Hariciye / Ocak 2012

Page 1

?

HARİCİYE

░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ DIŞ ░ ░POLİTİKA ░ ░ ░VE ░ULUSLARARASI ░ ░░░░░░İLİŞKİLER ░░░░░░TOPLULUĞU ░░░░░░░░░░AYLIK ░░░░░DÜŞÜNCE ░░░░░░░░░░░░DERGİSİ ░░░░░░░░░᎐░░░OCAK ░░░░░░░2012 ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░ ░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░░

ULUSLARARASI ÖRGÜTLER


Orta Doğu Teknik Üniversitesi Dış Politika ve Uluslararası İlişkiler Topluluğu, geleceğin diplomatlarını, 24‐29 Nisan 2012 tarihleri arasında Ankara’da düzenlenecek olan 8. Avrupa Birliği Simülasyonu, EUROsimA 2012’ye davet ediyor. Başvuru yapmak, daha detaylı bilgi almak için websitemizi ziyaret edebilirsiniz. www.eurosima2012.org

OKUNAKLI Ekim 2008'den beri sizlerle olan OKUNAKLI'ya öykü, şiir ve denemelerinizle siz de katılın. Yazar olmak için kullanabileceğiniz bağlantı sitenin anasayfasında, altta. www.okunakli.com


HARİCİYE AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ

D P U İT A D IN A İM T İY A Z S A H İB İ U Ğ U R C EM G Ü R P IN A R S O R U M L U Y A Z I İ Ş L E R İ M Ü D Ü R Ü VE ED İT Ö R ÖZ G E B OZ T AŞ G Ö R S EL T A S A R IM A . C EM Ç A KIR Y AZ AR L AR ER M A N A KS Ü T S ER EN A Y A T A S E R A JU D D İ N A Y D E N C A N S U A Y D IN FAH R İ B UR AK AY D O Ğ D U M Ü G E B A KİO Ğ L U ÖZ G E B OZ T AŞ P IN A R C ER EB A . C EM Ç A KIR C A N S U Ç EL İKER M E R VE D İ Y A R D EN İZ EM İR O Ğ U L L A R I G Ü N EŞ G Ö KG Ö Z U Ğ U R C EM G Ü R P IN A R ED A KA Y A D İB İN L İO Ğ L U EKİM KIL IÇ L E VE N T K I Z I L B A Ğ L I M U R A T KO Z L U KL U G ÖZ D E OTLU Ö Z G E Ö KT EM M EH M ET Ö R N EK İP EK S A Y IN C İH A N S ER T S EL M A Y IL M A Z S ER EN Y IL M A Z İL ET İŞ İM O R T A D O Ğ U T E K N İ K Ü N İ VE R S İ T E S İ İ K T İ S A D İ VE İ D A R İ B İ L İ M L E R F A K Ü L T ES İ B B L O K K A T :1 O D A :H Z ­ 0 2 0 6 5 3 1 A N KA R A / T Ü R KİY E T EL : ( 3 1 2 ) 2 1 0 3 0 5 6 w w w .h a r i c i y e d e r g i s i .c o m w w w .h a r i c i y e d e r g i s i .b l o g s p o t .c o m h a r i c i y e d e r g i s i @ g m a i l .c o m B A S KI A L L A M E T A N I T I M VE M A T B A A C I L I K H İZ M ET L ER İ L A L E S O K A K N O :7 / 1 2 K A T : 5 S IH H İY E/ A N KA R A T el : 0 31 2 2 30 1 9 7 4 / 7 6 b i l g i @ a l l a m e .o r g S Ü R EL İ, Y ER EL , Ü C R ET S İZ Y IL 1 , A Y 2 , S A Y I 2


2


(mrvdyr@gmail.com)  8 Kasım’da Uluslararası Atom Enerji Ajansı tarafından yayımlanan rapor, aslında içeriğinde gündeme oturacak yeni bir gerçek sunmasa da, ABD, İsrail ve Avrupalı bazı ülkelerin İran’a seslerini yükseltmeleri için dayanak olmuştur. Çünkü bu rapor, tam da Ortadoğu kaynarken İran’ın nükleer silah yapmak için kritik aşamada olduğunu, yıllardır teknolojisini bu yönde geliştirdiğine dair ilk kez somut delilleri ortaya koyarak yaptırımları artırma kararı alan, hatta “askeri müdahale” söylemlerinde bulunan ülkelere bir güç sağlasa bile, İran yönetimi cevabını sakınmadan dile getirmiştir.

başladığı yönündedir. 2003 yılından sonra İran’ın nükleer programına dair belirsizlikler başlamıştır. Kimilerine göre bunun nedeni İran adına çalışan bilimadamlarının ellerindeki füzelerle uyumlu bir savaş başlığı üretemedikleri yönündeyken kimileri de bu olayı UAEA’nın uyguladığı baskının işe yaradığı düşüncesindedir.3 Ancak ülkenin nükleer programına dair şüphelerin artması üzerine, bahsettiğimiz yıl, UAEA bu konu hakkında soruşturma başlatmış ve bununla birlikte İran aleyhinde var olan uluslararası yaptırımlar da yavaş yavaş ağırlaştırılmaya başlanmıştır.

Dünya siyasetinde önemli bir yer bulan İran’ın nükleer silaha sahip olma olasılığı hakkında tartışmalar süregelirken, ülkenin nükleer programını, ABD, İsrail ve Avrupa’nın bu konuya dair tutumlarını incelemekte fayda var.

Kasım ayındaki rapordan sonra, sert yaptırımların ilki İngiltere’den gelmiştir. Söz konusu yaptırım dahilinde, İngiltere Maliye Bakanı George Osborne tarafından yapılan açıklamada, İran Merkez Bankası da dahil olmak üzere ülkenin herhangi bankasıyla ilişki kurulmasının engelleneceği bildirilmiştir. Bu yaptırımla birlikte İngiltere, 2008 yılında yürürlüğe giren Terörle Mücadele Yasası kapsamında, ilk kez bir ülkenin finans sektörüyle temasını kesmektedir.4 Böyle sert bir yaptırımın bankacılık alanında olmasının sebebi ise İran bankalarının, ülkenin nükleer programına finans sağladığı gerekçesidir.

Öncelikle bu raporun neleri kapsadığına göz atıldığında dikkat çeken nokta şudur ki; geçtiğimiz Kasım ayında BMGK’ye sunulan bu rapor, açık bir şekilde İran’ın nükleer silaha sahip olduğunu belirtmese de, bazı bilgisayar sistemlerinin sadece nükleer bombayı harekete geçirecek sistemler geliştirdiğine dair söylemler içermektedir.1 Ajansın sunduğu rapora bağlı olan 14 sayfalık ekte bu söyleme dair kanıtlar bulunmaktadır. Rapor, İran’ın bomba üretimi için uranyum metaliyle, nükleer bir aygıtı ateşleyecek patlayıcılarla ilgili deneyler yaptığı ve balistik bir füzeye eklenecek kadar küçük bir savaş başlığı üretmeye çalıştığını göstermektedir. Ayrıca uydu görüntüleri, Tahran yakınlarındaki bir yerleşkede " büyük bir patlayıcı deposu" inşa edildiğini ortaya çıkartmıştır.2 Esasında İsrail ve ABD’nin rapor yayımlanmadan önce öne sürdüğü gibi, bu belge pek de yeni bir şeyi kapsamıyordu. Yeni olan ise sertleşen tutumlar ve “askeri müdahale” olasılığının artmasıydı. 1980’lerden itibaren çeşitli Batı istihbaratları ve bunlara dayanarak oluşturulan haberler İran’ın yakın gelecekte nükleer silah için çalışmalara başlayacağı, 90’lardan itibaren ise bu çalışma ve deneylere

Ancak, İran meclisinin bu duruma cevabı fazla gecikmemiştir. Yaptırımı izleyen aynı hafta içinde İran hükümeti, İngiltere ile diplomatik ilişkilerin düşürülmesini öneren yasa tasarını kabul etmiştir. Bu karara göre; İngiltere ile ekonomik ve ticari ilişkiler en aza indirilecektir.5 İran meclisinin bu tepkisinin yanında, İngiliz hükümetinin yaptırım kararını protesto eden bir grup, Tahran’da İngiliz büyükelçiliğine saldırmıştır. Büyükelçiliğin gönderindeki İngiliz bayrağını indirip yerine İran bayrağı asan protestocuları etkin bir biçimde durduramadıkları gerekçesiyle, İranlı yetkililer, İngiltere Dışişleri Bakanı tarafından sert bir dille eleştirilmiştir.6 Bu gelişmeyi takip eden günlerde, ilk oylamada meclisten geçmese bile, yapılan ikinci oylama sonucu İran, İngiltere ile diplomatik ilişkilerinin tamamen kesilmesi yönündeki tasarıyı kabul edip, İngiltere büyükelçisinin sınır dışı edilmesi

3


için dışişlerine iki haftalık süre vermiştir.7 Çoğu uzman bu tasarının kabulünü “İngiltere’ye misilleme” olarak yorumlamaktadır, ve esasında bu olay alınan yaptırım kararları sonrasında İran’ın esnekliğini kaybedip, hükümete göre, var olan uzlaşımcı politikasından uzaklaşacağının göstergesidir. Y a p t ı r ı m k a r a r l a r ı e l b e t İ ng i l t e r e ’ y l e s ı nı r l ı d e ğ i l d i r .

“İran'la yapılan her tür mali işlem nükleer faaliyetlere destek riski oluşturuyor. Dolayısıyla dünyanın dört bir yanındaki finans kuruluşları İran ile iş yapmanın risklerini iyi düşünsünler."8

4

ABD Maliye Bakanı Timothy Geithner yaptığı bu açıklamayla İran’la süregelen ya da oluşturulacak mali ilişkilerin getireceği risklerin altını çizerek diğer ülkeleri İran’a karşı yaptırım uygulamaya çağırmıştır. Dikkat çeken nokta şudur ki; ABD hükümeti İran'ın petrokimya, petrol, doğal gaz ve finans sektörlerini hedef alan yaptırımlar uygulayacaklarını belirtirken İngiltere ve Kanada’nın yaptığı gibi İran Merkez Bankası’yla ilişkileri tamamen koparmamıştır. Reuters haber ajansına göre ABD’nin korkusu İran merkez bankasıyla ilişkilerin kesilmesi halinde fırlayacak petrol fiyatlarının zaten zor günler geçiren Avrupa ve ABD ekonomisini kötü yönde etkileyeceğidir.9 Raporun yayımlanmasının ardından bir ay geçmesiyle birlikte uygulanan yaptırımlara taviz vermeyen İran karşısında ABD hükümeti ikinci bir seçeneği dillendirmeye başlamıştır; diplomasi dışı çözüm ya da daha kaba bir tabirle askeri müdahale. Bu açıklamadan birkaç saat sonra İran’ın Afganistan sınırı yakınlarında bir casus uçağı düşürüldüğüne dair açıklama yapılmıştır. İran bu olayı “hava sahasına yapılan işgal” olarak yorumlamıştır. Geçtiğimiz Temmuz ayında yine ABD’ ye ait bir casus uçağının İran’ın nükleer tesislerinden birinin yakınlarında düşürüldüğü açıklanmıştır. ABD hükümeti her ne kadar Afganistan sınırında düşürülen uçağın bu ülke için kullanılan ancak kontrolden çıkıp kaybolan uçak olduğunda diretse de İran hükümeti, radara yakalanmayan bu uçakların İran hava sahasını işgale aldırmadan ABD lehine istihbarat topladığını düşünmektedir.10 Londra’da Arapça yayımlanan bir gazetenin yorumuna göre; Amerikan casus uçağının İran hava sahasındaki ihlali Ahmedinejad hükümetinin öfkesini ateşleyip askeri bir müdahaleye sebebiyet verecek misillemeye yönelik bir provokasyondur.11

İ r a n’ ı n nü k l e e r i ne k a r ş ı İ s r a i l ’ i n a g r e s i f l i ğ i Bu ihtimalden en çok rahatsız olan ülkeler şüphesiz ABD ve İsrail’dir. Bu iki ülkenin rahatsız oldukları nokta şudur ki; nükleer silaha sahip İran, istikrarsız bir Ortadoğu, ve özellikle ayaklanmaların sürdüğü, düzenin sağlanmadığı; ayrıca batı müdahalesi istemeyen bölge ülkeleri için güçlü ve saygın bir İran demektir. Ancak bu durumda Ortadoğu’da ağırlığını kaybetmek istemeyen güçler, veya daha iyimser bir yorumla, kendilerini güvensiz bir ortamda hisseden, her an sıcak bir savaşla karşı karşıya kalma şüphesi taşıyan ülkeler de altta kalmayarak, askeri kapasitelerini bu duruma göre adapte etmeye başlayacaklar ve belki bölgede bir nükleer çoğalma12 baş gösterecektir. Esasında İran’ın nükleer programı, Soğuk Savaş sırasında ABD desteğiyle başlamıştır. 1953’te İran yönetimine Amerika destekli bir hükümet kurulunca,13 SSCB karşısında Batı Bloğu’nun gücünü göstermek için ABD hükümeti İran’ın nükleer merkezlerinin kurulmasında önayak olmuştur. Ancak işler Amerikan hükümetin istediği gibi gitmemiş; 1979 İslami Devrimi’yle başa geçen Humeyni hükümetinin ABD karşıtı bir politika izlemesi, dünyada nükleer dengelerin altüst olmasına neden olmuştur. Değişen hükümetle birlikte İran, nükleer programındaki Batı desteğini elimine ederek, yalnızca İran ekonomisi ve desteğiyle yürütülen bir program geliştirmeye başlamıştır. Ülke kendini teknoloji ve nükleer bilgi konusunda geliştirdikçe Amerika bundan rahatsız olmuş, çeşitli antlaşma (Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması NPT) ve yaptırımlar geliştirerek İran’ın gelişimine engel olmak istemiştir. Bu engellerden biri olarak ABD’nin bölgedeki diğer bir nükleer güç olduğu düşünülen İsrail’i desteklemesi örnek gösterilebilir. Soğuk Savaş sonrasında ABD Ortadoğu’daki etkinliğini kaybetmemek için Sovyetler Birliği’nden kopup kendi devletlerini kuran zayıf ülkelere yaklaşıp bölgede kendi hegemonyasını kurmak istese de İran’ın kendisine muhalefet olması, ABD hükümetini o zamandan itibaren rahatsız etmeye başlamıştır. ABD’nin çeşitli akademik çalışmalarına, istihbarat bilgilerine ve güvenlik birimlerinin vurgularına bakılırsa; İran’ın 1990’dan itibaren nükleer silah üretmek için gerekli teknoloji ve donanıma sahip olduğu uluslararası güvenliğin tehlikeye girdiği yorumları göze çarpmaktadır.14 ABD hükümetini rahatsız eden bir diğer nokta da işte budur: İran’ın


sahip olduğu teknoloji. Her ne kadar uluslararası alanda en güçlü donanıma sahip olan ordu Amerika’nın olsa da henüz nükleer silahların ülkeyi vurma ihtimaline karşı etkin bir savunma sistemi geliştirememiş olması15 hükümetin bir diğer endişesidir. Bu endişe dahilinde atılan adımlardan biri de 9/11 terörist saldırısını ABD’nin akıllıca yorumlamasıyla; Avrupalı devletleri de yanına çekerek Ortadoğu’daki Radikal İslam hükümetlerini bölgede yalnızlaştırıp kendi ekonomik, siyasi ve güvenlik çıkarları için uygun bir zemin hazırlamaktır.16 Ortadoğu’nun istikrarsız yapısına dikkat çekerek bölgede üretilecek bir nükleer silahın yanlış ellere geçmesiyle oluşacak güven sorununa dikkat çeken ABD ile birlikte Batı da bu bölgeye karşı bir önyargı oluşturmuş ve “uluslararası terörizmle mücadale”17 bu ülkelerin güvenlik sorunlarında ilk sıraları almıştır. (İngiltere’nin İran’a uyguladığı yaptırımın “terörle mücadele” yasası kapsamında olması buna bir örnek teşkil edebilir.) İran’ın nükleer programına bu denli önem vermesi, realizmin “kendi kendine yetme” (self­help) prensibiyle açıklanabilir.18 Soğuk Savaş sonrasında Amerika’dan uzaklaşan İran, özellikle 9 Eylül terör saldırısından sonra okların Müslüman ülkelere çevrilmesiyle uluslararası alanda daha da yalnızlaşmıştır. ABD’nin bölgedeki ve Avrupa’daki ülkeleri de etki alanına alması, global siyasal ekonominin başını çekmesi ve dünyadaki önemli askeri güçlerden biri olması İran için kendini savunacak ciddi bir donanmayı gerektirmektedir. Bu da beraberinde uluslararası düzeyde bir güvenlik ikilemini beraberinde getirmektedir.

İsrail Savuma Bakanı Ehud Barak: “Eğer bir İranlı olsaydım muhtemelen nükleer 19 bombamızın olmasını isterdim.” Akademisyen John Mearsheimer: “Eğer Ahmedinejat’ın milli güvenlik danışmanı olsaydım, İran’ın nükleer açıdan silahlanmasını önerirdim”20 İsrail’in bu gergin diplomatik savaştaki yeri İran’ın tam karşısı, Amerika’nın yanıdır; ama sert bir tutum izleyen, ABD hükümetinden ziyade, kendisidir. UAEA’nın raporunun yayımlanmasının ardından İsrail İran’a karşı tepki gösterilmesi gerektiğini, bu tepkinin yalnızca ajans içinde kalmayıp uluslararası alanda yapılması gerektiğini vurgulamıştır.21 İsrail’de işler,

“İsrail, İran’ın nükleer tesislerini vurmalı mı?” sorusunu tartışmaya açıp anket yapacak kadar ileri gitmiştir. Medya üzerinden yapılan bu anket sonucu, İsrail halkının % 41’i saldırıdan yanayken %39’u bu saldırıya sıcak bakmamaktadır.22 Bu anketten anlaşılacağı üzere, İsrail hükümeti İran aleyhine herhangi bir eylem yapması ihtimaline karşı şimdiden halk desteğini yanına almıştır. Ancak İsrail’in İran aleyhinde tüm çabası, tabii ki, sadece dillendirilen bu olası savaş değildir. UAEA’nın daimi İran delegesi Ali Asgar Sultaniye, yayımlanan bu raporun İranlı kimi bilimadamlarının isimlerinin açıkça belirtilmesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirerek, geçtiğimiz beş yıl içindeki İranlı bilimadamlarına yönelik suikast ve kaçırılmalardan İsrail’i sorumlu tutmuştur.23 Bunun yanında geçtiğimiz yıl Buşehr’deki nükleer santralin açılışından önce, İran nükleer santralleri Stuxnet isimli bir virüs saldırısına uğramıştır. New York Times’da yer alan bir habere göre İsrail tarafından düzenlenen bu siber saldırı24, İran’ı bir süreliğine zor durumda bıraksa da nükleer işletim sisteminde fazla bir hasara yol açmamıştır. Buradan da görüldüğü üzere, İsrail hükümeti İran nükleer programının önünü kesmek için elinden geleni yapmaktadır. Ancak İsrail’in nükleer programına ilişkin şüpheler halen daha varlığını korumakta olmasına karşın ne İsrail ne de ABD bu soru işaretlerini gidermeye yönelik bir girişimde bulunmamaktadır. İsrail, 1950’lerden itibaren nükleer silah edinme çabasına başlamış, ABD ile imzaladığı Nükleer Belirsizlik Antlaşması’yla, dışarıya bilgi sızdırmaması koşuluyla, nükleer programına hiçbir baskıya maruz kalmadan devam etmiştir. Ayrıca NSYÖA’yı da imzalamamıştır.25 Ancak ne uluslararası alanda ne de ajans bünyesinde hiçbir ülke, İran’ın üzerine gittikleri ölçüde, İsrail’e herhangi bir baskı ve yaptırım uygulamamaktadırlar. İsrail hükümeti, nükleer programındaki şüphelere dair soruları cevapsız bırakmakla kalmayıp; kendini aklamak istercesine ülkenin jeopolitik konumunun ülke güvenliği için riskli olduğuna işaret etmektedir. Hükümete göre İsrail, Arap ve Müslüman ülkeler arasında sıkışıp kalmış durumdadır,26 ve kendini savunacak en etkili güvenlik yöntemi caydırıcılık etkisine sahip bir güvenlik kapasitesidir. Sahip olduğu bu kapasiteyle, bölgede, hem kendi çıkarlarını hem de müfettiki ABD’nin çıkarlarını gözetebilecektir.

5


6

Ancak bu karşılıklı çıkar ilişkisinde İran’ın oynadığı rol sorun yaratmaktadır. İsrail, İran’a karşı olan agresifliğini şimdiye kadar saklamamış; açıklanan raporla birlikte, daha önce de belirtildiği gibi, bir hava müdahalesi için kendine uygun bir ortam hazırlamıştır. Bu uygun ortamın etkenleri şöyle sıralabilir: Birincisi; İran’ın bir yıl içinde uranyum zenginleştirme kapasitesini artıracak yeni bir nükleer tesisi harekete geçirmesi planlanmaktadır. Bu nükleer tesisin sunduğu imkanlar sayesinde İran ordu ve savunmasının gücü de doğal olarak artacaktır. Ayrıca, ABD seçimlerine de bir yıl kalmışken, Obama’nın Yahudi Lobisi’nin ve Yahudi seçmeninin desteğini kaybetmek istemeyeceği için bu saldırıya destek olacaktır. Ancak, destek olacaktır, direk olarak müdahalenin içinde bulunmayacaktır. Çünkü Irak’tan geri çekilme tam anlamıyla bu yıl sona ermişken ve seçimler de yaklaşırken Obama yönetimi kamoyunun tepkisini çekmek istememektedir. Ancak bazı yorumculara göre şöyle bir senaryo mümkündür ki; İsrail İran’a saldırdığında, eğer Ahmedinejad buna bir karşılık verirse, ABD, “nükleer silaha sahip olan” İran’ın İsrail’deki sivil hayatı tehlikeye soktuğu gerekçesiyle, müttefikine destek olacaktır. Aslında bu senaryo madalyonun bir yüzü. Diğer taraftan, İsrail’in İran’a saldırması, ABD’nin bölge ülkelerindeki üslerini tehlikeye atacak ve dünyanın içinde bulunduğu mali krizin ortasında petrol fiyatlarının artmasına sebep olacaktır.27 Üçüncü bir etken Irak’ın ABD işgalinden sonra henüz oturmamış ­özellikle güvenlik­ yapısıdır. Ve son olarak İran’ın bölgedeki önemli müttefiklerinden Suriye’nin kendi iç problemleriyle uğraşması, İsrail için başka bir avantaj oluşturmaktadır.28

yakınlaşmada İran’ın petrol zenginliğinin de payı vardır. Çin’in İran’la ilişkisi belli bir çerçeveyle sınırlı kalmakta, ancak Rusya’nın İran’la işbirliği yalnızca diplomatik ve ekonomik düzeyde değil; nükleer konuda da vardır. Buna örnek olarak İran’ın Rusya yardımıyla kurduğu, geçen sene aktif olan Buşehr nükleer santrali verilebilir. Ayrıca, BMGK’de oylamaya sunulan İran’a yönelik yaptırım kararını bu iki ülkenin veto etmesi diğer bir örnektir.29

Ancak, İran uluslararası arenada tamamen yalnız değildir. Kısaca belirtmek gerekirse, Sovyetler’in dağılmasından sonra özellikle Orta Asya’daki ve Kafkasya’daki güç boşluğunu hem kendi askeri, ekonomik ve siyasi gücünü kullanarak hem de NATO yapısı altında doldurmaya çalışan ABD Rusya’yı rahatsız ettiği gibi Çin’in de kendine muhalefet olmasına neden olmuştur. Bölgede oluşan bu çıkar rekabeti Rusya ve Çin’i İran’a yaklaşmıştır. Ancak bu

Tüm bu gelişmelerden sonra İran hükümeti kendisine karşı uygulanan yaptırımların her iki tarafa da zarar vereceğini savunup, Avrupa ve Amerika’nın bu zor kullanmasıyla işbirliği yapmayacağını, var olan sorunların diplomatik yollarla çözülmesinden yanadır. Aksi takdirde, İsrail’in rahatlıkla dillendirdiği “askeri müdahale”nin gerçekleşmesiyle ortaya çıkabilecek felaketi görmezden gelmek sadece bölge ülkelerinin güvenliğini tehlikeye sokmakla kalmayıp, tüm dünyayı

Küreselleşen dünyayla birlikte çıkar ilişkilerinin ve çatışmaların da artık boyut değiştirdiği günümüzde, ABD’nin tehdit algısı da değişmiş, hükümet, özellikle dünyanın çeşitli yerlerinde meydana gelen salıdırılar nedeniyle oklarını İslami cumhuriyetlere çevirmiştir. Ortadoğu’da gelişmiş teknolojisi ve dolayısıyla güçlü ekonomik ve otoriter yapısıyla varolan İran, ABD’nin bölgedeki etkinliğini kısıtlamakta, çıkarlarına zarar vermektedir. Her ne kadar nükleer programının barışçıl olduğunu iddia etse de, siyasi alandaki yalnızlığı ve ülkenin güvenliğine dair duyduğu şüpheler, İran hükümetini güvenlik ve savunma kapasitesine yönelik teknolojik gelişmelere önem vermesine neden olmuştur. İşte Amerika’yı rahatsız eden bu üstün teknolojidir. Bazı yorumcular olası nükleer silahın İran’ı saldırgan kılacağını iddia etse de, İran’ın bu kapasitesini savunma ve dikkate alınabilir bir tehdit amaçlı kullandığı söylenebilir (İkinci vuruş yeteneği)30. Çünkü ülkesine karşı varolan bu şüphe sayesinde İran, ABD ve İsrail’in gücünü kırıp, hem Ortadoğu’da hem de uluslararası alanda daha rahat hareket etmektedir.


tehdit edecektir. Bu noktada Türkiye’nin de oynayacağı rol çok önemlidir; bir taraf belirlemektense taraflar arasında aracı olup ikna yeteneğini kullanarak, uzlaşmacı diplomatik yollarla, sorunun bir an evvel çözülmesi için uğraş vermelidir. Aksi takdirde, Ahmedinejad’ın belirttiği gibi, İran’ın bir hedefi de Türkiye’deki NATO üsleri olacaktır.

R e f e r a ns l a r 1. “BM:İran Nükleer Denemesi Yapıyor” (08.11.11) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/11/111108_iran_nuclear_iaea.shtml (Erişim Tarihi: 16.12.11) 2. Slavin, Barbara. “Atom Enerjisi Ajansı İran’ın 2003 Öncesi Açıklamalarını Açıkladı” (2011) http://ipsinternational.org/tr/news.asp?idnews=132 ( Erişim Tarihi: 17.12.11) 3. gös. yer. 4. “İngiltere, İran Bankalarıyla İlişkiyi Kesti” (21.11.11) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/11/111121_uk_iran.shtml ( Erişim Tarihi: 17.12.11) 5. “İran’dan İngiltere’ye Misilleme” (27.11.11) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/11/111127_iran_uk.shtml ( Erişim Tarihi: 17.12.11) 6. “İranlı Protestocular İngiltere Büyükelçiliğini Bastı” (29.11.11) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/11/111129_iran_update.shtml ( Erişi Tarihi: 17.12.11) 7. “İngiltere Büyükelçisi’ni Sınır dışı Edecek” (27.11.11) http://www.ntvmsnbc.com/id/25300669/ (Erişim Tarihi:17.12.11) 8. “İran’a üç ülkeden Yaptırım Geldi” (22.11.11) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/11/111122_iran_sanctions.shtml (Erişim Tarihi: 17.12.11) 9. gös. yer. 10. “İran için Diplomasi Dışı Bir Çözüm Aranabilir” (05.12.11) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/12/111205_iran_us.shtml ( Erişim Tarihi: 17.12.11) 11. “İran’a Amerikan Provokasyonu” (08.12.11) http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&ArticleID=1071849&Date=12.12.2011&CategoryID=132&fb_source=m essage ( Erişim Tarih: 18.12.11) 12. Dr. Çağlar, Barış. “Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın Raporu Ve Nükleer Bir İran’ın Bölgenin Tümü İçin Muhtemel Sonuçları” (22.11.11) http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=2906 ( Erişim Tarihi: 14.12.11) 13. De Luce, Dan. "The spectre of Operation Ajax" (2003) http://www.guardian.co.uk/politics/2003/aug/20/foreignpolicy.iran ( Erişim Tarihi: 17.12.11) 14. Yard. Doç. Dr. Özkan, Güner. “ABD­İran Arasında Nükleer Güç ve Güvenlik Sorunu” Finans Politik ve Ekonomik Yorumlar Dergisi. (2007). Cilt:44 Sayı:509 s: 26,27. 15. a.g.e s: 22 16. gös. yer. 17. gös. yer. 18. a.g.e s: 23 19. Zeynalov, Mahir. “Iran’s Nuclerar Ambitions an Offense, not Defense” (29.11.11) http://en.caspianweekly.org/component/content/article/41­articles/4127­irans­nuclear­ambitions­an­offense­not­defense.html (Erişim Tarihi: 14.12.11) 20. gös. yer. 21. “Tahran UAEA Direktörü Yukiya Amano’yu Suçluyor” (22.11.11) http://tr.euronews.net/2011/11/22/tahran­uaea­direktoru­yukiya­ amano­yu­sucluyor/ ( Erişim Tarihi: 17.12.11) 22. Dr. Çağlar, Barış. A.g.e vs. Gös. Yer. 23. A.g.e vs. Gös. Yer. http://tr.euronews.net/2011/11/22/tahran­uaea­direktoru­yukiya­amano­yu­sucluyor/

7


(leventkizilbagli@gmail.com)

Tarih boyunca Kıbrıs Adası, Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlar, bir anlamda Kıbrıs adasının tüm sakinleri ne kadar çok krize tanık olmuştur hiç düşündünüz mü? Akdeniz’in en nadide noktalarından birine konumlanmış bu güzel ve küçük ada tarihin bu uzun ve yorucu yollarında hangi zorluklarla baş etmek zorunda kaldı, hangilerinden alnının akıyla çıktı ve hangilerinde başarısızlığa uğradı? Bana göre, bu tarz soruların cevabını vermek o kadar zor ki, çünkü sayısız sorunlarla uğraşmak zorunda kalan Kıbrıslılar, tarih boyunca bu sorunlar arasında tam manada tıkanıp kaldılar. Bu bakımdan bu sorulara verilebilecek en net ve en doğru cevap, problemlerin neler olduğundan ziyade, mevcut sorunların niteliğine ve neden ortaya çıktığına eğilmekle bulunabilir. 

8

İşte bu noktadan hareketle, bu yazıda, Kıbrıs’ın sayısız sorunları arasından, son dönemde ortaya çıkan bir başka krizi incelemeye ve olayı farklı yönleri ile ortaya çıkarmaya çalışacağım. Henüz beş ayını doldurmamış bu krizin adı “Kıbrıs’ta Sondaj Sorunu”. Krizin adından da anlaşılacağı üzere, olayın petrol ve doğalgaz ile ilgili olduğu aşikâr. Ancak olayın yalnızca doğal kaynakların getirisi açısından değil, politik açıdan da değerlendirilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Bu kapsamda, konuyu biraz daha detaylandırmak da fayda var. Öncelikle olay neden ve nasıl ortaya çıktı, onu anlamaya çalışalım. Eylül 2011 itibariyle Kıbrıs Rum Kesimi’nin Akdeniz’de doğalgaz ve petrol arama çalışmalarına başlayacağını duyurması, krizin ilk kıvılcımı olarak adlandırılabilir. Bu açıklamayı takiben Türkiye ve KKTC diplomatik bir hamle yaparak, ikili bir Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması yapacaklarını ilan ettiler. Bu, bir bakıma durumu eşitleme çabası olarak yorumlanabilir. Bu açıklamaların ardından olası bir krizin sona ereceğini düşünenler yanıldılar. Çünkü Kıbrıs Rum Kesimi, Akdeniz'de 'Münhasır Ekonomik Bölge' saydığı bölgenin 12. parselinde doğalgaz arama faaliyetleri çerçevesinde ilk sondaj kuyusunun açılması için Amerikan “Noble Energy” ile anlaştı, bu da bir karşıt hamleydi ve bir bakıma Kıbrıs Rum Kesimi’nin bu konuda ne denli ısrarlı olduğunun bir göstergesiydi.1 Peki, şimdi ne olacak ve Türkiye ne gibi bir karşılık verecek gibi soruların cevabını, Türkiye’nin taahhüt ettiği gibi gerekli gördüğü Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Anlaşması’nı KKTC 22 Eylül 2011’de imzalamasıyla bulduk. Türkiye’nin KKTC ile New York’ta imzaladığı bu anlaşma deniz tabanı ve altındaki doğal kaynaklarının araştırılması ve işletilmesi ile ilgiliydi ve bu kapsamda Türkiye’ye ve

doğal olarak KKTC’ye bölgede gerekli doğal kaynak incelemelerini yapmasını öngörüyordu. Böylelikle aslında politik anlamda pek de fazla bir varlık gösteremeyeceğini düşündüğümüz bu olay, iki taraf arasında ciddi boyutta diplomatik bir krize yol açmıştı. Ancak, Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimi’ne karşı tepkisi, bu anlaşmayla sınırlı kalmadı. Türkiye’nin Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış, Rum Kesimi’nin bu cesur hamlesine karşılık olarak, adeta tehdit gibi bir uyarıda bulundu ve Türkiye’nin daha önce bölgeye defalarca savaş gemilerini gönderdiğini belirterek “donanmalar bunun için var” açık çekini ortaya sürdü. Bu, bir bakıma savaş göstergesiydi ve Türkiye’nin olayı ne denli ciddiye aldığını gösteriyordu.2 Bu kritik gelişmelerden de anlaşılacağı üzere iki taraf arasındaki olaylar neredeyse savaş boyutuna gelmişti. Yine de bu noktada her iki tarafın hamlelerinin diplomatik çerçevede algılanmasında fayda olduğunu düşünüyorum. Çünkü yazımın başında da belirttiğim gibi bu ve benzeri olaylar, krizler, Kıbrıs tarihinde defalarca yaşanmıştır; o açıdan, olayı bir diplomatik savaş olarak yorumlamak bana daha mantıklı ve açıklayıcı gelmekte. Olaya geri dönecek olursak, Türkiye’nin bu resti dış basında da büyük yankı buldu. Örnek vermek gerekirse ABD’nin çok satan gazetesi “Wall Street Journal”, “Türkiye, Petrol Sondajı Konusundaki Bahisleri Yükseltiyor" başlığını kullandığı haberinde Türkiye’nin, araştırma gemilerine refakat etmek üzere savaş gemilerini göndermeye hazır olduğunu söylediğine dikkat çekti. Öte yandan "Kıbrıs (Rum Kesimi) Tartışmalı Petrol ve Gaz Sondajını Başlatıyor" başlığını atan İngiliz yayın kuruluşu BBC de, Başbakan Erdoğan’ın ve diğer Türk yetkililerinin Rumlara uyarılarına dikkat çektiği haberinde "Türkiye, tehdidini yerine getirirse, buna Rum hükümeti kesinlikle direnecek ve askeri çatışma riskini provoke eder" görüşünü öne sürdü.3 İşte tüm bunlar, krizin ne denli önemli bir boyuta ulaştığını gösteriyordu; nitekim Türkiye, sismik araştırma gemisi Piri Reis’i Akdeniz üzerinde gerekli araştırmaları yapmak üzere bölgeye yollamasıyla somut bir adım atmış oldu. Bu kapsamda “Kıbrıs Sorunu” ada karası üzerinden deniz alanına doğru yayılmış ve farklı bir boyut kazanmıştı. Kanımca bu durum, hali hazırda çözümü zor gözüken Kıbrıs Rum Kesimi ve Türk tarafı arasındaki sorunu daha da zorlaştırmakla kalmamış; sorunun içinden çıkılamayacak bir hal almasına neden olmuştu. Konuya farklı açıdan bakacak olursak, Rum kesiminin bu noktadaki ısrarcı tavrının, aslında iç politikada yaşanan özel bir sıkıntıdan kaynaklandığına ulaşabilmek mümkün.


Biraz daha açalım, bilindiği üzere Kıbrıs’ta sondaj sorununun patlak vermesinden önce Temmuz 2011’de Rum Kesimi’nde Donanma Üssü’nde yaşanan patlama ve bu patlama sonrası alt yapı çalışmalarının yeniden yapılması adına gerekli görülen maddi kaynağın Rum halkı tarafından sağlanmaya çalışılması, toplum içinde doğal bir huzursuzluğa yol açtı. İşte tam bu noktada, Rum Kesimi’nde muhalefet sesleri iyiden iyiye çoğalmaya başlamışken, Hristofyas yönetimi eş zamanlı olarak doğalgaz ve petrol araştırma çalışması başlatacaklarını duyurarak, muhalefeti sakinleştirmeyi planlamıştı. Çünkü iktidar, bu araştırmanın ülkeye ciddi anlamda ekonomik getiri sağlayacağını düşünerek, iç politikadaki sorunu çözebilmek adına dış politikada oluşacak/oluşturulacak olası bir krizden faydalanacağını düşünmüştü. Aslında, bu hedefinde kısmen başarılı olduğunu da söylemek mümkün, çünkü iç politikadaki sıkıntıları çözebilmek adına neredeyse klasikleşen bir yöntem olan dış politika silahı, kamuoyunda olumlu bir hava oluşturmuş ve iç politikada ibreyi Hristofyas’tan yana çevirmeye yetmişti. Ancak Hristofyas’ın iç politikadaki krizi hafifletmek adına uyguladığı bu stratejik hamlesi, zaten gergin olan Türkiye­Kıbrıs Rum Kesimi ilişkilerinin yeniden hatta daha fazla gerilmesine yol açtı. Olaya Türkiye tarafından bakacak olursak, Türkiye’nin bu denli sert bir tepki vermesinin ardındaki neden üzerine yoğunlaşmakta yarar var. Bakınız, Türkiye’nin Kıbrıs Rum Kesimi’nin böylesi kritik bir dış politika hamlesine, bu çapta sert bir tepkide bulunması, her şeyden önce Türkiye’nin KKTC ile olan geleneksel dış ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Bu ilişkiler kapsamında Türkiye, KKTC ve KKTC insanının haklarını kendi hakkı olarak görmekte ve yıllardır bu pozisyondaki konumunu korumaktadır. İşte bu noktadan hareketle, Rum Kesimi’nin öncülüğünde geliştirilen bu krize Türkiye, gerekli cevabı diplomatik açıdan somut adımlar atarak cevap vermeye çalışmıştır. Bu kapsamda Türkiye, bölgede bulunan doğal kaynaklardan edinilecek gelirin yalnızca Rum Kesimi tarafından kullanılmasına olan tepkisini, bu girişimin adanın diğer sakinleri olan Türklerin haklarına ve daha da önemlisi uluslararası hukuka ters düştüğünü iddia ederek dile getirmiştir. Öte yandan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Harry­Zachary George Tzimitras, hükümetin, Kıbrıs Rum Kesimi'nin doğalgaz arama faaliyetlerine karşı sert tutumunun sebeplerinin sadece ekonomik temellere dayanmadığını, Türkiye'nin bölgede lider ülke olma isteğiyle ilişkilendirmesi gerektiğini söyledi. Bu açıdan

incelenirse, Türkiye’nin özellikle bölgede yaşanan Arap Baharı ile daha da hissettirmeye başladığı ve hedeflediği bölgesel liderlik rolünü, böylesi bir krizin kendi lehinde çözülmesini sağlamak suretiyle sağlamlaştırma çabasından kaynaklandığı söylenebilir. Bu nedenle de, Türkiye’nin Kıbrıs’ta Sondaj Krizi’ne olan tepkisini doğal olarak karşılayabilmek mümkündür. P e k i , ş i m d i ne o l a c a k ? Yaşanan son kriz, olayın geleceği ve çözümüyle ilgili soru işaretlerini de beraberinde getirmektedir. Ayrıca Türkiye ve Kıbrıs Rum Kesimi arasında yaşanan bu son olay, Türkiye­AB ilişkilerine ilişkilerini doğrudan etkilemektedir. Öyle ki, Güney Kıbrıs’ın, Temmuz 2012’de AB Dönem Başkanlığı’nı devralacak olması ve bu doğrultuda Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin durma noktasına geleceğinin öngörülmesi, Türkiye’nin AB çerçevesinde Kıbrıs Rum Kesimi ile ilgili dış politika hamlelerini daha da önemli kılmaktadır. Bu noktada AB’ye de görev düştüğü kanısındayım çünkü Kıbrıslı Rumları 2004 yılında bünyesine katan AB, bu noktada sorunun tarafıdır ve son krizin çözümü adına gerekli adımları atmakla yükümlüdür. Tüm bunlara ek olarak her iki tarafın liderleri de olaya temkinli ve hassas bir şekilde yaklaşma sorumluluğuna sahip olmalıdırlar. Bu kapsamda Rum lider Hristofyas, doğalgazın plan dâhilinde bulunması durumunda, Kıbrıs sorununa bir çözüm bulma çerçevesinde bundan her iki toplumun da yararlanacağını iddia ederek iki taraf arasında oluşan gergin ortamı bir nebze de olsun yumuşatmaya çalışmıştı.4 Bana göre, Hristofyas’ın sarf ettiği bu sözlerin temeli, ne kadar gerçekçidir bilinmez ama, sorunun kısa vadede çözümü adına bu tarz söylemlerin yapılması umut vericidir. Çünkü bu sorunun çözümüne dair atılacak en önemli adım, araştırma sonrası çıkarılacak kaynağın her iki toplum arasında eşit olarak paylaşılmasından geçmektedir. Bu kapsamda unutulmaması gereken bir şey var ki, o da Kıbrıs’ta sondaj sorununun ne ilk ne de son sorun olduğudur. Ancak şu da bilinmelidir ki, politik anlamda sorunların çözümü adına iki tarafın yönetimleri arasında alınacak en ufak mesafe, toplumlar arası barışın gelişmesine önemli ölçüde katkıda bulunacaktır. Dileğim, mevcut sondaj krizinin her iki tarafın yararına olacak şekilde çözümlenmesi ve yıllardır kimilerince çözümsüzlüğün çözüm olarak algılandığı ada topraklarında, sürekli barışın hak ettiği yeri bulmasıdır.

R e f e r a ns l a r 1. Euractiv, “Güney Kıbrıs sondaj makinesini yerleştirdi, Akdeniz'de hakimiyet mücadelesi kızışıyor.”, (18.09.11), http://www.euractiv.com.tr/4/article/akdenizde­hakimiyet­mucadelesi­kibris­dogalgaz­israil­021153, (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2011) 2. gös.yer. 3. Milliyet, “ Donanmamız bunun için var.” , (02.09.11), http://siyaset.milliyet.com.tr/donanmamiz­bunun­icin­ var/siyaset/siyasetdetay/02.09.2011/1433880/default.htm, (Erişim tarihi: 20 Aralık 2011) 4. Radikal, “ Türklerin Rumlara Resti Dünya Basınında”, (20.09.11), http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1063900&Date=20.12.2011&CategoryID=78&Rdkref=1, (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2011) 5. Ntvmsnbc, “Savaşa Hazırlandığımız İddiası Komik”, (23.09.11), http://www.ntvmsnbc.com/id/25281878/, (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2011)

9


(gozdeotlu@gmail.com)  Aralık

ayının gündemine bütün şiddetiyle oturan bir olaydı Rus parlamento seçimleri. Birçok tepki uyandırdı; birçok iddia ortaya atıldı. Bu iddialarını belgelerle destekleyenler ya da desteklediklerini düşünenler, eleştirileri için tutuklananlar, sağduyulu medyaya sansürler derken yaklaşık bir ay geçti ama Rusya’da sular hala durulmadı. Durulacak gibi de durmuyor ama ya bu etkilerin tepkisi?

10

Peki, kimdir bu Putin? Ne yapmış bu kadar da halkın geniş çaplı tepkisi Rus Baharı sorusunu getirmiş akıllara? Tabi ki biliyoruz Putin’in kim olduğunu diye düşünebilirsiniz; Putin, Yeltsin kasırgasının darmadağın ettiği Rusya’ya tekrar istikrarı ve düzeni getiren kişidir belki1. Ya da 1999 yılında başbakan, 2000 yılında başkan seçilmesinden itibaren ise sekiz yıl boyunca görev yapan, otoriter ve karizmatik bir liderdir. Ancak onun ismiyle anılan en çarpıcı kavramlar ise; seçimlerde hile, yolsuzluk, görünmez bir diktatörlük, medya sansürleri ve tabii ki de yüzde 140’tır. 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) dağılmasından sonra büyük zorluklar ve engellerle karşılaşmıştı Rusya. Başarısız yönetimler, ekonomik krizler, neredeyse alevlenen iç savaş kıvılcımları derken geçiş dönemi olan 10 yıllık bir süre atlatılmıştı ve yeni dönemin başında da Vladimir Putin vardı. 2000 yılında ise başkanlık seçimini kazanan Putin, eski ve yaşlı başkan Yeltsin yerine en iyi alternatif olarak görülmüştü. Politik ve ekonomik alanlara yeniden düzen ve istikrar getirme sözlerini büyük ölçüde yerine getirdi; artan petrol fiyatları ve Çeçenistan’daki isyancıları başarılı bir şekilde bastırması da bu sözün kanıtıydı, ayrıca Putin’e büyük bir itibar da kazandırmıştı.2 Bütün bunları, karşısında sürekli her şeye itiraz eden bir muhalif grupla yapması mümkün değildi diye tahmin etmek lazım. Çünkü ülkenin içinde bulunduğu durum, fikir ve işbirliği gerektiriyordu; Putin’in marjinalleştirdiği toplumun belli başlı kesimleri de zaten artık söz sahibi değildi. Bu kesimlere medya da dâhildi. 2000 yılında büyük yankı uyandıran bir olay, Kursk isimli denizaltının batması ve Putin’in bu olayı ele alırken yaptığı hatalar medyada çok konuşuldu; Putin acımasızca eleştirildi.3

İşte bu eleştiriler yeni Başkan Putin ve medya arasındaki gerginliğin başlangıç noktası olmuştu. Başkanlığa gelirken verdiği iç istikrar, ulusal gurur ve uluslararası itibar sözlerini gerçekleştirmek için, merkezi otoriteyi güçlendirmesi gerektiğini zaten biliyordu Putin ama bu olayla daha da iyi anlamıştı.4 Putin’in ikinci başkanlık dönemine de kısaca değinecek olursak, 2004 yılındaki seçimlerde tamamen rakipsiz olduğunu söylersek abartmış olmayız. Bu seçimler önemsiz gibi görülebilir, ancak Putin açısından, gücünü yenilemek ve daha da arttırmak için önemli dönüm noktalarından biridir.5 Çeşitli çıkar grupları, Yeltsin’in ardından gelen Putin’in de kendilerine bağlı olacağını düşünürlerken, yeni başkanın onları hüsrana uğratması ve 2004 seçimleriyle de daha da güçsüzleştirmesi ve kontrolü tamamen ele alması aslında kaçınılmazdı; en başta sanki onların çıkarlarını gözetecek ve aralarında sürekli gidip gelecek gibi gözükmesine rağmen.6 Bölgesel ve oligarşik güçleri etkisizleştiren Putin’in en baştaki amacı politik gücü ve istikrarı yeniden sağlamaktı; ikinci dönemindeyse bunu büyük ölçüde gerçekleştirmişti zaten.7 Bu süreçte medyayı da oldukça etkili kullanmıştı Rus başkan. Ulusal kanal onun en önemli silahlarından biriydi; siyasi propagandaları, seçim konuşmaları ve halka ulaşma çabaları8 çeşitli ‘dikkat dağıtıcı gerçeklerle’ gösterilmişti. Bunların bazılarını kutup ayılarını takip ederken, Formula 1 yarış arabası sürerken ve Sibirya’da gömleksiz dolaşırken görüntülenme olarak sayabiliriz, her ne kadar bu çabalar sonuçsuz kalmış ve halkı daha fazla kandıramamış olsa da.9 Şunu da mutlaka belirtmek lazım; Putin’in önceden güç sahibi olan belli çevreleri etkisizleştirdiği doğru, ancak unutulmamalıdır ki geldiği bu noktaya yapayalnız ve sadece kendi gücüyle ulaşmamıştır. Putin’in karşı çıktığı ve değiştirmeye çalıştığı Sovyetler Birliği yapısı adeta hiyerarşik bir piramit gibidir; güçler ayrılığı vardır tabi ki ama bu Kremlin (bknz 1.A) üzerinde bir otorite oluşturmaya yetmez, sadece basit bir görev paylaşımıdır ve yasama, yürütme ve yargı organlarının üstünde de Kremlin vardır.10


1 .A

Kremlin aslında Rusya’nın başkenti Moskova’daki bir iç kale bir saraydır ve sözcüğün anlamı da“kale” demektir.*,** Uluslararası alanlarda Rus hükümetine kısaca verilen isimdir aynı zamanda. “Kremlin şu açıklamalarda bulundu…” denir mesela burada Rus hükümetinin yaptığı bir açıklama kastedilmiştir. Hükümet organları başkanlık konutu eski kiliseler senato binası ve daha birçok tarihi yapıyı barındırır Kremlin Sarayı. Sovyetler birliğinin dağılmasından sonra yeniden restore edilmiş olan saray şu an da hükümet binası olarak kullanılmaktadır. Her yıl milyonlarca turistin ilgisini çeken bu tarihi saray halka açıktır.*** Bu piramide bir çözüm olmak kaydıyla, Putin’in istediği model Andropov modelidir; bu model ise şunu destekler: Otoriter devlet tarafından gerçekleştirilen ekonomik reformlar, birer 11 modernleşme çabasıdır. İşte bu yapıya sahip olan devlet de toplumun diğer yönlerini, mesela ekonomiyi, tamamen etkisizleştirmek yerine; onların üzerinde hâkimiyet kurar, düzenli olarak kontrol eder. Tarihe baktığımızda da bu modeli birçok ülke uygulamaya çalışmıştır ancak en başarılı gerçekleştirilen model ise ‘Pinochet Modeli’dir.12 Putin’in bulunduğu noktaya yapayalnız gelmediğini belirtmiştik zaten; bu sistemi nasıl oluşturduğuna da kısaca bir değinecek olursak şunları söyleyebiliriz: Putin’in çevresindeki politikacılar genelde yakın arkadaşları ve eski meslektaşlarıydı, çoğu politik konularda sadece içgüdülerine dayanarak hareket etse de.13 Yönetimde söz sahibi olmaya çalışan oligarklar güçlü birer düşmandı Putin için, kendi çıkarları doğrultusunda istikrarı ve düzeni bozmaya oldukça meyillilerdi. 2000 yılında devreye sokulan özel bir sistem tam da bunlara karşı hazırlanmıştı. Yerel yöneticiler ve merkezi güç arasına bir perde çekilmiş, federal temsilcilikler oluşturulmuş ve bu temsilciler, Putin’in ‘gözleri ve kulakları’ olan, özellikle güvenlik veya askeri geçmişi olan insanlardan seçilmişti. 2004’te ise yerel yöneticilerin elinden alınan halk tarafından seçilme hakkı, adeta son noktayı koymuştu bu gerçekleştirilmesi oldukça zor politik reforma.14 Tepkiler yok muydu? Tabi ki de vardı, ancak onlarında üstesinden gelmişti zorlukları kolayca aşan yapısıyla ve kıvrak zekâsıyla Putin.

P u t i n v e 2 0 1 2 B a ş k a nl ı k S e ç i m l e r i Şu anki duruma bakacak olursak; Putin, otoriter yönetimi yüzünden birçok eleştiri almasına rağmen, hala çoğunluğun desteğine sahip. Düzeni ve istikrarı tekrar sağlamak için attığı adımları haklı gösteren ve aksini iddia eden herkesi susturan Rus başbakan, yeni hedefini oldukça açık bir şekilde belirtti Aralık 2011 parlamento seçimleriyle: 2012 başkanlık seçimlerinde tekrar başkan koltuğuna oturmak, hem de bu sefer daha uzun bir görev süresiyle. Bu isteğini elde etmek için her şeyi yapabileceğini de işte aralık seçim sonuçlarıyla kanıtladı bize: medyaya uygulanan güçlü bir sansür, seçim kampanyaları için kullanılan devlet kaynakları, rekabeti tamamen ortadan kaldırmak, seçimde hile ve daha birçokları…15 Güçlü eleştiriler de almadı değil Putin, her ne kadar büyük bir çoğunluğu halka gösterilmedi veya halk susturulduysa da. Halkın politik ve ekonomik reform beklentisi ve bu haksızlığın ortadan kaldırılması isteği her ne kadar devlet tarafından dikkate alınmadıysa da; güçlü ve oldukça etkili protestolarla gittikçe yayılan bu dalga, aslında birçok insanın aynı görüşleri paylaştığını açıkça ortaya koydu. İnsanlar hileli seçimin araştırılmasını ve hatta yeni bir seçim talep etmenin yanı sıra seçim komitesinin başındaki ismin, Vladimir Churov’un, görevden alınmasını ve oldukça zorlaştırılan muhalefet partileri kayıt işleminin gerçekleştirilmesini de istemekte.16 Seçimlerde hile yoluna gidilmesinin de en büyük nedeni son dönemlerde yaşanılan oy kayıpları olarak düşünülüyor: Birleşik Rusya Partisi’nin oylarının geçen seçimlerden bu yana yüzde 64’lerden yüzde 50’nin bile altına inmesi oldukça düşündürücü tabi.17 Parlamento seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra birçok insan sokaklara dökülmüştü memnuniyetsizliğini dile getirmek için. 5 Aralık Pazartesi günü, seçimlerden bir gün sonra, yaklaşık 10.000 kişi Chistye Prudy Meydanı’nda toplanmış, bunların yaklaşık 300’ü ise gözaltına alınmıştı. Daha küçük bir topluluk ise Triumphalnaya Meydanı’nda toplanmış ve bu sefer de 560 kişi yasaya aykırı davranma suçundan yine gözaltına alınmıştı. St. Petersburg’da ise yine göstericilerin 300’ü polis tarafından alıkonulmuştu.18 Halkın tepkisi ise; genel olarak, seçimde yapılan hilelerle seçime katılım oranının yüzde 140 olarak gözükmesi, bazı gençlerin birden fazla oy kullanabilmesi için ülke içerisinde yer değiştirmesi, seçimlerin şeffaf ve adil olmaması ve en önemlisi de ciddi muhalefet partilerinin seçime katılmasının engellenmesiydi.19

* http://bilgi.didikle.com/Kremlin_nedir.html, (Erişim Tarihi: 22 Aralık 2011) ** http://www.answers.com/topic/kremlin, (Erişim Tarihi: 22 Aralık 2011) *** http://www.transsib.com/moscow/kremlin_moscow.html, (Erişim Tarihi: 22 Aralık 2011)

11


Çok ilginç bir yönü de var bu protestoların: 5 Aralık sabahı sokaklara dökülen halk aslında fakir, fukara ve hakları, özgürlükleri ve demokrasi hakları çiğnenen alt tabakadan insanlar değil. Aksine iyi giyimli, ellerinde son teknoloji aygıtlarıyla aşağılandıklarını ve aptal yerine konduklarını düşünen ve devlet çapında yozlaşmaya isyan ederek yeni politik haklar talep eden okur­yazar bir kesim.20 Sosyal medyanın da etkisinden bahsetmezsek eksik bilgi vermiş oluruz; çünkü tüm bu insanların örgütlenmesi Facebook, Twitter gibi sosyal paylaşım siteleriyle ve bloglarla gerçekleşmiş, özellikle de devletten izin alınarak gerçekleştirilen 11 Aralık protestoları. Hatta polis bile artık müdahale etmeyi ve gözaltına almayı bırakmış, çünkü bu insanlar artık birer politik güç; “Biz varız ve buradayız!” şeklindeki tezahüratları ise bunun en büyük kanıtı.21

12

Yıllardır kontrol edilmiş medya da artık yavaş yavaş uyanıyor; bunun en iyi örneğini seçimlerin ertesi günü olan biteni halka duyurmayı kendine görev edinen ve daha önceden birçok sansüre ve engellenmeye maruz kalmış kanallara ve radyo kuruluşlarına; protestolara katılan bazı politikacılara ve medya yetkililerine bakarak görebiliriz.22 Bir R u s Ba ha rı mı? Tüm bu tepkilere ve protestolara bakarak bu Rus uyanışına, Arap Baharına benzer bir şekilde ‘Rus Baharı’ ismini vermek ise oldukça yanlış olur. Bunun nedeni ise Rusya’daki temel dinamikler olarak sayılabilecek devlet çapında yolsuzluğun veya sosyal adaletsizliğin Arap Baharından oldukça farklı olmasıdır, her ne kadar halkın ekonomik yaşam standartlarında bir düşüş yaşansa da.23 Halkın yaş ve refah seviyesi de burada önemli bir rol oynuyor. Rusya’da bir devrim gerçekleştirebilecek genç bir nüfus bulunmuyor24 ve Rus halkı aslında bir devrim yerine sadece adil bir seçim istiyor. Rusya’daki hareketlenmelerin temeli ekonomik huzursuzluk veya refah düşüklüğü değil Arap Baharının aksine.25 Ayrıca, Rusya’da maalesef Putin’in bir alternatifi yok; ya da tek alternatifi susturulan ve fazla rağbet görmeyen Komünist parti. Radikal gazetesi yazarı Fehim Taştekin’in 15 Aralık tarihli yazısında da belirttiği üzere, Putin hile yapmasaydı oyları yaklaşık 10–15

puan düşerdi, ancak hiç kimse adil bir seçimde Putin kaybederdi demiyor.26 Rusya’da bu kadar olan bitene, bu ciddi olaylara Batının sadece ‘endişelerini’ dile getirerek, hatta çoğunun sessizliğini koruyarak yanıt vermesi sizce de biraz garip değil midir? Aslında bu tepkilerin nedeni oldukça basit: Rusya’nın Avrasya Birliği Planı. Bazı akademisyenler tarafından en başta eski Sovyet coğrafyasında hâkimiyet kurmak olarak görülen bu idealin aslında ‘yükselen değil düşen’ Rusya’yı kurtarmaya yönelik bir plan olduğu ve petrol fiyatlarının düşmesiyle yaşanabilecek bir krizden Rusya’yı koruma planı olduğu anlaşıldı.27 Batı ittifakının ciddi endişeleri olabilir ancak buradaki asıl mesela Putin’in ciddi ve katı otoriter rejimi değil, aksine bu tarz bir politika Asya­Pasifik hattındaki dengeleri korumada oldukça önemli bir yere sahip. Asıl sorun, Doğu Asya’da ekonomik ve nüfus olarak gittikçe güçlenen Çin’e karşı durabilecek tek güç belki de kendine özel demokrasisi ve politik merkezde sabi­ tlenmiş ekonomik gücüyle Rusya olacaktır.28 Putin döneminin ise bu planı uyguladığı sürece süreceği düşünülüyor. Amerikan Dış İşleri Bakanı Hillary Clinton’ın Rusya’daki seçimlerle ilgili yorumu da unutulmamalıdır tabi ki. Clinton’ın sağlam temellere dayanan ciddi endişelere sahip olmasının altında yatan başka sebepler olduğunu vurgulayan birçok akademisyen ve yazar, Rus halkının bu oyuna gelerek bir Rus Baharı hareketi başlatacağını düşünmüyor. Aksine, bu açıklamaların sahiplerinin kendilerince başka sebepleri ve gizli çıkarları olduğunu vurgulayanlar çoğunlukta.29 Putin ise, bu sokak protestolarını alevlendirici açıklamalarda bulunduğu için, Clinton’a sert çıkmış ve insanları, dış güçlerin Rusya içişlerine karışmasıyla ilgili uyarmıştır.30 Son olarak Rus Ortodoks Kilisesi’ne de değinmeden olmaz, sahip oldukları oldukça etkili düşünceleri hesaba katacak olursak. Birçok kilise üyesi seçimlerde yapılan adaletsizliği eleştirirken, halkın yeniden seçim taleplerine de hak verdi. Kilisenin en önemli


şahıslarından olan ve genelde Kremlin’in yaptığı davranışlardan ötürü onlar adına özür dilediği için eleştirilen Başrahip Vsevolod Chaplin; protesto eden halkı destekleyerek, seçim sisteminde daha çok kontrol olması gerektiğini önemli vurguladı.31 Ellerinde çeşitli güvenilir kaynaklardan alınan ve seçimlerdeki hileyi kanıtlayan belgeler olduğunu açıklayan Başpapaz, gerekli adımların atılacağını ve Kilise hiyerarşisiyle konuşulduktan sonra bu belgelerin açığa çıkarılacağını da ayrıca belirtmişti.32 Kilisenin bu açıklaması konusunda oldukça şaşıran Moskova Patriarchate gazetesinin editörü Sergei Chapnin is bu sivil uyanışın, genelde yorum yapmaktan kaçınan kiliseyi bile etkilemesine oldukça şaşırdığını söylemişti Başpapazın açıklamasından hemen önce.33

Sonuç olarak, her ne kadar Rus başbakan Vladimir Putin başkan olmak için her şeyi yapacak gibi görülse ve her ne kadar sert ve adil olmayan politikalara sahip olsa da; Putin’in yönetimi aslında birçok insan tarafından gerekli ve tek alternatif olarak görülüyor. Ancak Putin’i seçen kamuoyu ise gerektiğinde tepkisini gayet güzel ortaya koyabileceğini, herhangi bir devrim yoluna gidilmeden, olaysız ve sakin bir şekilde protesto edebileceğini gösteriyor bizlere. Rusya’da ileriki yıllarda ise yeni bir seçenek, daha güçlü ve halkın isteklerine hitap edecek bir liderin çıkıp çıkmayacağı ise merak konusu.

R e f e r a ns l a r 1. Hüseyin Cahit Derin, “Rusya Tarihi ve SSCB: Putin Dönemi”, (13 Ekim 2009), http://tarihdersnotlari.blogcu.com/rusya­tarihi­ve­ sovyetler­birligi/4088874, (Erişim Tarihi: 19 Aralık 2011) 2.Alexander Zemlianichenko Jr., “Russia”, (Güncellenme Tarihi: 12 Aralık 2011), http://topics.nytimes.com/top/news/international/countriesandterritories/russia/index.html, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 3. Tina Burret, Television and Presidental Power In Putin’s Russia, Oxfordshire, England: Routledge, 2011, sf:40 4. a.g.e., gös.yer. 5. a.g.e., sf:156 6. a.g.e., gös.yer. 7. a.g.e., sf:157 8. a.g.e., gös.yer. 9. Jacob Laskin, “Putin Rebuffed”, (6 Aralık 2011), http://frontpagemag.com/2011/12/06/putin­rebuffed/, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 10. Olga Kryshtanovskaya (2005), “The Russian Elite”, In: Ronald J. Hill & Ottorino Cappelli (eds.), Putin and Putinism, Oxfordshire, England: Routledge, 2010, sf:116 11. a.g.e., gös.yer. 12. a.g.e., gös.yer. 13. a.g.e., sf:117 14. a.g.e., sf:118 15. Tanya Lokshina, “Shrugging for Putin: Russia’s Flawed Elections”, (2 Aralık 2011), http://www.opendemocracy.net/od­russia/tanya­ lokshina/shrugging­for­putin, (Erişim Tarihi: 11 Aralık 2011) 16. A.O. The Economist, “A Russian Awakening”, (11 Aralık 2011), http://www.economist.com/blogs/easternapproaches/2011/12/protest­ russia­0?fsrc=scn%2Ffb%2Fwl%2Fbl%2Farussianawakening, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 17. The Economist, “Political Crisis in Russia: Voting, Russian Style”, (10 Aralık 2011), http://www.economist.com/node/21541455, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 18. Maxim Trudolyubov, “Two Worlds Clash In Russia”, (8 Aralık 2011), http://www.nytimes.com/2011/12/09/opinion/two­worlds­clash­ in­russia.html?pagewanted=all, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 19. Jacob Laskin, “Putin Rebuffed”, (6 Aralık 2011), http://frontpagemag.com/2011/12/06/putin­rebuffed/, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 20. Andrew E. Kramer and David M. Herszenhorn, “Boosted by Putin, Russia’s Middle Class Turns on Him”, (11 Aralık 2011), http://www.nytimes.com/2011/12/12/world/europe/huge­moscow­rally­suggests­a­shift­in­public­mood.html?pagewanted=all, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 21. A.O. The Economist, “A Russian Awakening”, (11 Aralık 2011), http://www.economist.com/blogs/easternapproaches/2011/12/protest­ russia­0?fsrc=scn%2Ffb%2Fwl%2Fbl%2Farussianawakening, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 22. Maxim Trudolyubov, “Two Worlds Clash In Russia”, (8 Aralık 2011), http://www.nytimes.com/2011/12/09/opinion/two­worlds­clash­ in­russia.html?pagewanted=all, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 23. Ümmügülsüm Boz, “USAK Avrasya Araştırmaları Merkezi Uzmanı Habibe Özdal Duma Seçimlerini Değerlendirdi”, (9 Aralık 2011), http://www.usakgundem.com/haber/69103/usak­avrasya­ara%C5%9Ft%C4%B1rmalar%C4%B1­merkezi­uzman%C4%B1­habibe­ %C3%B6zdal­duma­se%C3%A7imlerini­de%C4%9Ferlendirdi.html, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 24. Ümmügülsüm Boz, gös.yer. 25. Andrew E. Kramer and David M. Herszenhorn, “Boosted by Putin, Russia’s Middle Class Turns on Him”, (11 Aralık 2011), http://www.nytimes.com/2011/12/12/world/europe/huge­moscow­rally­suggests­a­shift­in­public­mood.html?pagewanted=all, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 26. Fehim Taştekin, “Putinsiz Rusya İçin Çabalama Beyhude”, (15 Aralık 2011), http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1072507&Yazar=FEH%C4%B0M%20TA%C5%9ETEK%C4%B0N &Date=15.12.2011&CategoryID=100, (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011) 27. Fehim Taştekin, gös.yer. 28. Akif Emre, “Putinizm Yahut Rusya'yı Evcilleştirmek”, (8 Aralık 2011), http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=30094&y=AkifEmre, (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 29. Euronews, “Rusya­ABD Arasındaki Seçim Gerginliği”, (9 Aralık 2011), http://tr.euronews.net/2011/12/09/rusya­abd­arasinda­secim­ gerginligi/, (Erişim Tarihi 12 Aralık 2011) 30. Editorial, “Mr. Putin Seeks a Scapegoat”, (8 Aralık 2011), http://www.nytimes.com/2011/12/09/opinion/mr­putin­seeks­a­ scapegoat.html, (Erişim Tarihi 12 Aralık 2011) 31. Sophia Kishkovsky, “Russian Orthodox Church Adds Influential Voice to Calls for Election Reform”, (11 Aralık 2011), http://www.nytimes.com/2011/12/12/world/europe/russian­orthodox­church­joins­in­calls­for­election­reform.html, (Erişim Tarihi 12 Aralık 2011) 32. Sophia Kishkovsky, gös.yer. 33. Sophia Kishkovsky, gös.yer.

13


(ocihan_sert@hotmail.com)

İsyan Mısır’da sanıldığının aksine hiç de yeni bir kelime değil. Musa’nın ve halkının firavununa başkaldırısının ardından binlerce yıl geçti. Suçlu Hollywood filmleri mi yoksa bizim cahilliğimiz mi bilmiyorum. Mısır dediğimizde, iki piramidin arasında batan kızıl bir güneş, çölde kamp kurmuş sakallı bedeviler, yüzü peçeli hatunlar ve belki birkaç tane de uçan halının gökyüzünde seyir ettiği bir çöl ülkesi akıllara geliyor. Sanırım babaannelerimizin hacdan getirdiği burnumuzu acıtan o keskin hacı yağını hatırlamakla da kafamızdaki Mısır kompozisyonumuz tamamlanıyor. Ama Mısır bunlardan çok daha fazlası olduğunu bir yıl önce yeter diye attığı çığlıkla bize hatırlattı. Mısır’ın Mustafa Kemal’i olan Cemal Abdülnasır’ın ülkede nasıl ilklere imza attığını tekrarlamayacağım bu yazımda. Bu yazıda kefaya (yeter) diye haykıran 85 milyonun; sivil toplum hareketleri, ordu ve İslam’ın kendisi arasında demokrasi arayışına bir göz atacağız. 

14

Her iktidar insanları yozlaştırma eğilimi taşır; mutlak iktidar insanları mutlak olarak yozlaştırır demişti L. Acton. İktidar Mısır’da, 30 yıllık bir diktatörlükten demokrasi için tehlikeli bir başka kuruma orduya kaydı. Geçiş sürecinin muktedir ve gururlu yönetimi Yüksek Askeri Konsey(YAK) şu sıralar demokrasiye geçişten çok daha önemli sorunlarla meşgul. Yaşıtlarımızın Tahrir’den attığı sloganlar bu kez Mübarek sarayının pencerelerini değil konsey binasının kapılarını aşındırıyor. Demokrasinin sancılı doğum çabaları ve süren seçimler Mısır’da tansiyonu düşürmüyor. YAK iktidarı ödünç aldığında reform sözü vermiş ve yol haritasını açıklamıştı.2 Buna göre; Mübarek döneminin utanç anayasası askıya alınacak, Yüksek Askeri Konsey ülkeyi seçimlere dek “sadece” 6 aylık bir süreç için yönetecekti. Meclisin iki kanadı da dağıtılacak, bir anayasa komisyonu kurulacak, mevcut hükümetin çalışmasına izin verilecek ve başkanlık seçimleri yapılacaktı. Takvimler bu taahhütler verildiğinde 12 Şubat 2011’i gösteriyordu ama askeri yönetim ikinci altı ayını doldurmaya hazırlanıyor. Meclis bahçesine kaçan topun almak için giden gencin askerlerce dövülmesi bir başka gerilimi de gün yüzüne çıkardı. YAK devrimcileri kötü niyetli kişiler

diye yaftalarken3, askerlerin sokaklardaki fevri hareketleri de toplumun her kesiminden tepki aldı ve Aralık’ın 23’ünde askeri yönetime karşı bir gösteri düzenleneceği açıklandı. 4 günde öldürülen 13 sivil ve yaralanan 500’den fazla arkadaşının hesabını 19 farklı sivil ve siyasi hareket yine Tahrir’de sormaya hazırlanıyor.4 Devrimci harekette biriken öfke sokaktaki askerin şiddetinden çok daha öte sebeplere, ordunun yukarısına uzanıyor. Yüksek Askeri Şura’nın kullanmama sözü verdiği Mübarek döneminden kalma uğursuz sıkıyönetim yasasını kullanması, yine Mübarek döneminden kalma başkanlık adaylığı kriterlerinin hiçbir şekilde değiştirilmemesi ve yeni anayasa yapılmadan seçimlere gidilmesi gibi sürecin kendisiyle ilgili sorunlar askeri yönetime karşı bir hoşnutsuzluk yaratıyor.5 Üstelik mevcut anayasayı da yürürlükten kaldırarak ordunun kendi elleriyle hazırladığı “anayasa üstü prensipler” de orduyla en iyi anlaşan hareket Ihvan­ı Muslimin bile tepkisini çekmeyi başarmıştı. YAK karşısında sesi bu kadar hızlı yükselen gruplar artık Mübarek döneminin yer altında yaşayan kalabalıkları değil bir devrimin mimarı olan insanlar. Bir sivil toplumun oluşabilmesi için en önemli adımı bizzat kendi atan Mübarek, IMF ile imzaladığı Stand By antlaşmaları ile yaptığı peşi sıra özelleştirmeler ve genişlettiği özel mülkiyetin alanıyla hem yüzbinlerce mağdur yaratıyor hem de sivil toplum için bir hareket alanı oluşturuyordu.6 Mübarek’in yaptığı hata ekonomi modelini batı tarzı liberal ekonomiye kaydırırken siyasi sistemini bu değişime uyarlamamaktı. 30 yılın sonunda olan, liberal yöne değişen ekonominin siyasete kaçınılmaz yansımalarıydı. İşte o sivil toplum hareketlerinden bazıları: Müslüman Kardeşler, El Vasat Hareketi, Kifaye Hareketi, Milli Değişim Cemiyeti, 6 Nisan Hareketi, El Tecemmü… Hepsi şu an devrimden sonraki geçişte bir yer almak istiyor. Devrimi gerçekleştirenlerin devrimden sonra ülkenin geleceği hakkında karar vermek istemeleri kadar da doğal bir şey göremiyorum. Ancak önlerine geçmeleri gereken karmaşık bir süreç var. Mısır’daki karmaşık süreci gördükten sonra Türkiye’deki %10’luk seçim barajına karşı yükselen sesleri hatırladıkça ufak


bir tebessüm atacağımızı sanıyorum. Mısır’da iki meclisli bir yapı bulunuyor. Biri Halk Meclisi öteki daha üst bir konuma sahip Şura Konsülü. Halk Meclisi’ndeki 508 sandalyenin 10’u direk olarak askeri yönetim tarafından atanırken geriye kalan 498 sandalye için seçimler yapılıyor. 498 sandalyenin 2/3’ü yani 332’si siyasi parti adayları tarafından gösterilen adaylarca 46 bölgedeki seçimlerle ve nispi seçim sistemi ile karar veriliyor. Bir parti bölgede aldığın oyun yüzdeliği kadar bölgenin meclisteki sandalyesini kazanabiliyor. Geri kalan 166 sandalye için adayların bir siyasi parti üyesi olması gerekmiyor. Sadece adayın o bölgedeki en yüksek oyu alması yeterli. 166 sandalye Mısır’daki her bölgenin nüfus yapısına bakılmaksızın 83 bölgenin 2 vekil ile temsil edilmesinden oluşuyor. Meclisteki 2 sandalyenin mutlaka birisi de anayasaya göre işçi ya da çiftçi tarafından temsil edilmesi gerekiyor.7 Seçimlerin kendisi ise üç ayaktan oluşuyor. Mısır’daki 27 vilayet üçe ayrılmış durumda. Her ayakta 9 vilayetin temsilcileri belirleniyor. İlk ayak 28­29 Kasım’da, ikinci ayak 14­15 Aralık’ta yapıldı. Son ayak 3­4 Ocak’ta gerçekleşecek.8 Bu zorlu maratonun galipleri şu an ülkede İslamcı gruplar olarak anılan Müslüman Kardeşler’in Adalet ve Özgürlük Partisi ve Salefiler’in El Nur Partisi. Seçimin ilk iki ayağında oyların %70’ini alan İslamcılara seçimin kesin galipleri gözüyle bakılıyor.9 Yüksek Askeri Konsey’in birkaç değişikliği dışında Mübarek döneminin seçim sisteminin uygulandığı Mısır’da oyunu organize olan kazanabiliyor. İslamcıların mutlak galibiyeti “Hani demokrasi diyorduk?” sorularını akıllara getiriyor. İslam dininin kendisini demokratik rejimlere uyarlayan bir ülke tarihte hiç olmadı. Türkiye ve Cezayir bilinçli ve isteyerek yönetim sistemlerinden İslam’ı uzak tuttular. %70’i bulan oylarla Müslüman Kardeşler ve Salefiler Yüksek Askeri Konsey’in de tanıdığı yetkiyle yeni mecliste 16 Mart’ta yeni anayasa çalışmalarına başlayacaklar.10 Müslüman Kardeşler’in en büyük düşünürlerinden Seyyid Kutup’un halk egemenliğinin her şeklinin Allah’ın egemenliğine el attığını, insanı insana kul ettiği halk egemenliğine karşı çıktığını ve güç kaynağının insan olmasının kabul etmediğini düşündüğünü hatırlamak da insanı bu konuda bir çıkmaza sokuyor. 11 Bu kadar karışık gündem arasında Mısır Arap Cumhuriyeti’nin Ankara Büyükelçisi Sayın Abderahman Salaheldin arkadaşım Hüseyin Öztürk ile beni makamında kabul ettiler. Mısır’ı ve değişimi konuştuk. H a r i c i y e:

Mıs ır ’d a

olu p

b i t e nl e r i

a d l a nd ı r m a

k o nu s u nd a b i r t a r t ı ş m a v a r . B i r k e s i m o l u p b i t e ni n d e v r i m o l d u ğ u y ö nü nd e a ç ı k l a m a d a b u l u nu r k e n b i r d i ğ e r k e s i m s e M ı s ı r ’ d a o l a nı n b i r d a r b e o l d u ğ u y ö nü nd e . D a r b e o l d u ğ u nu i d d i a e d e nl e r H ü s nü M ü b a r e k ’ i n o t o r i t e s i ni b i r h a l k m e c l i s i ne d e ğ i l S a v u nm a B a k a nı ’ na b ı r a k t ı ğ ı nı d e l i l o l a r a k g ö s t e r i y o r l a r . B u no k t a y ı b i r a z a ç a r m ı s ı nı z ? Sn. Salaheldin: Bu çok güzel bir soruydu. Mısır’da olanlar bir halk devrimidir. Bu ayaklanma esasında Ocak’ın 25’sinde başlamadı. Sizin gibi gençler bu devrim için son 10 yıl boyunca uğraştılar. Bunun en açık göstergesi Kefaya (Yeter!) gibi devrimden önceki otokratik hükümete karşı muhalefet gösteren gruplardır. Kefaya, devrilen Hüsnü Mübarek’in ailesi içinde başkanlık yetkisinin devredilmesi ihtimaline karşı bir muhalefetti. Devrim için organize olmuş bir diğer grup Jemaiye El Vataniya Liltariyya ve 6 Nisan Hareketi… Bu gruplar da 2 yıl önce şekillenmeye başladı. Müslüman Kardeşler gibi İslami gruplar bile kansız da olsa zaman zaman değişimi mümkün kılmak adına çaba sarf ettiler. 25 Ocak’ta olanlar tüm bu muhalefetin hükümet tarafından tanınmasıydı. 2 yıldır devam eden bu protestoların bu sene yarattığı fark ise (tabi ki en büyük fark Tunus faktörünün örnek olmasıydı) Mısır’ın sessiz çoğunluğunun televizyonlarda öldürülen ve şiddete maruz kalan bu insanları görmeleri oldu. Bu sessiz çoğunluk için bir dönüm noktasıydı. İşte o zaman tüm bu protestolar bir devrim hareketine dönüştü. İşte o zaman bu sessiz çoğunluk aktivistlere ve protestocuların eylemlerine katıldı ve Mübarek’in gitmesi gerektiğini yüksek sesle dile getirdiler. Eğer 2008 Ocak’ından 2011 Şubat’ına dek olanları dikkatle incelerseniz, Mısır ordusunun 2008 olaylarında sokağa indiğini görürsünüz. Ordu protestoculara çok açık şekilde sokağa inme amaçlarının sadece düzeni sağlamak olduğunu gösterdi ve hiçbir sivil protestocuya zarar vermedi. Halk da onlara kucak açtı. Tankların tepelerinde ya da diğer askeri araçlarla fotoğraf çektiren protestocuları gördüğünüzde şaşırmayın. Mübarek’in Kahire’den ayrılmak zorunda kalması işte bu insanların taleplerine boyun eğmesinden ibaretti çünkü halk zaten onun daha önceki uzlaşı tekliflerini kabul etmemişti. Aslında siyasi saygınlığı gereği o da göstericilere karşı hiçbir kitle imha emrinde bulunmadı. Bizim tarihimizde siyasete askeri müdahale sadece iki kez olmuştur. 1952’de ve geçen yıl. Ve her ikisinde de ordu halkın taleplerine kulak verdi. Biliyorum bunu anlamak çok da kolay değil ama Mısır örneğine, Ocak 2008 olaylarına bakarsanız sokaklarda bir, iki, üç demek yerine “bir­iki­Mısır ordusu göreve” diyen genç kitleler görürsünüz. Onların kendileri Mısır ordusunu müdahaleye davet ettiler çünkü halk hiçbir şekilde ne polisle, ne bir

15


başka güvenlik birimiyle ne de kendi aralarında bir çatışmayı artık istemedi. 3 Şubat’ta siviller arasında dahi bazı çatışmaların olduğunu duymuşsunuzdur. Halk bunların tekerrür etmesini istemedi ve askeri müdahale işte bu noktada geldi. Başkan Mübarek’in istifasından yaklaşık 24 saat önce Yüksek Askeri Şura ilk kamu duyurusunda bulundu. “Bizler halkın taleplerinin yanında yer alıyoruz.” Aslında bu çok büyük bir risk değil mi? Çünkü Başkan hala iktidarda ve hala ordunun başında. İşte tüm bu sebeplerden dolayı benim kişisel kanaatim (burada herhangi bir resmi açıklamada bulunmadığımı beyan etmek isterim.) Mısır’da olanın bir devrim olduğu yönündedir. Başkan Mübarek’in yetkilerinin Yüksek Askeri Şura’ya devretme sebebi başka bir alternatifinin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Çünkü daha önce Mısır ordusu 2008 Ocak olaylarında da sokaktaydı. Ama o zaman da bir askeri darbe yapmadılar. Eğer isteseler yapabilirlerdi. Halkın da çok rahat desteğini alabilirlerdi ama yapmadılar. Tüm bu olaylar ve gösterdikleri bizlere Mısır Ordusu’nun herhangi bir hükümet görevinde bulunmayacağını ve yetkilerini yeni bir meclis, yeni bir seçilmiş başkan ve yeni bir anayasaya devredecekleri beyanını desteklemektedir.

16

M ı s ı r ’ d a ne d e n b u k a d a r k a r m a ş ı k b i r s e ç i m s i s t e m i va r? Sn. Salaheldin: Öncelikle, Mısır’da yapılan önceki seçimlerle yapılan bu son seçim arasında bir benzerlik yok. Bu seçimler çok hususi öneme sahip seçimlerdir. Bir kere Mısır halkının Mübarek dönemindeki 2010 seçimlerine büyük güven kaybı vardı. O seçim gerçek bir utançtı. İnsanları büyük güven kaybına uğrattı. Bu sorunu çözmek için tekrarlanan bu seçimlerde her oy sandığında, seçimleri gözlemlemek adına bir hâkim görevlendirildi. Bu arada, ben de dün hâkim vazifesi üstlendim. Büyük elçilere de seçimleri yönetmek ve gözlemlemek için hâkim yetkisi verildi. Benim huzurumda sandıklar açıldı ve oylar sayıldı. Hâkimlerin ülkemde yaptığı şey de bu. Biz 85 milyonluk bir ülkeyiz. Ama seçimleri denetlemek için bir seferde tüm seçim sandıklarında görevlendirilecek yeterli hâkim yok. Seçimleri üç aşamada yapmamızın sebebi bu. Her aşamada 9 vilayet… Her aşamada nüfusun üçte biri… Mısır’da kayıtlı 50 milyon seçmen var. Buna karşın 6800 hâkim var. Bu hâkimlerin tamamını bir aşamadaki bu 9 vilayete ancak dağıtıyoruz. Oyları hesaplamak ve kayda geçirmek de iki günlerini alıyor. Üstelik seçimlerin sağlıklı bir ortamda ve sandıkların nakliyatındaki güvenlik konusunda insanlarımızın güvenlerini korumamız gerekiyor. İşte tüm bu sebeplerden seçimlerimiz 3 aşamada yapılıyor.

Y e ni M ı s ı r A na y a s a s ı ’ nd a İ s l a m ’ ı n y a s a m a nı n t e m e l i o l d u ğ u nu s ö y l e y e n m a d d e 2 s i z c e y e r i ni k o r u y a c a k m ı ? B i r a z a ç ı k l a r m ı s ı nı z ? Sn. Salaheldin: Anayasamızın 2. Maddesi 1923’ten beri İslam’ın devletin dini olduğunu ve şeriatın yasama için temel referans kaynağı olduğunu belirtir. Burayı çok iyi anlamamız gerekiyor zira farklı konseptlerle konuşuyoruz. Tesadüfen Mısır ve Türkiye anayasalarını aynı yıl yaptılar ama siz kendi 2. Maddenizi kaldırdınız. 1923 Mısır Anayasası’ndaki 2. Madde yerini korudu. Bu konu hakkında da hiçbir ihtilaf olmadı. Mısırlı Hıristiyanlar arasında bile. Asıl problem gayri Müslimlerin eşit anayasal haklara sahip olup olmayacağıydı. Ama bu mesele anayasada gayet açık şekilde çözülmüş durumdadır. Mısır’da herkes kanun önünde eşittir. Ne dini, ne cinsel, ne kültürel ne de etnik farklılıklar herhangi bir ayrımcılığın temeli olamaz. Bu anayasamızda garanti altındadır. Madde 2 ayrıca dini azınlıkların ailevi ve kişisel meselelerinde kendi dini inançlarına göre hareket etmelerine izin verir. O halde Mısır’ın, şeriatı hiçbir şekilde gayrimüslimlere uygulamadığını görüyoruz. Mısır Kilisesi burada yetkili organdır. Madde 3 ise Mısır’ın bir din devleti olmadığını vurgular. Yönetimde ne mollaların ne de Allah’ın temsilcisi konumunda kendini gören insanların yeri vardır. Yönetimde tamamen seçilmiş ve halk önünde hesap verebilen siyasetçiler olmalıdır. Mısır’da da, Türkiye’de de hatta Amerika’da da bazı siyasetçiler diğerlerine göre daha dindarlar. Bu gayet normal. Burada önemli olan bu dindarlığının devlet yönetimine karıştırılmaması. Devlet sivil bir varlıktır. Burada Mısır ve Türkiye arasında bir konsept farklılığı var. Bizler laik kelimesi yerine sivil kelimesini kullanıyoruz. Teokrasinin de askeriyenin de karşısında yer alan bir sivillik. O r t a d o ğ u nu n l i d e r l i ğ i ni ü s t l e ne b i l e c e k 3 ü l k e b u l u nu y o r . T ü r k i y e , M ı s ı r v e İ r a n. B u d u r u m b a na 5 5 0 y ı l ö nc e s i ni h a t ı r l a t ı y o r . T ü r k i y e ’ d e n O s m a nl ı l a r , M ı s ı r ’ d a n M e m l ü k l e r v e İ r a n’ d a n S a f e v i l e r . S ı nı r l a r


f a r k l ı , d ö ne m l e r f a r k l ı a m a ü l k e l e r a y nı . B u d u r u m u b i r a z a ç a r m ı s ı nı z ? Sn. Salaheldin: Az önce ismini andığın üç ülke de nüfus bakımından Ortadoğu’nun en kalabalık ülkeleriydi. Bu doğru. Ayrıca, bu üç ülke yine Ortadoğu’nun en dinamik ve en genç nüfusuna sahip ülkeleri. Mısır ve Türkiye’de ben çok aslında oldukça çok benzerlik görüyorum. Ben bunu her zaman derim. Her yıl Eylül, Ekim aylarında, her ülkenin devlet başkanları meclislerinin genel oturumuna hitap ederler. Bu konuşmalarında ülkelerinin olaylar karşısındaki mevcut dünya görüşünü yansıtırlar. Örneğin, Mısır Devlet Başkanı’nın bir konuşmasını alırsan, konuşmasındaki tüm Mısır kelimelerini kaldırıp yerlerine Türkiye kelimesini koyarsan aynı olay karşısında Türkiye Cumhurbaşkanı’nın verdiği demeci elde edersin. Sizler ve bizler aynı dünya görüşüne sahibiz. Ve çok ilginç ama aynı duygulara… Bu benzerliğin sebepleri ne peki? Mısır ve Türkiye medeniyetleri ve kıtaları birbirine bağlayan köprüler. Mısır da Afrika’yı, Asya’yı ve Avrupa’yı birbirine bağlıyor, Türkiye de. Mısır da Türkiye gibi çok önemli su yollarına sahip. Bunların dışında, nüfus faktörlerimiz de çok önemli. Tarihi ve kültürel sebepler insanlarımızı kendi bölgelerinde lider olmaya itiyor. Halklarımız bölgelerinde rehber olmak için özgün niteliklere sahipler. Ama en önemlisi, sizler ve bizler bölgedeki anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi gerektiğine inanıyoruz. Arap İsrail anlaşmazlığında, Filistinlilerin 1967 sınırlarına göre bir devlet sahibi olmaları gerektiğine inanıyoruz. Bölgemizde ne İran’ın ne İsrail’in hiçbir şekilde nükleer silaha sahip olmaması gerektiğinden Irak’ın bütünlüğünün korunması gerektiğine dek Mısır ve Türkiye ortak tavır sergiliyor. Mısır ve Türkiye yine terörizmin ne dini ne de etnik bir meşruiyet sahibi olmasından yana. Türkiye ve Mısır birlikte Ortadoğu nüfusunun yarısından fazlasını oluşturuyor. Türkiye 75 milyon, Mısır 85 milyon. Bu iki güç yine bölgenin en önemli su yollarını kontrol ediyor. Ama en önemlisi, bizler bölgede barışı ve ılımlılığı savunan ve de çatışmaların barış yoluyla çözülebileceğine inanan iki öncü ülkeyiz. Bu en önemli benzerliklerden biri. Bölgede çok büyük potansiyele sahibiz. T ü r k i y e h er z a m a n M ı s ı r i ç i n m o d el ü l k e o l a r a k s u nu l u y o r . A nc a k B a ş b a k a n E r d o ğ a n’ ı n M ı s ı r ’ d a k i l a i k l i k ç a ğ r ı s ı na g e l e n s e r t t e p k i l e r M ı s ı r ’ ı n t ü m ü y l e b i r T ü r k m o d e l i ne d e h a z ı r o l m a d ı ğ ı nı g ö s t e r i y o r . M ı s ı r ’ a g ö r e T ü r k i y e ’ ni n b u no k t a d a k i d e ğ e r i ne d i r ? Sn. Salaheldin: Bana her zaman bu soruluyor. Elbette her insanın her bireyin deneyimleri, yaşadıkları kendine özgü. Bu ifade aynı şekilde; devletler,

hükümetler ve toplumlar için de geçerli. Mısır ve Türkiye çok uzun bir tarihin bugüne uzantısı. Mısır tarihi binlerce yıl öncesine dayanıyor. Bu derinliği bir kenara bırakın, yakın tarih açısından bile Mısır ve Türkiye kendilerine özgü deneyimler yaşadı. Ama aynı şekilde vurguladığım gibi birçok ortak noktamız var. Bunu Kahire’ye gitmeden ya da edebiyatlarımızı karşılaştırmadan tahmin bile edemezsin. Aşırı benzerlikler... Necip Mahfuz ve Orhan Pamuk okuduğumda bazen gerçekten hangisi hangi ülkenin edebiyatını temsil ediyor kendimi kaybediyorum. Orhan Pamuk’un İstanbul Hatıralar ve Şehir eserinde yazdığı çocukluk anılarının aynısını, aynı anıları Kahire’de yaşadım. Aile içinde olanlar, büyük babamla, büyük annemle yaşadıklarım, kendimizi ve kültürü ifade etme biçimimiz, dünyaya bakışımız… Tabi ki çok büyük benzerliklerimiz var, uzun bir ortak geçmişimiz var. Bir fikir Kahire’de bir kez düşünülmüşse İstanbul’da mutlaka denenmiştir. Ya da tam tersi… 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında. Bunların hepsi oldu. Model olma konusunda herhangi bir rekabet ya da hırs zaten yok. Aslında Mısır, Türk deneyimlerinden yararlanmalı. Bu yolu her zaman desteklemişimdir. Ne zaman bizim durumumuzla alakalı ve faydalı olursa… Birbirimizden faydalanabileceğimiz çok başarılı deneyimlerimiz oldu. Tamamen bir kopyalamadan ziyade bir faydalanmadan söz ediyorum. Mısır tamamen Türk modelini kendine uygulasın değil kastettiğim şey. Faydalanmayı söylemeye çalışıyorum. Türk insanı için de aynı şeyler geçerli. Kahire’ye gelen, Kahire’ye hayran kalan, oraya yerleşen, ailelerini getiren Türk iş adamları tanıyorum. Oğullarının ve kızlarının bizim okullarımızda eğitim görmelerini sağlamak için. Eminim kendince haklı sebepleri vardır. Söylemek istediğim şey, birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. Vaktinde İstanbul’da bazı deneyimler yaşamış Mısırlı entelektüelleri, resmi görevlileri davet ettim. İstanbul’daki katı atıkları ve kirli suları geri dönüştürme projeleri hakkında konuştuk. Harikaydı. İstanbul’u yeşil bir şehre dönüştürme çabaları… Bizler için faydalanabileceğimiz eşsiz örnekler bunlar. Türkiye de 1990ların sonunda bir ekonomik kriz yaşamıştı bildiğiniz üzere. Ülkeniz dünyanın dört bir tarafından uzmanlar çağırdı. Aralarında Mısırlı uzmanlar da vardı. B i z i m a k a m ı nı z d a k a b u l e t t i ğ i ni z v e g ü nd e m e ı ş ı k t u t t u ğ u nu z i ç i n ç o k t e ş e k k ü r e d e r i z . Tam da Mısır’da ve diğer Ortadoğu ülkelerinde demokrasi rüzgârları esmeye başlamışken Fukuyama’nın Tarihin Sonu makalesi akıllara geliyor. Mısır için temelde makalenin iki önemli noktası ön plana çıkıyor. Birincisi, Fukuyama’nın çizdiği yol

17


18

haritasına göre toplumlar demokrasiden önce muhakkak bir sosyalist ve faşist deneyim yaşayacaklar, beklentilerinin cevaplanamaması üzerine liberal bir devrim arayışına yöneleceklerdi. Burada yakın Mısır tarihinin Abdülnasır dönemi Sosyalist ve Mübarek dönemi ise Faşist diktatörlük olarak yukarıdaki argümanlarla bağdaştırmak yanlış olmaz. Halk çektiği açlık ve baskılarla ayaklanmış, Mısır sonunda tarih çizgisinin liberal durağına gelmişti. Ancak ortada yine Fukuyama’nın makalesine göre çok büyük bir sorun vardı. Fukuyama’ya göre güçlü bir milliyetçilik ve din olgusu demokrasinin gelişmesine engeldi. Makalesinde açık açık İslam’ın diğer dinlerin aksine alternatif bir dini yönetim anlayışı içerdiğini ve demokrasiye engel oluşturduğunu savunuyordu. Gerçekten de öyleydi İslam diğer iki ilahi dinin aksine bir devletle beraber ortaya çıkmamış mıydı?

tablo çizecektir. Bu noktadan baktığımızda meydanları ve sokakları büyük bir cesaret ve yenilik arzusuyla dolduranların temel taleplerini açıklıkla formüle ederek bir siyaset haline getirmeyi henüz kimse başaramadı. Napolyon ve SSCB misalleri bize hep masum ve haklı devrimlerin zamanla nasıl emperyalist bir sebebe dönüşeceğini gösterdi. Mısır da Ortadoğu’daki eski ağabeylik günlerine özlem duyuyor gibi gözüküyor. Mısır’ın bu yolda kullanacağı tarihi karizmasının yanına bir devrimci karizmasının geldiğini de unutmayalım. Bu koşullarda Ortadoğu’da üç büyük aktör başat güç olmak için karşı karşıya geliyor. Devrimci Mısır, Batılı Türkiye ve Şii İran’ın çizdiği bu tablo bana bundan 495 yıl öncesini hatırlatıyor. Osmanlı İmparatorluğu, Safevi İran ve Mısırlı Memlükler yine aynı amaç için karşı karşıya gelmişlerdi.

Bunca olandan sonra Mısır için gelecekte neler olacak? Bu tamamen devrimin şartlarına bağlı. Devrim boyunca halkı yönlendiren internetçi önderlik “bu ülke artık senin, yerlere tükürme ve rüşvet verme”den ileri bir söyleme sahip olabilirse… Siyaset Bilimci Gwynne Lewis siyasi bir yenilenmenin ahlaki bir yenilenme olmadan başarılamayacağını vurgular.12 Halk tabanında devrimin ahlaki değerleri homojen olarak yayılmalıdır. Güçlü bir sivil iradenin ve düşünce birliğinin olmamasıyla Mısır’ın akıbeti, 1789 Fransız Devrimi’nde sonra Fransa’nın siyasi bir türbülansa girmesi ve 10 yılın sonunda bir başka diktatöre, Napolyon’un idaresiyle yönetilmesinden ya da Osmanlı tarihinde baskıcı bir dönemin sultanı 2. Abdülhamid’in de tahttan indirilmesinden sonra yerine yine bir başka baskıcı yönetimin, İttihad ve Terakki partisinin iş başına gelmesinden farksız bir

Üzerine giydirilen deli gömleğini devrimiyle yırtıp atan Mısır, yazımın en başında bahsettiğim gibi uçan halılar ve bedevilerin yurdu değil, İskenderiye Kütüphanesi ile bir zamanlar Akdeniz’in en kalabalık entelektüel çevresine sahip ülkesiydi. İskenderiye Deniz Feneri’nin nostaljik bir örneğini yaptırmayı düşünecek kadar da zerafet ve estetiğe sahipti. Kavalalı Mehmed Ali Paşa ile Osmanlı batılılaşmasından çok önce modernleşme sürecine başlamış ve Marx’ın “Din, afyondur.” demesine inat İslam ve Sosyalizm’i bir kotada buluşturmayı başarmıştı. Bu kadar ilklerden sonra Mısır eğer gerçekten isterse, neden demokrasi ve İslam’ı da Fukuyama’ya inat birlikte yorumlayamasın?

R e f e r a ns l a r 1. F. Taştekin, “Nasır Tutan Alınlar ve Musa’nın Dirilişi”, (04 Aralık 2011), http://www. radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1071433&CategoryID=100&Date=19.12.2011&Yazar=FEH%DDM (Erişim Tarihi: 19 Aralık 2011). 2. Ahram Online, “Egypt supreme military council dissolves parliament, suspends constitution”, (13 Şubat 2011), http://english.ahram.org.eg/NewsContent/1/64/5523/Egypt/Politics­/Egypt­supreme­military­council­dissolves­parliamen.aspx (Erişim Tarihi: 19 Aralık 2011) 3. F. Taştekin, “Mübarek’siz Mübarek Rejiminin İşi Terör”, (19 Aralık 2011), http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1072925&CategoryID=100&Date=19.12.2011&Yazar=FEH%DDM (Erişim Tarihi 19 Aralık 2011). 4. Ahram Online, “Egypt activists call for Friday demo against military rule”, (19 Aralık 2011), http://english.ahram.org.eg/NewsContent/1/64/29740/Egypt/Politics­/Egypt­activists­call­for­Friday­%E2%80%8Edemo­against­mili.aspx (Erişim Tarihi: 19 Aralık 2011) 5. F. Taştekin, gös. yer. 6. Avar, B. & Tekin M. (Yazar), ve Bülbül, Ö. (Yönetmen). (2007). [Belgesel]. B. Avar (Yapımcı), Sınırlar Arasında. Bölüm: Nasır’ın Mısırı. TRT. 7. D. Zayed & E. Blair, “How does Egypt's parliamentary election system work?”, (28 Kasım 2011), http://www.reuters.com/article/2011/11/28/us­egypt­election­system­idUSTRE7AR0VE 20111128 (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2011) 8. Zeinab El Gundy, “SCAF finally reveals parliamentary elections dates and roadmap”, (27 Eylül 2011), http://english.ahram.org.eg/NewsContent/1/64/22697/Egypt/Politics­/SCAF­finally­reveals­parliamentary­elections­dates.aspx (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2011) 9. Afrika, “Mısır'da İslamcılar oyların yüzde 70'ini aldı” (04 Aralık 2011), http://www. pressmedya.com/?aType=haberYazdir&ArticleID=5343&tip=haber (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2011) 10. Zeinab El Gundy, gös yer. 11. Aytekin Yılmaz; Çağdaş Siyasal Akımlar, Modern Demokrasi’de Yeni Arayışlar, 2.Baskı, Ankara:Vadi Yayınları, 2003, s. 160 12. D. Paker, Batıda Devrimler ve Devrimci Gelenek, Ankara:Dost Kitabevi Yayınları, 2003, s.28


(serajuddin93@hotmail.com) Almanya Bonn Uluslararası Konferansı’nda başta Almanya ve ABD olmak üzere birçok ülkenin dışişleri bakanı, ülke temsilcisi ve sivil toplum kuruluşu bir kez daha Afganistan için bir araya geldi. İlk Bonn Zirvesi ise 2001 yılının sonunda yapılmıştı. Aralık 2001 tarihinde Almanya Birinci Uluslararası Bonn Konferansı birçok ülke temsilcilerinin katılımı ile Afganistan’da istikrar ve barışı sağlamak için düzenlendi. Bu konferans, Afganistan için oldukça önemliydi; çünkü iç çatışmalarla yaralanan Afganistan için bir değişim noktası olacak, yaralarına derman bulunabilmesi için Afgan halkına bir fırsat sunacaktı. 

Birinci Bonn Zirvesi’nde Afganistan ve tüm katılımcı ülkelerin temsilcileri tarafından çok önemli kararlar alındı ve anlaşmalar imzalandı. Bunlardan en önemli olanları, Karzai başkanlığında merkezi geçici bir devletin kurulması, Afganistan anayasasının hazırlanması, iç çatışmaya sebep olan muhalif güçlerin silahlarını bırakıp merkezi devleti kabullenmeleri, kadın hakları, insan hakları, ifade özgürlüğü ve en önemli olarak da Birleşmiş Milletler’in uluslararası asker gücünün Afganistan’a yerleşmesine izin vermesidir. Her ne kadar konferansta verilen sözler ve alınan kararlar tamı tamına uygulanmayıp Afgan halkının beklentileri tam anlamı ile karşılanamadıysa da Bonn Konferansı Afganistan için bir değişim noktası oldu. Ülke, çoğu alanda büyük değişiklikler ve başarılar elde etti. Örneğin; merkezi bir devletin olması, ifade özgürlüğü ve yeni üniversitelerin açılması. İkinci Bonn Uluslararası Konferası ise başta Almanya, ABD ve Afganistan olmak üzere 85 ülke ve birçok sivil toplum kuruluşu temsilcilerinin katılımı ile 5 Aralık 2011 tarihinde Almanya’da düzenlendi. Bu konferans bir anlamda hesap verme toplantısıydı. Afganistan Cumhurbaşkanı Karzai son on senede elde edinilenlerden ve başarılardan söz etti; güvensizliği ise ülke gelişmesine karşı tek engel olarak adlandırdı. Afganistan için İkinci Bonn Zirvesi’nin en önemli noktası ise 2014’ten sonra (ISAF ve uluslararası birliklerin Afganistan’ı terketmesinden sonra) destekçi olan ve yardım eden ülkelerin yardımlarını

kesmemelerini sağlamaktı. Bu noktayı Afganistan Cumhurbaşkanı Karzai’nin “Afganistan’ın 2025’e kadar dünya desteğine ihtiyacı var.’’1 sözlerinde açık bir şekilde görebiliyoruz. Afganistan tarafının tam da istediği gibi başta Almanya ve ABD olmak üzere tüm yardımcı ülkeler ve Birleşmiş Milletler, kendi vaatlerini açıkladılar ve 2014’ten sonra da Afganistan’ı tek başına bırakmayacaklarını, yardımlarını kesmeyeceklerini söylediler. İstikrarlı bir barışı haiz bir Afganistan oluşturmak için yardım edeceklerini açıkladılar. Bu yardımların güvenlik, eğitim, idari rüşveti yok etme, sağlık ve adli konular gibi değişik alanlarda yapılmasına karar verildi.

19

Bonn Zirvesi hakkında Afganistan halkının yorumlarına bakınca değişik bakış açılarıyla karşılaşıyoruz. Afganistan’da çoğu insan Bonn Zirvesi’ni ve cumhurbaşkanlarının konuşmasını canlı bir şekilde, çok yakından takip etti ve Bonn Zirvesi hakkında olumlu bir düşünceye sahip. Bu da Afgan halkının geleceğe yönelik umutlarının olduğunu, Afganistan ve büyük ülkelerin birleşmesi ile barışın sağlanabileceğine inandıklarını gösteriyor. Diğer bir yandan ise bazı insanlar Bonn Zirvesi hakkında olumsuz düşünceye sahip. Tüm dünya ülkelerinin bir araya gelip on sene boyunca Afganistan’a istikrar ve barış getirmeye çalıştığını ama başarısız olduğunu düşünüyorlar. Buna örnek olarak da idari rüşvetin varlığınının bitmemesi ve bombalı saldırıların hala devam etmesi vurgulanıyor.


Afganistan’ın komşularının ve bölgedeki ülkelerin görüşlerine başvurduğumuzda pek olumlu bir bakışla karşılaşmıyoruz. İlk olarak Pakistan Devleti’nin Bonn Zirvesi’ne katılmaması, onun bu zirveye olumsuz baktığını göstermektedir. Bunun yanı sıra Sergi Leruf (Rusya Dışişleri Bakanı)’un on yıldır bölgede bulunan askeri güçlerin Afganistan açısından hiçbir işe yaramadığını, hatta güvensizliği artırdığını söylemesi, Çin Dışişleri Bakanı’nın Batı’nın Afganistan’a yönelik planlarının işe yaramaz olduğunu belirtmesi ve İran Dışişleri Bakanı’nın ABD askeri güçlerinin Afganistan’da kalmaya devam etmesinin çok büyük bir tehlikeye yol açabileceği hakkında uyarısı ise komşu ve bölge ülkelerin zirveye olumsuz baktıklarını göstermektedir.2

20

Sonuç olarak başta Almanya, ABD ve Afganistan olmak üzere büyük dünya ülkeleri ve bazı sivil toplum kuruluşları 2001’de ve 2011’de iki defa Almanya Bonn Uluslararası Konferansı’nda bir araya geldi. Bu ülkelerin 2001’de bir araya gelmelerinin temel amacı kısaca Afganistan’da istikrarı, barışı sağlamak ve ülkeye demokrasiyi götürmekken, 2011’deki amaç Afganistan’ı tek başına bırakmamak ve yabancı askeri güçlerin Afganistan’ı terk ettikten sonra da yardımları ve desteklerini devam ettireceklerine dair anlaşma imzalamak oldu. Son olarak da görüldüğü üzere birinci Bonn zirvesinden 10 yıl geçmesine rağmen sorunlar hala çözülmemiştir. Bu da dış yardımların kıstlı oranda Afganistan halkına yardımı olacağını ortaya koymuştur. Bu durumda da en büyük görev Afgan halkına düşmektedir. Ne kadar ülke bir araya gelirse gelsin, ne kadar büyük devlet Afganistan’a yardım etmeye çalışırsa çalışsın, Afganistan’ı düzeltmek için ne kadar para yağdırılırsa yağdırılsın, Afgan halkı bizzat harekete geçmez, vatanları için bir şeyler yapmazlarsa, yani balık almayı değil balık tutmayı öğrenmezlerse Afganistan’da istikrar ve barış sağlanamaz.

R e f e r a ns l a r 1. M. Reyisi, ‘’Dünyanın Afganistanla vedalaşması yada gelecek için yeni bir anlaşma’’, (04.12.2011),http://www.bbc.co.uk/persian/afghanistan/2011/12/111204_bonn2_conference_raiesi.shtml , (Erişim tarihi: 22.12.2011) 2. M. Reyisi, ‘’Afganistan yanındakalacağız’’, 06.12.2011, http://www.bbc.co.uk/persian/afghanistan/2011/12/111205_u04_mr_bonn_conf.shtml , (Erişim tarihi: 22.12.2011) [Görsel]: http://www.afghanistanembassy.no/article/71023/H­E­President­Hamid­Karzai's­remarks­at­Second­Bonn­Conference­


(ekim.kilic@gmail.com)  Arap Baharı ile beraber Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler son dönemde gerginliklere, hatta kopma raddesine varan politikalara sahne olmaktadır. Yüksek perdeden verilen söylevler iki ülke halkının olası bir savaş endişesini arttırmaktadır. Diktatörlük veya Tiranlık suçlamasında bulunanların iddiaları ile icraatları arasındaki tutarsızlık, saldırganlık politikalarının nedenlerinin “Demokrasi ve Özgürlük” olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Peki, Türkiye ve Suriye arasında ciddi restleşmelere neden olan süreç ve bunun öncesinde gerçekleşenler nelerdi? Şu an neler oluyor? Yarın için öngörülen nedir? Halk ayaklanmaları etkisi ile öz olarak değişmeyen emperyalizmin politikaları, biçim olarak değişmiştir. Suriye özelindeki kurgu ne gibi ilişkiler, çelişkiler ve sıkıntılar barındırıyor? Bu bağlamda Türkiye’nin tayin edici rolü nedir? Bütün bunları bölgedeki sermaye gruplarının aralarındaki çıkar ilişkileri ve içinde bulundukları süreci çıkış noktası olarak ele almanın, konuyu anlamlandırmada açıklık getireceğine inanıyorum.

B ö l g ed e N el er O l u y o r ? Emperyalizm, 11 Eylül 2001 saldırısı ile başlayan dönemde Ortadoğu üzerinde BOP ve GOP politikalarını uygulamaya girişti. 11 Eylül sonrası dönem, emperyalizmin bölgede uzun bir süredir ana politik ekseni olan egemenlik kurma ve başta enerji kaynakları olmak üzere iş sahalarına hâkim olma amacı doğrultusunda bir taktiğin uygulandığı dönemdir. Buna göre doğrudan müdahale politikalarını yoğunlaştıracak emperyalizm, ilk işlerini Afganistan ve Irak işgalleriyle gerçekleştirdi. Bu işgallerin yarattığı tartışmalar doğrultusunda bölgede kendi yanında ve kendine muhalif duran yerel odaklarla açık bir saflaşmaya gitti. Kendini yerel sermaye güçleri olarak var eden Libya, Suriye ve İran yönetici güçleri ve bunların çevreleri “Radikal” olarak tanımlanmaktadır. Bunun karşısında emperyalizmin kendi politikalarına tabi olan Ilımlı İslam vardır. Türkiye’deki yansıması ise Liberal­Muhafazakâr sermaye odağıdır. 2007 sonrası dönemde Türkiye,

kendi bölgesel rolünü bölgede ve dünyada ortaklaştığı sermaye odaklarıyla (NATO, AB, İsrail ve bölgedeki diğer yerel güçler) beraber hayata geçirmeye başlamıştır. Bunu “Aktif Dış Politika” diye adlandırmaktadır. 2007’nin hemen başında MİT’in 80. Yıl Raporu’na ilişkin Müsteşar Emre Taner’in açıklaması Türkiye’nin aktif dış politikasına dair ipucu verebilecek niteliktedir: “…Önümüzdeki dönemde de uluslararası sistemin, kuralları belirlenmiş stabil bir yapıya kavuşacağını ummak ve bu yönde tanımlamalar geliştirmek faydasız bir uğraş olacaktır. Son derece kaygan bir zemin üzerine oturmuş uluslararası ortamda Türkiye, bir yandan yakın zamana kadar değişik çap ve karakterde savaşların yer aldığı ve halen potansiyel çatışma tehditlerinin bulunduğu Balkanlar, diğer yandan birçok bakımdan sürtüşmelere sahne olan ve çeşitli istikrarsızlık potansiyelleri taşıyan Kafkaslar ile yaklaşık 40 yıldır fiili çatışmalar ve terörist faaliyetlerle yoğrulmuş Ortadoğu’nun arasında bir iç hat pozisyonuna sahip halde bulunmaktadır. Ayrıca bu pozisyon kademeli olarak Orta Asya’ya açılan alanlarla da bağlantılıdır. Bu üç bölgenin ve Orta Asya’nın birçok bakımdan küresel politikaların ve ‘rol’ savaşlarının belirli açılardan yoğunlaştığı alanları oluşturduğu da bir gerçektir. Dolayısıyla yeni sorun ve tehditler doğrultusunda 21.yüzyılda doğuya doğru genişleyen dinamik bir alan söz konusu olmakta ve bu durum, Türkiye’nin gittikçe genişleyen bir alanda merkezi pozisyon kazandığını/kazanacağını göstermektedir. Bu süreç içinde Türkiye, gerek stratejik gerekse jeopolitik önemi nedeniyle kendisini hiçbir zaman olayların akışına bırakma ya da ‘bekle­ gör­tavır al’ taktiği ile sınırlama lüksüne sahip değildir. Uluslararası sistemi ayrıntılı ve isabetli bir tanımlamayla (kendi konumu ile ilgili) taktik, stratejik ve yüksek stratejik tutumlara sahip olmak zorundadır. Yalnız savunma pozisyonunda olmak, Türkiye’ye haiz şartlar nedeniyle kabul edilemez bir davranış olacaktır. Bu nedenle de Türkiye tüm kartlarını/avantajlarını maksimum düzeyde bir

21


verimlilikle değerlendirmek durumundadır. Elbette bunu gerçekleştirebilmesi hiç de kolay değildir…”1

22

Görüldüğü gibi Türkiye’nin dış politikası artık ‘bekle­ gör­tavır al’ ile sınırlandırılamaz. Burada belirtmeliyim ki hükümet dış politikasını müttefikleri ile eşgüdümlü olarak kısmi­özerk bir şekilde yürütmektedir. Türkiye artık bölgede bir iddiaya sahiptir. NATO’daki konumunun yanı sıra AB’ye de üye olma gibi bir iddiası olan Türkiye’nin bölgedeki iddiası ise gerçekleşmesi imkânsızdır. Bunu aktif dış politika olarak adlandıran hükümet, bu politikanın hedeflediği bölgesel rol ile sıfır sorun politikası gütmektedir. Türkiye, bölgede emperyalizmin kötü polisi olan İsrail’in yanında iyi polis olmaya çalışmaktadır. Bu yüzden bölge memleketleri ile olan ekonomik, siyasi ve askeri ilişkilerini sorunsuz bir şekilde sürdürmek istemektedir. Nitekim İran ile Batı hükümetlerinin gergin olması ve bununla beraber Türkiye’nin Batı’yla daha yakın ilişki içerisinde bulunması, bu memleketle olan ilişkileri de germektedir. Örnek olarak, füze kalkanı sisteminin Malatya’ya kurulması ve bunu takiben İran’ın Türkiye’yi kınayan açıklamasını verebiliriz. Açıklamada Türkiye’nin İsrail’i korumak amacıyla ABD ile ortak bir duruş sergilediği belirtiliyordu. Türkiye’nin aktif dış politika süreciyle birleşen Arap Baharı’nın etkisi ise konuya önemli oranda açıklık kazandırdı. Arap Baharı ile beraber, hükümetin diğer baskıcı bölge hükümetlerine karşı diktatörlük ve anti­ demokratiklik suçlamalarını yöneltmesinin ardından, bahsedilen sıfır sorun politikası belirsizleşmiştir. Bu yöneltmelerle beraber Türkiye, baskıcı bölge hükümetlerini karşına almıştır. Ayrıca İran’la başlayan tartışma sınırdaki komşularla ilişkilerin gerilmesine kadar varmıştır. Sıfır sorun politikası Suriye ile olan ileri raddelere varan tehditlerle beraber resmen çökmüştür. S u r i y e’ d ek i A ç m a z Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkileri cumhuriyetin ilk döneminden başlayarak sürekli olarak birtakım gerginliklere sahne olmuştur. Bu, Soğuk Savaş’taki kamplaşmanın farklı taraflarında olma durumu etrafında devam etmiş; 90’lı yıllarda Kürt Sorunu üzerinden kopma noktasına yaklaşmıştır. Ancak Türkiye’nin Suriye ile yaptığı 2004 Serbest Ticaret Antlaşması bir nevi dönüm noktası olmuştur. İlişkiler normalleşmeye, hatta iyileşmeye başlamıştır. Türkiye’nin bölgedeki rolü, yukarıda bahsedildiği

üzere, Suriye ile yakınlaşmasıyla çelişmesine rağmen bir dönem bu “iyi ilişki” devam etmiştir. Nitekim 2011 Mart ayında halk ayaklanmalarının Suriye’ye yansıması üzerine “iyi ilişki”, içinde barındırdığı çatışmayı ortaya çıkartmıştır. Libya’ya yapılan sert çıkışlar ve bir işgalle sonuçlanan sürecin bir benzeri Suriye için başlamıştır. Suriye’nin Libya’yla benzeştiği nokta, bölgedeki yerel sermaye odaklarından birisi olmasıyla beraber anti­Batıcı (ABD­NATO­AB) olmasıdır. Bu özelliğiyle Libya; İran, Rusya ve Çin odağının –sınırları hala çok net olmamakla beraber­ içinde yer almaktadır. Farklılıkları ise barındırdığı çelişkiler ve sıkıntılarla ve biraz da süreçle ilintilidir. Birincisi; ayaklanmaların Suriye’de de baş göstermesi oradaki Kürt halkını da etkilemiştir. Suriye’de vatandaşlık hakkı bile olmayan Kürt halkının örgütlenme düzeyinin palazlanması ve diğer halk ayaklanmaları Türkiye Kürtlerini de etkilemiştir. Bu bağlamda Türkiye Suriye’ye karşı saldırgan bir tavır göstererek zaten uluslararası boyut kazanan Kürt Sorunu’nda uluslararası temelde başka bir açmaz kazandırmaktadır. İkincisi; Suriye’de iktidarda bulunanların Alevi olması ve buna karşılık ülkedeki nüfusun büyük kısmının Sünni olması başka bir farklılıktır. Türkiye’de var olan Alevilik sorununu da içindeki başka bir açmazı, Suriye politikası üzerinden zorlaştıracağı açıktır. Üçüncüsü; Suriye rejimi hâlâ Suriye içinde geniş bir desteğe sahiptir ve onca kışkırtmaya karşın “muhalefet” büyümemektedir.2 Suriye halkı ülkedeki sorunlara rağmen ulusal birlik duygusu üzerinden iktidarı desteklemektedir. Dördüncüsü; Rusya ve Çin Libya’ya BM müdahalesine vize verdiler ancak Suriye’ye karşı aynı tutumu almayacakları anlaşılmaktadır. Bu durum, BM izniyle Suriye’ye müdahale etme senaryosunu boşa çıkarmaktadır.3 Çünkü Suriye’ye müdahale demek bölgede İran’ın yalnız kalması ve güçlü bir kalenin düşmesi demektir. Beşincisi; İran, Hizbullah, Hamas gibi ülke ve bölgede etkili örgütler Suriye’yi açıkça desteklemektedir. Ve Suriye’ye müdahale bu güçlerle çatışma anlamına gelmektedir.4 Türkiye, bu güçleri Suriye’ye bir müdahale ile çatışmaya girmesi az önce değindiğim sebeplerle beraber doğrudan veya dolaylı yeni sorunlar üretecektir. Altıncısı; Arap ülkeleri de ABD ve Avrupa da Türkiye’nin Suriye’nin bütünü ya da “tampon bölge” biçimde Suriye’ye yerleşmesine karşı çıkacaklarıdır.5 Çünkü Türkiye’nin Suriye’ye herhangi bir biçimde yerleşmesi bu güçler için Suriye’yi destekleyen odaklarla hazırlıksız bir şekilde karşı karşıya kalmayı getirecektir.


Bu farklılıklardan yola çıkılırsa ciddi sıkıntıların doğacağı beklentisi aşikârdır. Türkiye’nin Suriye’ye karşı saldırgan bir tutum alması ve demokrasi­ özgürlük argümanının kullanılarak Suriye’ye karşı tutarsızca davranması, akıl kârı bir iş değildir. Elbette ilk bakışta Esad’ın desteklenmesi mi gerekir sorusu çıkabilir. Ama mesele, bununla alakalı değildir. Mesele iki sermaye odağının demokrasi ve özgürlük argümanı kullanılarak bölgedeki emekçi halkları kıyıma sürükleyecek bir savaş ihtimalinden başka bir şeyle alakalı değildir. Türkiye ve Suriye sınırındaki karşılıklı askeri yığınaklarla ve tatbikatlarla ilişkiler daha da çok gerilmiştir. Aynı süreçte Türkiye’nin 9 maddelik yaptırım paketini açıklaması “sıfır sorun politikası”nı “sıfır ticaret”e çevirmiştir6. Sürecin gelinen son aşaması, Türkiye’nin köşeye sıkışmış olmasıdır. Buna dayanak olarak Cumhurbaşkanı ve hükümet yetkililerinin ortaklaştığı güçlerle gerçekleştirdiği diplomatik temaslar gösterilebilir. Somut olarak Cumhurbaşkanı’nın İngiltere’deki teması örnek verilebilir. Kuşkusuz bunun yanında Başbakan’ın geçtiğimiz Kasım ayında Karadeniz Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşma da dayanak olabilir: ''Hiç şüphesiz, gerek Suriye'deki, gerek genel olarak Ortadoğu'daki sorunlar, yerel, bölgesel sorunlar değil; küresel sorunlardır. Dolayısıyla, enerji arz güvenliği adına olduğu kadar, küresel refah, huzur, dayanışma adına, bölgede yaşanan trajediyi görmek, çığlıkları işitmek ve akan kanın durması için acilen tedbirleri almak zorundayız.”7, ''Suriye, yeterince zengin bir ülke olmadığı için dünya hassasiyetle izlenmiyor.''8 Görüldüğü gibi hükümet yetkililerinin yaptığı gerek diplomatik gezilerde, gerekse yer yer açıklamalarda Suriye müdahalesi için destek aranıyor.

altına almıştır. Rusya’nın son haftalarda Suriye aleyhine adım atıyor gözükmesi hiçbir şey değiştirmemektedir. Keza Çin’le olan mevzuat hemen hemen aynıdır. Son haftalarda Suriye’nin Arap Birliği ile imzaladığı muhaliflerle diyalog, şiddetin durması ve uluslar arası ülkeye giriş izni gibi maddeleri de içeren barış anlaşmasının üzerinden çok geçmeden yeni ölüm haberleri gelmektedir. Buna rağmen birçok sorun havada kalmaktadır. Ama en temel teşkil eden sorun, bu anlaşmanın özünde ne kadar güçlü bir şekilde barışa hizmet ettiğiyle bağlantılıdır. Acaba sadece tali bir çözüm yolu olmakla beraber Suriye üzerinde kullanılabilecek bir baskı aracından mı ibarettir? Bütün bunların ışığında Suriye­Türkiye ilişkilerinde öngörülebilecek en olası senaryo hala bir savaştır. Ve bu savaşın uluslararası sermaye odaklarının kamplaşmasına, tarafların sınırlarının daha belirlenmesine hizmet edeceği açıktır.

Suriye’nin küresel müttefikleri tarafındaki gelişmeler ise çıkmazı katmerleştirmektedir. Geçtiğimiz ay Rusya’nın tarafını netleştirip S­300 füze sistemlerinin de bulunduğu ağır silahlar vermekle kalmayıp savaş gemileriyle de Suriye’nin Akdeniz tarafını güvenlik R e f e r a ns l a r [1] İskender Bayhan, “Dış Politikada Bugüne Nasıl Gelindi? Akp Nereye Koşuyor?­1”, Özgürlük Dünyası, Sayı 224, Aralık 2011, s.31 [2] İhsan Çaralan, “Suriye Sömürge mi?”, (19 Kasım 2011), http://www.evrensel.net/news.php?id=17806, (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2011) [3] gös.yer [4] gös.yer [5] gös.yer [6] Dış Haberler, “Bu fotoğraf ‘yalan’ oldu”, Evrensel Gazetesi, Sayı 3759, 6 Aralık 2011, S.8 [7] SABAH Ekonomi, “Başbakan Erdoğan konuştu”, (17 Kasım 2011), http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2011/11/17/basbakan­ erdogan­konusuyor?paging=2, (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2011) [8] gös.yer

23


(seren_1709@hotmail.com) Filistin'in uluslararası toplum tarafından devlet olarak kabul edilme isteği, bu konuda gittikçe daha somut adımlar atmasıyla artıyor. Filistin'in, gerek uluslararası alanda haklarını özgürce savunabilmesi gerekse uluslararası örgütler ve mahkemeler aracılığıyla karşılaştığı sorunları yasal yollarla çözebilmesi için devlet olarak kabul edilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas'ın 13 Eylül 2011 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki­Mun'a verdiği tam üyelik talebi dilekçesi, bu yolda atılmış en somut ve kararlı adımlardan biridir. 

24

Uluslararası toplumda devlet olarak kabul edilmenin tek yolu, Birleşmiş Milletler'de üye devlet statüsü kazanmak değildir. Hatta, bugün Kosova gibi BM üyesi olmayan devletler olduğu gibi Tayvan gibi BM üyesi olup birçok devlet tarafından devlet olarak tanınmayan siyasi yapılar da vardır. Dolayısıyla, Filistin'in devlet olup olmadığına bakarken kullanılması gereken uluslararası hukuk aracı, en çok kabul gören 1938 Montevideo Konvansiyonu olarak bilinen antlaşmadır. Bu antlaşmaya göre, bir devletin devlet olarak kabul edilmesi için şartlar kalıcı nüfus, belirli bölge, etkili yönetim ve uluslararası ilişkilerde bulunabilme kapasitesidir. Filistin'in bir kısmının işgal altında bulunması ve sınırlarının son durumundaki belirsizlik belirli bölge açısından bir sorun teşkil etmemektedir. Ayrıca, Filistin Otoritesi çıkardığı yasalarla (1995'te Seçimler Yasası, 2001'de Cezai Usül Yasası, 2002'de Hukuksal Otorite Yasası) ve gündelik hayatta sağladığı etkiyle devlet oluşturmada önemli adımlar atmıştır. Uluslararası ilişkilerde bulunabilme kapasitesine gelince Filistin'in BM üye ülkelerinden dünya nüfusunun %80­90'ını oluşturan 106 ülke tarafından tanınıyor oluşu ve özellikle İrlanda, İtalya gibi önemli Avrupa ülkelerinde diplomatik temsilini güçlendirmesi dikkat çekicidir.1 Görüldüğü gibi, Filistin'in, Montevideo Konvansiyonu'na göre devlet kabul edilme konusunda sıkıntı yaşamaması gerekir. Filistin'in BM'ye üye devlet olarak kabul edilmesinin sonuçları, ona açıkça her ülkenin onayladığı 'devlet' statüsünü değil uluslararası alanda alınacak kararlarda etkili olma hakkı kazanması, BM düzeyinde

Uluslararası Adalet Divanı ve BM İnsan Hakları Komisyonu gibi kuruluşlarda temsilinin sağlanması açısından önemlidir. Filistin halkı şu anda, BM'de, 1964'ten beri var olan ve bugün devam eden varlığı ile Filistin Ulusal Otoritesi’ni yürüten siyasal bir parti işlevi gören Filistin Kurtuluş Örgütü tarafından gözlemci kuruluş olarak temsil edilmektedir ve statüsü gereği toplantılara katılma hakkı olduğu halde herhangi bir karar alınırken oy kullanma hakkı bulunmamaktadır. Üye devlet olarak kabul edilmesi durumunda, Filistin, BM düzeyinde uluslararası kuruluşlarda temsil hakkı kazanmasının yanında Batı Şeria'da İsrail tarafından kurulan yerleşkeleri de birer savaş suçu olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne taşıyabilir. Ayrıca üye Filistin'de hükümetin kendi insanına olan sorumlulukları artacak, Filistin devletinin hareketleri BM bünyesinde çalışan Amnesty International, Human Rights Watch gibi uluslararası kuruluşlar tarafından daha rahat izlenip değerlendirilebilecek ve sonuçta daha demokratik bir Filistin'le karşılaşılacaktır. Üye olarak kabul edilme şartı ise BM Genel Kurulu'nda oyların en az üçte ikisini alabilmesi, 15 Güvenlik Konseyi üyesinden en az 9'unun oyunu alabilmesi ve kalıcı Güvenlik Konseyi üyelerinden Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin'in bu kararı veto etmemesi gereklidir. Ancak, Amerika, Abbas üyelik başvuru dilekçesini vermeden önce bile böyle bir kararı veto edeceğini belirtmişti. Ayrıca, Güvenlik Konseyi'nin diğer üyeleri arasında da bölünmeler mevcut. Financial Times'e göre Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, Güney Afrika, Lübnan, Nijerya ve Gabon Filistin'i desteklerken, Fransa, Almanya, Portekiz, Kolombiya ve Bosna çekimser kalacak.2 Bu durumda, Filistin'in üye devlet olarak kabulü, önümüzdeki günlerde çok kolay olacağa benzemiyor. Başvuru sonrası ,meydana gelebilecek bir diğer gelişme BM'ye gözlemci devlet statüsünde kabul olabilir. Genel Kurul'daki üçte ikilik oy çoğunluğuna ihtiyaç duyulacak olan bu statüden 2002 yılına kadar İsviçre de BM bünyesinde faydalanmıştı fakat bugün bu statü sadece Vatikan'a verilmiştir. Üye olmayan gözlemci devlet olmanın getirilerinden bazıları, devlet hakları ve uluslararası kuruluşlarda temsil, diğer


devletlerin saldırılarından kendini koruma hakkı, toprakları üzerinde yetki, devletlerarası kurumlara üye olma ve uluslararası antlaşmalara taraf olabilme gibi önemli haklardır. Bu hakların kullanımı, Filistin­İsrail çatışmasının şekillenmesinde önemli bir rol oynayacaktır. Filistin, böyle bir statüyle İsrail'in Batı Şeria'da gerek askeri bakımdan yürüttüğü saldırılar gerekse sosyal alanda yürüttüğü politikalara dikkat çekme ve bu alanlarda İsrail'in yürüttüğü yıkıcı politikayı hukuksal arenada daha etkin bir şekilde sorunsallaştırma olanağına kavuşmuş olacaktır.3 Filistin'in devlet olma yolunda attığı önemli adımlardan biri de son zamanlarda kabul edildiği Birleşmiş Milletler Eğitim, Kültür ve Bilim Topluluğu –UNESCO­ dur. Başvurunun oylamaya hazırlandığı 31 Ekim 2011 tarihinden önce, Amerika olası bir kabulde UNESCO’ya yaptığı yıllık 7O milyon dolarlık yardımı keseceğini açıklamıştı ki bu miktar, kurumun yıllık gelirinin beşte birini kaybetmesi anlamına geliyordu. Yapılan oylamada 173 oyun 107’sini alan Filistin, sonuç olarak 1 Kasım 2011’den itibaren UNESCO üyesi. Mahmud Abbas, Paris’te yapılan bayrak töreninden sonra : “Bugün bayrağımızın BM bünyesinde dalgalandığını görmek heyecan verici. Üyeliğimiz gurur kaynağı. Medeniyetlerin bir araya geldiği toprak Filistin yeniden doğdu.” şeklinde konuştu.4 Bunun yanında Amerika’nın önceden belirttiği üzere finansal yardımı kesmesi, ayrıca 2011 yılı katkı payını henüz ödememiş olması nedeniyle 2012 yılında UNESCO bütçesinde 150 milyon dolarlık açık meydana gelmesi bekleniyor. Buna rağmen oylamanın büyük bir çoğunlukla Filistin lehine kullanılması, umut verici bir gelişme. İngiliz Financial Times gazetesine göre, başvuru girişimini yöneten Ömer Avadallah Filistin’in korunması gereken kültürel ve tarihi mirasları bulunduğunu ve bu sebeple UNESCO üyeliğine hakkı olduğunu vurguluyor.5 UNESCO üyeliğinin ardından Kudüs’teki eserler üzerindeki İsrail hakimiyetinin sınırlandırılması bekleniyor. Örgütün Filistin’e kazandırabileceği önemli gelişmelerden birisi de Filistin’in bu üyelikle Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya

Sağlık Örgütü gibi kurumlara olan üyeliklerinin yolunu açması olarak görülebilir. UNESCO’ya kabul edilme, Filistin içerisinde de geniş çapta umut yaratırken zafer olarak görülen bu gelişmenin BM’de üye devlet statüsü kazanması yolunda gerçekleşmiş siyasi açıdan olmasa da moral yükseltici bir kazanım olduğu iddia edilebilir. Sonuç olarak, Filistin’in son altmış yıllık İsrail çekişmesinin ardından BM’de sadece gözlemci devlet olarak temsili, İsrail’e, karşısındaki devlet olarak kabul edilmediği için yaptığı yasal olmayan girişimlerden çoğunlukla muaf olma hakkı tanımıştır. Filistin’in devlet olarak tanınması ayrıca bölge barışına da katkıda bulunabilecek bir gelişmedir; bu statüyle birlikte Filistin ve İsrail, eşit şartlarda temsil edildikleri platformlarda uzlaşma yoluna daha kolay gidebilirler.

R e f e r a ns l a r 1. Burç Köstem,’Filistin’in BM Düzeyinde Temsilinin Hukuksal Sonuçları,(27 Kasım 2011),www.usak.org.tr,(17 Aralık 2011) 2. 'Filistinlilere devlet için ilk sınav UNESCO'da '(31 Ekim 2011) www.bbc.co.ukturkcehaberler unesco_vote (Erişim tarihi 17 Aralık 2011) 3. Burç Köstem, a.g.e. 4. 'Filistin bayrağı Birleşmiş Milletler'de dalgalanıyor'(13.12.2011) www.radikal.com.tr radikal detay (Erişim tarihi 18 Aralık 2011) 5. 'Filistin'in Devlet Başvurusu Zorda' (11 Kasım 2011) www.bbc.co.ukturkcehaberler palestinian state (Erişim tarihi 18Aralık2011)

25



HARİCİYE


(ermanakst@hotmail.com) Avrupa Birliği (AB), gerek kendine özgü (sui generis) yapısıyla, gerekse son dönemde şahit olduğumuz ekonomik problemleriyle odak noktası haline gelmiş önemli uluslararası örgütlerden birisi. Bunlara bir de Türkiye’nin üyelik süreci eklendiğinde, ülkemizde de basının, toplumun ve akademik dünyanın ilgisini çeken bir örgüt olma özelliğini korumakta. Peki, üzerinde bu denli durulan bu örgüt nasıl ve neden ortaya çıktı? Kendine özgü ve ‘uluslarüstü’ (supranational) diye tabir edilen yapısını nasıl kazandı ya da gerçekten kazandı mı? AB’nin kuruluş amacı olan Avrupa bütünleşmesi (European integration) süreci nasıl bir yol izledi ve gerçekten başarılı oldu mu? AB’nin hangi kurumlarına hangi görevler atfedildi? Türkiye’nin üyelik süreci nasıl bir yol izledi ve gelinen noktada Türkiye’nin AB’ye üyeliği mümkün mü? Okuduğunuz yazı bu sorulara cevap vermeye çalışırken, AB ile ilgili genel bir bakış açısı kazanmanıza yardımcı olmaya çalışmaktadır. 

28

Başlangıçta, AB’nin geçmişindeki önemli tarihlere ve anlaşmalara kısaca değinmek, konu ile ilgili genel bir bakış açısı yakalamak açısından yerinde olacaktır. Günümüzde adını burs olarak duyduğumuz Jean Monnet, Avrupa bütünleşmesi fikrinin sahibiydi ve ona göre İkinci Dünya Savaşı sonrası barış ve istikrarı sağlamanın tek yolu, ekonomik bütünleşme (economic integration) idi.1 Öyle ki, ekonomik yolla başlayan bütünleşme, politik alana da yayılacak ve böylece barış ve istikrar Avrupa ülkeleri arasında sağlanmış olacaktı. Jean Monnet’in bu fikrini siyasi alanda uygulayacak olan figür ise dönemin Fransız Dışişleri Bakanı Robert Schuman oldu ve Fransa, Batı Almanya, Lüksemburg, Hollanda, Belçika ve İtalya’nın katılımıyla 18 Mayıs 1951’de Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) kuruldu. 1952 yılında ise Avrupa Savunma Topluluğu aynı ülkeler tarafından yürürlüğe sokulmaya çalışıldı ancak bu, Fransız Ulusal Meclisi tarafından reddedildi. Öte yandan, kömür ve çelik alanındaki başarılardan destek alınıp bir adım öteye gidildi ve 1957 Roma Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu kuruldu2. 1986 yılında, ekonomik bütünleşme çerçevesinde önemli bir adım atıldı ve Avrupa Tek Senedi (Single European Act) ile üye ülkeler arasındaki ekonomik uyumu sekteye uğratacak

her türlü engel ortadan kaldırıldı. 1992 yılına gelindiğinde ise Maastricht Anlaşması (Avrupa Birliği Anlaşması) ile ilk defa “Avrupa Birliği” terimi kullanıldı3 ve bu isim günümüze kadar kullanılageldi. Fakat bu anlaşmanın önemi AB’nin bugünkü adını belirlemekle sınırlı değildi; zira anlaşma birliğe “üç sütunlu sistem” (three­pillar system)’i getirdi. Bu sütun ayrımına göre, birinci sütunda kalan ekonomik konulara uluslarüstü bir karar alma mekanizması, ikinci sütunda kalan dış politika ve güvenlik ve üçüncü sütunda kalan adalet ve içişleri konularına ise uluslararası bir karar alma mekanizması uygulanacaktı. Sonrasında, 1997 Amsterdam ve 2001 Nice Anlaşmaları ile üye sayısının 1992 itibariyle 15’e çıkmış olmasından kaynaklanan karar alma zorluğu karşısında önlem alınmaya çalışıldı ancak başarılı olunamadı. 1 Aralık 2009 tarihine geldiğimizde ise, AB tarihinde bir dönüm noktası sayılabilecek Lizbon Anlaşması yürürlüğe girdi ve bu anlaşma ile üç sütunlu sistem ortadan kalktı.4 Yukarıdaki tarihsel bilgiler ışığında, AB ve bütünleşme süreci nasıl yorumlanabilir? Öncelikle, görünen şu ki, AB’nin hedeflediği Avrupa bütünleşmesi, ekonomik bütünleşmeden öteye gidememiştir. Avrupa bütünleşmesinin sadece ekonomik alanda değil, aynı zamanda dış politika, adalet ve içişleri gibi alanlarda da ortak kararlar alabilmeyi gerektiren bir süreç


olduğunu düşündüğümüzde, diyebiliriz ki AB 2009’a kadarki süreçte, bu konuda sınıfta kalmıştır. Örneğin; kömür ve çelikte ortak politika uygulanabilmiş ancak savunma politikasına gelindiğinde Fransa karşı çıkmış ve Avrupa Savunma Topluluğu kurulamamıştır. AB’nin bu konuda sınıfta kaldığını gösteren bir diğer çarpıcı örnek ise Maastricht Anlaşması ile eklenmiş olan üç sütunlu sistemdir. Öyle ki, bu anlaşma ile AB, ikinci ve üçüncü sütunlarda yer alan dış politika, adalet ve içişleri konularında, uluslarüstü bir karaktere sahip ortak karar alma mekanizması (co­ decision procedure)’nı uygulamayı reddetmiştir ve bu siyasi bütünleşme (political integration) sürecine ağır bir darbedir. Sonuç olarak, tarihsel süzgeçten geçirildiğinde AB’nin ekonomik bütünleşmede başarılı olduğu fakat bunun, neo­functionalist teorisyenlerin öne sürdüğü gibi siyasi bütünleşmeye dönüşmediği söylenebilir. Bu noktada, devletlerin kendi çıkarları söz konusu olduğunda uluslarüstü bir yapının bu çıkarlara engel olmasına izin vermeyeceğini ve ancak ve ancak kendi çıkarları bu yapının oluşmasını gerekli kılıyorsa bu yapının oluşturulacağını savunan intergovernmentalist teori ön plana çıkmaktadır. 9 Aralık 2011’de Euro bölgesindeki krizi önlemek için alınan vergilendirme ve bütçe ile ilgili karara İngiltere’nin katılmaması5, bu teoriyi haklı çıkarmaktadır. Avrupa bütünleşmesi çerçevesinden çıkıp kurumsal (yapısal) ve hukuksal çerçevede incelemeye başlarsak, AB’nin diğer uluslararası örgütlere benzemeyen kendine özgü özelliklerinin olduğunu görürüz. Kurumsal çerçeve ile başlarsak eğer AB, Avrupa Komisyonu adında bir kuruma sahiptir. Bu kurum, 1951 yılında AKÇT çatısı altında “High Authority” olarak kurulmuştur ve uluslarüstü bir yapıya sahiptir. Burada ‘uluslarüstü’den kasıt, bu kurumun sadece ve sadece AB çıkarlarını savunuyor olmasıdır. Yani, teoride bütün komisyonerler, bağlı bulundukları uyruğu ve onun çıkarlarını bir kenara bırakır ve AB çıkarları için çalışırlar. Dünya üzerinde bu yapıda başka bir kurum yoktur ve AB bu yönüyle uluslarüstü (supranational) bir karaktere sahiptir. Ancak bunun yanında, nasıl ki diğer uluslararası örgütleri uluslar oluşturuyorsa, AB’yi de uluslar oluşturmaktadır. Öyle ki, her bir ulusun devlet ya da hükümet başkanlarının bir araya geldiği ve AB’nin rotasını ve önceliklerini belirleyen kurum olan Avrupa Devlet ve Hükümet Başkanları Konseyi (European Council), ve bunun yanında her bir üye devletin bakanlarının meydana getirdiği ve oylamaların ülke bazında olduğu Avrupa

Birliği Konseyi (The Council of the European Union), AB’nin diğer iki önemli kurumudur ve AB’ye uluslararası (international) bir karakter katar6. Bu bağlamda, AB ne tam olarak uluslarüstü, ne de tam olarak uluslararasıdır. Kurumsal çerçevede incelemeye devam edecek olursak, AB’nin doğrudan halk tarafından seçilen tek kurumu Avrupa Parlamentosu’dur7. Parlamento’nun hangi özelliği AB’yi kendine özgü kılmaktadır? Ulusal çapta bakıldığında, parlamentolar yasama rolünü üstlenirler. Örneğin; Türkiye’de Türkiye Büyük Millet Meclisi yasama gücüne sahiptir. Ancak AB’de yasa tasarısı hazırlama rolü Avrupa Parlamentosu’na değil, Avrupa Komisyonu’na aittir ve bu AB’de önemli bir ‘demokratik açık’ (democratic deficit) anlamına gelmektedir8. Şöyle ki, temsilcileri direk olarak insanların oylamalarıyla seçilen tek kurum olan Avrupa Parlamentosunun, herhangi bir konu ile ilgili bir yasayı hazırlayamaması ve önerememesi demek, demokrasinin gereği olan insanların yönetime katılımı noktasında ciddi bir demokratik açık demektir. Bu demokratik açık, ‘the European Citizens’ Initiative’9 adı verilen ve 1 milyon AB vatandaşının bir araya gelerek bir yasa tasarısı önerisinde bulunmasını sağlayan uygulamayla Lizbon Anlaşması ile kapatılmaya çalışılsa da, bu tam bir çare olamamıştır çünkü 1 milyon vatandaşın aynı konu üzerinde bir araya gelip öneri sunması kolay değildir. Sonuç olarak, bahsedilen bu demokratik açık da, AB’nin kendine özgü yapısına olumsuz anlamda eklenebilir. AB’nin kendine özgü yapısına hukuksal çerçevede bakıldığında, AB’yi diğer uluslararası örgütlerden ayıran özellik nedir? AB hukukunu uluslararası hukuktan ayıran ve AB’ye hukuki anlamda uluslarüstü bir karakter katan en önemli özellik, AB hukukunun (EU law) üye devletlerin iç hukuku olarak sayılmasıdır10. Diğer bir deyişle, AB hukuku üye ülkeler üzerinde bağlayıcıdır. Bu nedenle, her bir üye ülkedeki mahkemeler AB hukukunu bilmek zorundadır. Ancak bu noktada AB hukukunu bilmek yetmez. Kendi ülkemizde de şahit olabildiğimiz gibi, bilinen hukuk üzerine farklı yorumlamalar getirilebilmekte, hukuki anlamda tartışmalara rastlanabilmektedir. İşte bu farklı yorumlamaları engelleyebilmek ve üye ülkelerdeki AB hukuku uygulamalarında bütünlüğü sağlayabilmek için, Avrupa Adalet Divanı (AAD) (European Court of Justice)’na önemli bir görev atfedilmiştir. Bu göreve göre, eğer bir ulusal mahkeme AB hukukunun ne

29


şekilde uygulanması gerektiği ile ilgili bir tereddüt yaşıyorsa, bunu gidermek için AAD’a başvurabilir ve fikrini alabilir11. AB’nin bayrağında daire şeklinde bulunan 12 yıldızın birlik, bütünlük ve dayanışmayı temsil ettiğini ve AB sloganının “farklılık içinde bütünlük” (united in diversity)12 olduğunu hatırlayacak olursak, bu uygulamadaki amacı daha iyi anlayabiliriz.

30

Siyasi bütünleşme konusunda sınıfta kaldığı ve uluslararası örgütlere benzemeyen, kendine özgü ve isimlendirilemeyen bir yapısının olduğu yukarıda belirtilen AB’ye Türkiye’nin üyelik sürecini sonuç bölümü olan bu bölümde değerlendirmek yerinde olacaktır: Türkiye, AB’ye üyelik çabalarını 1959 yılında başlatmışken, üyelik müzakereleri 3 Ekim 2005’te resmen başlamıştır13. Uzmanlar, bugüne kadar müzakere masasına oturan hiçbir ülkenin üye olmadan kalkmadığına dikkat çekseler de, Türkiye, dünya üzerinde eşi benzeri olmayan bir ülke. Yapı olarak eşi benzeri olmayan bir örgüte eşi benzeri

olmayan bir ülkenin üyeliği söz konusu olduğunda ise işler karışmakta: Öncelikle Türkiye, nüfusu 2025’te Almanya’nın nüfusunu geçmesi beklenen bir ülke ve bu, şu anlama geliyor: Konsey’deki karar alma sürecinde ve Avrupa Parlamentosu’na temsilci gönderme konusunda ülke nüfusu esas alındığı için, olası bir üyelikte Türkiye karar alma mekanizmasında önemli bir aktör olacak. Bu durum Türkiye’nin üyeliğini kritik bir hale getirmekte. Bunun yanında, bahsedilen fazla nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu düşünülecek olursa, AB’yi bir Hıristiyan kulübü olarak gören Avusturya gibi ülkeler de üyelik sürecini olumsuz yönde etkilemekte. Ancak, bunu açık açık dile getiremeyen ve “Türkiye Avrupa’da değildir” gibi coğrafi gerekçelere sığınan ülkeler unutmamalıdır ki, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi coğrafi anlamda Avrupa kıtasına daha uzak bir konumda yer almaktadır ve 2004’te diğer 9 ülke ile birlikte AB’ye üye olmuştur. Ayrıca, AB müktesebatı (EU acquis)’na uyumluluk noktasında açılmaya çalışılan fasıllar siyasi nedenlerle Fransa gibi ülkeler tarafından bloke edilmektedir ve bu da üyelik sürecini sekteye uğratmaktadır. Bu bilgiler ışığında denilebilir ki, Türkiye­AB ilişkilerinin kendine özgü bir rotası vardır ve normal bir üyelik süreci sonucunda Türkiye’nin AB’ye üye olması beklenmemelidir. Bu şartlar altında şu savunulabilir: Türkiye ancak ve ancak AB’de oluşabilecek ve önlemi Türkiye olmadan alınamayacak bir krizin ortaya çıkması ile üye olabilir ve böyle bir krizin oluşup oluşmayacağını tarih belirleyecektir.

R e f e r a ns l a r 1. Derek W. Urwin, “The European Community: From 1945 to 1985” in M. Cini (ed.), European Union Politics (Oxford: Oxford University Press, 2007), s. 15. 2. Esra Çayhan, “Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası ve Türkiye”, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (Vol.3, 2002), s. 44. 3. Elizabeth Bomberg, Alexander Stubb ve John Peterson, The European Union: How Does it Work? (Oxford: Oxford University Press, 2008), s. 4. 4. AB’de Önemli Bir Adım: Lizbon Antlaşması http://www.tbmm.gov.tr/ul_kom/kpk/docs/lizbonsumru24032010.pdf 5. Council of the European Union (2011). Presidency Conclusions, Brussels European Council, 9 December 2011; EUCO 139/11; ayrıca bknz: http://www.bbc.co.uk/news/world­16104089. 6. Institutions and bodies: European Council http://europa.eu/about­eu/institutions­bodies/european­council/index_en.htm, http://europa.eu/about­ eu/institutions­bodies/council­eu/index_en.htm 7. ABGS, Avrupa Parlamentosu http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=45628&l=1 8. Andreas Follestal ve Simon Hix, “Why There is a Democratic Deficit in the EU? A Response to Majone and Moravcsik”, Journal of Common Market Studies (Vol. 44, No: 3, 2006), s. 535. 9. The European Citizens’ Initiative http://ec.europa.eu/dgs/secretariat_general/citizens_initiative/ 10. Ercan Alptürk, Dünden Bugüne Avrupa Birliği­Türkiye İlişkileri ve Uyum Çalışmaları https://www.xing.com/net/turkbiz/agora­202145/dunden­ bugune­avrupa­birligi­turkiye­iliskileri­ve­uyum­calismalari­20641145/. 11. http://europa.eu/about­eu/institutions­bodies/court­justice/index_en.htm; teknik olarak AAD’ın bu görevine, “Preliminary ruling procedure” adı verilmiştir. 12. The EU motto http://europa.eu/about­eu/basic­information/symbols/motto/index_en.htm 13. Detaylı bir analiz için bknz: Fırat Bayar, “Membership of Turkey to the European Union: An Added Value, not a Burden”, Journal on European Perspectives of the Western Balkans (Vol:3 No:2 (5), Oct. 2011); ayrıca bknz: http://ec.europa.eu/enlargement/candidate­ countries/turkey/relation/index_en.htm.

[Görsel]: http://israelmatzav.blogspot.com/2011/03/eu­to­bid­adieu­to­turkey.html


(ozge.boztas@yahoo.com)  İnsan

olmanın, bir devletin vatandaşı olma aidiyetinin önüne geçtiği zamanların ürünüdür uluslararası örgütler. Bu tip yapılanmaların temellerinin atılmaya başlandığı 1945 yılı, biten bir savaş, kurulan yeni bir birlik ve daha nice şeyi de beraberinde getirmiştir. Birleşmiş Milletler de aynı yılın 24 Ekimi’nin ürünü, daha doğrusu Milletler Cemiyeti’nin yok olmasından tutun da İkinci Dünya Savaşı’nın diğer pek çok sonucunun doğal bir getirisidir. Savaşların yakıp yıktıklarını toparlamak, barış dönemlerinin işidir. Bir yandan bunu yaparken diğer yandan da yeni bir savaşı önlemeye çalışır daha kaybettiklerini toparlamayı başaramamış insanlar bu dönemlerde. Birleşmiş Milletler de tüm bu çaba ve uğraşların ortasında doğmuştur. Yine de 1947 ile 1990 yılları arası Soğuk Savaş dönemi önlenemese de bu, Birleşmiş Milletler’in dünyanın en büyük ve kapsamlı örgütlenmesi olarak altmış yılı aşkın bir süredir varlığını sürdürdüğü gerçeğinin önüne geçemez.1 İkinci Dünya Savaşı’nın doğal bir sonucu olan küresel rekabet ortamında, uluslararası barış ve güvenliği sağlama amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler, “devletlerin egemenliği” ve “karışmazlık” ilkelerini benimsemişti. Uluslararası sistemde 1990’lara kadar devletlere yalnızca kendini savunmak için güç kullanabilme hakkı tanınıyorduysa da Soğuk Savaş sonrası değişen pek çok şey gibi bu tip kararlarda da birtakım değişimlerin gerekliliği ortaya çıktı. “İnsani müdahale” yeni bir kavram değildi fakat istisnai durumlarda da olsa kullanılmak üzere Güvenlik Konseyi’nden alınan onayla ancak Soğuk Savaş sonrası yasallaştı. Oysaki 1990 öncesinde insan hakları ihlalleri devletlerin içişleri olarak görülüyor ve uluslararası kuruluşlara bu hususta herhangi bir müdahale hakkı tanınmıyordu.2 Burada sorgulanması gereken, insan hakları ihlallerinin algılanışının niçin bu tip bir boyut değişikliğine uğradığıdır. Neden ise açık: Soğuk Savaş’ın bitmesiyle ortadan kalkan iki

kutupluluğun küçük devletleri zayıf ve devamlılığını sağlayacak gücü bulamayacak durumda bırakması, dahası şiddet ve katliam gibi suçların kitlesel boyutlara ulaşması ve olağan görülmeye başlanması.3 Bu sebepler dolayısıyla, BM Güvenlik Konseyi’nde de bu ihlaller bakımından “uluslararası barışa tehdit” yönünde bir algı değişikliğine doğal olarak gidildi ve bu, insani müdahale adı altında BM’nin ülke içi kontrolü sağlamasını da meşrulaştırdı.

İnsani müdahalenin son örneklerinden biri olan Libya müdahalesine,“Şiddetten en büyük zararı siviller görüyor. Genel Sekreter, hükü­ metin orantısız güç kullanımı ve ayrım göz­ etmeksizin sivilleri hedef almasına derhal son verilmesi çağrısında bulunuyor.” açıklamasıyla Birleşmiş Milletler tarafından başlandı. Üstelik öncesinde, Kaddafi ve birliklerinin aşırı şiddet kullanarak yaptıkları saldırıları önlemek için ciddi ölçüde herhangi bir siyasi yaptırım da uygulanmış sayılamazdı. Bu da binlerce sivilin yaşamını yitirmesine yol açan operasyonun, gerçekten Kaddafi’yi ortadan kaldırıp, halkı kendi kararlarını verebilecekleri özgür bir ortama kavuşturmak için olup olmadığını sorgulamaya itiyor.4 İnsan hakları ihlallerini engellemek ve dünyayı belki de tüm insanlar için daha huzurlu ve yaşanılabilir bir yer haline getirebilmek amacıyla çeşitli önlemler alan, fedakârlıklarda bulunan bir örgütün yarattığı ya da içinde bulunduğu çelişkili durumlar da yok değil elbet. Örneğin; silahsızlanmanın sağlanması için çalışan Birleşmiş Milletler’in hem de kurucu üyelerinin aynı zamanda dünya üzerindeki silah ticaretinde en çok payı bulunan ülkeler olması sizce de biraz garip değil

31


mi?5 Kişisel ilişkilerde bu durumu “samimiyetsizlik” olarak tanımlayabiliriz ancak durum, uluslararası boyuta vardığında nasıl bir isim koyulacağı da belirsizleşir. İkinci Dünya Savaşı’nın galipleri arasında bulunan, Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya’ya tanınan veto ayrıcalığı dolayısıyla da eleştiri odağı olan Birleşmiş Milletler’in çoğu zaman “bir ABD projesi” olmaktan öteye gidemediği de sorgulanması gereken bir diğer durum. Bunun nedenini ise “Birleşmiş Milletler” ifadesinin ilk olarak ABD Başkanı Roosevelt tarafından ortaya atılmasının yanı sıra sonraki dönemlerde Güvenlik Kurulu’nun karar alma aşamasında diğer kurucu üyeler üzerinde ABD etki ve yönlendirmesinin gözle görülür derecede olmasıdır diye düşünmek, şüphesiz eksik bir bakış açısının ürünüdür. Afganistan ya da Filistin­İsrail sorunu örneklerine baktığımızda; güçsüz ama haklı olanın yanında yer almasının beklendiği bir örgütün, güçlünün tarafını tuttuğu açıkça görülür.6

32

Yukarıda bahsettiklerimiz, BM’nin süper güçlerin yaptıklarını meşrulaştırmak için kurulmuş ya da kullanılan bir araç olduğu konusunda bir genelleme yapmak için yeterli midir bilemesek de bu durumda, eğer gerçekten de yalnızca süper güçlere hizmet ediyorsa niye üçüncü dünya ülkelerini geliştirmeye yönelik sağlıktan tutun da eğitime kadar pek çok politika izleniyor, yeni kurumlar açılıyor sorusu gelmeli akıllara. Öncelikli hedefi olarak belirtilen “barışı sağlama”yı çoğu zaman başaramamış olduğu görülse de ­ki bu savı güçlendirmek için 1991­1995 yılları arasındaki Yugoslavya Savaşı ve BM müdahalesine karşın, savaşın sonucunun bir katliam olması örneği verilebilir7­ dünya üzerinde bu işlevi gerçekleştirmeye en yakın yapılanmanın da o olduğu su götürmez bir gerçek. Bu yüzden, şu aşamada, onun nasıl ortadan kaldırılacağından öte nasıl geliştirileceği, iyileştirileceğini bulmak için üretilmesi ve cevaplanması gereken bazı soru ve sorunlar var.

Yukarıdaki cümleler Başbakan Erdoğan’ın 22 Eylül 2011’deki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı kimilerine göre ‘tarihi’ konuşmadan. Durumun O’nun bahsettiği kadar feci boyutlarda olup olmadığı tartışılır fakat sanıyorum ki herkes Birleşmiş Milletler’de bir reforma gidilmesinin şart olduğunun bilincinde. Ayrıcalıkların hüküm sürdüğü bir BM’nin reforma başlaması gereken belki de ilk nokta yarattığı bu imajı ortadan kaldırmak olmalıdır. Örneğin; üçüncü dünya ülkeleri. Bugün Birleşmiş Milletler’in neresindeler, ne kadar içindeler, örgütü içselleştirebildiler mi? Kendilerini gerçekten de örgütün bir parçası hissediyorlar mı? Yoksa yalnızca güçlü devletler yararına kullanılacak bir oy mu kendilerini gördükleri ya da görüldüklerini düşündükleri nokta? Üye ülkelerin kendi çıkarlarını unutup hatta bazı durumlarda kendi çıkarlarıyla bile çelişen kararlar verdikleri, verebilecekleri bir birliktelik sağlayamadı BM bugüne kadar. Dahası kendi özel teşkilatları arasındaki koordinasyonu bile sağlamakta zorluk yaşıyor çoğu zaman. Bir ülkede yapılanan özel teşkilatın uyguladığı politikayı bir diğeri tanımıyor. Koordinasyon, şu durumda, BM’ye olan güvenilirliği artırmak açısında da önemli. BM bütçesi üye ülkelerin dünya ekonomisine katkısı oranında örgüte de sağladığı katkı üzerinden oluşturulur. Burada politikaların devamlılığını sağlamanın, kaynakların devamlılığını sağlamakla eş değer olduğunu da hatırlatmak gerekir.9 Güvenilirliği artmış bir BM, yalnızca üye ülkelerden gelecek destekle değil, hem yerel güçlerden hem de dünya üzerinde etkinlik gösteren diğer pek çok insani yardım kuruluşundan alacağı destekle varlığını devam ettirebilir.

“Açıkça söylemek zorundayım ki Birleşmiş Milletler bugün insanlığın umutlarını, geleceğini tehdit eden korkulara galip kılacak bir liderlik sergileyemiyor…”8 R e f e r a ns l a r 1. Fikret Birdişli, Birleşmiş Milletler (BM)’in Uluslararası Sorunları Önleyebilme Yeteneği, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, Sayı 3/11, Bahar 2010, sf: 172­182 2. Segah Tekin, “İnsani Müdahale” Kavramı ve Libya’nın Geleceği, SDE Analiz, Nisan 2011 3. gös.yer 4. Selvet Çetin, Birleşmiş Milletler’e İnsani Müdahale Zamanı, SDE, 23 Mart 2011, http://www.sde.org.tr/tr/kose­yazilari/814/birlesmis­milletlere­insani­ mudahale­zamani.aspx (Erişim Tarihi: 21 Aralık 2011) 5. Fikret Bildirişli, gös.yer. 6. gös.yer. 7. Şafak Özşimşir, BM ve Eski Yugoslavya İç Savaşı­1, TUİÇ Akademi, 2 Şubat 2011, http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/100­safak­ ozsimsir­tum­yazilari/517­bm­ve­eski­yugoslavya­ic­savasi­1 (Erişim Tarihi: 19 Aralık 2011) 8. Hasan Celal Güzel, Erdoğan’ın BM’de Tarihi Konuşması, SABAH, 24 Eylül 2011, http://www.sabah.com.tr/Yazarlar/guzel/2011/09/24/erdoganin­ bmde­tarih­konusmasi (Erişim Tarihi: 22 Aralık 2011) 9. Birleşmiş Milletler Enformasyon Merkezi: Sıkça Sorulan Sorular, http://www.unicankara.org.tr/index.php?LNG=1&ID=102 (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2011)


(oktem.ozge@gmail.com) Bilindiği üzere IMF gibi bir kurum oluşturulması fikri ABD’nin New Hampshire eyaletinin Bretton Woods kasabasında 1944 yılının Temmuz ayında yapılan Birleşmiş Milletler konferansında ortaya çıkmıştır. 45 ülkenin temsilcilerinin katılımıyla gerçekleşen konferansta; 1930’lardaki büyük depresyon döneminde uygulanan kur ve korumacı dış ticaret politikalarının tekrarlanmaması1 için uluslararası ekonomik sistemin izlenmesi, ekonomik istikrarın sağlanması, 2. Dünya Savaşı sonrasında kötü durumda olan Avrupa ekonomilerinin kısa dönemli borç ihtiyaçlarının karşılanması gibi amaçlarla IMF ve Dünya Bankası’nın kurulması kararlaştırıldı. IMF, Aralık 1945 tarihinde kuruluş antlaşmasının imzalanmasıyla “resmen” kurulmuş oldu. Kuruluşunda 29 üyesi olan IMF bugün 187 üye devletle birlikte küresele yakın uluslararası ekonomik bir kuruluş olarak yıllar içinde çokça değişen dünyaya göre evrimleşebildiği için önemini sürdürüyor. IMF’nin kuruluş amaçlarının; uluslararası parasal işbirliğini teşvik etmek, uluslararası ticaretin dengeli bir şekilde gelişmesini kolaylaştırmak, döviz kuru stabilitesini sağlamak ve ödeme dengesi sorunları yaşayan üye ülkelere kaynak temin etmek – tabi ki gerekli önlemler alındıktan sonra ­ olarak belirtildiği anlaşma hükümleri, belgenin birinci maddesinde.2 İlk etapta kısaca Fon’un finansman yapısını, yönetimini ve işleyişini kısaca inceleyelim. 

M a l i K a y na k l a r ı IMF ihtiyaç halinde üye ülkelere kredi sağlayabilmek için yeterli miktarda likiditeyi bulundurmalıdır. Temelde Fon’un finansal kaynakları ülkelerin IMF’ye üye olurken ödedikleri kotalardan ve kota artırımlarından oluşur. Bir ülkenin üyeliğini

tamamlamak için ödediği kotalar, ülkelerin ekonomilerinin diğer ülke ekonomilerine kıyaslanmasıyla belirlenir. Kotaların %25’i SDR(Özel Çekme Hakkı) olarak ya da Amerikan doları, Euro, Yen veya Sterlin olarak ödenir. Geri kalan %75’lik kısım ise ülkenin kendi para birimi cinsinden ödenir.3 Bundan başka, ödemeler dengesi durumu güçlü olan bazı üye ülkelerden borçlanılabilmesini sağlayan “Borçlanma Amaçlı Yeni Düzenlemeler” (NAB) mekanizması da Fon’un kredi sağlamakta yetersiz kalması halinde 4 kullanılabilir. IMF’nin faiz gelirlerinin ise faiz giderleri ve yıllık idari harcamalarını karşılamak için kullanıldığı5 ifade ediliyor. Bunların dışında, Fon’un var olan altın stoklarının kullanılabilmesi ise üyelerin %85’inin oyunu gerektirir; bu nedenle altın stokları hemen kullanılabilecek kaynaklardan değildir.6 I M F ’ y i k i m l e r y ö ne t i y o r ? IMF yönetiminde en yetkili organ Yönetim Kurulu’dur. IMF ve Dünya Bankası’nın yıllık toplantıları sırasında Yönetim Kurulu’nun olağan toplantıları alınır. Yönetim kurulu günlük işleri Direktörler Kurulu’na devretmiştir. Direktörler Kurulu’nun 24 üyesi vardır ve ABD, Çin gibi güçlü ülkeler kendi temsilcileriyle kurulda temsil edilirken çoğu ülke 4 veya daha fazla üyeden oluşan gruplar halinde temsil edilir.7 Bugüne kadar, resmi olarak böyle bir hüküm olmamasına rağmen, uygulamada IMF Başkanları Avrupa’dan seçildi. Bu durumun değişmesi beklentilerine rağmen Fon’un yeni başkanı yine Avrupa’dan, Fransa’dan bir isim oldu. Christine Lagarde IMF Başkanı olmadan önce Fransa ekonomi, finans ve endüstri bakanıydı. IMF ağırlıklı oy sistemiyle çalışan bir kurumdur. Kotaları ülkelerin oy güçlerini belirler. Burada her üye

33


250 temel oy ve buna ek olarak kotalarının her 100.000 SDR’si için artı bir oya sahiptirler.8 Fon’da en fazla oy hakkı olan ülke ABD’dir. ABD 371,743 oyla toplam oyların % 16,77’sine sahiptir. Kotalar aynı zamanda ülkelerin Fon’dan ne oranda borç alabileceklerini de belirler ve beş yılda bir revize edilirler. Kısacası, kotalar üye ülkeler için kabaca üç şekilde önemlidir. İlk olarak kotalar, üye ülkelerin SDR miktarlarının belirleyicisidirler. İkincisi, üyelerin oy güçleri kotalarına göre belirlenir. Son olarak da üyelerin Fon’dan alabileceği kredi miktarını belirleyen yine kotalarıdır.

34

IMF’nin görevlerini üç başlık altında toplayabiliriz. Bunlar ekonomik gözetim, teknik yardım ve IMF’nin borç vermesidir. Peki, IMF nasıl borç verir? Ülkelerin kredi ihtiyaçları çeşitlilik gösterdiği için birkaç farklı araç geliştirilmiştir. O zaman nelerdir bu araçlar? Stand­by düzenlemeleri ve Esnek Kredi Hattı(FCL) fonun borç verme sisteminin iki temel düzenlemesi olarak karşımıza çıkar. Stand­by düzenlemeleri üye ülkeye, ödemeler dengesi sorunlarını aşabilmesi amacıyla kısa vadeyle (36 ayı aşmayacak şekilde) verilir. Tabi ki anlaşmalar ülkelerin kotaların oranında ve belirli şartlarda yapılır.9 Esnek kredi hattı (FCL), güçlü ekonomilerin bir koşul aranmaksızın gereken miktarda kaynağa ulaşması amacıyla kullanılır. 6 ay ve 1 yıl arası kullanım süresi olan esnek kredilerin faiz oranları ve geri ödeme süreleri stand­by düzenlemeleri ile aynı yani üç yıl üç ayı geri ödemesiz olmak üzere toplam 5 yıldır. Esnek krediler genellikle krizlerin önlenmesi amacıyla kullanılır.10 Tarihsel Gelişim IMF, Bretton Woods sisteminin bir kurumu olarak kuruldu. Fon’un amacı, bu sabit kurlu sistem içinde ödemeler dengesinin sağlanmasında sorun yaşayan üyelere kısa dönemli krediler sağlamaktı. Ancak günümüzün küresel ekonomik düzenine baktığımızda, şartların o dönemden çok daha farklı olduğunu görebiliriz.

İlk yıllarda görevi ekonomileri görece daha gelişmiş devletlerin makroekonomik göstergeleriyle ilgili sorunlarına kısa dönemli krediler sağlamak iken 1960’larda Afrika devletlerinin de fona üyelikleriyle birlikte, IMF, geri ödeme koşullarını kendi ideolojisi doğrultusunda belirleyerek üçüncü dünya ülkelerinin gelişme süreçlerini şekillendirmeye başlamıştır.

Bretton Woods sisteminin çöküşünü izleyen dönemde yaşanan petrol fiyatları kriziyle birlikte 1970’lerde petrol ithal eden ülkelerin çoğu ticari bankalardan krediler almak zorunda kaldılar; bununla birlikte, enflasyonu kontrol altında tutmak isteyen ülkelerde de faiz artışları uluslararası borç krizinin patlak vermesine neden oldu.11 Bu döneme kadar devalüasyonu önlemek için çalışan IMF, 1980’lerde tam tersi devalüasyonları teşvik etmeye başladı. Ayrıca kredi verilen üyelerin ihracata önem vermelerini, doğal olarak da sıkı ekonomik politikalar uygulamalarını dayatan IMF’nin bu dönemde amacı, finansör kuruluşların borçlu ülkelerden alacaklarını tahsil edebilmesini garanti altına almaktı.12 Kısacası 1980’ler de IMF artık daha makroekonomik ve politik bazda durumsallık talep eden borçlanmalarla yüz yüze bırakmaya başladı üye ülkelerini. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve dünyada iki kutupluluğun bitmesiyle, Doğu Bloğu ülkelerinin de IMF üyeliği sonucunda IMF küresel bir uluslararası kuruluş olmaya başladı. 1991 yılından sonra üç yıl içinde Fon’un üye sayısı 152’den 172’ ye çıkmıştı. Dolayısıyla, 1990’larda IMF hızlı bir genişleme sürecine girdi. Eski Doğu Bloğu ülkelerinin liberal ekonomiye adaptasyon sürecinde IMF’nin rolü büyüktü. Bu amaçla IMF, küresel mal ve sermaye akımlarının karşılaşacağı engelleri yok etmeye yönelik politikalar uygulamaya başlamıştır.13 Yaşanan teknolojik gelişmeler küreselleşmeyi hızlandırdığı gibi finans alanında da gelişmelere neden olmuştur. IMF, bu dönemde ayrıca yaşanan krizlerden etkilenen finans piyasalarında oluşabilecek sorunlara karşı politikalar izlemeye başlamıştır. Peki, bu adaptasyon ve beraberinde gelen küreselleşme dönemindeki politikalarında IMF ne kadar başarılı olabildi? 1990’larda dünyanın hemen her bölgesinde özellikle gelişmekte olan ülkelerinde patlayan krizlerde Fon’un tutumu ve etkisi neydi? 90’lı yılların önemli krizlerini sayacak olursak bunlar; 1994 Meksika krizi, 1997 Güney Doğu Asya, 1998 Rusya, 1999 Brezilya, 2002 Arjantin krizi ve pek tabi Türkiye’deki 1994, 2000 ve 2001 krizleridir. Bu krizler dönemin ciddi ekonomik sarsıntıları olarak düşünülebilir.14 Burada özellikle Güney Doğu Asya Krizi’ne değinmeden geçemeyiz ama bir dönüşüm ekonomisi olarak Rusya örneğine kısaca bakabiliriz. 1991 yılından itibaren temel besin maddelerinde ortaya çıkan kıtlık, 1992 de Rusya’yı %2000’leri aşan bir enflasyonla baş başa bıraktı.15 Rusya’nın IMF’den aldığı krediler ve yeniden yapılanma şartlarıyla birlikte dış ticaretin


serbestleştirilmesi ve ekonomik yaptırımlar sonucunda enflasyon kontrol altına alınabildi. Ancak bu politikaların sonucu olarak, Rusya’nın ekonomik küçülmesi ve yaşadığı finansman sorunları problem olmaya devam ediyor. Gelişmekte olan kimi ülkelerin yaşadığı krizler ve sonrasında IMF politikalarının sonuçları benzerlik göstermekte. Bu sayılanları dışında başka bir örnek olarak Şili’yi ele alabiliriz. Şili IMF Politikalarını 1970’lerden beri yerine getirmiş bir ülkedir. Hızlı bir özelleştirme, esnek gümrük politikaları ve tabi ki serbest ticaret… Şili’de gelinen sonuç ise şu; devlet ekonomik alanda iyice küçülmüş, peso değer kaybetmiş ve ülkedeki yoksulluk önemli oranda artmış.16 Bu krizler karşısındaki politikalarına baktığımızda IMF’nin, geleneksel politikalarını ülkelerin az gelişmişliğini ve ekonomik farklılıklarını göz önüne almadan uyguladığı sonucuna ulaşılabilir. Bu dönemlerde IMF borçlu ülkelere sıkı maliye ve para politikalarının uygulanmasını yani kemer sıkma politikalarını dayatmış ve ekonomilerinin küçülmesini sağlamış, çünkü temel olarak Fon’un amacı, ülkelerin ekonomik büyümesini ve kalkınmasını sağlamak değil; sadece verilen fonların geri dönüşlerindeki problemlerin önüne geçmektir. Bunun için de Fon, ülkelere ekonomik olarak küçülmelerini sağlayacak şartlar öne sürer.17

Beraberindeki ağır şartlara rağmen, borçlu ülkeler halen IMF’nin talimatlarını gerçekleştiriyorlar, yapısal uyum politikalarını uyguluyorlar. Bunun en büyük nedeni ise artık dünyada ödenmesi çok güç olan bir borç yükünün varlığıdır. 1997 Güney Doğu Asya Krizi’ne gelirsek, öncelikle bu kriz bir finansal krizdir. Ancak akabinde saydamlık konusundaki eleştirileri güçlendirdiği ve yaptırımlara neden olduğu için önemliydi. 1997 yılı krizine kadar Asya’da durumun ne olduğunun doğru anlaşılamamasına neden olan, kurumların yeterli saydamlığa sahip olmaması sorunu krizin boyutunun görülmesini engellemiştir. Bu dönemde açıklık ve saydamlık konusunda özel kesime ve devlet kurumlarına getirilen eleştiriler ekonomik aktörlerin piyasalara karşı sorumluluklarının önemini 18 vurgulamıştır. Bunun akabinde, IMF tarafından üye ülkeler için 16 Nisan 1998’de "Mali Saydamlık İyi Uygulamaları Tüzüğü"(Code of Good Practices on Fiscal Transparency) kabul edilmiştir.19 Bu konudaki adımlara rağmen saydamlık ve açıklık, IMF’nin en önemli eleştirilme nedenlerinden biri. Özellikle, hükümetler dışı organizasyonlar, sivil toplum

kuruluşları vb. kurumların yapılanların etkili ve yeterli olmadığı yönünde eleştirileri devam ediyor.

2000’lere geldiğimizde ise bahsedebileceğimiz en önemli ekonomik problemlerden biri, 2008 yılına ait. ABD’nin mortgage piyasasında başlayan ve birçok finans devi kuruluşun batmasına ve büyük ekonomilerde dâhil birçok dünya ekonomisinin resesyona girmesine neden olan küresel kriz, 2008 yılında patlak vermişti. Kriz gelişmekte olan birçok ekonominin yanı sıra gelişmiş İzlanda ekonomisini de IMF’e mahkûm etti.20 Bu krizin etkisiyle IMF bir takım reformlar içine girdi. "Krizle mücadele için kredi miktarının arttırılması, analiz hizmetleri ve hedefe yönelik tavsiyeler, daha esnek bir yapı oluşturulması, finansal bir güvenlik ağı kurulması, iyi yönetilen gelişmekte olan ekonomiler için yeni kredi imkânları"21 gibi reformlar G20 ülkeleri tarafından kararlaştırıldı. 2008 Krizi sonrası İzlanda’ya ve Meksika, Polonya gibi ülkelere verilen krediler bu reformlar çerçevesinde esnek uygulama örnekleri. Bu sürecin ardılı olan Avrupa borç krizi ise Avrupa Birliği’nin ve Eurozone’un sorgulanmasına neden olmakta. Avrupa Birliği’nin, üyelerin entegrasyon sürecini hızlandırmak için kolaylıkla vermekten geri durmadığı krediler bugün yaşanan krize zemin hazırladı. Bu krizlerin ortaya çıkmasında sorumlu ya da “tek sorumlu” IMF değil elbette. Ancak kriz sürecindeki tutumuna baktığımızda çözüm için yapıcı bir rol almadığını görmekteyiz. IMF Başkanı Lagarde açıklamalarında, gelişmiş ülkelerdeki krizin bütün dünya ekonomileri için bir risk olduğunu belirtirken ­ki BRICS ülkelerinin de Avrupa’ya yardıma gelebilmek için bir çaba göstermesi bunun bir kanıtı gibi­ diğer taraftan da IMF’nin sahne arkasında rol almasında mutlu olduğunu vurgulamıştır.

35


36

Daha önce de söylediğim gibi, IMF son yıllarda reformlar yapmaya başladı. Tabii ki şu anda bu reformların sonuçları, neyi ne kadar etkilediği veya etkileyeceği üzerinde konuşmak için çok erken. Mevcut kriz durumunun en az on sene kadar etkili olacağı beklentileri düşünüldüğünde, IMF’nin oluşturduğu zengin ABD ile Avrupa ülkeleri ve onların karşısında artan borç yükleriyle “gelişmekte olan ülkeler” dengesinin değişmeye başladığını söyleyebiliriz. Yeni tablo şöyle gibi; borç krizinde Avrupa ülkeleri ve onlara yardıma gelmesi tasarlanan BRICS ülkeleri ve belki de Türkiye. Ancak bu rüzgârın ne kadar daha böyle esebileceğini kestirmek güç. Özellikle de Avrupa krizinin küresel domino etkisi göz önüne alınırsa, bütün ülkelerin tedbirli davranması gerekli. Bu küresel etki karşısında IMF’nin önerilerinden biri, ülkelerin – özellikle gelişmiş ülkelerin­ borç sorunuyla uğraşırken büyümeye önem vermeye devam etmeleri gerektiğiydi. Bu önerinin sonuçlarını yine zaman gösterecek ama bu ortamda, büyüme teşvik edilirken bunun ülkelerin cari açıkları üzerindeki negatif etkisini göz ardı etmemekte fayda var. Sonuç olarak, IMF üye ülkelere, ülkelerin ekonomik gelişmelerini göz önüne almadan, aynı modelleri uygulamakta ve bu durum da özellikle gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerde uzun vadede büyük sorunlar yaratmaktadır. Ülkelerin, artan borçlarıyla birlikte IMF’ye bağımlı hale gelmesi ise sorunu

içinden çıkılması güç bir hale getirmiştir. Bu durumu biraz olsun düzenleyebilecek gibi gözüken esnek kredi, ülkeler için analiz ve hedefe yönelik tavsiyeler gibi reformlar ise ne kadar etkili olabilir bilinmez.

R e f e r a ns l a r 1.“Sıkça sorulan sorular” http://www.hazine.gov.tr/irj/go/km/docs/documents/Hazine%20Web/Arastirma%20Yayin/Raporlar/Uluslararas%C4%B1%20%C4%B0li %C5%9Fkiler/IMF%20%C4%B0le%20%C4%B0li%C5%9Fkiler/Diger/S%C4%B1k%C3%A7a%20Sorulan%20Sorular.htm#1, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 2.“The IMF at a Glance”, (September 15, 2011), http://www.imf.org/external/np/exr/facts/glance.htm, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 3.“Membership”,http://www.imf.org/external/about/members.htm, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 4.“Sıkça Sorulan Sorular”, gös.yer. 5. gös.yer. 6. www.baskent.edu.tr/~gurayk/finpazpazartesi19.doc, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 7. “The IMF at a Glance”, (September 15, 2011), http://www.imf.org/external/np/exr/facts/glance.htm, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 8. “Membership”,http://www.imf.org/external/about/members.htm, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 9. Sıkça Sorulan Sorular”, gös.yer. 10. gös.yer. 11. “Debt and painful reforms”, http://www.imf.org/external/about/histdebt.htm, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 12. Mustafa Durmuş, “IMF üzerine söyleşi”, www.dayanismaveiletisim.org/uploads/imf.doc, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 13. Alkan Soyak, Cengiz Bahçekapılı, “İktisadi Krizler­ IMF Politikaları İlişkisi ve Finance and Development Dergisinde ki Yansımaları”, İktisat, İşletme ve Finans Dergisi, Sayı.144, 1998, ss. 48­61 14. Halil Seyidoğlu, “Uluslar arası Mali Krizler, IMF Politikaları, Az Gelişmiş Ülkeler, Türkiye ve Dönüşüm Ekonomileri”, Dogus Üniversitesi Dergisi, 4 (2), 2003, ss. 141­156 15. Alev Alatlı, “1998 Rusya Krizi”, (18 Kasım 2008), http://www.genbilim.com/content/view/6108/89/, (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2011) 16. www.baskent.edu.tr/~gurayk/finpazpazartesi19.doc, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 17. Muhammet Akdiş, “Gelişmekte Olan Ülkeler ve IMF”, http://makdis.pamukkale.edu.tr/gelimf.htm, (Erişim Tarihi: 1 Aralık 2011) 18. Emine Kızıltaş, “IMF Tarafından Belirlenen Mali Saydamlık Standartları Bu Standartların Türkiye’de Uygulanabilirliği ve Bu Konuda Yapılması Gereken Düzenlemelere İlişkin Öneriler”, (2001), http://ebutce.bumko.gov.tr/Yayinlar/arastirmarapor/EKiziltas.pdf, (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2011) 19. gös.yer. 20. “2008: Krizin damga vurduğu yıl”, (05 Ocak 2009), http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/469274.asp, (Erişim T9arihi: 20 Aralık 2011) 21. “Değişen IMF’de Krize Çözüm Arayışları”, http://www.imf.org/external/np/exr/facts/tur/changingt.pdf, (Erişim Tarihi: 20 Aralık 2011)


(selmayılmaz1@yahoo.com)  Güvenlik tanımı, Soğuk Savaş yıllarından sonra epeyce değişmiştir. Güvenliği, “kendini koruma” olgusuyla ilgili bir kavram olmakla beraber, bir toplumun yaşamını devam ettirmesi, bir ulusun toprak bütünlüğünün korunması ve yine bir ulusun, siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel nitelikleriyle şekillenen temel kimliğinin muhafaza edilmesi olarak, günümüz koşullarına uygun şekilde, tanımlayabiliriz.1

4 Nisan 1949’da, kurulma nedeni (raison d’etre) iki kutuplu sistemdeki olası komünizm tehdidi olan NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü), Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra ibresini, Barry Buzan’ın güvenlik alanındaki çalışmalara yeni bir soluk getirdiği 5 yeni güvenlik sektörüne (askeri, siyasi, iktisadi, toplumsal ve ekolojik) yöneltmiştir. Tabii ki, realistlerin de dediği gibi, NATO’ya göre, en önemli konu her zaman askeri sektördür ve çok uzun bir süre bu görüş değişmeyecektir. Bunun yanı sıra, tehdide karşı oluşmuş bir birlik olmaktan öte, liberal demokratik ulus devletlerin uluslararası alanda işbirliği yapmasına olanak sağlayan bir organizasyon haline gelmiştir NATO. ABD Güvenlik Sekreteri Donald H. Rumsfeld’e göre, bu “dönüşüm”, yeni hedeflere, yeni meydan okumalara ve sürekli yeni değişim ve yeni adaptasyonlara ihtiyacı olan yeni güvenlik alanlarına sahip bir son durum değerlendirmesinden de büyük bir süreçtir.2 Bu dönüşüm ve yeni ajandaların, NATO’nun etki alanının artırılması ve dünya güvenliğine karşı olası tehditlerin azaltılması yönünde çok büyük katkıları olacaktır. Peki, bu dönüşüm ajandası, genel olarak ne gibi konuları içeriyor? Özetle cevap vermek gerekirse, NATO’nun genişleme süreci, küresel işbirliği, Afganistan Savaşı, NATO’nun Karadeniz’deki rolü, Avrupa Birliği’yle olan ilişkiler vb. diye listeyi uzatabiliriz. Kısaca NATO’nun başlıca dönüşüm ajandasındaki konuların en önemlilerinden bahsedecek olursak, ilk olarak, genişleme süreciyle NATO’nun ulaşmak istediği hedef, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, tüm dünyada, terörizm, kitle imha silahlarının kullanılması, uyuşturucu kaçakçılığı, etnik kökenli karmaşalar vb. konuların kontrolünü yaparak etki alanını artırmaktır. İkinci olarak, NATO küresel işbirliğini sağlamak ve biraz önce bahsettiğimiz genişleme politikasının da

etkisiyle, 2004’te 7 yeni ülkeyi, 2009’da da 2 yeni ülkeyi çatısı altına dâhil etmiştir. Neden güvenlikten bahsettiğim akıllarda soru işareti oluşturuyorsa, NATO’nun savunma ittifakı olarak kurulması, ancak güvenlik ittifakı olarak dönüşüm geçirmesinden bahsetmem gerekir. Bu noktada Lizbon Zirvesi’yle uygulamaya konulmuş olan, NATO’nun Yeni Stratejik Konsepti’ni kısaca tanıtmak yerinde olacaktır. 1999 Stratejik Konsepti’nin en büyük eksiği olan terörizm konusunun, 11 Eylül saldırılarından sonra yeni bir konseptle yeniden değerlendirilmesi şart olmuştu. Ancak “enerji güvenliği” ve “siber taarruzlar” gibi yeni tehditler ortaya çıktığından dolayı 2001 sonrası hazırlanan stratejik konsept artık ihtiyaçlara cevap veremez hale gelmişti.3 Bu eksikliği gidermek amacıyla, on yıllık bir planı içeren 2010 tarihli Yeni Stratejik Konsept ortaya çıkmıştır. Konseptin 16. paragrafında “NATO’nun en büyük sorumluluğunun Washington Antlaşması’nın 5. maddesinde de belirtildiği gibi müttefik ülke, halk ve topraklarının korunması ve savunulması olduğu” belirtilir ve kolektif savunma, ”Tecavüz tehdidi nereden gelirse gelsin caydırılacak ve savunulacaktır.” denilerek bir kez daha değişmez ilkelerden biri olarak yeni konseptte de vurgulanır.4 Uluslararası en büyük tehditlerden birisi haline gelmiş terörizmle savaş için, NATO tüm imkânlarını kullanıma açmış, yerel yönetimdeki askerlerin eğitiminden, uzak bölgelere ulaşım ve bu bölgelerle iletişime kadar geniş çaplı bir kolektif savunma harekâtı planlamıştır. Bu planın rol üstlenici aktörlerine baktığımız zaman, Türkiye’nin NATO içerisindeki önemini daha iyi anlayabiliriz. Ek olarak, Davutoğlu Türkiye’nin yeni stratejik konseptini, iki temeli baz alarak değerlendirir. Birincisi, “komşularla maksimum işbirliği”, ikincisi ise “ekonomik ilişkilerde en üst düzey entegrasyon”dur.5 Buradan çıkarılacak sonuç da Türkiye’nin ve NATO’nun yeni stratejik konseptlerinin benzer ve uyum içinde olduklarıdır. Türkiye, ittifak dayanışmasını can­ı gönülden desteklemesinin yanı sıra, NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahiptir. Ayrıca, jeopolitik konumun getirdiği ayrıcalıkla, “serseri” olarak nitelendirilen ve

37


yeni tehdit olarak görülen İran’la olan sınırı ve Arap Baharı’yla suları kaynamış olan Orta Doğu ülkeleri üzerindeki prestijini de işin içine katarsak Türkiye’ye yüklenen önemi açık bir şekilde görmüş oluruz. Yeni NATO Stratejik Konsepti’nde, Türkiye medyasını en çok meşgul eden mesele füzesavar sistemi meselesidir. Bu sistemin amacı, herhangi bir an, herhangi bir bölgeden gelebilecek füze saldırılarını tespit etmek, önlemek ve gerektiğinde karşı atakta bulunmaktır. Türk basınının ve halkının tepkisini çekmesinin sebebi ise bu sistemin Türkiye topraklarında kurulacak olmasıdır. Sosyalistlerin yaygın söylemiyle bu sistem bir “Amerikan üssü” görevi görecektir. Bu aşamadaki önemli nokta, füze sisteminin caydırıcılığının ne kadar işlevsel olacağıdır. Bir başka önemli nokta ise, Türkiye’nin Lizbon Zirvesi’nde “tehdit” olarak İran’ın gösterilmemesini diğer üye ülkelere kabul ettirmiş olmasıdır. Dünya basını Sarkozy’nin meşhur “kedi” polemiğiyle bu kadar meşgul olmasaydı bu başarı da uluslararası medyaya yansımış olurdu.

38

L i by a M ü d a h a l es i NATO’yla ilgili bir başka önemli gelişme ise, tahmin edileceği üzere, uluslararası toplumu devreye sokan, post­modern coup d’etat olarak adlandırabileceğimiz Libya olaylarıdır. 19 Mart 2011 günü, NATO Libya askeri operasyonlarını başlattı. Amaç, her askeri müdahalede olduğu gibi insan hakları ihlalini önlemek ve “koruma mesuliyeti”ydi (Responsibility To Protect). Ancak, bu müdahaledeki asıl amaç, Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’e göre, saldırılara karşı sivilleri korumak değil; NATO’nun Libya’daki zengin petrol rezervlerini kontrol altına almak istemesiydi.6 Analist Mahdi Darius Nazemroaya da, NATO’nun amacının hayat kurtarmak değil; Libya’yı parçalamak, bir başka Somali veya Afganistan haline getirmek ve manipüle edip kaynaklarını sömürebileceği bir kaos devleti haline getirmek olduğunu iddia etmiştir.7 Yani, askeri müdahalelerin ülkelerin herhangi bir çıkarı olmadan yapılmayacağını savunan realistlerle birebir uyuşan bir görüş bildirmiştir. Bunun yanında, NATO

müdahalesini başlatmadan önce, Kaddafi’yi hedef olarak almadığını açıklamış olsa da, NATO hava güçlerinin Sirte’ye kaçan Kaddafi’nin konvoyunu vurması ve Ulusal Geçiş Konseyi taraftarlarının Kaddafi’yi linç etmesine ön ayak olup müdahale etmemesi bu açıklamayı yalanlar niteliktedir. 31 Ekim’de sona eren Libya müdahalesi, arkasında, sayısı net olarak hiç açıklanmamış ve açıklanmayacak olan sivil kayıpları bırakmıştır. NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’in yaptığı açıklamaya göre, Libya’da yaşananlar otokrat rejimlere açık bir mesaj göndermiştir ve Libya’da NATO sayesinde sayısız insan hayatı kurtarılmıştır.8 Sayısız insan hayatının kurtarıldığı doğrudur, ancak bu amaç için sayısı bilinmeyen insan hayatının feda edildiği de su götürmez bir gerçektir. Ne kadar, Amerika Birleşik Devletleri’nin Birleşmiş Milletler Büyükelçisi Susan Rice, tarihin Libya müdahalesini, “Güvenlik Konseyi’nin onurlu bir deneyimi” olarak değerlendirse de, bu kanıya varmak için çok erkendir.9 Başarıyla sonuçlanmış müdahaleyle onurlu müdahaleyi birbirine karıştırmamak gerekir. 60 yıllık Türkiye ­ NATO işbirliğinde, Türkiye barış ve istikrarın koruyucusu ve destekleyicisi olmuştur. Günümüzün mütecaviz kuvveti sayılan İran’la olan hem coğrafi hem de dostane yakınlık, Orta Doğu’daki prestijli görüntü ve askeri kapasitesiyle Türkiye, NATO’daki etkinliğini giderek artırmaktadır. Ancak bu artışın aksine Türk halkının NATO’ya olan desteği ve güveni de giderek azalmaktadır. Zira üye ülkeler arasında halk desteğinin en düşük çıktığı ülke %37’lik oranla Türkiye’dir.10 Kamuoyu ilgisini ve desteğini artırmak amacıyla, NATO Diplomasi Birimi 2012 yılı için iki üye ülkede –ABD ve Türkiye­ çeşitli faaliyetler düzenleme kararı almıştır. Ankara, NATO ittifakını desteklemeye devam edecek gibi görünüyor. Bu aşamada, Ankara’nın kamuoyu desteğine de yeterli önemi vermesi gerekmektedir.

R e f e r a ns l a r 1. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/i_­turkiye_nin­guvenlik­perspektifleri­ve­politikalari.tr.mfa (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2011) 2. Bell, R. G. , “NATO’s transformation scorecard”, http://www.nato.int/docu/review/2005/issue1/english/art3.html (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 3. Dış Politika ve Savunma Araştırmaları Grubu, “Başlangıcından Bugüne NATO Stratejik Konsepti’nin Geçirdiği Evreler”(22 Aralık 2010) http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=915:balangcndan­buguene­nato­stratejik­konseptinin­ gecirdii­evreler­dsa&catid=122:analizler­guvenlik&Itemid=147 (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011) 4. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/ii_­turkiye_nin­guncel­nato­konularina­iliskin­gorusleri.tr.mfa (Erişim Tarihi: 15 aralık 2011) 5. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 7. Baskı, İstanbul, Küre Yayınları, 2002,s.17­28 6. “Chavez:NATO Libya petrolünün peşinde.”(22 Ağustos 2011) http://www.ntvmsnbc.com/id/25243557/ (”.Erişim Tarihi: 10 Aralık 2011) 7. Nazemroaya, M. Darius “Libya: NATO’s objective is to create a State of Chaos.”( 7 Mayıs 2011), http://tv.globalresearch.ca/2011/05/libya­natos­objective­create­state­chaos (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2011) 8. “NATO ends Libya mission”(3 Kasım 2011), http://edition.cnn.com/2011/10/31/world/africa/libya­nato­mission/index.html (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011) 9. “Libya operasyonu sona eriyor.”(27 Ekim 2011), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/10/111027_un_libya.shtml (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2011) 10. Yılmaz, Orhan, “Türkiye’nin Üyeliğinin 60. Yılında NATO” (27 Kasım 2011), http://www.akademikozgurluk.com/turkiye%E2%80%99nin­uyeliginin­60­yilinda­nato.html (Erişim Tarihi: 10 Aralık 2011)


cansuaydin.b@gmail.com 1961 yılında kurulan Uluslararası Af Örgütü, herkesin aslında bir şekilde belki duyduğu, bildiği adıyla ‘Amnesty International’, son yıllarda özellikle sivil toplum kuruluşlarının, devletlerin, partilerin de her zamankinden daha fazla önem vermeye başladığı insan hakları konusunda dünya çapındaki öncülerden biridir. Birleşmiş Milletler tarafından da danışman statüsüne sahip olan Uluslararası Af Örgütü’nün belki de en önemli özelliklerinden biri, siyasetten gerçekten uzak kalacak şekilde, pek çok uluslararası örgütün aksine, gerekli gördüğü her durumda olayın içerisinde yer alan ülkeye bakmaksızın; görüşlerini ifade etmesi, eyleme geçmesidir. Örgüt; raporlar, bültenler hazırlamakta, online kampanyalar başlatmakta, oluşan insan hakları ihlali durumlarını kınamakta, eyleme geçmekte, destek olmakta ve başka kurum ve kuruluşlarla ortak çalışmalar yürütmektedir. Acil eylem planları çerçevesinde, oluşan insan hakları ihlali durumlarında muhatap devletin kurumlarına başvurmakta ve somut çalışmalar yapmaktadır. Güncel konuları, ülke politikalarını, uluslararası ilişkileri de sürekli takip eden örgüt, ülke ofisleriyle çalışmakta ve denetim için oluşturduğu yasal sistemiyle tüzüğüne göre davranmaktadır. Bütçesi tamamen üyelikler ve bağışlarla oluşan örgüt, devletlerden yardım almamaktadır. Bu da siyasi yapılardan ve politik görüşlerden bağımsız eyleme geçebilmelerinin belki de en önemli sebebidir. 

1961’de kurulduğunu belirttiğimiz örgütün aslında oldukça ilginç bir kuruluş hikâyesi var. ‘’Özgürlüğe’’ kadeh kaldıran Portekizli iki öğrencinin tutuklanmasının ardından, İngiliz hukukçu Peter Benenson , ‘1961 Af için Çağrı’ adında dünya genelinde bir kampanya başlattı. Tüm dünyada basılan bu çağrı, Uluslararası Af Örgütü’nün kuruluşuyla resmileşti. Af Örgütü’nün sembolü de aslında yine politik tutuklular ile alakalı, karanlıkta yanan mum ve cezaevlerinin tel örgülerini simgeliyor

ve böylece günümüzün dünyaca en saygın insan hakları örgütlerinden biri kuruluyor. İlk mumlarını yine aynı yıl 10 Aralık İnsan Hakları gününde yakan örgüt, bundan sonra hızlıca dünyanın her yerine yayılmaya başlıyor. İlk olarak dünyanın çeşitli yerlerinde araştırma çalışmaları düzenleyen, Düşünce Mahkûmu Fonu’nu kuran örgüt, 1964 yılında Birleşmiş Milletler tarafından danışman statüsüne kabul edildi. Yine aynı yıl kuruluşundan bu yana yüzlerce mahkûmun serbest bırakılmasında çalışmış ve daha binlerce davayı sürdürür durumdaydı. 1968 yılında idamın herhangi bir sebepten dolayı düşünce mahkûmlarına yapılmasına karşı olduklarını tüzüklerine ekleyen örgüt, 1969 yılında UNESCO’dan da danışman statüsü aldı. Birleşmiş Milletler’den alınan bu danışman statüleri aslında örgütün uluslararası saygınlığını arttırmakla kalmamış, aynı zamanda onu pek çok insanın ve hatta ülkenin gözünde daha da güvenilir kılmıştır. 1972 yılına gelindiğinde örgüt işkencenin engellenmesi ve kaldırılmasına yönelik dünya çapında ilk kampanyasını başlattı. Yani örgüt artık dünya çapında ses getirebilecek ve dikkatleri çekip etkili olabilecek duruma gelmişti. 1973 yılına gelindiğinde aslında örgütün uluslararası saygınlığı aslında çok daha net görülebilir. Pinochet yönetimindeki Şili, Af Örgütü’nün ağır insan hakları ihlali suçlamalarını araştırması için ülkeye girmesine izin verdi. Yine aynı yıl, Birleşmiş Milletler Af Örgütü’nün işkenceyi suçlayan önergesini kabul etti. 1975 yılında, Af Örgütü’nün kampanyası sonrası Birleşmiş Milletler İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı ve Onur Kırıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme’yi kabul etti. Yine aynı yıl, İngiltere’de cinayet suçlularına ağırlaştırılmış ceza vermeyi öngören öneri, Af Örgütü’nün her bir Parlamento üyesine mektup yazmasından sonra, reddedildi. Örgüt 1977 yılında dünya barışına yaptığı katkılardan dolayı Nobel Ödülü’ne, 1978 yılında ise insan haklarıyla ilgili

39


40

yapmış olduğu katkılardan dolayı Birlemiş Milletler İnsan Hakları Ödülü’ne layık görüldü. 30. yılını doldurduğu 1991 yılında İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni temel taşlarından biri olarak belirleyen örgüt, siyasi değişim gösteren Doğu Avrupa ülkelerinde de kurulmaya başladı. 1994 yılında kadın haklarıyla da ilgili bir kampanya başlatan örgüt 1996 yılından itibaren Uluslararası Ceza Mahkemesinin kurulması için çaba göstermeye başladı ve gerçekten de 1998 yılında mahkemenin Roma Statüsü kabul edildi. 2000 yılında ilk online, dijital, kampanyasını ‘İşkenceyi Durdur!’ adıyla yaptı ve silah ticaretiyle ilgili daha sıkı önlemler alınması için Oxfam ile beraber çalışmaya başladı. Yani artık örgüt hem online olarak daha çok kişiye ulaşabiliyor hem de gücünü yine başka güçlü uluslararası örgütlerle birleştirerek daha sağlam çalışmalar yapabiliyordu. 2010 yılına gelindiğinde ise artık Af Örgütü devletlerin politikalarını bile etkileyebilecek kadar güçlüydü. Nitekim, Hindistan’da bunun örneği yaşandı.1 Tüm bu süreç belki de, bu yıl 50. yılına giren örgütün artık ne kadar güçlü olduğunu ve dünya üzerinde politikaları etkileme ‘hakkı’na bile sahip olduğunu göstermekte ve onu ve yaptığı çalışmaları çok daha değerli ve söz sahibi yapmaktadır. Türkiye’de 1995 yılında 7 kişilik küçük bir grubun İstanbul’dan doldurup yolladıkları form ve sonrasında aldıkları ‘Aramıza hoş geldiniz!’ cevabıyla Af Örgütü’nün mumu Türkiye’de de yanmaya başlamış oldu. İlk eylemlerini 10 Aralık 1995 İnsan Hakları Günü’nde İstiklal Caddesi’ni boydan boya dolaşıp insanlara karanlığı aydınlatmak için “Bir mum da sen yak!” diyip mum dağıtarak yapan örgüt, hala pek çok güncel ve insan haklarıyla ilgili konuda ülkemizde mücadele vermektedir. Üstelik artık sadece İstanbul’da değil Ankara ve İzmir’de de çalışmaktalar.2 Güncel konularda, uluslararası alanda var olan çalışmalar ise, aslında tüm dünyada tepki çeken belki de pek çok kişinin bireysel olarak düşündüğü rahatsız olduğu durumlar. Af Örgütü’nün George W. Bush’un 2001 – 2009 yılları arasındaki başkanlık döneminde, pek çok uluslararası örgütçe ‘işkence’ olarak isimlendirilen sorgulama yöntemleri kullanımına izin verdiği gerekçesiyle; gideceği ülkelere ­son olarak Etiyopya, Tanzanya ve Zamibya­ tutuklama yapmaları çağrısında bulunması, bunun en güzel 3 örneklerindendir. Aynı şekilde, Arap Baharı olarak adlandırılan ve Arap ülkelerinde reform taleplerinde bulunan eylemlerin Suudi Arabistan’a sıçramasından

sonra burada da eylemler başladı. Ancak bu barışçıl eylemlere katılan 300 kişinin tutuklandığını ve işkence ve suistimalin buradaki cezaevlerinde yaygın olduğunu belirten Af Örgütü, Suudi Arabistan’ı eleştirdi.4 Arap Baharı’nın bir başka ülkesi olan ve rejim değişikliğine uğrayan Mısır’da çıkan çatışmalarda göstericilerle güvenlik görevlileri arasında çıkan çatışmalar tüm dünyanın dikkatini çekmişti. Bu durumda, Af Örgütü, Amerika Birleşik Devleti’nin Mısır’daki güvenlik görevlilerinin eylemcilere karşı kullandığı silahları temin etmesini kınadı.5 Örgüt, Arap ülkelerinde çıkan ayaklanmaları ve demokrasi taleplerini, oldukça olumlu karşıladı ve insanların artık baskıya, şiddete ve zulme karşı durduklarını belirtti. Son yıllarda, Türkiye de dâhil olmak üzere tüm dikkatlerin İran’a çevrilmesine sebep olan Sakine Muhammedi Aştiyani davası da Af Örgütü’nün tepki gösterdiği önemli olaylardan biridir. Tüm dünyada, ‘olmalı mı olmamalı mı?’ tartışmalarına yol açan ancak insan hakları dernekleri, örgütleri, kurum ve kuruluşlarının uygulanmasına karşı olduğu ‘idam cezası’yla ilgili de, Af Örgütü’nün önemli çalışmaları bulunmakta. Son olarak, ‘Uluslararası Af Örgütü, 14 Asya ülkesinin toplamda dünyanın geri kalandan daha fazla insanı idam cezasına çarptırdığına ve bazen insan öldürme içermeyen suçlar için de idam cezası verildiğine dikkat çekti.’6 Özellikle idam konusundaki çalışmalarında İran da dâhil olmak üzere, pek çok ülkede zorla, işkenceyle itiraf ettirmenin çok yaygın olduğunu belirten örgüt, bu yüzden de pek çok masum kişinin idam ettirildiğini bildirmiştir. Ayrıca yine idam cezasının olduğu pek çok ülkede, adam öldürme dışında, belki de önemsiz sayılabilecek pek çok suçtan dolayı idam cezası verildiğine işaret etmiştir. 2010’da örgütün Genel Sekreteri olan Salil Shetty, Kenya’da 2009 yılında yapılan insan hakları ihlalleriyle ilgili dokümanları yayınladıktan sonra Wikileaks’i tebrik etti. Julian Assange ise Uluslararası Af Örgütü tarafından Yeni Medya Ödülü’ne layık görüldü.7 Arap Bahar’ı sonrası, Wikileaks’i katalizör olarak adlandıran Af Örgütü’nden yine Salil Shetty: “2010 yılı, aktivistler ve gazetecilerin gerçeği söylemek için yeni teknolojiyi kullandıkları ve böyle yaparak da insan haklarına daha büyük saygı kazandırdıkları bir dönüm noktası olarak hatırlanacak.” dedi.8


Türkiye’deki durumu görmek için ise, Uluslararası Af Örgütü’nün 2011 yılı raporlarında bulunan bilgilerden bahsetmek yerinde olacaktır. Bu raporda Örgüt, ifade özgürlüğü konusunda Türkiye’de fazla ilerleme bulunmadığından, sadece Terörle Mücadele Yasası’nın ve kimi anayasal değişikliklerin bu konuda küçük adımlar attığından bahsetmektedir. Yine aynı raporda, Vicdani retçi, lezbiyen, gay, biseksüel, travesti, transseksüel, mülteci ve sığınmacıların hakları konusunda bir ilerleme olmadığını ancak sadece kadın haklarıyla ilgili küçük ilerlemelerin görüldüğü yazılmıştır. Gerçekten de özellikle 2011 yılının şu içinde olduğumuz son dönemlerinde, kadına şiddetle ilgili daha duyarlı ve örgütsel çalışmaların yer aldığı bir gerçektir. Türkiye’de cezaevlerindeki işkence varlığından söz eden raporda, Engin Çeber ve Murat

Konuş davalarından da bahsedilmiştir. İşçi hakları konusunda ise, yıllardır izin alınamayan Taksim 1 Mayıs kutlamalarına bu yıl izin verildiği ancak hala memurların grev hakkı olmadığı ve bunun, ILO sözleşmelerine uymadığı vurgulanmaktadır.9 Uluslararası Af Örgütü’nü diğer uluslararası örgütlerden farklı kılan belki de en önemli şeyler, daha önce de belirtilen politik bir tutumunun olmaması özelliği; dünyanın her yerinde, 150’den fazla ülkede milyonlarca üyesinin bulunması, gönüllülüğe dayanması ve tüm bunların sonunda yaptığı açıklamalar, eylemler veya kampanyalar için tüm insanların aklında olayı bilmeseler bile haklı olduklarına dair kanı uyandırabilecek durumda olmalarıdır.

41

R e f e r a ns l a r 1. Amnesty International, UAÖ Tarihçesi( http://www.amnesty.org.tr/ai/node/1425) 2. Özlem Dalkıran, O Ünlü Mum Türkiye’de Nasıl Yandı? , 10 Aralık 2011 (http://bianet.org/biamag/insan­haklari/134659­o­unlu­mum­ turkiyede­nasil­yandi) 3. Sabah Gazetesi, “Bush’u Gördüğünüz Yerde..’’ , 2 Aralık 2011 (http://www.sabah.com.tr/Dunya/2011/12/02/bushu­gordugunuz­yerde) 4. A.A. , Af Örgütü’nden Suudi Arabistan’a eleştiri, 1 Aralık 2011 (http://www.hurriyet.com.tr/planet/19367202.asp) 5. Dünya Bülteni, Af Örgütü’nden ABD’ye Mısır Kınaması, 8 Aralık 2011 (http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=186960 ) 6. Bia Haber Merkezi, 14 Asya Ülkesinde İdamlar Sürüyor, 7 Aralık 2011 (http://bianet.org/bianet/dunya/134570­14­asya­ulkesinde­ idamlar­suruyor ) 7. Judith Townend, Difficult to get Western Media Attention on Kenyan Killings and Disappearances says WikiLeaks Editor, 5 June 2009 (http://www.journalism.co.uk/news/difficult­to­get­western­media­attention­on­kenyan­killings­and­disappearances­says­ wikileaks­editor­/s2/a534659/)


(m.kozluklu@gmail.com)

Her ne kadar sorumlusunun El­Kaide mi yoksa Amerikan hükümeti mi olduğu tartışması kendi çıkmazlığı ile boğuşmaya devam etse de, özellikle 11 Eylül saldırısının ardından uluslararası terörizmin dünya barışı için en büyük tehditlerden biri olduğu fikri genelgeçer düşünceler arasında yerini aldı. Bu yazıda terörizm tümüyle incelenmemiş, sadece belirleyici bir örnek olarak İspanya merkezli eylemler yürüten ETA isimli terör örgütü konu edilmiştir. Henüz terörizmin evrensel olarak kabul edilmiş bir tanımı bulunmamaktadır. Bu yazının amacı bir anlam tartışması olmadığından ve kavramın doğası gereği terörizmin tanımının olduğu gibi alınabileceği, tarafsızlığına tam olarak güvenilebilecek tek bir kaynak bulunabileceğine inanmasam da bu yazının geri kalanında kullanacağım terörizm kavramının içini doldurmak maksadıyla bir tanıma ihtiyaç duydum. Terörizm, resmi silahlı kuvvetler arasında çatışmaların bulunmadığı bir barış döneminde veya savaş suçu sayılması ihtimali bulunmayacak şekilde, illegal yapılanmalar tarafından, halkı tehdit etmek; merkezi hükümetleri, yerel yönetimleri, ulusal ve uluslararası kurumları kendi amaçları doğrultusunda hareket etmeye zorlamak amacıyla yürütülen planlı, şiddet içerikli eylemler ile bu eylemlere destek vermek için yapılan her türlü lojistik yardım, gösteri, propaganda gibi çeşitli faaliyetlerin tamamıdır.1 

42

1960’tan itibaren bağımsız ve Birleşik Bask Ülkesi ideali çerçevesinde şiddet eylemlerine başlayan ETA, başlangıçta var olma nedeni Bask kültürünü ve dilini milliyetçilik çatısı altında yeniden keşfetmek olan, Bask Milliyetçi Partisi (PNV)’nin pasif çalışmalarını yeterli bulmayan bir grup genç tarafından kurulmuş bir örgüttü. Daha sonra ideolojik değişimler ve bölünmeler yaşasa da günümüze kadar varlığını sürdürmüştür.2 ETA oluşumunu anlayabilmek için Bask halkı ve Bask milliyetçiliğinin oluşumu hakkında temel bilgileri sahip olmak gereklidir.

Bask bölgesi İspanya’nın kuzeydoğusunda, 2.1 milyon nüfusa sahip, endüstrileşmiş zengin bir yerdir. Toplum fuero olarak isimlendirilen ve anayasa görevi gören kendilerine ait bir kanunlar bütününe göre hareket etmektedir. Tarih boyunca Katalanlar gibi Basklar da İspanyollar ile tam bir entegre olma süreci yaşamamış ve belirgin ayrılıklara sahip, geniş sosyal, ekonomik ve yönetimsel hakları olan ayrı bir halk olarak yaşamışlardır. 17. ve 18. yüzyıllarda devlet oluşturma adına yapılan merkezileştirme çabaları, özellikle yüzyıllar boyunca özerk olan Bask ülkesi ve Katalonya gibi “tarihi” bölgelerin merkeze karşı tepkilerine neden oldu. İspanya’da devletin merkezileşme süreci, 19. yüzyılda ortaya çıkan milliyetçilik hareketlerinden önce başlamıştı. 19. yüzyılda ise İspanya, büyük bir imparatorluğu yitirmiş, geçmişte yaşadığı altın devrini geride bırakmış, ekonomik devrimini yapamamış, devlet kurumlarını yerleştirememiş ve çeşitli ideolojik akımların birbiriyle sürtüştüğü (laiklik­dincilik, monarşistler­cumhuriyetçiler, gelenekselciler­ liberaller) bir ülke durumundaydı ve bu koşullarda, İspanya’nın ulus oluşturma çabaları başarıya


ulaşamamıştı. Lakin bu durum merkezileşme mücadelesinin bittiğini göstermiyordu. Bu süreç içerisinde özerk olmanın getirdiği bazı yönetimsel imtiyazlar Bask bölgesinden alındı. Asırlardır sahip oldukları hakları kaybeden Basklar ilk kez, şimdiye kadar uyum içinde hareket ettikleri Kastilya Krallığı’na tepki göstermeye başladılar. Yeni liberal ve merkeziyetçi yönetime karşı olan ve adını kraliyet ailesinin bir üyesi olan lideri Carlos’tan alan, gelenekselci, statüko yanlısı ve Katolik Carlizm akımı Basklar arasında yayıldı. Meydana gelen Carlist savaşlardan girdiklerinden daha az hakka sahip olarak çıkmış olsalar da, bu savaşla Basklar arasında milliyetçiliğin ilk tohumları atıldı.3 Bask Milliyetçi Partisi’nin (PNV) kurucusu olan Sabino Arana, Bask milliyetçiliğinin temel unsurlarını 1880­1890’lı yıllarda ortaya koydu. Bask milliyetçiliğinin çıkış noktası, Bask ırkının korunması ve Baskların kendilerini İspanyollardan soyutlaması, onlarla hiçbir şekilde karışmaması şeklinde özetlenebilir. Basklar genellikle gelenekselci, Katolik ve dillerine aşırı derecede bağlı insanlar olduklarından milliyetçiliğin onlar arasında yayılması zor olmamıştır.4 Bask milliyetçiliğinin bir terör örgütü doğurmasını sağlayan olaylar İspanya’da II. Cumhuriyet devrini bitiren General Franco’nun diktatörlüğü döneminde yaşandı. Yaklaşık 40 yıl süren Franko dönemi bölgeselciliğe, komünizme ve demokrasiye karşı bir dikta rejimiydi.5 Franco rejiminin son yıllarına doğru öldürme eylemlerine başlayan ETA, terör örgütlerinin oluşması için en uygun koşulların diktatörlükten demokrasiye geçiş dönemi olduğunu iddia eden uzmanlar için en iyi örneklerden biridir. ETA sert diktatörlük döneminin yarattığı tepkiyi yeni yeşeren demokratik ortamda propagandasını yaptığı bağımsız ve sosyalist bir Bask devleti fikrine destekçi bulmak için kullanarak hem siyasi gücünü hem de kendisine katılan militan sayısını hızla arttırdı.6 ETA’nın ilk stratejisi, eylem­baskı­eylem dinamiklerini kullanarak halkı örgütlü bir isyan için kışkırtmaktı. Merkezi İspanyol hükümetinin şiddet eylemlerine çok sert önlemlerle karşılık verip halkın öfkesini uyandıracağını düşünüyorlardı. Yaşananlar, ETA’ya olan sempatiyi arttırsa da destek, örgütün resmen

tanınan siyasi kolu Batasuna’nın etkinliğinin artmasını sağlamakla sınırlı kaldı. İspanya Batasuna’ya her türlü siyasi hakkı tanımıştı. Bu yöntemle halkın teröre olan desteğinin azalacağını düşünüyorlardı. Fakat sonuç böyle olmadı; Batasuna imkânlarını ETA’nın eylemlerine destek vermek için kullandı ve teröre doğrudan yardımda bulunduğu gerekçesiyle kapatıldı. ETA ikinci olarak yıpratma stratejisini kullandı. Eylemlerin amacı artık halkı devrimci ve ayrılıkçı bir ayaklanma için galeyana getirmek yerine hükümeti yıpratarak kendileriyle görüşmeye mecbur bırakmaktı. Bu yolla şiddeti mecburen tercih ettikleri imajı yaratarak her eylemde hükümetin de suçlanmasını sağlıyor ve kendileriyle görüşme yapmaya zorluyorlardı. Bu tutum Bask halkı arasında prestijlerini arttırdı. Hükümet görüşme yapmayı kabul ettiğinde bunu bir güç odağı olarak tanındıklarını ilan ederek propaganda aracı olarak kullanmayı tasarlıyorlardı. Aynı sıralarda dünya kamuoyunda da ETA karşıtı düşünceler belirmeye başladı. Özellikle kendi topraklarında yaşayan Basklarla ilgili sorun çıkmasını istemeyen Fransa, politik koşullara göre değişken bir yaklaşım gösterse de, genel olarak ETA karşıtı bir tutum takındı.7 1960’ların sonlarına doğru, uluslararası siyasi ideolojinin ve dolayısıyla Avrupa’daki öğrenci hareketlerinin etkisiyle, ETA’nın ideolojisinde esaslı değişiklikler olmuştur. Bu dönemde ETA, ulusal kurtuluşu, Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin (özellikle Küba, Vietnam ve Cezayir) deneyimleri doğrultusunda, sınıf mücadelesi bağlamında değerlendirmeye başladı. Bir tarafta emperyalist bir merkez (Madrid), diğer tarafta da onun kolonisi durumunda olan Bask bölgesi vardı ve burada baskı ve sömürü, hayatın bir parçasıydı. Bask Ülkesi, Madrid’de bulunan kapitalistler için refah ve kar üreten kenar bir bölgeydi. Bu durumda, ulusal bağımsızlık tamamen ezilenlerin kendi kurtuluşları için kararlı olmaları sonucu gerçekleşecekti ve bu kararlılık, şiddet yolu ile ve ezilenlerin hakkı olan şeyi elde edene kadar devam edecekti. ETA, bu yeni ideoloji ile Bask milliyetçiliğinin temel unsurlarından birçoğunu terk ediyordu. Her şeyden önce, ETA, Katolik inancına rağmen artık laik bir toplumdan yana tavır almıştı. Bask ülkesine çalışmak için gelmiş göçmenler de, sınıf mücadelesi bağlamında Bask halkının yanında yer aldı ve artık Bask ırkı, homojen bir ırk şeklinde algılanmaktan vazgeçildi.8

43


ETA çizgisini radikal bir şekilde değiştirirken, örgüt içinde de sosyalist ya da aşırı milliyetçi söylemi savunanlar arasındaki çatışma, 1974 yılında ETA’nın ETA­pm (sosyalistler) ve ETA­m (aşırı milliyetçi ve şiddet yanlısı) şeklinde ikiye ayrılmasına neden oldu. ETA­pm, 1981 yılında ordudaki aşırı sağcı subayların hükümeti ele geçirmek için yaptıkları başarısız darbe girişiminden sonra, demokratik platformda mücadele etmeye başladı. ETA faaliyet gösterdiği kırk yıl içerisinde sayısız maddi hasarlı eylem, kaçırma, rehin alma, yasa dışı para toplama gibi şiddet olaylarının yanında, biri altı yaşında bir kız çocuğu olmak üzere 829 kişinin öldürülmesinden9 ve 1973 yılında diktatör Franco'nun yakın çalışma arkadaşı, dönemin İspanya Başbakanı Luis Carreo Blanco'nun hayatını kaybettiği saldırıdan da sorumlu tutuluyor.10 Örgüt 10 Ocak 2011 tarihinde silahlı eylemlere tamamen son verdiğini duyurdu. Daha önce de benzer açıklamalarda bulunmuş ve ateşkesi bozmuş olduklarından, söylem kimsenin içini

yeterince rahatlatmadı. ETA’nın artık eylem kabiliyetini yitirdiği ve bu nedenle silahlı mücadeleyi terk ederek Bask otonomisini kurmak savaşında yeni bir dönem başlatmayı düşündüğünü savunanlar da mevcut. Yeni ayrılıkçı ve sol siyasi akımlar Bask bölgesinde vücut bulmaya başladı ve anlaşılan siyasi kanatlar silahlı, aktif bir terör örgütünün yükünü taşımak istemiyorlar. İspanya’da barışın her zamankinden daha yakın olduğu fikri hâkim olmaya başladı. Bu koşullar, hükümet üzerinde baskı yaratıyor; barış sürecini yönetememenin faturasının ağır olacağının farkındalar. Bask sorununu siyaset dışındaki alanlardan kovmak, ETA’nın varlığının devam etmesi, cezaevlerindeki örgüt üyeleri, aşırı milliyetçi bazı grupların hala örgütü mücadeleye devam etmesi için kışkırtmakta olması ve destek sözleri vermesi gibi sorunlar nedeniyle sabır gerektiren çetrefilli bir sürecin sonunda gerçekleşecektir.

44

R e f e r a ns l a r 1. Juan AVILES; Experiencing Terrorism in Spain: The Case of ETA; Instituto Universitario de Investigación sobre Seguridad Interior (IUISI) and Universidad Nacional de Educación a Distancia (UNED), Madrid, Spain; 2006 2. Fatma Gül ÇÖKMEZ; The Basque Country: A Historical CaseE of Ethnic Nationalism and Impact of State Policies in Spain; Ege Akademik Bakış; 2008 3. Fatma Gül ÇÖKMEZ; a.g.e 4. Fatma Gül ÇÖKMEZ; a.g.e 5. Fatma Gül ÇÖKMEZ; a.g.e 6. Juan AVILES; a.g.e 7. Juan AVILES; a.g.e 8. Fatma Gül ÇÖKMEZ; a.g.e 9. Bask Meselesi Bir Tarih, Bir Otonomi, Bir Sorun; Zekine Türkeri; Dipnot Yayınları; 2007; Ankara 10. BBC: ETA'dan silahlı mücadeleye veda.; 21 Ekim 2011; 20.34


(ipeksayin6@gmail.com) *Yeni Dünya Düzeni olarak çevirebileceğimiz bu Latince söz öbeği, Annuit Coeptis (başlanmışın tamamlanması) yazısıyla birlikte, 1 Amerikan dolarının arka yüzünde yer alır. Sözcükler, piramit simgesinin etrafını sarmış durumdadır. 

Y e ni D ü ny a D ü z e ni Illuminati, varlığının kabul gördüğü ilk günden beri dünyayı arka plandan yönetmekle suçlanmış ve bu noktadan fazlaca darbe almış bir oluşum. Günümüzde etkinliklerinin devam edip etmediği halen tartışmalı olsa da, adlarının en ufak kullanımının bile sosyal medyayı, dolayısıyla da insanları ne denli harekete geçirebildiği ortada. Bu etkin güce en güzel örnek ise çok yakın tarihte karşı karşıya kaldığımız illuminati.org olayı. Site şu an kapalı olsa da, açık olduğu dönemde bünyesinde 130 günlük bir sayaç barındırıyordu; sayacın bitiş noktasında ise – 7 Aralık 2011­ ortaya “You are too late.” yazısı çıkıyordu. Yazının fark edilmesi ve sitenin Facebook, Twitter gibi milyonlarca kişiyi birbirine bağlayan sitelerde sıkça dile getirilmesi Illuminati’nin de yeniden gündeme gelmesine neden oldu. Peki, bunca kişinin konuştuğu Illuminati nedir? Adının özelliklerini taşımaya devam eden, kilise baskısına direnen ve yüzyıllara dayanan aydınlanmacı bir hareket mi; yoksa, dünyayı yönetmek için yeni bir düzen yaratma arayışında olan bir seçkinci topluluğu mu?

işbirliklerinin olduğu düşünülmektedir. Cemiyetin karşısında durduğu güç ise Katolik Kilisesi’dir. Kilisenin entelektüel gelişim üzerinde çok büyük bir negatif etkiye ve baskıcı uygulamaları beraberinde getiren bir güce sahip olduğunu düşünen Illuminati üyeleri, aydınlanmaya giden yolun tamamen açılması için çalışmalarını gizlice yürütme tarafını seçerler ve farklı ülkelerden birçok entelektüel, bilim adamı ve sanatçının da katılımıyla varlıklarını 1795’e kadar aynı şekilde sürdürürler. Bu tarihle birlikte ise, örgüt içinde çeşitli ayrılıklar meydana gelmeye başlar.1 Özellikle de gizli siyasi amaçlar doğrultusunda hareket ettikleri iddiasıyla yasaklanmaları, cemiyetin gücünün ve etkisinin azalmasının en önemli sebeplerinden biridir. Bu noktadan sonra, Illuminati’nin dağılıp dağılmadığı ya da tamamen yer altına dönerek, suçlandıkları gizli amaçlar için çalışıp çalışmadıkları konusundaki tartışmalar bir türlü durmak bilmemiştir. Illuminati’yi aydınlanmanın simgesi olarak görenlerin dışındakiler, yani onları gizli bir cemiyetin karanlık yüzü olarak tarif eden araştırmacılar, bugün dahi etrafımızda, özellikle de medyada, bilinçaltını etkilemeye ve insanları yönlendirmeye yönelik birçok Illuminati simgesi olduğunu savunurlar.

Bu sorulara makul cevaplar bulabilmek ve Illuminati’nin yüzyıllara dayanan etkisini anlayabilmek için, öncelikli olarak tarihini incelememiz gerekir.

Bu simgelerin başında da, birçoğumuzun daha önce de görmüş olduğu 1 Amerikan doları gelir. Yazının başında da belirttiğim gibi, doların arka yüzü, Illuminati’nin temel mottosuna ve ana simgesi olan piramit­tek göz ikilisine ev sahipliği yapmaktadır.

Illuminati, başlangıç amacının insanları aydınlığa yöneltmek olduğunu savunan ve başlangıcı Rönesans devri İtalyası’na dek uzanan; ama asıl kuruluşunun 1 Mayıs 1776’da Bavyera’da olduğuna inanılan gizli bir cemiyettir. Dönemin Mason dernekleriyle de

“Her şeyi gören göz” olarak tanımlanan bu simge, Amerikan dolarının yanında birçok farklı yerde de karşımıza çıkmaktadır. Bu iddiaların belki de en dikkat çekici olanı Cern ambleminin de bu simgeye fazlaca benzetiliyor oluşudur. Bunun yanında çeşitli

45


çizgi filmlerde ve reklamlarda da bu ve benzeri Illuminati simgelerinin 25. Kare tekniğiyle insanlara aktarıldığı düşünülmektedir.

46

25. Kare tekniğiinsan beyninin görsel bir ürünü takip ederken saniyede 24 kareyi algılayabiliyor olmasına dayanan bir uygulamadır. Bu uygulamayla 24 karenin arasına fazladan bir kare daha eklenir; göz bu kareyi tam olarak fark etmez ama beyin gönderilmek istenen bilinçaltı mesajını net bir biçimde algılar.2 Bu tekniğin kullanımıyla Illuminati simgelerinin çeşitli video kliplere, filmlere, reklamlara ve çizgi filmlere eklenildiği düşünülmektedir. Bu konuyla bağlantısı kurulan yapımlar arasında dünyada milyonlarca kişinin izlediği Lady Gaga, Madonna gibi sanatçıların klipleri ve Nickelodeon gibi çizgi film kanallarının görselleri de bulunmaktadır.

Illuminati simgeleriyle ilgili en dikkat çekici verilerden bir tanesi de, Amerikan Ulusal Keşif Ofisi’nin (National Reconnaissance Office) resmi sitesini incelediğimizde ortaya çıkmaktadır. Bu kurum 1961 yılında, Amerika’nın tüm uydu ve uçuş sistemlerini tasarlamak ve yönetmek amacıyla kurulmuştur. Kurumun 50.yılının şerefine hazırlanan uydular ve bu uydular için kullanılan görsellerde Illuminati’ye ait olduğu düşünülen simgeleri görmek mümkündür.3

Ortaya sunulan bazı kanıtlara ve açığa çıkarılan birtakım “gizli” mesajlara rağmen, verilerin gerçekten de Illuminati’nin gizli eliyle yapıldığını söylemek pek mümkün değildir. Bu yüzden de bu varsayımların çoğu birer komplo teorisi olmaktan öteye gidememiştir. İnsanların, özellikle de medya yoluyla, manipüle edilmek istendiği ve belli ideolojiler doğrultusunda yönlendirildiği düşünülse bile, en azından şimdilik bunları tamamen ispatlayabilecek verilere sahip değiliz. Bu yüzden, kontrol dışı bir şüpheciliğe bürünmeden, etrafımızda olup bitenlere karşı artan bir dikkate sahip olmamız farklılıkları daha kolay anlamamıza olanak tanıyacaktır.

R e f e r a ns l a r 1. Ellis­Christensen, Tricia. “What is the Illuminati?” (t.y.) http://www.wisegeek.com/what­is­the­illuminati.htm (Erişim Tarihi: 12.12.2011) 2. Horzum, Işıl. “ DÖVÜŞ KULÜBÜ FİLMİNİN RUHBİLİMSEL ÇÖZÜMLEMESİ” (Temmuz­Ağustos 2011) http://www.akademikbakis.org/25/18.pdf (Erişim Tarihi: 07.12.2011) 3. National Reconnaissance Office United States of America


(denizemirogullari@gmail.com)

Şili halkının kör tarihi, 1973 yılında Augusto Pinochet’nin Allende hükümetini devirerek, 1990 yılına kadar çeşitli kısıtlamalar, daha doğrusu diktatörlükle başa geçmesi ile başlar. Diğer bir deyişle, 1973 Şili Askeri Darbesi, Şili halkının kaderinde kilit nokta olarak yer alır ve bizim bu kaderi anlayabilmemiz için Allende hükümetini, Augusto Pinochet diktatörlüğünü ve Pablo Neruda’nın Şili tarihindeki yerini kısaca incelememiz gerekir. 

S a l v a d o r A l l e nd e : Ş i l i ’ ni n İ l k S o s y a l i s t B a ş k a nı Allende, Şili tarihinde sosyalist ideolojisiyle ve bu ideolojiyi baz alarak yaptığı reformlarla tanınır. Marksizm’i benimseyen Salvador Allende, partisi Birleşik Halkçı Parti ile birlikte, 1970 yılında %36’lık bir oy oranıyla Şili hükümetinin başına geldi ve başa geçtiği günden itibaren halk arasındaki sınıf farklılıklarını ekonomik reformlarla ortadan kaldırmaya çalıştı. Üst tabakanın sahibi olduğu tüm mallara el koyarak bu malları devletleştirme çabaları, üst sınıfın tepkisini toplasa da Allende’nin bu sayede Şili ekonomisini %8.6 oranında büyüttüğü yadsınmaz bir gerçek. Özellikle ABD’nin, neredeyse tümüne, sahip olduğu Şili maden kaynaklarını devletleştirme girişimi ABD’nin tepkisini çekmekle kalmayıp, bir nevi hükümetinin ve kendi hayatının sonunu hazırladı. Ancak bu başarı ertesi sene devam etmedi ve 1972’deki %140’lık enflasyon, yıkıcı sonuçlar doğurdu. Yiyecek sıkıntısı baş gösterdi ve karaborsacılık yaygınlaştı. 1971 ve 1972 yılları boyunca bakır fiyatlarının düşmesi, ihracatın neredeyse tamamı bakır olan Şili ekonomisine ağır bir darbe daha vurdu.1 Fakat bu ekonomik gerilemeye rağmen, 1973 seçimlerinde Allende oyunu %43’e çıkararak muhalif kesimin korkularının artmasına sebep oldu. Bu korku, muhaliflerinin savaşı siyasi arenaya taşıması ile birlikte (Muhafazakârlar, milliyetçiler ve Hıristiyan demokratlar birleşerek Demokratik Koalisyon kurdular.2) gözle görülür bir hale geldi ve Şili’de yavaş yavaş siyasi krizler baş gösterdi.

İşte bu krizlerin asıl kırılma noktası, 22 Ağustos 1973’te gerçekleşti. Bu tarihte Hıristiyan demokratlar ile muhafazakârların kontrolündeki Şili Meclisi, bir bildirge ile Şili demokrasisinin kırılmakta olduğunu kabul etti. Meclisin aldığı kararda Allende’nin anayasayı delmekte olduğu iddia ediliyor ve Allende bir diktatörlük kurmaya çalışmakla suçlanıyordu. Sorunu çözmek ve demokrasiyi yeniden işler kılmak için ordunun yönetime el koyması isteniyordu.3 Bu bildiriden sonra Şili’nin tarihi asla eskisi gibi olmayacaktı. Allende’nin tüm ‘’sınıf eşitliği’’ çabaları Amerika’nın özellikle CIA’in Pinochet’yi desteklemesiyle tepetaklak oldu. Dönemin ABD başkanı Nixon, CIA şefi Richard Helms’e bir not göndererek Salvador Allende’nin başkanlığının ABD için kabul edilemez olduğunu bildirdi4 ve CIA’in hükümeti düşürme planlarına başlamasını emretti. Yukarıda da söylediğim gibi Allende yaptığı iki hamle ile kendi sonunu hazırladı. Bunlardan biri, ABD’nin sahip olduğu madenleri devletleştirmesi; diğeri ise Pinochet’ni silahlı kuvvetlerin başkomutanlığına getirmesi idi. Allende’nin muhalifleri ABD’nin baskısıyla Şubat 1972’de Allende’ye danışma koşulu koydu ve Allende’nin bundan sonraki siyasi yörüngesini ancak parlamentonun izniyle belirlemesini sağladı. Bunun yanında, hükümetin başına geldiği günden beri Allende’nin rakiplerini her açıdan destekleyen CIA, Nixon’un emri ile askeri darbe yoluyla hükümeti düşürme planlarını hazırladı ve başardı. G e ne r a l P i no c h e t v e Ş i l i ’ ni n K a r a S a y f a l a r ı Bilindiği gibi, Şili’nin kara tarihi, General Pinochet dönemi ile başlar. 11 Eylül 1973 tarihinde, Pinochet önderliğindeki birlikler, Şili’nin siyasi karışıklığından faydalanarak, başbakanlık sarayı La Moneda’yı havadan bombalamaya başladı. Bu ilk saldırıdan sonra da, kara birlikleri saraya girdiler ve bu saldırı ne yazık ki Salvador Allende’nin hayatına mal oldu. Fakat 2011 yılının mayısına kadar Allende’nin nasıl bir yolla hayatını kaybettiği tartışma konusuydu. Böyle bir

47


48

saldırıdan sağ çıkmak çoğu kesim için imkânsızken, Allende taraftarları onun intihar ettiği düşüncesine sıkıca bağlanmışlardı ve haklı çıktılar. 2011 Mayısı’nda Allende’nin mezarı açıldı ve adli tıp ekiplerince kalıntıları incelendi. Şili Adli Tıp Kurumu Başkanı Patricio Bustos, ‘’Ölümüne bir kurşun yarasıyla neden olduğu belirlendi ve bu da intihar demek oluyor.’’ ifadesini kullandı.5 İşte bu intihardan sonra Pinochet’nin önünde hiçbir engel kalmamıştı. Hükümeti yerle bir eden darbesinden sonra, 1974 yılında, anayasayı yok sayarak ve parlamentoyu kapatarak kendini cumhurbaşkanı ilan etti ve 17 yıl sürecek olan diktatörlüğünü başlattı. Askeri yönetim döneminde, Allende rejiminin üç binden fazla taraftarının öldürüldüğü tasfiye harekâtlarının, binlerce kişinin tabi tutulduğu işkencelerin ve yine binlerce kişinin sürülmesi emrini veren Pinochet’ydi.6 Kuzey Şili’de toplama kampları oluşturuldu. İzlediği politikayı, ülkesini komünizmin eşiğinden kurtarmak için sürdürdüğünü her zaman açıkça belirten Pinochet, yine de başta olduğu dönemde Şili’nin ekonomik ve siyasi istikrarını sağlamayı başardı. Devletleştirilen madenler ABD’ye verildi ve liberal ekonomi yeniden ipleri eline aldı. Allende döneminde kesilen kredi yardımı, Pinochet’nin başa geçmesiyle yeniden başladı. (Bu yardımlar yine ABD’dendi.) Evet; Allende’nin kaldırmaya çalıştığı tüm eşitsizlikler daha belirgin biçimde ortaya çıktı fakat ekonomi sabit bir ilerleyiş kaydetti. Kısa süren bu istikrar sayesinde, Allende hükümeti karşıtları bir tarafa, birçok Şili vatandaşını yanına aldı ve muhaliflerine olan sert yaptırımlarını asla durdurmadı. O zaman Pinochet’yi nerede, ne durdurdu? Bu sorunun cevabı için 1988 yılına gitmemiz gerekiyor. 1988’de, başında bulunduğu askeri yönetimin çıkardığı anayasa çerçevesinde, Pinochet iktidarının devamı için bir referandum düzenledi ve kaybetti. 1990’da gönülsüz olarak cumhurbaşkanlığını bıraktı.7 Bu sayede siyasi arenadan çekilen Pinochet, 1998 yılında Genelkurmay Başkanlığı’nı da bıraktı ve İspanya’nın yargılama süreci başlatmasıyla Londra’da tutuklanana kadar da dokunulmazlığından yararlandı. 2001 yılında Pinochet’nin insan hakları ihlallerini gizlemeye yönelik suçlardan mahkeme önüne çıkarılmasına karar verildi ve eski diktatör altı haftalığına ev hapsine alındı.8 Bu tarihten sonrası, Pinochet için kendini aklama dönemi başlayacak fakat o her şeyden önce ‘’insanlık’’ haklarını katlettiğinden Şili halkının gözünde hiçbir zaman affedilmeyecek ve bundan sonrasında kanlı diktatör olarak anılacaktı.

P a bl o N er u d a “Deneyelim ve kaçınalım küçük dozdaki ölümlerden, anımsayalım her zaman: Yaşıyor olmak yalnızca nefes alıp vermekten çok daha büyük bir çabayı gerektirir.’’ der “Ağır Ölüm’’de Pablo Neruda. Onun ölüm dozu neydi peki? Son günlerde Şili halkı da bu soruya cevap arıyor işte, O’nun ölümünü sorgulamak istiyor. Tarihi geriye sarmamız gerekirse, Pablo Neruda, Nobel ödüllü başarılı bir şair olmasının yanında, Pinochet diktatörlüğünün muhaliflerinin simgesiydi. Salvador Allende’nin yakın arkadaşı olan Neruda, Şili Komünist Partisi’ne 1945 yılında dâhil oldu. Milletvekili oldu, cumhurbaşkanlığına adaylığını koydu.9 Yaşamı boyunca, hiçbir zaman cumhurbaşkanı seçilemese de, kendi ülkesinden sürülme uğruna, komünist partinin üyeliğini ve hukukçuluğunu sürdürdü. General Pinochet iktidarı ele geçirdiğinde ise, yukarıda söylediğim gibi, rejimin en önde ve en sıkı muhalifi oldu. Bu darbeyi gerçekleştirenler için her zaman ‘’vatan haini’’ sıfatını kullandı. Pinochet’nin gözünde büyük bir tehdit oluşturmuş olacak ki, darbeden sonra hükümet tarafından Santiago’daki evi yağmalandı ve gözaltına alındı. Bu gözaltından 12 gün sonra ise Pablo Neruda’nın kanserden öldüğü açıklandı ve işte bugün, Şili halkı, cesaretini toplayıp bu ölüme inanmadığını açıklıyor. Peki, neden 38 yıl sonra? Sanıyoruz ki bunun da tek cevabı, General Pinochet. Diktatörlüğü döneminde, yaptığı bütün işkenceler, işlenilen tüm cinayetler ve sürgünler hep ordusu tarafından gizlendi ve Şili halkı bunların acısıyla yaşamaya çalışırken Neruda’nın ölümünü sorgulamadı, daha doğrusu sorgulayamadı. Fakat şimdi, Pinochet’nin ölümünden sonra kara sayfasını kapamışken, Şilili komünistler Allende gibi Neruda’nın mezardan çıkarılmasını istiyor. Çünkü Neruda’nın eski şoförü Manuel Araya Osario, darbeden 12 gün sonra ajanların Pinochet’nin emriyle, klinikte yatarken Neruda’ya zehir enjekte ettiğini söylüyor.10 O dönemde kanser tedavisi gören Neruda’nın şoförü, ölümden önce her şeyin normal olduğunu ifade ederken, doktorun O’na zehir enjekte ettiğinden emin. Çünkü Araya, aynı zamanda Neruda’nın öldüğü gün hastane yatağından kendisini ve eşini arayarak doktorun kendisine bir ilaç enjekte ettiğini söylediğini belirtiyor.11 Bu iddiaların ne kadar doğru olduğunu öğrenmek için Şili Komünist Partisi’nin talebi ile Allende’nin ölümünü soruşturan yargıç Mario Carroza, bu kez Neruda’nın mezarını açacak.


Kalıntılar neyi gösterir bilemiyoruz fakat Şili halkı, bu kanlı diktatörün bir cinayetine daha inanıyor gibi gözüküyor. Son dönemlerinde bile yaptıklarından pişmanlık duymadığını belirten ve özür dilemeyen Pinochet, ölümünden sonra devlet törenine layık görülmemiş ve ölümüyle tarihin kara bir sayfasını kapamıştı. Her insan kendi kaderini yazar der çoğu kimse. Sizce bu üç isim kaderin kendilerine verdiği rolü mü oynadı; yoksa kendi kaderlerini kendileri mi yarattılar? İşin aslı kendi kaderlerini yarattıklarından yanayım ben. Allende, tam manasıyla başarılı olsa da olmasa da Şili halkının gözünde çok değerli; Pinochet’nin ölümü ise birçok insana ‘’nihayet’’ dedirtti. Böyle anılmayı, sanıyoruz ki, kimse istemez fakat Pinochet yaptıklarıyla adeta bunu istemiş gibi. Pablo Neruda’ya gelirsek; ilerdeki günlerde açılacak mezarı O’nun tamamlanmamış kaderini açığa çıkaracak gibi gözüküyor.

49

R e f e r a ns l a r 1. 1973’teki Şili Darbesi, 28 Kasım 2007, http://www.webhatti.com/tarih/69087­1973­deki­sili­darbesi.html(Erişim Tarihi: 14 Aralık 2011) 2. gös.yer 3. gös.yer 4. 20.000 Belge, ABD’nin Pinochet Darbesine Yardımını Doğruluyor, 21 Kasım 2010, https://lahy.wordpress.com/category/sili/page/2/ (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011) 5. EURONEWS. Salvador Allende’nin İntihar Ettiği Kesinleşti, 20 Temmuz 2011, http://tr.euronews.net/2011/07/20/salvador­allende­nin­ intihar­ettigi­kesinlesti/ (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011) 6. Portre: Augusto Pinochet., 10 Aralık 2006, http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2006/12/061210_pinochet_obit.shtml (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011 7. gös.yer. 8. gös.yer 9. Pinochet’e Muhalefetin Bedeli, 08 Aralık 2011 http://www.birgun.net/cultures_index.php?news_code=1323353961&day=08&month=12&year=2011 (Erişim Tarihi: 17 Aralık 2011) 10. Neruda’nın Ölümü Araştırılacak, 03 Haziran 2011, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/06/110603_neruda_investigation.shtml(Erişim Tarihi: 18 Aralık 2011) 11. Pinochet’e Muhalefetin Bedeli, gös.yer.


(burakaydogdu88@hotmail.com)

Yıkılan yedi katlı binanın enkazı.. Bir çocuğun demirlere takılan kırmızı oyuncak arabası...

50

Anlatılması zor, sevdası kor şehir derler Van için, doğrudur. Şimdi bir de yüreklerimize düştü o kor. Büyük bir deprem oldu önce, sonra küçük küçük bir sürü deprem daha ve hala olmakta. Zaten yoklukla ve terörle imtihan edilen insanlar şimdi de korkuyla, soğukla, hastalıkla, çadırlarla tanıştılar. Televizyondan, internetten haftalarca takip ettiniz olan biteni elbette. Tüm Anadolu insanı da elinden geleni yaptı. 

Her yaz tatil için gittiğim memleketime bu kez yardım için gittim ben de, depremi duyar duymaz, bir yardım kuruluşuyla. Akademik bir zeminde, profesyonel bir üslubla depremin sosyolojik yönünü inceleyen bir yazı yazabilmek için olayın bu kadar içinde olmamam lazımdı belki de. Bu sebeple beklentilerinizi biraz aşağı çekerseniz beğeniniz artacaktır kanımca. Van’a vardığımızda hem saatin geç olması, hem de gerekli yardım malzemelerinin henüz elimize ulaşmamış olması dolayısıyla ilk geceyi ekipten ayrı dışarıda gezip gözlem yaparak geçirdim. Sabaha kadar dolaştık bir arkadaşla. Çok dükkân vardı malları dışarıda duran. Tırları, kamyonları yağmalayanlar artık her kimse, bunlara el sürmüyordu. Sokağın ortasında, taburede battaniyeye sarılıp uyumaya çalışan,

tenekedeki ateşi çoktan sönmesine rağmen üstüne eğilip uyuyan insanlar vardı. Valilik bahçesinde çadır da battaniye de olmadan yatan bir sürü öğrenci, genç... Bahçenin hemen yanı başındaki otelin enkazına vurulan her kepçede, o toz dumanın içine koşan adam, meğer kardeşini arıyormuş. İstanbul’dan gelmiş. Acıkmış ama enkazdan ayrılıp bir şey yiyemiyor her an kardeşi canlı çıkacak diye umutla beklerken. AKUT, enkazda canlı yok demesine rağmen… İki gün sonra kardeşinin cenazesiyle İstanbul’a döndüğünü öğrendim. Yüzüncü Yıl Araştırma Hastanesi ciddi hasar görmüş; hastalar bahçede, çadırda tedavi ediliyordu, inlemeler birbirine karışırken. İnsanlar ısınabilmek için ne bulursa yakıyordu. Çöpleri, eski giysileri, lastik ve naylonları… O kötü havada uyumaya çalışırken, çadırların dışında nöbet tutanlar arada bir değişiyordu. Uyuyamayan herkes bir kahveye ya da kafeye geliyordu her saat. Buralarda yatanlar da vardı. Sokaklarda birilerine yardım etmek için dolaşan gruplar vardı; ama onların da imkânları yardım etmeyi istedikleri insanlarınkinden fazla değildi. Yıkılmak üzere olan hastanenin karşısında açık bir


kahvede herkes deprem haberleri izlerken, ben onları izliyordum. Kaskatı bir halde ekrana bakıp “ah” çekerken, bir dahaki artçıyı bekliyorduk beraberce. Caddede Erciş yönünden gelen ambulanslar hızlı, dolu ama sokakta uyumaya çalışanları uyandırmamak için sirenler kapalı. Sadece Yüksekova ve Hakkâri’den ilk gün 80 bin battaniye gelmiş diye konuşuluyordu, yalan olduğunu öğrendim daha sonra. Bir tür propaganda. Ayrıca çöken yedi katlı bina için de ilginç şeyler söyleniyordu. Binayı satın alan şahıs, oto showroom kurmak için ortadaki sekiz kolonu kesmiş. Ruhsatı iptal edilen binada 2 yıl kimse oturamamış, ta ki sahibi önceki belediye ile yakın ilişki kurup ruhsat alana kadar. Bunun da doğru olmadığı birkaç hafta sonra belgelendi. Yine siyasi bir manevraya kurban edilen acılar vardı ortada. Siyasi muhtevası olan çok şey söylendi aslında, kimi biraz doğru, kimi biraz yanlış... "Hükümeti biz can çekişirken yardıma ihtiyaç yok, dedi. Gölcük’te, İstanbul’da deprem olunca yardımı kabul etmişti." "Çadırları bizden önce kendi partililerine veriyorlar." "Yaptıkları yardımı yüzümüze vuruyorlar. yaparken sessiz yaptık. Bu nasıl kardeşlik?"

Biz

Van sokaklarında dolanan muhabbetlerin en ağır olanları bunlardı. Doğru mu yanlış mı bilmem ama sağduyulu cevaplar gerektiriyordu bütünlük içinde acıların sarılabilmesi için. Bu sorulardan habersiz faşizm üstüne tartışmalar dönüyordu sosyal paylaşım ağlarında da. Kullandıkça popülaritesi artan bu kelime yüzünden köylerdeki vahamet unutulmuş, siyasi ahkâmlar kesiliyordu. Birileri Kürtlerden nefret etmekle, birileri de Kürtlerden nefret edenlerden nefret etmekle meşguldü. İnsanlar çadır bulma, ısınma ve hayatta kalma derdindeyken bu tarafta. Karaborsa olan mallar yüzünden herkes fakirdi aslında. Bir Kızılay çadırının 400 liraya satıldığına şahit oldum ilk günlerde, zamanla 70 liraya kadar düştü. Klasik arz­ talep mevzu, doğal afet esnasında da tıkırında işliyordu. Her şey kötü değildi elbette. Depremin beşinci günü Van’daki manzara birlik bütünlük anlamında kayda

değerdi. Malatyalı bir tüpçü kamyonunu doldurmuş çadırlara yemek pişirsin, ısınsın diye tüp dağıtırken, Beyoğlu Belediyesi ekipleri bir köye çadır kent kurmaya gelmiş, kahvede çay içiyordu. Kahvehane sahibi “başım üstüne gelmişsiniz, misafirsiniz” deyip ücret almadı. İzmir’den gelen kolilerin bolluğu özellikle ilgimi çekmişti, “İzmir nere Van nere” dedim. Sakarya’dan gelen bir kargoyu açtım ve hep bebek ihtiyaç malzemeleri olduğunu gördüm, kâğıttaki notta “Sizi benden iyi kimse anlayamaz, 4 yaşındaki kızımı depremde kaybettim.” yazıyordu. Yine ihtiyaç olursa her şeyi gönderebileceğini belirtip telefon numarası bırakmıştı Zehra Hanım. Erzurum, en kalabalık ekipleri gönderen il diyebilirim. Temizlikten yemeğe, enkaz kaldırmadan çadır kurmaya tüm işlere koşuyorlardı. Bir Trabzonluyla bir Ordulu genç pikaplarına hamsi doldurup getirmiş, sacda pişirip ücretsiz dağıtıyorlardı depremzedelere. Yardım kolilerinin üstündeki “gönderen” adreslerini okuyan herkes biraz ağlardı. Biraz gülmek içinse o koliyi açanları izlemek lazımdı. Kar yağacak dediler daha ilk günden. Van’a kardan önce, Anadolu’nun sevgisi yağdı. Minnettarlığımı sık sık dile getiriyorum bu hususta, yine belirteyim: yardımın gelmediği il yoktu. 80 vilayetten akın akın tırlar, kamyonlar geldi haftalarca. 48 ilden de gönüllüler vardı arama kurtarma ya da yardım faaliyetlerine katılan. Telefonum sabahlara kadar susmadı, bir şeyler yapabilmek için çırpınan insanların telaşına şahit oldum. Şehir ilk günler hayalet şehre dönmüş olsa da yardımların ulaşmaya başlaması ve yetkililerin ortaya çıkmasıyla canlılık geldi sokaklara. Kar bir yağsa, o kadar insan henüz barınacak yer bulamamışken telef olup gidecekti ama günlerce meteorolojiye inat yağmadı. Bir takım huzursuzluklara rağmen, medyada yer alan bazı iddialara rağmen tek vücut olabildiğimizi ispatlamıştık. Bir gün için Erciş’e gidip döndüm. Erciş hakikaten yürek burkuyordu. Param yokken hiç soru sormadan beni Ankara’ya kadar götüren otobüs şoförünün, kafesteki Van kedime acıyıp otobüste onu serbest bırakan muavinin, mola yerinde kedime kebap yediren yolcunun memleketiydi Erciş. Hassas adamlardır Ercişliler, şimdi ocakları sönmüştü tabiri caizse. Tepeden bakınca Bursa’ya benzerdi yemyeşil, şimdi bir ölü şehir gibiydi. Bir ağıt sesi vardı sokakta.

51


Çocukken dünyanın en iyi kuru fasulyesini yaptığına ve yanına en has soğanını kırdığına inandığım lokanta artık yoktu. Vitrinine yeni kesilmiş hayvanların kafalarını koyup oldum olası beni ürküten et pazarında dükkânlar aynen duruyordu. Yine ürküyordum, çocukken olduğu gibi. Erciş Van’dan soğuk ve sessizdi, resmen bitmişti.

52

Van’a döndüm. Yunus’la tanıştım bir gece yine sokaklarda dolaşırken, Filozof Yunus. 23 yaşında, 10 kişilik yardım çetesi kurmuş etrafında, depremde tanışmış hepsi birbiriyle. 14 yaşında bir çocuk da vardı 60’lık bir ihtiyar da bu çetede. Filozof çünkü çok büyük laflar ediyor ve hep soyut konuları konuşmayı tercih ediyordu o atmosferde bile. Depremde korkanları teselli edip yaralıları hastaneye taşımışlar, yaralılarıyla hala ilgileniyor Yunus. Ziyaretlerine eli boş gitmiyor, marketten ne alabilirse götürüyor. Kendi yemeyip çetesine yediriyor. İlk geceler, valilik bahçesinde yerlerde yatan öğrenciler de onun misafiriymiş. Dışarıdan geldikleri için hepsiyle ilgileniyormuş. Ateş yakıyor, onlar için battaniye buluyor, yiyecek ayarlıyordu. Bir de çadır ayarlamıştı ve nöbet tutuyorlardı etrafında. Pek uyudukları söylenemez. Ailelerinin poset çadırları dar olunca hepsi bir arada geçiriyordu geceyi, sırayla ailelerinin yanına uğruyorlardı. Battaniye istedi benden, verdiğim üç battaniyenin ikisini hasta bir abla­kardeşe vermiş, diğerini de gariban bir Afgan mülteciye. “Biz şükretsek içimiz dışımız ısınır zaten abi.” dedi. İzmir’e gitmek istiyormuş, dönmeden önce biletini de aldım İzmir’e. Mobilya dekorasyonu yapan çok zeki biriydi Yunus. Kimsenin onlara yardım etmediğini söylerken gözleri doldu. Onlar yine de enkazları kaldırırken Akut’a aydınlatma yardımı sağlıyordu. Kürtçe şarkı söyle deyince söylemedi ama ben söyleyince eşlik etti. Kendini vatansever diye tanımlıyordu. Yunus’un derdi anlaşıldı bir süre sonra. Depremde kurtardığı kıza âşık olmuş, kız da Hakkârili’ymiş, hemen memleketine gitmiş. “Ah bir semaver çayı olsa başka bir şey istemem” diyor. “Yarın semaver benden, derdinle demlemesi senden.” deyip, sözümü tutunca Yunus’un çetesi de yardım dağıtırken benimle çalışmayı kabul etti.

Yunus’un ekibiyle köylere gittik sonraki günler. Köyler çok vahimdi. Ortalama 100 hane olan köyde bir evde yaklaşık 15 kişi kalıyor. Yani gayet büyük köyler ve ne gıda ne su ne çadır var. Eli dolu da gitsen ilk soru “çadır var mı?” oluyor, olmayınca suratlar düşüyordu. Köydeki çocuklarla çamurun ortasında oynayınca üstüm başım çamur oldu, ateşin başında ısınmaktan da duman kokusu iyice sindi. Köylerin içme suları, depremden beri çamurlu. İçiyorlar, mecburlar. Merkezde de işler hiç iyi görünmüyordu o günlerde. Durumu çok yerinde görünen şık kıyafetli insanlar da herkes kadar, hatta daha fazla mağdurdu. Kimse onlarla ilgilenmediği gibi, dağıtımda izdihama da karışmıyorlardı. Böylece ellerine bir yardım malzemesinin geçme ihtimali çok daha düşüktü. Herkes izdihamdakileri suçluyordu ama yine de dağıtımda izdihamı önleyecek bir yöntem tercih edildiğini düşünmüyorum. Velhasıl, organizasyonun daha planlı yapılması ve verilen sözlerin tutulması neticesinde gidişat artık iyi görünüyor ama dört yüz bini geçen nüfusuyla Van ve Erciş, bir daha eskisi gibi olamayacak artık. Van’a büyükşehir olma vaadinde bulunuldu, umuyorum ki bu büyüklüğü, sıfatından ziyade sokakların canlılığında bulur memleketim. Gidenler tekrar dönerler ve yaralar bir an evvel sarılır. Yine kahvaltı salonlarında murtağa kokar buram buram, otlu peynirin yanında bir çörek kesilir ve çaylar umutlu gözlerle içilir.


(cansuceliker@gmail.com)

Tarihin en karanlık ve en insanlık dışı dönemlerinden birine gelin önce kısa bir yolculuk yapalım. Sesinizi duyar gibiyim: Tarihin hangi dönemine yolculuk yapacağız? Ne de olsa insanlık tarihi farklı medeniyetler arasında kurulan dostluklardan ve barış antlaşmalarından ziyade çatışmalarla, soykırımlarla ve yüz binlerce hatta milyonlarca insanın ölmesiyle sonuçlanan savaşlarla dolu bir tarihe sahip. Yolculuğumuz III. Reich (1933­ 1945) ya da daha çok aşina olduğumuz ismiyle Nazi Almanyası döneminden başlayıp, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan ve son yıllarda Avrupa`nın farklı ülkelerinde eylemlerine hız veren Neo Naziler ile yolculuğumuzu tamamlayacağız. Ayrıca Neo Nazizm`in arkasında yatan gerekçelere ve aşırı sağ ile ırkçılık arasındaki bağlantıya yer vererek yapbozun parçalarını tamamlamaya çalışacağız. 

N a z i A l m a ny a s ı 1933 ­1945 yılları arası Adolf Hitler`in liderliğindeki Nasyonal Sosyalist Alman İşçi partisinin hâkim olduğu dönemi kapsar. Hitler`in amacı Aryan ırkının üstünlüğüne dayanan bir toplum oluşturarak kendi totaliter rejimini kurmaktı. Yahudiler, Çingeneler ve bunlar gibi diğer bütün ırklar onun için ikinci sınıf vatandaştı. Peki, Nazizm nasıl bir anda kitle hareketine dönüşerek tarihin en karanlık sayfaları arasında yerini alacak olan Holokost`a (Yahudi Soykırımı) yol açacak ve toplama kamplarının kurulmasına uygun ortamı yaratacaktı? Öncelikle, Hitler Versay Antlaşması`nın ve 1929 Ekonomik Buhranının yaratmış olduğu olumsuz koşulları lehine çevirmeyi çok iyi başardı. 1919 yılında imzalanan Versay Antlaşması sonucunda Almanya savaş öncesi kolonilerini, o bölgelere olan yatırımlarını ve askeri gücünü büyük ölçüde kaybederek dış politikadaki prestijini yitirmişti. İkinci olarak, hem Almanya`nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında ödemek zorunda olduğu tazminatlar hem de 1929 Ekonomik Buhranı Alman ekonomisini olumsuz yönde etkilemişti. Bu durum Almanların liberal demokrasiye ve parlamenter sisteme olan bağlılığını sarsarak Weimar Cumhuriyeti`nin sonunu hazırlamış ve Alman halkının ekonomik sorunlara, işsizliğe ve Almanya`nın itibar kaybına çözüm yolu bulacağına inandıkları Naziler`in ırkçı ve totaliter yönetimine yönelme sürecine ivme katmıştı.

Hitler`in ideolojisi ise aşırı sağcı, ırkçı ve otoriter bir çizgideydi. Yahudiler en büyük günah keçisi gösterilerek ekonomideki etkinlikleri azaltılmaya ve tasfiye edilmeye çalışıldılar. Yahudiler`in entrikaları, sosyalizm ve Marksizm`e olan destekleri yüzünden Alman ekonomisinin çöktüğü savunuldu. Bu gibi nedenlerle altı milyondan fazla Yahudi toplama kamplarında öldürüldü. Akla gelen diğer bir soru ise Naziler nasıl soğukkanlı bir şekilde onca masum insanın canına kıyabilmişti? Belki de meşale yürüyüşleri, sürekli Hitler`i ve onun ideolojini öven sözlerin tekrar ettirilmesi ve onun etkili konuşma sanatı insanları hipnotize ederek onun peşinden kitleler halinde koşmalarını ve Hitler`in söylediği her şeyi sorgulamadan kabul etmelerini sağlamış olabilir.1 Peki, ilerleyen dönemlerde ne oldu? 1945 yılında Hitler Sovyet Rusya bataklığına saplanıp kalarak diktatörlüğünün sonunu kendi elleriyle yaratmış oldu. İ k i nc i D ü ny a S a v a ş ı ` nı n s o nu nd a N a z i l e r y e ni l m e l e r i ne r a ğ m e n k e nd i l e r i g i b i o nl a r ı n i d e o l o j i l e r i d e ne y a z ı k k i S o v y e t R u s y a ` nı n b a t a k l ı ğ ı na s a p l a na r a k t a r i h i n e n k a r a nl ı k s a y f a l a r ı na h a p s o l a m a d ı . Ö z e l l i k l e y i r m i nc i y ü z y ı l ı n i l k y a r ı s ı nd a n s o nr a N a z i s t , f a ş i s t v e ı r k ç ı s ö y l e m l e r i b e ni m s e y e n a ş ı r ı s a ğ c ı p a r t i l e r g ö r ü l d ü . Aşırı sağ ile ırkçılık ve aynı zamanda Neo Nazizm arasındaki bağlantıya yer vermeden önce, Neo Nazizmin özelliklerini ve Nazizm`den ayrılan yönlerini inceleyelim. N eo N a z i z m İkinci Dünya Savaşı`ndan sonra başta Almanya olmak üzere Avrupa`nın çeşitli ülkelerinde ve ABD`de faaliyet gösteren ve faşizme, milliyetçiliğe, antisemitizme ve yabancı düşmanlığına dayanan bir oluşumdur. Neo Naziler, Holokost`un bir Yahudi Soykırımı olmadığını, ölenlerin sayısının çok fazla abartıldığını savunmakta ve Adolf Hitler`e, III. Reich dönemine ve bu döneme ait sembollere bağlılık duymaktadırlar.2 Son on yıldır Neo Nazi hareketi giderek güçlenmekte ve etki alanını Avrupa ve ABD`de de genişletmektedir. Her ne kadar Neo Naziler antisemitizmi benimseseler

53


de yirmi birinci yüzyılın günah keçileri Yahudiler değil farklı göçmen gruplarıdır. Özellikle de, Almanya`da Türkler, İngiltere`de Asyalılar, Fransa`da Kuzey Afrikalılar ve Macaristan, Slovakya ve Çek Cumhuriyeti`nde Çingeneler hedef olarak gösterilmiştir.3 Ancak Alman hükümeti yeni Yahudiler`in Türkler olduğu görüşünü kabul etmemektedir. Hatta Almanya`da Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) başkanlığını yapmış olan Prof. Faruk Şen 2008 yılında Türkiye`deki Referans gazetesinde yayınlanan “A A v r u p a ` nı n Y e ni Y a h u d i l e r ` i Türkler“ adlı yazısı nedeniyle Alman hükümeti tarafından görevinden alınmıştı.4

54

Neo Naziler, William Pierce ve Louis Bean`ın görüşlerinden de etkilenmişlerdir. Radikal sağ görüşü savunan bu iki Amerikalı ideologa ait “lidersiz direniş” ve “beyaz devrim” kavramları Neo Naziler tarafından benimsenmiştir. Günümüzde Neo Naziler`in ya bireysel ya da küçük çeteler halinde düzenledikleri kundaklama gibi eylemlerin temelinde “lidersiz direniş” kavramı vardır. Aynı zamanda William Pierce`nin Turner Günlükleri adlı kitabının Timothy Mcveigh`in 1995`te Oklahoma`da gerçekleştirdiği bomba saldırısında büyük bir etkisi vardı. Turner Günlükleri Yahudiler`in ve zencilerin yok edilmesi gerektiğini savunan ırkçı bir yaklaşıma sahip olup aşırı sağcı ideolojiler taşıyan ve şiddete hatta beyaz ırkın üstünlüğünü gerçekleştirmek için yapılan bomba saldırılarını bile onaylayan görüşler içermekteydi.5 Neo Naziler`in eylemleri şiddete, kundaklamaya, molotof kokteyli saldırılara, göçmenleri korkutmaya ve tehdit etmeye dayanmaktadır. Özellikle de Batı ve Doğu Almanya`nın birleşmesinden sonra doğu ekonomisinin çökmesi ve ailelerin dağılması sonucunda ülkedeki aşırı sağ örgütler güç kazanarak Neo Nazi saldırılarının artmasına neden olmuştu. 1991 yılında Hoyerswerdar, Schwedt ve Eberswalde`de mültecilerin kaldığı evlere saldırılar düzenlenmişti. 1992 yılında Türk bir ailenin kaldığı ev kundaklanmış ve yangın sonucunda 3 kişi ölmüş 10 kişi ise ağır şekilde yaralanmıştı ve 1993 yılında Solingen`de yaşayan Genç ailesinin evi kundaklanmıştı. Yaşanan bu olaylardan sonra Almanya`nın çeşitli şehirlerinde yüz binlerce kişi aşırı sağcı şiddete karşı protestolar düzenlediler; fakat bu protestolar iki karşı grubun sokak çatışması ile sonuçlandı ve Neo­Nazi saldırılarını daha da arttırdı.6 2 0 0 0 ­ 2 0 0 6 y ı l l a r ı a r a s ı nd a A l m a ny a ` d a ö l d ü r ü l e n 8 T ü r k v e b u o l a y ı n a r k a s ı nd a y a t a n ş a ş ı r t ı c ı g e l i ş m e l e r Almanya`da 8 Türk, 1 Yunan ve diğeri Alman polis olmak üzere toplam 10 kişi aşırı sağcı Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör örgütünün üyeleri tarafından öldürülmüştü. Cinayetler yıllar sonra bir tesadüf sonucu ortaya çıkmış ama en şok edici gelişme ise Neo Nazi Triosu olarak adlandırılan cinayet timinin Alman Anayasa Koruma Örgütü ile

bağlantılarının ortaya çıkması ve dahası esnaf katilleri Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt`ın ölümlerinin de akıllarda soru işareti bırakmasıydı. Bir diğer merak edilen soru ise: Aniden intihar eden iki Neo Nazi kendi arabalarını nasıl yakabilmişti (!)7 A l m a ny a ` d a y a ş a y a n T ü r k l e r b u k o nu h a k k ı nd a a c a b a ne d ü ş ü nü y o r l a r ? Almanya Berlin Yeşiller Partisi milletvekili Özcan Mutlu Euractiv Türkiye`ye yaşanan gelişmeleri değerlendirdi. Özcan Mutlu`ya göre cinayetlerde Eyalet Anayasa koruma teşkilatlarının büyük bir payı vardı ama bu teşkilatların ne kadar bataklığa saplandığı henüz bilinmiyordu. Ayrıca Anayasa Koruma Daireleri`nin birbirinden bağımsız çalışması ve mevcut bilgileri Federal Almanya Koruma Dairesi ile paylaşmaması Neo Naziler`in bu cinayetleri daha kolay bir şekilde işlemesine ve 10 yıl gibi bir süre boyunca faillerin gizli kalmasına yol açmıştı. Ayrıca Hessen Anayasa Örgütü`nün ajanlarının 3 veya 6 cinayette olay yerinde olduğunun ileri sürülmesi ise bir diğer merak edilen konuydu. Özcan Mutlu`ya göre Türkler güvenlik güçlerine olan güvenlerini gün geçtikçe kaybediyor. Eğer Alman Anayasa Örgütü ve güvenlik güçleri görevlerini ihmal etmemiş olsalardı ve sonraki aşamada olayın üstüne daha kararlı bir şekilde gitselerdi belki de bu cinayetler hiç işlenmemiş olurdu.8 Almanya`da yıllarca TAM`ın başkanlığını yapmış olan Prof. Faruk Şen ise Neo Naziler`in 88 kişilik ölüm listesinde yer alan kişilerden biri. NTV`ye yaptığı konuşmada cinayetlerden “A A l m a n D e r i n D e v l e t i ` ni n” sorumlu olduğunu savunmuştu. Ayrıca bu ölüm listesinden o dönemin Alman Başbakanı Schröder`in ve Alman İçişleri Bakanı Otto Schili`nin daha önceden haberdar olmamasını ve bu listede yer alanları uyarmamasını ise büyük bir skandal olarak değerlendirmişti.9 Almanya`da yaşayan Türklerin çoğu ise yaşanan bu gelişmelerden derin endişe duyuyor ve Alman hükümetinin Neo Naziler`in eylemlerine engel olmak için yeterli önlemler almadığını savunuyorlar. A l m a ny a M i l l i y e t ç i D e m o k r a t i k P a r t i s i ( N P D ) ` ni n b u s ü r eç t ek i y er i Önce NPD ile en son alınan kararlardan başlayalım söze. İçişleri Konferansı`nda bir araya gelen eyalet işleri bakanları bir çalışma grubu oluşturarak NPD`nin kapatılması için dava açacak. Cinayetlerden sorumlu tutulan Nasyonal Sosyalist Yeraltı örgütü ile bağlantısı olduğu düşünülen NPD`yi önümüzdeki günlerde ciddi bir dava süreci bekliyor ve NPD üzerindeki kamuoyu baskısı da gittikçe artıyor. NPD`nin yapısını incelediğimiz zaman kimse Neo Naziler ile olan bağlantısını zaten inkâr edemez. Geçtiğimiz haftalarda Jena kentinde aşırı sağcı katillere yardımcı olduğu şüphesiyle gözaltına alınan


Ralh Wohlleben`in uzun yıllar NPD`de yönetici olarak görev yaptığı ortaya çıkmıştı. Ayrıca Türkler`in ölümünden sorumlu tutulan Neo Naziler`in NPD`de görev aldığının ortaya çıkması bir diğer önemli gelişme. Aslına bakılırsa NPD kapatma davalarına çok da yabancı olmayan bir parti. 2001 yılında kapatılma davası açılmış, fakat önce Almanya Federal Anayasa Mahkemesi davayı ertelemiş, sonrasında ise NPD`nin önde gelen bazı yöneticilerinin Alman istihbarat birimleri adına partide köstebek olarak çalışması nedeniyle davayı reddetmişti. NPD 2004 yılında Saksonya eyalet meclisi seçimlerinde önemli bir başarıya imza atarak %9,2 oy elde etmişti ve 2009`daki son seçimler sonucunda Mecklenburg­ Vorpommern ve Saksonya Parlamentosunda koltuğa sahip olmuştu.10 S i y a s i b i r p a r t i y i k a p a t m a k s o r u nl a r ı ö nl e m e k i ç i n et k i l i bi r ç ö z ü m y o l u m u d u r ? Kim bilir geçmişten günümüze kadar kaç yüzlerce parti kapatılmıştır. Bazen aşırı ırkçı ve terör örgütleriyle bağlantıları olan partiler bazense anti demokratik partiler… Siyasi partiler kapatıldıktan h e m e n s o nr a ne d e ns e f a r k l ı p a r t i i s i m l e r i y l e v e f a r k l ı a m b l e m l e r i y l e y e ni d e n o r t a y a ç ı k m a d ı m ı ? Almanya`da 1952 yılında SRP ve 1956 yılında KPD partileri aşırı sağcı ve Neo Naziler ile bağlantılarının bulunması sonucu kapatılmıştı. Naziler`in “Almanya uyan!“ sloganını tekrar ortaya atan siyah kartalı amblem olarak seçen SPD`den başkası değildi.11 Peki, bu iki parti kapatıldıktan sonra farklı isimleriyle yine Almanya`da aşırı sağcı ve ırkçı çizgide hiçbir parti ortaya çıkmadı mı? Eğer böyle düşünenler varsa kendilerini kandırmaktan öteye gidemezler. Önümüzde atlanılmaması gereken bir NPD örneği var. Belki o da kapatılacak ama belki üç yıl, belki de beş yıl sonra bu sefer X partisi onun yerini alacak. Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Cem Özdemir`e göre ise NPD`nin kapatılma tartışması sadece gündemi değiştirme operasyonu. NPD partisinin kapatılmasının da önemli bir konu olduğunu ama asıl yapılması gerekenlerin ikinci plana atılmaması gerektiğini savunan Cem Özdemir`e; göre asıl gözden kaçırılmaması gereken konu aşırı sağcıların gizli bir örgüt kurarak on kişiyi öldürmeleri, fakat bu cinayetlerin üzerine yeterince gidilmemesi.12 Y a z ı nı n d i ğ e r k ı s m ı nd a a ş ı r ı s a ğ c ı p a r t i l e r i l e ı r k ç ı l ı k v e N e o N a z i z m a r a s ı nd a k i b a ğ l a nt ı y ı k u r m a y a ç a l ı şa r a k y a p bo z u n g er i k a la n p a r ç a l a r ı nı t a m a m la y a lı m . Son on yıldır aşırı sağ partilerin söylemlerini daha çok beslemeye başlayan ve toplumda yabancılara karşı ırkçı eylemlerin artmasına yol açan temel faktörleri İ s l a m o f o b i , g ö ç m e n k a r ş ı t l ı ğ ı , y a b a nc ı k o r k u s u v e ekonomik krizler olarak nitelendirebiliriz.

• İ s l a m o fo b i 11 Eylül terör saldırıları sonucunda gerek ABD`de, gerekse Avrupa ülkelerinde Müslümanlara karşı önyargılar artmış ve Müslüman kökenli göçmenleri zor bir durumda bırakmıştı. Özellikle 1930`lu yıllarda aşırı sağ partileri birleştiren “YYahudi Düşmanlığının“ yerini 21. Yüzyılda İslamofobi almış gözüküyor. 9/11 saldırıları sonucu yaşanan gelişmeler Huntington`ın M e d e ni y e t l e r Ç a t ı şm a s ı T e o r i s i ni destekler nitelikteydi. Huntington, ekonomik ve ideolojik çatışmalardan ziyade kültürel etmenlere ve özellikle Müslüman ve Müslüman olmayanlar arasındaki çatışmalara bağlı olarak günümüz siyasetinin şekilleneceğini savunmaktaydı.13 Gerek 11 Eylül saldırıları, gerekse 2004 yılında Madrid`de ve 2005 yılında Londra`da gerçekleştirilen terör saldırılarıyla yabancı korkusu ve göçmen karşıtlığı Avrupa`da üst noktaya ulaşarak aşırı sağ partilerinin de bu ortamdan yararlanmalarını sağlamıştı. Örneğin, aşırı sağcı İngiliz Ulusalcı Birlik Partisi (BNP) terör saldırılarını seçim tartışmalarının başlıca konusu yapmış ve seçim broşürlerine saldırıların tahrip ettiği otobüsün fotoğrafını koymuştu.14 22 Temmuz 2011`de Oslo`da gerçekleştirilen saldırı aşırı sağ eğilimlerin ve ırkçılığın ne kadar ciddi boyutlara ulaştığının bir göstergesi değil miydi? En az 91 kişinin ölümüne yol açan saldırılardan hemen sonra saldırının El Kaide tarafından düzenlendiği iddia edilmiş, fakat saldırganın aşırı sağcı ve İslam karşıtı olan Anders Breivik tarafından düzenlendiğinin ortaya çıkması dünya kamuoyunda büyük şaşkınlık yaratmıştı. Ayrıca Breivik`in İsveç Nazi forumunun üyesi olup Neo Nazilerle de irtibat halinde olduğu ortaya çıkmıştı. Norveç`i cehenneme çeviren saldırganın profili incelendiğinde ülkede giderek artan aşırı sağcı ve ırkçı hareketlerin izleriyle de karşılaşmak mümkün. Uzun yıllardır sol eğilimli hükümetler tarafından yönetilen Norveç`te 2009 yılında yapılan seçimlerde aşırı sağ partilerin oy oranını inanılmaz ölçüde arttırması incelenmesi gereken bir noktadır. Ayrıca, aşırı sağcı İlerleme Partisi `nin önceki seçimlerde %3 olan oy oranını 2009 seçimlerinde %30 `lara çıkararak Norveç`in en güçlü ikinci partisi olması gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli noktadır.15 • G ö ç m e n Ka r ş ı t l ı ğ ı Aşırı sağ partileri, göçmenleri toplumda artan suç oranları ve işsizlikle eş değer görmektedir. Örneğin, Almanya`daki göçmenlere Alman vatandaşlığı hakkı verilmesi ve göçmenlerin sosyal yardım ve sigorta haklarından eşit bir şekilde yararlanacak olması göçmen karşıtlığını büyük bir oranda arttırmıştı.16 Peki, o zamandan 2011 yılına kadar Avrupa`da göçmen karşıtlığı azaldı mı? Aslına bakarsanız azalmadı hatta pek çok Avrupa ülkesinde merkez partiler oy oranlarını artırmak için sağcı söylemlerini merkeze kaydırdılar. Görünen o ki “A A v r u p a ` nı n Ç e ş i t l i k

55


içinde Birlik” hayali suya düşmüş gibi gözüküyor. Oysaki 2000`li yılların başında Avusturya`da Jörg Haider`in başkanlığındaki aşırı sağcı partinin hükümette yer almasına kararlılıkla karşı duran Avrupa ülkeleri değil miydi? Jörg Haider`in Nazi hayranlığı, göçmen karşıtlığı ve ülkede aşırı köktenciliği özendirmesi sonucu 14 AB üyesi devlet siyasi düzlemde Avusturya hükümeti ile ikili ilişkiye girmeyeceğini açıklamamış mıydı? Ancak günümüz Avrupası aşırı sağcı partilere karşı bir eğilim göstermekte ve oy oranlarını gittikçe arttırmaktadırlar. Aşırı sağ retoriği ve milliyetçilik bir taraftan siyasetin geneline yayılırken diğer taraftan merkez partilerin başlattığı milliyetçilik temelindeki populist tartışmalar sağ partilerin oy oranını arttırmasına yol açmaktadır. Örneğin, Sarkozy`nin “ulusal kimlik” ve “İslam`ın Fransa`daki yeri” gibi konularda tartışmalar başlatması, Ulusal Cephe Partisi`nin başkanı Marine Le Pen`e avantaj kazandırmıştı. Ayrıca daha fazla oy alma kaygısı ile bir kez daha göçmenleri günah keçisi olarak gösteren yine Sarkozy`di. Suçun ana kaynağı olarak gördüğü Roman kamplarını kapatma kararı suç­göç ilişkisi tartışmalarına zemin hazırlayan bir konu olmuştu.17

56

• E k o no m i k K r i z l e r 2008 yılında ABD`de başlayan ekonomik kriz Avrupa kıtasında da etkisini ciddi bir şekilde göstermişti. Merkez ve Doğu Avrupa ülkelerinin IMF ile antlaşma

yapmak zorunda kalması ve Yunanistan başta olmak üzere Güney Avrupa ülkelerinin ekonomik krize girmesi Avrupa`yı da ateş çemberinin içine çekmişti. Ekonomik krizin suçluları her nedense yine aşırı sağ partiler tarafından göçmenler olarak gösterilmiş ve bu da yabancı düşmanlığının ve beraberinde ırkçı saldırıların artmasına neden olmuştu. Örneğin; “İngiltere`de İngiliz işler İngilizlerindir.” sloganı rağbet görmeye başlamıştı. Aşırı sağ partiler çoğu kez çarpıtarak ya da yanlı olarak göç ve ekonomik kriz arasında bağlantı kurmaktadır.18 Sonuç olarak, Pandora`nın kutusunun yeniden açılıp açılmayacağı biraz da kamuoyu üzerinde büyük bir etkiye sahip olan siyasi partilerin, liderlerin ve medyanın elinde değil mi? Eğer siyasi liderler ucuz popülizmin arkasından koşmaya devam edip oy kazanmak uğruna ırkçı, göçmen ve İslam karşıtı politikalarını sürdürürlerse, Avrupa`da Neo Nazi eylemlerin, ırkçı ve aşırı sağcı retoriğin artmasına ve aynı zamanda devletin kurumlarının da bu tür ırkçı eylemlere karışmasına şaşmamak lazım. En başta söylediğimiz gibi; insanlık tarihi soykırımlarla ve çatışmalarla dolu, fakat biraz realist değil de idealist bir bakış açısıyla olaylara yaklaştığımız zaman değişim her zaman olasıdır…

R e f e r a ns l a r 1. “ About Nazism”, http://www.nazism.net/about/economic_practice/ (Erişim Tarihi: 14 Aralık 2011 ) 2. “ Neo Nazizm”, http://www.martinfrost.ws/htmlfiles/neonazism1.html (Erişim Tarihi: 13 Aralık 2011) 3. Araştırma Dergisi, “Şiddet ve Terör Bağımlısı Bir İdeoloji: Neo­ Nazizm” , ( Aralık 2002 ) http://www.ilmiarastirma.net/?Pg=Detail&Number=7997 (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011 ) 4. Türkiye Avrupa Vakfı, “ Prof. Faruk Şen: Neo Nazi Cinayetlerin Ardında Alman derin devleti var! “, (17 Aralık 2011) “ , http://www.turkiyeavrupavakfi.org/index.php/arastirma­yorum/roportajlar/3137­faruk­sen.html (Erişim Tarihi: 16 Aralık 2011) 5. ADL, “William Pierce” , http://www.adl.org/learn/ext_us/Pierce.asp ( Erişim Tarihi:12 Aralık 2011) 6. “ Neo Nazizm “ , gös. yer 7. CİHAN, “Almanya`nın Nazi Terörü İle İkinci İmtihanı”, (27 Kasım 2011 ), http://www.skyturk.net/haber/almanyanin­nazi­teroru­ile­ikinci­imtihani­ dunya­51230.html ( Erişim Tarihi: 17 Aralık 2011) 8. Kerem Çalışkan, “Mutlu: Neo Nazi cinayetlerine karşı Türk örgütleri ve Türkiye gereken tepkiyi gösteremiyor!” , ( 24 Aralık 2011 ) , http://www.euractiv.com.tr/politika­000110/article/mutlu­neo­nazi­cinayetlerine­kar­trk­rgtleri­ve­trkiye­gereken­tepkiyi­gsteremiyor­022584 (Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011 ) 9. Bilal Koçak, 88 Kişilik Ölüm Listesinde O`nun da Adı Var , ( 12 Aralık 2011 ) , http://www.ekovitrin.com/index.php/nazilerin­olum­listesindeki­turk­ profosor­ekovitrin%E2%80%99e­konustu/ (Görüşme) (Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011 ) 10. Cem Dalaman, “Berlin Hükümeti NPD `yi Kapatmak İstiyor “ , (9 Aralık 2011 ), http://www.voanews.com/turkish/news/Berlin­Hukumeti­NDyi­ Kapatmak­stiyor­135328603.html ( Erişim Tarihi: 12 Aralık 2011 ) 11. Dr. Doğu Perinçek, “Federal Almanya`da Neo­ Nazi Sosyalist Rayh Partisinin (SRP) Yasaklanması”, https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:1svoMjVji7MJ:dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/38/333/3388.pdf+SRP+Almanya&hl=tr&gl=tr&pid=bl&srcid=A DGEESglfz3CzKwn3EvmyJpjPpHF6W85dOE54hOCiZdd0Uc5cx8IZpKglARNqHymL­ K_NSh56Tzz88UcGISyjRkkxabIfWiQXZ1Ug8RfAGROZNQSZ_kScyn2IzMzYZ0dIv0z9KAkQxSn&sig=AHIEtbRyixVXN9kHuYe4mjbH­MMGoF_q4g ( Erişim Tarihi: 18 Aralık 2011 ) 12. Ayhan Şimşek, “ Soruşturmayı İstihbaratçılara Bırakamayız “ ,( 23 Aralık 2011 ), http://www.dw­ world.de/dw/article/0,,15607842,00.html?maca=tur­rss­tur­all­1495­rdf&fb_source=message ( Erişim Tarihi: 14 Aralık 2011 ) 13. Haydar Gölbaşı ve Ayhan Dever, “ Medeniyetler Çatışması Teorisi ve Dinler Çatışması “ ‘Kendini Gerçekleştiren Kehanet ‘ , (2007 ) , http://www.arastirmax.com/taxonomy/term/12933 ( Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011 ) 14. Fatma Yılmaz Elmas ve Mustafa Kutlay, Avrupa`yı Bekleyen Tehlike: Aşırı Sağın Yükselişi, ( Temmuz 2011 ) http://www.usak.org.tr//dosyalar/rapor/tqG71B6oQlrPg4CBoIK4BxjEdNrNu5.pdf (Erişim Tarihi: 16 Aralık 2011 ) 15. Sabah Gazetesi, Avrupa `da Terör Paniği, (24 Temmuz 2011) http://www.sabah.com.tr/Dunya/2011/07/24/avrupada­teror­panigi?paging=1,2 ( Erişim Tarihi: 15 Aralık 2011 ) 16. Özlem Hançer, Avrupa`da Aşırı Sağın Yükselişi ve Nedenler Üzerine Bir İnceleme: Fransa ve Almanya , (2005 ) , http://acikarsiv.ankara.edu.tr/fulltext/2640.pdf ( Erişim Tarihi: 14 Aralık 2011 ) 17. Fatma Yılmaz Elmas ve Mustafa Kutlay, gös. yer 18. gös. yer


(eda.kayadibinlioglu@gmail.com)  Martin Heidegger’in ölümü (26 Eylül 1976, Almanya), 1966’da politik geçmişi üzerine yapılmasını kabul ettiği bir röportajın gün yüzüne çıkartılmasının habercisiydi. Der Spiegel dergisine verdiği röportajın (Profesör Heidegger, 1933'te Neler Oldu?), Heidegger hakkındaki tartışmalara ne kadar son verebileceği merak konusu olmuştu.

Röportajda Heidegger Nasyonal Sosyalizm'le ilişkisini iki şekilde savunmuştu: İlk olarak, ona göre, üniversiteyi (ve genel olarak bilimi) politikleşmekten ve sonuç olarak Nazi yönetiminin idaresi altına girmekten korumanın başka bir yolu yoktu. İkincisi, Nazi hareketinde "yeni bir ulusal ve toplumsal yaklaşımın" yolunu bulmaya yardım edebilecek bir "uyanış" görmüş ama daha 1934'te bu düşüncesini değiştirmişti. Her zaman bizi ikileme düşüren Heidegger, ölümünden sonra net birkaç açıklama bırakmıştı. Ancak ne kadar röportajından onun aidiyeti, felsefesi, politik düşünceleri hakkında birkaç fikre sahip olabilsek de Heidegger, anlaşılmakta zorlanılan, karmaşık yapısını korumaya devam edecektir. Heidegger’in nadir anlamda önemli bir düşünür olduğu hatta 20.yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olduğu kabul edilirse buna bir ‘olgu’ diyebiliriz. Diğer yandan Heidegger’in 1930’larda nasyonal sosyalizme yöneldiği de bir ‘olgu’dur. Bu iki olgu hakkındaki tüm düşünceler birbiriyle olduğu kadar kendi içinde de tartışmalıdır. İlk olarak Heidegger’in Nazizm’i hakkında birkaç yaklaşımı şöyle sıralayabiliriz: Heidegger’in Nazizm’i onun felsefesini mi izler? Felsefesi, felsefe öncesi ‘politik’ düşünceler üzerine mi temellendirilmiştir? Son yaklaşımının tam tersi, bu düşüncelerden mi etkilenmiştir? Bu sorulara belki de yanıt olması beklenen açıklamalar Victor Farias (Heidegger’in öğrencisi )’tan 1987’de gelmiştir. Kamuya açık bu yaygın tartışmalar birçok iddiayı da beraberinden getirmiştir. Heidegger, gerçekte apolitik bir bireydi; bir nevi kendi eylemlerinin politik öneminin farkında değildi ya da tam tersine apaçık Nazi’ydi. Nazizim’le kısa bir süre ilgilendi. Sonuna kadar Nazi olarak kaldı ancak sonradan bunun üstünü örttü. Hırslı bir politik profesör olarak, Jaspers’in inandığı gibi Alman akademisinde iktidar olmaları için ‘liderlere kılavuzluk yapmaya’ çalıştı. “1930’lar bağlamında Nazizm,2e bağlanmak çok kötü bir şey değildi, bu nedenle affedilmelidir”. şeklinde iddialar ortaya atılmış ve herkesçe farklı şekillerde kabul görmüştür. Heidegger ve Hümanizm Hakkında Birkaç Nokta Heidegger’in Nasyonel Sosyalizm’e dönüşünü, Derrida’nın yakın meslektaşı Lacoue­Labarthe’ın savunduğu gibi Nazizm’in bir hümanizm olduğu temeline dayanan

düşüncesi doğrultusunda ortaya çıkmamıştır. Öyle geliyor ki, tersine, Nazizm Batı hümanist geleneğinde hümanist olan her şeyi reddetmeye çalışmıştır. Bu çatışma bundan otuz kırk yıl önce başlamış olmasına rağmen güncel bir konudan bahsetmek gerekirse buna benzer bir karmaşayı ünlü Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier’in ‘Hitler’i anladığı’nı dile getirdiği açıklamasında görebiliriz. Lars Von Trier filmlerine baktığımızda dünyanın neredeyse tamamında tartışmasız kabul gören, demokrasi, iyi niyet, hoşgörü, özgürlük, kendini yönetme hakkını da içeren değerler bütünü açısından bakıldığında oldukça kötümser, karamsar bir dünya görüşünü ifade ettiği söylenebilir. Ama bunun aynı zamanda hümanist bir bakış olarak da görebiliriz: insanı her türlü değerden çıplak, pragmatik bir hayvan olarak gören, o şekilde kabullenen bir bakış, aynı Nietzsche’nin hümanizmi gibi. Trier’in filmlerinde çizdiği hümanist, özgürlükçü çizginin eğriliğini kendi sözleriyle tekrar değerlendirdiğimizde bizim için daha açık olabilir. Trier film için der ki ‘Bir film, ayakkabının içine kaçmış bir taşa benzemelidir.’ Bu sözleri aslında kendi filmlerinde işlediği konunun, görünenin arkasındaki olgunun gizliliğinden, eğri duruşundan doğan rahatsızlıktan bahsetmektedir. Bu durum bize biraz önce bahsettiğimiz Heidegger hümanizmini tekrar hatırlatıyor. Heidegger gibi bir filozofla, yönetmen Lars Von Trier’i karşılaştırmam sadece hümanizm konusunda çevredekilerin onları yanlış algıladıkları düşüncesini paylaşıyor olmalarından geliyor. Heidegger de Trier de başta savundukları şeylerin yanlışlığını gördükleri için ya da kamuoyundaki baskılardan dolayı sonrasında onlardan vazgeçmişlerdir. Heidegger hümanizmine geri dönecek olursak Heidegger’in duruşu en genel anlamda varlığa yöneldiği için ‘anti­hümanist’tir. Fransa’da ise Heidegger, yaygın bir yanlış anlaşılma sonucunda ‘hümanist’ olarak algılanmıştır. Bunun bir nedeni de bağlamsal bir yaklaşımla politika ve Heidegger’i ele alırken uzun yıllar tarihsel kayıtların yeterince kullanılmaması olmuştur. Başlıca örneklerden biri Heidegger’in öğrencilerinin Nazizm konusunda O’nun eşini suçlamaları, diğer taraftan da Heidegger’in Nazizm’e bağlılığını reddetmeleridir. Hâlbuki, Heidegger’in eşine yazdığı mektuplardan anlaşılmaktadır ki Nazizm’in ortaya çıkışından önce kendisi açıkça ırkçı görüşleri savunmuştur. Bu da Hitler iktidara gelmeden önce Heidegger’in koyu muhafazakâr ‘politik’ görüşlerinin varlığını destekler. Heidegger, önemli bir filozof olsa da kendi tarihsel zamanına aitti ve böylece mekânın bir ürünüydü. Peki, içinde bulunduğu bu durumda 1930’larda verdiği ders dizisine bakacak olursak kendi nasyonal sosyalizmini doğrulayacak bir felsefi yol izlemiş miydi? Bir doğrulamaya gitmiş miydi? Bunu yapmış olmasıysa muhtemel.

57


(gnsgkgz@hotmail.com) İsrail, nasıl desem, çocukluğumdan beri gözümün önüne kışla gibi gelen ülke. Sanki tüm insanları sokaklarında silahlarla geziyor ve kendilerinden başka kimseyi sevmiyorlar. Biraz da böyle yansıtıldı bize. Orta Doğu’nun göbeğinde, bir sürü Arap ülkesinin arasına kurulmuş, 27.000 km karelik, küçük ama herkesin bildiği topraklar… 

58

İsrail; karmaşaları, çeşitliliği, çirkinlikleri ve güzellikleriyle hep ilgimi çekmişti zaten ama 2011 yazındaki iki aylık İsrail maceram, bana bambaşka bir bakış açısı kazandırdı. Gazze şeridinden bildiren Hariciye muhabiri olsaydım, bu yazı daha fazla dikkat çekerdi sanırım ama bir kere de İsrail’e Arap­ Yahudi çatışmalarından bağımsız bir açıdan hep beraber bakalım istedim. Görünürdeki tek dertleri; one minute, Marmara, aman Aşdod’a roket atıldı, Gazze’ye girdik ,Gilad Şalit, Kudüs’te bomba patladı, İran bizden nefret ediyor, biz de İran’dan nefret ediyoruz vs. olan İsraillilerin bu yaz bambaşka bir gündemi vardı. Temmuz ayı civarında, ilaç ve cottage peyniri fiyatlarının yüksekliğiyle yükselen sesler, protestocu bir grubun barınma fiyatlarının aşırı artmasına bir tepki göstermeye karar vermesiyle organize olmuş bir eylemle patlak verdi. Merkez Tel Aviv ve Kudüs olmak üzere diğer şehirlerde de kendini gösteren, Netanyahu hükümetine karşı geniş çaplı bir protesto başladı. İsrailliler, Arap baharından mı etkilendi bilinmez ama kendilerince çok geçerli sebepleri vardı. Emsalleri gibi amaç hükümeti devirmek değildi. Protesto alanında tanıştığım Gadi’ye ve bir çok protestocuya göre her şeyi değiştirmek mümkün olmasa da, bir şeyi değiştirmek bile eylemlerinin başarıya ulaştığı anlamına gelecekti. Sıcak bir temmuz günü Lut Gölü’nün kıyısından Kudüs’e geçtim; aylak aylak dolaşırken, bir sürü çadırın kurulu olduğu Bağımsızlık Parkı’nı gördüm. Çadırlar ve Amerikan bezlerine yazılı sloganlar bana bizim Tekel işçilerinin eylemlerini hatırlattıysa da kıyasla daha az organize göründüler. Aralarına girdim ve insanlarla konuşmaya başladım. Zaten canları

burunlarında olan bu insanlar tarafından terslenmemek adına onlara Türkiye’deki üniversitemde uluslararası aktivizm üzerine bir tez yazmakta olduğumu, bu yüzden onlarla biraz zaman geçirmek istediğimi söyledim. İnsanlara, “neden buradasınız” diye sorduğumda, kimisi ciddi ciddi ve uzun uzun cevap veriyor; kimisiyse “çünkü İsrail çok pahalı” deyip kestirip atıyordu. Eylemin tahmin edilen, pahalılık, işsizlik ya da düşük ücretler gibi evrensel sebeplerinin dışında ki bunlar ana sebepler olsa da, bahsetmek istediğim sadece İsrail’e özgü nedenleri var. Bunlardan bir tanesi, ülkedeki Ortodoks Yahudiler meselesi. Bunlar tahmin edilenin aksine, küçük bir topluluk değiller. Bu insanlar, protestocular ve halkın büyük bir kesimi tarafından parazit olarak görülüyor çünkü bunlar hiçbir işte çalışmadıkları gibi geçimlerini de geri kalan vatandaşların ödedikleri vergilerden sağlıyorlar. Tek işleri, tüm gün kendi dinlerine özgü medrese tarzı yerlerde dini ilimler öğrenmek. Kısacası, devlet, Ortodoksları halktan topladığı vergilerle besliyor. İşin ilginç yanı, yıllardır herkes bu duruma rıza göstermiş durumda. Arada bir seslerini çıkaranlar olursa onlar da susturuluyor. Kimisi bunlar İsrail’in kültürel dokusunu korudukları düşüncesiyle, beslenmesi gereken bir unsur olarak görürken, diğer bir grup parazit olduklarını söylüyor ama protestocuların bile Ortadokslar meselesini eylemin ana sebeplerinden biri olarak göstermeye cesareti yok. Ortadoksların liderleri eyleme karşı ancak onlarca Ortodoks eylem alanını ziyaret edip, protestocularla konuşuyor. İsrail’de silahlı kuvvetlere giden para da apayrı ve bana hayli ilginç gelen bir mevzu ancak bu konu hakkında sorular sorduğumda, inanamadığım cevaplar alıyor ve şok oluyorum. Halkın vergilerinin %50’ye yakını savunma harcamalarına gitse ve bu halkın refah düzeyini çok ciddi oranda etkilese de protestocular, bu konunun eylemlerinin kapsamına girmediğini söylüyorlar. İsraillilerin hepsi bu konuda tek yürek olmuş gibi, hepsi “her şey bir yana, ülkenin güvenliği bir yana” anlayışı içerisinde ve bu kadar


düşman komşunun arasında ülkeyi ayakta tutabilmek için askeriyeye verdikleri her bir şekelin (İsrail’in para birimi) değdiğini düşünüyorlar. Ayrıca erkekler için üç yıl, bayanlar için iki yıl olan zorunlu askeri hizmet konusunda itirazı olan hiç kimseye rastlamıyorum. Protesto alanında her yaştan ve birçok meslekten insan görüyorum. Çok yaşlı ve çok genç olanlar olmakla beraber yaş ortalamasının 25­30 olduğunu söyleyebilirim. Eylemciler arasında , üniversite öğrencileri, sendika üyesi işçiler ve hatta iş adamları bile bulunuyor. Bazıları sadece Netanyahu hükümetini sevmedikleri için, bazıları ise çok daha çetrefilli nedenleri uğruna burada. Hepsinin protesto ettiği farklı şeyler var; kimisi bilinçli, ne yaptığını biliyor, kimisi ise geçerken uğramış gibi. Çadırlarda iki kızla tanışıyorum. “Neden buradasınız, eylemden beklentileriniz neler?” diye sorduğumda, “Biz Kudüs’e gelmiştik, otele verecek paramız yoktu, o nedenle çadırlı eylem alanında kalıyoruz.” diye cevap veriyorlar. Yani, tüm kalabalık, protestoculardan ibaret değil; böyleleri de var. Bir köşede solcu üniversite öğrencileri bir stant kurmuş, Komünist İsrail Partisi(HADAŞ)’nin üniversite kolu, içinde bulundukları topluluğu “MAAVAK” olarak isimlendirmişler ve geleni geçeni eylem hakkında bilgilendiriyorlar. Standın başındaki gençle konuşmaya başlıyorum, yaklaşık 45 dakika hiç ara vermeden konuştuğu için başım ağrısa da eylem hakkında en kapsamlı bilgileri ondan alıyorum. Asaf’a : “Sence protesto ne kadar sürecek?” diye sorduğumda, “En geç Eylül’de biter.” diyor ve bana çok tanıdık gelen bir görüş bildiriyor: “Hükümet kendisine yönelik bir tehdit gördüğünde, gündeme farklı bir şey getirir ve hepimize neyi protesto ettiğimizi bile unutturur.” Bu durum bana Türkiye’de ikidebir terör ya da türban meselelerinin patlak vermesini hatırlatıyor. İsrail’de ise gündem HAMAS’ın attığı bir roket ile hızla değişebiliyor ve dikkatler refah düzeyi kaygılarından, hızla, güvenlik problemlerine çekiliyor. Asaf’a “Şu an İsrail halkı için güvenlik mi yoksa ekonomi mi daha önemli?” diye sorduğumda bana “İnsanlara bunu iki ay önce sormuş olsaydın, herkes “güvenlik” derdi, ama şimdi durumun farklı olduğunu düşünüyorum.” diyor. Tabi bu ülkede iki ay sonra da ne olacağı belli değil diye aklımdan geçiriyorum… Asaf’ın yanına bir anda üniversiteli arkadaşı geliyor ve tek bir ses duymaktan sıkılmış olan ben, hemen Lior ile tanışıyorum ve ona ülkede polisin protestoculara şiddet uygulayıp uygulamadığını soruyorum. Lior “Hayır.” diyor. Polisin protestoya karşı olan tutumuyla

alakalı oldukça ilginç şeyler öğreniyorum. Tüm hizmet sektörlerinde olduğu gibi, İsrail’de polis teşkilatının maaşları da hayli düşük olduğundan, polisin protestoya destek vermesinden çekinen hükümet, eylemin ateşlenmeye başladığı ilk haftada polis maaşlarına zam yapıyor. Bu zam için herhangi bir gerekçe gösterilmemişse de herkes olan bitenin farkında. Duyduklarım, eylemin birilerini gerçekten korkuttuğunu gösteriyor ve İsrail’de bir ilk olan bu kadar ciddi bir sosyal hareketlilik esnasında burada olmanın büyük bir şans olduğunu düşünüyorum. Tüm konuşmaların ve eylemcilerle geçirdiğim zamanın sonunda, duyduğum en çarpıcı görüş, birçok insanın Netanyahu hükümeti için “faşist” tanımlamasını kullanmasıydı. Bu bana, her ülkede olduğu gibi bir ülkenin tüm halkının, bazen azınlıkta bile olsalar, hükümetlerinin eylemlerinden sorumlu tutulmaması gerektiğini İsrail örneğinde de gösterdi. Eylemin neticesi ne mi oldu? Her şey sonuçlandığında artık orada değildim ama iletişimde olduğum eylemcilerin ve medyanın söylediklerinden çıkardığım kadarıyla, cottage peyniri ve beraberinde birçok ürünün fiyatı düşüverdi; ihtiyacı olan birçok üniversite öğrencisine burs sağlandı ve daha eylemin başında, en azından polisin maaşı arttı. Eylül ayında Asaf’ın öngördüğü gibi, İsrail­ Türkiye gerginliğinin tavan yapmasıyla protestolar bir anda gündemden düştü, çadırlar dağıldı, okullar açıldı, herkes her zamanki hayatına dönüverdi. İsrail hükümeti bir kez daha ortak düşman yaratarak, tüm muhalif sesleri kısmayı başardı. Ne olursa olsun, bu eylem, İsrail içinde, mevcut hükümetin ve bu hükümetin tavırlarının karşısında duran bir topluluk olduğunu göstermesi bakımından önemli bir sosyal olaydır.

59


(mugebakioglu@gmail.com)

Dogville, Lars von Trier’in 2003 yılında önümüze koyduğu, birçok eleştirmeni ve akademisyeni peşinden sürüklediği, titizlikle işlenmiş bir film ama daha da önemlisi üzerine yazıp çizmek için harika bir kaynak. Filme geçmeden önce Lars von Trier’den bahsedelim. Kendisi 1956 doğumlu, Danimarkalı bir yönetmen. Eğitimini Danish Film School’da tamamladıktan sonra, ilk eseri Forbrydelsens Element ile 1984 yılında sinemaseverlerle buluşmuş ve adından da bir hayli söz ettirmişti. 1991’de vizyona giren Europa Trier’in sinema dünyasına adını altın harflerle yazdıracağının kanıtı oldu ve ilk gösteriminin yapıldığı yer olan Cannes Film Festivali’nde Özel Jüri Ödülü gibi birçok ödülü almaya hak kazandı. İnsan duygu ve zekâsıyla oynamakta o denli ustalaştı ki Breaking the Waves filminde tam anlamıyla bir sıçrama yaşadı. Bu başarısı onun bir sonraki filmi Dancer in the Dark’a da yansıdı ve müzik dünyasından yakinen tanıdığımız Björk’un olağanüstü performansıyla birleşince akıllardan çıkmayan bir melodram sinemaseverlerle buluştu. 

60

D o g v i l l e 3 … 2 … 1 … S a h ne ! Dogville, neredeyse unutulmuş, kendi halinde yaşayan, sıkıcı mı sıkıcı bir Amerikan kasabasıdır. Bir gece

saklanacak yer arayan Grace (Nicole Kidman) şehre gelir ve kendini kasaba insanlarının ahlaki güçlenmesine adamış Tom Edison (Paul Bettany) ile tanışır. Tom, tüm kasabayı Grace’in orada saklanması için ikna eder ve Grace ‘iyilikleri’ karşısında tüm kasabaya elinden gelen her türlü yardımı sağlar. Fakat Grace’in esrarengiz gelişi önce kayıp ilanı daha sonra ise başına ödül konduğu haberi ile kasabanın tüm tutumunu değiştirir. Kasabanın sakinleri artık iplerin kendi ellerine geçtiğini fark eder etmez Grace’ten faydalanmaya hatta onu istismar etmeye başlar. Her iyilik gibi her kötülük de karşılıksız kalmayacaktır. İşte tam da bu noktada kasabalıların bilmediği şey, karşılığın Grace’in gerçekten kim olduğu ile bağlantılı olmasıdır. İ m g e l e r D ü ny a s ı Trier Dogville’de ustalıkla, öylesine bir imgeler dünyası yaratmış ki bulmaca parçalarının bir kısmını tebeşirden çizilmiş duvarların altına süpürmüş, bir kısmını kasaba madenin karanlığına gömmüş, kalanını da Musa’nın kulübesinde kemiğinin hemen yanına iliştirmiş; sanki farkında, tüm imgeleri toplayamazsanız aklınızla dilediğince oynamaya devam edecek. Filmin ilk ipucu başkarakterin isminde, Grace’te saklı. Eski Ahit ve Yeni Ahit’te yer aldığı gibi Grace ‘Lütuf’ veya diğer bir anlamıyla ‘Merhamet, hem Musevi hem de Hıristiyan teolojisinin ana kavramlarından biridir. Anlama içkin olarak, vermenin üstünlük olduğu düşünülse de hiyerarşik ilişkiler bütünü değildir Grace. Aksine diyalektik bir temeli vardır; vermede cömertliğe, alma da ise minnettarlığa dayanır. Filmde bu ilişki ilk olarak Tom ve Grace arasında karşımıza çıkar. Grace kendini, tam da gökten düşmüşçesine, Tom’un vaaz için aradığı canlı örnek olarak ona sunarken, Tom ise Grace’e ihtiyacı olan sığınağı,


kasabada kalma imkânını sunar. Kasabanın onu saklama yardımı, Grace’in her gün daha da artan yardımlarıyla karşılık bulur. Fakat para ödülünün duyulmasıyla birlikte ilişkinin yönü değişir ve karşılıklı olmaktan uzaklaşır. İnsan doğası ve tabii ki psikolojisinin dönüşümü ile kasabalılar iyiliklerinin ne kadar ‘yüce’ ve ‘her şeye bedel’ olduğunu savlar. Doğal olarak durumu bir meşruiyet zeminine oturtmak gerekeceğinden, dönüşüm Grace’e de yansır; ismi anlamını yitirir; Grace’ten Dis­Grace’e geçer ve tüm kasabanın gözünde utanç kaynağı haline getirilir. Von Trier durumu şöyle açıklıyor: Eğer başkalarına kendini bir hediye olarak sunarsan, işte o zaman bu tehlikelidir ve kasabalıların Grace’e olan tutumlarının arkasında da bu fikir yatar. Bu fikrin verdiği iktidar ise bireysel yozlaşma yaratır. Film Hıristiyan düşüncenin eleştirilerine bir hayli yer verdiğinden Patristik dönemin önde gelenlerinden St. Agustine’in izlerine rastlamak da mümkün. St. Agustine’in düşünce bütününde akıl ve iman kavramları özel bir yer tutar. Ona göre; iman, insanı hakikatin bilgisine yönlendirir; akıldan önce gelir fakat aklı yadsımaz. Akıl ise içgüdülere değil, çıkarımlara bağlıdır; imanı tamamlar çünkü iman edebilmek için anlamak gerekir. St. Agustine’in kendi sözleriyle; iman, doğası gereği, görünmeyen, duyu organlarıyla kavranamayan bir şeye karşı duyulan inançtır. Filozof; “Bizler arkadaşlardan gelen kimi iyilikleri kavrayamayabiliriz ama varlığından kuşku da duymayız.” der ve film tam da bunun ikilemin ortasında cereyan eder; ilişkiler içerisinde gerçekten ‘iyilik’ var mı, genel bir ‘iyilik’ tanımı var mıdır, iyiliğin göreceliliği nasıl değerlendirilir. Filozof iman üzerine olan düşüncelerini ise şöyle sonlandırıyor: “Vahşi hayvanlar gibi yaşamadığı sürece hiçbir insan imandan vazgeçmez.” O zaman bizler de şunu düşünmeden edemeyiz; insanın doğasına ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye atıfta bulunmasak da insanın içinde vahşi bir hayvanın yaşadığını yadsıyoruz. Bazen seküler temellere dayanan etik bazen dini temellere dayalı bir ahlakçılık ile baskı altına aldığımız id hala bizimledir ve kendini tatmin için meşruiyet arar ve üst benlik ile arasındaki çatışma asla bitmez. St. Agustine’in diğer önemli bir kavramı da iktidardır. Ona göre cennetten atıldıktan sonra insan birçok arzu ile donatılmıştır, bu arzular toplumsal hayatı yönlendirir. Bunun bir sonucu olarak, en belirgin arzulardan biri olan yönetme ve hükmetme arzusu o kadar fazladır ki başkaları üzerinde hak iddia etmeyi,

özgürlük kısıtlamayı sonunda ise köleleştirmeyi getirmiştir. St.Agustine’in sözleri ile “… (kutsal metinde)kölelik kurumundan, ancak bir cezalandırma biçimi olarak söz edilmiştir, yoksa köleliğin kökleri doğada/tanrısal iradede bulunmamaktadır”. Oysa filmin ilerleyen sahnelerinde kasabalıların Grace üzerinde uyguladıkları kölelik, önce cezadan sonra ‘vermenin yüceliği’ duygusu ile ego tatmininden çıkar ve insanın içindeki vahşi yanının dışa vurumu halini alır. Filmde Hıristiyan düşünce bütünü o kadar net verilmiştir ki, Grace Musa’nın (kasabanın köpeği) kemiğini açıklıktan çaldığı için kendini aç bırakarak cezalandırır. Ahlaki değerlere bağlılığı ile tanıdığımız Tom, bir yandan ‘vermenin yüceliği’ hissini tatmin etmek için ahlaki yanı bir kenara itip, yemeği Grace’e bağışlar; bir yanda da yaptığı bu iyiliğin elbette karşılıksız olmayacağına vurgu yapar. Her türlü gelişme Grace’in gönderilmesi meselesini açsa da, Tom tek başına üstlendiği görevi yerine getirebilmek için iyiliğinin arkasında durur, zaten iyiliğinde içten olan tek kişi de odur. Niyeti genel normlarda ‘iyilik’ olarak tanımlansa da amacı iyilik yapmak değil, amacını gerçekleştirmektir. Yani seyircinin ahlaki çıkarımından farklı olarak amaç ve araç tesadüfî olarak ‘iyidir’. Tom’un ulaşmak istediği şey ise ‘evrensel doğru’, toplumun ‘genel iyi’sidir. Grace’in varlığı, toplumun sosyal hatta ekonomik olarak bu doğruları kabul etmesinin tek yoludur. Grace tüm istismarın sonunda Tom’un göremediği, Dogville’in gerçek problemini çözer. Spoiler’a mahal vermemek için problem ve çözümü saklı tutmak zorunda hissetmeme rağmen küçük bir tüyo verebilirim. Grace’in çözümü “dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek” olsa da ‘evrensel iyi’ söylemlerine dayanmaz. Fakat tüm dünyayı Grace’in gözünden görmeye başladığınız andan itibaren ki burada yönetmen çok iyi bir iş çıkarmış, bulduğu çözüm sizin ‘iyi’ anlayışınıza denk düşer ve Grace sizin intikamınızı alır. Filmde keşfedilecek daha birçok imge var ki ben bunlardan yalnızca birini sizin için başlığıma iliştirdim. Eğer yakın zamanda kendime de vakit ayrılmalıyım derseniz beni hatırlayın, kendinize güzel bir kahve yapın ve filmin tadını çıkarın.

61


(ccakir@windowslive.com) 1 . A ş k z a t en ç a l a m a d ı ğ ı m ı z ş ey l er i ç i n v a r . On dört, on beş yıl önce çekilmiş bir fotoğraf var şu an elimde. Fenerin altındayız, çocuğundan ihtiyarına, sekiz kişi. Benden önce uyanmış sabah. Kalktığımda yoktu. Gece o uyurken yazıp yanına bıraktığım not da yok, almış demek ki giderken, iyi. O da bana bu fotoğrafı bırakmış işte. En önde dikilen, o. Çocuk daha. Fotoğraftakiyle dün akşamki gölgeli yüzü düşündükçe ne kadar büyüdüğünü, değiştiğini fark ediyorum şimdi. Ya ne olacaktı... “Nasıl tanıyamadım onu dün gece” demiyorum bu yüzden. Tanımam mümkün değildi, keşke olsaydı. Kendime bakıyorum da fotoğrafta, ben bile değişmişim biraz. Ama tanınmayacak kadar değil belli ki. Tanıyıp bu fotoğrafı bıraktığını göre... Fotoğrafın arkasına da el yazısıyla, aramızdaki gençlerin o zamanlar uydurduğu ve ara sıra söyledikleri şarkılardan birinin sözleri not düşülmüş. Belki de daha bu sabah yazdı.

62

"Çalalım, çünkü ihtiyacımız var. Çalalım, bir tek aşıklar çalmıyorlar. Aşk zaten çalamadığımız şeyler için var. Çalalım, biz de, mutlu olana kadar.” 2 . B a z ı ş ey l er e k a r ş ı g el m ek m ü m k ü n d eğ i l d i r . Umudum da zamanım da git gide azalıyordu. Yine de boşvermemeli, en yakın meydana atmalıydım kendimi. Burada bir şeyler denk getirmem çok zordu. Meydanda ise kalabalık hem ihtimalleri artıracak, hem de kolayca gizlenebilmemi sağlayacaktı. O an en çabuk varabileceğim, şehrin kuzey meydanıydı. Birinden de saati öğrensem iyi olurdu, sorayım diye düşündüm ama vazgeçtim. Bütün gün uyuz uyuz dolanıp durmuştum zaten. Artık her halukarda acele etmeliydim. Hiçbir şey bulamayacak ve bugün de eli boş dönecek olsam bile, ne önemi vardı ki. Saati görürdüm en azından ve dönüşümü bari ona göre ayarlayabilirdim böylece. Kestirme ara sokakları kullanarak hızlıca yürümeye başladım. Ama, meydana yaklaştıkça, aslında bu şekilde işimin büsbütün zor bir hal alacağı düşüncesi geldi oturdu aklıma. Şüphesiz ihtimaller artacaktı; gizlenmem, izimi kaybettirmem de kolaylaşacaktı. Ancak bunların yanında o koca kalabalığın içinden kimi gözüme kestireceğime karar vermek de o kadar zorlaşacaktı. Kalabalığın git gide yaklaşan uğultusu her an daha da fazla daraltıyordu içimi. Bu sıkıntı o kadar ağırlaştı ki, meydana vardığımda çoktan vazgeçmiştim, diyebilirim. Sadece saate bakmaya gelmişim gibi, ortadaki kuleye yürüdüm. Kulenin önünde durduğumda feci bir ter boşandı vücudumdan. Gözlerimi yakan güneş, kulenin ardında kalana kadar döndüm kulenin etrafında. Gölgedeydim şimdi. Saate baktım, beşe on vardı ve bu bir saatten de az zamanım kaldı demekti. Bir süredir, şehrin ta öte ucunda, kışlanın biraz arkasında kalan bir bahçede buluşuyorduk diğerleriyle. Buraya epey uzaktı. Yorulmuştum da. Yavaş yavaş yürümeye başlasam ancak varırdım. İçimdeki yılgınlığı bastırmaya çalışıyordum ki, kenarda bir bankta oturan genç kadını ve sarışın küçük kızını gördüm. Söylemiştim, onları görmesem ben çoktan vazgeçmiştim bu işten. Ama gördüm. Kız minik avuçlarıyla annesinin gözlerini kapatıyor, annesiyse kızın yapacağı şeye izin vermeyip burnundan hızlıca öpüyordu onu. Küçük kız buna hem gülüyor, hem de * Bu yazı 15/10/2011 tarihinde www.okunakli.com adresinde yayımlanmıştır.


istediği şeyi yapamadığı için olacak, kızgın bir bakış takınmaktan da geri kalmıyordu. Birkaç kez daha böyle sürdü bu. Anne de kız da mutluydular. Bir süre daha izledikten sonra yavaşça yaklaştım yanlarına. Bazı şeylere karşı gelmek mümkün değildir. Kız annesinin gözlerini kapattığı sırada fark ettirmeden geçtim yanlarından. Annesi kızı yine burnundan öptüğü sırada ise kalabalığa karışmıştım çoktan. Koşar adım, buluşma yerimize doğru ilerliyordum. Bu kadar kolay oldu işte. Buluşacağımız kışlayı geçip bahçeye vardığımda daha kimsecikler yoktu. Dikkat çekmemek için çevrede biraz dolanmaya karar verdim. Sonra köşedeki fenerin yanından bir elin bana işaret ettiğini görüp o tarafa doğru gittim. Herkes toplanana kadar burada beklemeyi uygun bulmuşlar. Üç kişiydiler. “Nasıl, var mı bir şeyler” diye sordu en büyükleri ­yaşından emin olmamakla birlikte, sanırım benden de birkaç yaş büyüktü. İdare eder, dedim. “Saat kaç oldu, nerde kaldı ötekiler” diye söylenerek yola baktı bu sefer. Beş, on dakika vardı daha. Gelirler, dedim. En küçüğümüz kel, zayıf bir oğlan çocuğuydu. “Bugün kime saati sorsam başını çevirdi, adımlarını hızlandırıp yanımdan geçti gitti” dedi. “Olur öyle, dert etme” deyip susturdu onu, o ana kadar hiç konuşmayan üçüncü. Az sonra ötekiler de bir bir dökülmeye başladı. Sekize tamamlandığımızda bahçedeki yerimizi almak için hareketlendik. Genişçe bir yerdi burası, hem pek gelen giden de olmuyordu. Rahat hareket edebiliyorduk. Gidip köşedeki ağacın dalında sallanan örtüyü alıp yere serdim. Ötekiler sıraya geçmişti bile. Tek tek bırakmaya başladılar getirdiklerini. Bana genelde son sıra kalırdı. Çoğu tercih etmezdi bunu ama, ben, sıra bana geldiğinde yerdekilere şöyle bir bakmaktan da ayrı bir mutluluk duyardım. O gün de bir sürü şey vardı yerde. Kurmalı bir oyuncak betonun üzerinde dönüyor, ilerliyor, türlü numaralar yapıyor, hemen hemen otuz yaşlarında bir adam da oyuncağın başında dikilmiş, ilk kez böyle bir şey görüyor olmalı, keyifle seyrediyordu oyuncağı. Genç bir adam bir yandan saatine bakıyor, bir yandan caddedeki kalabalığı izliyorken çok uzaklardan görüyordu sevgilisinin yaklaştığını ve yüzü değişiyor, güzelleşmeye başlıyordu. Paraları mı yoktu, neydi, iki adam bir ağacın altına oturmuş, aralarında döndürüp duruyorlardı aynı şarap şişesini. Laf anlatacak birini bulmuş olmanın verdiği iştahla anlatıyor da anlatıyordu yaşlı adam, yolda karşılaştığı eski bir akrabalarının oğluna. Daha genç olanın omzuna eline koymuştu yaşı büyükçe olan kadın, diyordu ki “kimseden korkma kızım, ben senin arkandayım”. Telefonunu açtı yüzü güleç bir oğlan, ikinci lafı, “demin aradılar, kabul edilmişim” oldu. Uzun süredir aradığı kitabı bulduğu için seviniyor, kendi kendine bir şeyler söylüyordu yolda adamın biri. Ben de yere, bunların yanına bıraktım elimdekini. Örtü toplanıp, bohça edildi. İçindekiler karıştırıldıktan sonra tekrar aynı sıraya girip kendi şansımıza düşeni seçmeye başladık. Yine en sondaydım. Payını alan mutlu bir şekilde yoluna gidiyordu. Sıra bana geldiğinde pek bir anlamı kalmıyor çekiliş yapmanın. Örtü yere açıldı ve şans işte, benim getirdiğim şeyin yine bana kaldığını gördüm. Bu beni çok daha mutlu etti. Anneyle kızın mutluluğunu alıp eve doğru yola koyuldum. Daha birkaç adım atmıştım ki aşağı sokaktan, polis geliyor sesleri duyuldu. Ardından da bunu tasdikleyen silah sesleri. Kaçıp bir kuytu buldum ve akşama kadar orada saklandım. Sesler aralıklarla sürdü bütün akşam. Tersine şimşekler çakıyordu beynimde: saklandığımdan kuytuluğa önce içimizdekilerden birinin feryat eden sesi geliyordu; sonra da görüntüsü, yüzü geliyordu gözümün önüne. Eve vardığımda yorunluktan ölüyordum. Mutluluğumdan da eser kalmamıştı. O günden sonra bir daha hiç bir araya gelemedik. Peki neden? Korku mu? Kabullenme mi? Bahane mi arıyorduk yoksa mutsuzluğa? Bilmiyorum. Bugün bile kuşkuluyum bundan. 3 . İ ns a n e n c e s u r h a y v a nd ı r . Karanlık odadaki tek kıpırtı, tülün rüzgarla dolup havalanması, sonra tam eski halini alacakken yeniden şişip odayı bir kez daha doldurmasıydı. Dışarıda ise yağmur akşamdan beri ne duruyor ne de hızlanıyordu. Böyle kıpırdamaksızın süregiden yağmurlar beni de her defasında kendilerine benzetirler; ben de onlar gibi olur, ne yapmam gerektiğine karar verecek gücü bir türlü bulamam kendimde ve işte yine öyle olmuştum. Ara sıra gördüğüm tuhaf rüyalardan memnun bir halde, kanepede öylece yatıyordum. Ne kadar zaman sonraydı bilmiyorum, bazı boğuk sesler bir şeyler fısıldadı, sustu. Fısıldadı, sustu... Kimdi bilmem, biri uzun uzun baktı bana; sanki bir köşe başındaydı, bulanık mı bulanıktı her yer. Bir rüya sonsuzluğu kadar zaman geçtiğinde, karşımda simsiyah bir elbiseyle dikiliyordu bu sefer. Yağmur durmuş ya da

63


hızlanmışçasına, tuhaf bir heyecan sardı bedenimi. Eli yavaşça itti pencereyi ve içindeki koca soluğu verdikçe eski halini almaya başladı tül. Gerçek miydi bunlar, rüya mı? Onu ilk gördüğüm anki heyecanım sanki bir tür endişeye, hatta bir korkuya mı dönüşmüştü? Başucumdaki sehpaya uzanıp gözlüklerimi aldım ve usulca taktım. Gerçekti ve yanılmıyorsam bir elbise değil, yağmurluktu üzerindeki. Peki ama, üzerinde bu siyah yağmurlukla penceremin önünde dikilen yabancı da kimdi? Korktuğum şey, evimde bir yabancının olması değildi, asla; bana ürkütücü gelen şey, koskoca bir insan olmanın dahi, kişiyi dünyada hâlâ bir şeylere yabancı olmaktan kurtaramadığı gerçeği idi. Bence de saçma. Ama insan en cesur hayvandır, değil mi! Doğrulup sırtımı kanepenin kolçağına yasladım. İşte ilk o zaman dönüp bana baktı o da, irkildi. O ana kadar fark etmemiş meğerse dibinde yattığımı. Yalvaran, titreyen bir sesle: “Ben sizden bir şey çalmaya gelmedim, ne olur vermeyin beni.” dedi. Hırsız değildi demek ki... Evimin önündeki sokak lambası sadece burnunu aydınlatıyordu. Parlak burnuyla, ürkek ürkek, bir bana bir pencereden aşağıya bakmayı sürdürüyordu. Sesler yükselmeye başlayınca ben de kanepeden doğrulup dışarı baktım. Biri don paça olmak üzere, birtakım adamlar, yaptıkları saçmalıklara bakılırsa, sanırım benim göremediğim bazı kötü ruhları falan kışkışlıyorlardı. Olan biteni dikkatlice izlerken bir yandan da şunu sordum ona: “Neden arıyorlar seni?” İlkin biraz kemküm etse de sonradan itiraf etti: “Ben üst katınızdaki eve gelmiştim.”

64

Yani, hırsızdı... Ben de merak ediyordum, ne zaman hırsız girecek eve diye. Zira hangi odada yatıyorsam oranın penceresi açıktır; yaz kış fark etmez. Sadece ayağıma da olsa, bir parça esinti gelmesi gerekiyor rahatça uyuyabilmem için. Gerçi evime hırsız girmiş de sayılmazdı, dediğine bakılırsa uğramak zorunda kalmıştı. “Bir şey mi dediniz?” diye sordu. “Yok, kendi kendime konuşuyordum.. Ee, uyandı mı adam? Nasıl yakalandın?” “Uyumuyordu ki. Ayıptır söylemesi, kadın da uyumuyordu.” Birbirimize bakıp gülüştük. “Bir şey alabildin mi bari?” “Ben bu işten haz alıyorum.” Bunu sadece havalı bir cevap sanmıştım o an. Nasıl da yanılmışım. Kalkıp, kanepeye çarşaf niyetine serdiğim örtüyü topladım. “Ben bir çay koyayım madem. Sen bir süre daha buradasın anlaşılan.” deyip mutfağa yöneldim, tam yanından geçiyordum ki geriye doğru birkaç adım attığını ve sırtını pencereye yasladığını fark ettim. “Korkma, insan en cesur hayvandır” deyip mutfağa geçtim. Döndüğümde kanepeye oturmuş bir şeyler yapıyordu. Yaptığı şeyi bana uzattı sonra. “İçer misin?” Şekilsiz bir sigaraydı elindeki. “Sarma mı” diye sordum. “Evet, eski bafranın muadili gibi bir şey” dedi. Aldım. Bir tane de kendisine sarmaya başladı. Kolları kıpırdadıkça yağmurluğu hışırdayıp duruyordu. Büyük ihtimalle bu ses yüzünden yakalanmış ve hiçbir şey çalamadan fark edilmiştir, diye düşünüp “Çıkar da rahatça otur” dedim. Çayı demlemek için tekrar mutfağa gittiğimde ise apartmandan bazı sesler geldiğini duydum. Mutfak penceresine yaklaşıp tekrar bir göz attım dışarı, kimse yoktu. Hiç beklemediğim bir şey oldu o sırada; zil çaldı. Hızlıca içeri gittim. Yağmurluğunu giymeye çalışıyordu. Tuttum, “Dur giyme” dedim. Örtüyü tekrar serdim kanepeye ve yatmasını, uyuyor gibi yapmasını söyledim. İnsan ne cesur hayvan. Sonra da gidip kapıyı açtım. “Sen hâlâ uyuyor musun” diye bağrışan bir sürü adam evin karanlığına doluştu. Ben onları durdurasıya, “susun


yahu, uyuyan var içerde” diyesiye, onlar içeride uyuyor taklidi yapan şüphelinin başına gelmiş ve karanlıkta birbirlerini dürtmeye başlamışlardı bile. Deminki umursamaz bağırışlar da fısıltıya dönüşmüştü içeride. “Kim bu?” “Misafir.” “Ne misafiri?” “Ne misafiri olabilir?” “Ne misafiri olmalıdır?” “Memleketten tabii ki.” “Onu bırak da, sen sesleri duymuyor musun be adam?” “Hangi sesleri?” “İsmail beylerin evine hırsız girdi.” İsmail bey bunu tasdikler bir edayla, don paça, hemen yanındaki sandalyeye çöktü, eliyle alnını sıvazlamaya başladı. Akabinde öteki komşular da kendilerine uygun birer yer bulup oturdular. İsmail beylerin evine giren hırsız ise onlara arkasını dönmüş, uyuyordu güya. Ne kadar cesurca bir hareket. Ayrıca, kime niyet kime kısmet işte ­ya da kimlere, demeli­, hırsıza demlediğim çayı gidip onlara paylaştırdım. Döndüğümde birer de sigara yakmışlardı. “Sarmaya mı başladın?” “Benim değil. Misafirimin. Bitirmeseydiniz.” Uzun süredir böylesine bir koğuş havası solumamıştım. Sigara dumanı, karanlıkta fısıldaşmalar ve çay höpürtüleri. Ve tabii ki sorular: Neden gelmiş? Nereden geliyor? Ne kadar kalacak? Neyle gelmiş? Tam olarak neyin oluyordu, yeğenin mi? Önce tütün paketini kurtardım, sonra da bütün bu tartışmaları bitirmek adına “iş bulana kadar birkaç gün bende kalacak, o kadar” dedim. Sustular. Çayları bittiğinde, İsmail bey ayağa kalkıp fısıldadı: “Çaylarımız bittiğine göre, mahalleyi son bir kez daha kolaçan edip dağılabiliriz arkadaşlar. Hem gencin uykusunu da piç etmemiş oluruz böylece.” Silüetler halinde odayı boşalttılar. İsmail beyi göremedim aralarında. Ayakkabılar giyilirken daha dikkatlice baktım, atletli mağdur yine yoktu ortalarda. Sonra adam kümesi içinden sesi geldi İsmail beyin. “Yağmurluğu aldım bu gecelik. Yarın genci bana yolla da hem yağmurluğunu geri alsın, hem de şansa bak ki ben de eleman arıyordum. İyi denk geldi.” Merdivenler inildikçe fısıltılar yine homurtulara dönüşüyordu. Kapıyı kapatıp odaya döndüm: “İyice tuhaflaştı durum. Galiba yarın yeni bir işin olacak. İsmail beyin büyük bir restoranı var. Durumu da fena değil bildiğim kadarıyla. Restoran işinden haz alır mısın bilmiyorum ama, bildiğim şu: En azından yağmurluğunu geri almak için gitmen gerekiyor İsmail beye.” Bütün bunlara sevinmesini bekliyordum, ama sevinmedi. Üzüldü de diyemem, zira herhangi bir tepki vermiyordu. Yaklaştığımda tısırtılar çıkardığını duydum. Eğilip baktığımda da uyuyakaldığına iyice emindim. Nedense şaşırtıcı falan gelmedi bu bana. Normal bir gece değildi ki zaten. Kaldı ki her şeyin bir yağmur kadar normalleşmesi benim için çok daha sıkıntı verici olurdu. Çünkü aynı zamanda hem canlı hem normal olunmaz. Ya da bana öyle geliyor. Gidip kendim için de içerideki yatağı hazırlamadan önce İsmail beyin teklifini ve restoranın adresini bir kağıda yazıp başucuna bıraktım.

65


E r a s m u s ' t a n M ek t u p V a r

Döner Kebap Hause: Tourist Information

66

Cem: Gerilmeyin lütfen ses kaydından dolayı. Rica ediyorum, Serenay sen tecrübelisin lütfen! Serenay: Kayıt cihazı yokmuş gibi davranalım. Mehmet: O değil de şeyi hatırlasanıza… C: Budur! M: Havalimanındaki 25 liralık menüyü diyorum. Kim demişti alalım diye? Pınar: Ama ben çok açtım. M: Cem demişti, yemek sepetinden söyleyelim diye. Dürüm havaalanına. C: Hatta bizim çocuklar benimle dalga geçmişti. Senin kadar cimri adam yok , daha gitmeden başladın diye. Ama bir menü fiyatı 25 lira idi. M: Benim içime doğmuştu. Serenay’a güvenmiştim. Zaten her şey orada başladı. Sonra hep güvendik Serenaya. C: Serenay uyursa.... Hep birlikte: Hepimiz ölürüz. C: En büyük mottomuz geldiğimizden beri. M: Sonra İş Bankası sağ olsun 25 kuruşa… kaç cent ediyor? S: Sabaha kadar meyveler, sandviçler, meyve suları, cookiler, sınırsız internet… Ama artık İş Bankası Lounge’a girişler 25 milyon oldu. 2 kişi tabii! M: Bu arada geldiğimiz gün bizi karşılayan Deniz’e teşekkür etmemiz lazım. S: Bir de telefonunu kaybetti kız ya…


C: Benim yoruma gelin: Havalimanından geliyoruz. Baktım karşında Deniz ağlıyor. Dedim herhalde gurbette bizi görünce ağladı, duygulandı... M: 2 gün boyunca koşuşturmadan uyumadık. C: Hasta olduk. 2 hafta hastaydık. P: Ben 2 ay valla! M: Erasmus ofisinde tanışma toplantısında uyuduk. Biri geldi, Mariel! Cem’in yanına oturdu. S: Kim derdi yakın arkadaş olacağız diye! C: Bugünlerde uzağız ama Mariel’den. Serenay bu konu hakkında görüşlerini merak ediyorum. S: O’nun ailesi burada tatil için. M: O değil de alkolsüz bira alıp Adrian’a götürmen de efsane! C: Yalnız burada bahsetmezsek. Tam bu noktada bizden sonra gelecek arkadaşlar için bir dipnot: Alkolfrei ne demek? Hep beraber: Alkolsüz bira. C: Maşallah herkes de biliyormuş. P: Bir de ohlen kohlen saure de gazsız su demek. Bizim Türkiye’de içtiğimiz sular gibi. S: Mariel “O gün çok agresiftiniz; bilhassa Cem,” dedi. Tanışmaya çalıştım ama Cem kafasını çevirip uyudu, dedi. C: Valla çok fena içim geçmişti, doğrudur. P: Hepimiz uyuyorduk valla. C: Yani erasmusta olan erasmusta kalır. M: Almanca kursunda sınıfa ilk girdik kimin Akdenizli olduğu hemen anlaşılıyordu. Burnunu çekenler direk İtalyan İspanyol’du. C: Meğersem başta bizim tanıştığımız Erasmus tayfası Almanca biliyormuş. Burada bir dip not: Avrupalı gençlerin çoğu 2 dilden fazla dil biliyor. Teşekkürler. P: Hatta herkes Almanca konuşuyor kendi arasında. C: Biz de kendi aramızda Türkçe konuşuyoruz ama. M: Cem de ara sıra ‘no danke’ diyor. S: Burada yemekhane kültürü oluşturduk vallahi! C: Burada da değil mi? P: Salata kültürü dersek. M: Gerçi diğer yemekler de güzel bence. C: Sizce en iyi bira hangisi? Ben genelde alkolfrei alıyorum yanlışlıkla biliyorsunuz. P: Kölschlerin içinde mi? M: Bence Almanya’daki en iyi bira Belçika birası. C: Bence Weizenbeer, Münih birası. Kölschler de fena değil, kendine göre bir yerelliği var. M: En kötüsü de Hamburg birası. Belki de içtiğimiz ortamdan da kaynaklanabilir. C: Vedat Milor yazmıştı Milliyet’te. Bira sıralaması yapmıştı. Efen en son sıradaydı. S: Peki Oktoberfest’e ne diyeceksiniz? C: Ne içtik arkadaş! P: Özellikle ben. C: Araba kiraladık. Almanya’da araba kiralayabilirsiniz ucuza geliyor. Bence Oktoberfest bizim için güzel bir tecrübe oldu. Bundan sonraki Oktoberfest’lere çok erken gideceğiz… Geçen gün laf arasında bir grupla konuşuyorduk, işte Oktoberfest çok güzeldi ya, gerçi çadırların içine girebildiysen falan... Evet ya biz de gittik dedik, diyemedik ki çadırlara

67


giremedik diye! Tobi’lerle konuşurken sanırım. S: Bütün çadırları dolaştık ama. M: O değil de çadırları dolaştık, akşam girdik de çok da eğlendik. M: Meir sağolsun o da geldi. Bi de video var tabii O’nda, onu almamız lazım. P: Tabi dönerciyi keşfetmiştik bu arada, oraya gitmeden önce. Zülfikar! C: Hakikaten Almanya’da yiyebileceğiniz en iyi döner olabilir.

68

M: Türkiye’den herkes çok beğendi. P: Türkiye’de yok çünkü böyle bir döner. M:Bu arada herkesin küfür bilmesi? C: Bilmesi değil abi, öğretmemiz! M: Buralara birkaç noktayı, harfi eksik koyabiliyor musunuz Cem? C: Uykusuz dergisi miyiz biz. Hocalar okuyor. Tüm akrabalarımın facebook hesabından bahsetmiyorum bile. M: Hocalar okuyor da. Ben burada geçen hafta benim profesörle sohbet ettim, adam dedi ki benim Türkçe tek bildiğim tek kelime … dedi. C: Ama ben şundan bahsetmek istiyorum; Serenay, “Ben bir hocamla hayatımda ilk kez karşılıklı oturup bira içtim,” demişti. S: Sauer Hocamız ile. C: Nasıl bir şey, karşılıklı bir hocayla bir bara gidiyorsun bira içiyorsun? S: Türkiye’de yaşamadığımız bir şeydi. M: Biz havuza gittik, burada. Bir döndüm baktım yanımda, benim bir gün öncesinden dersini aldığım profesör… Ben normal bir şekilde duş alırken anadan çırılçıplak yanımda duş aldığında, medeniyet bu dedim. Saygımız sonsuz, şampiyon Sauer! C: Sonra güzel bir simulasyon yaptık. S: Hem de Almanya’nın eski parlamento binasında. C: Oradaki Fransız kızla tartışmalarım… S: Cem sen bizim atışmalarımızı hatırlıyor musun? M: En son bana söylediğin dışarıda protestocular var idi. Ama çok garip adam bunlar, profesör derse bisiklet ile geliyor. C: Bugün dersi erken kesmem lazım, Almanya maçı var dedi kalbimizi fethetti zaten. M: Belçika ile maçı vardı Almanya’nın. Dedi ki; Almanya-Belçika maçı var, dersi erken bırakmam lazım. C: Sorun olmaz değil mi dedi. M: Sonra da Türkiye maçı hakkında şaka bile yapmayacağım dedi, o an gönlümüzü


fethetmişti. Türkiye 3-0 mı 4-0 mı ne yenilmişti, o da kötü bir anıydı bizim için. C: Ama derslere gelince, Erasmus’ta derslerin durumuyla ilgili, başta istekliydik arzuluyduk… Sonra ne olduysa oldu, şu an haftada 2 saat bile gitmiyoruz herhalde. P: Bir tek Almanca’ya gidiyoruz, Perşembe Cuma ama 4 tane paperımız var. S: Önce gidiyorduk, sonra vazgeçtik ama güzel hocalarımız var, hem de ünlü hocalar. Ders anlatış yöntemleri biraz farklı. C: Bizden sonra gelecek arkadaşlar için mesaj verelim: dersler çok farklı, hazırlıksız gelmek çok zor! S: Zaten herkes hazırlıklı geliyor. C: Her hafta o haftanın okumalarından en az 5 dk’lık sunum. S: Kaç sayfa okuyorsunuz haftada? P: 50-60 değişiyor. C: En az 40 sayfa okuyoruz haftada. S: Bunun gibi 4 tane dersin olduğunu düşün. Her hafta hazırlıklı gelmek imkânsız! C: Burada hiç mid-term yok. Tamamen dönem sonunda ya bir paper yazacağız ya da bir sunum. M: Güzel yanı, blok seminer dersleri var. Mesela Sauer’in. Ders Kasım’da bitti. Üç hafta derse gittik. İlk hafta introduction yaptılar, sonraki hafta ders anlattılar, en sonunda da simülasyon yaptık. C: Ama dersler 12’de başlayıp 6’da bitiyor. M: Dersler 8-10 saat oluyor genelde ama bir haftasonu gidiyorsun, sonra gitmiyorsun. Dönem içerisinde çok fazla boş zamanın kalıyor gezmek için, eğlenmek için… S: Bence Türkiye’de de böyle dersler olabilir. C: Evet, Türkiye’ye de bu sistem gelebilir. M: Gezme konusunda ise baya gezdik. Hamburg’a gittik, ben Berlin’e gitmiştim, Şengül’ü ziyarete… C: İtalya’yla İspanya kaldı. Oralara da Serenay gidecek artık. M: Beneleux’a gitmiştik.( Luxemburg, Belçika, Amsterdam) C: Kaç kişi gittik oraya? S: 7 erkek! C: 1 İspanyol, 1 Arjantinli, 5 Türk M: Zaten Luxemburg çok ufak bir yer. Ne olacağını bilmediğimiz için –şu an en efsane olayı anlatıyorum size- bir otopark bulduk, arabayı park ettikten sonra bir çıktık, karşımızda 2 tane dönerci! Yani Almanya’da ve Avrupa’da her yerde Türk bulabilirsiniz. C: Sonra Gökhan’larla Adrian’larla girdik genel bir bilgi aldık Lüksemburg ile ilgili. Tarihinden, diline, gezilecek yerinden ucuz hosteline kadar... Ardından da Adrian’ın efsane yorumu geldi.: “ These doner hauses are like f... tourist information, men !” S: Kısacası hiç yolunuzu kaybetmezsiniz. M: Dil geliştirme konusunda bize çok fazla soru sormayın, çok fazla bir şey yapamadık. Bir gün Mediamarkt’a gitti Gökhan Almanca konuşmak için, heveslendi, çabalayacak. Adam dedi niye kasıyorsun, Türkçe konuşsana. O an zaten Almanca öğrenemeyeceğimizi anladık. Tabii bir de Amsterdam var. Cem, Amsterdam’ı senin anlatmanı istiyorum, bir de Serenay sen. S: Ben olaya daha sosyolojik açıdan baktım.

69


70 66

M: Peki Hamburg ile Amsterdam’ı karşılaştırırsak? C: Yani farklı şehirler tabii, ama Amsterdam Avrupa’da gezebileceğiniz en özgür şehir. Müzeler için ayrı gitmek lazım. M: Yaşanabilecek en uç nokta herhalde. Tabii orada İrem Uzluer’i görmene ne demeli? S: İrem Uzluer ile karşılaşmak, dünyanın aslında ne kadar küçük olduğunu kanıtladı. C: Çok da pahalıya mal olmadı bu geziler değil mi? Araba kiraladığımız için… Sosyal mesaj: Avrupa’da ulaşım kolay. Normalde pahalı diye geldik ama onu biraz toparladık P: Ama siz beş kişisiniz diye kurtardınız, normalde tek kişi o kadar da ucuz değil. C: Mesela Mitfahren olayı da var. Araba kiralayamazsan, toplu taşımayı kullanın. Schoenes wochenende bileti de var haftasonu 5 kişiden 40 euro. M: Köln’den Amsterdam’a 15 euroya gidebiliyorsun, en önemli nokta bu herhalde. S: 12 Euro’ya Venedik’e bilet aldık biz. M: Bir de şeyler çok garip; mesela Amsterdam’a giderken ne zaman sınırı geçtiğimizi hiç anlayamadık. Aachen’a gittik; üç tane ülkenin Hollanda, Belçika ve Almanya’nın kesişim noktası vardı. Oraya çıkmaya çalıştık. Hollanda tarafına giden otobüse binmişsiz. Bir anda baktım, tabelalar değişti. Garip oldu böyle. Almanca yazılar yerini Felemenkçe yazılara bıraktı. Bir de sınırı belediye otobüsüyle geçtik. Sonra dönerken de Hollanda otobüsleriyle Almanya’ya geçtik. S: Geldiğimizden beri bürokratik işlerle uğraşmamıza ne diyorsunuz? Aralık ayında yeni oturma izinlerimizi almamız, bize verilen Schengen vizesinin sadece Almanya için geçerli olduğunu öğrenmemiz… C: 500 Euro’ya yakın masraf bunlar. M: Ama büyükelçilikle konuşulup ben ilk defa yurtdışına çıkıcam diyip schengen vizesi de alınabilir, sadece Almanya vizesi değil! P: Ama adil değil. Sonuçta sen Schengen vizesi için başvuruyorsun ama verdikleri sadece Almanya vizesi M: Her şey o oturma iznini alana kadar. C: Ki hala almadık! P: Ben 3. ayda aldım. C: Biz Mehmet’le almadık. Gerçi arabayla yurtdışına çıktığımızda bir sıkıntı olmuyor ama uçakla falan yine bir sıkıntı olabilir. Onun dışında geldik, 215 Euro sömestr ticket’ına verdik. S: En önemli şey sigorta bence. Türkiye’den gelirken seyahat sigortası yaptırıyorsun onun da burada bir işlevi yok. C: Oturma iznini almak için burada, başka sigorta yaptıracaksın. M: Ya da senin gibi SSK belgesi. C: AT11 belgesi. M: Ama daha bitmiş değil; gezmeye, bir yerlere gitmeye zamanımız var. S: Bu arada, ben Buddy’mi ODTÜ’ye Erasmus yapmaya getiriyorum. M: Benim bir buddy’m bile yok! C: Ama benim buddy’im, Tobi’m, Tobi’miz sağ olsun yardımcı oldu birçok şeye. C: Burada yemekler felaket! M: Hele tatlılar… C: Tatlı demezsek onlara… Meyve tabağı geliyor, bir değişik ekşi gibi. M: Etler, sucuklar ucuz burada.


C: 4-5 defa mangal yaptık. M: Karnaval çok güzeldi. 2 ay öncesinden herkes başlamıştı ne yapayım, hangi kostümü giyeyim diye. C: Biz de düşündük durduk yani nedir ne değildir, heyecanlandık. M: Biz de ayak uydurduk. Aldık birer tane hapishane kaçkını kostümü. Bu yıl bir de özel bir yıldı. 11.11.11 saat 11’i 11 geçe 11.saniyesinde eğlenmeye

başladık. C: Millet 7, 8’de kalkıp gidiyor. M: 8’de başlıyor insanlar içmeye, ertesi gün 5, 6’ya kadar sürdü kutlamalar. Herkes sokakta. C: Herkes kostümlü. Kostümsüz hakikaten çok az insan vardı. M: O bir de başlangıçmış. Bir de Şubat’ta bir hafta uzunluğunda olacak olanı düşün. C: İşte burada bir tavsiye, Erasmusu son seneye asla bırakmayın. Aklınızın bir köşesinde bulunsun. P: Son sınıfta gelmek çok riskli! C: Yani gelin yine ama mümkünse de gelmeyin. İmkanınız varsa üçüncü sınıfta gelin. En büyük tavsiyemiz. Veya Mehmet gibi gelin… S: Ve gitmeyin… C: Başka üniversiteye gidin. P: Hibelerin yetmemesini de söylemeliyiz. Aylık 320 Euro mu ne alıyorum ama bizim elimize geçen 300 küsur civarı. Bankada bir sürü para kesiliyor bu arada, haberiniz olsun. C: Mümkünse hibenizi çekip gelin. S: O zaman da Ekim’de gelmeleri gerekecek. Ama bence kesinlikle Eylül’de gelmeliler çünkü insanlar Eylül’de arkadaş oluyorlar. C: Eğer gelmeden hibeniz yattıysa, mutlaka hibenizi çekin gelin. Ve bir tane uluslararası bankadan da hesap açtırın. M: Yapı Kredi yeterli oluyor. S: Ya da uluslararası işbirliği olan bir banka. Unikredit üyesi. C: Banka işlemlerinden çünkü 60 70 euroya yakın masraf kesiliyor. M: Köln’de Halkbank, Vakıfbank falan var ama onların Türkiye ile bağlantıları yok, hesabını göremiyorsun, paranı oradan çekemiyorsun… S: Bir sorun olduğunda biz ilgilenmiyoruz diyorlar. P: Hibeye güvenip de gelmek riskli.

71


72

C: Aileden para alırlar yani gelecekler. S: Gezmek istiyorlarsa zaten, zorundalar. C: Saçlar pahalı. Berber 15 euro. Kadın berberleri ne kadar? S,P: Gitmiyoruz ki biz. M: Bir de burun silme olayına bir türlü alışamadık. Cem gerçi alıştı, o da Avrupalılar gibi davranmaya başladı. C: Işıklarda hala bekliyorum ben. M: Bekliyorsun tabi canım. C: Bir de trafiğe ayak uydurma zorluğu var, yayalara araçlar yol veriyor. Felaket. M: Arka koltukta kemer takmıyor diye ceza yiyen arkadaşlarımız vardı. Veriyorlar yani cezayı, gözünün yaşına bakmıyorlar. S: Türkiye’de araba sürerken yemediğin cezayı bisiklet sürerken burada yiyorsun. C: Yarın oturma izni alamazsak gidemiyoruz Ukrayna’ya. Gidiyoruz Ukrayna’ya dönemiyoruz Almanya’ya. C: Hiç sarhoş olamıyorum ben. S: Ucuz ve alkolsüz birayla mı?! C: İçki sudan ucuz. M: Musluklardan içki akıyor. Bir taraftan bira, diğer taraftan viski… Batı güzel! M: Sen anlatsana Gökhan’ları. S: Daha Eylül’ün sonlarında yurtta oturuyordum, kapı çaldı kalktım baktım, 2 tane çocuk, çabalıyorlar İngilizce bir şeyler ama bir şeyi hatırlayamadılar döndüler, kendi aralarında abi o neydi ya diye sordular. Ben Türk müsünüz diye sorunca, Oh be demişlerdi ve o zaman alt komşum olan iki tane Sakaryalı arkadaşımızla da tanışmış oldum. M: Ama iyi çocuklar. Onlar olmasa… Onların evi bizim evimiz. C: Bilhassa benim. M: Cem sayesinde erasmus evi Gökhan’ların evi oldu yani her gece. C: İçmediğimiz kadar güzel çaylar… Kaçak çayı Almanya’da herhalde bi biz bulduk. Berlin’den kaçak çay geldi de. M: Sen bir Türk mahallesine gittiğimizde zeytinyağı almıştın, giderken götüreceksin herhalde değil mi? Cem giderken götüreceğim diye pompa aldı bir de. Ben şimdi top alacağım Türkiye’ye götüremeyeceğim o topu, pompa alıyım Türkiye’ye götürürüm diye. P:Peki Efferino? Türkiye’de asla bulamayacağınız tarzdan… Düşünsene şimdi, Sunshine’nın orada bir tane bar var… Hiçbir şey olmasa bile bir gidip muhabbet edebileceğin, bira içebileceğin ve dans edebileceğin bir mekan. M:Adrian diyor ki Efferino’nun en çok şeyini seviyorum. Baktım yatağıma yattım uyuyamadım, tekrar gidiyorum. Takılıyorsun nasılsa sonra 2 dk’da evindesin. C: Mehmet hep eşofmanla geliyor. O rahatlığı var. M: Evindeymişsin gibi ama arkadaşlarınla da birlikteymişsin gibi. C: Bir de son olarak Pazar günleri her yerin kapalı olmasından bahsederek bitirelim bu tatlı sohbeti.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.