan ve 2019 eğitim yılı sonunda kapanması planlanan bu merkezler için, Suriyeli çocukların kendi dillerini ve kültürlerini yaşatmaları, Türkçe dil becerilerini geliştirmeleri ve akademik destek almaları amacıyla çeşitli programlar hazırlandı ve uygulandı. Çocukların devlet okullarına geçiş sürecini sağlamak amacıyla kurulan Geçici Eğitim Merkezleri ise özellikle İstanbul’da ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ndeki şehirlerde dersliklerin ve okulların yetersizliği sebebiyle ilk ve ortaöğretimde en kalabalık sınıf nüfusuna sahip eğitim kurumları idi. 19 ilde bulunan 224 Geçici Eğitim Merkezi (HBOGM, 2018) her ne kadar kendi şehirlerinde Suriyeli çocukların eğitimi için büyük bir avantaj sağlasa da yine “misafirlik” anlayışı üzerine kurulmuş olmaları sistem üzerinde soru işaretleri uyandırmakta.

53


SURİYELİ SIĞINMACI ÇOCUKLAR VE TÜRKİYE’DE EĞİTİM Devlet okullarına kayıt sürecinin işleyişinde Suriyeli çocuklar için yapılan düzenlemeler her ne kadar bürokratik engelleri azaltmaya yönelik olsa da okullardaki idari çalışanların kayıt sürecini zorlaştırması, gerekli olmayan belgelerin velilerden talep edilmesi ve ailelerin çocuklarının karşılaşacağı tepkilerden çekinmesi devlet okullarının ve Suriyeli çocukların arasında, özellikle bu politikaların ilk uygulanmaya başlandığı dönemlerde bir bariyer oluşturduğunu söyleyebiliriz. Çocuk Sığınmacılar ve Okullaşamama Sebepleri Saptanan verilerde eğitim görmesi gereken bu yoğun nüfusa rağmen Ocak 2019 itibariyle okula kayıtlı bulunan çocuk sayısı yalnızca 645 bin civarlarında. Eğitim alamayan veya eğitimlerine devam edemeyen yaklaşık 400 bin çocuğun durumları ise birden fazla faktöre bağlanmakta. Ülkemizde bulunan mülteci statüsündeki çocukların eğitim haklarının bu derece garanti altına alınmış olmasına rağmen kendi ülkelerindeki savaş öncesi duruma kıyasla eğitim alma oranı oldukça düşük. Okullaşamamanın ve okul terklerinin sebepleri başlıca Türkiye ve Suriye arasındaki kültürel farklılıklara, çocukların yaşadıkları ekonomik zorluklara, eğitime erişim ve katılım sorununa ve yeterli eğitim için gerek duyulan finansman, öğretmen ve koordinasyon problemine dayanmakta. Kültürel farklılıklara bağlı ortaya çıkan sonuçlarda, velilerin çocuklarını karma eğitim verilen kurumlara göndermek istemedikleri, özellikle kız çocukları arasında görülen erken evlilik ve erken annelik gerçeği, ev işlerinin kız çocuklarının üzerinde sorumluluk olarak görülmesi durumu gözlenmektedir. Ailelerin çocuklarının Türk arkadaşları arasında kaynaşma problemi yaşama olasılığı, ayrımcılığa, zorbalığa ve önyargıya maruz kalması endişelerinden dolayı çocuklarını okula göndermeye sıcak bakmadıkları yine bu alanda yapılan çalışmalarda vurgulanmıştır.

54

Aynı şekilde, diğer velilerin de çocuklarının Suriyeli öğrencilerle birlikte eğitim almalarına sıcak bakmadığını, hatta bunun çocuklarına “tembih” yoluyla tepkilerini gösterdikleri gerçeği de ortada. Göçe ve göç politikalarına olan tepkilerini çocuklar üzerinden gösteren ailelerin tutumlarına bakıldığında, genel olarak Suriyeli sığınmacılara karşı önyargının çocukların üzerinde bir travma oluşturduğu su götürmez bir gerçek. Okullaşmanın önündeki bir diğer bariyer de ailelerin yaşadıkları ekonomik zorluklardan oluşmaktadır. Her ne kadar devlet tarafından verilen eğitim ücretsiz olsa da eğitime ulaşabilme yolunda birçok problem ile karşılaşılmakta. Suriyeli çocuklara yönelik eğitim programlarını kamp içikamp dışı olmak üzere iki başlık altında incelediğimizde kamp içi eğitim hizmetlerinde yüksek oranda katılım gözlenirken, kamp dışında aynı oranı görmek mümkün değil. Geçici Eğitim Merkezlerinin kısıtlı şehirlerde bulunması, bulundukları şehirlerde de ulaşım için ortaya çıkan masrafların aileler tarafından karşılanamaması ise bu sonucu kanıtlar nitelikte. Kamp dışı eğitimde, devlet tarafından çocuklara sunulan iki alternatif düşünüldüğünde Geçici Eğitim Merkezlerine olan yoğun ilgi normal karşılanabilir. Nispeten daha az yabancı bir ortamda alınacak eğitim, kısa vadede çocuklar için daha büyük bir fayda sunmaktaydı. Devlet okullarında ise, akran uyumu, dil bariyerinin öğrenci öğretmen ilişkisini kısıtlaması, öğretmenlerin sığınmacı çocukların eğitimine dair özel bir eğitim sürecinden geçmemesi ve bunun getirdiği yabancılığın ortaya bir kabul problemi çıkardığı gözlenmekte. Çoğunluğu Suriyeli öğrencilerden oluşan sınıflarda ise, çocuklar arası sosyalleşme ortak dil sayesinde gerçekleşirken, bu defa soyutlanan öznenin öğretmen olduğunu söylemek mümkün. (İnal,2019) Göç başlangıcından itibaren sekiz yıllık döneme bakıldığında, eğitim politikalarının daha kalıcı


SURİYELİ SIĞINMACI ÇOCUKLAR VE TÜRKİYE’DE EĞİTİM çözümler üreten bir niteliğe büründüğünü söyleyebiliriz. Nitekim, Eylül 2019’ da duyurulan yabancı öğrenciler için Uyum Sınıfları Projesi ile, çocukların Türkçe Yeterlilik Sınavı’na tabii tutularak, Türkçe bilgisi yetersiz olan öğrencilerin minimum bir, maksimum iki dönem hazırlık eğitimi verileceği kararlaştırılmıştır. (PIKTES, 2019) Bugün Türkiye’de 0-4 yaş arasında 572 bin çocuğun yaşadığını, (Mülteciler Derneği, 2019) tekrar göç etmeme ihtimalleri ile eğitimlerine Türkiye’de başlayacaklarını göz önünde bulundurduğumuzda, “kayıp bir nesil” oluşumuna engel olmaktan da öte, “bir nesli kazanmak” fikrinin oturtulabilmesi şart. Bunu gerçekleştirebilmek de somut çalışmaların yanında var olan önyargıları yıkabilmeyi gerektiriyor.

Mülteciler Derneği. (2019). Türkiye’deki Suriyeli Sayısı. Kasım 2019. Erişilen yer: www.multeciler.org.tr Suriyeli Çocukların Türk Eğitim Sistemine Entegrasyonunun Desteklenmesi. Erişilen yer: www. piktes.gov.tr Taşkın, P., & Erdemli, Ö. (2018). Suriyeli Öğrencilerin Eğitimi: Türkiye’de Öğretmenlerin Karşılaştığı Sorunlar. Eurasian Journal Of Educational Research, 75(9). UNICEF. (2017). Türkiye’de ‘Kayıp bir Kuşak’ oluşmasını önlemek [Ebook]. Erişilen yer: www. unicefturk.org

Referanslar

UNICEF. (2019). Türkiye’deki Suriyeli Çocuklar. Erişilen yer: www.unicefturk.org Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğü , MEB. (2018). Geçici Koruma Kapsamı Altındaki Öğrencilerin Eğitim Hizmetleri. Erişilen yer: www.hbogm.meb.gov.tr

(www.dw.com), D. (2019). Türkiye’de 10 Suriyeli çocuktan 4’ü okula gidemiyor | DW | 29.01.2018.

UNICEF. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme. Erişilen yer: www.unicef.org.tr

Erişilen yer: www.dw.com/tr Gee, S. (2019). “Geleceğimi Hayal Etmeye Çalıştığımda Hiçbir Şey Göremiyorum” | Türkiye’deki Suriyeli

Uzun, E., & Bütün, E. Okul Öncesi Eğitim Kurumlarındaki Suriyeli Sığınmacı Çocukların Karşılaştıkları Sorunlar Hakkında Öğretmen Görüşleri. Uluslararası Erken Çocukluk Eğitimi Çalışmaları Dergisi, 1(1), 75-80.

Mülteci Çocukların Eğitime Erişiminin Önündeki Engeller – Kayıp Nesil Olmalarını Önlemek. Erişilen yer: www.hrw.org/tr Kılıç, G., & Özkor, D. (2019). Suriyeli Çocukların Eğitimi Araştırma Raporu [Ebook]. İstanbul: Mavi Kalem Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği. Erişilen yer: http://mavikalem.org Levent, F. & Çayak, S. (2017). Türkiye’deki Suriyeli Öğrencilerin Eğitimine Yönelik Okul Yöneticilerinin Görüşleri. Hasan Ali Yücel Eğitim Fakültesi Dergisi. MEB, PIKTES. (2019). Uyum Sınıfları ile İlgili Sıkça Sorulan Sorular. Erişilen yer: www.piktes.gov.tr

55


Avrupa Borç Krİzİ İlerİ Tarİhlerde Bağımsızlık Krİzİ Yaratabİlİr Mİ?

ŞAKİR ER

KRİZ NEDİR Son zamanlarda neredeyse her gün gerek politik kriz gerek iklim krizi gerekse ekonomik/finansal kriz olarak duymaya başladığımız bu kelimeyle alakalı ne biliyoruz? Kriz, herhangi bir organizasyonun, ülkenin, şirketin veya insanın halihazırda devam eden durumlarda bir sıkıntı olduğunu ve işlerin yolunda gitmediğini gösteren bir durumdur. Krizler için genel olarak “birden ortaya çıkan” tabiri kullanılsa da, kriz, patlak verdiği güne kadar olan bütün olumsuzlukların nihai ve kaçınılmaz sonucudur. Ekonomik kriz bütün krizlerin arasında özel bir yere sahiptir çünkü bu kriz bir çok krizi de beraberinde getirecek bir durum.

Amerika’daki işsizlik oranları hızlar artıyordu ve 1929’da tepe noktasına ulaşmıştı, bunun yanı sıra ücretler azalmış ve tarım endüstrisi hem büyük bir kuraklık içerisindeydi hem de fiyatların düşmesinden dolayı bir küçülme yaşıyordu. Bütün bu birikim halk üzerinde, özellikle de elinde yüksek miktarda hisse senedi bulunduran kişilerde büyük bir paniğe ve korkuya sebebiyet verdi ve 24 Kasım gününde sonraları “Kara Perşembe” olarak da adlandırılacak günde yaklaşık olarak 13 milyon hisse senedi satıldı. (Bierman, 1998). Amerika’nın yaşadığı bu büyük krizde hem para politikalarının, hem maliye politikalarının, hem de finansal enstrümanların büyük rolü olduğunu aşikar.

EKONOMİK KRİZ NEDİR Ekonomiyi bir çark sistemi olarak ele almalıyız, çünkü bu çarklardan sadece bir tanesi bile teklese bu bütün sisteme etki edecek ve bütün sistem kendi içerisinde çözünecek duruma gelecek. Bu çarklar bazen dış politikadaki karar veya kararsızlıklar olabilirken bazen finansal enstrümanların balonlaşması 1 bazen de ülke içerisinde dış kaynaklı terör eylemleri olabilir. Bir örnek için Amerika Birleşik Devletleri’nin 1929-1939 arasında yaşadığı, belki de tarihinin en yıkıcı dönemlerinden biri olan Büyük Depresyonu ele alalım. 1920-1929 yılları arasında Amerika ekonomisi o zamana kadarki en büyük genişlemesini yaşıyordu ve 1929 yılında tüm ülkenin serveti neredeyse ikiye katlanmış durumdaydı. Fakat bu genişleme aynı zamanda Amerikan Borsasında da büyük balonlar oluşturmaya başlamıştı, o zaman aralığında

BÜYÜK DURGUNLUK Avrupa’nın yaşadığı borç krizini anlamamız için 2008 yılında yaşadığımız global krize, Büyük Durgunluk, göz atmamız gerekiyor. 2001 yılındaki ekonomik durgunluktan sonra Amerika Merkez Bankası (FED), ekonomik istikrar açısından faiz oranlarını neredeyse sıfır noktasına kadar düşürdü; 2004 yılında ise enflasyonu sabit tutmak amacıyla faiz oranlarını yavaş yavaş yükseltmeye başladı. Bu süre zarfı içerisinde subprime mortgage2 için başvuran ve alan kişi sayısı bir hayli artmıştı, zaten yüksek faizle kredi alan bu kişiler bir de FED’in faiz artırması kararıyla tahmin edemeyecekleri kadar borcun içine girmiş bulunmaktaydı. Aynı zaman içerisinde borsalar mortgage-backed securities3 tahvilleri de satmaya başlamıştı. Bütün bu şartlar bir araya gelerek ülke içerisinde emlak balonu oluşturdu, bunun sonucu olarak bankalar büyük bir likidite krizine girdiler, mortgage alanlar değil ana parayı faizi ödeyemeyecek duruma geldiler, aralarında Lehman Brothers ve Bear Stearn gibi köklü ve büyük yatırım bankaları bir bir iflas açıklamaya başladı, borsa çöktü ve milyonlarca kişi işinden oldu.

1 Herhangi bir finansal araçta, sanal değerle reel değer arasındaki farkın sanal olanı lehine giderek büyümesine finansal balon denir.

2 Kredi notu düşük kişilere yüksek faizle verilen ev kredisi. 3 İpotekle teminat altına alınmış alacakların teminat gösterilerek ihraç edilen borçlanma senetleri.

56


AVRUPA BORÇ KRİZİ İLERİ TARİHLERDE BAĞIMSIZLIK KRİZİ YARATABİLİR Mİ? AVRUPA BORÇ KRİZİ Avrupa Birliği politik bir birlik olmanın yanı sıra aynı zamanda bir ekonomik birlik, bu sebepten dolayı 1992 yılında Maastricht Antlaşması altında Avrupa Para Politikaları Birliği (EMU) kuruldu. Bu birliğin amacı başlıca para politikalarının bağımsız bir şekilde Avrupa Merkez Bankası (ECB) tarafından düzenlenmesi, üye ülkeler arasında ekonomik politika ortaklığının sağlanması ve ülkelerin kendi ekonomik planlarının -bütçe açığı, ülke borçları- denetlenmesi üzerineydi. Avrupa’daki borç krizinin en büyük çıkış noktalarından birisi de ülkelerin maliye politikalarını başarısız bir şekilde gerçekleştirmesinden kaynaklanıyor ve bu durumun üzerine 2008 krizinin etkileri – emlak balonları, bankacılık sektöründeki çöküş, çalkantılı borsa- eklendiği zaman birçok Avrupa birliği ülkesi zor bir ekonomik süreçten geçmeye başladı. Başta Yunanistan olmak üzere İtalya, İspanya ve Portekiz uzun bir süre büyük bir borç altında kaldı. Yunanistan, yığılmış cari açığını 2009’a kadar uluslararası piyasalardan borçlanarak kapatmaya çalışıyordu fakat 2009 yılında kredi bulmak zorlanınca bunun yanı sıra politik figürlerin, hükümetlerin popülist politikalar izlemesi, kamu tüketiminde bir tasarrufa gidilmemesi, bütçe gelirlerinin üzerinde harcama yapılması ve toplanan vergilerin gider kalemlerini karşılayamaması sonucunda kendisini büyük bir krizin içerisinde buldu (Akçay, 2012). Hükümetler yıllar boyunca vergi kaçakçılığını durdurmak veya azaltmak yerine vergi oranlarının arttırılması üzerine faaliyet gösterdiler ve beklendiği üzere bu durum herhangi bir şekilde ülke içerisinde vergilerin düzenli verilmesine veya toplanan vergilerin miktarında dramatik bir değişiklik yaratmadı. Yunanistan’ın bütçe açığının ve çekilen kredi miktarlarının bu kadar yüksek olmasının sebeplerinden birisi de Eurozone içerisinde olmaları [“The Greek Debt Crisis Story In Numbers”, BBC News, 2019.]. Daha önceleri

gelişmekte olan ülkelere verilen kredi miktarları ve faiz oranları caydırıcı bir şekilde yüksekken, Eurozone içerisinde yer almak ve Avrupa Birliği üyesi olmak kredi verenler için bir güven oluşturuyor ve bu ülkeler düşük faiz oranlarıyla yüksek miktarda krediler alabiliyor. Yunanistan’ın çektiği kredilerin bir çoğu emeklilik fonlarına ve işsizliği azaltmaya yönelik harcamalara gitti fakat bu giderlerin karşısında bir vergi geliri elde edilemediği için alınan krediler ödenememeye ve birikmeye başladı. Yunanistan’daki durumun benzerleri emlak balonu ve bankaların çökmesiyle İrlanda’da, kredi borçlarının ödenemeyecek duruma gelmesiyle İspanya ve Portekiz’de boy gösteriyordu. Sayılan ülkelerin Eurozone içerisinde olması Euro’nun geleceği için de bir tehlike oluşturuyordu, ülkeler borçlarını ödeyemedikleri için Uluslararası Para Fonu (IMF), Avrupa Merkez Bankası (ECB) ve 2010 yılında spesifik olarak krizle mücadele için kurulan Avrupa Finansal İstikrar Tesisi (EFSF) tarafından danışmanlık almaya başladılar. Başta Almanya olmak üzere Eurozone ülkeleri EFSF altında yaklaşık 1 trilyon euroluk bir kurtarma fonu oluşturdular fakat bu fonun kullanılması için ülkelerden kemer sıkma politikaları uygulanması istendi. Kemer sıkma politikalarına en çok direnenler Yunanistan halkı oldu, uzunca bir süre bu politikalara karşı durdular fakat yasa Yunanistan Meclisinden geçmeyi başardı. Avrupa Borç Krizi ülkeler nezdinde çıkmasına rağmen bütün Birliği etkiledi ve bunun ardından bir çok yeni tartışma türedi. Krizlerin asıl çıkış nedenleri hükümetlerin verimli bir maliye politikası uygulayamaması, Avrupa Para Politikaları Birliği standartlarını sağlayamamaları ve başarılı bir iç politika yürütememeleri olunca “Avrupa Birliği içerisinde ortak bir Avrupa Maliye Politikaları Birliği kurulmalı mı” tartışmaları başladı. Birçok kişi böyle bir kurumun gerekli olduğunu, ortak maliye politikalarıyla ülkeler arasındaki gelişmişlik düzeyinin azalacağını ve

57


AVRUPA BORÇ KRİZİ İLERİ TARİHLERDE BAĞIMSIZLIK KRİZİ YARATABİLİR Mİ? Birleşik Avrupa Devleti yolunda bir milat olacağını savunurken,. bir çok kişi de bu durumun üye ülkelerin egemenlik alanlarının neredeyse tamamen kısıtlanacağını, dolayısıyla ülke içi politikalara karışılmaması gerektiğini ve bu sorunların Birlik içerisinde müzakerelerle çözülmesi gerektiğini savunuyor (Eichengreen, Rodrik, 2019). AB içerisindeki GSYH açısından daha küçük yer kaplayan ülkelerdeki krizlerin etkisi bu kadar keskin ve yıkıcı iken, Almanya, Fransa gibi ekonomisi güçlü ülkelerde bir kriz çıktığı zaman ne olacağını kestirebilmek çok zor. Sonuç olarak Avrupa Borç Krizi hem 2008 krizinin etkileri ile hem de Eurozone ülkelerinin mali politikadaki yetersizliğiyle ortaya çıkmış ve Avrupa’yı derinden etkilemiş bir kriz olarak tarihe geçti. Kısa süreli çözümlerle bu kriz atlatılmış olsa da, uzun dönem için daha kapsamlı çözümler elde edilmek zorunda. Bu durumda en etkili çözüm Avrupa Maliye Politikaları Birliği gibi dursa da, üye ülkelerin böyle bir çözüme ne denli sıcak bakacakları büyük bir muamma. Halihazırda ülke sınırları içerisindeki bir çok konuda Avrupa Birliği standartları uygulanmak zorunda ve buna bir de ülkelerin kendi ekonomik politikaları üzerindeki Avrupa Birliği hakimiyeti gelirse, ki kemer sıkma politikalarında bile büyük zorluklarla karşılaşıldı, bu durumda Avrupa Birliği yeni Brexitler ile karşılaşabilir ve Birlik kendi içerisinde bir çözünme ile karşılaşabilir.

Referanslar European Sovereign Debt Crisis (2019) retrieved from https://www.investopedia.com/terms/e/ european-sovereign-debt-crisis.asp#history-of-the-crisis Great Depression (2009) retrieved from https:// www.history.com/topics/great-depression/ great-depression-history Üçler, Gülbahar, and Hale Kırmızıoğlu, “The Reasons Of Eurozone Sovereign Debt Crisis And An Empirical Analysis Over Permanency Of The Crisis”, International Journal Of Economics And Financial Issues, 5/1 (2015), 86-96 Akçay, Belgin, “Yunanistan Ekonomisinde Devlet Borç Krizi-Cari Açık İlişkisi”, Maliye Dergisi, 163 (2012), 15-35 What Is The Economic And Monetary Union? (EMU), European Commission retrieved from https://ec.europa.eu/info/business-economy-euro/economic-and-fiscal-policy-coordination/ economic-and-monetary-union/what-economic-and-monetary-union-emu_en> Eichengreen, Barry, and Dani Rodrik, “DEBATE: Should The Eurozone Impose Fiscal Union?”, Project Syndicate, 2019 retrieved from <https:// www.project-syndicate.org/bigpicture/debate-should-the-eurozone-impose-fiscal-union> “The Greek Debt Crisis Story In Numbers”, BBC News, 2019 retrieved from <https://www.bbc.com/ news/world-europe-33407742> Bierman, Harold, The Causes Of The 1929 Stock Market Crash (Westport, Conn., 1998)

58


1973 PETROL KRİZİ: ETKİLERİ VE SONUÇLARI

ŞİMAL ÖZYÖRÜK

Enerji, hem hayatın devamlılığı için vazgeçilmez bir yapıtaşı hem de insanoğlunun doğaya karşı verdiği mücadeleyi yönlendirmesini sağlayan bir enstrümandır. Ateşin evcilleştirilmesi ile başlayan ve günümüzde petrolün önderliğiyle devam eden enerji kaynaklarının kullanımı sürekli bir devinim içindedir. Enerji üretiminden ve tüketiminden oluşan bu döngü, insan yaşamını başta ekonomik ve politik alanlarda olmak üzere önemli ölçüde etkilemektedir. Liberal ekonominin klasik bir deyişi olan “kısıtlı kaynaklar, sınırsız ihtiyaçlar” yaklaşımı, günümüz enerji kaynaklarının paylaşımına yön vermekte aynı zamanda politik ve ekonomik gündemi belirleyen önemli bir bileşen olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu paylaşım çoğu zaman devletlerarası çatışmalara sebep olmakta ve 1973 Petrol Krizi örneğinde olduğu gibi hem ulusal hem de uluslararası rejimleri etkileyen krizleri tetiklemektedir. 18. yüzyılda Endüstri Devrimi’yle birlikte en çok kullanılan enerji kaynağı haline gelen kömür, 19. yüzyıl sonlarına doğru yerini petrole bırakmıştır. Petrol kullanımı açısından dönüm noktaları kabul edilen Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) sırasında kullanılan tank, uçak, gemi ve arabalar gibi petrolle çalışan araçlar petrolün stratejik bir kimlik kazanmasında önemli rol oynamış ve petrolün günlük hayattaki yerini pekiştirmişlerdir. Özellikle 1945’ten sonra petrol, uluslararası ulaşım ağının gelişimi, elektrik üretimi ve petrokimya endüstrisinin oluşumunda temel ögelerden biri olmuş ve küreselleşme mekanizmasının da ana hammaddesi olarak karakterize edilmiştir. Bu nedenle petrol sahalarının paylaşımı ve petrol ticareti, devletler arası meselelerde önemli bir yer teşkil etmektedir. Amerika Birleşik Devletleri dünya petrol üretimindeki liderliğine 1859’da modern petrol endüstrisinin temellerini atarak başladı ancak 1960’ların sonuna

doğru artan petrol talebini arz edememesiyle ekonomisi petrol ithalatına bağımlı hale geldi (Venn, 2017). Latin Amerika, Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da keşfedilen zengin petrol yatakları başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere gelişmiş ülkeler için ucuz hammadde sağlayan bölgelere dönüştü. İktisadi açıdan gelişmiş bir endüstrinin olmadığı, petrol arama ve çıkarma teknolojisine aktaracak bilgi ve sermaye yoksunluğu çeken bu ülkeler, ulusal kaynaklarının belirli bir gelir karşılığında gelişmiş ülkelerin “Yedi Kardeşler” adıyla anılan ve uluslararası petrol endüstrisini hakimiyeti altına almış olan yedi büyük petrol şirketi tarafından çıkarılıp işlenmesine izin verdiler (Rybczynski, 1976). Ancak 1950’lerin ortasına doğru başta Venezuela ve Suudi Arabistan olmak üzere diğer Latin Amerika ve Orta Doğu ülkeleri petrol kaynaklarının millileştirilmesini ve fiyat politikasının değiştirilmesini talep etmeye başladılar. Bu yaklaşım, 14 Eylül 1960’ta Venezuela, İran, Irak, Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın liderliğinde Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı (OPEC)’in kurulmasına yol açtı. OPEC’in kuruluşu uluslararası petrol şirketlerine karşı bir blok oluşturmuş ve bu şirketlerin petrol üretimi ve fiyatlandırma üzerindeki etkisini azaltmaya başlamıştı. Nixon’ın deyimiyle ekonominin “hayat kanı” olan petrolün, gelişmiş ülkelerin ekonomisinin temel taşlarından biri olduğunun bilincine varan OPEC ülkeleri, ellerinde bulunan bu önemli kaynağı bir yaptırım aracı olarak da kullanmaya başladılar. 1948’de Orta Doğu’da İsrail Devleti’nin kurulması üzerine başlayan Arap-İsrail gerginliği, 1956 ve 1967’deki çatışmalarla devam etti. İsrail’in topraklarını genişletmesine karşı çıkan Arap devletleri, Süveyş Kanalı’nın kapatılması ve kısa süreli petrol ambargoları gibi üyeler arası koordinasyon eksikliğinden pek de etkili olamayan ambargolarını İsrail’i destekleyen gelişmiş ülkelere karşı bir yaptırım aracı olarak kullanmaya başlamıştı. Koordineli örgütlenmeyi hedefleyen Arap devletleri 9 Ocak 1968’de

59


1973 PETROL KRİZİ: ETKİLERİ VE SONUÇLARI Kuveyt, Libya ve Suudi Arabistan öncülüğünde Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Örgütü’nün kurulmasına karar verdiler. Petrolün önemli bir ekonomik ve siyasi silah olarak uluslararası politikada yerini alması ise 1973 Yom Kippur Savaşı ile gerçekleşti (Venn, 2017). 1944’de kurulan ve Amerika’nın savaş sonrası dünya liderliği pozisyonunu oynamaya istekli olduğunu gösteren simgelerinden biri olan Bretton Woods sistemi, 1 ons altını 35 dolara eşitleyerek İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ekonomik sistemini büyük ölçüde etkilemişti; ancak 1960’ların sonuna gelindiğinde altın rezervi, dolar rezervini karşılayamamaya başlayan Amerika, 15 Ağustos 1971’de Bretton-Woods Sistemini feshedip dalgalı kura geçtiğini duyurdu. Bu duyurunun akabinde diğer gelişmiş ülkelerin de dalgalı kura geçmesi, bu sancılı geçiş sürecinde doların değer kaybetmesine yol açtı. Varil fiyatının dolara endeksli olması nedeniyle dolardaki değer kaybı OPEC ülkelerinin kazancını da belirgin ölçüde düşürdü. 8 Ekim 1973’te petrol şirketleri ve OPEC ülkeleri arasında Viyana’da yapılan görüşmede üye ülkeler kazançlarındaki bu kaybı varil fiyatını 3 dolar artırarak tazmin etmek isteseler de bu teklifleri petrol şirketleri tarafından kabul edilmedi (Rybczynski, 1976). Aynı zamanda, 1967’de İsrail’e kaybettikleri toprakları geri almak isteyen Suriye ve Mısır, İsraillilerin kutsal günü kabul edilen Yom Kippur’da İsrail’e karşı saldırıya geçti. 1973 Arap-İsrail Savaşı’nı Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu sistemi çerçevesinde de ele alan Amerika’nın, İsrail’i Sovyet destekli Araplara karşı silahlandırması Arap ülkeleri arasında tepkiye yol açmıştı. OPEC üyesi Arap ülkeleri, 17 Ekim’de petrol üretimini aylık %5 azaltma ve başta Amerika Birleşik Devletleri ve Hollanda olmak üzere İsrail’in müttefiki olan ülkelere ambargo uygulama kararı aldılar. Bu gelişmelerin sonucunda patlak veren 1973 Petrol Krizi, Hobsbawm’ın söylediği gibi “yönünü kaybetmiş ve istikrarsızlığa sürüklenen” dünya tarihinin habercisi olmuştur (Hobsbawm, 1994).

60

Görsel 1: Fritz Behrendt’in kaleminden 1973 Petrol Krizi Kasım 1973’te Arap ülkeleri ambargonun kapsamını genişleterek bu çatışma karşısında nötr davranan Japonya’yı da ambargo kapsamına almıştır. 1973’te petrol, Batı Avrupa’nın kullandığı enerji kaynaklarının %63’ünü, Japonya’da %85’ini ve Amerika’da %17’sini temsil etmekteydi. Bu nedenle, Arap ülkelerinin ambargo kararı ile petrol, uluslararası siyasette ve iktisatta önemli bir yaptırım aracı olarak yerini aldı. Petrol varil fiyatı ambargo kararından sonra 2.9$’dan 11.65$’a yükselerek %400 artış yaşamıştır. Amerika, 1973’ten önce Arap ülkelerinden günlük 1,2 milyon varil petrol ithal ederken, ambargo sonrasında bu sayı günlük 18.000 varile kadar düşmüştür. Küreselleşmeyi sağlayan lokomotifin ana hammaddesi olarak görülen petrolün fiyatındaki bu ani yükseliş gelişmiş ülkelerin ekonomileri açısından ciddi sonuçlar doğurdu. Ambargo, enflasyon ve işsizlik oranlarının artışını körükleyerek bir stagflasyon krizine1 yol açtı. 1973’te OECD ülkelerinin, toplamı 3 milyar doları bulan cari ödemeler dengesi fazlası 1974’e gelindiğinde 35 milyar dolarlık açığa dönüşmüştü. Aynı zamanda 197073 arasında %5 civarında olan OECD ülkelerinin büyüme hızı, 1974’te %1.5’e kadar geriledi. Petrol krizinin tetiklediği ekonomik buhran ortamı, 1 Stagflasyon: Genellikle arz şokunun bir sonucu olan resesyon ve enflasyon kombinasyonu. R. G. Hubbard ve A. P. O’Brien (2014). Economics. Boston: Pearson


1973 PETROL KRİZİ: ETKİLERİ VE SONUÇLARI devletin ekonomiye müdahalesinin gerekliliğini savunan Keynesyen ekonomi modelinden deregülasyon ve özelleşmeyi temel alan neo-liberal ekonomi modeline geçişi sağlayan önemli bir etmen olarak görülmektedir. Gelişmiş ülkeler ekonomik krizle boğuşurken, endüstrisi gelişmemiş ancak petrol silahını elinde bulunduran Arap ülkeleri ise bu krizden kazanç sağlamaya başlamıştı. Petrol ihracatıyla Arap ülkelerine akan dolar sermayesi “petro-dolar akımı” olarak nitelendirilmeye başladı. Arap üye ülkeler arasında en zengin petrol rezervlerine sahip olan Sudi Arabistan’ın petrol endüstrisinden geliri 6 yıl içinde 2 milyar dolardan 30 milyar dolara yükseldi. Gerekli bilgi, teknoloji ve gelişmişlik düzeyine sahip olmayan Arap ülkelerinin kazanmış olduğu petro-dolar sermayelerini gelişmiş ülkelerden hizmet satın almak ve dış sermayeye yatırım yapmak üzere kullanmasıyla petrodolar döngüsü tamamlanmış oldu. 1972’de 7 milyar dolar dış sermaye yatırımına sahip olan Arap ülkeleri, 1977’de çoğu Amerika ve Avrupa piyasasında olmak üzere 117 milyar dolar dış sermaye yatırımına sahip olmuştur. Arap ülkelerinin dış piyasadaki nüfuz artışı gelişmiş ülkeler için bir tehdit unsuru olarak algılansa da bu olaydan en büyük zararı Üçüncü Dünya ülkeleri görmüştür. Özellikle gelişmekte olan Latin Amerika’ya Arap petro-doları kaynaklı verilen borçlar, 1980’lerdeki Latin Amerika borç krizini tetikleyen önemli etkenlerden biri olarak görülmektedir. Ambargo, uluslararası alanın yanı sıra domestik hayatı da büyük ölçüde etkilemiştir. Hükümetlerin enerji tasarrufu politikalarıyla vatandaşların petrol alımı güçleştirilmiştir. Amerikan hükümeti petrol kullanımını azaltmak için plakaların sonunu baz alan petrol dağıtımı uygulamasını başlatıp otoyollardaki hız limitini 55 mil (yaklaşık 90 km/sa) olarak belirledi. Bu uygulamaya göre, plakasının sonu çift sayıyla biten araçlar ayın çift sayılı günlerinde, tek sayıyla biten araçlar ise ayın tek sayılı günlerinde petrol alabilecekti. Aynı zamanda

benzin istasyonlarında üç renkli tabelalar kullanılarak renklere göre petrol satışı yapıldı. Yeşil renk petrolün bütün araçlar tarafından alınabileceğini, sarı renk sadece belirli araçlara satış yapıldığı ve kırmızı renk ise satışın yapılmadığını göstermekteydi. Kriz otomotiv sektöründe de köklü bir değişime yol açtı. Dünya siyasetindeki Amerikan liderliğinin materyal yansıması araba sektöründe hayat bulmaktaydı. Amerikalılar petrol krizinden önce büyük, motor gücü yüksek ve benzin tüketimi fazla olan arabalar kullanmaktayken krizden sonra bu arabaların yerini daha küçük ve benzin tüketimi daha az olan araçlar aldı. Halk arasındaki ekonomik arabaya yönelme eğilimi İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’nın uydu devleti olarak görülen Japonya’nın uluslararası önemli bir ekonomik güç olarak yükselişini vurgulamıştır. Japonya tarafından üretilen küçük ve benzin tasarrufu yüksek araçlar bu süreçte Amerikan otomotiv pazarında önemli bir yer edindi. 1973’te Amerikan ithal araç sektöründe %40 pazar payına sahip olan Japonya 1980’de bu oranı %80’e çıkardı, 1985’de ise yıllık 11.1 milyon araba satışıyla genel araç sektöründe %23’lük bir paya sahip olmuştu. Uydu devletlerden birinin Amerikan ekonomisinde önemli bir rol oynamaya başlaması, 1970’lerden itibaren etkisi azaltmakta olan Amerikan hegemonyasının sembollerinden biri olmuştur.

Görsel 2: Benzin istasyonlarında levha uygulaması

61


1973 PETROL KRİZİ: ETKİLERİ VE SONUÇLARI Petrol krizi aynı zamanda uluslararası politikada ele alınan aktörlerin çeşitlenme sürecini yansıtan önemli bir olay olarak görülmektedir. Bu kriz sadece devletlerarası ilişkiye odaklanan uluslararası siyasette 1970’lerden itibaren dünya politikasında ve ekonomisinde etkisini artıran ve önemli kaynaklara sahip olan OPEC gibi devlet dışı aktörlerin de uluslararası alanda nüfuzlu olduğu vurgulanmış, petrol krizi market ve devlet arasındaki ikili ilişki tanımına devlet-dışı aktörlerin de girmesini sağlayan dönüm noktalarından biri olmuştur. Ayrıca Uluslararası İlişkiler’de baskın olan realist yaklaşımın önemini vurguladığı ulusal güvenlik ve askeri konuları ele alan yüksek politikanın yanı sıra ekonomik ve diğer sosyopolitik konuları içeren alçak politikanın da uluslararası siyasete yön veren önemli bir bileşen olduğu bu krizle birlikte tekrar kanıtlanmıştır. Ambargo, gelişmiş ülkelerin enerji politikalarını yeniden tanımlamalarına sebep olmuştur. Enerji ihtiyacının büyük bir bölümünü ithal edilmiş petrolden karşılayan Amerika, Avrupa ve Japonya ambargodan sonra nükleer enerji, doğalgaz ve yenilenebilir enerji kaynakları gibi alternatif enerji kaynaklarına yönelmeye başlamış, aynı zamanda ithal petrole olan bağımlılığı azaltma isteği Trans-Alaska Boru Hattı ve Kuzey Denizi petrol platformu gibi petrol sahalarının gelişimini sağlamıştır. 1973’ten önce enerji ihtiyacının %85‘ini petrolden karşılayan Japonya, 1990’larda bu oranı yaklaşık olarak %58’e kadar düşürmüştür. Dünya Bankası’nın yayınlamış olduğu istatistiğe göre dünya geneli alternatif ve nükleer enerji kullanımı 1973-1989 arasında %3.07’den %9.15’e yükselmiştir (IEA Statistics, 2014). Petrol krizinin etkisiyle değeri artan yenilenebilir enerji kaynakları Çevrecilik akımına da yeni bir dinamizm kazandırmış ve enerji kullanımının küresel çevreye olan etkileri önemli bir araştırma konusu olarak yerini almıştır.

Sonuç olarak 1973 Petrol Krizi petrol merkezci enerji kaynağı yaklaşımını sarsmış olsa da enerji kaynakları kullanımında %33’lük bir paya sahip olan petrol hala günümüzün en önemli enerji kaynağıdır. Ambargonun etkisiyle kurulan ve uluslararası enerji güvenliğini sağlamayı amaçlayan Uluslararası Enerji Ajansının verilerine göre başta Amerika, Avrupa Birliği ülkeleri ve Çin olmak üzere dünya genelinde günlük 93 milyon varil petrol kullanılmaktadır. Bu tüketim dünya popülasyonun %17’sini oluşturan OECD ülkelerine ait olsa da gelişmekte olan ülkelerin küreselleşmenin dinamizmine uyum sağlamasıyla 2040’da petrole olan talebin günlük 103,5 milyon varile çıkması öngörülmektedir. Bu nedenle petrol endüstrinin “hayat kanı” olmaya devam etmekte, ülkelerin politik ve ekonomik politikalarını şekillendiren önemli bir aktör olarak etkisi sürdürmektedir.

Referanslar Venn, F. (2017). The Oil Crisis. London: Routledge. Rybczynski, T. (1976). The Economics of Oil Crisis: with a foreword by Sir Frank Mcfadzean. London: Macmillan. Hobsbawm, E. J. (1994). Age of extremes: the short twentieth century. London: Michael Joseph. Holusha, J. (1985, March 31). JAPAN’S MADE-IN-AMERICA CARS. Retrieved from https:// www.nytimes.com/1985/03/31/business/japan-s-madein-america-cars.html. The World Bank. (n.d.). Retrieved from https://data. worldbank.org/indicator/EG.USE.COMM.CL.ZS. Clemente, J. (2015, April 20). Three Reasons Oil Will Continue to Run the World. Retrieved from https:// www.forbes.com/sites/judeclemente/2015/04/19/ three-reasons-oil-will-continue-to-run-theworld/#72c8b0d443f9. Scanlon, G. M. (1992). Hard Choices: American Oil Import Dependence and Oil Import Fees. Retrieved from https://scholarlycommons.law.case.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1628&context=jil. IEA Key World Energy Statistics. (n.d.). Retrieved from https://www.iea.org/statistics/kwes/consumption/.

62


BREXİT ÇIKMAZI

TÜRKAN KILIÇ

Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılma süreci 23 Haziran 2016 yılında Birleşik Krallık’ta %72.2 katılımla gerçekleşen Avrupa Birliği Referandumu sonucunda %51.9 ayrılma oy oranıyla başlamış bir süreçtir (BBC, 2016). Bugün de Brexit süreci adı altında anılan bu süreç 3.5 yıldır Dünya gündeminde kendine büyük yer edinmiş ve hala çözülememesi ile de bir kriz yaratmıştır. Ancak Brexit süreci sadece o dönemin siyasi koşullarına dayanan nedenler ve sorunlar sebebiyle oluşmamış, aksine hem ülke içinden hem de ülke dışından gerçekleşen nedenler Brexit sürecinin başlamasına ve bu sürecin işlemesine neden olmuştur. BİRLEŞİK KRALLIK VE AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ VE GEÇMİŞİ İlk başta Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) adı altında 1950 yılında temelleri kurulmaya başlanan ve 1952’de AKÇT adıyla kurulan AB, ilk genişlemesini Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adı altında 1973 yılında Birleşik Krallık, İrlanda ve Danimarka’yı da AET’ye dahil ederek gerçekleştirdi. Birleşik Krallık’ın üyelik başvurusu hem kendi ülkesinde hem de AB’nin içinde sorunlar üzerinde gerçekleşti. Birleşik Krallık’ın üyelik başvurusu iki kez 1963 ve 1967 yıllarında Fransa Başbakanı Charles de Gaulle tarafından desteklenmeyip reddedilmişti (European Commission, 2017). Aynı zamanda Birleşik Krallık içinde de Avrupa içinde oluşan birliğe duyulan şüpheci bakışlar hakimdi. Birliğe şüpheci bakış ilk olarak kendisini 1975 yılında Birleşik Krallık AET’den ayrılma amaçlı bir referandum olarak gösterdi fakat o zamanların işçi partisi lideri Harold Wilson tarafından desteklenen AET’den ayrılma çabaları referandum sonucunun %63 kalma oy oranından dolayı gerçekleşmedi. Fakat Avrupa içinde oluşan bu birlikten ayrılma çabaları bu referandumdan sonra son bulmadı ve zaman zaman kendini gösterdi. Aynı zamanda Birleşik Krallık’ın Euro para birimine geçmemesi ve Schengen bölges-

ine katılmaması her ne kadar AB’nin içinde olsa da, AB için önemli bir yer arz eden bütünleşme çalışmalarına kendini dahil etmemesi demekti ve bu hem AB’de hem de Birleşik Krallık’ta ileride Brexit olarak kendini gösterdi. BREXİT REFERANDUMU VE ARKASINDA YATAN NEDENLER AB içinde gerçekleşen Avrupa Borç Krizi, Avrupa’ya gelen mülteci sayısında hızla artış, yeni milenyumda AB’nin bütünleşme politikalarına karşı büyük kriz oluşturdu ve Avrupa Birliği’ne şüphecilik akımı AB ülkelerinde hızlıca artmaya başladı ve bu ülkelerde AB’nin kendi iç siyasetlerine ve bağımsızlıklarına tehdit oluşturduğu fikri hakim olmaya başladı. Birleşik Krallık da en başından beri bütünleşme politikalarının içine kendini dahil etmemesi ve yıllardan beri devam eden Avrupa Birliği’nden ayrılmak için yıllardır yapılan çalışmaları kendini 2010’larda ülkenin içinde yeniden AB’den ayrılmak için referandum isteği ortaya çıkardı. 2013 yılında dönemin Muhafazakar Parti başkanı ve başbakanı David Cameron AB’de kalıp kalmama hakkında bir referandum gerçekleşeceğini haber verdi ve referandum süreci de özellikle Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi ve ülkenin sağ kanadının büyük kampanyalarıyla başladı. Referandum için resmi süreçler tamamlandıktan sonra 23 Haziran 2016’da Avrupa Birliği Referandumu gerçekleşti ve sonuç olarak Birleşik Krallık AB’den ayrılmayı seçti. Referandum sonuçlarından sonra David Cameron ‘’AB’de kalma’’yı desteklerken bu sonuç sonrası, AB’den ayrılma sürecinin şeffaf bir şekilde ilerlemesi için istifasını sundu (BBC,2016) ve yerine yeni başbakan olarak Theresa May geldi. Bunun sonucunda Brexit süreci AB’nin yürürlükte olan Lizbon Antlaşmasının 50. Maddesi üzerinden 29 Mart 2017’de resmi olarak başladı (The Guardian, 2017) ve Birleşik Krallık’ın ayrılması için AB tarafından 2 yıl süre tanındı.

63


BREXİT ÇIKMAZI BREXİT SÜRECİNDEKİ ÖNEMLİ KONULAR Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma süreci her ne kadar ülke içindeki yıllardır olan Avrupa Birliği şüpheciliği akımının bir başarısı olarak görünse de; arkasından da birçok sorun doğurdu. Bunlardan en çok gündeme gelen konu ise Kuzey İrlanda ile İrlanda arasında öncesinde aynı gümrük ve ekonomik pazar birliğinin içinde bulunduklarından da dolayı, sınırın duvarı katı bir şekilde belirlenmesine ihtiyaç yoktu, fakat Birleşik Krallık AB’den ayrıldığında artık bir AB ülkesi olmadığı için gümrük geçişi için belirli bir sınır gerekiyordu. Bu sınırın fiziki olarak eskisi gibi kalması için AB ve Theresa May Brexit anlaşmasında ‘’İrlanda Duvarı’’ adı altında, Brexit sonrası bir geçiş süreci oluşturup, Kuzey İrlanda’nın Avrupa Birliği gümrük birliği kuralları içerisinde ticaretinin devam etmesini sağlanacak (European Commission, n.d.). Fakat bu durum özellikle daha fazla AB’den bağımsızlık isteyen Birleşik Krallık için bir sorun oluştururdu çünkü hala ülke kendi istediği gibi kendi kanun ve kurallarıyla değil de AB’nin çatısı altında ticaret yapmaya devam edecekti (BBC, 2019). Aynı zamanda ülke yıllarda AB çatısı altında ticaret yapmaya devam etti ve Brexit gerçekleştikten sonra ticari olarak artık gümrük ve ekonomik pazar birliğinin içinde bulunmayacağı için hem AB ile hem de bazı ülkelerle yeni bir ticari yol izlemesi gerekiyor ki bu süreç eskiden daha kolay gerçekleşen ticaret yerine daha farklı bir ticaret olacağını gösteriyor ve bundan dolayı hem Birleşik Krallık hem de AB ve diğer ülkelerin ekonomik olarak nasıl etkileneceği büyük bir merak konusu. Birleşik Krallığın bir parçası olan İskoçya ise 2016 referandurumunda %62 oy oranıyla AB’de kalma adına oy kullanmıştı (BBC, 2016) ve Brexit gerçekleşmesi durumunda, 2014 İskoçya Referandumu aksine İskoçya AB’de kalmaya çalışmak için Birleşik Krallık’tan ayrılmayı bile konu haline getirebilir ki Birleşik Krallık’ın birliği ve bütünlüğü için daha da ileri bir problem yaratabilir.

64

BREXİT ANLAŞMA ÇIKMAZI Theresa May hükümeti ve AB, Brexit sürecindeki sorunların çözümü üzerine müzarakelerle uzlaştıkları konular üzerinden en sonunda bir anlaşmaya varmışlardı fakat Theresa May bu anlaşmayı parlamentoya sunduğunda özellikle İrlanda sınırı ile alakalı sorunun bu anlaşma ile çözüleceği düşünülmediği için 50. maddenin süresinin bitmesine az süre kala 2 kez reddedildi. (Parliament UK, 2019). Theresa May sonrasında anlaşmasız Brexit için oylama sunduğunda bu oylama da parlamento tarafından reddedildi. Sonrasında May’in değişikliğe uğramış Brexit anlaşması yine reddedilince, AB’den Lizbon Antlaşması’nın 50. maddesi için süre uzatılması istenildi ve AB bu süreyi 31 Ekim 2019’a kadar uzatmayı kabul etti (The Guardian, 2019). Kabul edilmeyen anlaşmalardan sonra Theresa May görevinden istifasını sundu (BBC News Türkçe, 2019). May’in istifasından sonra Muhafazakar Parti yeni başbakan olarak Boris Johnson’u seçti ve Brexit sürecinin yeni süreci başlamış bulundu. JOHNSON DÖNEMİ BREXİT SÜRECİ Boris Johnson 23 Temmuz 2019’da başbakanlık görevine geldikten sonra Brexit’in artık gerçekleşmesi gerektiğini savunarak; 31 Ekim 2019’da anlaşmalı ya da anlaşmasız şekilde Brexit’in gerçekleşeceğini söyledi (The Guardian, 2019). Ancak Johnson Brexit için parlamentoyu askıya aldı (BBC, 2019) ve bu olay Birleşik Krallık’ta bir demokrasi krizi yarattı ve Johnson’un bu kararı İngiltere Yüksek Mahkemesi tarafından da hukuksuz bulundu (BBC News Türkçe, 2019). Parlamento açıldıktan bir süre sonra Boris Johnson ve AB arası yapılan müzarekeler sonucu yeni bir Brexit anlaşması ortaya koydu fakat parlamentoya sunulan antlaşmasının oylanması teklifi meclis başkanı tarafından kabul edilmedi.(BBC News Türkçe, 2019). Bu olaydan sonra Boris Johnson kendi imzası olmayan bir mektupla Lizbon Antlaşması 50. madde için uzatma talep etti ve bu talep 31


BREXİT ÇIKMAZI Ocak 2020’ye kadar uzatıldı (BBC, 2019). Bu karardan sonra Birleşik Krallık’ta Muhafazakar parti tarafından verilen 12 Aralık 2019’da erken genel seçim talebi Avam Kamarası tarafından kabul edildi (BBC News Türkçe, 2019). Kısa geçen seçim kampanyaları sürecinde, Brexit adaylar ve aynı zamanda seçmenler için de öne çıkarılan bir seçim konusu oldu. 12 Aralık’ta gerçekleşen Birleşik Krallık genel seçimlerinde Muhafazakar parti Avam Kamarası’nda resmi olmayan sonuçlara göre 364 milletvekili ile büyük çoğunluğu sağlamış oldu ve İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn bu genel seçim sonuçları ve İşçi Partisi’nin yüksek oranda oy kaybetmesi nedeniyle parti başkanlığı görevini bırakacağını açıkladı. (BBC News Türkçe, 2019). SONUÇ OLARAK; Muhafazakar Parti’nin Boris Johnson liderliğinde kendi vaatleri olan Brexit’i 31 Ocak 2020’de gerçekleştirmesi artık daha yüksek olasılıklı bir durum haline geldi. Genel seçim sonuçlarından sonra artık asıl daha çok konuşulanlar olası Brexit’in gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, eğer Brexit gerçekleşirse anlaşmanın içeriği ya da anlaşmanın olup olmayacağıdır. Aynı zamanda İskoçya’nın AB’de kalmak için Birleşik Krallık’tan ayrılma ihtimali yüksek olarak düşünülüyor. Bu soruların ve düşüncelerin asıl cevabı Muhafazakar Parti’nin ve Boris Johnson’un 31 Ocak’a kadar olan süreçte nasıl bir yol izleyeceklerine bağlı.

Referanslar Asthana, A., Stewart, H., Walker, P. (2017, Mart 29). May triggers article 50 with warning of consequence for UK. The Guardian. Retrieved from https://www.theguardian.com/politics/2017/ mar/29/theresa-may-triggers-article-50-withwarning-of-consequences-for-uk Brexit and Ireland. (n.d.). European Commission. Retrieved from https://ec.europa.eu/ireland/news/ key-eu-policy-areas/brexit_en Brexit: David Cameron to quit after UK votes to leave EU. (2016, Haziran 24). BBC. Retrieved fromhttps://www.bbc.com/news/uk-politics-36615028 Brexit - İngiltere’de Yüksek Mahkeme parlamentonun askıya alınmasını hukuka aykırı buldu. (2019, Eylül 24). BBC News Türkçe. Retrieved from https:// www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-49803407 Campbell, J. (2019, Ekim 16). Brexit: What are the backstop options?. BBC. Retrieved from https:// www.bbc.com/news/uk-northern-ireland-politics-44615404 EU leaders agree to delay Brexit until 31 October – as it happened. (2019, Nisan 12). The Guardian. Retrieved from https://www.theguardian.com/ politics/live/2019/apr/10/brexit-eu-to-decide-onuk-extension-live-news EU Referendum Results. (2016). BBC. Retrieved from https://www.bbc.com/news/politics/eu_referendum/results Government’s Brexit deal defeated again in ‘meaningful vote’. (2019, Mart 12). Parliament UK. Retrieved from https://www.parliament.uk/business/ news/2019/march/key-brexit-vote-as-meaningfulvote-returns-to-the-commons/ İngiltere’de Avam Kamarası Başkanı Bercow, Brexit oylamasına izin vermedi. (2019, 21 Ekim). BBC News Türkçe. Retrieved from https://www.bbc. com/turkce/haberler-dunya-50129993

65


BREXİT ÇIKMAZI İngiltere Parlamentosu’nda 12 Aralık’ta erken genel seçim talebi onaylandı. (2019, Ekim 29). BBC News Türkçe. Retrieved from https://www.bbc. com/turkce/haberler-dunya-50229357 İngiltere seçimleri: Muhafazakarların zaferi, İşçi Partisi’nin tarihi yenilgisi. (2019, Aralık 13). BBC News Türkçe. Retrieved from https://www.bbc. com/turkce/haberler-dunya-50779488 Parliament suspension: Queen approves PM’s plan. (2019, Ağustos 2019). BBC. Retrieved from https:// www.bbc.com/news/uk-politics-49493632 Schraer, R. (2019, Ekim 28). Brexit delay: How is Article 50 extended? BBC. Retrieved from https:// www.bbc.com/news/uk-politics-47031312 Stewart, H. (2019, Temmuz 23). Boris Johnson elected new Tory leader. The Guardian. Retrieved from https://www.theguardian.com/politics/2019/ jul/23/boris-johnson-elected-new-tory-leader-prime-minister The historical evolution of EU-UK relations. (2017, Haziran 2). European Commission. Retrieved from https://www.consilium.europa.eu/fr/documents-publications/library/library-blog/posts/ the-historical-evolution-of-eu-uk-relations/# Theresa May neden istifa ediyor, şimdi ne olacak? (2019 Mayıs 24). BBC News Türkçe. Retrieved from https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-48388416

66


erasmus’tan mektup var

Selin Kumbaracı Paris’ten merhaba,

Geçmiş olduğumuz dört ayı Erasmus+ aracılığıyla Sciences Po Paris’te geçirdim. Bir siyaset bilimi öğrencisi için Sciences Po gerçekten inanılmaz bir okul. Beni okulda en çok etkileyen şeylerden biri gelen konuşmacılar oldu. Tabii ki bir diğer etkileyici unsur da hocalar. Hocalar nitelikli oldukları kadar öğrencilerine o bilgiyi aktarmak için bir o kadar da tutkulular. Çoğu ders seminer şeklinde fakat hocanın tarzına göre bu seminerler klasik anlamıyla bir derse de münazaraya da benzeyebilir. Tabii ki her okulda olduğu gibi oradaki hocalar da kendi dersleri öğrencilerinin tek dersiymiş gibi davranıp her hafta 200 sayfalık okuma verebiliyorlar. Devam zorunluğu da çok katı: eğer bir derste ikiden fazla devamsızlık yaparsanız otomatik olarak kalıyorsunuz. Fakat ODTÜ’deki derslerimizden en büyük farkı hocaların öğrenci değerlendirme yöntemleri olabilir. Bir derste notun %50’si paper %50’si sunumken bir başka derste %30’u sınav, %20’si mock simulation, %15’i sunum ve %20’si policy brief gibi şeyler olabiliyor. Sadece bir dersimde vize sınavı yapıldı mesela. Her derste hep aynı kalan tek şey sunum ve written element zorunluluğu. Hocalar değerlendirme konusunda bu yüzden isterlerse çok yaratıcı olabiliyorlar. Eğer iyi olanlarından birine denk gelebilirseniz Sciences Po’daki Fransızca hocaları inanılmaz. Ama bu iyi hocalar çok nadir bulunuyor. Birçok öğrencinin hocaların kötü davranışlarından dolayı dönem ortası dersi bırakmaları nadir değil.

Tabii ki burada “Paris için” demek gerekiyor çünkü şehir gerçekten pahalı. Ben hayatımda ilk kez havalimanın şehrin içinden daha ucuz olduğunu gördüm. Normal ürünler olsun, kiralar olsun, ulaşım olsun gerçekten her şey çok pahalı, özellikle Türk öğrenciler için. Bu fiyatların Paris’te yaşamak için değip değmeyeceği kişiden kişiye değişir fakat bence kesinlikle değmez. Gezip görmek için müzeleriyle, tarihi binalarıyla, kültürel zenginliğiyle çok güzel bir şehir olsa da yaşamak için, özellikle de bir öğrenci olarak yaşamak için zor bir şehir. Müze demişken de hazır Paris’te bir öğrenciyken bir sürü farklı (ve normalde pahalı olan) müzeye ücretsiz girişten yararlanmanızı öneririm. Güzel mimarisi ve yokuşsuz yollarıyla yürümesi zevkli olan bu şehri de yürüyerek gezerek yüksek metro ücretlerinden de kaçabilirsiniz. Eğer Erasmus’a eğlenmek için gelmeyi planlıyorsanız, Sciences Po’yu çok önermem. Erasmus’un tadını çıkarabilmek için eminim ki daha uygun okullar ve şehirler vardır. Benim için bu deneyim okulu çok sevdiğimden ve Fransızca öğrenmek istediğimden dolayı değerliydi ama ODTÜ’ye dönmek için de çok heyecanlıyım.

Akademik dersler dışında Sciences Po aynı zamanda sanatsal etkinlik ve spor dersleri olanakları da sağlıyor. Bu olanaklardan yararlanmanızı da kesinlikle öneririm. Paris için çok uygun fiyatlarda çok farklı aktiviteler ve sporlar deneyimleyebilirsiniz.

67




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.