Hariciye / Nisan 2012

Page 1

HARİCİYE

DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ ᎐ NİSAN 2012


YAP I KRE D İ Ü N İ VE RS İ TE Ö Ğ RE N Cİ LE Rİ N İ B AN KACI LI K S E KTÖ RÜ İ LE TAN I : TI RI YO R Yapı Kredi İnsan Kaynakları “Kariyer Sahnesi” kapsamında, üniversite öğrencilerine bankacılığı eğlenceli, dinamik ve net bir dille anlatmak ve sektörde çalışmak isteyen öğrencilere Yapı Kredi’yi tanıtmak üzere üniversite ziyaretleri gerçekleştiriyor. Etkinlik kapsamında gençler; finans dünyası, Yapı Kredi organizasyonu, işleyişi ve bankacılık hakkında yapılan sunumlarla bilgilendiriliyorlar. Sunumların yanı sıra tiyatro, dizi ve film oyuncuları İlker Elibol ve Erdem Baş‘ın hazırlayıp rol aldığı bankacılık üzerine skeçler ile renklendirildiği etkinlikler süresince gençler finans sektörüyle keyifli bir şekilde tanışma fırsatı buluyor. Yapı Kredi İnsan Kaynakları’nın, Kariyer Sahnesi üniversite ziyaretleri, Türkiye’nin farklı şehirlerindeki üniversitelerde yıl boyunca devam edecek. Kariyer Sahnesi, 30 Nisan Pazartesi günü bizler için ODTÜ’ye geliyor. Saat ve salon bilgisi için www.facebook.com/YapiKrediIK sayfasını takip edebilirsiniz.


HARİCİYE AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ

D PU İ T A D I N A İ M Tİ Y A Z S A H İ B İ U Ğ U R C E M G Ü RP I N A R S O RU M L U Y A Z I İ Ş L E Rİ M Ü D Ü RÜ V E E D İ TÖ R Ö Z G E B O Z TA Ş G Ö RS E L T A S A RI M A . C E M Ç A KI R Y A Z A RL A R B U RC U A K K O L G İ Z E M A LÇ I N K A Y A S E RA J U D D İ N A Y D E N CAN S U AYD I N C A N S U Ç E Lİ K E R D E N İ Z E M İ RO Ğ U L L A RI YU N U S EVED EN Cİ G Ü N E Ş G Ö KG Ö Z C E M İ L İ S LA M O V S E LD A LE V E N T G Ö Z D E O T LU Ö Z G E Ö K TE M Ö Z LE M Ö Z K A N S A B Rİ C A N S A RA K C İ H A N S E RT B A RT U Ü N L Ü A H M E T T A H A Y E K E LE R S E LM A Y I LM A Z S E RE N Y I L M A Z U M U T Y I LM A Z İ LE T İ Ş İ M O RT A D O Ğ U T E K N İ K Ü N İ V E RS İ T E S İ İ K T İ S A D İ V E İ D A Rİ B İ L İ M L E R F A K Ü LT E S İ B B LO K K A T : 1 O D A : H Z - 0 2 0 6 5 3 1 A N K A RA / T Ü RK İ Y E T E L: ( 3 1 2 ) 2 1 0 3 0 5 6 www. h a ri ci yed ergi si . com www. h a ri ci yed ergi si . bl ogspot. com h a ri ci yed ergi si @ gm a i l . com B A S KI A LLA M E T A N I T I M V E M A T B A A C I LI K H İ Z M E T L E Rİ LA LE S O K A K N O : 7 /1 2 K A T : 5 S I H H İ Y E / A N K A RA T e l : 0 3 1 2 2 3 0 1 9 7 4 /7 6 bi l gi @ a l l a m e. org S Ü RE L İ , Y E RE L , Ü C RE T S İ Z YI L 1 , AY 3 , S AYI 3


2


(umut.y@hotmail.com) Yoldaş Tito’nun 4 Mayıs 1980 tarihinde ölümünden sonra, kimse, Yugoslavya’nın bu denli hızlı bir dağılma sürecine gireceğini düşünmüyordu muhtemelen. 80’lerin sonuna gelindiğinde gerek sosyalist rejimlerin ardı ardına çökmesi, gerekse Slovenya ve Hırvatistan gibi nispeten daha gelişmiş cumhuriyetlerin ekonomik talepleri, ülkenin sonunu hazırladı. 1989 yılına gelindiğinde bütün cumhuriyetler sistemin devam edemeyeceğinin ve alternatif kurtuluş yolları aramaları gerektiğinin bilincindeydiler. Yugoslavya’nın kuruluşundan itibaren Tito’nun yerleştirmeye çalıştığı “kardeşlik ve birlik” politikaları, kendisinin ölümünden sonra yerini, özellikle Sırbistan coğrafyasında, yıkıcı bir milliyetçiliğe, kardeş kavgasına ve kanlı bir iç savaşa bırakacak, Bosna Hersek’te yaşanan olaylar insanlık tarihinde acı bir sayfa olarak yerini alacaktı. On günlük bir savaş neticesinde Yugoslavya’dan ayrılan Slovenya veya Yugoslavya’nın arka kapısından sessiz sedasız çıkıp giden Makedonya’nın aksine, Bosna-Hersek’in bağımsızlık isteği yıllar süren savaşı da beraberinde getirdi. Bosna-Hersek’in bağımsızlığını ancak halk iradesi bu yönde olursa tanıyacağını belirten Avrupa Topluluğu’nun isteği üzerine Mart 1992’de bağımsızlık referandumu yapıldı. 1 Bosnalı Sırpların boykot ettiği bağımsızlık referandumunda sandıktan ezici bir çoğunlukta bağımsızlık lehinde oy çıkması üzerine, Bosnalı Sırplar Saraybosna’ya ilk barikatları kurdular. Yeni ve güzel bir başlangıç yapabilmek adına düzenlenen referandum bir anlamda sonun başlangıcıydı. Başlangıçta Sırbistan Devlet Başkanı Slobodan Miloşeviç’in yönetimi altındaki Yugoslav Ulusal Ordusu (JNA) Bosna-Hersek topraklarına girmiş olsa da, uluslararası baskı sonucu JNA kısa bir süre sonra topraklardan çekilmek zorunda kalmış; yerini Radovan Karadzic ve Ratko Mladic önderliğindeki Bosnalı Sırplar’dan oluşan paramiliter güçlere bırakmıştır. 2 Paramiliter güçler bizzat Miloşeviç tarafından gerek manevi anlamda gerekse her türlü silah ve malzeme temin etmek anlamında desteklenmiştir. Önceleri Yugoslavya’nın dağılmasını engellemek ve Sırplar’ın domine ettiği yeniden yapılandırılmış bir Yugoslavya kurmak isteyen Miloşeviç, özellikle Slovenya ve Hırvatistan’ın Aralık 1991’de bağımsızlığını ilan etmesiyle bunu başaramayacağını anlamış, hedefini Yugoslavya toprakları içerisinde yaşayan bütün Sırpları kapsayan “Büyük Sırbistan”ı kurmak olarak yeniden belirlemişti. Özellikle Orta ve Doğu Bosna,

Sırpların yoğun olarak yaşadığı bölgeler olmaları nedeniyle Miloşeviç’in ne pahasına olursa olsun yönetimi altında tutmak istediği bölgelerdi. BosnaHersek Devlet Başkanı Aliya İzetbegoviç’in elinde Sırp paramiliter güçlerine karşı koyacak bir askeri gücün bulunmaması ve uluslararası kamuoyunun Bosna Savaşı’nı genel olarak Avrupa güvenliğini tehdit eden bir olay olarak görmemesi, Miloşeviç’in işini kolaylaştırmış; Bosna’da başlattığı etnik temizliğin, insanlık vicdanını yaralayacak bir biçimde ilerlemesinin yolunu açmıştır. Mart 1991’de, henüz savaş başlamamışken, Miloşeviç’le Bosna’nın paylaşımına ilişkin anlaşmış olan Hırvatistan Devlet Başkanı Franjo Tudjman da savaş başladıktan kısa bir süre sonra Hırvat güçlerini savaşa dahil etti. 3 UNESCO Dünya Mirası programı içinde bulunan tarihi Mostar Köprüsü’nün bir Hırvat askeri tarafından ateşlenen havan topuyla yıkılmasıyla hafızalara kazınmış Hırvat müdahalesi, Mart 1994’te özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin çabasıyla oluşturulan Boşnak-Hırvat Federasyonu sayesinde farklı bir boyut kazandı.Tudjman’ın Bosna’da Hırvatların yoğun olarak yaşadığı bölgeleri kendi topraklarına katmak isterken, daha sonraki süreçte Boşnaklarla bir federasyon kurmaya ve Sırplara karşı beraber savaşmaya ikna olmasıyla bugün hala geçerliliğini sürdüren Boşnak-Hırvat Federasyonu, böylece hayat bulmuş oldu. 4 Mladiç önderliğindeki Sırp güçlerinin Temmuz 1995’te gerçekleştirdiği ve 8000’den fazla Boşnak’ın öldürüldüğü Srebrenitsa Katliamı -ki daha sonra Birleşmiş Milletler tarafından soykırım olarak kabul gördü 5- uluslararası kamuoyunun dikkatini Bosna Hersek’e çevirmesini sağlamış; katliama müteakip başlayan ve Sırpları hedef alan NATO hava harekatıyla beraber Federasyon güçlerinin Batı Bosna’da Sırp güçlerini yenilgiye uğratması sonucu savaş nihayete ermiş; ABD önderliğinde barış görüşmelerinin yolu açılmıştır. Dünya kamuoyunun katliam gerçekleşmeden savaşın sonlandırılması için ciddi bir adım atmaması mı yoksa Srebrenitsa’nın BM tarafından Bosna’da kurulmuş olan 6 “güvenli bölge”den biri olmasına rağmen katliamdan önce BM askerlerinin şehirden büyük ölçüde çekilmiş olması ve adeta katliama zemin hazırlanması mı daha büyük bir ironidir acaba? Bosna Hersek’in yaşadığı ironiler, savaşla beraber bitmiyor. Kasım 1995’te, Amerikalı bir diplomat olan

3


4

Richard Hoolbrooke önderliğinde taraflar, İzetbegoviç önderliğinde Boşnaklar, Tudjman önderliğinde Hırvatlar ve Miloşeviç önderliğinde Sırplar, ABD’nin Ohio eyaletindeki Dayton askeri üssünde bir araya geliyor ve görüşmeler başlıyor. Taraflar arasında uzlaşı zemini yakalamak, haliyle, zor. Günün 24 saati üssün çeşitli konferans odalarında, panolarda asılı olan haritalar ve kimin ne kadar toprağı ne şekilde alacağı üzerine dönen tartışmalar sonucunda Kasım ayının ortalarında bir gün sabaha karşı Hoolbrooke’un kapısı çalınıyor. Gelen kendisinin kişisel asistanı. “Efendim”, diyor, “Miloşeviç ve İzetbegoviç anlaşmaya vardı”. Hoolbrooke hemen uzlaşıya varılan odaya gidiyor ve iki liderle el sıkışıyor. Amerikalı delegelerin yanında getirdikleri bir şişe şarap açılıyor ve uzlaşı kutlanmaya başlanıyor. Bir süre sonra Hoolbrooke’un asistanlarından biri endişeli bir halde Hoolbrooke’un yanına geliyor ve “Efendim, sanırım unuttuğumuz bir şey var.” diyor. Hoolbrooke’un nedir sorusuna cevaben, “Hırvatlar” diye fısıldıyor. “Sanırım Hırvatları unuttuk.” Gerçekten de odada sadece Boşnak ve Sırp delegelerinin olduğunu fark eden Hoolbrooke, apar topar Hırvat delegelerine ulaşmaya çalışıyor. O esnada hiçbir şeyden haberi olmayan Tudjman, odasında mışıl mışıl uyumakta; Hoolbrooke, Hırvat Dışişleri Bakanı Graniç’i arıyor ve yarım saat sonra Graniç odaya getirtiliyor. Bütün delegelerin endişeli bakışları arasında anlaşmaya varılan haritayı görüyor Graniç ve haritayı yerinden söküp, “Hayır; bu kabul edilemez.” diye bağrıyor. Böylece anlaşmaya varılma tarihi gecikiyor. 6 En iyi anlaşma, tarafların masadan ağlayarak kalkması sonucunda imzalanır, denir. Taraflar, özellikle İzetbegoviç, masadan gerçekten de gözyaşlarını tutamayarak kalkıyor. Varılan anlaşma savaşı bitirmiş olabilir, fakat anlaşmanın gerçek sorunu çözmekten çok uzak olduğu, arabulucuların sorunu çözmekten ziyade bir yama yapıp gidebildiği yere kadar gitsin zihniyetine sahip oldukları aşikâr. Bosna’da insalık suçu işlemiş olduğu bariz olan Slobodan Miloşeviç gibi birini taraf olarak kabul etmeleri de işin cabası. Ancak Kosova Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın aklı başına gelecek ve Miloşeviç’i yargılama gerekliliğini anlayacaklar.

14 Aralık 1995’te resmen imzalanıyor Dayton Anlaşması. Anlaşma uyarınca Bosna-Hersek toprakları iki bölgeden oluşuyor: toprakların %51’ini oluşturan Boşnak-Hırvat Federasyonu ve toprakların %49’unu içine alan özerk Sırp Cumhuriyeti. Üçlü Başkanlık Sistemi uygulanmaya başlanıyor. Bu, sırayla bir Boşnak, bir Sırp, bir Hırvat devlet başkanının olacağı anlamına geliyor. Üyeleri Avrupa Birliği tarafından seçilen ve devlet başkanını görevden almak da dahil birçok üstün yetkiye sahip bir kurum olan “Yüksek Temsilcilik Ofisi” kuruluyor. 7 Boşnaklar, tam anlamıyla bağımsızlıklarını elde edemedikleri ve topraklarında özerk bir Sırp Cumhuriyeti olmasından; Sırplar, savaş sırasında “temizledikleri” toprakların tamamına kavuşamadıklarından; Hırvatlar ise “hakları olan” toprakları alamadıklarından ötürü şikayetçi. Batı ise sorunun çözülmüş değil, dönüştürülmüş olmasından memnun; sadece vicdanını rahatlattı. Günümüze doğru gelindiğinde ise işlerin BosnaHersek için pek de iyi gitmediğini söylemek mümkün. İstikrarlı bir siyasi ortamın bir türlü yakalanamaması , ülkenin adeta bir yolsuzluk ve rüşvet cennetine dönüşmesi ve halkın refah seviyesinin son derece düşük olması ülke vatandaşlarının geleceğe umutla bakabilmesini engelliyor. 3 Ekim 2010’da gerçekleşen genel seçimler sonrasında tam on beş ay boyunca hükümet kurulamaması, nihayet 12 Ocak 2012 tarihinde seçimde altıncı gelen partinin başkanı olan Hırvat Vyekoslav Bevanda’nın başbakan olarak atanmasının kabulü ve bu süreç içerisinde siyasi otorite boşluğu sebebiyle meydana gelen ekonomik kriz ve sosyal memnuniyetsizlik durumun vehametini gözler önüne seriyor. 8 Üstüne üstlük, Hırvatistan’ın 1 Temmuz 2013’te resmiyete dökülecek olan Avrupa Birliği üyeliği ve Avrupa Birliği üyesi ülke avantajını kullanarak Boşnak Hırvat Federasyonu’ndaki Hırvatların hakları konusunda muhtemel talepleri olacak olması, öte yandan Avrupa Birliği sürecindeki bir diğer ülke olan Sırbistan’ın da muhtemelen benzer planlarının varlığı Bosna Hersek’in yakın bir gelecekte daha büyük siyasi sorunlarla boğuşacağı anlamına geliyor.

Refera n sl a r 1. Central Intelligence Agency, The World Factbook: Bosnia and Herzegovina https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/geos/bk.html (Erişim Tarihi: 18.03.2012 ) 2. Malcolm, Noel (1994). Bosnia A Short History. New York University Press(1994) 3. Burns, John. "Pessimism Is Overshadowing Hope In Effort to End Yugoslav Fighting".(1992.05.12) New York Times. http://www.nytimes.com/1992/05/12/world/pessimism-is-overshadowing-hope-in-effort-to-end-yugoslav-fighting.html (Erişim tarihi: 18.03.2012) 4. Constitution of the Federation of Bosnia and Herzegovina , Article 1 http://www.advokat-prnjavorac.com/legislation/constitution_fbih.pdf (Erişim Tarihi: 18.03.2012) 5. European Parliament. "European Parliament resolution of 15 January 2009 on Srebrenica". http://www.europarl.europa.eu/sides/getDoc.do?pubRef=-//EP//TEXT+TA+P6-TA-2009-0028+0+DOC+XML+V0//EN&language=EN (Erişim tarihi: 18.03.2012) 6. Norma Percy(Yapımcı), The Death of Yugoslavia, 50dk (6 bölüm), BBC, 1995. 7. United States of America Department of State: The Dayton Peace Accords http://www.state.gov/www/regions/eur/bosnia/bosagree.html (Erişim Tarihi: 18.03.2012) 8. Türbedar, Erhan. “Bosna Hersek’in Yeni Hükümeti Sorgulanıyor” (18.01.2012), Avrasya İncelemeleri Merkezi,


(bartuunlu@gmail.com ) AB borç krizi denince her ne kadar akıllara ilk ve doğal olarak Yunanistan gelse de krizi daha geniş ölçekte de değerlendirebilmek gerekir. AB’deki borç krizinin en büyük ve çözülmesi en zor düğümü Yunanistan’ın milyarlarca euroluk borcudur ama bu düğüm tek değildir. 2012 itibariyle, 1,7 trilyon dolarlık GSYH’si ile dünyanın en büyük 10 ekonomisi içerisinde olan İtalya ile onu birkaç sıra arkadan takip eden İspanya, krizin pençesinde. 1 Dünyanın diğer tarafındaki Çin ise Avrupa’daki krize inat yüzde 10’a yaklaşan oranlarla büyümeye ve “tekrar” dünyanın en büyük ekonomisi olma yolunda ilerlemeye devam ediyor. Peki, Çin’in krizdeki rolü ne, AB’yi bu borç krizinden kurtaracak mı, ya da kurtarabilecek mi? Bu soruları kabaca yanıtlayabilmek için öncelikle güncel AB krizine göz atmak gerekir. Yunanistan ile ilgili son durumu hatırlatmak gerekirse 21 Şubat 2012’de belirli koşullar altında Yunanistan’ın 107 milyar euroluk borcu silindi, ülkeye 130 milyar euroluk da kredi temin edildi. 2 AB borçların bir kısmını silerek Yunan GSYH'sinin % 160'ını aşan kamu borcunun 2020’de %120’lere çekilebilmesi, böylece borçların ödenebilir hale getirilmesini sağlamaya çalışıyor. 3 Kredi ise yatırımdan ziyade borçları ödemeye yönelik. İlk adımda 30 milyar euro alacak olan Yunanistan, 20 Mart’a kadar 14,4 milyar euroluk borç ödemek durumunda. 4 2020’lere kadar da borç silmenin koşulu olan “kemer sıkma politikları”nın uygulanması gerekiyor. Kamu sektörünün daraltılması, asgari ücretin % 22 oranında, emekli maaşlarının ciddi oranlarda düşürülmesi, Yunan ekonomisini “gözlemleyecek” bir AB heyetinin ülkede bulunması uygulanacak önlemlerden birkaçı. Yapay, emeğin karşılığı olmayan bir refaha alışan Yunan halkının tepkisi ise bu önlemlerin uygulanabilirliğini sorgulatıyor. Her gün eylemlerle gündeme gelen Yunanistan’ı daha da zor günler bekliyor. Yunanistan’ın bu uygulamalarla uzun vaadede krizi atlattığı varsayılsa bile AB’nin düğümü yine de çözülmüyor. Yunanistan’ı borçlarını ödeyebilir duruma getirebilmek için silinen borçlar, takas edilen tahviller; hepsi uygulanabilir önlemler. Mesele İtalya ya da İspanya olunca durum değişiyor. İtalya’nın ve İspanya’nın borcu Yunanistan’a kıyasla “çevrilemez” boyutlarda. AB’nin bu iki ülkeye aynı önlemlerle yaklaşacak gücü, onlara ayıracak ek bütçesi yok. Şöyle bir kıyaslamayla kriz daha da netleştirilebilir: Yunanistan dendiği zaman aşağı yukarı 300 milyar dolarlık bir ekonomiden bahsediliyor5; İtalya ve

İspanya ise sırasıyla 1,7 ve 1,4 trilyona dolara yakın ekonomiler. 6 Yunanistan gibi görece ufak bir ekonomiyi “düzlüğe” çıkaramayan bir birlik, bunun dört beş katı büyüklükteki ekonomiler benzer duruma düşerse onlar için ne yapabilir? Büyük ihtimalle kurtarıcı çözümler sağlayamaz. İtalya’yla ilgili muhtemel krizin nedeni biraz daha farklı. Borcu çok fazla olmasına rağmen kamu borcu GSYH’nin yüzde 120’lerine eşit. 7 İlk bakışta bu büyük bir sorun değil gibi görünüyor, ki Japonya’nın %208’lere varan kamu borcuyla kıyaslanınca makul bile görünüyor. 8 İtalya’nın asıl sorunu ekonomik büyüme oranları. Ülkenin son 15 yıldaki ortalama büyüme oranı 0,75. 9 Son 10 yılda %3’ü bulan bir büyüme oranı yok. Hatta 2008 krizinden sonra %5’lere varan küçülmeler var. Son yılların büyüme (ve küçülme) oranları, önceden alınmış borçları ve faizlerini karşılamak için yeterli değil. Bu da çanların İtalya için çalmasına yetiyor. Yine de İtalya’yı Yunanistan’ın selefi olarak göstermek için henüz erken. İtalyan Bakan Elsa Fornero’nun gözyaşlarıyla açıkladığı 30 milyar euroluk tasarruf önlemleri de ağır bir krizi engellemek, hiç değilse hafifletebilmek için. İspanya da kendine özgü bir şekilde kriz yoluna girmiş bulunmakta. Özellikle ülkeye 2000’lerin başında başlayan, daha ziyade İngiliz göçü, 1990’ların ortasında başlamış olan inşaat sektöründeki büyümeyi arttırdı. Düşük faizler de bunu destekledi. Vatandaşlar, düşük faizli kredileri emlak sektörüne yatırdı. Fakat şunu unutmamak gerek ki emlak sektörü sürekli gelir sağlayan bir sektör değildir. Üretmez, ihraç edilmez, ülkeye daimi kazanç kaynağı olamaz. Bu da bir yerde kredilerin gelir getirmeyecek şekilde kullanılması demektir. İspanya aldığı kredileri bu şekilde kullandı, ve kredileri sadece ulusal değil uluslararası piyasadan da temin etti. 2008’de krizinde kuruyan finans kaynaklarına borçlu kaldı, ve yatırımları borçlarını ödeyecek geliri sağlayamadı. Borçlar faizleriyle birlikte arttı. Günümüzde İspanya’da işsizlik oranı %22’lerde seyretmekte, iş arayan her 5 kişiden 1’i iş bulamıyor. 10 Ve bütün bu borcun, küçülmelerin arasında, Uzak Doğu’da, 2004’ten beri %9 büyüme oranının altına düşmeyen, 2008 krizinden sonra bile %9, %9,1 gibi devasa oranlarla büyeyen bir dev var: Çin. 11 Günümüzde Çin’den “yükselen güç” olarak bahsediliyor. Oysa ki Çin binlerce yıldır büyük bir

5


güç. Ama nedense “yükselen güç” olabilmek, sadece kapitalist sistemde daha çok sermaya sahibi olmakla eş anlamda kullanılıyor, ülkelerin toplumsal, kültürel zenginlikleri görmezden geliniyor. Bu kullanım Çin için de geçerli denebilir. Dünyanın en eski ve gelişmiş medeniyetlerinden biri olan Çin, bunu ekonomik anlamda da yüzyıllar boyu desteklemiştir. Giovanni Arrighi’nin “Reading Hobbes in Beijing: Great Power Politics and the Challenge of the Peaceful Ascent” başlıklı makalesinde de bahsettiği gibi, dünyanın ekonomik merkezi yüzyıllarca Asya ve ağırlıklı olarak Çin olmuştur. Bu sebepten ötürü İpek ve Baharat yollarına hakim olma savaşları verilmiş, Asya pazarına (ve tabi ki Çin’e) doğrudan ve daha az masrafla ulaşabilmek için coğrafi keşifler yapılmıştır. Keşif yapma gereğini hisseden Batı’yken, Ming hanedanlığı denizaşırı ticari seferleri kısıtlamıştır bile. 12 Çin’in ekonomik üstünlüğü ise endüstri devrimiyle sona ermiş, Japonya gibi üretim yöntemlerindeki devrimi kısa sürede yakalaması mümkün olmamıştır. 1970’lerde başlayan ekonomik anlamda dünyaya açılma, merkezi ekonomiden vazgeçiş, Çin’in bugünkü büyüme oranlarıyla Japonya’yı da geride bırakarak dünyanın en büyük ikinci ekonomisi olmasının yolunu açmıştır. Bunlar göz önünde bulundurularak Çin için “geri dönen” güç demek muhtemelen daha doğru olur.

6

Peki Çin’i borç krizi için bir kurtarıcı olarak görmek ne kadar doğru, Çin bu kabiliyetlere sahip mi? Kısa vaadede evet, AB için Çin’in 3 trilyon dolarlık döviz rezervleri büyük bir finans kaynağı. 13 Çin AB’nin en büyük ikinci ticaret ortağı olarak AB’nin kurtarma fonuna desteğini bir çok kez ifade etti, kamu tahvilleri satın aldı. Tabi bunları çok sevdiği Batılı dostları için, -Afyon Savaşları da göz önünde bulundurulursa- yapmadı. AB’deki bir çöküş Çin’i doğrudan etkileyecek. Şu günlerde bile düşen büyüme oranları Çin için tehlikeli, zira Çin’in kapitalist

düzende refah devleti olma yolu hala uzun. Ama unutmamak gerek ki günümüz borç krizi, kısa vadede çözülecek bir kriz değil. Öyle olsa AB’nin Yunanistan’a akıttığı milyarlarca euro sorunun çözümü olurdu. Krizin derinliği göz önünde bulundurulursa Çin’in AB’ye akıtacağı sermaye geçici bir çözüm olmaktan ileriye gidemeyecektir. Bunun için de AB, Çin’le daha “derin” ortaklıklar aramaktadır. Ticareti geliştirme, karşılıklı yatırımları arttırmak istemektedir. Fakat AB için hala bir sorun var: Çinlilerin tüketim alışkanlığı. Karşılıklı ticaretin iki tarafa da fayda sağlayabilmesi için karşılıklı üretim ve tüketim gerekmektedir. Mallarına talep olmalı ki AB de, Çin’den gelir sağlayabilsin. Fakat Çin’in tasarruf oranlarına bakıldığında, bu, AB için pek iç açıcı olmayabilir. Zira, Hollanda Yüksek Öğretim Enstitüsü’nde Profesör Doktor Ahmet Şahingöz’ün ifade ettiği gibi, % 40-50 oranında bir tasarruf oranı var Çin’in. Bunun pek çok sebebi olmakla birlikte, Çinlilerin tüketmeye meyilli olmadığı apaçık gözlemlenebilir. AB, Çin halkını; 1,2 milyarlık bir nüfusu, bir tüketim toplumuna çeviremediği sürece Çin’e uzun vaade çok mal satabilmesi zor olacaktır. 1,2 milyarlık bir nüfusu tüketim toplumuna çevirmekse 60-70 milyonluk bir nüfusu çevirmekten daha da zor olacaktır. Çin hükümetinin buna izin verip vermeyeceğiyse başka bir sorudur. Sonuç olarak Çin’in döviz rezervleri en büyük ticaret ortağı AB’ye devasa bir kaynak sağlayıp geçici çözümler sunabilir. Fakat bu kaynak, yapay refahın bedelini ödeyen ülkeleri refaha kavuşturamayacaktır. Krizdeki ülkelerin ciddi anlamda sanayileşmeleri, üretmeleri ve bunları ihraç etmesi gerekmektedir. Aksi taktirde, borçla borç kapayarak, sağlam bir ekonomiye kavuşmaları mümkün değildir.

Refera n sl a r 1. U.S. Department of State Bureau of European and Eurasian Affairs, “Background Note: Italy“, (28 Ocak 2012), http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/4033.htm, (Erişim Tarihi: 21 Şubat 2012) 2. Wearden G., Goodley S., Kollewe J., Eurozone crisis live: Greece's second rescue package angers Greek opposition, (21 Şubat 2012) http://www.guardian.co.uk/business/2012/feb/21/greece-rescue-package-agreed?INTCMP=SRCH, (Erişim Tarihi: 24 Şubat 2012) 3. Anadolu Ajansı, 21 Şubat 2012 “Yunanistan tarihe geçti“, http://www.ntvmsnbc.com/id/25324041 (Erişim Tarihi: 24 Şubat 2012) 4. Wearden G., Goodley S., Kollewe J., Eurozone crisis live: Greece's second rescue package angers Greek opposition, (21 Şubat 2012), http://www.guardian.co.uk/business/2012/feb/21/greece-rescue-package-agreed?INTCMP=SRCH, (Erişim Tarihi: 24 Şubat 2012) 5. CIA“The World Factbook“, (21 Şubat 2012), https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/gr.html, (Erişim: 26 Şubat 2012) 6. CIA, gös. yer, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/gr.html 7. Knight L., “What’s the matter with Italy?“, (28 Aralık 2011), http://www.bbc.co.uk/news/business-15429057, (Erişim tarihi: 26 Şubat 2012) 8. CIA, “The World Factbook“, (21 Şubat 2012), https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/fields/2186.html, (Erişim tarihi: 26 Şubat 2012) 9. Knight L., gös. yer 10. Trading Economics, “Spain Unemployment Rate“ (Ocak 2012), http://www.tradingeconomics.com/spain/unemployment-rate, (Erişim tarihi: 26 Şubat 2012) 11. Indexmundi, “GDP –real growth rate(%)“ (1 Ocak 2011), http://www.indexmundi.com/g/g.aspx?v=66&c=ch&l=en, (Erişim tarihi 26 Şubat 2012) 12. Arrighi G., “Reading Hobbes in Beijing: Great Power Politics and the Challenge of the Peaceful Ascent“, London; New York: Routledge, 2009, s. 163-179 13. Reuters, Chinese Official Brushes Aside Calls to Buy European Debt, (13 Şubat 2012), http://www.nytimes.com/2012/02/14/business/global/chinainvestors-brush-aside-calls-to-buy-european-debt.html, (Erişim tarihi: 29 Şubat 2012)


(ozlemozkan59@hotmail.com)

17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’un Sizi Buzid kentinden manavlık yaparak geçimini sağlayan 26 yaşındaki Buazizi adında bir genç, polisin sattığı mallara el koymasıyla beraber kadın bir polisten tokat yemeyi hazmedemeyip kendini yakarak yaşamına son verdi. Ölmeden önce “Yoksulluğa ve işsizliğe son!” diye haykıran Buazizi, ardı ardına gelecek olan isyanların başlama noktası olmuştu. Bu şekilde başlayan olaylar Tunus’ta Yasemin Devrimi’ne ve Ortadoğu’da Prag Baharı’ndan esinlenerek adlandırılan “Arap Baharı” na yol açmıştır. Tunus’ta Bin Ali yönetiminin devrilmesiyle kalmayan olaylar, Mısır, Libya, Yemen ve Suriye gibi diğer ülkelere de sıçrayıp Mısır’da Mübarek rejiminin yıkılmasına Libya’da ise Kaddafi’nin oldukça kanlı bir şekilde ölümüne neden olmuştur. Bu durumun bazı kesimlerce domino taşlarına benzetilip, Arap milletinin ayaklanması, uyanışa geçmesi ya da Arap Devrimi olarak nitelendirilse de olaylara neden olan dış faktörler de bulunmaktadır. Arap Baharı’na temel oluşturan, ortam hazırlayan iç ve dış faktörleri, bölgenin etnik ve kültürel yapısını incelemeden olayları anlayama çalışmak yetersiz olur.

dinsiz kimselere yapılabilecek her şeyi helal kılmaktadır. İslamiyet’e bu şekilde sert bir yaklaşıma sahip olan Vehhabilik, Ortadoğu’da en iyi şekilde örgütlenen ve birçok İslami terör örgütüne temel hazırlayan Müslüman Kardeşler’in oluşumunda da etkiye sahiptir ve Müslüman Kardeşler’i ideolojik olarak besleyen kaynaklardan biridir. Müslüman Kardeşler’in kurucusu olan Hasan El Banna’nın hocası olan Raşit Rida, Suudi Arabistan’ın kuruluşunun ve Vahhabilik hareketinin önemini İslamcılık açısından vurgulamıştır: “Arabistan’da İbni Suud’un Vahhabi hükümdarlığının oluşumuyla yeni bir umut yıldızı doğdu. İbni Suud Hükümeti, Osmanlı’nın yıkılışı ve Türk hükümetinin dinsiz bir hükümete dönüşmesinden bu yana, bugün dünyanın en büyük Müslüman gücü olmuştur. Din düşmanlığı ve zararlı yenilikleri kabul etmeyen ve Sünnete yardımcı olacak tek güçtür.” 1

Ba h a rı n İ ç ve D ı ş Fa ktörl eri

Tüm bunların dışında İslami terör ideolojik kaynaklardan çok ekonomik, etnik ve kültürel temelli sorunlara dayanmaktadır. Bölgede bulunan petrol kaynakları, yıllardır süren ekonomik istikrarsızlık, baskıcı yönetimler ve halkla yönetim arasındaki kopukluklar, bölgenin etnik ve kültürel yapısı ve de İsrail’in bölgeye etkileri olarak sıralanabilir.

Suudi Arabistan’ın kuruluşunda oldukça etkili olan ve kurulduktan sonra Suudi Arabistan’ın resmi mezhebi olan Vehhabilik hareketi, Ortadoğu’da İslami terörün temel taşlarından biri olmuştur. Muhammed Bin Abdülvahhab tarafından oluşturulan dini görüş, 1738 yılında ilan edilmiş ve İngilizler desteğiyle Ortadoğu’da etkili bir hale getirilmiştir. Muhammed Bin Abdülvahhab’ın Abdülaziz Bin Muhammed Bin Suud’la tanışmasıyla beraber Vehhabilik çok daha siyasi bir boyut kazanmış ve İngiliz işbirliğiyle beraber Suudi Arabistan’ın kurulmasında önemli bir rol oynamıştır. Oldukça katı bir görüş olan Vehhabilik, diğer mezhepleri dinsiz olarak kabul etmekte ve

Bölgede bulunan petrol yatakları, dış güçlerin ilgisini çekmekte ve bu kaynakları ele geçirmek için çeşitli yollar aramaya sevketmektedir. Bölge dışı güçler ve özellikle ABD, Ortadoğu bölgesini devamlı kontrol altında tutulması gereken bir “petrol kuyusu” olarak görmektedir. Özellikle “11 Eylül olaylarından sonra ABD’nin başlattığı “terörle mücadele” kapsamındaki bölgeye yönelik işgal faaliyetlerini bu çerçevede yani petrolün kontrolünü ele geçirmek bağlamında değerlendirmek yanlış olmayacaktır.” 2 Bu şekilde bölgede varlığını gösteren dış güçler, bölgede ekonomik istikrarsızlık oluşturmuş ve bu durumun getirileri olan kötü yaşam koşulları, yoksulluk ve işsizlik, insanların günden güne sabrını tüketmiş ve yöneticilere karşı olan öfkesini arttırmıştır. Tüm bu dengesizliklerle beraber oldukça katı olan yönetimler, baskı yoluyla toplumları susturmaya çalışmış fakat bu,

- Ra d i ka l İ sl a m i Terörü n M erkezi Orta d oğu Ortadoğu yıllardır savaşlardan kurtulamamış, huzurun ve barışın uzak kaldığı bir bölge olmakla birlikte İslami terörün de kaynağı olarak görülmüştür.

7


sadece teröre zemin hazırlamış ve toplumların teröre olan eğilimini arttırmıştır. Bölgede oluşturulan, masa başında çizilen yapay haritalar, bölünmüş ülkeler ve enerji kaynakları için dışarıdan yapılan müdahaleler etnik açıdan da sorunlar oluşturmuştur. Özellikle İsrail’in varlığı ve yaptığı müdahaleler, Yahudi düşmanlığını arttırmakta sonuç olarak da İslami teröre ilgiyi arttırmaktadır. Batılı ülkelerin müdahalelerine ve İsrail’e karşı olmayı ve bölgedeki kötü yaşam koşullarına tepki göstermeyi temel alan İslami terör örgütleri, bu sorunlar dahilinde oluşan ortama ve yönetimlere baş kaldırma isteğiyle güç kazanmıştır ( özellikle de Müslüman Kardeşler) ve Arap Baharı ortamı da zaman içerisinde oluşmaya başlamıştır.

8

M ı sı r’ d a Wa el G h on i m , Li bya ’ d a Abd ü l h eki m Bel h a c Kendiliğinden ve belirli müdahalelerle oluşan bu süreç dışında dışarıdan girişimlerin de olduğu apaçık ortadadır. Bölgenin çok çeşitli etnik kökenler ve dinler sonucu bölünmüş, parçalanmış bir yapısı olmasına rağmen isyan çıkarabilecek bir birlik duygusuna sahip olması düşündürücüdür. Sürekli birbirleriyle çatışma içinde olan toplumlar sadece sanal ortamlarla organize olup ayaklanma çıkarmışlardır. Mısır’da Google Ortadoğu Müdürü Wael Ghonim tarafından Facebook’ta oluşturulan bir grupla örgütlenip Tahrir Meydanı’nda Müslüman Kardeşler önderliğinde olaylar başlatılmıştır. Mısır’da

geçmişte Kıptiler’e yönelik baskı ve katliam girişimleriyle bilinen Müslüman Kardeşler bu ayaklanma sürecinde Kıptiler’in de temsilcisi rolünü üstlenmişlerdir fakat bu kadar bölünmüşlüğün sonucu isyanlardan sonra da halk belirli dönemlerde kendi içinde çatışmaya devam etmiştir. Nasıl ki Türkiye gibi kutuplaşmış bir topluma sahip ülkede herkesin yakındığı bir sorun olan işsizlik için ayaklanma çıkamayacaksa Ortadoğu’da da isyan oluşturabilecek bir organizasyon ve birlik ruhu bulunmamaktadır. Bununla birlikte Afganistan’ın Sovyet direnişinde bir mücahit olarak savaşa katılmış ve ABD tarafından El Kaide militanı olduğu gerekçesiyle tutuklu bulundurulmuş olan Abdülhekim Belhac, Libya’da muhaliflerin arasında aktif rol almış; Libya’da Kaddafi rejimi devrildikten sonra Selim El Avani adıyla Türkiye’ye geçmiş ve Suriye’ye geçmek isterken de sınırda yakalanmıştır. Türkiye-Suriye sınırına yerleşmek üzere hazırlanan 700 kişilik bir güç kuvvetinin başında olduğu iddialarına basın yer verilmiştir. 3 Tüm bunların yanı sıra Libya’daki muhaliflerin Ürdün’de ayda 1000 $ maaşla isyandan önce askeri eğitim aldıkları yönündeki son çıkan iddia 4 ve Suudi Arabistan gibi katı bir rejimin Arap Baharı’ndan etkilenmemesi, özellikle bazı ülkeler için özel çaba gösterildiğini ortaya koymaktadır. M ü sl ü m a n Ka rd eşl er’ i n Ba h a rı Türkiye dâhil Ortadoğu’da tam 70 ülkede örgütlenmiş olan Müslüman Kardeşler örgütü, Arap Baharı isyanlarının hep en önemlisi ve başrol oyuncusu olmuştur. İsyanlarda sürekli başı çeken örgüt, neredeyse tüm muhaliflerin toplanma merkezi haline gelmiş ve kendi baharlarını başlatmışlardır. 1928 yılında Mısır’ın İsmailiye şehrinde İngiliz sömürüsüne karşı olarak Hasan El Banna tarafından kurulan Müslüman Kardeşler, başlangıçta Radikal İslami görüşlere sahip bir örgüttü. Mısır’daki sorunların Müslümanlar’ın İslam’dan uzaklaşmasından kaynaklandığını söyleyen El Banna, çözümün sadece İslam’da olduğunu belirtmiştir. Özellikle Yahudi düşmanlığı ideolojisine sahip olan örgüt, bu temel benzerlik nedeniyle Alman Nazizmi’ni örnek almış ve bu şekilde genişlemiştir. Öğrenciler için yaz okulları, kamplar açan Müslüman Kardeşler, cami yanlarına kurulan kız-erkek okulları, kendi işçileri için kurulan


sendikalar, kendilerine özel hastaneler ve hayır örgütleri adı altında sosyal bir örgütlenme yapısına sahiptir. 5 Bu tip bir örgütlenme, “sosyal devlet” eksikliği olan bir bölge için önemlidir. Yoksulluktan, kendilerine yardım edilmemesinden bıkıp yakınan çoğu toplum için “sosyal devlet” anlayışı Müslüman Kardeşler’le eş tutulmaya başlanmıştır. Birçok Ortadoğu ülkesinde böyle güçlü ve sağlam bir örgütlenme yapısına sahip olan Müslüman Kardeşler, bu örgütlenmesinin getirisi olarak en büyük çıkışlarını Mısır’da 1995 yılında olan bir sel felaketinde yaklaşık 5 milyon kişiye yardım ulaştırarak gerçekleştirmişlerdir. Arap Baharı’nda da aynı süreci gerçekleştiren Müslüman Kardeşler, eylemcilere yiyecek, giyecek, battaniye ve barınak olanakları sunmaktadır. Yardım adı altında kendi örgütlenmelerini güçlendiren ve ideolojilerini yayan Müslüman Kardeşler, Mısır dışındaki diğer Ortadoğu ülkelerinde siyasi kollarını oluşturup, varlıklarını sürdürmüşlerdir. Özellikle Cemal Abdülnasır dönemi Mısır’da, Abdülnasır’ın uyguladığı millileştirme politikalarına ve SSCB ile ortaklık yapılmasına karşı çıkan Müslüman Kardeşler, Cemal Abdülnasır’a karşı bir suikast girişiminde bulununca, Abdülnasır tarafından sürülmüş ve bu, diğer Ortadoğu ülkelerinde de örgütlenmeyi hızlandırmıştır. En önemli örgütlenmelerini Suriye, Suudi Arabistan, Irak, Ürdün, Filistin, Pakistan ve Afganistan’da gerçekleştirmişlerdir. Suriye’de 1950’lerden beri siyasi muhalif olarak yer almış, Suudi Arabistan’da Kral Abdülaziz ve de bugün Ahmet Davutoğlu’nun ve YÖK Başkanı’nın çalıştığı Medine İslam Üniversiteleri’nde çalışmış, Irak’ta Amerikan işgaliyle bölgede etkisi azalmış fakat yerini Ensar El İslam adlı örgüte bırakmış, Ürdün’de daha çok sosyal olarak örgütlenip, hayır cemaatleri, 23 okul ve bir üniversite açmış olan Müslüman Kardeşler, Pakistan’da ve Afganistan’da Cemaat-i İslami ve Hizb-i İslami adı altında örgütlenmiş Filistin’de ise aktif bir şekilde yer alıp HAMAS’ın kurucuları olmuşlardır. Sosyal devlet eksikliği olan bir bölgede sosyal bir örgütlenme oluşturan Müslüman Kardeşler, bu şekilde yoksul ve yardıma muhtaç kesimin de desteğini almıştır. Tüm bu nedenlerle beraber, diğer Ortadoğu ülkelerinde de siyasi muhalif olarak yer alıp hatta Arap Baharı’yla yönetimleri ele geçirince Müslüman Kardeşler bu baharın en çok yükselişe geçen kolu olmuştur. 6

Her ne kadar geçmişlerinde farklı dinlerden ve etnik kökenlerden olanlara karşı baskıcı tutumlar sergileyip, laikleri dinsiz ilan edip, Suriye’de Nusayrilere, Mısır’da Kıptilere zarar vermiş olsalar da Arap Baharı sürecinde edindikleri görünüm neredeyse tüm muhalif kesimin temsilcisi olmalarıdır ve halkın demokrasi, özgürlük gibi isteklerini dile getirdiği bir merkez haline gelmeleridir. Dün medyanın birçok kolunda terörist olarak adlandırılan Müslüman Kardeşler, şimdi ise Arap Baharı’nın muhalifleri olarak gösterilmekte, özellikle Suriye’de şiddet gördüklerine ve mağdur edildiklerine dair haberlere bol bol yer verilmektedir. Ara p Ba h a rı ’ n ı n Ra ka m l a rı - K i m D a h a K a z a n ç l ı Ç ı k tı ? 2011 Ekim’de açıklanan sayısal verilere göre, 2011 Ocak’tan bu yana Ortadoğu’da yaklaşık 30,000 insan hayatını kaybetti. En fazla can kaybı veren ülke ise NATO müdahalesinin gerçekleştiği Libya oldu. 7 Arap Baharı sürecinde kimi ülkeler GSMH’lerini arttırırken kimileri de azalttı. En fazla zarar gören ülke 27,3 milyar dolarla kayıpla Suriye, ardından 14,2 milyar dolarla Libya ve 9,79 milyar dolarla Mısır olmuştur. Bu gibi ülkelerin toplam kayıpları Geopolicity Uluslararası Para Fonu’nun verilerine göre 20,56 milyar dolara ulaşmıştır. Ayaklanmaların başladığı günden Eylül 2011’e kadar olan süreçte bu rakamlar 35,28 milyar dolara ulaşmış ve toplam kayıp 55,84 milyar dolar olmuştur. 8 Bu ayaklanma sürecinde karlı çıkan Arap ülkeleri ise Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt olmuştur. Bu ülkeler Arap Baharı sürecinde ekonomilerinde pozitif etkiye sahip olmuşlardır. BAE’nin GSMH’de artışı toplamda 62,8 milyar dolar, Suudi Arabistan’da 5 ve Kuveyt’te ise 1 milyar dolar olmuştur. 9 Kayıplara sahip olan ülkelerde döviz rezervleri erimiş, Mısır Merkez Bankası’nın Ekim ayında yaptığı açıklamaya göre 2 milyar dolarlık nakit rezerv ana rezervden eksilmiştir. Eylülde 24,1 olan rezerv Ekimde 22,2 milyar dolara düşmüştür. 10 Güvenlik sorunlarından dolayı turist girdileri ve gelirleri nerdeyse sıfır olan ülkeler, enflasyonu ve devaülasyonu önlemek, paranın değerini korumak ve ödeme zamanı gelen borçlar için hazineden döviz kullanmaktadırlar.

9


O l u ştu ru l a n Tü rki ye M od el i En N a h d a , İ ç S a va ş ve Askeri Yön eti m Zeynel Bin Abidin, barbarca öldürülen Muammer Kaddafi ve Mübarek artık geçmişteki yerlerini almışlardır. Mısır’da askeri yönetim ve Adalet ve Hürriyet Partisi, Fas’ta Adalet ve Kalkınma Partisi, Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in kolu olan Ennahda Partisi ve hepsinden de Türkiye’nin örnek alındığına dair açıklamalar… Libya’da ise iç savaş hala devam etmekte, istikrar sağlanamamaktadır ve geçtiğimiz günlerde petrol açısından zengin olan bölge Sireneyka, Libya’da özerkliğini ilan etmiştir. Baskıdan bıkan, demokrasi ve özgürlük kavramları için ayaklanan halkların başına seçimlerle beraber İslamcı iktidarlar gelmiştir. Halbuki demokrasinin ve herkes için özgürlüğün temel koşulu olan laiklik İslamcı partilerin iktidarıyla gerçekleşmesi imkansız bir durumdur. Arap Baharı’yla beraber özgürlük isteyen Arap milleti, bu süreçte sadece İslamcılara güç kazandırmaktan başka bir şey yapmamıştır.

10

Tunus’ta olaylar içinde yaralananlara, hayatını kaybedenlerin ailelerine tazminat verilmediği ve sahip çıkılmadığı için yönetimden hoşnutsuz olan halk bu duruma karşı tepki göstermektedir. İsyanlarda sakatlanan Muhammed Bughamni, 1500 Euro tazminat almasına rağmen geçirdiği ameliyatlar 6000 Euro çıkınca tedavisini yarım bırakmak zorunda kalmıştır. “Biz olmasak hiçbir şey değişmezdi.” diye açıklama yapan Burghamni, kendisi gibi daha pek çok insanın bulunduğunu, bunu istemediklerini ve bu durumdan memnun olmadıklarını dile getirmiştir. 11 Mağrudiyetleri devam eden Tunus halkı, devrimden sonra uygulamaların değişmediğini görmektedir. Libya’da ise çatışma döneminde dahi, Libya halkının Kaddafi’yi aradığı, muhaliflerin baskıcı ve şiddet yanlısı yapısından dolayı korkup kendilerini belli edemedikleri, her ne kadar gündeme getirilmese de, Libya’ya demokrasinin ve özgürlüğün getirilmediği bunun tamamen bir terör ortamı olduğu ve iç savaşa doğru sürüklendikleri ortadadır . Kısa bir süre öncesinde ortaya çıkan bir video ile Libya’da çalışan göçmen işçilerin Kaddafi dönemi muhalifleri tarafından nasıl işkence ve baskı gördüğü ortaya çıkmıştır. Bu görüntüde ise işçilere Kaddafi döneminin bayrağı yedirtilmektedir. 12 Buna ek olarak özerkliğini ilan Libya’nın doğusunda bulunan Sirenayka Bölgesi, UGK’yi harekete geçirse de ülke artık bölünmüş

durumdadır ve iç savaş ortamı bulunmaktadır. UGK lideri Mustafa Abdül Celil, şeriat düzeninden bahsetmesine rağmen ülkenin 500 milyar dolar zararı bulunmaktadır, parçalanmıştır ve batmış durumdadır. Bu koşullar altında, Libya’nın tekrar bir ülke haline gelmesi oldukça zordur. Hâlbuki Libya Kaddafi döneminde dışarıya açılım süreciyle Batı’yla ilişkilerini düzeltmek için çok şey yapmıştır. 2003 yılında kitle imha silahı programını durdurmayı kabul edip, nükleer program donanımı ve 11.5 pound uranyumu 2009’da teslim etmiştir. 2003 sonrası kimyasal silah araştırma ve üretim tesislerini kapatmış ve 3.500 kimyasal silahı imha etmiştir. Condoleezza Rice, 2008’de Tripoli’ye gelerek Kaddafi ile ilişkilerin düzeldiğinden bahsetmişse de Kaddafi’nin öldürülmesi sonrasında Libya’ya giden ABD Dışişleri Bakanı Clinton, “Özgür Libya topraklarında bulunduğum için gurur duyuyorum.” demiştir. 13 Fakat şu an Libya özgür değil, iç savaşın ve terörün içinde sıfırdan başlamak zorunda olan bir ülkedir. Geçtiğimiz günlerde ise Mısır’da yaklaşık bir yıldır hüküm süren askeri yönetim protesto edilmiş ve Mısırlılar bunu istemediklerini belirtmişlerdir. İsyancı gençlerin dile getirdikleri, ülkelerinde bir şeylerin değişmediğini, sadece muhafazakârların kazandığını her şeyin aynı devam ettiğini hatta sorunların daha da artarak ilerlediğini dile getirmişlerdir. Bu belirtilen durumlar Arap Baharı’ndan etkilenen bütün Ortadoğu ülkeleri için geçerlidir. 14 Müslüman Kardeşler ve yönetimleri ele geçiren kolları, özellikle ABD ile olan ilişkileri sıkı tutmakta ve diyalog geliştirmektedir. 11 Eylül saldırılarından sonra kendisine yönelik İslami bir terör tehlikesi istemeyen ve güvenlik stratejisi raporlarında Irak Savaşı’ndan büyük dersler çıkardığını belirten ABD, 15 özellikle Müslüman Kardeşler’i diyalog yoluyla kontrol altında tutmak istemekte ve benzer diğer örgütlerin üzerinde de bunu gerçekleştirmek istemektedir. Arap Baharı sürecinde kendisine ve çıkarlarına ters bir rüzgar esmesini istemeyen ABD, insani operasyonlarına bu yönde devam edeceğini belirtmiştir. Özellikle bölgedeki çıkarlarının devamı için ABD, İslami örgütleri diyalog yoluyla kontrol altında tutmak istemektedir. Son u ç Özetlemek gerekirse Ortadoğu’da yıllardır süre gelen işsizlik, yoksulluk, dış güçlerin doğrudan ya da dolaylı müdahaleleri, baskıcı ve katı yönetimler ve halkla


yönetim arasında oldukça ciddi farkların olması gibi sorunlar halkların sabrını günden güne taşırmış ve bölgede derin bir yara oluşturmuştur. Arap Baharı sürecinin temel taşları olan bu sorunlar dışında, bu yarayı kaşıyan ve ayaklanma sürecini hızlandıran dış etkenler de bulunmaktadır. Fakat Arap Baharı’yla aradıkları özgürlüğe, demokrasiye ve daha adil bir yaşama kavuşmayı uman Arap milleti istediğini elde edememiş, hayal kırıklığı yaşamış hatta eski sorunlarının üstüne yeni sorunlarla baş etmek zorunda bırakılmıştır. Bölgenin turizm gelirlerinin neredeyse sıfırlanması nedeniyle oldukça ağır kayıp yaşayan özellikle

Tunus, Libya ve Mısır ekonomik olarak büyük bir sıkıntının içine daha düşmüşlerdir. Bunlarla beraber güvenlik sorununun olması bölgede huzursuzluğu hâkim kılmakta, terör ortamı oluşturmaktadır. Ortadoğu eskiden beri gelen savaşların üstüne “bahar”ı yaşamaya çalışmakta ve çölde bahar yaşatmayı denemektedir. Müslüman Kardeşler ise muhafazakâr ve İslamcı kesim olarak bu baharı en çok avantaja çeviren ya da kendi baharlarına dönüştüren grup olmuştur. Sonuç olarak görünen o ki, Ortadoğu’da demokrasi adı altında “askeri diktatörlüklerden dini diktatörlüklere” değişimi uygulanmaktadır.

11 Refera n sl a r 1. Erdoğdu,V. ( Şubat,9 2011) http://www.odatv.com/n.php?n=musluman-kardesler-hakkinda-bilinmeyen-hersey-0902111200 ( Erişim tarihi 28 Şubat 2012) 2. Yılmaz, T. Ortadoğu’da Terör ve Uluslararası Etkileri. http://vizyon21yy.com/documan/genel_konular/Milli%20Guvenlik/Ortadogu/Orta_Doguda_Teror_ve_Uluslararasi_Etkileri.pdf (Erişim tarihi 28 Şubat 2012) 3. Asadollahi Rad, E.S. & Kalemdaroğlu,S. ( Aralık,6 2011). Libyalı Muhalif Komutan Suriye Sınırında, Ekibi Topkapı’da İnsan Avında. http://www.21yyte.org/tr/yazi6397 Libyali_Muhalif_Komutan_Suriye_Sinirinda_Ekibi_Topkapida_Insan_Avinda.html (Erişim tarihi 28 Şubat 2012 ) 4. Albawaba News, ( Şubat,20 2012) Israeli commandos act in Syria, Jihadists on Jordan border http://www.albawaba.com/news/reports-israeli-commandos-act-syria-jihadists-jordan-border-413589 (Erişim tarihi 14 Mart 2012) 5. Erdoğdu,V. ( Şubat,9 2011) http://www.odatv.com/n.php?n=musluman-kardesler-hakkinda-bilinmeyen-hersey-0902111200 ( Erişim tarihi 28 Şubat 2012) 6. Zaydi, M. ( Kasım,6 2011 ). Muslim Brotherhood Spring. http://www.alarabiya.net/views/2011/11/06/175697.html (Erişim tarihi 28 Şubat 2012) 7. AA,( Ekim,4 2011) Arap Baharı’nın Bilançosu http://www.haberturk.com/dunya/haber/675972-iste-arap-baharinin-bilancosu ( Erişim tarihi 10 mart 2012) 8. Geopolicity , ( Ekim,14 2011 ) Arap Baharı’nın Kaybedenleri,Kazananları http://www.haberturk.com/dunya/haber/679383-arapbaharinin-kaybedenleri-kazananlari ( Erişim tarihi 8 Mart 2012) 9. Geopolicity , ( Ekim,14 2011 ) Arap Baharı’nın Kaybedenleri,Kazananları http://www.haberturk.com/dunya/haber/679383-arapbaharinin-kaybedenleri-kazananlari ( Erişim tarihi 8 Mart 2012) 10. AA,( Kasım,4 2011 ) Rezervlere Bahar Darbesi http://ekonomi.haberturk.com/makro-ekonomi/haber/685624-rezervlere-bahardarbesi (Erişim tarihi 14 Mart 2012) 11. Euronews, ( Ocak 13, 2012 ) Bir Yıl Sonra Tunus http://tr.euronews.com/2012/01/13/bir-yil-sonra-tunus/ ( Erişim tarihi14 Mart 2012) 12. Russia Today, ( Mart,8 2012) Siyahi İşçilere Kan Donduran İşkence http://www.hurriyet.com.tr/planet/20076395.asp ( Erişim tarihi 8 Mart 2012) 13. Yılmaz,S.( Aralık,22 2011). Libya’da Neler Oldu? http://www.21yyte.org/tr/yazi6418-Libyada_Neler_Oldu.html (Erişim tarihi 8 Mart 2012) 14. Euronews, (Ocak,24 2012) Yarım Kalmış Bir Devrimin Bir Yıl Ardından Mısır http://tr.euronews.com/2012/01/24/yarim-kalmisdevrimin-bir-yil-ardindan-misir ( Erişim tarihi 14 Mart 2012) 15. Yıldızoğlu,E. ( Ocak,9 2012) ABD’nin Yeni Savunma Stratejisi http://www.abhaber.com/ozelhaber.php?id=12449 ( Erişim tarihi 14 Mart 2012 )


(sabrican.sarak@gmail.com)

12

Yakın tarihin sürekli ısıtılıp önümüze konulan anlaşmazlıklarından biri olan Falkland Adaları sorunu, dünya tarihindeki ilginç savaşlardan birine de sahne olmuştur. Sadece altı hafta süren Falkland Savaşı, ilk bakışta iki devlet arasında gerçekleşen sıradan bir savaş gibi görülse de, savaş içinde geçen olaylar, sorunun tarihsel gelişimi ve günümüzde ulaştığı boyut açısından incelendiğinde dikkate değer bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır. Güney Atlantik’te Arjantin’in güneydoğu kıyıları ve Macellan Boğazı’na yaklaşık 500 km mesafede bulunan Falkland Adaları, Doğu ve Batı Falkland olmak üzere ikisi büyük, 700'den fazla küçük adadan oluşan 12,173 km2’yi kaplayan alanıyla Britanya, denizaşırı topraklarından sadece biridir. Ada halkı, savaştan sonra çıkarılan 1983 tarihli Britanya Vatandaşlık Yasası’na göre Büyük Britanya vatandaşı statüsündedir. F a l kl a n d S a va ş ı ö n c e s i Falkland Adaları, İngiltere ile Arjantin arasında bir tartışma konusu olduğundan, adaların tarihi üzerinde bazı ihtilaflar bulunmaktadır. Aslında Falkland Adaları’nın hangi devlete ait olduğu konusundaki anlaşmazlıklar, adaların 16. yüzyılda keşfedilmesinden itibaren başladı. Adaları İspanyolların mı İngilizlerin mi önce keşfettiği ilk anlaşmazlıklardan biriydi. Büyük bir ivme kazanan sömürgecilik yarışında önde gelen devletlerden Portekiz, İspanya ve Britanya’nın ilgi alanlarından biri olan Falkland Adaları, 1760’lı yıllarda kısa süreliğine Fransız egemenliğinde kalsa da uzun yıllar İspanya ve Britanya arasında el değiştirdi. 1 1774’te patlak veren Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın Britanya İmparatorluğu’na verdiği maddi yük

dolayısıyla denizaşırı yerleşimlerinin birçoğundaki kontrol azaltıldı. 2 Bunun üzerine, 1820’li yıllarda Río de la Plata Birleşik Eyaletleri’nin 3 adalardaki yönetim boşluğundan faydalanarak, İngilizlerin yokluğu sırasında Falkland’a yerleşen İspanyolların yardımıyla idareyi ele geçirme süreci başladı. 4 Ağustos 1829’da Río de la Plata’nın dolayısıyla Arjantinli halkın mutlak hâkimiyeti sağlanmış olsa da, bu statü fazla uzun sürmedi ve Aralık 1831’de Falkland karasularını ihlal eden Amerikan balıkçı gemilerine el konulunca, ABD misilleme olarak adaya savaş gemisi USS Lexington’ı yolladı. Geminin yaptığı baskınla kısa süre ABD egemenliğinde kalan ada, 1833’te bir İngiliz keşif heyetinin Falkland’a yaptığı sefer sırasında, bölgede kalmakta direten ve adanın Arjantin’e bağlı olduğunu ilan eden Arjantinlileri ortadan kaldırarak, İngilizleri Falkland’a yerleştirmesiyle 1982’ye kadar mutlak suretle kalacağı İngiliz egemenliğine girdi. 5 1833’te kurulan mutlak egemenliğin İspanyolca kaynaklarda “adaların İngiliz işgali altına girmesi” olarak nitelenmesi 6 bile başlı başına iki tarafın da ada üzerinde hak iddiasından vazgeçmeye niyetinin olmadığının bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha da ilginci her iki tarafın da yıllarca adalar üzerindeki hak iddiasını sürdürüp tansiyonu sürekli yüksek tutmasına rağmen, 1982’ye kadar aralarında herhangi bir silahlı mücadele yaşamamalarıydı.


Yirminci yüzyılın ilk yarısı içinde taraflar iddia ve taleplerini sürdürürken, bir sonuca varılamamasına gösterilebilecek en önemli örnek, anlaşmazlığın 19471955 yılları arasında Uluslararası Adalet Divanı’na birkaç kez taşınmasıydı. Ancak Arjantin’in bu divanın tarafsızlığını tanımaması üzerine, Divan da bölge hakkında hakemlik yapmayı reddetti. 7 1964’te Arjantin, BM’nin Sömürge Sorunları Komisyonu’ndan konunun aracısız olarak iki toplumlu görüşmelerle sürdürülmesini istedi. Ancak her iki tarafın da taleplerinde asla taviz vermeyen anlayışı, bu girişimin de sonuçsuz kalmasına sebep oldu. Çünkü Arjantinlilere göre, “Malvinas” olarak bildikleri adalar coğrafi yakınlığından ve Arjantin’in eski İspanyol topraklarının halefi olmasından ötürü Arjantin’in egemenliğine geçmeliydi. 8 İngiltere ise adada yaşayan İngiliz asıllı vatandaşların isteklerine aykırı olan böyle bir düzenlemeye karşı çıkıyordu. İngiltere 1833'ten beri adalar üzerinde yönetimini sürdürdüğünü ve Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 1. maddesine göre Falklandlılara geleceklerini kendilerinin tayin etme konusunda fikirlerinin sorulmasını (selfdeterminasyon ilkesinin uygulanmasını) istemekteydi. İngiltere'ye göre Falkland Adaları, Arjantin'in yönetim ve denetimine geçerse sömürge durumu sona ermeyecek, tam tersine başlayacaktı. Arjantinlilere göre İngilizlerin bu ısrarının nedeni, adada oturan Arjantinlilerin 1833’te İngilizler tarafından zorla buradan çıkarılıp yerlerine İngilizlerin yerleştirilmiş olmasıydı. Öte yandan İngilizler ise adaya ilk yerleşen ulus olmalarının daha önemli olduğunu iddia etmektedirler. 9 1982 yılına gelindiğinde ise yıllardır yapılan görüşmelerden hiçbir şekilde sonuç alınamamıştı. 10 Ayrıca Falkland Adaları’nda bulunan petrolün paylaşım sorunu da bölgedeki gerginliğe ayrı bir boyut getirmişti. Buna ek olarak, Arjantin’de 1976’da darbeyle iktidara gelmiş, parlamentoyu, sendikaları, siyasi partileri kapatmış olan askeri cunta, yıkıcı ekonomik kriz ve iç çalkantılarla boğuşmaktaydı. 11 Aralık 1981’de cunta yönetimindeki değişimle başa geçen General Leopoldo Galtieri, kurmaylarıyla beraber aldığı kararla halkın dikkatini başka yöne çekmek suretiyle ülke sorunlarını bir nebze bile olsa unutturacak ve bu yolla, halkın milliyetçi duygularını besleyecek bir askeri harekâta girişme kararı aldı. Hedef, yüz yılı aşkın bir süredir Arjantin’in kendi hakkı olduğunu düşündüğü ancak ele geçiremediği ve karasularına çok yakın bir mesafede yer alan Falkland Adaları’ydı. Ancak hesaba katmadıkları bir gerçek ise

Büyük Britanya Başbakanı “demir leydi” 12 lakaplı Margaret Thatcher’ın Falkland’ı bir milli mesele haline getirerek, ülkede yaşanan enflasyonun düşürdüğü kendine olan desteği yeniden arttırmak için fırsat kollamasıydı. F a l kl a n d S a va ş ı Takvim yaprakları 19 Mart 1982'yi gösterdiğinde, Falkland Adaları’nın yakınında bulunan Güney Georgia adasına çıkan Arjantin kuvvetleri adayı ele geçirdi. 2 Nisan’da Falkland Adaları’na da savaşın sıçramasıyla Büyük Britanya hükümeti harp filosunu bölgeye yolladı ve böylece savaş başladı. İngilizlerin Arjantin denizaltısı Santa Fe’yi batırmaları üzerine, 13 Arjantin misilleme olarak Fransız yapımı Exocet füzelerini kullanarak, İngilizlerin Sheffield destroyerini batırdı. Bu taarruz; İngiliz askeri yetkililerinin, bilgisayar güdümlü Exocet füzelerinin, Arjantin’i zafere götürebileceğini düşünmelerine yol açtı. 14 Ancak, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Ekonomik Topluluğu'nda büyük diplomatik destek gören İngiltere, ABD’nin 15 ve Fransa’nın 16 (özellikle de Exocet füzeleri konusunda) verdiği lojistik destekle birlikte savaşı Arjantin’den bir adım önde götürdü. Buna rağmen, her iki taraf da birbirine kayıp verdirmeye devam etti. 25-26 Nisan 1982 tarihlerinde İngiliz birlikleri Güney Georgia Adası’nı ele geçirince, Falkland Adaları’ndaki Arjantin birlikleri komutanı teslim oldu. 17 Fa l kl a n d S a va şı S on ra sı Savaş sonrasında, her iki ülkede de ciddi değişimler oldu. İngiltere'nin gönderdiği savaş gemilerine altı hafta bile dayanamayan cunta, ağır bir bozguna uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldı. Bu başarısızlık, cunta idaresinin sonunu getirdi ve Galtieri’yi 1983'te istifa etmeye zorladı. Arjantin’de askeri cuntadan sivil yönetime geçilmesinden sonra aralarında Galtieri'nin de bulunduğu cunta yöneticileri mahkemeye çıkarıldılar. 1986’da Silahlı Kuvvetler Yüksek Mahkemesi’nce Falkland Savaşı'nın yönetilmesinden ve insan hakları ihlallerinden kusurlu görülerek 12 yıl hapse mahkûm edildiler. 18 Hala dünyanın birçok yerinde toprağı bulunan ve en küçük toprak parçasından bile vazgeçmediği mesajını veren Büyük Britanya cephesinde ise olaylar, Arjantin’e göre farklı bir eksende gelişti. Savaş dönemindeki kararlı duruşu ve savaşta elde edilen başarılar sayesinde uyguladığı neoliberal politikaların yarattığı işsizlik nedeniyle azalan desteğini geri

13


kazanıp kendisine karşı çıkan muhaliflerini susturan Margaret Thatcher liderliğindeki Muhafazakâr Parti, 1983 Birleşik Krallık genel seçimlerinde, 1979 seçimlerinde elde ettiği oy oranını koruyarak 7 yıl daha devam ettireceği iktidarını sürdürdü. Savaş sonrası Büyük Britanya’ya destek veren ABD’nin savaşta Arjantin’i destekleyen Latin Amerika’nın birçok ülkesindeki saygınlığı azaldı. 19

14

Ayrıca savaş, sonrasında çekilen birçok filmin de konusu oldu. Thatcher’ın biyografisini anlatan 2011 yapımı The Iron Lady filmi Falkland Savaşı’nı da konu ediyor. Thatcher'ın bir kadın olarak erkeklerin dünyasında varoluşunun hikâyesini anlatan film, neredeyse hiç eleştirmediği Thatcher’ı, bir kadın olarak ölen askerlerin ailelerine gözleri yaşlı bir şekilde mektup yazarken göstermekle birlikte; bu savaşın, Thatcher’ın siyasi yaşamını değiştirdiğinden bahsediyor. 20 Bu filmin tam tersi bir çizgide çekilen ve Falkland Savaşı dönemi İngilteresi’nin sosyal çöküntülerini anlatan 2006 yapımı This is England filminde ise Falkland Adaları’nın anavatan topraklarının çok uzağında olması sebebiyle savaşın ne kadar anlamsız olduğunun altı çiziliyor. 21 Arjantin sinemasına da konu olan savaş, 2005 yapımı Iluminados por el fuego adlı belgesel-drama filminin odak noktası oldu. Filmde savaşın anlamsızlığına vurgu yapılmasının yanında savaş sonrası hiç değer verilmeyen gazilerin durumundan da bahsediliyor. Savaş sonrası intihar edenler gazilerin sayısının 300’den fazla olduğunu belirten filmin can alıcı sahnelerinden biri de, teslimiyet ilan edildikten sonra komutanın askerlerine: “Yenilsek bile anakaraya döndüğümüzde halk size minnettar olduğu için kahramanlar gibi karşılanacaksınız.” demesine rağmen, askerlerin savaşta çektikleri çileler sebebiyle onu çok da önemsemeden bir an önce evlerine dönmek istemeleri olarak göze çarpıyor. 22 İki ülke arasında uzun yıllar devam eden gerginlik, spor müsabakalarında ise rekabete dönüşüyor. 1986 FIFA Dünya Kupası çeyrek finallerinde oynanan ve Arjantin’in 2-1 galibiyetiyle sonuçlanan maçta, Arjantin’in iki golünü de kaydeden ünlü futbolcu Diego Armando Maradona, duygularını şu şekilde anlatmıştı: “Maçtan önce futbolun Falkland Savaşı'yla ilgisi olmadığını söyleyip duruyorduk, ama orada birçok Arjantinli çocuğu kuş yavruları gibi öldürmüşlerdi... Bu bir rövanş olacaktı, sanki Malvinas'ın intikamını alacaktık. Yaptığımız röportajlarda hepimiz, bunları birbirine

karıştırmamak lazım; futbol ve politika ayrı şeylerdir filan diyorduk ama yalandı hepsi, düpedüz yalan! İşte bunun için, sanırım attığım gol, golden de öte bir şeydi.” 23 G ü n ü m ü zd eki D u ru m Londra ile Buenos Aires, 1990 yılında diplomatik ilişkilerini yeniden geliştirse de, Falkland Adaları sorunu iki ülke arasında kesin bir çözüme bağlanamadı. 24 1998 yılında Arjantin Devlet Başkanı Carlos Menem, İngiltere’ye resmi ziyarette bulunarak Falkland konusunda ülkesinin tarihsel iddialarını yineledi ancak barışçıl çözümlere açık olduğunu belirtti. 2001’de Tony Blair Arjantin’e resmi ziyarette bulundu. 25 2000’li yıllardan itibaren adalar çevresinde hız kazanan petrol arama faaliyetleri, iki ülke arasında yeni diplomatik gerilimler yaratmaya başladı. 26 Mart 2007’de Büyük Britanya’nın Falkland Adaları'nı içeren bir kesimde, iki ülkenin deniz tabanında ortak keşif yapmasını ve bulunacak petrol ve gazın iki ülke arasında bölüştürülmesini öngören 1995 tarihli mutabakattan feragat eden Arjantin hükümeti, gerekçe olarak Britanya’nın tek taraflı olarak sondaj faaliyetlerine girmesini gösterdi. 27 Ocak 2012’de İngiliz Dışişleri Bakanı David Cameron, Arjantin’i sömürgeci olarak suçlayarak gerginliğe tuz biber ekti. Şubat 2010’da Britanyalı bir şirketin Falkland açıklarında yeni petrol kaynakları keşfetmesiyle iki ülke arasındaki gerginlik yeniden arttı. 28 Şubat 2012’de Falkland Adaları’na savaş gemisi gönderme kararı alınmasının ve Prens William'ın Falkland adalarında altı hafta boyunca arama-kurtarma pilotu olarak eğitim görüp, görev yapacağının açıklanmasının ardından Arjantinli Dışişleri Bakanı Héctor Timerman, İngiltere'yi BM'ye resmen şikâyet etmeye karar verdiklerini açıkladı. 29 Bunun üzerine İngiltere ise, Arjantin'in Falkland Adaları'nda petrol arama hakları konusunda mahkemeye gitme tehdidini "yasadışı gözdağı" olarak tanımladı. Mart 2012’ye gelindiğinde, İngiltere’yi eleştiren Sean Penn’den başka ünlülerin de bu anlaşmazlıkta taraf oldukları görüldü. Nitekim Şili'de bir televizyon programına katılan ünlü İngiliz grubu Pink Floyd'un kurucularından Roger Waters, bir İngiliz olarak, ülkesinin sömürgeci geçmişinden utandığını söyleyerek Falkland Adaları’nın Arjantin’e ait olması gerektiğini belirtti. 30 İngiliz şarkıcı Morrissey, Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te verdiği konserde, Falkland Adaları'nın Arjantin'e ait olduğunu söyledi. Seyircilerin karşısına üzerinde "William ve Kate'ten nefret ediyoruz." yazılı tişörtlerle çıkan grup üyeleri


İngiltere'yi protesto etti. 31 Günümüzde de iki ülke arasındaki bu sorun, zaman zaman alevlenerek basında kendine oldukça geniş yer bulsa da, Arjantin Falkland Adaları'nın karasularında petrol aramanın karasularındaki egemenlik haklarına aykırı olduğunu,

İngiltere’nin de petrol ve doğal gaz arama faaliyetlerini "Falkland Adası halkının kendi kaderini tayin hakkı” olarak gördüğünü belirttiği sürece gerginlik uzun yıllar boyunca süreceğe benziyor.

Refera n sl a r 1. Julius Goebel, The struggle for the Falkland Islands: a study in legal and diplomatic history. Port Washington, NY: Kennikat Press, 1971, s. 14-15 2. “Falkland Islands Timeline: A chronology of events in the history of the Falkland Islands”, http://www.falklands.info/history/timeline.html, (Erişim tarihi: 25 Şubat 2012) 3. 1810-1831 yılları arasında İspanyol egemenliğinden kurtulan ve bağımsızlığını ilan eden Güney Amerika halklarının sonradan büyük kısmının Arjantin, çok az kısmının da Bolivya ile Uruguay arasında dağıtılacak topraklarda kurulan merkezi günümüz Arjantin devletinin de başkenti Buenos Aires olan bağımsız devlet. 4. Jason Lewis & Alison Inglis. "Part 3 – Louis Vernet: The Great Entrepreneur", http://www.falklands.info/history/history3.html, (Erişim tarihi: 25 Şubat 2012) 5. Lewis & Inglis, gös. yer 6. Mario Tesler, La historia del Gaucho Rivero, en Buenos Aires: Así, nº 11 de octubre, 1966, s. 4 7. The Times, 27 Nisan 1982, s. 13 8. "Malvinas: la ONU hará más gestiones para abrir el diálogo", (19 Haziran 2009), http://www.lanacion.com.ar/1140883-malvinas-la-onu-hara-masgestiones-para-abrir-el-dialogo, (Erişim tarihi: 26 Şubat 2012) 9. Roberto C. Laver, The Falklands/Malvinas Case: Breaking theDeadlock in the Anglo-Argentine Sovereignty Dispute, The Hague, The Netherlands: Martinus Nijhoff Publishers, 2001, s. 109-111 10. "Argentina – the horrors of a dictatorial past live on – Radio Netherlands Worldwide – English", (30 Mart 2006), http://www.radionetherlands.nl/currentaffairs/arg060330mc, (Erişim tarihi: 26 Şubat 2012) 11. Ezequiel Sirlin (2006). "Ministerio de Educación, Ciencia y Tecnología de la Nación", Las convocatorias nacionales de la última dictadura (PDF). http://www.me.gov.ar/curriform/publica/sirlin_conv_dictadura.pdf, (Erişim tarihi: 28 Şubat 2012) 12. Bu lakap komünizmin sıkı bir karşıtı olan Thatcher için ilk kez 1976’da Yuri Gavrilov tarafından Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) adlı dergide kullanılmıştır; Margaret Thatcher Foundation archives, “Speech at Kensington Town Hall ("Britain Awake") (The Iron Lady)”, (19 Ocak 1976), http://www.margaretthatcher.org/speeches/displaydocument.asp?docid=102939, (Erişim tarihi: 28 Şubat 2012) 13. Steven R. Harper (1994). "Submarine Operations during the Falklands War – US Naval War College" (PDF) http://www.dtic.mil/cgibin/GetTRDoc?AD=ADA279554&Location=U2&doc=GetTRDoc.pdf, (Erişim tarihi: 28 Şubat 2012) 14. Harold Briley (Mayıs 2002). “John Nott's Story”. Falkland Islands Newsletter No.81, http://www.falklands.info/history/hist82article17.html, (Erişim tarihi: 27 Şubat 2012) 15. Paul Reynolds, “Obituary: Caspar Weinberger”, (28 Mart 2006), http://news.bbc.co.uk/2/hi/americas/4854962.stm, (Erişim tarihi: 27 Şubat 2012) 16. Briley, a.g.e 17. "1982: Marines land in South Georgia", (25 Nisan 1982), http://news.bbc.co.uk/onthisday/hi/dates/stories/april/25/newsid_2503000/2503977.stm, (Erişim tarihi: 27 Şubat 2012) 18.“Por el Confirman juzgamiento torturas de Malvinas”, (27 Haziran 2009), http://edant.clarin.com/diario/2009/06/27/um/m-01947578.htm, (Erişim tarihi: 18 Mart 2012) 19.“America’s role during the Falklands”, (4 Nisan 2007), http://britainandamerica.typepad.com/britain_and_america/2007/04/americas_role_d.html, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) 20. Lloyd, P. (Yönetmen), Morgan, A. (Senaryo yazarı). (2011) The Iron Lady [Film]. U.K.&France: Pathé&Film4 Productions 21. Meadows, S. (Yönetmen/Senaryo yazarı). (2006). This Is England [Film]. U.K.: Film4 Productions 22. Bauer, T. (Yönetmen/Senaryo yazarı). (2005) Iluminados por el fuego [Film]. Argentina 23. Diego Armando Maradona, Maradona: The Autobiography of Soccer's Greatest and Most Controversial Star, New York: Skyhorse Publishing, 2007, s. 128. 24. “Key facts: The Falklands War”, http://news.bbc.co.uk/2/shared/spl/hi/guides/457000/457033/html/nn4page1.stm, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) 25. Robin Yapp & Sean O'Hare, “Falklands Islands: timeline of tensions since the war”, (15 Şubat 2012), http://www.telegraph.co.uk/news/worldnews/southamerica/falklandislands/9084422/Falklands-Islands-timeline-of-tensions-since-the-war.html, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) 26. Simon Watts, “Falkland’da petrol kavgası”, (9 Mayıs 2005), http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2005/05/050509_falkland.shtml, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) 27. International Boundaries Research Unit (IBRU), “Claims and Potential Claims to Maritime Jurisdiction in the South Atlantic and Southern Oceans by Argentina and the UK”, (24 Haziran 2010), http://www.dur.ac.uk/resources/ibru/ south_atlantic_maritime_claims.pdf, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) 28. Gottfried Stein (Çeviri: Başak Sezen), “Falkland gerginliği tırmanıyor”, (25 Şubat 2010), http://www.dw.de/dw/article/0,,5286229,00.html, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) 29. “Falkland Adaları gerginliği hortluyor mu?”, (10 Şubat 2011), http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1243463, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) 30. “İngiltere'nin geçmişinden utanıyorum”, (2 Mart 2012), http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1080489&CategoryID=81, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) 31. “Sahnede Falkland protestosu”, (8 Mart 2012), http://www.sabah.com.tr/Dunya/2012/03/08/sahnede-falkland-protestosu, (Erişim tarihi: 19 Mart 2012) [Görsel]: http://news.ripley.za.net/wp-content/plugins/rss-poster/cache/5739e_120203012129-falkland-islands-map-story-top.jpg

15


(cansuceliker@gmail.com)

Kuzey Kore tam anlamıyla kapalı bir kutu olan ve küreselleşen dünyaya rağmen gizemini hala koruyan bir ülke. Peki, nedir bu ülkeyi bu kadar gizemli kılan? Günümüzde gerek devletler arasında gerekse devlet dışı aktörler arasındaki ilişkiler bu kadar iç içe geçmişken, Kuzey Kore kendisini soyutlamayı nasıl başarabildi? Bu soruların cevabını sosyalist bir ülkenin nasıl totaliter ve baskıcı bir devlete dönüştüğü gerçeğinde bulabiliriz. Karl Marx’ın ve Engels’in öngördükleri komünist sistemi ve komünizme uzanan süreçte bir önceki aşama olan sosyalist ekonomiyi eleştiren anti-komünistler için Kuzey Kore müthiş bir örnek.

16

Kuzey Kore’deki sistemi daha iyi anlamak için özellikle nükleer silah geliştirme programını ve düşünce özgürlüğü ile insan hakları ihlalleri konusunda yaşanan sorunları değerlendirmemiz gerekir. Ku zey Kore’ n i n N ü kl eer S i l a h Progra m ı Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirme programında varmış olduğu aşama, artık küçümsenemeyecek bir boyuta ulaşmıştır. Peki, Kuzey Kore neden nükleer silah geliştirmeye ihtiyaç duymuştu? Öncelikle ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atması sonucu Japonya’nın tahrip olması ve II. Dünya Savaşı’ndan çekilmesi Kuzey Kore lideri Kim II Sung’u oldukça etkileyerek nükleer silah geliştirme kararı almasında etkili olmuştu. İkinci olarak, Kore Savaşı (1950-53) sonrasında ortaya çıkan belgelerde, Amerikalı yöneticilerin Kuzey Kore’ ye karşı nükleer silah kullanmayı düşündükleri ortaya çıkmıştı. Ayrıca Küba Krizi (1962) sırasında Sovyetler Birliği’nin kendi güvenliğini ön plana atarak müttefiki Küba’dan nükleer silahlarını çekmesi ve ABD yönetimi ile anlaşması Sovyetler Birliği’ne duyulan güveni azaltmıştı. ABD’nin hedefinde olduğunu bilen ve küçük ülke psikoloji ile hareket eden Kuzey Kore yönetimi kararlı bir şekilde nükleer silah kapasitesine sahip olmak için çalışmalara başlamıştı. 1 Sovyet Rusya ve Çin ile nükleer alanda işbirliği yoluna giden Kuzey Kore, 1974’te Uluslararası Atom Enerji Ajansı’na (UAEA) üye oldu. UAEA, nükleer bilim ve

teknolojinin barışçıl amaçlarla kullanılmasını sağlamak amacıyla 1957’de Birleşmiş Milletler çatısı altında kurulmuş olan bir kurumdur. 1977’de Kuzey Kore tesislerini uluslararası denetime açtı ve 1990’lı yıllarda ise uranyum madeni işlemekten, plutonyum ayrıştırmaya ve güç reaktörleri kurmaya kadar varan faaliyetleri nükleer tesislerinde yapabiliyordu. 2 Daha sonraki yıllarda ise Kuzey Kore, nükleer teknolojiyi askeri amaçlar için kullandığı yönündeki iddiaları yalanlamış ve NPT’den (Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması) ayrılmaya karar vermişti, fakat ABD ile yapılan görüşmeler sonucunda bu kararını askıya aldı. 1994’te Kuzey Kore ile Dörtlü Çerçeve Antlaşması imzalanmış ve Kuzey Kore’nin nükleer silah programını dondurması karşılığında ABD 2003‘e kadar enerji üretimi amaçlı, hafif su reaktörü kuracağının garantisini vermişti. 3 Ancak ABD’nin 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan ve Irak’a savaş açması ve tüm ilgisini bu bölgeye yöneltmesi üzerine Kim Jong-il, bu fırsatı çok iyi değerlendirerek, nükleer silah geliştirme programına yeniden başladı. Bunun üzerine, George W.Bush’un Kuzey Kore’yi “şer ekseni” içinde göstermesi iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilemesine yol açtı ve Kuzey Kore yönetimi, 10 Ocak 2003’te NPT’den çekildiği açıkladı. 4 Kuzey Kore’nin NPT’den çekilmesi üzerine aynı yıl Güney Kore, Çin, Japonya, Rusya, ABD ile kendisinden oluşan Al tı l ı G ru p görü şm el eri başladı. Bu görüşmeler 2007 yılında Kuzey Kore’nin bütün nükleer programını durdurması, ABD ve Japonya ile ilişkilerini normalleştirmesi karşılığında Pyongyang’a enerji yardımı ve güvenliğin sağlanması yönündeki garantinin verilmesi üzerine sonuçlandı. 5 Fakat 14 Nisan 2009’da Kuzey Kore, ABD’nin düşmanca tutumunu gerekçe göstererek Altılı Grup görüşmelerinden çekildiğini açıkladı ve 25 Mayıs’ta ise ikinci nükleer silah denemesi yaptı. 26 Mart 2010’da ise Kuzey Kore’nin Güney Kore donanmasına ait Cheonan firkateynine saldırması bölgedeki gerilimi iyice arttırdı. Bu saldırı sonucunda


kırk altı Güney Kore denizcisi öldü. Kuzey Kore Milli Savunma Komisyonu ise saldırının Güney Koreli hain bir çete tarafından siyasi ve askeri amaçlarına ulaşmak için yapıldığını duyurdu. Ancak 20 Mayıs’ta ABD, Avustralya, İngiltere ve İsveç’ten gelen uzmanlar tarafından yapılan incelemeden sonra, saldırının Kuzey Kore tarafından gerçekleştiğine yönelik rapor yayınlandı. Güney Kore Cumhurbaşkanı Lee Myungbak ulusa sesleniş konuşmasında Kuzey Kore’nin Cheonan firkateyni faciası için gereken bedeli ödeyeceğini vurguladı. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Kuzey Kore’nin yaptığının aslında savaş nedeni olduğunu belirterek yaptırım uygulamak için Çin’in desteğini istedi. Çin ise ABD’nin ve Güney Kore’nin Kuzey Kore’ye yönelik yaptırım çağrısına sessiz kalmış, tarafları sadece uzlaşmaya çağırmakla yetinmişti. 2010 Aralık ayının sonuna doğru ise gerek ABD, Güney Kore ve Japonya’nın kararlı tutumu gerekse ekonomik kaygılar nedeniyle Kuzey Kore’den yumuşama sinyalleri gelmişti. 6

de şu anda bunu desteklememektedir. Ayrıca Çin, Kuzey Kore yönetiminin bazı terör gruplarına nükleer silah yapımında kullanılan malzemeleri vermesinden de endişe etmektedir. Çin, özellikle Uygur (Sincan) bölgesindeki etnik grupların bu malzemelere ulaşabilme olasılığından çekinmektedir. İkinci olarak ise Çin, Kuzey Kore rejiminin çöküşünün ardından meydana gelebilecek kargaşa ve olası mülteci dalgasından çekindiği için Kuzey Kore’ye destek olmaktadır. 9

2012 yılı ise, Kuzey Kore ile olan ilişkiler açısından yeni bir dönemin habercisi olabilir. Kuzey Kore ile yapılmakta olan uluslararası görüşmeler, Kuzey Kore’nin uzun soluklu lideri Kim Jong-il’in ölümünden sonra Şubat ayında ilk kez yeniden başladı. Yapılan görüşmelerde, Kuzey Kore’nin nükleer programından vazgeçmesi halinde ekonomisinin kalkındırılması ve halka yiyecek yardımı yapılması konusunda garanti veriliyor. Kuzey Kore’nin ise görüşmelerde olumlu bir tavır içinde olduğu belirtiliyor. İlerleyen dönemlerde Kuzey Kore’nin tutumunu ve yapılacak olan antlaşmalara ne kadar uyup uymayacağını göreceğiz. 7

J a p o n ya Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirmesine her ne kadar karşı çıksa da Korelerin birleşmesi konusunda pek istekli değildir. Birleşik ve güçlü bir Kore, Japonya’nın çıkarlarına zarar vereceği için, bölünmüş ama kitle imha silahlarının olmadığı bir Kore Yarımadası’nı tercih etmektedir. 11

Asya -Pa si fi k’ te ya şa n a n gel i şm el eri d a h a i yi d eğerl en d i rm ek i çi n a sl ı n d a d i ğer ü l kel eri n stra tej i l eri n i ve Ku zey Kore’ ye yön el i k pol i ti ka l a rı n ı d a i n cel em ek gereki r. Çi n Uzun yıllar boyunca Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirme programına ve balistik füze üretimine katkıda bulundu ve kriz ortamlarında ise ağırlığını Kuzey Kore’den yana koydu. Çin’in Kuzey Kore’ye destek vermesinin ardında iki önemli neden yatmaktadır. İlk olarak; Çin, Batı dünyası ile arasında bir tampon bölge yaratmaya çalışmaktadır. Tarihten beri Kore Yarımadası, Çin’in kuzeydoğu bölgesinin doğal savunma bölgesi olmuştu. 8 Ayrıca, ABD’nin 11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan’a savaş açarak Orta Asya’daki varlığını arttırması ve Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirmesi nedeniyle Pasifik’te de askeri varlığını arttırarak kendisini kuşatmasını istememektedir. Bu yüzden, her ne kadar başta Kuzey Kore’nin nükleer silah geliştirmesine yardım etmişse

ABD Kuzey Kore’nin bir tehdit olarak varlığı aslında ABD’nin işine yaramaktadır. Kuzey Kore’nin bir tehdit unsuru olması nedeniyle ABD hem Güney Kore’deki hem de Japonya’daki askeri üslerinin varlığını meşru hale getirmektedir. Ayrıca Amerikan üsleri Tayvan ve Çin’in gözetlenmesinde de büyük rol oynamaktadır. Bu yüzden ABD, Kuzey Kore’ye karşı daha temkinli bir politika izlemektedir. 10

G ü n ey Kore Kore Savaşı’nda olduğu gibi bölgede yıkıcı bir savaş istememektedir çünkü kısa süreli bir çatışma bile Güney Kore’nin ekonomik kazanımlarını ciddi ölçüde yok edebilir. Güney Kore, sorunun müzakereler yoluyla çözülmesini tercih etmektedir. Örneğin; Güney Kore’nin eski Cumhurbaşkanı Kim Dae-jung, “Günışığı Politikası” olarak adlandırılan iki ülke arasındaki yumuşama politikasını başlatmış ve bu çabaları nedeniyle her ne kadar başarısız olsa da Nobel Barış Ödülü’ne layık görülmüştü. 12 R u s ya Rusya’nın 2000’li yılların başı itibariyle ABD ile arasındaki güven problemini aşması nedeniyle bu ülkenin hemen sınırlarının ötesinde olmasından Çin kadar endişe duymamaktadır. Ancak Rusya da, Çin gibi nükleer silah yapımında kullanılan malzemelerin, Rusya‘ya karşı bağımsızlık mücadelesi veren grupların eline geçme olasılığı nedeniyle Kuzey Kore’nin kitle imha silahlarından arındırılmasını desteklemektedir. 13 Ku zey Kore’ n i n n ü kl eer si l a h l a n m a progra m ı n ı ve d i ğer ü l kel eri n böl ged eki stra tej i k a n l a yı şl a rı n ı d eğerl en d i rd i kten son ra şi m d i d e Ku zey Kore’ n i n tota l i ter ve ba skı cı rej i m i n i i n cel eyel i m .

17


Ku zey Kore, resm i a d ı yl a Kore D em okra ti k H a l k Cu m h u ri yeti ! Ülkenin isminde “D em okra si ” ve “H a l k Cu m h u ri yeti ” geçmesine aldanmayın; çünkü bu kavramlar, ülkedeki sistemle, diktatör yönetimle, babadan oğula geçen yönetim anlayışıyla, medya ve halkın üzerindeki baskıyla, toplama kamplarıyla ve insan hakları ihlalleriyle uyuşmayan ve böyle bir yönetim anlayışıyla yan yana dahi getirilemeyecek kadar değerli olan kavramlar. Kuzey Kore, vatandaşlarını resmen mekanikleştiren ve onları, kendisinin köleleri gibi gören bir ülkedir. 14 Yirmi birinci yüzyılda, Kuzey Kore gibi daha birçok devletin diktatörlükle yönetilmesi ve rejime karşı olası muhalefeti önlemek için yapılan baskılar ve işkenceler o kadar acı veriyor ki… Kuzey Kore’deki totaliter ve baskıcı yönetimi daha iyi anlamak için medya ve kitle iletişim araçlarına uygulanan sansürden, siyasi mahkûmlardan ve toplama kamplarından bahsetmek gerekir.

18

M e d ya v e S a n s ü r Kuzey Kore’de devlete bağlı iki kanal var ve genellikle bant yayını yapıyorlar. Televizyonlarda liderlerini, örnek çiftlik ve köylerin görüntülerini tekrar tekrar yayımlıyorlar. Yabancı kanalların, filmlerin izlenmesi ve yabancı gazetelerin okunması ise kesinlikle yasak. Böylece kültürel emperyalizmin önüne geçiyorlar; fakat daha önemlisi halkın sistemi sorgulamasını ve olası muhalefet gruplarının oluşmasını önlüyorlar. 15 Kuzey Koreliler, kapkaranlık bir fanusun içinde yaşıyor gibiler. Hayatları sadece köle gibi çalışmak, hiçbir şeyi sorgulamamak ve her fırsatta liderlerine olan bağlılıklarını göstermek üzerine kurulu. Kuzey Koreliler, güneşin her doğuşuyla birlikte tiyatro oyunlarına başlıyorlar ve gösterilerini liderlerine ve elit kesime kusursuzca sergiliyorlar. Fakat onların gösterilerini, tiyatro oyunundan ayıran tek bir acımasız gerçek var: Rollerini toplama kampında çalışmamak ya da idam edilmemek için ölene kadar oynamak zorundalar. Kuzey Kore’de yayımlanan gazeteleri incelediğimiz zaman da durumun çok farklı olmadığını görebiliriz. Gazeteler, etkili bir propaganda aracı olarak kullanılıyor ve tamamen devletin kontrolü altında. Gazete başlıklarına şöyle bir baktığımızda sistemden övgüyle bahsedildiğini kolay bir şekilde görebiliriz. “Kore Gençleriyle Gurur Duyuyor”, “KDHC’nin Gücünün Kaynağı: Kim Jong II’nin Cesareti” ve “Doğuştan Çiftçi” gibi başlıklar… Ayrıca kitle iletişim araçlarının sakıncalarını anlatan makalelere de yer veriliyor. Kuzey Kore iktidarı medyayı istediği gibi kullanarak, haberleri kendi çıkarları yönünde aktarıyor

ve toplumu, inandırıyor.

ülkenin

refah

içinde yaşadığına

Kuzey Kore’de yabancılara verilen bir broşürde ise şöyle yazıyor: “Geleceğe odaklı, optimizmle kendi sosyalizmini yaratıp, geliştiren ve mutlulukla ilerleyen ülke. KDHC’nin cazibesi bu.” 16 Belki Kuzey Kore’de uzun yıllar yaşasak biz de bu yalana inanmaya başlar mıydık, bilemiyorum. Peki, küreselleşen dünyada sınırların kalkmasını kolaylaştıran ve en hızlı şekilde bilgi aktarımını sağlayan internet konusunda Kuzey Kore’de neler yaşanıyor? Tahmin edebileceğiniz gibi Kuzey Korelilerin internete erişim hakkı yok. Kuzey Kore’de internet yerine intranet sistemi kullanılıyor ve sadece izin verilen sitelere erişilebiliyor. Pyongyang Üniversitesi’nde intranet sistemi kullanılırken, halkın intranete ulaşması bile çok zor. Öteki taraftan 2007’de Kuzey Kore’den alınan ve şimdiye kadar kullanılmayan bin IP adresinin 2011’de etkin olması, ülkede internet erişimi olan elitler olduğunu gösteriyor. BBC muhabiri Michael Bristow’un Kuzey Koreli bir gençle yaptığı konuşma ise yaşananları özetler nitelikte. Yüksek lisans eğitimi alan ve iyi derecede İngilizce konuşan bir metalurji öğrencisi, araştırmalarını Londra ya da Los Angeles’teki bir meslektaşıyla karşılaştıramadığını söylüyor. Ama heyecanlı bir şekilde ekliyor: “Sevgili liderimiz sağ olsun, bilmemiz gereken her şeyi internete koydu.” 17 Aslında en zoru ne biliyor musunuz? Birbirini çürüten iki fikri aynı anda savunmak ve mantığa karşı farklı bir mantık kullanmak. Kuzey Kore’deki toplum düzeni, güç ve iktidarın sınırsızca kullanılması bana George Orwell’ın kaleme aldığı Bi n D oku z Yü z S eksen D ört’teki totaliter toplumu anımsattı. Bü yü k Bi ra d er’in gözünün hep insanların üstünde olduğu ve faklı görüşe sahip olanların d ü şü n ce pol i si tarafından tutuklandığı bir toplum. Her yerde gizli kameraların ve ses dinleme cihazlarının olması nedeniyle insanların gerçek fikirlerini açıklayamadığı bir devlet. George Orwell, iktidar partisinin sloganını şöyle yazmıştı: “ S a va ş, Ba rı ştı r.”, Ö zgü rl ü k, Köl el i kti r” ve “Ca h i l l i k, G ü çtü r. ” Kore İşçi Partisi’nin de ülkede yaptığı uygulamalar, bu sloganlara ne kadar çok benziyor. Medyaya sansür uygulaması ve toplumun dış dünya hakkında bilgi almasını önlemesi kendisine güç olarak dönmüyor mu? George Orwell’ın vurguladığı çi ftd ü şü n i şl em i , Kuzey Kore’de etkili bir şekilde kullanılmıyor mu? Hem Kuzey Kore’de demokrasinin olanaksızlığına hem de Kore İşçi Partisi’nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak, unutulması gereken bilgileri unutmak bu işlemin bir parçası değil mi? 18


Topl a m a Ka m pl a rı Kuzey Kore her ne kadar toplama kamplarının varlığını inkâr etse de, gerek uzaydan çekilen fotoğraflar gerekse kamplardan kaçmayı başaran Kuzey Korelilerin anlattıkları, kampların varlığını doğruluyor. Kamplar, Stalinist modele göre inşa edildi ve tutuklulara yapılan işkenceler Stalin’in ölüm kamplarından farksız değil. Sovyet Rusya’da Komünist parti politikasına karşı en ufak direniş gösterenler “G u l a g” olarak adlandırılan çalışma kamplarına gönderilirdi ve ölesiye kadar çalıştırılırdı. 1924’lerde kurulmaya başlanan bu kamplarda 1954 yılına kadar yaklaşık 2,4 milyon kişi ölmüştü. Kamplar Stalin’in politik baskısının bir simgesiydi ve mahkûmların çoğu siyasi tutuklulardı. 19 1950’li yıllarda Sovyet Rusya’dan gelen uzmanlar, Çin’deki çalışma kamplarını düzenlemiş ve Kuzey Kore’deki kampların oluşturulmasına da örnek model olmuştu. 2012 ‘ye gelmemize rağmen, Stalin’in toplama kamplarının benzerinin Kuzey Kore’de hala var olması tüm insanoğlunun sorgulaması gereken bir gerçek. Kuzey Kore’de Halkın Güvenlik Kurumu (In-min-bo-anseong) ve Ulusal Güvenlik Kurumu (Kuk-ga-bo-anseong) olmak üzere iki farklı sistem var. Birincisi, çalışma kamplarından ve hapishanelerden oluşuyor. Mahkûmlar genellikle madenlerde ya da çiftliklerde çalıştırılıyor. Ulusal Güvenlik Kurumu ise özellikle 1990’ların sonunda Kuzey Kore’de meydana gelen kıtlık sonucu Çin’e kaçmaya çalışan Kuzey Korelilerin tutuklanması ile ilgileniyor. En şaşırtıcı olan ise Kuzey Kore ‘de siyasi mahkûmların ailelerinin bir aile üyesinin işlediği suç nedeniyle cezalandırılması; çünkü Kim Jong-il suçun üç kuşak boyunca genlerde kaldığına inanıyordu.” Siyasi suç” kavramı oldukça geniş bir kapsama sahip. Yabancı bir film izlemek ya da Güney Kore’ye ait bir şarkıyı söylemek bile, siyasi suç kapsamına giriyor. 20 Ülkede sivil muhalefet hakkında ise bilgi edinmek oldukça güç. Ancak son zamanlarda Kuzey Kore’den kaçırılan bazı videolar, ülkede yaşananları tüm gerçekliğiyle ortaya koyuyor. Halka açık infaz görüntüleri, insani yardım paketlerinin pazarda satılması ya da Gençlik Özgürlük Ligi imzalı hükümet karşıtı afişler… Afişlerden birinde şöyle yazıyor: “Ordu öncelikli siyaset yüzünden insanlar açlıktan ölüyor. Pirinci sadece orduya vermeyin, halka vermekle başlayın.” 21 Bi r d i ğer ü zeri n d e d u ru l m a sı gereken n okta i se Çi n ’ i n Ku zey Korel i m ü l teci l eri i a d e etm esi Çin hükümeti uluslar arası hukuka uymayarak Kuzey Koreli mültecileri tutukluyor ve ülkelerine geri gönderiyor. Kuzey Kore’ye iade edilenlerin pek çoğu

işkenceye maruz kalıyor ya da öldürülüyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), Çin’i geçtiğimiz Şubat ayında uyarmasına rağmen Kuzey Koreli mülteciler için yapılanlar çok yetersiz. Öteki taraftan Seul hükümeti ise Çin’in mültecileri geri göndermesi konusunu Birleşmiş Milletler’e götürmeye hazırlanıyor. 22 Mülteciler konusunda gerek UNHCR’nin yetersiz kalması gerekse yakalanan mültecilerin Çin tarafından Kuzey Kore’ye teslim edilmesi üzerine Korelilere yardım eden çeşitli uluslar arası örgütler oluşturuldu. Yera l tı D em i ryol u Aktivistler hayatlarını riske atarak kaçmaya çalışan Kuzey Koreliler için güvenli barınaklar ve kaçış yolları bulmaya çalışıyorlar. Chun Ki-won, Yeraltı Demiryolu aktivistlerinden biri. Bir iş seyahati için gittiği Çin’in Yanbian bölgesinde, Tumen Nehri’ni geçmeye çalışırken öldürülmüş Kuzey Koreli bir mültecinin bedenini görür. Bu olaydan sonra, Kuzey Korelilerin özgürlüklerine kavuşması için çalışmaya karar verir ve mültecilerin kaçışı için yeni rotalar bulmak için hep seyahat eder. 23 Korel i El l ere Ya rd ı m Ed i n Tim Peters tarafından 1990’da Seul’de kurulmuş bir örgüt. Çin’de kötü koşullar altında saklanmaya çalışan Kuzey Koreli mültecilere yardım eden ve yiyecek yardımı yapan bu örgüt, ayrıca Çin’de Kuzey Koreli çocuklar için gizlice kurulan yetimhaneye de yiyecek ve giysi yardımında bulunmaktadır. 24 G ü n ey Kore’ ye Ka çm a yı Ba şa ra n M ü l teci l eri n Ya şa m Ö ykü l eri J I H ae N am

Kore İşçi Partisi’nin ideolojisini ve politikalarını anlatmak için fabrikaları gezen bir kadındı. Fakat 13. Parti Kongresi’nden sonra, partiye duyduğu güven azalmaya başlamıştı. Bir gün arkadaşlarıyla beraber Güney Kore’ye ait bir şarkıyı söylemesi nedeniyle iki yıl tutuklandı. Tutuklanması sırasında dövüldü ve taciz edildi. Serbest kaldıktan sonra hiçbir yerde iş bulamadığı için 1998’te Çin’e kaçmaya çalıştı, fakat Çinli bir tacirin eline düştü. Çinli tacir onu bir sex oyuncağı gibi kullandıktan sonra serbest bıraktı. Güney Kore’ye kaçmaya çalışırken Çinli yetkililer JI’yi yakaladı ve Kuzey Kore’ye teslim etti. Tutuklandıktan bir yıl sonra serbest kaldı ve Kuzey Koreli mültecilere yardım eden bir Güney Koreli ile tanıştı. Onun sayesinde bu sefer Seul’e kaçmayı başardı. JI Hae Nam ile röportaj yapan kişi, ona şöyle bir soru sorar: “Eğer o günlere geri dönsen yine o şarkıyı ‘Don’t Cry for me, Hongdo’ söyler miydin?” JI’nin cevabı ise gerçekten çok anlamlıydı: “Evet söylerdim, ama şimdi hiçbir şeyden korkmadan.” 25

19


S h i n D o n g - h yu k

Shin’in öyküsünü anlatmamın nedeni ise daha masum bir bebekken çalışma kampında tutulması ve kaçana kadar ağır yaşam koşullarına ve işkencelere maruz kalması… Babasının iki abisi Kore Savaşı sırasında Güney Kore ile işbirliği içinde olması nedeniyle suçlanınca babası da tutuklanılır. Kuzey Kore’de suçun üç kuşak boyunca devam ettiği anlayışı olduğu için Shin de daha doğmadan suçlu damgasını yemişti. 14 numaralı kampı, annesinin asılmasına şahit olduğu ve ateşle işkence edildiği kamp olarak ömrünün sonuna kadar hatırlayacaktı. Birçok kişi, Shin’in hala nasıl kaçmayı başardığına inanamıyor, çünkü 14 numaralı kamptan kaçan bugüne kadar hiç olmamıştı. Shin 2005’te Güney Kore’ye kaçmayı başardıktan sonra aktivistler ona ulaştılar ve Shin post-travmatik stres bozukluğu nedeniyle belli bir süre hastanede kaldı. En önemli sorunlardan birisi de zaten Kuzey Kore’den kaçmayı başaranların rehabilite edilmesi ve topluma kazandırılması.

20

Shin yaşadıklarını anlatan Dış Dünyaya Kaçış isminde bir kitap yazdı. En büyük hayali ise Nazi toplama kamplarının yıkıldığı ve Adolf Hitler’in III. Reich döneminin bittiği gibi Kuzey Kore’de de toplama kamplarının yıkılması. 26 Ku zey Kore’ d e m ed ya ü zeri n e ol a n sa n sü rd en ve topl a m a ka m pl a rı n d a n ba h setti kten son ra şi m d i d e Ki m a i l esi n i n kü l tl eşti ri l m esi n d en ve ü l ked e tı pkı bi r i l a h gi bi görü l m esi n d en ba h sed el i m .

kez daha pek çok kişiyi şaşırttı. Diktatör olarak anılan birinin ardından nasıl bu kadar gözyaşı dökülebiliyordu? Aslında bu tablo Alexsandr Soljenistin’in Gulag Takımadaları kitabını ne kadar çok anımsatıyor. Sovyet Rusya’da Politbüro Başkanı, konuşmasının ardından dakikalarca alkışlanır. Öyle ki kimse alkışı kesmeye cesaret edemez, çünkü alkışı erken kestikleri için partiye olan bağlılıkları sorgulanabilir ve ihanetle suçlanabilirler. Basında yer alan bazı haberlere göre ise Ebedi Liderleri Kim II Sung’un vefatından sonra az ağlayanların işkence görmesi nedeniyle Kuzey Korelilerin bu kadar çok ağladığı yönündeydi. Ayrıca muhalif bir internet sitesinin haberine göre de yas döneminde üzüntülerini göstermeyenler, altı ay boyunca çalışma kamplarına gönderilmeye başlanmıştı fakat bu iddialar henüz doğrulanmadı. 27 Sosyalizm gibi bir ideolojinin, bu kadar güçlü bir kişi kültüyle ve babadan oğla geçen bir sistemle yaşatılması oldukça düşündürücü… Liderlerine resmen bir ilah gibi taparak her dediklerini doğru olarak kabul ediyorlar. Tabi bu durumda ülkede muhalefetin olmaması, ülkenin dış etkilere karşı bir kale gibi korunması da etkili. Kuzey Kore’ye yabancı gazetecilerin hatta turistlerin bile girmesi çok zor olduğu gibi Kuzey Korelilerin de yurtdışına çıkması neredeyse imkânsız. Bu yüzden Kuzey Koreli liderler, kendi ülke sınırları içinde bir ilah gibi görülseler de Nietzsche’nin tanımladığı “üstün insan” olmaktan o kadar uzaklar ki…

Sevgili Liderleri Kim Jong –il’in 17 Aralık 2011 ‘de vefatından sonra Kuzey Kore’den gelen görüntüler, bir Refera n sl a r 1.Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu, “Kuzey Kore’nin Nükleer Silah Programı: Sebepler&Sonuçlar”, (2004), https://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:I0Y_jtOlCIoJ:www.mustafakibaroglu.com/sitebuildercontent/sitebuilderfiles/Kibaroglu-KuzeyKoreUluslararasiIliskilerDegisi18Subat2004.pdf+Kuzey+Kore+nin+n%C3%BCkleer+silah+s%C3%BCreci&hl=tr&gl=tr&pid=bl&srcid=ADGEESiZpN7dqRKd4XI8f0DKTAm1nMoPtzyQNe xwtDZz-cEcNw-3XbTezkA3x5GS9gPrxv-uf1avIaaq7r7v8lYqX7LNijZNEw3uIeqljshOTpWEkof__wWyzQ1vh5kTSAA6he31SfQ&sig=AHIEtbQi2XjsMDR5JIkJwFWkMPqZSTgOkw, ( Erişim Tarihi: 25 Şubat 2012) 2. a.g.e. , sf.6 3.a.g.e. , s.f.10 4.a.g.e. , s.f. 15 5.Dr. Serdar Erdurmaz, “Kuzey Kore’nin 25 Mayıs 2009 Nükleer Denemesi “, (26 Mayıs 2009), http://www.turksam.org/tr/a1680.html, (Erişim Tarihi:27 Şubat 2012) 6. Doç.Dr. Erkin Ekrem, “Çin-ABD Zirvesi ve Kuzey Kore Sorunu”, (31 Mayıs 2011), http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/735/cin-abd-zirvesi-vekuzey-kore-sorunu.aspx, (Erişim Tarihi:27 Şubat 2012) 7.Dr. Serdar Erdurmaz, “ABD Kuzey Kore Nükleer Müzakereleri İkinci Gününde “, (24 Şubat 2012), http://www.turksam.org/tr/a2608.html, (Erişim Tarihi:28 Şubat 2012) 8.Doç.Dr. Erkin Ekrem, gös. yer 9.Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu, a.g.e. , s.f. 19 10.Selçuk Çolakoğlu, “Bir Kuzey Kore Klasiği”,(3 Haziran 2009), http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=980, (Erişim Tarihi:26 Şubat 2012) 11.gös. yer 12. Dünya Gazetesi, “Güney Kore: Günışığı politikası başarısız oldu ”,(18 Kasım 2010), http://www.dunya.com/news_detail.php?id=106330, (Erişim Tarihi:29 Şubat 2012) 13. Prof. Dr. Mustafa Kibaroğlu, a.g.e, s.f.20 14. Erol Başçı, “K.Kore Ağlıyor”,(22 Aralık 2011 ), http://www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=89809, (Erişim Tarihi:1 Mart 2012) 15. Çiçek Tahaoğlu, “Kuzey Kore’de Yaşam Pratikleri”,(19 Eylül 2011), http://bianet.org/bianet/dunya/132774-kuzey-korede-yasam-pratikleri, (Erişim Tarihi:1 Mart 2012) 16.gös. yer 17.Michael Bristow, “Kuzey Kore’nin Garip Dünyası”,(Ekim 2010), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/12/111220_nkorea_life.shtml, (Erişim Tarihi:3 Mart 2012) 18.George Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”,(8 Haziran 1949), Can Yayınları: İstanbul, 2011,sf.16 19. Sabah Gazetesi,” Stalin’in Ölüm Kampı”,(14 Ekim 2011), http://www.sabah.com.tr/fotohaber/dunya/stalinin-olumkampi?tc=15&albumId=30915&page=1, (Erişim Tarihi:4 Mart 2012) 20. David Hawk,” The Hidden Gulag Exposing North Korea’s Prison Camps”,(2003), http://www.davidrhawk.com/HiddenGulag.pdf, (Erişim Tarihi:4 Mart 2012) 21. Çiçek Tahaoğlu, gös. yer 22.BBC, “Seul: Çin, Kuzey Koreli mültecilerin haklarını korusun”, (22 Şubat 2012), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/02/120222_korea_china_refugees.shtml, (Erişim Tarihi:5 Mart 2012 ) 23. Family Care Foundation,” The Korean Underground Railroad “, http://www.familycare-foundation.org/korean-underground-railroad.html, (Erişim Tarihi:5 Mart 2012) 24. Helping Hands Korea, “Who We Are” , http://www.helpinghandskorea.org/about/, (Erişim Tarihi:6 Mart 2012) 25. David Hawk, a.g.e. ,sf. 47 26. Blaine Harden,” North Korean Prison Camp Escapee Tells of Horrors, Worries about Those Left Behind “ (11 Aralık 2008), http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/12/10/AR2008121003855.html (Erişim Tarihi:6 Mart 2012) 27. Euronews,”Kuzey Kore yas tutmayanları cezalandırıyor”, (12 Ocak 2012), http://tr.euronews.com/2012/01/12/kuzey-kore-yas-tutmayanlaricezalandiriyor (Erişim Tarihi:6 Mart 2012)


(ocihan_sert@hotmail.com)

Romalıların Yemen’e Mutlu Arabistan demeleri manidardı. Bilinen dünyanın bir ucunda, haritaların sağ alt köşesinde bir yerde barbar akınlarından uzak, refah ve huzurlu bir ülkeydi Arabia Felix. Bölge aynı kaldı ama isimler değişti ve sonra çehreler de. Yemen, bugün halkının %35’i işsiz, %42’si aç ve enflasyonu yıllık %20 olan bir ülke. 1 Kuzeyi, başına buyruk Şii Houtsi kabilesinin; güneyi, ayrılıkçı sosyalist hareketin; doğusu, El Kaide'nin ve geriye kalanı Yemenli olmayanların yönetmeye çalıştığı bir ülke. Bir de ülkenin iki güçlü ailesinin, Salih ve El Ahmer, 2 bir zamanlar vermiş olduğu kanlı iktidar kavgası, sınırlar arasında kalmış, kendi içinde sıkışmış bir halk yarattı. Bu sefer başkent Sana’daki el-Tagyir (Değişim) idi gösterilerin simge meydanı. Üstüne 6 Haziran’da uğradığı başarısız bir suikasttan sonra 33 yıllık diktatör, ülkenin diyalog ortamına ihtiyacı olduğu ve dahası iktidarı paylaşmaya hazır olabileceği sinyalini verdi hastaneden yaptığı ulusa sesleniş 3 konuşmasında. Ve bir nevi "şartlı tahliye" ile iktidarına veda etme zorunda kalan Abdullah Salih, 23 Kasım 2011'de Suudi Arabistan'ın başını çektiği Körfez Ülkeleri İş Birliği Konseyi'nin müzakereleri altında Riyad'da bir anlaşmaya imza atmak zorunda kaldı. Anlaşma uyarınca özetle, 4 1) Salih yetkilerini yardımcısı Abdurrabu Mansur Hadi'ye devredecek. 2) 21 Şubat 2012'de yenilenecek başkanlık seçimlerine Hadi aday olacak. 3) Seçimlere dek Abdullah Salih iktidar partisinin genel başkanı olmayı sürdürecek. 4) Seçimlerden sonraki dönemde Abdullah Salih'in yargı dokunulmazlığı olacak. 5) İktidar ve muhalefet partisi bir koalisyon hükümeti kuracak. Anlaşma içerik olarak, Salih'i fiilen yönetimden

uzaklaştırmasına rağmen, gerek yardımcısı gerek Salih döneminin anayasası ve gerek Salih ailesinin anayasal kurumlarda korudukları başkanlık pozisyonları, eski dönemin devam etmesi için yeterli vesayetçi yapıyı korumakta. Seçimlerden hemen önce Yemen Parlamentosu’nun af kapsamını Salih döneminde askeri, sivil ve güvenlik makamlarında olan herkesi kapsayacak şekilde genişletmesi 5 çok sert tepkilere ve seçimleri boykot tehditlerine hedef oldu. El Hadi, 21 Şubat’ta yapılan seçimlerde %55 civarı bir katılımla %99,8 ile geçiş döneminin başkanlığına seçildi. 6 Başkanlık yemininin yapıldığı sırada başkanlık konutunun yakınlarında El-Kaide’nin yaptığı kanlı eylemde yirmi altı asker ölür ve dokuzu da yaralanırken 7, Hadi tüm yurda diyalog ve yeni anayasa çağrısı yapıyordu. 8 El-Kaide’nin Yemen’in geleceğine dair beslediği “kötü emellerin” temeli, 29 Aralık 2009’daki tüm Arap Yarımadası ülkeleri El-Kaide örgütlerinin Yemen merkezli, AQAP adı altında tek bir çatı altında birleşmesine dayanmakta. Bu altyapısal hazırlığın yanı sıra en büyük ideolojik teorisyeni ve AQAP genel lideri olan Enver el Awlaki’nin ABD tarafından Yemen’de öldürülmesi de ülkede örgütün Arap Baharı’nın istediği yönde esmiyor ya da “estirilmiyor” olmasına duyduğu tepkiye ve döktüğü kana bir başka boyut kazandırdı. Öyle ki 21 Şubat eylemini yapan Suudi Muhammed el Sayari’ye göre Amerika, Yemen devriminin meyvelerini bu seçimle çalmakta.9 Mart ayının başında, El-Kaide’nin 78 Yemen askerinin ölümüyle ve 55’inin kaçırılmasıyla sonuçlanan kanlı Abyan eylemi 10, örgütün Amerikan yanlısı yeni yönetime karşı sert tutumunu gösterirken BM Yemen Temsilcisi Cemal Benomar’ı şu itirafta bulunmaya itti: Ülkede uzun süren siyasi belirsizlik, El-Kaide’ye güç kazandırdı. 11 Bir güney Yemenli için kuzeylinin Dahabashi (Vahşi) 12 ’den öteye bir anlam ifade etmeyen ortamda, seçimleri kom ed i 13 olarak nitelendiren Güney Yemen

21


Ayrılıkçı Hareketi lideri Ali Salim el Baidh, seçimlere boykot çağrısı yapmıştı. 1990’da SSCB’nin yıkılmasıyla Kuzey’le yaptığı 22 Mayıs 1990 zoraki evliliğinden sonra yanı başındaki Somali’nin bölünmesinden feyiz almış olmalı ki bağımsız bir Güney Yemen sosyal hukuk devleti özlemi 14 duyan Güney Yemen Sosyalist Partisi’ne göre “Kuzey Seçimleri” bir kabilecilik oyunu. Boykotu kırmak için gönderdiği altı parlamenterinin başarısız olmasından sonra bölgeye gideceğini açıklayan Petrol Bakanı Hisham Sharaf Abdullah, güneye biçilen anlamın ne olduğunu gösterdi. Güney’deki Aden rafinerilerinin de ayrılıkçı kabilelerce tahribinin ardından neredeyse birleşme öncesi rakamlarına dek gerileyen petrol üretimi sadece başkent Sana’yı değil okyanus ötesini de telaşlandırdı.

Komünist ve seküler Güney Yemen’e karşı Kuzey’in ve günümüzde de başkent Sana’nın her zaman yanında yer alan Arabistan için Salih vesayetinin devam etmesi, hem tüm Arap Yarımadası’nı hedef alan El-Kaide ile mücadele için, hem başkanlığını yürüttüğü Körfez Ülkeleri İş Birliği Konseyi’nin ucuz petrol kaynağı olduğu için, hem de İran’ın Houtsiler vasıtasıyla bölgede nüfuz sahibi olmasını önlemek için çok önemli. Bunun yanında, Suudi Arabistan’ın doğu komşusu Mısır’da, kuzey komşusu Ürdün’de ve sonra güney komşusu Yemen’de de başlayan isyanların kontrolsüz bir geçiş sürecinin sonunda Suudi Arabistan’a da sıçrama korkusu, vesayetçi yapıyı koruyan kontrollü bir geçiş sürecinin bir başka sebebi.

11 Eylül 2009’da başlattığı büyük isyanla bugünkü geçiş sürecini başlatanlar arasında sayılan ülkenin en güçlü kabilesi Houtsi de sürecin Yemen’in kontrolünden çıktığına katılmakta. “Yemen’in bağımsızlığına ve egemenliğine gölge düşürecek her türlü dış müdahaleyi reddediyoruz.” 16 diyerek %55’lik seçim katılımının mimarları olan El-Kaide ve Güneyli ayrılıkçılardan sonra boykotçular arasında üçüncü sırayı yer alan Şii Houtsi kabilesi, El-Kaide ile zaman zaman ortak hareket etse de her zaman eski Salih yönetimince İran’ın bölgedeki ayağı olarak suçlandı. 17 Oysa Houtsi lideri Abdül Malik El Huthi’nin istediği üç maddeyle ülke; ulusal çıkarlara dayalı yeni bir anayasa, ulusal yapıda yeni bir ülke ve yine ulusal bir ordu üzerine kurulu bir Yemen olmalı. 18

Geçiş sürecinin bölgedeki Amerikan Büyükelçisi Gerald Feierstein’e göre İran, Yemen’deki El Kaide’ye ve Şii Hutsiler’in yanı sıra Hutsiler’le çatışan Sünni ve Salefi kabilelere de uzun süredir silah ve para yardımı sağlamakta her zamankinden daha aktif. 19 İran’ın Salih döneminden beri sahip olduğubu çatışma ortamında Houtsiler ve merkezi hükümet arasındaki arabuluculuk hevesiyle Yemen’in iç işlerine karışma fırsatını Ortadoğu’daki siyasi ve ekonomik en büyük rakibi Körfez Ülkeleri İş Birliği Konseyi’ne kaptırması, Yemen’e yaptığı yatırımları şimdilik hüsranla sonuçlattı.

22

Riyad Anlaşması’nın mimarlarından sayılan Suudi Arabistan’ın, Yemen’le ve Abdullah Salih’le olan iyi ilişkileri, Soğuk Savaş döneminden kalan bir miras.

Körfez İş Birliği ülkeleriyle yakın müttefikliği bulunan Amerika Birleşik Devletleri’nin Yemen Büyükelçisi Mr. Gerald M. Feuerstein, 19 Haziran 2010 Salih hükümetinden beklentilerini özetlemişti. 20 •

El-Kaide ile koşulsuz mücadele


• •

Güçlü ve ulusal bir sivil toplum Genişletilmiş bir özel sektör

Birleşik Devletler Ulusal Güvenlik Danışmanı John Brennan’ın Birleşik Devletler’in “Yem en d esteği progra m ı ” 21 üzerinde bir değişikliğe gitmeyeceğini açıklamasının, seçimlerin ve kontrollü geçişte Körfez Ülkeleri İş Birliği Konseyi’nin de arkasında ABD mi vardı sorularını akıllara getirdiği bir gerçek. Riyad Antlaşması’nda Abdullah Salih’in devlet kurumlarındaki yakınlarının ve hemşehrilerinin akıbetine dair kesin bir hüküm yokken, antlaşmanın insiyatifi yeni hükümete bırakması, Hadi’yi bir ikilemde bıraktı. Yönetime tutunabilmek için kısa dönemlik de olsa Salih’in desteğine muhtaç olan Hadi’nin, Salih’e bağlı devlet kadrolarını boşaltsa bile muhalefetin ve boykotçu grupların desteğini

kazanacağı bir gerçek. Bu ikilem arasındaki yeni hükümetin karar vermesini beklemeyen halk, tercih hakkını devlet kadrolarında alternatif bir devrime yönelmekte kullandı. 17 Aralık 2011’de Yemen Havayolları’nda greve başlayan çalışanlar 22 Aralık’ta Salih’in oğlu Abdülhalek el Kadhi’nin istifa etmesini sağladılar. 22 Askeri bütçeyi kontrol altında tutan Yemen İktisadi İşbirliği Kurumu’nda 28 Aralık’ta başlayan grevlerle de Abdullah Salih’e yakın bir isim olan Hafız Mayad Salih’in istifası gündemde. 23 Grevler, Petrol Masila’dan medya kurumlarına dek ülke geneline yayılmış durumda. 24 Geçiş döneminin müstakbel yeni başkanı El Hadi’yi zor zamanlar bekliyor. Eski başkan Salih’in dediği gibi: Yem en ’ i yön etm ek yı l a n l a rı n ka fa sı n ı n ü zeri n d e d a n s etm eye ben zi yor. 25

Refera n sl a r 1- Bureau of Near Eastern Affairs, “Background Note: Yemen”,(12 Mart 2012), http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/35836.htm (ErişimTarihi: 15 Mart 2012) 2- G. Hill, “Yemen’deki İktidar Mücadelesinde Kim Kimdir?” (30 Mayıs 2011), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/05/110530_yemen_analysis.shtml (Erişim Tarihi: 14 Mart 2012) 3- BBC Haberler, “Yaralı Devlet Başkanı Halka Seslendi” (8 Temmuz 2011), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/07/110708_yemen_salih_return.shtml, (Erişim Tarihi: 10 Mart 2011) 4- S. Ziya, “Yemen Devrimi: Yetki Devri mi, Salih Devri mi?” (12 Aralık 2011) http://www.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=98976&q=yemen-devrimi-yetki-devri-mi-salih-devri-mi,(Erişim Tarihi: 12 Mart 2012) 5-BBC Haberler, “Yemen Liderine Yettki Devrine karşı Dokulnulmazlık Hakkı” (21 Ocak 2012) http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/01/120121_yemen.shtml, (Erişim Tarihi: 16 Mart 2012) 6- SAM, “Yemen Seçim Gözlemi” (28 Şubat 2012) http://sam.gov.tr/tr/yemen-secim-gozlemi/, (Erişim Tarihi: 10 Mart 2012) 7-Hürriyet, “ Yemen’de El Kaide’den Orduya Büyük Darbe” (5 Mart 2012) http://www.hurriyet.com.tr/planet/20059659.asp, (Erişim Tarihi: 10 Mart 2012) 8- K. Zimmerman, “ Yemen Crisis Situation Reports: Update 132” (27 Şubat 2012) http://www.criticalthreats.org/yemen/yemen-crisissituation-reports-update-132-february-27-2012, (Erişim Tarihi: 11 Mart 2012) 9- K. Zimmerman, “Yemen Crisis Situation Reports: Update 133” (7 Mart 2012) http://www.criticalthreats.org/yemen/yemen-crisissituation-reports-update-133-march-7-2012 , (Erişim tarihi: 14 Mart 2012) 10- Hürriyet, a.g.e., gös. yer. 11- AA, “El Kaide Yemen’de Güç Kazanıyor” (7 Mart 2012) http://cumhuriyet.com.tr/?hn=320524, (Erişim Tarihi: 16 Mart 2012) 12- Time Staff, Is South Yemen Preparing to Declare Independence?” (8 Temmuz 2011) http://www.time.com/time/world/article/0,8599,2081756-2,00.html, (Erişim Tarihi: 10 Mart 2012) 13- K. Zimmerman, “Yemen Crisis Situation Reports: Update 129” (6 Şubat 2011) http://www.criticalthreats.org/yemen/yemen-crisissituation-reports-update-129-february-06-2012, (Erişim Tarihi: 09 Mart 2012) 14- Time Staff, a.g.e. ve gös. yer 15- Index Mundi, “Yemen Crude Oil Production by Year” http://www.indexmundi.com/energy.aspx?country=ye&product=oil&graph=production, (Erişim Tarihi: 10 Mart 2012) 16- NY Staff, “Al-Houthi Rejects American Ambessedor Statement” http://nationalyemen.com/2012/02/11/al-houthi-rejects-americanambassador-statement/, (Erişim Tarihi: 11 Mart 2012) 17- F. William Engdahl, “Yemen: Behind Al-Qaeda Scenarios, an unfolding stealth agenda” (28 Mart 2011) http://www.voltairenet.org/Yemen-Behind-Al-Qaeda-Scenarios-an#nb3, (Erişim Tarihi: 13 Mart 2012) 18- K. Zimmerman, a.g.e. ve gös. yer 19-T. Finn, “U.S. Diplomat:Iran more active in Yemen” (21 Şubat 2012) http://www.criticalthreats.org/yemen/yemen-crisis-situationreports-update-129-february-06-2012, (Erişim Tarihi: 16 Mart 2012) 20- G. M. Feirstein, “Mr. Gerald M. Feierstein Ambassador-Designate to the Republic of Yemen U.S. Senate Committee on Foreign Relations” (19 Temmuz 2010) http://www.foreign.senate.gov/imo/media/doc/Feierstein,%20Gerald%20M1.pdf, (ErişimTarihi: 16 Mart 2012) 21- K. Zimmerman, “Yemen Crisis Situation Reports: Update 131”, (21 Şubat 2012) http://www.criticalthreats.org/yemen/yemen-crisissituation-reports-update-131-february-21-2012, (ErişimTarihi: 16 Mart 2012) 22- S. Gordon, “ The Parallel Revoution in Yemen”, (6 Mart 2012) http://www.criticalthreats.org/yemen/gordon-parallel-revolutionmarch-6-2012, (ErişimTarihi: 14 Mart 2012) 23- S. Gordon, a.g.e. ve gös. yer 24-S. Gordon, a.g.e. ve gös. yer 25- Reuters, “Yemen's Saleh faces music after 33 years in power”, (20 Şubat 2012) http://www.msnbc.msn.com/id/41385542/ns/world_news-mideast_n_africa/t/yemens-saleh-faces-music-after-yearspower/#.T2YqGFKSyiw, (Erişim Tarihi: 17 Mart 2012)

23


(seren_1709@hotmail.com) 1940'lara kadar sahip olduğu petrol rezervlerini malum nedenlerden dolayı keşfedemeyen Katar, o zamana kadar temel ekonomik gelirini balıkçılık ve inci rezervlerinden sağlıyordu. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, Ortadoğulu küçük devletlerin hamisi İngiltere'nin himayesinde başlıca uğraşı inci çıkartmak olan fakir bir ülkeyken, Katar'ın önemli petrol ve doğalgaz gelirlerine sahip bir ülkeye dönüşüm hikayesini gerçek anlamda dikkate değer buluyorum.

24

Katar 1800'lerin başından beri El-Thani ailesi tarafından yönetilmektedir, günümüzde de babası İsviçre'de tatildeyken kansız bir darbeyle yönetimi ele geçiren Şeyh Hamad Bin Casim El-Thani, Katar Emirliği'nin başındadır. Katar'ı tanımlarken sıklıkla karşılaşılabilecek benzetme İzmir kadar nüfusa sahip (yaklaşık 2 milyon) bu ülkenin şu an dünya politikasını şekillendiriyor olması. Sahip olduğu petrol rezervlerini 1940'ların ortalarında keşfeden Katar, 1971'de elde ettiği bağımsızlığından sonra özellikle ekonomik açıdan sahip olduğu avantajları kullanarak dünya politikasındaki yönlendirici rolünü pekiştirmiştir. Bu rolü kuvvetlendiren en önemli faktörlerden biri, ekonomik gücünü kullandığı en verimli alanlardan olan El-Cezire kanalıdır. 1996'da ElThani 'nin mali desteğiyle kurulan kanal, günümüzde medyadaki CNN etkisine karşı doğunun en güçlü alternatifi olmayı sürdürüyor. El-Cezire'nin en dikkate değer özelliği, diğer Arap kanallarından farklı olarak birçok konuyu canlı yayınlaması oldu. 11 Eylül olayları sırasında ikiz kulelerin bombalanışını canlı yayınlayan El Cezire'nin prestiji, o tarihten sonra yükselişe geçmiştir. Afganistan Savaşı'nda da canlı yayın tekeli unvanını CNN'in elinden alan El-Cezire, 124 saat canlı yayın yaparak savaşın Amerikan perspektifi boyutuna , kendi bakış açısı alternatifini sunarak dünya gündemini farklı bir platforma taşımıştır. ABD yönetimi, medyanın politika üzerindeki artan etkisini görmezden gelmiyor olacak ki Bin Ladin'e ait videoların yayınlanmaması için o dönemde Katar'dan El-Cezire'yi kendi tabiriyle dizginlemesini istedi. Hatta daha da ileriye giderek Kasım 2005'te Bush, ElCezire'yi bombalamakla tehdit etti. Sadece 11 Eylül

döneminde CNN'le işbirliği yapan kanal, görüntü yayınını CNN'le paylaşmıştır ve Clinton'un El-Cezire hakkında söyledikleri hala akıllardadır: “El-Cezire, Arap coğrafyasında insanların zihinlerini ve davranışlarını etkilemekte lider. Beğenseniz de beğenmeseniz de.” 1 El-Cezire ile birlikte Arap toplumları, diğer Arap toplumlarını, Türkiye, İran ya da AB ve ABD gibi uzak/yakın ülkelerdeki gelişmeleri yakından izleme imkanını kendi dillerinde uluslararası yayın yapan bir kanal sayesinde elde ettiler. 2 Kanalın ve genel anlamda Katar'ın günümüz politikasına etkilerinden bahsedecek olursak, son zamanlarda dünya gündemini oldukça meşgul eden Arap Baharı'ndan başlamamız yanlış olmaz. Arap Baharı'ndan en karlı çıkan ülke sıfatını taşıyan Katar'ın son zamanlardaki dış politika merkezinde Afganistan ve Pakistan var. Hem Başbakanlık hem de Dışişleri Bakanlığı görevlerini yürüten El-Thani, Afganistan'da Taliban ve Afganistan arasındaki barış görüşmelerine odaklandı. Filistinli Hamas ve El-Fetih grupları arasında bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak için de büyük çaba sarf edilmiştir. Krizlerde arabuluculuk rolü üstlenmesiyle (Kaddafi karşıtı) bölge ülkeleri tarafından olumlu karşılanmaktadır. Ayrıca Türkiye'nin de aralarında bulunduğu Pakistan'ın Dostları grubundaki finansal desteğiyle dikkat çekmektedir. 3 El-Thani, Arap dünyasında yaşanan devrimde taraf tutmaktan çekinmiyor. Katar'ın, enerji kaynakları sayesinde, (büyük ölçüdeki petrol rezervleri ve dünyada Rusya ve İran'dan sonra gelen gaz rezervleri) bölgesinde yumuşak güç (soft power) konumuna gelmesi, varolan rezervlerle birlikte yürütülen dış politikanın da doğrudan bir sonucu olarak görülebilir. Bu yükselişiyle, Batı kamuoyunun gözü, Katar'ın üstündedir. Katar'ın dış politikasında göze çarpan en önemli özellik ise pragmatik ve esnek oluşu. ABD, Katar'da, Al Valeid askeri üssünden Irak, Afganistan ve Somali'ye operasyonlar düzenledi; ABD'nin ileri merkez komutanlığı da bu ülkede bulunuyor. Katar'ın dış politikasındaki esnekliğe bir örnek de İran'la olan ilişkisi. Amerika'ya bu kadar yakın olan ve İran'ın


silahlanma ve nükleer enerji faaliyetlerinden hoşnut olmayan Katar, yine de bu ülkeyle olan ilişkilerini sıcak tutmaya çalışıyor. Katar'daki Şii nüfusunun yoğunluğu da İran'la ilişkilerini yönlendirmede önemli bir faktör olarak görülebilir. Özgün ve serbest bir politika izlediğinin bir diğer örneği ise KKTC ile doğrudan münasebetleridir. KKTC'nin Katar'da halen bir ticaret ve turizm ofisi bulunmaktadır. Tek bir ülke ya da kutuba bağlı kalmamaya çalışan bu küçük ülke, birçok devletle bir denge politikası gütmeye çalışıyor. İran ve Rusya'yla olan yakınlaşmasını, OPEC benzeri fakat bu sefer doğalgaz üzerine bir kartel oluşturma çabasına bağlayabiliriz. Katar, 2000'lerin başında yaptığı araştırmalarda yeni doğal gaz rezervlerini de keşfederek bu pazarda çok önemli bir yer edinmeyi başarmıştır. Bu kartel oluştuğu takdirde dünya doğalgaz rezervlerinin %60'a yakınını kontrol edeceği tahmin edilmektedir ancak doğalgazın variller içinde her an başka bir alıcıya yönlendirilmesinin kolay olmaması ve alıcı ile sağlayıcı ülkeler arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisi yaratması, bir doğalgaz karteli oluşturmayı zorlaştırmaktadır. Durumu güçleştiren bir başka nedense, son yıllarda Rusya'nın doğalgazı bir siyasi araç olarak kullanmasının özellikle

Avrupa ülkeleri arasında kaygı yaratmasıdır. Aynı durumun olası bir kartelle bu üç devletin eline geçmesi, Avrupa'yı pek de memnun edecek bir gelişme olarak görülmemektedir. Ekonominin güç dengeleri üzerindeki yadsınamaz etkisi göz önüne alındığında, Ortadoğu ekonomisinde, rezervlerine ve yeni yatırım alanlarına girmekteki cesaretine güvenerek, Katar'ı, özel bir konuma sahip olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Nitekim, Suudi Arabisten ve Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte G-20 ülkeleri arasında olan Katar'la birlikte, Ortadoğu ülkelerinin ekonomisinin dünya ekonomisinde önemli bir yere sahip olmaya başladığı bir gerçektir. Alt ve üst yapı projeleriyle son zamanlarda Katar, dünyanın en büyük müteahhitlik hizmetleri pazarlarından biri haline gelmiştir. 4 Büyük hidrokarbon rezervlerini , petrol sektöründeki yerini ve 2003-2008 arasında dünya genelinde görülen enerji fiyatlarındaki artışla doğalgazın giderek daha etkin bir şekilde ihraç edilmesini ve kullanılmasını öngören hükümet politikalarıyla Katar, önümüzdeki günlerde de siyaset ve ekonomi üzerindeki gücünü artıracak gibi görünüyor.

25

Refera n sl a r 1- K.Khashran, (2012),'Orta Doğu'daki Değişimin Lideri Olduk', Dış Politika Analizleri (Erişim Tarihi: 12 Mart 2012) 2- 'El-Cezire televizyonunun Ortadoğu üzerindeki Etkisi', (2012),Dış Politika Analizleri (Erişim Tarihi: 12 Mart 2012) 3- A.Dirköz, ‘Türkiye ve Körfez İşbirliği Konseyi İlişkileri' , ORTADOĞU ANALİZ, Haziran 2009, Cilt 1, Sayı 6 (Erişim Tarihi: 12 Mart 2012) 4- T.C. Doha Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği, 'Katar Ekonomisi ve Dış Ticareti',(Şubat 2010), http://www.musavirlikler.gov.tr/upload/QA/Bilgi%20Notlari/KAT%20ekonomi%20ve%20dt.pdf (Erişim Tarihi: 12 Mart 2012)



HARİCİYE


(denizemirogullari@gmail.com)

28

Uzun yıllardan beri tüm dünyada irdelenen daha doğrusu tartışılan bir konudur homoseksüelite (homosexuality). Darwin’in evrim kuramı ile ilişkisi irdelenmiş, bir hastalık olup olmadığı çokça tartışılmış; insanların uç noktalarda ters düşmelerine, fobi sahibi olmalarına (homofobia), nefret söylemlerine ve suçlarına sebep olmuş bir kavramdır. Kimi zaman bir ülkenin siyasi arenasında başrol oynar, kimi zaman da uluslararası sahaya taşır kendini, çünkü eşcinsellik evrensel bir kavramdır fakat buna rağmen farklı yorumlanır, anlaşılır ve bizim sandığımızdan da derin anlamları vardır. Bu yazının amacı, Darwin’in teorisindeki çatlakları ortaya çıkarmak ya da sayfalar boyunca eşcinselliğin tanımını yapmaya çalışmak değildir. Bu yazı, eşcinselliğin evrensel boyutunu, ülkemizdeki yerini, onların aramızda olduğunu ve olması gerektiğini, bunun bir hastalık olmadığını, haklarını ve mücadelelerini anlatmaya çalışacaktır. Günümüzde, eşcinsellik hakları dünyanın her bir yerinde farklılıklar gösteriyor; ülkeler bu konu hakkında çok farklı yaptırımlara, fikirlere ve inançlara sahipler. İlk olarak, AB’nin bu konudaki tutumuna bakalım. AB’yi oluşturan anlaşmalar, cinsel yönelime karşı ayrımcılıkla savaşmada AB’yi etkin kılmak amacıyla Amsterdam Anlaşması ile yeniden düzenlenmiştir. 1 Mayıs 1999 günü 13. madde yürürlüğe girmiştir: “Konsey, komisyonun teklifi üzerine ve Avrupa Parlamentosu’yla görüştükten sonra cinsiyet, ırk ve etnik köken, dini inanç, yaş ve cinsel yönelime ilişkin yapılan ayrımcılığa karşı savaşta her türlü harekete geçebilir.” Bu anlaşma, bu zamana kadarki cinsel yönelim kavramından bahseden ve bunu koruyan ilk uluslararası anlaşmadır.1 Rotayı yakın tarihimize çevirdiğimizde ise, geçtiğimiz sene, ABD ve Nijerya’nın eşcinsel hakları konusunda bir tahterevallinin iki farklı noktasında boy gösteriyor olduklarını görebiliriz. 2003 yılına kadar ABD’nin kimi eyaletlerinde eşcinsellik bir suç olarak kabul ediliyordu; yani, ülkenin bu konudaki geçmişi, tutarlı bir tavır sergilemiyor. Ancak, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Cenevre’de diplomatlara yaptığı

konuşmada, “Eşcinsel hakları, insan haklarıdır.” 2 ifadesini kullandı. Bunun yanında, ABD Başkanı Barack Obama, diplomaside “soft power”ı yani “yumuşak gücü” eşcinseller için de devreye soktu. Yurtdışındaki temsilciliklerine resmi genelge gönderen Obama, bu ülkelere yapılan yardımların ‘’lezbiyen, eşcinsel, biseksüel ve transseksüellerin’’ (LGBT) korunması için kullanılması talimatını verip, aksi halde yardımların kesileceğini duyurdu. 3 Bu karar, Obama yönetiminin eşcinsellerin oylarını toplamak iste mesi yönünde de değerlendirilebilir fakat dünyanın bu denli güçlü bir ülkesinin bu konuda attığı adım, eşcinsel hakları için kayda değer bir gelişme. ABD’ye yakın diğer bir örnek ise İngiltere. Obama’dan önce Ekim ayında İngiltere Başbakanı David Cameron ‘’eşcinsel ilişkinin yasaklandığı’’ ülkelere yardımı keseceğini açıklamış; ilk cezayı da Malavi’ye kesmişti. Cameron’un yardımları kestiği Malavi, yılda yaklaşık 200 milyon dolar yardım aldığı ABD’nin tehdidinden sonra eşcinsellere yönelik tutumunu yeniden gözden geçireceğini açıkladı. 4 Diğer bir yandan bu iki ülkenin aksine, diğer birçok ülke için eşcinsellik diğer suçlarla aynı kefede. Eşcinsel ilişki, ABD yardımlarından en çok faydalanan Pakistan ve Afganistan’ın yanı sıra Batı’nın Afrika’daki müttefikleri Uganda, Nijerya, Kenya, Mısır ve Botsvana dahil toplam 75 ülkede yasadışı kabul ediliyor. Sudan, Moritanya, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Yemen, İran ile Somali ve Nijerya’nın da bazı bölgelerinde eşcinsel olmanın yasal cezası ise ölüm. Birçok Afrika ülkesinde ölüm cezası olmasa da yapılan baskı çok acımasız. 5 Ortadoğu’da ise durum, bu ülkelerde yaşananlardan hiç farklı değil. Bunun en önemli kanıtı, Ortadoğu medyasında eşcinselliğin genellikle Batı’ya özgü yabancı bir olay ya da tiksindirici bir hastalık olarak yansıtılması. 6 O kadar ki, medyanın herhangi bir kolunda bu konu tartışıldığında, eşcinsel demek yerine, Arapça’da ‘cinsi sapık’ anlamına gelen shadh kelimesi tercih ediliyor. Fakat burada eşcinselliği bir tabu haline getirmiş ve idama kadar suçlu bulan İran’a dönmek istiyorum. The Circumstance (Koşul) isimli film, İran’daki iki


genç kız arasındaki lezbiyen ilişkiyi namus temasını da konuya dahil ederek anlatıyor. Atafeh, varlıklı bir ailenin, İran koşullarından farklı yaşayan, müzik, uyuşturucu ve alkolle dolu bir hayatı olan genç bir kızdır. En yakın arkadaşı Shireen ise, daha sakin olmasına rağmen içindeki gerçek insanı onun sayesinde ortaya çıkarır. Aralarındaki ilişkinin zamanla cinsellik içeren güçlü bir sevgiye dönüşmesinin tek tanığı ise Atafeh’in ağabeyidir. Eve kameralar koymaktan ve ikisinin ilişkisine şahit olmaktan hiç çekinmez. Genç kızların aileleri, kızlarının farklı hayatlarını fark etmeye başladığı zaman, akıllarına bir tek çözüm gelir: Shireen’i Atafeh’in ağabeyi ile evlendirmek. Bu evlilikten sonra, Atafeh ve Shireen’in hayatları tam bir kabusa dönüşecektir. Birbirlerine yaklaşmalarının ne kadar tehlikeli ve imkansız olduğunu fark ettiklerinde ise, düğüm, Atafeh’in Dubai’ye kaçmasıyla çözülür. Filmin yönetmeni ise, Tahran’da çekim yapılırken polisin sete gelip çalışmalarına engel olmaya kalkıştığını, gay porno çekmediklerini kanıtlayabilmek için filmde olmayan bazı sahneleri emprovize etmeye mecbur kaldıklarını gülümseyerek hatırlıyor. 7 İranlı LGBTT bireylerinin ortak düşüncelerini, gay bir İran vatandaşından duysak sanırım yeteri kadar fikrimiz olur: "İran’daki en büyük problemim, kendim olamamam. Her zaman rol yapmak zorundayım; yüzleşeceğim problemler ve toplum korkusu yüzünden kimliğimi bastırıyor ve hep saklanarak yaşamak zorunda kalıyorum." 8 Dünyanın birçok ülkesinde görüldüğü gibi, dini ve toplumsal değerlerini hayatının her kısmında, tabiri caizse, zorunlu kılan ülkeler, ‘’farklı’’ olanları değiştirmeye çalışıp, yapamadığında cezai uygulamalarla kısıtlamaya başlıyor. Maalesef, bu örnekler, bizi yukarıda bahsettiğim derin anlamlara götürüyor. Eşcinsellik, birçok yerde ‘’cinsel sapkınlık, bozukluk, hastalık’’ olarak değerlendiriliyor. Çoğu kesim, eşcinselliğin çocukluktan gelen eksik baba figürlerinden, çevresel etkenlerden veya kişinin psikolojik sorunlarından kaynaklandığına inanıp gerçeklere kulak tıkıyorlar. Toplumsal olarak farklılıklarını suç olarak gösterip, onlara zorunlu heteroseksüellik yaşatıyorlar. Bunun yanında, bu kavramın bir hastalık olarak tanımlanması en yaygın sorunlardan biri. Hatta bu soruna çare bulmak için kurulmuş terapi merkezleri bile var. Fakat ne kadar doğru? Eşcinselliği tedavi etmek için nasıl bir ilaç yoksa dünyada; bu terapilerin de eşcinsellerin genlerini ve yönelimlerini değiştirmeleri de bir o kadar imkânsız görünüyor.

Toplumsal tabuları görmezden geldiğimizde, eşcinselliğin tanımı nasıl yapılır peki? Eşcinsellik şu anda bilim dünyasında sapkınlık değil, ‘’cinsel yönelim’’ olarak değerlendiriliyor. Çünkü bilim adamları genler, hormonlar ve doğum sırasını eşcinselliğin nedenleri olarak görüyorlar. Bu konuda büyük önem arz eden sayısız araştırma var. Bunlardan bir tanesi, Monash, Melbourne ve California Üniversitelerinden bir grup araştırmacının, 2009 yılının başında yaptığı çok önemli bir çalışmadır. Lauren Hare ve arkadaşları, biyolojik olarak erkek oldukları halde, kendilerini kadın gibi hisseden 112 transseksüelin DNA’sını incelemiş ve testosteronu denetleyen genin normalden uzun olduğunu saptamışlardır. Testosteronun etkisini azaltan bu değişikliğin, erkek bebeklerin beyinlerini, daha anne karnındayken farklılaştırdığı anlaşıldı. 9 Kısacası, eşcinsellik bir seçim ve bir hastalık; daha da önemlisi ucuz kelimelerle tanımlanabilecek bir kavram da değil. Günümüz tıbbı, eşcinselliğin hormonların değişikliğinden kaynaklanan bir yönelim olduğunu çoktan kanıtladı bile. Ama birçok toplum, inat yapar gibi, bilimsel gerçekleri halının altına süpürüp, onları suçlu, anormal, ‘’yanlış ve yalnız’’ hissettiriyorlar. Fakat isteseler de istemeseler de onlar aramızda ve olmalılar. Çünkü modern dünya, her açıdan bir sürü farklılığa sahne oluyorken, bireysel ve cinsel çeşitliliğin bunların içinde olmaması garip olurdu. Fakat bana göre, bu çeşitliliği en doğru şekilde sindirmiş ülke Avustralya’nın önemli kenti, Sydney ve dünyanın en renkli yürüyüşü ise Mardi Gras. İlhamını Stonewall ayaklanmasından alan Sydney Mardi Gras Yürüyüşü/Festivali, kendi özgün tarihiyle kısmen farklı. Zira festival, 1978’de eşcinsel yürüyüşüne polisin şiddetle müdahalesiyle başlıyor. Ertesi yıl, kazasız belasız 3.000 kişinin katıldığı eylemle Mardi Gras’ın temelleri atılıyor10 ve yürüyüş 3 hafta süren profesyonel bir şenliğe dönüşüyor. Gördüğümüz gibi; bu kent, eşcinselleri, renkleri tam anlamıyla belli bir gökyüzü altında topluyor ve onlara seslerini duyurmaları için çok özel bir fırsat sunuyor hem de saygı, birlik ve özgürlük çerçevesinde.. Tü rki ye’ d e S esl er Yü ksel i yor; Zen n e ve Ah m et Yı l d ı z İ l e. . Birçok Müslüman ülkeyi düşündüğümüz zaman Türkiye’nin bu konudaki yaptırımları çok da kötü gözükmeyebilir. Fakat resmin içine girdiğimizde ülkemizin sorunu gerçekten de büyük. Diğer birçok ülke, Nijerya gibi, cezai yaptırımlarla farklılıkları cezalandırmaya çalışsa da, maalesef ülkemizdeki

29


30

nefret suçları ve söylemleri bu cezalardan hiç de hafif değil; eşcinseller neredeyse Türkiye’nin en küçük yerinden, en yaşanılabilir yerlerine kadar, sosyal, ailevi ve hukuksal cezalara maruz kalıyor. En başta, Türkiye Anayasası’nın 216. maddesi nefret söylemlerini yasaklayan bir madde; fakat nefret söylemlerine maruz kalan azınlıkların içine LGBTT bireylerini katmıyor. Bununla kalmayıp, nefret söyleminin en acısını Türkiye kendi gerçekleştiriyor. Hükümetin kolundaki bir bakan çıkıp ‘’Eşcinsellik bir hastalıktır.’’ ve ‘’Eşcinsel adaylara kesinlikle yer yok.’’ diyor. Bu, bir nefret söylemi değil de nedir peki? Evet, Türkiye eşcinselleri idama götürmüyor belki, hapse de atmıyor. Ama manevi yaptırımlar, anayasasında bu konuda bir maddesi olan bir ülke için gerçekten çok fazla. Kısacası, Türkiye bu konuda gerçekten çok geride kalıyor. LGBTT bireyleri ülkemizde, küçük düşürücü kelimelerle tanımlanıp, sosyal hayatın dışına itiliyor. Aslında, istedikleri çok fazla değil. Suçlu, yanlış, korkutucu gösterilmeyi; homofobinin ve nefretin onları içten içe öldürmesini istemiyorlar o kadar. Bu yüzden dünyanın çoğu ülkesindeki gökkuşağının, Türkiye semalarında da tüm renkleriyle ışıl ışıl gözükmesini istiyorlar; tanınmak, duyulmak, anlaşılmak istiyorlar.. Bunun yanında, Türkiye’nin LGBTT bireyleri için var olan kuruluşları hiç de az değil. Kaos GL, 1994 yılında Ankara’da kurulan, Temmuz 2005’te de yasal olarak tanınma hakkı kazanan ilk örgüt. Lambdaİstanbul ise, 1993 İstanbul doğumlu, bu konuda en çok sesi çıkan ve ILGA (Uluslararası Lezbiyen ve Gay Derneği) üyesi. Hatırlarsanız, kuruluşun kapatma davası, uzun süre gündemde kalmıştı. İstanbul Valiliği, ‘’genel ahlaka uygun olmayan bir kuruluş’’ olduğu gerekçesi ile davayı başlattı. Dernek, ilk önce kapatıldı hatta Human Rights Watch (İnsan Hakları İzleme Örgütü) bu kararın ayrımcı olduğunu belirtti. Fakat daha sonra, dernek avukatlarının itirazı ile, 2 sene süren uzun bir kanuni süreç ardından tekrar yasal olarak faaliyetlerini başlattı. Dernek, bugün ‘’Onur Haftası’’ adı altında sesini büyük bir kararlılıkla duyurmaktadır. Fakat, eşcinselliğin Türkiye’deki en büyük kamusal etkisi, Ahmet Yıldız ve ‘’Zenne’’ ile oldu çünkü film, Türkiye’nin ilk aşikar namus cinayetini anlatıyor. Bundan 4 yıl önce Ahmet Yıldız öldürüldüğünde, bu cinayet, gazetelerde 3. sayfa haberi olarak yazılıp geçiştirilmişti. Ne zaman ki, yabancı basının manşetlerinde yer aldı, işte o zaman, durumun ciddiyetini az da olsa kavrayabildik. Şanlıurfalı, zengin

bir ailenin oğlu olan Ahmet Yıldız, yıllarca ailesinden ve çevresinden cinsel yönelimini sakladı. Üniversite eğitimi için İstanbul’a geldiğinde ise, yalnız olmadığını fark etti. Kendisi gibi arkadaşları oldu, kimi zaman da sevgilileri. Eşcinsel hakları konusunda hep çok aktifti, bu konuda Türkiye’yi yurtdışında bile temsil etti. Fakat peşindeki sessiz gölgeler, onu hiç rahat bırakmadı. Ahmet’in farklılığını hisseden ailesi, onu kardeşi ile yaşamaya zorladı; her şeye rağmen, o dürüst olmayı seçti, babasına telefonda gerçeği açıkladı. Bunun üzerine ailesinden çokça ölüm tehdidi aldı; hatta talebine rağmen devlet tarafından hiçbir koruma sağlanmadı. Doktora götürülmek istendi çünkü ailesine göre eşcinsellik bir hastalıktı ve doktorlar Ahmet’i iyileştirecekti; onların kitabında ‘’gay olmak’’ diye bir şey yoktu. Ahmet direndi, savaştı ama olmadı. 2008 yılında, sadece 26 yaşında iken kapkaranlık bir sokakta, kendi öz babası tarafından vurularak öldürüldü ve hikâyesi, o kurşun hayatını alıncaya kadar çoğu kimseyi ilgilendirmedi bile. Şimdi ise, baba Yahya Yıldız kırmızı bültenle aranıyor; bu yüzden dava sonuçlanamıyor. Ahmet’in kanı hala yerde, onu korumayan, koruyamayan, toplum dışına iten herkesin üstünde.. Altın Portakal Ödüllü filmin yönetmenleri Mehmet Binay ve Caner Alper, filmi, yakın arkadaşları olan Yıldız’a adadı. Zenne; tüm LGBTT bireylerini temsilen hiçbir zaman var olmamış, olmasına, yaşanmasına izin verilmemiş hayatları çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Uç noktalar var filmde; ailesi tarafında katledilen Ahmet ve ailesinden her zaman destek gören Can gibi. Can’ın omzuna konan ellerle nasıl yolunu çizebildiğini de görüyoruz; Ahmet’in dürüstlüğünün onu nasıl öldürdüğünü de. Bunun dışında, şu anda kaldırılmış olsa da, askerlik yapmamak için fotoğraflarla ispat konusuna da değiniyor, kısacası TSK’nın homofobisine. Yani, ‘’Zenne’’ sadece erkek ve kadın etiketlerine sahip, farklı olanları dışlamaya meyilli bir topluma tokat gibi çarpıyor gerçeği. Dürüstlük en büyük erdem sayılırken, dürüst olanlar ceza çekiyor, öldürülüyor ve ötekileştiriliyor. Evet, bunu biz yapıyoruz. Bizden farklı olanlara saygımız hala yok; değiştirmeye çalışıyor, yapamadığımız zaman arkamızı dönüp gidiyor, dibe itiyor, yalnız bırakıyoruz. Dünyanın neredeyse her yerinde sus pus yaşayan LGBTT bireyleri var, toplumdan, dünyanın kalleşliğinden korktukları için seslerini çıkaramayanlar.. Dürüstlüğün öldürdüğünü görüyorlar çünkü değerlerin günden güne nasıl çürüdüğünü, ben


karıncayı incitmem diyen binlerce insanın kendinden farklı olana nasıl acımasız davrandığını görüyorlar. Ortada suç yok, suçlu çok. Onlar dışında hepimiz, ötekileştirmenin sessiz ağırlığını omuzlarımızda taşıyoruz; günün birinde ezileceğiz, haberimiz yok. Bu yazı, övmek ya da yermek amacıyla yazılmadı; yazının amacı sadece farkında olmamızı sağlamaktı ve ‘’Acaba kapanışı nasıl yapsam?’’ diye düşünürken aklımda tek

bir sorudan başka hiçbir şey yok. Hem kendime, hem de size soruyorum: Siz elinizde olmadan farklı olduğunuz için toplumun her kesimince hatta aileniz tarafından bile dışlansaydınız eğer, ayıplayan bakışlar arasında yürümek zorunda kalsaydınız sokakta, sesinizi duyuramasaydınız hiç kimseye, nasıl hissederdiniz?

31

Refera n sl a r

1. Homofobi Karşıtı Deneyimler, (9 Nisan 2007),

http://www.birgun.net/research_index.php?category_code=1176074979&news_code=1176074979&year=2007&month=04&day=09, (Erişim Tarihi; 10 Mart 2012) 2.ABD Eşcinsel Haklarını Savunacak, (7 Aralık 2011), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/12/111207_us_gay_rights.shtml, (Erişim Tarihi; 10 Mart 2012) 3.Eşcinsel Diplomasisi Dönemi, (11 Aralık 2011), http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1072154&CategoryID=81&Rdkref=6, (Erişim Tarihi; 10 Mart 2012) 4.gös. Yer. 5.gös. Yer 6.Ortadoğu’da Eşcinselliğin Haber Yapıl(ma)ması, (28 Şubat 2012), http://freespeechdebate.com/tr/case_tr/ortadoguda-escinselligin-haber-yapilmamasi/, (Erişim Tarihi; 11 Mart 2012) 7.İran’da Eşcinsel Olmak Üzerine, (16 Şubat 2012), http://www.kaosgl.com/sayfa.php?id=10638, (Erişim Tarihi; 12 Mart 2012) 8.We Are Everywhere: gay and lesbian Iranians come out on Facebook, (11 Eylül 2011), http://www.guardian.co.uk/world/2011/sep/11/gay-iranians-facebook-defiance, (Erişim Tarihi; 14 Mart 2012) 9.Her şey Teşvik Edilebilir ama LGBTT Olmak Asla, (3 Mayıs 2009), http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/11565291.asp, (Erişim Tarihi; 14 Mart 2012) 10.Sydney Gay ve Lezbiyen Yürüyüşü: Mardi Gras, ( ty ) http://t24.com.tr/yazi/sydney-gay-ve-lezbiyen-yuruyusu-mardi-gras/4665, (Erişim Tarihi; 14 Mart 2012)


(burcuakkol@yahoo.com) Özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren, uluslararası alandaki “tehdit” anlayışında önemli değişiklikler kaydedildi; yeni tehdit anlayışlarının önem kazanmasıyla birlikte, sadece ülkelere yönelik klasik askeri tehditlerden değil aynı zamanda farklı hedef noktaları ve çözüm yöntemleri olan tehditlerden bahseder olduk. İklim değişikliği, yaygın hastalıklar, uyuşturucu tehdidi, dünya genelindeki terörist saldırılar ve tabi ki insan hakları ihlalleri gibi sadece herhangi bir ülkeyi değil, uluslararası alandaki tüm aktörleri tehdit eden ve bireysel çabalar yerine tüm bu aktörlerin işbirliği yapmasıyla çözülebilecek bu

32

yeni tehdit anlayışı, uluslararası tartışmalarda önemli yerler işgal etmeye başladı. Uluslararası politikada devletler dışındaki diğer aktörlerin -özellikle bireylerin- vurgulanmaya başlaması ve etik ve insani tartışmaların dünya politikasında yer alması ile birlikte insan hakları ve bu hakların ihlali durumunda devletlerin ve uluslararası kuruluşların yüklenmesi gereken sorumluluklar, uluslararası ilişkiler disiplinin önemli bir kolunu oluşturdu ve özellikle 90’lı yıllardaki Irak, Somali, Haiti, Ruanda, Doğu Timur, Yugoslavya gibi insani müdahale operasyonlarından sonra bugün artık insan hakları ihlallerine yönelik ‘’insani müdahale’’ ve ‘’koruma sorumluluğu/responsibility to protect’’ kavramları pek çok makalede ya da tartışmada görebileceğimiz kavramlar haline geldi. Bugünlerde ise insani müdahale kavramı, özellikle Arap Baharı isyanlarının etkisinde kalan Libya’ya yönelik yapılan operasyonlar nedeniyle gündemde önemli bir yere sahip.

Peki nedir bu kadar tartışılan insani müdahale? Hangi durumlarda müdahale edilir? Müdahale etme yetkisi kimdedir? Ne kadar yasal ve meşrudur? Aslında tüm bu soruların her birinin net cevapları yok; bu da zaten insani müdahale operasyonlarının bu kadar tartışmalı bir konu olmasının asıl nedeni. Çok sayıda farklı tanım olmasına rağmen daha genel bir ifade ile insani müdahale, “büyük insani acıların veya insan hakları ihlallerinin yaşandığı durumlarda hedef ülkenin vatandaşlarını korumak amacıyla bir devlet, devletler grubu veya uluslararası örgüt aracılığıyla kuvvet kullanmasıdır’’ 1 diyebiliriz. Fakat bu basit görünen tanımın bile kendi içinde soruları ve çelişkileri var. Örneğin; hangi alanlardaki konuların bu büyük insani acı veya insan hakları ihlali olarak değerlendirileceği ile ilgili kesin yargıların olmamasıifade edilen soykırım, savaş suçları, insanlık suçları vs. gibi başlıkların içlerinin bile yeteri kadar doldurulamaması! Bu nedenle insani müdahaleyi savunanlar ilk olarak uluslararası toplumun insani müdahale için yasal bir haklılaştırma zemini oluşturmasını istemektedirler, ve Dr. Hasan Duran’a göre neyin iç mesele, neyin uluslararası müdahaleyi gerektirdiği konusunu ve bu yöndeki eylemleri dikkatlice bir çıkarım yaparak haklılaştırmak mümkündür. 2 İkinci ve belki de daha tartışmalı olan konu da, “bir devlet, devletler grubu veya uluslararası örgütler’’ diye ifade edilen bu grupların hangisinde insani müdahale operasyonları ile ilgili nasıl bir yetki olacağıdır. Pek çok yazar, insani müdahalelerin farklı devletlerin dahil olduğu çoklu bir yöntemle yürütülmesini savunsa da, BM sözleşmesinin 7. bölümündeki (Konsey’e; barışa yönelik tehditleri, barışın ihlali veya saldırganlık eylemi durumlarını belirleme ve uluslararası güvenlik ve barış durumunu sağlamak için askeri veya sivil hareketlerde bulunma yetkisini veren bölüm) hükümler altında insani müdahale operasyonlarını yürüten Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, bu konuda en çok vurgulanan ve meşru görülen kuruluştur. Hatta, uluslararası hukuka göre, askeri müdahale/güç kullanımı sadece meşru müdafa (self-defense) durumlarında ya da BM Güvenlik Konseyi tarafından yetkilendirilen gruplar tarafından gerçekleştirildiğinde meşru ve haklı kabul edilir. Bu nedenle, örneğin NATO’nun 1999’daki, BM tarafından yetkilendirilmemiş Kosova müdahalesi uluslararası hukukun bu normlarını ihlal eden ve


meşru olmayan bir müdahale olarak görülmektedir. Fakat uluslararası hukukta ve Birleşmiş Milletler sözleşmesinde yer alan bu ifadelere rağmen, müdahaleyi gerçekleştiren gruplara yönelik eleştiriler devam etmektedir. Birleşmiş Milletler’in de yine kendi çıkarlarını gözetecek ülkelerden oluştuğuna dikkat çeken bazı tartışmalara göre, Amerika ve onun koalisyon partnerleri gibi daha baskın ülkeler, insani bahaneleri kullanarak diğer türlü kabul ettiremeyecekleri jeopolitik amaçlarını gerçekleştirmek için insani müdahaleyi kullanmaktadırlar. Bazı tartışmalar, müdahalede bulunan partilerin, insani amaçlardan ziyade gizli istek ve çıkar hesaplamalarına dikkat çekerek, insani müdahalenin Batı sömürgeciliğinin modern göstergesi olduğunu bile iddia eder! Benzer yorumlar, insani müdahale operasyonlarının hangi otoriteler tarafından yürütülmesi gerektiği tartışmalarının başka bir boyutuna dikkat çekerek, bu belirsizliğin seçilik (selectivity) problemine yol açtığını savunur. Bu tartışmalar, BM şemsiyesi altında bile olsa müdahale kararı verecek olan devletlerin, insani nedenlere ek olarak kendi çıkarlarını da düşüneceğini ve çıkarlarına zarar verebileceğini düşündüğü bölgelere müdahalede bulunmamayı tercih edebileceğini, yani müdahale alanları konusunda seçici davranacağını ve insani önceliklerin ikinci plana atılacağını savunur. Bu seçicilik problemi nedeniyle de Ruanda (too little, too late) gibi bazı bölgelerde çok geç ve çok küçük çaplı müdahalelerde bulunulabilir! Bugünlerde ise insani müdahalelerde, müdahale taraflarının çıkarlarına göre seçici davrandığı tartışmaları özellikle baskıcı diktatörlerin, demokrasi yanlısı halk isyanlarına askeri saldırılar ile cevap verdiği ve insani acıların yaşandığı Libya ve Suriye üzerinden devam etmektedir. Bildiğimiz gibi, Birleşmiş Milletler, 1973 numaralı önergesi ile ölümleri önlemek amacıyla güç kullanımını yetkilendirmiş ve pek çok ülkenin katkıda bulunduğu NATO güçleri, Kaddafi güçlerini durdurmak amacıyla saldırılarda bulunmuştur. Bazılarına göre Libya müdahalesi, uluslararası grupların ve örgütlerin insan hakları ihlallerinde nasıl birlikte ve etkili çalışması gerektiğinin başarılı bir örneği iken bazılarına göre insani müdahale

operasyonlarının ‘’seçici’’ davrandığını yansıtan bir olaydır. Örneğin; ‘’It’s not What We Ought to Do, But What We Can Do’’ isimli makalesinde Fred Kaplan, her iki rejim de eşit derecede tehlikeli ve öldürücü iken neden NATO’nun Libya’yı bombaladığı halde Suriye’ye aynı müdahalede bulunmadığını sorar ve Libya ve Suriye’nin hem realpolitik çıkarlar (bu popüler ayaklanmalarda, baş kaldıranların yanında olmanın getireceği avantajlar) hem de müdahale ortamları (Libya müdahalesinde Rusya veya Çin’in veto yetkisini kullanmaması gibi) açısından farklılarını anlatır. 3 Son olarak, yeni uluslararası aktörler ve güvenlik konularına rağmen, devletlerin belirleyici aktör olmayı sürdürdükleri bir uluslararası sistemin var olduğuna dikkat çeken tartışmaları hatırlatmak yerinde olacaktır. Devletlerin temel aktör olmayı sürdürdüğü bu sistemde, insani müdahale operasyonları için en kısıtlayıcı ve zorlayıcı faktörlerden birisi, bu egemen (sovereign) aktörlere karşı müdahale etmeme (nonintervention) ve iç işlerine karışmama ilkeleri olmaktadır. (İnsani müdahaleleri Güvenlik Konseyi yetkisi altında meşru kılan BM sözleşmesi, aynı zamanda 2.maddesinde herhangi bir devletin siyasal egemenliği ve ülkesel bütünlüğüne karşı güç kullanılması veya güç kullanma tehdidini yasaklar!) Özet olarak; özellikle Soğuk Savaş sonrasında önem kazanmaya başlayan insan hakları ihlaleri gibi yeni tehdit anlayışları ve bu tehditlere yönelik devletlerin ve gittikçe önemi artan uluslarası kuruluşların nasıl yetkilere sahip olması gerektiği tartışmaları, hala temel aktör olmayı sürdüren devletlerin egemenlik hakları ile yetki organları, seçicilik vs. gibi konulardaki eleştiri ve tartışmalar ile birlikte değerlendirilen bir olgudur. Bu nedenle insani müdahale, farkı yorumlamalara yol açmayacak tanımların yapılması ve konuyla ilgili operasyonların hangi aktörler tarafından ve hangi kriterler altında gerçekleştirileceği konularında uzun süreli çalışmaları gerektiren ve bu nedenle daha uzun yıllar tartışmalara konu olacağını düşündüğüm bir konudur.

Refera n s 1. Duran Hasan., ‘’Yeni Bir Mücadele Şekli, İnsani Müdahale’’, Süleyman Demirel Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Y.2001, C.6, S.1, s.87-94 2. a.g.e. 3. Kaplan, Fred, ‘’ It’s not What We Ought to Do, But What We Can Do’’, August 2011, www.slate.com/articles/news_and_politics/war_stories/2011/08/its_not_what_we_ought_to_do_but_what_we_can_do.html.

33


(gnsgkgz@hotmail.com) Zaman zaman “Neden erkek hakları da yok?” diye sorduğunu duyarız birilerinin. Aslında cevabı basittir bu sorunun: “hak” kavramı ancak belirtilen, olduğu düşünülen bir hak varsa, yani haklar ihlal edilmişse ortaya çıkar, bu haklar üzerinde ancak o zaman düşünülür. Bugün, kadınların birçok haktan mahrum oldukları, hakların kimilerince ihlal edildiği aşikârdır. Zira kadınlar için istenen haklar, ayrıcalıklı haklar değil; zaten herkesin sahip olması gerekenlerdir. 1

34

Her bireyin sahip olması gereken bu haklar, kadınların elinden ne zaman ve neden alınmıştır? Kadınlar neden bu hakları tırnaklarıyla kazıyarak elde etmek zorunda kalmışlardır? “Ne zaman?” sorusuna net bir cevap bulmak güç; çünkü kadın hakları ihlallerine çok farklı zamanlarda, çok farklı yerlerde rastlamak mümkün. Adem ile Havva’nın hikâyesinde bile kadın, erkeğin eğe kemiğinden yaratılmış ve sonrasında da kadının öğretmeni erkek olmuştur. Dünyanın bu en eski hikâyesinde bile kadının ikinci planda olduğu görülür. İlerleyen çağlarda kadının durumu daha da kötüye gitmiştir aslında. Örneğin; Çin’de kadınlara isim verilmezken, yani başka bir deyişle, kadının adı yokken, İslamiyet öncesi Arap toplumlarında kız çocuklarının diri diri gömüldüğü bilinmekte. 2 Kadınların içinde bulunduğu bu durumu daha net bir biçimde açıklamak için çok da eskilere gitmeye gerek yoktur; Fransız İhtilali öncesinde Avrupa’da “Kadın insan mıdır, şeytan mı?” tartışması sürüyordu. 3 Peki, kadın neden böyle bir sınıflandırmanın içinde ve bu sıfatlar kadına neden yakıştırılıyor? Erkeğin, kadına göre fiziksel olarak avantajlı olması ve kadının doğurganlığı sebebiyle belirli dönemlerde erkeğin korumasına ihtiyaç duyması, ilk çağlardan itibaren erkeğin toplumsal hayata daha çok katılmasına, daha geniş haklar elde etmesine ve bunların neticesinde ataerkil toplumların oluşmasına sebebiyet vermiştir. Durum çok nadiren de olsa kadının lehine olmuştur zaman zaman. Mesela; Sümerler’de, kadının, mülkiyet hakkı da dâhil çok geniş hakları olduğu bilinir; Amazonlar ise sadece masalsı bir anlatının figürleri değil, gerçek kadın karakterlerdir. Ancak, dinlerin ortaya çıkışı bir şeyleri

tamamen ve geri dönülmesi zor bir şekilde değiştirmiştir... Üç ilahi dinin ortaya çıktığı zamanları ele alırsak, bu dinlerin kadın hakları için devrimsel nitelik taşıdığını da düşünebiliriz. Lakin dinlerin sadece bulundukları zamanı değil; tüm zamanları kapsadıkları iddiası, modern zamanlarda kadın haklarını yine geriye götürmüştür. Dinlerin tartışmaya açık olmayan prensipleri nedeniyle, hakları ihlal edilen birçok kadın, durumlarına rıza gösterir hale gelmişlerdir. Günümüzde de takipçileri göz ardı edilemeyecek kadar çok olan üç semavi din, kadınlar için şu şekilde örneklendirilebilecek görüşlere sahiptirler: Yahudi erkekler günümüzde hala, her sabah kadın olarak yaratılmadıklarına şükrederken; Hıristiyanların kutsal kitabı İncil’de “Kadının erkeğe hakim olmasına izin vermem, ancak sükutta olsun. Çünkü önce Adem, sonra Havva yaratıldı; ve Adem aldanmadı, fakat kadın aldanarak suça düştü.” 4 diye bir ifade yer almaktadır. Kadın hakları ve dinler söz konusu olduğunda en tartışmalı din olan İslamiyet’te ise Nisa suresi 34. ayette “Başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın; bunlar fayda etmezse onları hafifçe dövün.” 5 diye buyurmaktadır. Sonuç olarak, bir asır öncesine baktığımızda, ortada kadına haklarını verebilecek ne bir yasa ne bir din, ne de bir öğreti vardır. Kadınlar, önlerinde bunca tarihi, ideolojik ve ilahi neden varken başkaldırdılar. Bir sabah, dünyanın her yerindeki bakire Meryem tasvirleri kayboldu, tüm tablolardaki Meryem yerini arkasındaki ışık huzmesine bıraktı. Bakire Meryem’in kaybolmasıyla, yıllardır ince ince işlenmiş, sağlamlaştırılmış, kalıcı kılınmış düzenin zemininde çatlaklar görünmeye ve bu imgenin yarattığı roller kaybolmaya başladı. Meryem bulunmalı, dediler. Bazıları Meryem’in bakire olarak dönmesi için dua etmeye başladılar. Herkes seferber olmuş, Meryem’i bulup kapalı gözleriyle tekrar o tablolara yerleştirmek isterken; kadın örgütleri, Meryem’e olan desteklerini belirten pankartlar açtılar. Meryem ise yıllarca hapsedildiği çerçeveden çıkmış çıplak vücudunu inceliyordu. Hayır, cadıya dönüşmemişti. Ve yıllar geçti, Meryem değişti, artık onu yakalayıp çerçevelere koysalar da çerçevelere sığmazdı ki… 6


Kadınlar ilk kez 8 Mart 1857’de New York’ta, insanca çalışma koşulları, mantıklı ücretler ve çalışma saatleri konusunda bir protesto gerçekleştirdiler. 7 Kadın hakları için resmi olarak yapılan ilk çağrı ise Avrupa’nın çeşitli yerlerinde çok sayıda kadın ve erkeğin katıldığı 19 Mart 1911’de kadın günü kutlamaları sırasında kadınların seçme, seçilme, meslek sahibi olma ve mesleki eğitim almayı talep etmeleriyle gerçekleşti. 8 Dünyanın çeşitli yerlerindeki kadın derneklerinin çok büyük katkılarıyla kadın hakları nihayet uluslararası politikaların gündemine oturabildi ve kadınlar, değişen dünyada ve yeni toplumsal koşullarda yeni haklar elde etmek için çaba harcadılar. 1945’te kadın erkek eşitliğini belirleyen ilk uluslararası Birleşmiş Milletler belgesinin kabulünden bu yana, kadın haklarında çok ciddi gelişmeler görüldü. 1975 BM tarafından kadın yılı ilan edilirken, bundan iki sene sonra 8 Mart “Dünya Kadınlar Günü” olarak kabul edildi. 9 Bugün artık uluslararası anlaşmalarla güvence altına alınmış kadının, insan hakları var. Bunlar; renk, dil, din, ırk gözetmeksizin dünyadaki her kadının sahip olduğu haklar, yani evrensel haklar. Peki, her kadın bu hakları hiçbir ihlal olmaksızın elinde tutabiliyor mu? Ya da kadınlar, haklarının farkındalar mı? Ne yazık ki, dünyanın her yerinde, kadın hakları ihlalleri hayli yaygın. Bu ihlallerin boyutlarını, tarihi ve sosyal sebepler etkiliyor. Biz, kulaklarımızı tıkamadığımız, gözlerimizi kapatmadığımız sürece, bunların bazılarını her gün çeşitli yollarla duyuyoruz, görüyoruz. En çok Orta Doğu’dan duyulur hakları yenilen kadınların çilesi; töre cinayetleri ve kadına şiddet en çok göze çarpan olaylar arasında yer alırken oralarda bir yerlerde, mesela Yemen’de, erkek çocuklarının eğitimi için kız çocuklarının gıdasından bile kesildiğini 10, Suudi Arabistan’da kadınların araba kullanmasının yasak olduğunu, İran’da başörtüsü azıcık kaymış diye

polis tarafından dayak yiyen kadınlar olduğunu da duyarız. Bizim ülkemizin de bir kısmını kapsayan bu coğrafyada, kadının ciddi bir bastırılmışlık içinde yaşadığı doğrudur. Ancak en çok göze çarpanlar buradakiler olsa da, istatistikler kadın hakları ihlalleri krizinin dünyanın her yerinde çok yoğun bir şekilde yaşandığını gösterir niteliktedir. Demokrasinin anavatanı olan Amerika Birleşik Devletleri’nde 2010’da yapılan bir ankete göre, ülke içinde 22 milyon kadın hayatının herhangi bir döneminde tecavüze uğramıştır. 11 Dünya çapındaysa her üç kadından biri, şiddete maruz kalmış ve şiddeti genellikle en yakınları olan baba, kardeş ya da eşlerden görmüşlerdir. 11 Bugün dünyada hala “kadın sünneti” denen canice gelenek sürdürülüyor. Türkiye’de ise aslında birçok yerde olan ama yakınımızda olduğu için daha iyi gözlemleyebildiğimiz bambaşka bir sorun göze çarpıyor. Ülkemizde, 1991 yılında şiddet gören kadınların yarısına yakını, bunu meşru olarak nitelendirmiş. Bugün, bu oran, onda bire düşmüş ama günümüzde hala maruz kaldıkları şiddeti, kadın olmanın doğal bir parçası olarak gören kadınlarımız da mevcut. 12 Kadınlar yıllar süren mücadeleleri sonucunda haklarını kazandılar. Yüzyıl önce, kadının mülkiyet hakkının olup olmadığından bahsederken, bugün, meclislerimizdeki kadın sayısını artırmamız gerektiğini konuşuyoruz. Kadınların hakları var; ancak şimdi bambaşka bir sorunla daha karşı karşıyayız. Kadınları hakları olduğuna nasıl ikna edeceğiz? Kadınlarda yıllardır süregelen bastırılmışlık yüzünden oluşan eziklik duygusunu nasıl ortadan kaldıracağız? Okumak için evden kaçan Ürdünlü bir kız çocuğu, erkek kardeşleri tarafından öldürüldükten sonra annesinin “Evden kaçan kız ölümü hak eder.” demesine nasıl engel olacağız?

Refera n sl a r 1. Özlem Mungan, Kadının İnsan Hakları, Aralık 2006, www.mungan.av.tr/yazi/Kadının%20İnsan%20Hakkı.doc 2. İsmail Özsoy, Kadın Hakları Tarihine Bir Bakış, Akademik Araştırmalar Dergisi, sayı 26, sf.1 3. age ,sf 3. 4. Kitab-ı Mukaddes, Yeni Ahit, 1.timoteosa, bap3. 5. Kuran, Nisa suresi 34.ayet. 6. Fakiye Özsoysal, “Kaybolan Bakire ya da The She”, Hayalet Gemi Dergisi, sayı:45, sf.47-48 7. http://www.cnnturk.com (Erişim Tarihi: 15.03.2012) 8. http://www.cnnturk.com(Erişim Tarihi: 15.03.2012) 9. http://www.cnnturk.com(Erişim Tarihi: 15.03.2012) 10. Ankara Üniversitesi Kadın Hakları Paneli, 7 Mart 2012, Meltem Agduk 11. Feminist.com: US Statistics, http://www.feminist.com/antiviolence/facts.html (Erişim Tarihi : 17.03.2012) 12. Ayşe Gül Altınay ve Yeşim Arat, Türkiye’de Kadına Yönelik Şiddet, 2007, sf.74.

35


(gizem.alcinkaya@hotmail.com) & (at.yekeler@gmail.com) “Özgürlükten vazgeçmek insan olmaktan, insani haklardan vazgeçmektir.” diyen Rousseau özgürlüğü insanın var oluşuna dayandırır. Tarih, insanın sahip olduğu bu en temel hakkı kaybetmemek için verdiği sayısız mücadeleye tanıklık etmiştir ve hala da tanıklık etmeye devam ediyor. Teknolojik gelişmeler ne yazık ki modernleşmenin sadece bir yüzünü bize gösteriyor. Diğer yüzündeyse özgürlüklerinin önünde hala sınırların bulunduğu yaşamlarına modern köleler olarak devam ediyor insanlar. Bütün bu çelişkilerin içindeyse elimizde cevaplanmayı bekleyen önemli sorular kalıyor. Rousseau’nun dediği gibi insan olmanın temelini oluşturan özgürlüğe ne kadar sahibiz? İstediğimiz her şeyi yapmak özgür olmak mıdır? Ne ölçüde ve hangi standartlara göre onu sınırlandırabiliriz? Herkesin kendi düşüncesine göre tanımladığı bir özgürlük kavramı varken belki de asıl mesele ortak bir dilde buluşabilmektir.

36

İfade özgürlüğüyse bugün en çok tartışılan konulardan biri olarak karşımızda duruyor. Herkesin sahip olması gereken bu temel hak, dünyanın farklı yerlerinde insanlara farklı ölçülerde verilen “izinlerle” kullanılabiliyor. Amerika’ya, Avrupa ülkelerine ya da Asya ülkelerine baktığımız zaman birbirinden farklı uygulamalara şahit oluyoruz. Amerika Birleşik Devletleri ifade özgürlüğünü "Kongre herhangi bir dini kurmak için, uygulamasını yasaklamak için, ifade ve basın özgürlüğünü ya da insanların barışçıl bir şekilde toplanmasını ve devlete acılarını anlatmasını kısıtlamak için kanun çıkartamaz." maddesiyle garanti altına alırken 1 Türkiye’nin de imzasının bulunduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde ifade özgürlüğü tanımlanırken “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içerir. Bu madde devletin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir.” 2 ifadesini kullanır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve yasalarına baktığımız zamansa çelişkili maddelerin bulunduğunu görmek mümkün. Anayasada geçen “Herkes düşünce ve kanaat özgürlüğüne sahiptir. Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri nedeniyle kınanamaz ve suçlanamaz.” ifadesi yine

anayasayla sınırlandırılmıştır. Bunun yanında herkesin çok iyi bildiği ve mağdur olduğu 301. maddeyse hali hazırda hala uygulanmaktadır. Bu maddeyle Türklük, Cumhuriyet, Devletin kurum ve organlarını aşağılamanın önüne geçildiği düşünülmektedir. 3 Oysa bu durum, farklı etnik kökenden gelen insanlarla devletin dayattığı basmakalıp düşünce sistemine karşı duran insanların önünde kapan misali dururken, ırkçı düşünceler için de kalkan vazifesi görmektedir. Bunun en acı örneklerinden bir tanesi olan Hrant Dink cinayeti, 5 yıl önce kayıtlara geçti. Vicdanları rahatsız eden bu olaydan sonra dönüp kendimize sormamız gereken soruysa şu: yasalar Türk milleti için mi yoksa Türkiye’de yaşayan bütün halklar için mi? Görülüyor ki bu maddeler uluslararası camiada Türkiye’yi önemli ölçüde prestij kaybına uğratmaktan başka bir işe yarayamayabiliyor. Yönetenler zaman zaman ifade özgürlüğünün ne kadar önemli olduğunu ve kesinlikle garanti altına alınması gerektiğini dillendirseler bile, örnekler bize gösteriyor ki gerçeğin resmi hiç de öyle değil. Onlar için özgürlük, kendileri ya da uyguladıkları politikalara destek verildiği sürece mümkün. Aksi takdirde demokratik yollarla seçilmiş dahi olsalar iktidar olmanın o dayanılmaz cazibesine kapılıp giden siyasiler arkalarında sakladıkları otorite kılıcını savurmaktan geri durmuyorlar. Ülkelerin ifade özgürlüğü konusundaki tablolarına baktığımız zaman aslında birbirlerinden çok da farklı olmadıklarını görüyoruz. Uluslararası Af Örgütü’nün 2011 raporunu incelediğimizde Orta Asya ve Avrupa ülkelerinde ifade özgürlüğünün yara aldığını görebiliriz. Türkmenistan’da her türlü muhalif sesler susturulurken; Özbekistan’da insan hakları savunucuları ve bağımsız gazeteciler taciz edildi, dövüldü, gözaltına alındı ve adil olmayan yargılamaların ardından hapis cezasına mahkum edildiler. Rusya, özellikle seçim zamanlarında ses getiren eylemlerin yapıldığı bir ülke görüntüsüyle ifade özgürlüğünü koruma altına aldığı imajını vermeye çalışsa da durumun çok da farklı olmadığını anlamak zor değil. 12 yıldır Rusya’nın liderliğini yapan ve son seçimleri de kazanarak tek adamlığını daha da sağlamlaştıran Vladimir Putin’in medyaya verdiği hoş görüntülere rağmen çelişkiler de gözden kaçmıyor. İnsan hakları savunucuları, bağımsız STK’lar ve


gazeteciler sıkı denetimlerden kurtulamıyorlar. 4 Uluslararası camiada son zamanların en ses getiren çalışmasıysa Fransa’da gerçekleşti. Türkiye’de uygulanan 301. maddeye benzeyen ve “Ermeni iddiasını inkarı suç” sayan yasa teklifi Fransız Senatosu’ndan geçti ancak Fransa Anayasa Konseyi tarafından iptal edildi. 5 İki farklı ülke iki farklı yasa ama aynı yasak: konuşamama. Ortadoğu’ya geldiğimiz zamansa durum daha da kötüleşiyor. Özellikle İran’ın sert yaptırımları, başlı başına önemli ve diğer haklara ulaşabilmek için önemli bir basamak olan ifade özgürlüğüne büyük zararlar veriyor. Muhalif sesler tehdit edilip, tutuklanıyor. Bu konuda simge isimlerden biri de yönetmen Jafar Panahi. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalifleri desteklediği gerekçesiyle tutuklanan Panahi, 6 yıl hapis ve 20 yıl sinema yasağı cezasına çarptırıldı. 6 İran’da yasaklardan nasibini alan sadece gazeteciler ya da aktivistler değil. Gençler de bu sert, baskıcı rejimden üzerlerine düşen payı alıyorlar. Son yıllarda hızla artan sosyal medya kullanımı, İran yönetimi tarafından yine seçimler öncesinde yasaklandı. Aylardır devam eden Ortadoğu’daki güç dengelerinin değişim sürecinde baş aktörlerden biri olan sosyal medya, İran yönetiminin gözünden kaçmamış olacak ki vanaları kapatma ihtiyacı hissetmişler. 7 Özgürlükler ülkesi olarak görülen Amerika da ifade özgürlüğü sınavında sınıfta kalanlardan. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra baskıyı daha da yoğunlaştıran Amerikan yönetimi, sınırlamaları arttırdı. Birçok gazeteci tutuklandı. Neredeyse bütün devletlerin kullandığı “ulusal güvenlik” kartını kullanmayı ihmal etmeyen Bush yönetimi, terörle mücadeleyi gerekçe göstererek kitlelerin sesini kısmayı kendine görev edindi. 2006 yılına gelindiğinde özgürlükler ülkesi, demokrasinin beşiği Amerika, Dünya Basın Özgürlüğü sıralamasında 168 ülke içinde 53. sıradaydı. 8 Zaman içerisinde bazı iyileştirmeler yapılmasa da yarattığı düşmanlarından ve tehlikelerinden kurtulamayan Amerika’da ifade özgürlüğünün önündeki engeller, tam olarak kalkabilmiş değil. Dümyanın bir diğer ucunda hızla büyüyen ve dünya ekonomisinde gün geçtikçe daha fazla söz sahibi olmaya başlayan Çin Halk Cumhuriyeti’nde de sansür yoğun bir şekilde hissediliyor. Özellikle internet üzerinde bazı limitlerle karşılaşılabiliyor. Örneğin; Özgür Tibet Hareketi, demokrasi, Tayvan’ın bağımsız bir ülke olarak görülmesi, birtakım dini organizasyonlar ve Çin Komünist Partisi ile ilgili yayımlar bloke ediliyor. 9 İfade özgürlüğü konuşulurken göz ardı edilemeyecek

bir başka konuysa nefret söylemi. Nefret söylemi ifade özgürlüğünün bir ürünü müdür, yoksa kin ve düşmanlıklarını kusmak isteyen zihinler ifade özgürlüğünü bir tür araç olarak mı kullanıyorlar? Bunu cevaplayabilmek için, ifade özgürlüğüyle nefret söylemi arasındaki farkı iyi algılayabilmemiz gerekiyor. Nefret söyleminin temelinde önyargılar, ırkçılık, yabancı korkusu/düşmanlığı, tarafgirlik, ayrımcılık, cinsiyetçilik ve homofobi yatar. Kültürel kimlikler ve grup özellikleri gibi unsurlar, nefret söyleminin kullanılmasını etkiler; ancak yükselen milliyetçilik ve farklı olana tahammülsüzlük gibi koşullarda, nefret dili yükselir ve etkisini arttırır. 10 İfade özgürlüğü, çeşitliliği, farklılıkları savunurken; nefret söylemi, her tür azınlığa karşı kendisi gibi olmadığı için ayrımcı ve aşağılayıcı bir dil kullanarak “ötekileştirilmişlerin” sosyal ve siyasi hayattan uzaklaşmalarını amaçlar. Nefret söyleminin dünyanın her yerinde hızla yayıldığını ve tedavisi mümkün olmayan sorunlara yol açtığı, su götürmez bir gerçektir. Birbirine düşman nesiller yetişmekte ve gün geçtikçe bu düşmanlık ve kin daha da artmaktadır. Amerikalı siyahilerin yıllarca yaşadıkları sorunlar, Avrupa’da Türklerin ve Müslümanların maruz kaldığı ırkçı yaklaşımlar, Türkiye’de ise özellikle Ermeni ve Kürt vatandaşlara karşı gerçekleştirilen nefret söylemleri hemen hemen her gün basından takip edebildiğimiz örnekler. Nefret söylemi tabi ki bu ülkelerle sınırlı değil. Dünyanın her yerinde kendinden olmayana yaşam hakkı tanımak istemeyen milyonlarca insan var. Önemli olan farklılığın zenginliğinden beslenip düşünceleri özgür bırakabilmekken dünyanın her köşesinde insanlar üzerinde bir kılıç misali sallanan baskı ve kontrol mekanizmaları, bir süre sonra insanlarda oto sansürün baş göstermesine neden oluyor. Tahammülsüzlük ve onun yarattığı kin, kitleleri yanardağdan savrulan lav gibi dört bir tarafa saçarken “güvercin” ürkekliği yaşayan ama pes etmeyen kalemler için nefesler bulmak gittikçe daha da zorlaşıyor. Gerekeni ise Marx tek cümleyle özetliyor: “Kendi yolunuzu takip edin ve insanların konuşmasına izin verin.” Dünyanın farklı yerlerindeki uygulamalarla Türkiye’deki uygulamaları karşılaştırdığımızda hiçbir farkın olmadığını, özellikle basın üzerindeki baskıların hızla arttığını, muhalif seslerin doğrudan ya da dolaylı yollarla engellediğini görüyoruz. İfade özgürlüğünü Türkiye odağında, son 10 yıldır ülkeyi yöneten iktidar partisi ve medya perspektifinde incelemediğimiz zaman, tünelin ucundaki ışığın kaybolmaya yüz tuttuğunu söylemek mümkün. Zira, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün yayınladığı son rapora göre 179 ülke arasında 148. sırada bulunan, ileri

37


demokrasinin buram buram hissedildiği Türkiye’de, ifadenin özgürlüğüne yeni prangalar vuruluyor. 11 “Biz liberal ve muhafazakâr bir partiyiz.” Bu sözler 2002’den beri Türkiye’nin başında olan AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ait. Koalisyon hükümetlerinden canı yanan, 2001 krizinde onlarca bankası hortumlanıp batan, cebindeki parayı enflasyon canavarına kaptıran halk, 2002 seçimlerinde hapisten yeni çıkmış Recep Tayyip Erdoğan ve partisine kurtarıcı gözüyle bakıyordu. Medyada muhafazakâr çevrenin gazeteleri ve televizyonlarının yanı sıra, Mehmet Altan gibi liberal isimler de AKP’ye destek veriyordu. 3 Kasım 2002 günü Erdoğan’ın partisi uzun bir aradan sonra Türkiye’nin tek başına iktidar hükümeti oldu.

38

AKP’nin ‘bozuştuğu’ ilk isim, Nihat Genç oldu. Bugünlerde ulusalcı anlayışla yayın yapan basın organlarında kendine yer bulabilen Genç, Sky Türk’teki programında iktidar aleyhine oldukça sert eleştirilerde bulunuyor; haksızlıklardan, rant kavgalarından, yoksuzluklardan dem vuruyordu. Bunun üzerine kovuldu. Uzun süre ‘serbest gazeteci’ olarak gezen Nihat Genç, en sonunda, ‘Aydınlık’ dergisinde yazmaya başladı. Birkaç sene sonra Genç’in çalıştığı aynı dergiye bu kez Ergenekon Savcıları baskın yaptı. Mizah Dergisi Penguen’de yayınlanan ‘Tayyipler Alemi’ isimli karikatürler Tayyip Erdoğan’ın ‘gazetecilere ve yayın kuruluşlarına dava açma’ zincirinin en bilinen halkasını oluşturacaktı. Erdoğan’ın açtığı 40.000 TL’lik dava mahkemeden döndü. 12 “İktidar, yozlaştırır ve mutlak iktidar, mutlak yozlaşmaya götürür.” John Dalberg Acton’un bu sözü, Türkiye’de gittikçe deneyimlenmeye başlamıştı. Her seçimde oyunu artırarak iktidar olan parti, medya konusunda da gittikçe hırçınlaşmaya başladı. İlk başlarda AKP’ye destek veren Mehmet Altan, birkaç ay önce partiye yönelik gayet ‘soft’ sayılabilecek eleştirilerde bulununca, 16 Ocak 2012 tarihli yazısı, Star gazetesindeki son yazısı oldu. Erdoğan’ın Star Grubu’na açılmış 30 tane davası mevcut. Sadece Star Grubu değil Aydın Doğan’ın patronu olduğu Doğan Medya Holding de topun ağzındaydı. Emin Çölaşan, 1989’dan beri köşe yazarlığı yaptığı Doğan Holding bünyesindeki Hürriyet gazetesinden, gazetede “Laikliğin elden gittiğini” iddia etmesi üzerine 14 Ağustos 2007 yılında kovuldu. Patronu, ismi vergi rekortmenleri listesinden düşmeyen, her yıl milyonlarca lira vergi veren Aydın Doğan’ın kapısını,

2009 yılında sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen vergi memurları çaldı ve şirkete vergi kaçırmaktan toplam 3 milyar 755 milyon TL ceza kesildi. 13 Aydın Doğan’ın da böylece nefesi kesilmiş oldu. Can Dündar, Aydın Doğan hakkında kendi internet sitesinde şu yorumu ortaya attı: “(Medyada yaşanan gazeteci tasviyeleri) kararını verenleri suçlamak en kolayı olur. Aydın Doğan’a yaşatılanları gördükten sonra, kimseden kahramanlık bekleyemeyiz. Bize düşen, patronlardan kahramanlık beklemek değil, patronların kahramanlık göstermesini gerektirmeyecek bir medya düzeni için mücadele etmektir.” 14 “Türkiye'de birçok medya kuruluşunun uzun zamandır netameli konulardaki haberleri tartarak değerlendirdikleri, bir sır değil. Muhabirlerin yıllardır fırça yemekten korktuğu da artık herkesin bildiği bir gerçek. Ankara'da herkesin anlatabileceği iyi hikâyeleri var. Unutmamak gerekli, bir dönem sadece başbakanlıkta değil genelkurmayda da akreditasyon krizleri yaşandı. Bunlara medya nasıl yaklaştı? İyi verilen bir sınav değildi bu. Seçim öncesinde öyle bir yere gelindi ki... Çok büyük hatalar yapıldı. Hükümet tarafından herhalde açıkça söylenmiş olması gerekiyor ki bizim yapacağımız işin sınırı belirlendi. Tartışma programları seçimden birkaç hafta önce kalktı. Neden biz daha fazla konuşmuyoruz gibi sitemlerle üzerinize gelindiği noktada dükkânın o bölümünü kapatmak gibi bir hareket oluyor ki problem çıkmasın.” 15 14 yıldır çalıştığı NTV’den, seçim öncesinde Leyla Zana’yı programına çıkarma isteği kanal tarafından reddedilerek 2011 yılında ‘zorunlu tatile’ çıkarılan Banu Güven Taraf’a verdiği röportajda bunları söyledi. Anlaşılan o ki; Doğuş Holding, Aydın Doğan’ın kaderini paylaşmak istemiyordu ve çalışanlarını vergi memurlarına tercih etti. Bu durum, NTV’nin çizgisinin kaymasına ve medyada oto sansürün olup olmadığı sorularını akıllara getirdi. Banu Güven bu soruya da cevap veriyor: “Seçim öncesinde NTV şu partiyi, bu partiyi kollayayım diye bir şey demiyor tabii. Burada sorun 15 yıldır bir marka, bir güvenilirlik oluşturmuş, bunun için kavga etmiş bir kanal, artık niye bu noktaya geliyor? Bu sorunun cevabını, rica, talep, uyarı, tehdit, neyse bunu dolaylı ya da doğrudan yapanlar; bunun sonucunda oto sansürü devreye sokanlar –aslında oto sansür hep vardır memlekette de– oto sansürün güçlenmesine katkıda bulunanlar ve bunun sonucunu yaşayanların oturup düşünmesi lazım. Oto sansür çok tehlikeli bir şey; biri beşle de çarpabilir.” 2006 yılından beri NTV’deki “Neden”, “Canlı Gaste”, “Canlı Haberler” gibi programlarıyla haberciliğini sürdüren Can Dündar da Banu Güven’le aynı kaderi


paylaşanlardan biri. Doğuş Grubu’nun yeni kanalı olması düşünülen TVEN’in Ana Haberini sunması planlanan Dündar, daha sonra Ana Haber’den vazgeçildiğini öğrenmesi üzerine 29 Temmuz 2011’de NTV ile yollarını ayırdı. Aslında bu yol ayrımı medyada yaşanan tavsiye sürecinin de en önemli örneklerinden biri oldu. “Birçok medya organı da bu tasfiyeyi zamana yayarak yaşamış, yeni döneme sessizce uyum sağlamıştı. Ama NTV öyle prestijliydi ki, en çok tartışılanı o oldu. Bütün kanallar, aynı hızla değişiyordu; birinciliği NTV’ye verdiler.” 16 diyor Can Dündar ve devam ediyor: “O yüzden kanalın (NTV) yeni çizgi arayışının ardında, bizlerin mesleki zaaflarından duyulan bıkkınlık değil, genel basıncın yarattığı yılgınlık yatıyor diye düşünüyorum.” Can Dündar ve Banu Güven’in yanı sıra Mirgün Cabas da apolitize edilerek yine Doğuş Grubu’na ait erkeklerin moda ve yaşam stili üzerine hazırlanan ABD patentli GQ Dergisi’nin yayın yönetmeni oldu. Wikileaks ile işbirliği yaparak Ergenekon ve Balyoz davalarına yayınladığı şok belge ve dokümanlarla ‘ışık tutan’, bazı çevrelerce iktidarın yayın organı olduğu bile iddia edilen Taraf gazetesi de son aylarda AKP’nin hedefinde. Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, 15 Ocak 2012 tarihli köşe yazısı sebebiyle Erdoğan tarafından 50.000 liralık tazminat isteğiyle dava edildi. 17 Medyada liberal çevrenin önemli isimlerinden sayılan Ahmet Altan’a yönelik bu dava aslında AKP’nin “Liberal ve muhafazakâr bir parti”

söyleminin ideolojik temellerini de sarsmış durumda. Liberalin sözlük anlamlarından birinin “hoşgörü” olduğunu dikkate alırsak, ilk başlarda desteğini aldığı medya çevrelerinin eleştirilerine maruz kalınca onları topun ağzına oturtan Erdoğan, “Dindar nesil yetiştirmek istiyoruz.” ifadesiyle de liberalizmi ve hoşgörüsünü bir kenara bırakıp yüzünü muhafazakârlığa döndü. İfadenin özgürlüğü, mahkeme davalarının arasına sıkışmış durumda. Tartışma programlarının teker teker yayından kaldırılması, davalık olan gazeteciler, daha suçlarını bilmeden gözaltına alınan, tutuklanan, basılmamış kitapları toplanan yazarlar… Türkiye’nin ifade özgürlüğü alanında ilerlemesi gereken yollar, aşması gereken duvarlar olduğu aşikâr. Son sözü Can Dündar’a bırakalım: “Bundan sonra ne olur? Açıkçası bilemiyorum. Bunun cevabı, ne bende ne NTV’de… Bunun cevabı, medya düzeninin böyle gidip gitmeyeceğinde… Eğer bu zihniyet ve bu yapıyla devam edilecekse, hakkıyla gazetecilik yapabilme imkânı hiç kalmayacak demektir. Muhtemelen “son haberciler” de piyasadan çekilecek ve ciddi kanallar eğlence sektörüne yönelecektir. Öte yandan birkaç yazıda belirttiğim gibi, yılıp bırakmanın, “mevzileri boşaltmanın” da kolaycılık olduğunu düşünüyorum. Koşulları zorlamamız gerektiğine inanıyorum. Ve bunun şartlarını araştırıyorum.” 18

Refera n sl a r 1- Öykü Didem Aydın, (3 Temmuz 2009), Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nın Birinci Ek Maddesinin Öngördüğü Din ve Vicdan Özgürlüğü Kuramı ve Uygulaması, http://www.turkhukuksitesi.com/makale_1053.htm (Erişim Tarihi: 8 Mart 2012) 2- Monica Macovei, http://www.humanrights.coe.int/aware/GB/publi/materials/1004.pdf (Erişim Tarihi: 10 Mart 2012) 3- http://ihm.politics.ankara.edu.tr/ifade_konferans/tr/instruments.php 4- Uluslararası Af Örgütü Raporu, (2011), Dünyada İnsan Haklarının Durumu, http://files.amnesty.org/air11/air_2011_full_tu.pdf (Erişim Tarihi: 6 Mart 2012) 5- Mynet: Utanç Yasası İptal Oldu, 28 Şubat 2012, http://haber.mynet.com/utanc-yasasi-iptal-oldu-618077-dunya/ (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 6- Habertürk: Altın Portakal’dan İran’a çağrı, 28 Ağustos 2011, http://www.haberturk.com/kultur-sanat/haber/664142-altinportakaldan-irana-cagri (Erişim Tarihi: 10 Mart 2012) 7- Ntvmsnbc: İran’da sosyal paylaşım sitelerine yasak, 29 Şubat 2012, http://www.ntvmsnbc.com/id/25326348/ (Erişim Tarihi: 6 Mart 2012) 8- http://eski.bianet.org/2006/10/25/86918.htm 9- Leyla Budak, İlker Erdoğan (2006), 1990 SONRASI ÇİN HALK CUMHURİYETİ’NDE KİTLE 10- İLETİŞİM SİSTEMİ VE TEMEL SORUNLAR, http://www.iticu.edu.tr/yayin/dergi/s9/M01136.pdf (Erişim Tarihi: 30 Mart 2012) 11- Nefret Söylemi.Org: Medya’da Nefret Söyleminin İzlenmesi Hakkında, http://www.nefretsoylemi.org/nefret_soylemi_nedir.asp (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 12- [11]Habertürk: Basın özgürlüğünde yine sınıfta kaldık, 25 Ocak 2012, http://www.haberturk.com/dunya/haber/709589-basinozgurlugunde-yine-sinifta-kaldik (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 13- Sabah: Erdoğan’dan Penguen’e dava, 23 Mart 2005, http://arsiv.sabah.com.tr/2005/03/23/siy99.html (Erişim Tarihi: 13 Mart 2012) 14- Aydın Doğan Grubu’na rekor vergi cezası, 8 Eylül 2009, http://www.istanbulhaber.com.tr/haber/aydin-dogan-grubuna-rekorvergi-cezasi-11837.htm (Erişim Tarihi: 13 Mart 2012) 15- Can Dündar, Günce, 29 Temmuz 2011, http://www.candundar.com.tr/_v3/index.php#!%23Did=16466 (Erişim Tarihi: 13 Mart 2012) 16- Milliyet: Banu Güven NTV’den neden ayrıldığını anlattı, 12 Temmuz 2011, http://gundem.milliyet.com.tr/banu-guven-ntv-denneden-ayrildigini anlatti/gundem/gundemdetay/12.07.2011/1413308/default.htm (Erişim Tarihi: 13 Mart 2012) 17- gös. Yer. 18- Ntvmsnbc: Erdoğan’dan Ahmet Altan’a dava, 17 Ocak 2011, http://www.ntvmsnbc.com/id/25172108/ (Erişim Tarihi: 13 Mart 2012) 19- gös. Yer.

39


(gozdeotlu@gmail.com)

Evrensel bir kavram olan insan hakları; ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı olmaksızın her bireyin doğuştan sahip olduğu, tartışılamaz haklardır ve aslında insanların birtakım haklara sahip olduğu kavramı Avrupa asıllı olsa da, bu fikrin yayılması ancak 18. yüzyılda başlamıştır. 3 Günümüze kadar yapılan tartışmalarda genelde kadın hakları, işçi hakları, azınlık hakları ve daha birçok hak tartışılırken; çocuk haklarının gündemde bu kadar az yer edinmesi oldukça düşündürücü doğrusu.

40

Diğer haklar da oldukça büyük bir önem teşkil ediyor tabi ki, ama peki ya çocuk hakları? Tarihe baktığımızda, insan hakları söz konusu olduğunda, tartışılan konular arasında çocuk haklarını diğerleri kadar görmüyoruz maalesef. Birleşmiş Milletler ’in, UNICEF gibi örgütlerin çalışmalarını; ülkelerin imzaladığı Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirgesi’ni hepimiz biliyoruz, ama yeterli mi? Dünyanın birçok yerinde, alınan bütün bu önlemlere rağmen; zarar gören, beslenme, barınma, sağlık, eğitim ve hatta yaşama gibi temel hakları ellerinden alınan çocuklar yok mu? Çocuk haklarının ihlali sorununa geniş bir açıdan bakmak istiyorsak eğer, buna çocuk işçilerle başlamalıyız bence; ki dünyanın neresine giderseniz gidin, bu, ortak bir sorun. Çeşitli organizasyonlar ve kuruluşlar, bu sorunları aştıklarını ve çıkardıkları belgelerle daimi bir çözüme ulaştıklarını düşünseler de; Endüstri Devrimi’nin başlattığı bu süreç her ülkede aynı hızda ilerlememiştir. 4 Unutmamak gerekir ki çocuk işçiliği aşama aşama azaltmayı başaran ülkeler bile, Endüstri Devrimi’nin ilk aşamalarında çocukları kullanmaya devam etmiştir. İngiltere’deki Endüstri Devrimi’nin ilk dönemlerine baktığımızda, masrafları kısmak isteyen fabrika

sahiplerinin başvurduğu ilk yolun, ucuz iş gücüne sahip olmak olduğunu görebiliriz. Öksüz ve yetim olan ve başvuracak başka yolu olmayan çocuklar bu aşamada kolay hedef olmuştur; başlarına birçok kaza gelmiş olsa da. 5 Boyları kısa ve zayıf oldukları için madenlerde çalıştırılan, daimi tehlike içinde bulunan çocuklar için, fabrikalarda çalışmanın pek bir farkı olmamıştır; şayet hayatları yine tehlikede olmuş, sık sık kazalarla karşılaşmışlardır. Gelişen yeni teknolojiler ve İngiltere’de başlayan farkındalık hareketinin birçok yere yayılmasıyla ise diğer ülkelerde işçi olarak kullanılan çocukların sayısının İngiltere’dekinden daha az olduğunu görebiliriz. İngiliz örneğini takip eden ve endüstrileşme sürecinden geçen Fransa, Japonya ve Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkeler, aslında bu süreci bire bir yaşamayan ülkelere oldukça güzel bir örnek teşkil etmiştir. 6 İşte bu sürece ivme katan en önemli kavramlardan biri ise eğitimdir. Çocukların fabrikalarda, makinelerin arasında her günlerini tehlike içinde geçirmek yerine okulda olması gerektiğini fark eden ülkeler, bu konuda gerekli önlemleri almaya başlamış, zorunlu eğitimi ilk uygulayan ülkelerin başını ise Almanya çekmiş; İngiltere, Fransa, Japonya gibi ülkeler ise onu takip etmiştir. 7

Peki Çocuklar Hangi Alanlarda Kullanılıyor? Geçmişten günümüze, çocukların kullanıldığı alanlar sadece fabrikalarla ve tarlalarla sınırlı kalmıyor maalesef. Bhargava’ya göre, 5 ila 14 yaş arasında olan, direk ve dolaylı yollarla evde veya dışarıda çalışmaya zorlanan; onurlarından, oyun oynama, eğitim, beslenme, fiziksel ve zihinsel olarak gelişme haklarında yoksun bırakılan her çocuk, birer çocuk


işçi. 9 Son yıllardaki çabalara rağmen, Hindistan’ın hala bu konuda oldukça geride olduğunu belirten yazara göre; çocuklar, her ulusun geleceği ve onlara bakmak, 14 yaşına kadar eğitim ve dolayısıyla okur-yazar olmalarını sağlamak, devletlerin görevi çünkü ona göre, eğitim ile çocuk işçilik arasında ters bir orantı var. 10 Uluslararası İşçi Organizasyonu’nun (ILO) 182 numaralı sözleşmesinde, çocukların kullanıldığı alanlar ise “çocuk işçiliğinin en kötü formları” olarak adlandırılıyor ve bunlar oldukça fazla: • Köleliğe benzer bütün uygulamalar ki buna çocuk satıcılığı, borç karşılığı çocukları pazarlama, çocuk işçiliği, çocukların silahlı çatışmalarda kullanılması; • Çocukların seks kölesi olarak pazarlanması ve/veya pornografide kullanılması; • Uluslararası antlaşmalara aykırı olarak, çocukların uyuşturucu üretiminde ve/veya satılmasında kullanılması; • Çocukların sağlığını, güvenliğini ve ahlaki değerlerini hiçe sayarak ağır işlerde çalıştırılması. 11 Terör örgütlerinde, ülkelerine yardım ettiklerini düşünmeleri yönünde kolayca kandırılan ve kullanılan çocukları da bu kategoriye dâhil edebiliriz bence. Son yıllarda, özellikle ülkemizde, daha da artan terör faaliyetlerini göz önünde bulundurursak, bu çocukların oyuna getirildiklerini düşünmekte haksız olmadığımızı düşünüyorum. Oyun oynaması, okula gitmesi gereken çocuklar dağlara çıkıyor, onurlu davranışlarda bulunduklarını düşünüyorlar. Oysa tek yaptıkları, doğru yolda ilerlediklerini düşünerek temel haklarından vazgeçmeleri ve kendilerini erken bir ölüme yaklaştırmak.

Örgütler ve Devletler Neler Yapıyor? Uluslararası İşçi Organizasyonu’nun (ILO) çalışmalarını desteklemek için 1992’de oluşturulan “Uluslararası Çocuk İşçiliğin Ortadan Kaldırılması

Programı” (IPEC), iki temel araç üzerine kuruludur: ILO Antlaşması 138 ve Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi. 13 Daha yaşa dayalı bir yaklaşım içerisinde olan ILO Antlaşması 138, onaylayan ülkelerin gençlerin minimum çalışma yaşını, fiziksel ve ruhsal gelişimlerini de esas alarak, 15 yaşına yükseltmesini istemektedir. Öte yandan, 18 yaşın altındaki her bireyin çocuk olarak sayılmasını gerektiren ve çocukların ifade özgürlüğü; düşünce, vicdan ve din özgürlüğü; ortaklık/işbirliği hakkı; sağlık hakkı; çocukların fiziksel, zihinsel, ruhsal, ahlaki ve sosyal gelişimlerini sağlayan belli standartlara göre yaşama hakkı ve yaşına uygun olarak dinlenme, eğlenme ve eğlenceli aktiviteler gerçekleştirme haklarına sahip olması gerektiğini düşünen BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ise, daha haklara dayalı bir politikaya sahiptir. 14 1946 yılında kurulan UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuk Yardım Fonu) ise, ilk başta geçici olarak kurulmuş olsa da, İkinci Dünya Savaşı sonunda oluşan endişeler sonucunda kurulmuş ve 1950’lerde kalıcı hale getirilmiş, evrensel olarak birçok dünya devleti tarafından tanınmış ve desteklenmiştir. 15 İlk başlarda çok da etkili olmayı başaramayan UNICEF’in 1980’lerdeki amacı, çocukların eğitilmesi ve geliştirilmesinden çok, hayatta kalmayla ilgiliydi; ancak 1980’lerden sonra Latin Amerika’da, Afrika’da ve daha birçok bölgede, gerçekten zor durumda olan, sokaklarda çalışan çocukların durumu konusunda farkındalık oluşturulmaya çabalandı. 1990’larda saygın bir kuruma dönüşen organizasyon, işte o zaman eğitim, sağlık ve danışmanlık konularındaki çabalarına başlamıştır. 16 O zamandan beri ülke raporlarını okumakla, izlenecek yolları ve tartışılacak önemli sorunları belirlemekle görevlendirilen UNICEF; Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO), Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarla ortak çalışmalar yürüterek, çocuk işçiliğin engellenmesi ve çocuk gelişimi konularında söz sahibi bir örgüt olma yolunda hızla ilerlemiştir. 17 Bütün bu örgütlerin varlığı ya da gelişmiş ülkelerde hızla gelişen ve kabul edilen çocuk hakları, bir nebze rahatlatıcı olabilir belki; ama unutulmamalıdır ki bu

41


zorlu ve sancılı süreç, ancak dünyanın her yerinde eşit ölçüde gerçekleştirilebilirse kesin bir başarıdan söz edilebilir. Amerika Birleşik Devletleri’nde, Kanada’da ve Avrupa ülkelerinde kat edilen bu yol ile gelişmekte olan ülkelerin bu aşamaya kadar aştığı yol aynı değildir. Hint yazar Bhargava’ya göre, çocuk işçiliğin ortaya çıkmasında belli başlı etkenler var ki bu etkenlerin sadece Hindistan’da değil, birçok gelişmekte olan ülkede etkili olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 2003 yılında Hindistan’da yaptığı çalışmalara göre bu nedenlerin en önemlileri ve aslında büyük bir bölümü evrensel sorunlar olarak da kabul edilebilecek sebepler şunlardır: fakirlik, aile üyelerinin sayısı, ailelerin bilinçsizliği, ekonomik engeller, eğitim sisteminin yetersizliği, müfredat, okulların evden uzaklığı (başka bir deyişle yetersiz okul sayısı), eğitim altyapısının yetersizliği ve son olarak da yetersiz eğitim personeli ve öğretmenler. 18

42

Çeşitli çözümler: Okula dönüş projeleri, köprü kurslar (amacı okulu bırakan çocuklara kurslar verecek ve onları en azından ilkokul eğitim düzeyine getirecek merkezler kurmaktır), eğitim ve barınma kampları, kültürel aktiviteler, kendini bu işe adamış bilgili öğretmenlerle oluşturulan düzgün bir eğitim sistemi, fiziksel egzersizler ve spora yöneltme, temizlik, sağlıklı besinler, düzenli sağlık kontrolleri, bilinçlendirme, engelli çocuklara yardım projeleri ve benzeri çalışmalar. 19 Araştırmalarının sonucunda bu sorunlar için çözümler önerilse ve bunların bazıları uygulanmaya başlanmış olsa da, onun çalışmalarından da görüyoruz ki, Hindistan’ın ve daha benzer birçok ülkenin, daha gidecek çok yolu vardır. Devletlerin desteği ve çeşitli yasalarla ve önlemlerle, mesela, bilinçsiz annebabaları, çocukları sömüren ve aileleri tehdit eden işverenlerden veya kendi ailelerinden koruması burada büyük bir önem taşımaktadır. Son olarak, Türkiye’nin durumuna bakacak olursak, her gün çıkan, çocukların sömürüldüğü ve kötüye kullanıldığı haberleriyle durum pek de parlak görünmüyor. Normal bir günde karşımıza çıkan başıboş sokak çocukları ya da ailesinin zoruyla okulu bırakıp sokaklarda, tarlalarda çalışmak zorunda kalan çocukların olması ve devletin bu konuda yeterince önlem almaması, bunun en büyük kanıtıdır. Türk hukuk sisteminin ve yasaların da bütün çalışan çocukları kapsamaması; hızlı şehirleşme, gelir dağılımındaki eşitsizlik, yüksek seviyelerdeki işsizlik ve

adil olmayan eğitim koşulları, eğitim sistemindeki ve çocukları koruması gereken devlet organlarındaki eksiklikler, iş yerlerinin yeterince ve etkili bir şekilde denetlenmemesi gibi sebeplerle tümüne 20 uygulanamaması, bir başka eksiktir. Çocuk hakları ifadesinin Türkiye’de yeni bir kavram olmasının büyük bir etkisi de vardır tabi; insanlarda yeni yeni oluşturulan farkındalık daha çok gençtir, yeterli desteğe ve ilgiye sahip olmazsa çabucak yok olabilecek bir şeydir. Türkiye’de 1992’den beri yürütülen çeşitli çalışmalar ise, diğer ülkelerde de olduğu gibi, eğitimi temel taşı olarak almaktadır. 21 Çıraklık eğitim yaşının 14’ten 11’e düşürülmesi teklifi, haftalardır gündemimizde olan 4+4+4 eğitim planı, ya da Pozantı Cezaevi’ndeki korkunç iddialar; Türkiye’nin zaten sürekli zedelenmek istenen imajını düzeltmek için hiç de yardımcı olmuyor açıkçası. Yeni tasarıların bazılarından Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu gerekçesiyle vazgeçilmiş olsa da, yeni eğitim sistemi çeşitli çevrelerden oldukça büyük tepkiler aldı. Böyle bir tasarının teklif edilmesinin arkasında çeşitli sebepler olduğu iddia edildi, bir kısmı iyimserken büyük bir kısmı kötümser bir yaklaşıma sahipti. Kesintisiz eğitime son veren bu sistemin etkili olup olmayacağını göreceğiz tabi ki; ancak Türkiye’nin eğitim sistemini dünyadaki diğer eğitim sistemleriyle karşılaştırmakta da fayda görüyorum. ABD : 8+4 yıl, 6+3+3 yıl ya da 6+6 yıl eğitim var. Her eyaletin ayrı bir eğitim sistemi varken, eğitim 12 yıl sürüyor. Okula başlama yaşı 6. H ol l a n d a : 4 yaşına basan her çocuk okula gidebiliyor. Zorunlu eğitim ise 5 yaşında başlıyor. İlköğretim 8, orta dereceli okul 4 ile 6 yıl sürüyor. Al m a n ya : Temel eğitim zorunlu ve 6 yaşında başlıyor. Öğrenciler 4 yıl temel eğitim alıyor. Temel eğitimden sonra öğrenciye 3 farklı seçenek sunuluyor. Fra n sa : Eğitim 2 yaşında başlıyor. 2–6 yaş arası çocuklar ilkokula başlamak için hazırlanıyor. 6-11 yaş arası çocuklara basit okuma yazma ve matematik dersleri veriliyor. Bel çi ka : 3+6+6 yıl formülü uygulanıyor. 18 yaşına kadar eğitim zorunlu. Ancak 16 yaşından itibaren yarı zamanlı okul, yarı zamanlı meslek eğitimi sistemi var. 16 yaşından sonra okurken çalışma imkânı sunuluyor. İ sveç: 9+3 formülü var. Çocuklar 6-7 yaşlarında okula başlıyor. Lise normal ve mesleki liselerde devam ediyor. Çi n : Sistem 5+4+3 olarak uygulanıyor. 22


Türkiye’deki ve gelişmekte olan birçok ülkedeki çocuk haklarının devletlerin ve çeşitli örgütlerin ortak çalışmalarıyla daha da gelişip gelişmeyeceğini ilerde oldukça net bir şekilde göreceğiz tabi ki. Ancak unutulmamalıdır ki;

43 Refera n sl a r 1. “Famous Quotes About Children”, http://www.compassion.com/child-advocacy/find-your-voice/famous-quotes/default.htm, (Erişim Tarihi: 17 Mart 2012) 2. “Famous Quotes About Children”, http://www.compassion.com/child-advocacy/find-your-voice/famous-quotes/default.htm, (Erişim Tarihi: 17 Mart 2012) 3. Chris Brown (2008), “Human Rights”, In: John Baylis, Steve Smith ve Patricia Owens (eds.), The Globalization of World Politics, ed.4, New York: Oxford University Press, 2008, sf.508 4. Peter N. Stearns (2009), “Child Labor In The Industrial Revolution”, In: Hugh D. Hindman (ed.), The World of Child Labor, New York: M.E. Sharpe Inc., 2009, sf.38 5. Peter N. Stearns, a.g.e., sf.41 6. Peter N. Stearns, a.g.e., sf.41-43 7. Alec Fyfe, “Coming To Terms With Child Labor: The Historical Role Of Education”, In: Hugh D. Hindman (ed.), The World of Child Labor, New York: M.E. Sharpe Inc., 2009, sf.49 8.“Children Quotes”, http:/www.thinkexist.com/English/Topic/x/Topic_332_1.htm, (Erişim Tarihi: 17 Mart 2012) 9. Pramila H. Bhargava, The Elimination of Child Labour: Whose Responsibility?, New Delhi: Sage Publications, 2003, sf.23 10. Pramila H. Bhargava, a.g.e., gös.yer. 11. Hugh D. Hindman, “Worst Forms Of Child Labor”, In: Hugh D. Hindman (ed.), The World of Child Labor, New York: M.E. Sharpe Inc., 2009, sf.79 12. “Children Quotes”, http://www.great-quotes.com/quotes/category/Children/pg/4, (Erişim Tarihi: 17 Mart 2012) 13. Hugh D. Hindman, “Worst Forms Of Child Labor”, In: Hugh D. Hindman (ed.), The World of Child Labor, New York: M.E. Sharpe Inc., 2009, sf.79 14. Hugh D. Hindman, a.g.e., sf.78-79 15. Alec Fyfe, “The United Nations and UNICEF”, a.g.e., sf.131 16. Alec Fyfe, “The United Nations and UNICEF”, a.g.e., sf.132 17. Alec Fyfe, “The United Nations and UNICEF”, a.g.e., sf.132-133 18. Pramila H. Bhargava, The Elimination of Child Labour: Whose Responsibility?, New Delhi: Sage Publications, 2003, sf.60-62 19. Pramila H. Bhargava, a.g.e., sf.80-105 20. Esin Konanç ve Onur Dinç, “Legal Protection Of Working Children In Turkey”, In: Hugh D. Hindman (ed.), The World of Child Labor, New York: M.E. Sharpe Inc., 2009, sf.741 21. Yakın Ertürk, “Child Labor In Turkey”, In: Hugh D. Hindman (ed.), The World of Child Labor, New York: M.E. Sharpe Inc., 2009, sf.737 22. Remzi Demir, “Eğitimde ¾’lük Vals (Bir İleri iki Geri)”, 20 Mart 2012, http://www.adana01haber.com/author_article_print.php?id=923, (Erişim Tarihi: 19 Mart 2012)a [Görseller]: http://www.harrowway.hants.sch.uk/category/rights_respecting_school http://aldimesa.com/referent-unicef-poster/


(serajuddin93@hotmail.com)

44

Mahkum denince genelde çoğu kişinin zihninde, hapishanelerde, çeşitli yolsuzluklarla suçlu bulundukları için tutulan insanlar canlanır. Toplumumuzda çoğu kişiye, mahkum kelimesi ile alakalı sorular sorsak verecekleri tek cevap, demirden kafesler ve çok kötü koşullarda tutulan insanlar olur ve bazıları da mahkumların bunları hak ettiğini düşünür. Oysa ki hatasız kul yoktur; insan bulunduğu ortama göre, toplum ve kendisi için faydalı ya da kendisi için faydalı, toplum için zararlı değişik tavırlar sergileyebilir. İnsanın topluma, başkasına zararı olan ya da yasalara göre ters davranışları ise suç sayılır ve hakkında tutuklama emrinin çıkmasına sebep olur. Suçlu ya da zanlı olarak tutuklandıktan sonra suçu ispatlanınca yerel mahkeme kararı ile hapishaneye gönderilir ve mahkum haline gelir. Fakat insanın mahkum olması, onun hiçbir hakkının olmadığı anlamına gelmez. Mahkumların bazı hakları kısıtlanır ama aynı zamanda pek çok devlet tarafından kabul edilmiş genel hakları hiçbir zaman gözardı edilemez.

da uluslararası düzeyde düzen bozmakla suçlanan mahkumlar. Yerel ya da uluslararası mahkumlar, suç işleme oranlarına göre değişik tiplerdeki cezaevlerine gönderilirler. Örneğin; A tipi, A1 tipi, B tipi vs. Cezaevi tipi ne olursa olsun mahkumlar yine de bazı temel haklara sahiptirler. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Genel Kurul kararı ile 14 Aralık 1990’da kabul edilen mahkumların genel hakları aşağıdakilerden ibarettir1 :

Yerel mahkumların yanısıra bir de uluslararası mahkumlar vardır; çeşitli terörist grupları propagandası ya da üyeliği dolayısıyla tutuklanan ya

4. Mahkumların gözaltında tutulması ve toplumun suça karşı korunması için hapishanelerin taşımakta olduğu sorumluluk; devletin temel sorumlulukları, amaçları, toplumun tüm üyelerini ve refahı geliştirme hedefi ile uyum içinde boşaltılabilmeli.

1 . Tüm mahkumlara bir insan olarak, doğal haysiyeti ve değerine saygılı bir şekilde muamele edilmelidir. 2 . Irk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ve ya diğer görüş, ulusal veya sosyal köken, mülkiyet, doğuş veya herhangi bir durum ayrımcılığı yapılmamalıdır. 3 . Yerel koşullar gerektirdiği zaman mahkumların mensup olduğu dini inançlara ve kültürel kaidelere saygılı olunması istenilir.

5 . Hapis olma durumunun gerektirdiği sınırlamaların dışında, tüm mahkumlar, insan haklarını ve Uluslararası İnsan Hakları Deklarasyonu, Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Antlaşması ve Uluslararası Sivil ve Politik Haklar Antlaşması ve ayrıca İsteğe Bağlı Protokol’le düzenlenen temel hakları (ve) Birleşmiş Milletler antlaşmalarında belirtilen diğer hakları kabul etmelidirler. 6 . Tüm mahkumlar kültürel faliyetlere ve eğitim hedefli insan kişiliğini geliştirme amaçlı programlara katılma hakkına sahip olmalıdır. 7 . Tüm mahkumların ceza olarak yalnız hapsedilmesinin yasaklanması, veya bu uygulamanın sınırlandırılması uğrunda gösterilen çabalara katkıda bulunulmalı ve desteklenmeli.


8 . Mahkumlara iyi bir maaş karşılığı istihdam edilebilecekleri koşullar sağlanmalıdır ki ülkenin işgücü piyasasında, yeniden bütünleşmesinde, kendi ve ailelerinin mali durumunun iyileşmesine katkıda bulunabilsinler. 9 . Mahkumlar ülkede bulunan tüm sağlık hizmetlerine yasal durumları göz önünde bulundurulmamak suretiyle erişebilmelidir. 1 0 . Toplum ve sosyal kurumların katkısı ve yardımı ile, mağdurların çıkarları gözönünde bulundurularak, topluma yeniden uyum sağlayabilmeleri için mümkün olan en iyi koşullar sağlanmalıdır. 1 1 . Yukarıdaki uygulanacaktır.

kurallar

tarafsız

bir

şekilde

Yukarıda belirttiğimiz, Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen haklar, dünya üzerindeki pek çok devlet tarafından da kabul edilmiştir. Fakat yine de, bu hakların uygulanma oranı, ülkeden ülkeye değişir ve tartışılır. Demokrasiye ve insan haklarına çok önem veren Amerika’da ve Avrupa ülkelerinde, bu kuralların yüzdelik uygulanma oranı, demokrasiye ve insan haklarına önem vermeyen ülkelere göre yüksektir. Fakat bir noktayı da unutmamak lazım; her ne kadar Amerika topraklarında demokrasi yaygın ve insan haklarına önem veriliyor olsa da, Amerikan yönetimi altında olan dünyadaki bazı hapishanelerde mahkum hakları göz ardı edilmektedir. Örneğin; Küba’daki Guantanamo hapishanesi. Guantanamo’da tutuklulara karşı yapılan haksızlıkları ara sıra televizyon ekranlarında görebiliyoruz. İngiliz–Amerikan Avukat Ghappour’un “Müşterilerimin dediklerine göre Başkan Obama göreve geldikten sonra ihlaller çoğalmıştır.” şeklindeki sözleri de apaçık Guantanmo’da mahkumlara karşı yapılan haksızlıkları desteklemektedir. 2 Amerikan kontrolü altında olan bir başka hapishane ise Afganistan’daki Bagram hapishanesidir. Son günlerde pek çok tartışmaya yol açan bu hapishanedeki olaylar ve tutukluların durumu da göz ardı edilemez. İnsan hakları avukatı Tina Foster’ın SPIEGEL ONLINE ile Bagram hakkında verdiği röportajlar ise çok acı verici. Foster’ın dediğine göre; Bagram, Guantanamo’dan çok daha kötü durumda ve suçu belli olmayan gazeteciler dahil işkenceye maruz kalmış bir sürü tutukluyla dolu. 3 Haklarını savunduğumuz ve mahkum diye adlandırdığımız insanların sayısı ise Amerika’da en

fazladır. Nation Master internet sitesinde yayınlanan ve 155 ülkenin dahil olduğu bir istatistiğe göre her 100,000’de ortalama 147.9 mahkum bulunmaktadır ve sırası ile en çok mahkuma sahip olan ülkeleri aşağıdaki gibi sıralayabiliriz4: 1 . Amerika Birleşik Devletleri 2 . Rusya 3 . Beyaz Rusya 4. Palau 5 . Belize … 9 8 . Türkiye

715/100,000 584/100,000 554/100,000 523/100,000 459/100,000 92/100,000

Tü rki ye Doksan sekizinci sırada bulunan Türkiye’nin mahkum hakları özelinde durumunu incelediğimizde, hapishanelerinin durumunun uygun, mahkumlara ise iyi muamele yapılıyor olmasına rağmen bu, genel çerçevenin yeterli olduğunu göstermeye yetmiyor. Mahkumlar hakkında olumlu haberlerden bir tanesi ise “Adalet Bakanlığı, Ceza İnfaz Sistemi’nde köklü bir reforma daha imza atıyor. Denetimli Serbestlik Yasası’nda değişiklik yapan tasarıyla, açık cezaevindeki yaklaşık 15 bin hükümlü, kalan cezalarının son bir yılını dışarıda çekmeleri için şartlı tahliye edilecek.’’ 5 olarak gösterilebilir. Mahkumlar hakkında bir başka olumlu gelişme de; 8 Mart Dünya Kadınları Günü münasebeti ile Toplumsal Gelişim Merkezi (TOGEM) tarafından Adıyaman E Tipi Kapalı Cezaevinde tertip edilen eğlence programı. Bu da mahkumlara karşı iyi tutumu gösteren örneklerden biri olarak kabul edilebilir. Maalesef mahkumlara yönelik pozitif tutum, Türkiye’deki her cezaevi için geçerli değil. Türkiye’deki cezaevlerini yakından incelemeye çalıştığımızda, mahkum hakları ihlallerinin çok yüksek oranda olduğunu görebiliriz. 2 Mart 2012 tarihinde Radikal gazetesinin internet sayfasında yayınlanan Pozantı ile alakalı bir haberde, çocuk mahkumların cinsel istismara ve şiddete maruz kaldığını görebiliyoruz. 6 Son günlerde dikkatleri üzerine çeken, Mersin, Adana tutuklu ve hükümlü çocukların kaldığı Pozantı M Tipi Çocuk ve Gençlik Cezaevi’nde yaşanan olaylar ise oldukça üzücü ve mahkum haklarının ihlalini göstermek için yeterli. Haber Rüzgarı internet sayfasında yayınlanan bir habere göre ise Pozantı olayı diğer cezaevlerindeki hak ihlallerini de gündeme getirmiştir. Bu internet sayfasında şöyle yazılmış bir paragrafı görebiliyoruz: “İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) raporları, 2011 yılı

45


içinde, sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki cezaevlerinden bin dört yüz elli üç hak ihlalinin yetkililere iletildiğini ortaya koydu. Türkiye’de hak ihlallerinin en yoğun yaşandığı cezaevleri ise şöyle: Kürkçüler F Tipi, Osmaniye Kapalı T Tipi, Karataş Kadın Kapalı, Pozantı Çocuk, Karaisalı, İskenderun M Tipi Kapalı, Hatay E Tipi Kapalı, Van M Tipi, Rize Kalkandere L Tipi, Gümüşhane ve Samsun Bafra T Tipi.’’ 7 Burada bin dört yüz elli üç hak ihlalinden söz edilmekte, bu rakam da mahkum haklarının yüksek oranda ihlal edildiğini ve cezaevlerinde ciddi bir sorunun olduğunu apaçık ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki bazı yolsuzluklardan dolayı suçlanan ve mahkum diye adlandırılan insanların hakları, bazı kurallara göre kısıtlanmıştır fakat bu, onların hiç hakkının olmadığı anlamına gelmemekte; aksine çoğu devletin de kabul ettiği gibi onların da yukarıda bellirttiğimiz şekilde hakları vardır. Cezaevlerinde mahkum haklarına uyulup uyulmaması ise tartışılır. Yasalara göre yönetilen ve insan haklarına önem veren ülkelerde yüksek oranda mahkum haklarına uyulmakta ve önem verilmektedir. Türkiye dahil çoğu ülkedeki cezaevlerinin durumu ise kötü ve mahkum hakları ihlal oranları yüksektir. Örnek olarak, Türkiye dışından Guantanamo, Bagram ve Türkiye içinden Pozantı M Tipi cezaevlerini verebiliriz.

46

Refera n sl a r 1. Office of the United Nations High Commissioner for Human Rights: Basic Principles for the Treatment of Prisoners, http://www2.ohchr.org/english/law/basicprinciples.htm 2. Luke Baker, Lawyer says Guantanamo abuse worse since Obama, Feb. 25. 2009, http://www.reuters.com/article/2009/02/25/us-guantanamo-abuselawyer-exclusive-idUSTRE51O3TB20090225, (Erişim Tarihi:14.03.2012) 3. SPIEGEL, Human Rights Lawyer on Bagram Prison, 09.21.2009, http://www.spiegel.de/international/world/0,1518,650324,00.html, (Erişim Tarihi: 14.03.2012) 4. International Centre for Prison Studies, Data for 2003. Number of prisoners held per 100,000 population, http://www.nationmaster.com/graph/cri_pri_per_cap-crime-prisoners-per-capita#definition, (Erişim Tarihi: 14.03.2012) 5. Metin Arslan, Denetimli Serbestlik Yasası genişliyor 15 bin hükümlü tahliye olacak, 07.03.2012, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1255554&keyfield=63657A6165766C6572696E6465206465C49F69C59F696B6C696B, (Erişim Tarihi: 15.03.2012) 6. Radikal, O çocuklar Pozantıyı anlattı, 02.03.2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1080437&CategoryID=77, (Erişim Tarihi: 15.03.2012) 7. Haber Rüzgarı, Türkiye Cezaevleri Cehennem, 2012.03.11, http://www.haberruzgari.com/Insan-Haklari/39865-TURKIYE-CEZAEVLERI-CEHENNEM.html, (Erişim Tarihi: 15.03. 2012)


(oktem.ozge@gmail.com)

Yıllardır hakkında onlarca şey yazılmış, çokça tartışılmış olmasına rağmen neden olduğu sorunlar halen aşılamamış bir kavrama sahip dünya dilleri: Azınlık, minority, minderheit ya da minorite gibi. Ancak bu kavramın tam olarak içe sinen bir tanımını yapmak bile yıllardır çok mümkün olamamış. Burada her şeyden önce şöyle bir sorun var; her siyasi topluluk kendini temelde birbirinden daha farklı tanımlayabildiği için azınlık kavramını genellemek zorlaşır. 1 Yani çoğunluk kendini hangi temelde birleştiriyorsa azınlığın tanımı da ona göre değişir. Eğer varolan tanımların birinden olsun söz etmek gerekirse Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun, Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu raportörü Francesco Caportorti’nin 1978’de ortaya koyduğu, 1985’te aynı alt komisyonun üyelerinden Jules Deschenes ‘amaç’ unsurunu da eklediği tanıma bakabiliriz: “ Bir devletin nüfusunun geri kalanına göre sayısal olarak az olan, egemen konumda bulunmayan, o devletin vatandaşı olan, nüfusun çoğunluğundan farklı etnik, dinsel ya da dilsel özelliklere sahip, birbirleriyle dayanışma duygusu içinde, üstü örtülü de olsa varlıklarını sürdürmek için ortak bir istekle yönlenmiş ve amacı çoğunluk ile fiili ve hukukî eşitlik elde etmek olan bir grup vatandaşıdır.” 2 Azınlıklar, engelliler ya da alt metninde biz ve onlar olan diğer kavramların, onları kullanarak ifade edilen insanları, grupları ötekileştirdiğini ve sorunların temelinde biraz olsun bu ifadelerin yattığını

düşünürüm. Farklı renkler yaşamlarımıza sadece zenginlik katabilirken neden azınlıklar bolca sorun üreten bir kavram haline geldi? Kavramın ortaya çıkışına kısaca bakalım. Fransız İhtilali’ne kadar “din” toplumların kimliklerini oluşturan önemli bir unsurdu. Dolayısıyla en eski azınlık gruplarının “dinsel azınlıklar” olduğunu söyleyebiliriz. 3 Avrupa’da 18.yy’a kadar din, politik otoritenin kaynağı durumundaydı. Bu açıdan bakıldığında ‘azınlık’ olgusunun, 16.yy Avrupası’nda, Katolikler ve Protestanlar üzerine yapılan düzenlemeler ile ortaya çıktığını söylemek doğru olacaktır. 4 Fransız Devrimi’yle, ulusalcılık gibi kavramlar tanınmış ve dinsel azınlık kavramının ötesinde, ulusal azınlık kavramı tartışılmaya başlanmıştır. Ancak bu konuda dönüm noktası 1. Dünya Savaşı sonrasında imparatorlukların yıkılıp ulus devletlerin kurulması olmuştur. 5 1919’da Paris Barış Konferansı’nda, ‘azınlık’ terim olarak barış anlaşmalarında kullanılmıştır. Bu yılın azınlık kavramı açısından bir önemi daha vardır; Wilson Prensipleri’nden biri olan ‘kendi kaderini tayin etme’ hakkı(self6 determination). Ayrıca, -hepsini detaylı olarak incelemeyeceğiz ama değinmek gerekir- bugün uluslararası belgelerde, ulusal azınlıkların dinsel, dilsel ve etnik olmak üzere üç grupta incelendiğini söylemeden geçmeyelim. 7 Birinci Dünya Savaşı sonrasında Milletler Cemiyeti azınlıklara bir takım kültürel garantiler sağlamıştır. 8

47


2. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Birleşmiş Milletler ise, eski manda bölgelerinde self determinasyonu sağlamaya yönelik çalışmalar yapmıştır. 9 Birleşmiş Milletler bünyesinde, İnsan hakları Komisyonu’na bağlı olarak oluşturulan, Ayrımcılığın Önlenmesi ve Azınlıkların Korunması Alt Komisyonu, 1948’de kurulmuştur ve Komisyonun çalışmalarıyla, 1976 yılında Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi yürürlüğe girmiştir. Soğuk Savaş’ın bitişiyle de bağımsızlığını ilan eden yeni devletlerle ve güvenlik algısının değişmesiyle birlikte, azınlıklar konusu tekrar önem kazanmıştır. Bu durum, ulusal egemenlik, kendi kaderini tayin hakkı, eşitlik, temel haklar gibi kavramlarında yeniden ve sıkça gündeme gelmesine sebep olmuştur. 10

48

Günümüzde, azınlık haklarıyla ilgili çalışmaları olan üç temel Uluslararası Kuruluş vardır; Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı(AGİT). Avrupa Konseyi çerçevesinde gerçekleştirilen gelişmelere de kısaca bakalım. İlk olarak, 1992 yılında imzaya açılan “Bölgesel ve azınlık dilleri Avrupa Şartı”, amacı azınlıkların kimliklerini ve haklarını korumaktır. Bir diğer belge ise “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Sözleşmesi”dir. Ancak sözleşme ulusal azınlık kavramına yer vermediğinden taraf ülkeler, ulusal azınlık olarak kabul edecekleri grupları kendileri belirleyebilirler gibi bir algı yaratmıştır. 11 Bunların dışında, Kopenhag Kriterleri’yle aday ülkelere getirilen azınlıklara saygı ve azınlıkların korunması şartına 12 rağmen AB’nin birçok başat ülkesi azınlık politikaları konusunda ikiyüzlülükle suçlanıyor. Bu konuda çoğu kesimin talebi AB ve Avrupa Konseyi’nin bu konuda ortak çalışmalar yapması ve AB üyeleri için de Kopenhag Kriterleri’nden yola çıkan yeni düzenlemeler oluşturulması yönünde. Azı n l ı k H a kl a rı En başta temel insan hakları açısında azınlıkta veya çoğunlukta her insan eşittir ve aynı haklara sahiptir. BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’nin 27. maddesine13 göre azınlık olarak tanınsın tanınmasın herkes kendi kültürüne ait ögeleri koruma ve geliştirme hakkına sahip olmalıdır. 14 Bunlardan başka; azınlıkların asimilasyona karşı korunması için de bazı düzenlemeler yapılmıştır. Ancak azınlıklar açısından bakarsak, -farklı kökenden gelen azınlıkları veya etnik grupları, bunların kültür

birikimlerini, kimliklerini baskın doku ve yapı içinde eriterek yok etme15 anlamına gelen- asimilasyon, hala bir sorun. Azınlıklar söz konusu olduğunda en tartışmalı konu hiç şüphesiz “kendi kaderini tayin etme hakkı”(Self determination). Bu kavram sömürgeciliğin tasfiyesi sırasında “Wilson İlkeleri”yle ortaya çıkmış ve ancak Birleşmiş Milletler Anlaşması’nda düzenlenebilmiştir. Self determinasyon hakkı da sahip olunan her hak gibi sınırsız bir hak değildir. Self determinasyonun haklı olabilmesi için azınlık grubunun, üyesi olduğu toplumda kimliklerinden dolayı barış ve güven içinde yaşayamayacak durumda olması gerekmektedir. Ayrıca bu hak azınlıkların teröre bulaşmamış olması gibi şartları da gerektirir. 16 Self determinasyon hakkı, BM Genel Kurulu’nun 1970’de kabul ettiği “ Devletler Arasında Dostça İlişkiler ve İşbirliği ile İlgili Uluslararası Hukuk İlkeleri Bildirgesi”nde, uluslararası hukukun klasik ilkeleri arasında yerini almıştır ve burada da ülke bütünlüğü ilkesi önemlidir. Denir ki: “self-determinasyon hakkı, ırk, inanç ve ya renk ayrımı yapmaksızın, ülkenin tüm halkını temsil eden bir yönetime sahip, egemen ve bağımsız devletlerin ülke bütünlüğünü ve siyasi birliğini kısmen ya da tamamen bozacak şekilde yorumlanamaz.” 17 Buraya kadar bahsettiğimiz self determinasyon ilkesi, kökenini “Wilson İlkeleri”ne dayandırabileceğimiz dışsal self determinasyon hakkıydı. Ancak bu ilke içsel ve dışsal olmak üzere iki farklı kullanıma sahiptir. İçsel kendi kaderini tayin hakkı ise halkların kendi devlet rejimlerini özgür olarak seçmesi anlamındadır. Kısacası demokrasiye karşılık gelebilen bir kavramdır. Tü rki ye’ d e Azı n l ı kl a r Lozan Anlaşması, Türkiye’nin azınlıklarla ilgili hala geçerli olan en temel belgesidir. Lozan’da azınlıkların korunması 1. Bölümü’nün 3. Kesiminde yer alan 37. ile 45. maddeler arasında düzenlenmiştir ve sadece Rum, Ermeni ve Musevilerin oluşturduğu gayrimüslimler azınlık olarak kabul edilmiştir. Lozan Anlaşması’nın ilk bölümünde Türkiye – Yunanistan ilişkileri düzenlenmiştir ve İstanbul’da yaşayan Rumlar ve Batı Trakya’da yaşayan Türkler hariç tutularak gerçekleşen mübadelenin kararı Lozan’da alınmıştır. İnsanlar resmi bir zorlamayla yerlerinden edilirken İsmet Paşa’da buna şöyle


değinmiş; “bu acı ve zorluk dolu durumun bir de geride kalanlar yönü olacaktır ki bu da bir çeşit azınlıklar sorununa tekabül eder.” 18 Rum azınlığın sorunları olarak karşımıza çıkan üç temel başlık var. Bunlar; Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması, vakıflar meselesi ve Ekümenik Patriklik olgusudur. 19 Buradan bakınca, devletin Lozan Anlaşması’nın kimi gereklerini tam olarak yerine getirmediği gibi bir sonuca varılabilir. Birçok kişi de bundan dem vurmaktadır. Türkiye’nin 1999 yılında Avrupa Birliği’ne aday ülke ilan edilmesiyle, Kopenhag Kriterleri’ne uygun bir mevzuat düzenlemek için bir süreç başlamıştır. Anayasanın bazı maddelerinde yapılan değişiklikler ve uyum paketleriyle bazı olumlu görünen adımlar atılsa bile bu değişikliklerin ne kadar uygulanabildiği tartışmalı bir konu. Buraya kadar oldukça kısada olsa kavrama, varolan bir takım anlaşmalara, anlaşmaların maddelerine değinmeye çalıştım. Ancak, bu resmi söylemlerden biraz olsun uzaklaşarak bitireceğim. Örneğin;

yukarıda Türkiye’deki Rumların en temel sorunlarına değindik, peki bunlar mıydı, Rum vatandaşlarımızı can korkusuyla her şeylerini bırakıp bu ülkeden kaçmak zorunda bırakan? Ya da Almanya’da yaşayan Türklerin evlerini ateşe verenler acaba hiç sordular mı kendilerine ne yaptıklarını ya da Çin’de, Rusya’da, Almanya’da, Fransa’da, Ortadoğu ülkelerinde, Türkiye’de ve başka başka coğrafyalarda ayrımcılığa maruz kalan, farklı kimlikleri yüzünden şiddetle hatta ölümle burun buruna kalan insanlar kimler? Aslında hepimiz değil miyiz bu ülkede çoğunlukken ve bunun konforunu yaşarken başka bir coğrafyada öteki olan? Değişmesi gereken, anlaşma maddeleri veya yasalardan ziyade zihinler. İnsanları, Sivas’ta diri diri yakarken “cehennemin ateşi” diyerek galeyana gelenlerle veya Norveç’te katliam yapan, Almanya’da apartman yakan canilerle aynı dünyada ve belki de yan yana yaşıyoruz. Bu kişilerin, bütün bunları düşünürken ve hatta uygularken paylaşamadıklarının ne olduğunu bilemesek, asla anlayamasak bile bu hastalıklı zihinlerde gün gelir değişebilir demek fazla iyimserlik mi olur bilemeden son bir soruyla bitiriyorum. Hala bir umut var mı dersiniz?

49 Refera n sl a r 1. Jennifer Jackson Preece, Minority Rights Between Diversity and Community, Cambridge: Polity Press, 2005, s.10 2. Ülkü Bilgin, Azınlık Hakları ve Türkiye, İstanbul: Kitap Yayınevi LTD., 2007, s:18-19 3. Tülin Yanıkdağ, “Azınlık kavramı ve Azınlık hakları”, (26 Şubat 2012), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1823:aznlk-kavram-ve-aznlk-haklar&catid=178:analizlersosyo-kultur, (Erişim Tarihi:1 Mart 2012) 4. Ülkü Bilgin, a.g.e., sf:31 5. Gös. yer 6. Jennifer Jackson Preece, a.g.e., s:11 7. Ülkü Bilgin, a.g.e., sf:22 8. A.g.e., sf:41 9. A.g.e., sf:45 10. Aslıhan P. Turan, “Türkiye’de Azınlık Hakları ve Demokrasinin Derinleşmesi”, (08 Nisan 2010), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1869:tuerkiyede-aznlk-haklar-ve-demokrasininderinlemesi&catid=178:analizler-sosyo-kultur, (Erişim Tarihi: 11 Mart 2012) 11. Tülin Yanıkdağ, gös. yer 12. Jennifer Jackson Preece, a.g.e., s:9 13. 27. Madde: “Etnik, dinsel ya da dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde, bu azınlıklara mensup olan kişiler, kendi gruplarının diğer üyeleri ile birlikte, kendi kültürlerinden yararlanma, kendi dinlerine inanma, ve bu dine göre ibadet etme, ya da kendi dillerini kullanma hakkında yoksun bırakılmayacaktır” 14. Yücel Acer, “Azınlıklar ve Hakları: Biraz da Hukuk Konuşsun”, (28.10.2008), http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=378, (Erişim Tarihi: 11 Mart 2012) 15. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.4f68f3ec780895.70758030, (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 16. Doğan Kılınç, “Self Determinasyon İlkesinin Azınlıklar Açısından Değerlendirilmesi”, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt 12, Sayı 1-2, (Haziran-Aralık 2008), sf:974-975 17. Ülkü Bilgin, a.g.e., sf: 83 18. A.g.e., s.157 19. Tülin Yanıkdağ, “Gayrimüslim Azınlıklar Sorunu ve Türkiye”, (24 Nisan 2010), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=653:gayrimueslim-aznlklar-sorunu-ve-tuerkiye&catid=113:analizler-sosyo-kultur&Itemid=151, (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012)


(yunusevedenci27@hotmail.com)

50

Kıbrıs’ın yüzyıllardır bitmek bitmeyen stratejik önemi… 1571’de Osmanlı, Kıbrıs’ı topraklarına katarak Doğu Akdeniz’in güvenliği sağlamak isterken; 1878’de İngilizler, Berlin Antlaşması ile Kıbrıs’ın idaresini ele alarak bir yandan Süveyş Kanalı’nın güvenliğini sağlamak istiyor, diğer yandan da Bağdat demiryolu projesinden faydalanmayı planlıyordu. Her yüzyılda farklı bir stratejik önemle karşımıza çıkan Kıbrıs, 21. yüzyılda da boş durmadı elbet. Şimdi mi? Şimdi de doğalgaz arama çalışmaları. Ancak bu son olay, taşları yerinden oynatıp dengeleri sarsacak gibi. Çünkü şu anki Türkiye hükümetinin 2002’de tek parti iktidarı ile başa geldiği günden beri Kıbrıs konusunda izlediği politika, adada birleşmeyi sağlamaktır. Hükümetin bu dış politikada en önemli rakibi, Rauf Denktaş’tı; çünkü Denktaş, adada birleşmeyi hiçbir zaman istemedi. Onun tarihi, milliyetçilik ve taksim politikalarının tarihiydi. 1 Şu anda izlenilen politika da Denktaş’ınkinden farklı değildir. Yani, Denktaş olmadan Denktaş siyaseti izlenmektedir. Peki, bu değişiklik nasıl oldu? Nasıl oldu da Annan Planı ile adada birleşmeyi amaçlayan Türkiye hükümeti, şu an tam manasıyla ters bir politika izliyor? Bunu anlamak için tarihin tozlu sayfalarında kısa bir yolculuk fena olmayacaktır. Kıbrıs’ı milli mesele haline Demokrat Parti hükümeti, bilhassa Adnan Menderes getirmiştir. “Kıbrıs diye bir davamız yok.” diyen Dışişleri Bakanı’nı görevden almakla, Menderes, bu konuda ne kadar kararlı olduğunu göstermiştir. 2 Rumlar tarafından Kıbrıslı Türklere saldırı amaçlı kurulan EOKA örgütü, 1 Nisan 1955’te faaliyete geçti. Bu durum karşısında Türk halkının savunma ihtiyacı doğdu. Adnan Menderes EOKA örgütüne etkili bir şekilde karşı koyabilmek için Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Korgeneral Daniş Karabelen’i görevlendirdi. Onların önderliğinde 27 Temmuz 1957’de Lefkoşa’da Türk Mukavemet Teşkilatı kuruldu. Bu teşkilatın giderleri Menderes tarafından örtülü ödenekten finanse edildi. Menderes’in en büyük endişesi Lozan kahramanı İsmet İnönü’nün muhalefetiydi. “Macera hevesiyle

devletimizi tehlikeye atıyor.” söylemiyle İnönü, medyada kıyameti koparıyordu. Bunu biraz göğüsleyebilmesi için Menderes CHP’li Nihat Erim’i Kıbrıs danışmanı olarak görevlendirdi. 3 Menderes’in Kıbrıs konusunda attığı her adım, Kıbrıs’ı Türk dış politikasının en önemli sorunlarından biri haline getirdi ve bu durum, yıllarca Türk dış politikasını çok yoğun bir şekilde meşgul ettiğinden, Türkiye çok yara aldı. Kıbrıs uluslararası arenada sürekli Türkiye için koz olarak kullanıldı. Tam bu olanların ortasında Denktaş’ın yıldızı parladı ve Denktaş, Kıbrıs’ı hayatının davası haline getirdi. EOKA karşında Türk Mukavemet Teşkilatı’nın güçlü bir tavır sergilemesi için Türkiye’den yoğun taleplerde bulundu ve Türkiye’den uzman kişiler bu teşkilata katıldı. Askeri güvenliği sağlamakla yetinmeyen Denktaş, medyayı da arkasına almak istiyordu. Halkın Sesi gazetesinin haftalık İngilizce nüshasının hazırlanmasında da önemli rol oynadı ve TMT’nin yayın organı olan Nacak gazetesi Denktaş’ın gazetesiymiş görüntüsü içinde Kıbrıs Türklerine yön gösterdi. 1964 Londra Konferansı’ndan sonra Makarios tarafından “istenmeyen adam” ilan edilen Denktaş’ın Kıbrıs’a girmesi yasaklandı. Erenköy’e gizlice çıkarak savaşa katılan Denktaş, 1967'de de Ada’ya gizlice girerken tutuklandı; yoğun girişimler sonucu Türkiye’ye geri verildi. 1968'de Ada’ya giriş yasağı kaldırıldığından Kıbrıs’a dönen Denktaş, 1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığı’na seçildi. 28 Şubat 1973'e kadar Kıbrıs Cumhurbaşkanı Muavini ve Kıbrıs Türk Yönetim Başkanı seçildi. 13 Şubat 1975'te Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilanından sonra devlet ve meclis başkanı görevlerini de yürüten Denktaş, anayasa uyarınca 1976'da yapılan ilk genel seçimlerde devlet başkanlığına seçildi. 1981 yılında ikinci kez devlet başkanı oldu. 15 Kasım 1983'de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi. 22 Nisan 1990'da yapılan erken seçimde ikinci kez cumhurbaşkanı seçilen Denktaş, 1995'teki seçimlerde de cumhurbaşkanı oldu. 4


Denktaş bütün politik yaşamı boyunca KKTC’nin tanınıp tanınmamasıyla hiçbir zaman ilgilenmedi. Onun asıl amacı, Türkler için Rumlardan ayrı bir yapı kurmuş olmasıydı. 1940’lardan hayatını kaybedene kadar, ayrı bir devleti, Türklerin tamamen ayrı yaşamasını ve adanın bölünmesini savundu. Federal yapı, konfederasyon ya da iki bölgeli, iki toplumlu, Türkler ve Rumların iç içe olmasa da yan yana yaşayabileceği bir yapı dâhil her türlü birlikte yaşam alternatifine karşı çıktı. 5 Hatta Kıbrıslı kavramının yaratıldığını düşünüyordu. O’na göre Kıbrıs’ta Kıbrıslı olan sadece eşeklerdi. Denktaş’ın bu bölünme politikasını istikrarlı bir şekilde sürdürebilmesinin ardında, Türk hükümetleri ve orduyla olan iyi ilişkileri vardı; ancak ordunun Kıbrıs siyasetinde güç kaybetmeye başlamasıyla Denktaş da Kıbrıs’taki Türk cemiyeti üzerinde hâkimiyetini kaybetti. Zaten zamanla Türk hükümetleri de Kıbrıs’ı gözden çıkardı. Kıbrıs’tan söz edilirken “yavru vatan”, “milli mesele”, “Akdeniz’in kontrolü” gibi kavramlar ön plana çıkıyordu. Kıbrıs hiçbir zaman gerçek özne olamamıştı. Türkiye’nin dış politikasında AB ön plana çıkınca, Kıbrıs meselesinin konjonktürel olduğu anlaşıldı. 3 Kasım 2002 sonrasında kurulan yeni Türkiye hükümeti, Annan Planı dâhilinde Kıbrıs politikasını devam ettirme kararı almıştı. Bu plan ile adada iki halkın birleştirilmesi amaçlanmıştı. Denktaş bu plana tamamen karşıydı. Hatta Türkiye iç politikasında darbe isteyen kesimlerin müttefiki haline gelmişti. ABD’deki görüşmeler sırasında, Türkiye hükümeti aleyhine askerlerden bir muhtıra yayınlamasını bekleyen Denktaş ve ekibi, marjinalize olmuşlardı. 6 Denktaş’ın yoğun çabalarına rağmen müzakereler ilerlemeye devam etmişti. Annan Planı çerçevesinde adada iki halkın birleştirilmesi konusunda referandum gerçekleştirildi. Referandum dünya kamuoyu için çok

şaşırtıcı oldu çünkü Türk kesimi %65 evet diyerek kabul ederken, Rum kesimi %76 hayır diyerek birleşmeyi reddetti. Bu sonuca en çok Denktaş’ın sevindiği aşikârdır. Belki de hayatında ilk defa Kıbrıslı Rumlarla aynı fikir de olmak onun işine gelmiştir. Türkiye hükümeti ile Denktaş arasında Kıbrıs konusu üzerinde hiçbir zaman mutabakat olmamıştır. Denktaş bölünmeyi savunurken, Türkiye Kıbrıs üzerinde birleşme politikasını izledi. Ancak son dönemde, Denktaş’ın çizgisine gelindi. Bu durumun altında birtakım sebepler vardır. İlk olarak, Türk tarafı, müzakerelerin herhangi bir başarı getirmeyeceğini düşünmeye başladı. Aynı zamanda Türkiye’nin Kıbrıs’a bakış açısı, stratejik olarak değişti. Bunun nedeni, Arap Baharı ve Ortadoğu’daki gelişmelerdir. Adadaki Türk yoğunluğu önem kazandı. Daha önceleri asıl amaç Kıbrıslı Türklerin güvenliğini sağlamak iken şimdi Türkiye’nin güvenliği ve stratejik çıkarları ön plana çıktı. Türkiye’nin son dönemdeki siyasal ve ekonomik gücünün verdiği özgüven de Kıbrıs konusunda kararlı olunacağının göstergesi olarak kabul ediliyor. Son olarak, ada, aniden ekonomik açıdan da önem kazandı. Doğu Akdeniz’de doğalgaz kaynaklarının keşfedilmesi, bağımsız bir Kıbrıs Türk devletinin varlığının değerini artırdı. Nitekim Ankara, şimdiden KKTC ile anlaşarak Doğu Akdeniz’de doğalgaz araştırmalarına girişmektedir. 7 Sonuç olarak; Türkiye, politik, ekonomik ve askeri çıkarları doğrultusunda şu an itibari ile adada bağımsız bir Türk devletinden yanadır ki yıllarca Denktaş’ın da savunduğu dava da budur. Denktaş’ın ardından Denktaş politikaları yürütülmektedir. Tek fark, Denktaş bu politikayı milliyetçilik temellerine oturtuyordu; AKP hükümeti, siyasal konjonktür içinde reel politik sistemini uygulamaya çalışıyor.

Refera n sl a r 1. Mete Çubukçu, Bir Devrin Sonu, 22 Ocak 2012, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1076432&CategoryID=42, (Erişim tarihi: 26.02.2012) 2. Mehmed Niyazi, Kıbrıs ve Denktaş, 23 Ocak 2012, http://www.zaman.com.tr/yazar.do;jsessionid=9D6753FF445BD8C71D5AEEF688FE9DEE?yazino=1233619, (Erişim Tarihi: 01.03.2012) 3. Mehmed Niyazi, gös.yer. 4. Rauf Denktaş kimdir?, Dünya Bülteni, 14 Ocak 2012, http://www.dunyabulteni.net/?aType=haber&ArticleID=192608,erişim (Erişim Tarihi: 08.03.2012) 5. Mete Çubukçu, gös.yer. 6. Murat Yılmaz, Denktaş’ın Ölümü, 24 Ocak 2012, http://www.sde.org.tr/tr/kose-yazilari/1082/denktasin-olumu.aspx, (Erişim Tarihi: 05.03.2012) 7. Sami Kohen, Denktaşsız Denktaşçı Politikaya Doğru, 18 Ocak 2012, http://dunya.milliyet.com.tr/denktas-siz-denktas-ci-politikayadogru/dunya/dunyayazardetay/18.01.2012/1490189/default.htm, (Erişim tarihi:27.02.2012)

51


(selmayilmaz_165@hotmail.com)

52

Tarihçiler ve siyasetçiler, tarihle ilgili bir iddiada bulunurlarken tarihin ilkelerini görmezden gelmemelidir. Bu ilkelerden en temelleri ise objektiflik, iki tarafın kaynaklarını da göz önünde bulundurma ve iddianın kanıtı olarak iddiayı belgelendirmedir. Siyasetçilerin, tarihi politik çıkarlarına hizmet etmesi görülmemiş veya şaşırtıcı bir olay değildir. Ancak bunu yaparken Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gibi dünya kamuoyunun gözünün içine sokarak yapması kabul edilebilir mi, işte bu konu tartışmalıdır. Uzun süre gündemde kalan “sözde” Ermeni soykırımını inkâr edenlerin cezalandırılmasına ilişkin yasa tasarısı da, ne tesadüftür ki, tam da 2012 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi konuşulmaya başlanmıştır. Söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama amaç, net bir şekilde, ülkede yaşayan Ermenilerin ve Ermeni sempatizanların oylarını toplamaktır. Ek olarak, yasa tasarısının öncüsü Valerie Boyer’den de bahsetmek gerekir. Boyer, Marsilya milletvekilidir ve Marsilya, Ermeni nüfusunun çokluğu bakımından ülke içinde ikinci sıradadır. Bu yüzden, aslında yapması gerekeni yapmış, şehrindeki Ermenilerin isteklerini meclise taşımıştır. Yasa tasarısı, Fransa Parlamentosu’nun 2001’de onayladığı 1925 Ermeni soykırımını tanıma yasası da baz alınarak, 22 Aralık 2011’de Fransız Ulusal Meclisi’nde 477 kişilik Fransız Parlamentosu’nun sadece 43(!) üyesinin oyuyla kabul edilmiştir. Tasarının içeriği, direk olarak sözde Ermeni soykırımından bahsetmiyor. “Yasalarca kabul edilmiş” soykırımların inkârının cezalandırılması öngörülüyor. Yani, Holokost’la sözde Ermeni soykırımını aynı kefeye koyuyor. Soykırımı inkâr eden kişilere de 1 yıllık hapis yolu ve 45 bin Euro’ya kadar para cezası ödeme koşulu planlanmış gözüküyor. 21 Ocak 2012’de tasarı, senatodan onay alıyor ancak 28 Şubat 2012’de Anayasa Konseyi tarafından anayasaya aykırı olması gerekçesiyle iptal ediliyor. Erm en i S oru n u Bahsi geçen yasa tasarısını iyi anlamak için, bir tarihçi anlatımıyla olmasa da bir uluslararası ilişkiler öğrencisi gözünden, Ermeni sorununa daha detaylı bakmaya çalışacağız. Amerikalı tarihçi Prof. Dr. Justin McCharty’nin 2002’de İstanbul’da yaptığı konuşmasında uzun uzun anlattığı “Kim başlattı?” ( The First Shot) meselesinin çok da önemli olmadığı kanaatindeyim. Ama yine de hükümeti tehcir kararına zorlayan olayların üzerinden geçmekte yarar var.

Ermenilerle Türklerin 600 yıllık Türk-Ermeni dostluğu, 19. yüzyıla gelindiğinde İstanbul’daki Ermeni yanlısı oluşumların boy göstermesiyle yerini yıllar sürecek kargaşa ortamına bırakır. Ermeni hareketinden ilk kez söz edilmesi, 1885’lere dayanır. 1 Ermeni yayınlar çıkar, çeşitli dernekler kurulur. (Hınçak, Taşnaksutyun, Armeniya vb.) Ortak amaç; Büyük Ermenistan Devleti’ni kurmaktır. Bunun için lobicilik faaliyetleri 1890’lı yıllarda Ermeniler tarafından başlatılır. Bu faaliyetlerin en açık örneklerinden birisi, Eçmiyatzin Katolikosu’nun Lahey Konferansı’na Ermeni sorunu ve Ermenilerin isteklerini iletmek üzere delegeler göndermesidir. 2 Bu faaliyetleri, Osmanlı Devleti karşıtı Ermeni ayaklanmaları ve isyanlar takip eder. 1915’te Van Ermenileri ayaklanmaya başlar ve Van’daki binaları (PTT, Tekel, Osmanlı Bankası) ve Müslüman mahalleleri yakılır. 3 Bu ayaklanma, Ermenilerin cesaretlenmesi açısından önemlidir. Artık Ermenistan fikri, Avrupalı devletlerin de desteğini alan Ermeniler için bir hayal değildir. Bir devletin tarihini incelerken, zamanın koşullarına bakmayı ihmal edersek, o incelemede bir şey yanlış veya eksik olacaktır. Bu yüzden sözde soykırımı incelerken 1915’te Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu koşulları iyi bilmek gerekir. Zaten savaşlarla bitkin düşmüş olan Osmanlı, bir de Ermeni ayaklanmalarının ağırlığı altında ezilmek üzereydi. Bu yüzden olaylar tehcire varmadan önce, isyanları engellemek için hükümet bazı önlemler alır: · Ermeni vatandaşların seyahatlerinin kısıtlanması · Yazışma dilinde Türkçe kullanma zorunluluğu · Ermeni gazetelerinin kapatılması Olaylar yatışmayınca, 24 Nisan 1915’te, Dahiliye Nezareti (İçişleri Bakanlığı) bir genelge yayınlıyor ve bu genelge gereğince, Ermeni komiteleri kapatılıyor ve elebaşları tutuklanıyor. 4 Ancak tüm bu önlemlerin geçici önlemler olması, olaylara kesin çözüm sağlamaması ve Van isyanı sonucu birçok Türk’ün öldürülmesinden sonra, hükümet, 1 Haziran 1915’te Takvim-i Vekayi gazetesinde göç yasasını halka duyurur. 5 Tehcirin nedenleri arasında, ordunun çağrısına uymayıp düşmanla işbirliği yapan Ermenilerin aynı zamanda yağma yapmaları ve cinayetler de gösterilmiştir. Tabi, burada yazının başında bahsettiğim olaya çift taraflı bakma ilkesini de uygulamamız gerekir. Ermeniler isyan ederken,


Türklerin de isyanları çok sert bir şekilde bastırdığını belirtmeliyiz. Tehcir kararından sonra, sorunlu bölgelerdeki Ermeniler çeşitli iskan bölgelerine ( Konya,Suriye, vb.) sevk edilmeye başlanmıştır. Göç ettirilen Ermenilerin can ve mal güvenliği sağlanmaya çalışılmıştır. Tahmin edilemeyen eksiklikler ve hatalar hükümet tarafından giderilmeye çalışılmıştır. Eşkıyalar ve asker kaçakları göç halindeki Ermeni kafilelerine saldırmış, sayıca yetersiz jandarma da Ermenileri gerektiği gibi koruyamamıştır. Bunun yanında Ermenilerle uzun yıllar kanlı bıçaklı yaşamış olan bazı Müslüman aileleri de intikam ülküsüyle kafilelere saldırmıştır. 6 Tüm bu olayların üzerine bir de sert iklim koşulları eklenince, acı sonuç gözler önündedir. Ancak tehcir bir soykırım aracı değil, hükümetin bir önlem politikasıdır. Ne yazık ki, başarısız ve uygulaması sorunlu olan bir önlemdir. Göç sonrası, kusurlu davranmış olan veya gerekli önlemleri almayan Osmanlı yetkilileri (Konya askeri valisi, eski emniyet genel müdürü vb.) mahkemelere sevk edilmiş ve içinde idamın da olduğu çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. 7 Osmanlı Devleti, Ermeni vatandaşlarının can ve mal güvenliğini sağlamakta başarısız olmuştur. Ancak bunun adı soykırım değildir. Zaten soykırım (jenosid) kelimesinin yaratıcısı Raphael Lemkin’e göre, soykırımın tanımı şöyledir: Tüm ulusal, ırki ya da dini grupların sistemli bir biçimde yok edilmesidir. 8 Ermeni tehcirinde veya öncesindeki isyanların

bastırılması esnasında yaşanan olaylar, sistemli bir yok edim değildir. Zira, öyle olsaydı, Samsun, Adana, İzmir ve daha da önemlisi stratejik konuma sahip İstanbul’daki Ermeniler de göçe zorlanırdı. Ayrıca, bir soykırımın yasal zemine oturtularak gerçekleştirilmek istenmesi çok da gerçekçi değildir. Hep çift taraflı bakmaktan bahsettik. Bu aşamada da McCharty’nin dediği gibi sadece bir tarafın ölülerinin sayıldığı her savaş soykırımmış gibi görünür.(2002) Ya sa Ta sa rı sı n ı n İ pta l i Ermeni sorununun günümüz yankılarına dönecek olursak, iptalin hemen ardından Sarkozy’nin hükümetten konuyla ilgili yeni bir yasa tasarısı istediğini görüyoruz. Görünen o ki, konseyin yasa tasarısının iptali yönünde verdiği karar, Sarkozy’i ikna edememiştir. Yasanın, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesiyle ( ifade özgürlüğü) ve Fransız anayasasıyla bağdaşmadığı çok açıktır. MODEM Partisi başkanı Bayrou, Sarkozy’nin ikinci yasa tasarısı talebini “kin” olarak değerlendirmiştir.8 Hukukçu Robert Badanterise ise hukukun politikacıdan rövanşını aldığını dile getirmiştir. 9 Biliyoruz ki, bu iptal bir son değildir. Yasa, tekrar güdeme gelecektir. Ancak, şunu da biliyoruz ki, Fransa’nın demokrasiyle olan köklü bağı ve geçmişi de böyle hukuk dışı bir yasanın onaylanmasına izin vermeyecektir. Ahmet Davutoğlu’nun da dediği gibi, bu iptal, tarihin siyasi kaygılarla zedelenmemesi açısından önemli bir adımdır. 10

Refera n sl a r 1)Gaston Gaillard, Türk-Ermeni Sorunu, Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 2005, s.4 2)Gaston Gaillard s.7 3)Yusuf Hikmet Batur, Türk İnkılabı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınevi, III/3,3 4)Tunca Kortantamer, Ermeni Dosyası, İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk-Ermeni İlişkileri Araştırma Grubu, 2005, s. 161 5)Tunca K., s.164 6)Tunca K., s.172 7)Tunca K., s. 177 8)Tunca K., s.183 9)”Soykırımı ‘inkar yasası’na iptal, (28 Şubat 2012), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/02/120228_france_armenianlaw.shtml, (Erişim Tarihi: 12 Mart 2012) 10)”Soykırım inkar yasası iptal edildi”(29 Şubat 2012), http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1080188&CategoryID=81&fb_source=message( Erişim Tarihi: 12 Mart 2012)

53


(jamilislamov@aol.com)

54

Hemen şimdi basit bir internet araştırması yapın. Facebook’ta ‘Zeitgeist’ kelimesini aratın. Sonuçlar muhtemelen sizi de şaşırtacaktır. 2007’de ortaya çıkan ve komplo teorileri denince akla ilk gelen film ‘Zeitgeist’ın sayfasına 330 binden fazla kişi üye olmuş(beğenmiş) 1 . Filmden esinlenerek ortaya çıkan ‘Zeitgeist Harekatı’ sayfasının üye sayısıysa 156 bine ulaşmış. 2 Filmin IMDb puanı, 8.4. 3 YouTube’da videolarının toplam izlenme sayısı 20 milyonun üzerinde. Bu istatistikler, ‘Zeitgeist’ın kamuoyu tarafından ciddiye alındığı bilgisi dışında birçok önemli gerçeği daha ortaya çıkarıyor. İlk olarak 2007 yapımı ‘Zeitgeist’ filminin bu kadar popüler olması uzun zamandan beri var olan soruları yeniden ortaya çıkarıyor. Komplo teorileri nereden geliyor? Neden insanlar gerçeklere değil komplo teorilerine inanmayı seçiyor?

Psikoloji Profesörü (Lancaster Üniversitesi) Cary Cooper komplo teorilerinin ortaya çıkış sebebinin insan doğasında yattığını düşünüyor. Bu yazımda bu fikir üzerinden yola çıkacağım. Cooper’a göre bu teoriler insanların öngörülemeyen ölüm ve şiddet korkularından uzaklaşmak için ürettikleri bir nevi savunma mekanizmasıdır. Örneğin; düşen bir uçakta ya da batan gemide yakınlarını kaybetmiş insanlar bunun sebebinin kumarda bütün parasını kaybetmiş sarhoş bir pilotun veya sevgilisinden ayrıldığı için depresyona girmiş bir gemi kaptanının hatası olduğunu kabul etmek istemiyorlar. Daha basit açıklamak gerekirse; komplo teorileri, insanın günlük yaşamda böylesine basit hatalar yüzünden ölümle her an karşılaşabileceği gerçeğine karşı isyanıdır. Basit hatalar yüzünden ölme olasılığını aklından geçirmeyen insan kendi bulunduğu şartlardan çok daha güvenli yaşam standartlarına sahip ünlülerin(politikacı, şarkıcı ve s.) basit bir hata sonucu ölme olasılığını doğal olarak daha şiddetle reddediyor. Örneğin; Michael Jackson’ın ölümünün, aldığı yanlış ilaçlar sonucunda değil, üye olduğu çok gizli bir kardeşlikcemiyeti tarafından infaz edilmesi dolayısıyla gerçekleştiğini iddia eden binlerce makale, blog yazısı ve toplu e-posta mesajı hala güncelliğini koruyor. Ölümü ile ilgili senaryolar yetmezmiş gibi öldüğüne inanmayanlar bile mevcut. Google’da ‘Michael Jackson is alive’ yazınca ortaya 27 milyondan fazla sonuç çıkıyor. Kıyas için, ‘Thomas Edison’ yazınca toplam 13 milyon sonuç bulunduğunu belirtmek isterim. Olayın bir de devlet boyutu var. Bireyin(sıradan vatandaş veya ünlü) güvenliğinin temel sağlayıcısı olan devletin, basit hatalar sonucu zarar görebilme ihtimalinin çok uzak olduğu düşünülüyor ki, ülke


seviyesindeki kazalarla, terörist eylemlerle ilgili komplo teorileri makalelere ve bloglara sığmıyor. Başta sözünü ettiğim ‘Zeitgeist’ bunun en bariz örneği. 11 Eylül trajedisinin mimarının kafayı yemiş bir Arap terörist olduğunu kabul ediyorsanız akşam ailenizle birlikte sevdiğiniz diziyi izlediğiniz zaman oturduğunuz apartmana bir uçağın çarpabilme ihtimalini de kabul etmiş sayılıyorsunuz. Diziyi rahat seyredememenin verdiği rahatsızlığın sonucu ortaya çıktığını düşündüğüm ‘Zeitgeist’, insanları ‘kafayı yemiş Arap terörist’ tehlikesinden ‘kurtarmak’ için saldırıların üst düzey Amerikan resmileri tarafından planlandığını iddia ediyor. Peki, gerçekten ‘kurtarıyor’ mu? Orası Cooper’ın dediği gibi insanın doğasına ve muhtemelen eğitim seviyesine göre değişir. 1994’te Political Psychology dergisinde, New Jersey’de 348 kişinin katılımıyla yapılmış komplo teorilerine inanışı araştıran bir anketin sonuçları yayınlandı. 4 Katılımcılara ‘AIDS laboratuvar ortamında hazırlandı.’, ‘FBI, uzaylılarla görüşüyor.’ gibi 10 cümle-teori’ye inanıp inanmadıkları soruluyordu. Sonuçlar çok ilginç bir gerçeği ortaya çıkarmıştı. Bir komplo teorisine inanan, diğerlerine de inanıyordu. Fakat birine inanmayan diğerlerine de inanmıyordu. Araştırmacılar bu inanışın sebebinin kişinin insanlara ve çalıştığı kuruma karşı hissettiği güvensizlik, eğitim düzeyi, çalıştığı sektör ve cinsiyle ilgili olduğunu açıklıyorlardı. Örneğin; Afrika kökenli ve gay katılımcıların büyük bir kısmı AIDS’in devlet tarafından laboratuvarda hazırlandığına ve kendilerine karşı kullanıldığına inandıklarını yazıyorlardı. ‘Zeitgeist’ filminin ortaya çıkardığı sorulardan bahsettim. Şimdi ‘Zeitgeist’ gibi binlerce komplo teorisi ‘ürünü’nü ortaya çıkaran şartlardan biraz bahsetmek isterim. Geçenlerde Ankara’nın popüler kitapçılarından birinde kitap ararken ‘edebiyat’,

‘politika’, ‘sinema’ vs. gibi kategorilere ‘komplo teorili’ kategorisinin de eklenmesini arzuladığımı hatırlıyorum. İşin belgesel (fakat var olmayan veya sahte belgeler üzerine yapılmış) ve film boyutunu da hesaba katarsak aslında pek göze çarpmayan bir endüstriden bahsettiğimi farkediyorum: ‘Komplo Teorisi Endüstrisi’. Her sene ‘Zeitgeist’ gibi binlerce film (bu arada ‘Zeitgeist’ın ikinci (2008) ve üçüncü (2011) bölümleri de mevcut) ve kitap takipçileriyle buluşuyor. YouTube’da ‘Zeitgeist’ filminin 1 milyon izleyiciye ulaşması 1 yıl alırken bu sene çıkan ‘Zeitgeist: Moving Towards’ filmi 5 gün içerisinde aynı rakama ulaştı. Bütün bu rakamlar antientelektüelizmi topluma aşıladığını düşündüğüm komplo teorisi endüstrisinin artan ilgi sonucunda gün geçtikçe daha da büyüdüğünün habercisi. Bu rakamların önemsiz olduğunu düşünenlere hatırlatmakta fayda var: Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanya’da Yahudilerle ilgili komplolar en az 6 milyon Yahudinin soykırımına sebep olmuştu. Makaleyi bitirmeden önce yazdığım esnada karşılaştığım bir arkadaşımla aramızda geçen konuşmayı kendisinden izin aldığım için sizlerle paylaşmak istiyorum. Ne yapdığımı sorduğunda komplolarla ilgili yazı yazdığımı fakat kütüphanedeki sıcağın bunaltıcı olduğunu söyledim. O da karşılığında şunları söyledi: ‘Eğer dikkat ettiysen bu yılki gibi değişken hava şartlarıyla hiç karşılaşmadık. Sabahları böyle sıcakken akşama doğru mont’a ihtiyaç duyuyoruz. Sebebi İsrailin Akdeniz’de denediği yeni silahı. Hava durumunu kontrol etmeyi amaçlıyorlar.......’. Ankara’nın ikliminin kırsal olduğunu ve bunu hazırlığı atladıktan sonra kendisinin de farkedeceğini hatırlatmak istedim, fakat o sırada yağmur başladı ve arkadaşım: ‘Bak, gördün mü?!’ diyerek uzaklaştı.

Refera n sl a r 1. Facebook: Zeitgeist http://www.facebook.com/zeitgeistmovie 2. Facebook: The Zeitgeist Movement http://www.facebook.com/TheZeitgeistMovement 3. IMDb: Zeitgeist, (Yönetmen: Peter Joseph), 2007 http://www.imdb.com/title/tt1166827/ 4. Goertzel, Ted (1994): Belief in Conspiracy Theories, Political Psychology 15: 733-744), http://crab.rutgers.edu/~goertzel/conspire.doc (Erişim Tarihi: 18.03.2012)

55


(cansuaydin.b@gmail.com) Aklımda edebiyatla veya sanatla ilgili hiçbir yazı fikri olmamasına rağmen, bu düşünce aklıma gelir gelmez, hakkında ‘yazarım!!’ dediğim ilk isimlerden biri oldu Cahit Külebi. İlkokul ‘Türkçe’ kitaplarında yer alan onlarca yazar, eleştirmen ve şair arasında, o zamandan bu zamana, beni en çok etkileyen ve aklımda yer eden isimlerden biridir Cahit Külebi. 1917 yılında Tokat’ta doğan Cahit Külebi’nin asıl adı Mahmut Cahit’tir ve soyadı yasasıyla ‘Külebi’ soyadını almıştır. Memleketinin Tokat, Zile olduğunu anlamak için aslında biyografik bilgilere gerek yok, çünkü Tokat’a olan sevgisi ve ilgisi, pek çok şiirinin konusu ya da şiirden bir cümlenin nesnesidir. Belki birçoğumuzun da aklına gelecek şu dizeler…

56

“Çamlıbel'den Tokat'a doğru Tozlu yolların aktığı ırmak! Ben seni çoktan unuttum; Sen de unuttun mu, dön geri bak.”1 20 Haziran 1997’de hayata gözlerini yuman şair, Türk şiirine unutulmaz eserlerle katkıda bulunmuş ve pek çok insanın ezberinde bir dizeyle de olsa anısını yaşatabilmiştir. Ölümünden bir süre önce, 25 Mayıs 1997’de Ankara Büyük Tiyatro’da gerçekleştirilen “Cahit Külebi’ye Saygı” konulu sempozyumda Mustafa Şerif Onaran’nın sunuş konuşmasında şu söylemler dikkat çekicidir: “Aramızda bir yalvaç gibi dolaşıyor o! Onun küçük bir şiirle bile, nice kitaplara sığmayan, aydınlık bir dünya kazandırıyor bize! O nedenledir ki; Külebi’nin çağdaşı olmak, onunla birlikte bu havayı solumak, onu yakından tanımış olmak bir ayrıcalıktır.”2 Yine aynı şekilde Haziran ayında ölen şairin, ilk şiirini yayınladığı 1938 yılında Haziran adlı bir şiirindeki dizeleri, insana sanki Haziran ayında öleceğini bilmiş gibi dedirtmektedir. “Her akşam bulutlar Bilmez telaşımı Her akşam bulutlar Belki de haziran

Bulacak naaşımı Belki de haziran”3 Aslında onun edebiyata olan katkısı sadece şiirleriyle kalmamıştır, anılarını derlediği bir kitabı ve düz yazılarını bir araya getirdiği bir eseri de vardır. Mustafa Kemal’ e olan hayranlığı da pek çok şiirinden belli olan şair, bu konuda en bilinen şiirlerden biri olan “Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda”yı yazmıştır. Bu eserinden yola çıkan Nevit Kodallı’nın oluşturduğu Atatürk Oratoryosu, hemen hepimizin aşikar olduğu eserlerden biridir. Bir şekilde 29 Ekimlerin, 10 Kasımların vazgeçilmez eserlerinden biri olmuş olan Oratoryonun ve Cahit Külebi’nin şu dizeleri de başarısının ve içtenliğinin aslında bir kanıtıdır: ‘’ Sana borçluyuz ta derinden! Işığısın bu yurdun. Dilimizi, ulusallığımızı öğrettin bize, Çünkü cumhuriyeti sen kurdun. Hürriyeti sen yaydın içimize, Halkçıyız dedin halk içinden, İnançta hür yetiştirdin bizi, Borçluyuz sana ta derinden! Devrimlerle yüceltti, çok yüceltti, Bu milleti temiz ellerin. Sana borçluyuz ta derinden En büyüğü Mustafa Kemallerin! ”4 Şairin pek çok şiirinde ‘lirik’ esintiler görmek de mümkündür aslında. Kendisinin zaten doğaya olan hayranlığı ve betimleme ve gözlem yeteneği de bu şiirlerinden belli olmaktadır. Aynı zamanda bu lirik şiirlerinde her zaman bir ‘insan’ bahsi de geçiren Külebi, doğayla insanı eserlerinde harmanlamaktadır. Betimlediği doğayı, hayvanı, insanı veya ‘gün’ü, adeta yaşatır insana şiirlerinde. “Ya ırmaklar ki yalnız yurdumuzda Sahipsizdirler Canları istediği gibi Alıp başlarını giderler Nasıl sevmezsin arkadaşları Türkü söylerken Nasıl sevmezsin tarlaları Yeşerirken”5


Şiirleri aslında sürprizlerle doludur bir bakıma Külebi’nin. Bazen sona yaklaşana dek, sade bir tema içerisinde devam edeceğini, belki sadece doğayı anlattığını veya aşktan bahsettiğini sanırsınız. Oysa O, okuyucusunu şaşırtır. Aşkla, memleketine olan hasretini; doğayla, kimi gerçekleri; mizahla, lirik içerikleri harmanlar ve pek çok mesaj verir, pek çok duygu yaşatır insana. Yine en bilinen şiirlerinden olan ‘ Hikaye’ bunun en güzel örneklerinden biri değil midir? “Senin dudakların pembe Ellerin beyaz, Al tut ellerimi bebek Tut biraz! … Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin! Benim doğduğum köyler de güzeldi, Sen de anlat doğduğun yerleri, Anlat biraz”6 Şiirlerinde içeriğe bu kadar önem veren şair, aslında biçime de oldukça önem verir. Hemen her şiirini dörtlükle yazan şair, bazı şiirlerinde de yarım dizeye yer verir. Külebi aynı zamanda dize yenilemelerine de oldukça sık yer verir. Daha sonraları, Yaşar Kurt tarafından bestelenen ‘İstanbul’ şiiri de bunun güzel örneklerinden biridir. Aslında şiirlerinin bestelenebilmesi bile, sanatsal yönden ne kadar doygun olduklarının ve içsel bir ahenge sahip olduklarının göstergesidir.

Pek çok şair ve yazar tarafından da övgülerle bahsedilen Cahit Külebi’nin: “Şiirlerimin halk şiiriyle çok derin bağlantısı olmasından övünme payı çıkarırım; ancak bu bağlantı, hiçbir zaman bir benzetme olmamıştır. Halk şiirine benzeterek koşmalar yazanlardan epey ayrı şeyler yazdığımı sanıyorum. Bana, ‘aydın bir saz şairi’ diyenlere de hak vermem. Şiirlerimin halk şiiriyle bağlantısının görüşte, ortaya koyuşta, yararlanışta ve yeni bir anlayışla uygulanıştaki kişisel tutumumdan ileri geldiğini söyleyebilirim.”8 sözleri de, Emin Özdemir’in “Cahit Külebi’nin şiirlerinin derin yapısına inilmeden yapılmış saptamalardır.” argümanını destekler niteliktedir. Cemal Süreya O’nu “Çağdaş bir Karacaoğlan kimliği”yle değerlendirirken, ünlü şairlerden Behçet Necatigil ise Külebi’nin şiirlerinde “Aydın bir saz şairi içtenliği” olduğundan bahsetmektedir. Son olarak belki de gündemde olan, Eurovision temsilcimiz Can Bonomo’nun sözlerine değinmekte yarar var. Kendisi verdiği bir röportajda ‘Love Me Back’ şarkısının esin kaynağının Cahit Külebi’nin : ‘İzmir'in denizi kız, kızı deniz /Sokakları hem kız hem deniz kokar‘ dizeleri olduğunu söylemiştir.9

“Kamyonlar kavun taşır ve ben Boyuna onu düşünürdüm, Kamyonlar kavun taşır ve ben Boyuna onu düşünürdüm, Niksar'da evimizdeyken Küçük bir serçe kadar hürdüm.”7

Refera n sl a r 1. Cahit Külebi, Tokat’a Doğru, http://www.siirderyasi.com/siir-Tokata-Dogru-699.html (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 2. Edebiyat Defteri, Cahit Külebi’ye Dair, http://www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=73631 (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 3. Yardımcı M., ŞİİRİNİ HALK ŞİİRİNİN GÜR KAYNAĞINDAN BESLEYEN CAHİT KÜLEBİ VE ŞİİR DÜNYASI , http://turkoloji.cu.edu.tr/HALKBILIM/yardimci_05.pdf (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 4. Cahit Külebi, Atatürk Kurtuluş Savaşı’nda http://www.kultur.gov.tr/TR/belge/1-5284/ataturk-kurtulus-savasinda--cahit-kulebi.html (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 5. Hürriyet: Avare, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=314246 (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 6. Cahit Külebi, Hikaye, http://www.siirpenceresi.com/sairsiir/cahitkulebi.htm (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 7. Cahit Külebi, İstanbul, http://siir.gen.tr/siir/c/cahit_kulebi/istanbul.htm (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012) 8. Edebiyat Defteri, gös.yer. 9. Sabah: İlham Kaynağı Cahit Külebi, 24 Şubat 2012, http://www.sabah.com.tr/kultur_sanat/muzik/2012/02/24/ilham-kaynagi-cahitkulebi (Erişim Tarihi: 15 Mart 2012)

57


(seldalevent@yahoo.com) Tarihteki önemli kişilerin hayatlarını konu alan filmler, çoğu insana ilgi çekici gelmiştir. Acaba özel hayatta nasıl bir insandı, deyip bir solukta izlenir bu filmler. Halen hayatta olan 87 yaşındaki İngiltere Eski Başbakanı Margaret Thatcher’ın hayatını konu alan Demir Leydi de bu filmlerden biri. Benim de hayranı olduğum nadir Hollywood yıldızlarından Meryl Streep, İngiltere Eski Başbakanı Margaret Thatcher’ın hayatını oynadığı bu filmle üçüncü kez en iyi kadın oyuncu oscarını aldı. 1 Filmin ayrıntılarına geçmeden önce Margaret Thatcher kimdir biraz ondan bahsedelim.

58

Margaret Hilda Roberts, 13 Ekim 1925 yılında Doğu İngiltere’nin Gratham kasabasında dünyaya geldi. Aynı zamanda, yerel siyasette aktif olan bir manavın kızıydı. 2 1943 yılında Oxford’a geldi, 1947’de ikinci sınıf onur derecesiyle kimya bölümünden mezun oldu. 3 Daha sonra kimya sektöründe çalışmak üzere Essex’te Colchester’e yerleşti. Oxford’daki arkadaşlarından biri, Thatcher’ı, kentteki Dartford Muhafazakârlar Derneği Başkanı’yla tanıştırdı. O sırada dernek yöneticileri, milletvekili aday adayları arıyorlardı. Margaret, dernek yöneticilerini öyle etkiledi ki Muhafazakâr Parti’nin onayladığı listede olmamasına rağmen Ocak 1951’de onu aday olarak seçtiler. Muhafazakâr Parti Dartford adayı ilan edilmesinin ardından verilen akşam yemeğinde, başarılı bir işadamı olan müstakbel eşi Denis Thatcher ile tanıştı. 13 Aralık 1951’de Denis Thatcher’la evlendi. 1953 yılında da ikiz çocukları oldu. Muhafazakâr Parti 1970 seçimlerini kazanınca, Thatcher Health kabinesinde Eğitim ve Bilim Bakanı oldu. Bakanlığının ilk yıllarında bütçe kısıntısı yapmak zorunda kaldığı için 7 ile 11 yaşındaki çocuklara verilen bedava süt dağıtımını kaldırdı. Bu nedenle halk arasında ‘’süt hırsızı’’olarak anılmaya başladı. 4 Health hükümetinin 1974’te ikinci kez seçim kaybetmesi üzerine Thatcher, Health’e rakip olmaya karar verdi ve Muhafazakâr Parti Başkanlığı’na adaylığını koydu. İlk turda Health’tan fazla oy alan Thatcher, 11 Şubat 1975’te ikinci turda gerekli oy çoğunluğunu sağlayarak başkan oldu. 5 “Ruslar dünya hâkimiyeti peşinde ve tarihin tanıdığı en yayılmacı devleti olabilmek için gerekli tüm imkânları hızla topluyor. Sovyet politbürosundaki adamlar kamuoyunun ne düşündüğüyle ilgilenmek zorunda

değil. Silahları tereyağının önüne koyuyorlar, biz ise hemen her şeyi silahların önüne koyuyoruz.” şeklindeki 19 Ocak 1976 tarihli konuşmasından sonra Sovyet Savunma Bakanlığı gazetesi Kızıl Yıldız, Thatcher’a Demir Leydi lakabını taktı. Lakap, çok kısa zamanda, Moskova Radyosu tarafından tüm dünyaya yayıldı. Thatcher bu lakabı özellikle kararından dönmez kişiliğine uygun bulduğu için çok sevdi. 6 1979 genel seçimlerinden önce yapılan anketler, çoğunluğun İşçi Partisi Başkanı James Callaghan’ın başbakan olmasını istediğini gösteriyordu. Ancak İşçi Partisi sanayi kesimindeki grevler, anlaşmazlıklar ve yüksek işsizlik oranı yüzünden yıprandı. Bu nedenle Callaghan hükümeti, güvenoyu alamaması üzerine düştü. Genel seçimler sonucunda Margaret Thatcher, İngiltere’nin ilk kadın başbakanı seçildi. İktisadi anlamda ilk adımı, faizleri artırıp para arzını düşürmekti. KDV oranlarını %15’e çıkarttı. Bunun sonucunda enflasyon da hızla arttı. İşsizlik, İşçi Partisi zamanındaki bir milyon kişi seviyesinden hızla iki milyon kişiye yükseldi. 7 2 Nisan 1982’de Arjantin Falkland (İspanyolca: Malvinas) adalarını işgal etti. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan beri bir İngiliz toprağının ilk işgal edilişiydi. Birkaç gün içerisinde Thatcher, adaları geri almak için bir deniz filosu gönderdi. Falkland Savaşı’nda İngiltere’nin başarılı olması, Thatcher’ın halk desteğini arttırdı. 8 1984-85’te Milli Madenciler Sendikası, Thatcher’ı yıpratmayı hedefleyen grevler düzenledi. Grev sırasında polisin uyguladığı yöntemler kamuoyunun dikkatini çekse de grevci işçilerin greve katılmayanların çalışmasını engellemek için şiddet kullandıklarını gösteren fotoğraflar, kamuoyunun grevcilere sırtını dönmesine neden oldu. Thatcher, grev sonrası, onbeşi hariç tüm maden ocaklarını kapattı. Thatcher’ın en eski ve sadık müttefiklerinden Geoffrey Howe, 1 Kasım 1990’da Başbakan yardımcılığı görevinden istifa etti. Bazı yorumculara göre istifasının nedeni, Thatcher’ın Avrupa siyasetini protesto etmek içindi. Thatcher’ın eski rakibi Michael Haseltine, parti liderliği için kendisine meydan okuyarak ilk turda oylamayı ikinci tura taşıyacak kadar fazla oy elde etti. Bunun üzerine Thatcher,


kabine üyelerine danıştıktan sonra seçimden çekilmeye karar verdi. Hemen ardından, kamuoyuna istifasıyla ilgili bir açıklama yapıldı. 9

Demir Leydi filmi, yaşlı bir kadının marketten bir kutu süt almasıyla başlıyor. Bu yaşlı kadın şimdi 87 yaşında olan Margaret Thatcher’dan başkası değil. Kocasının ölümünden sonra bunama belirtileri gösteren Thatcher’ın geçmişe bakışını işleyen film, sempatiyle anılmayan bir politikacının hayatının bazı kesitlerini sunuyor. Filmin yapımcısı Thatcher’ın en yakın çalışma arkadaşlarından birine, “Filmde onun en fazla neyini yakalamaya çalışmalıyız?’’ diye sorduğunda, ‘’Yalnızlığını’’ cevabını almış. O yüzden

filmi izlerken, Thatcher’ın yalnızlığı çok rahat bir şekilde görülüyor. İngiliz sinema eleştirmenleri, Streep’in oyunculuğuna tam not verse de Thatcher’la ilgili siyasi dönemin beyazperdeye yeterince iyi yansıtılmadığı konusunda benzer görüşleri paylaşıyor. 10 Filmde Thatcher’ın başbakanlığından ziyade bunamasının öne çıkarılarak anlatılması, Muhafazakâr Parti lideri David Cameron’ı memnun etmemiş gözüküyor. Cameron BBC Radyo 4’te ‘’Böyle bir film niye şimdi yayımlanıyor, diye sormaktan kendinizi alıkoyamıyorsunuz. Bu film, harika bir başkandan ziyade yaşlanma ve bunamayla ilgili bir film. Filmde harika bir oyunculuk var ama, bu filmi başka bir zamanda yayımlamalarını isterdim.’’ açıklamasını yaptı. 11 Filmde Thatcher’ın siyasi hayatına değinilmediği yönündeki eleştirilere katılmıyorum. Filmin zaten yarısı ‘’geriye dönüşler’’le bir manavın kızının dünyanın en güçlü liderlerinden birine dönüşmesinin hikâyesi. Bu geri dönüş sahnelerinde Eğitim ve Bilim Bakanı olduğu yıllar, Falkland Savaşı, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’yle mücadelesi kısacası Thatcher’ın 11 yıllık başbakanlık dönemi anlatılmış. Filmin diğer yarısında da kanserden kaybettiği kocasının hayaletiyle paylaştığı anılar dehlizinde gidiş gelişler yaşayan bir Margaret Thatcher var karşımızda. Sinema eleştirmenlerinin filmin o dönemin İngiliz siyasetini çokta yansıtmadığı ya da zamanlamasının kötü olduğu yönündeki eleştirileri, sizde kötü önyargılar oluşturmasın. Bana göre bir buçuk saatte Thatcher’ı anlatmak büyük başarı. Çünkü biyografi çekmek zor, Thatcher’ınki daha da zor.

Refera n sl a r 1. C. Kiraz,’’Meryl Streep 3. kez Oscar'ı aldı’’,(27 Şubat 2012),http://www.gazete5.com,(Erişim Tarihi: 17 Mart 2012) 2. Margaret Thatcher, (4 Ocak 2011),http://www.cerezforum.com,( Erişim Tarihi:17 Mart 2012) 3. Margaret Thatcher, (4 Ocak 2011), http://www.biography.com, ,( Erişim Tarihi:17 Mart 2012) 4. gös.yer. 5. Margaret Thatcher, (4 Ocak 2011),http://www.cerezforum.com,( Erişim Tarihi:17 Mart 2012) 6. gös.yer. 7. gös.yer. 8. gös.yer. 9. gös.yer. 10. Bugün Yaşam, (14 Ocak 2012), http://yasam.bugun.com.tr, ,( Erişim Tarihi:17 Mart 2012) 11. Az Haberler, (8 Ocak 2012), http://www.azhaberler.com, ,( Erişim Tarihi:17 Mart 2012)

59


(ccakir@windowslive.com) Muhlis Bey artık çocuklara konmayan adıyla birlikte burada, üst katımdaki dairesinde yaşıyor. Hatta terliklerinin parkelerdeki tıkırtısı daha yenice kesildi. Uzanmış, bir gündüz şekerlemesi falan yapıyor olmalı, Muhlisciğim! Bu ad artık ne kadar az görülüyorsa, bir hikayede de aynı ada sahip iki kişi görmek o kadar zordur. Ama gelin görün ki apartmanımızda bir Muhlis daha var. -Gerçekten müzelik bir mevzu, değil mi..- Otuzunu yarılamış, evli ama çocuksuz bir göz doktoru. Doktor Muhlis. Gözlerini tamir ettiği zavallılara acımamak elde değil. Gördükleri ilk şey Doktor'un çirkinliği oluyor. Yeniden görüyor olmalarına değil de hallerine şükrederek ayrılıyorlar adamın muayenehanesinden. Abartmıyorum. Hem ne derdim olur benim elin göz doktoruyla.. Konu şu ki, iki Muhlis'in aynı apartmanda yaşaması tesadüfün alâsı değilmiş gibi dün akşamüstü müthiş bir tesadüf daha yaşandı apartmanımızda.

60

Balkona çıkmıştım, saat beş suları. Balkona çıktığımı gören Muhlis Bey yukarıdan seslendi hemen. Selamlaştık, havadan sudan konuştuk önce. Muhlis Bey geçen sabah benim her şeyi gördüğümden, duyduğumdan habersizdir herhalde diye Handan Hanımı sormayı bilerek atladım. -Handan Hanım İzmir'e gitti. Terk etti yani Muhlis Bey'i..- Hem, yaşlı birini neyin öldüreceğini asla bilemeyiz.. Bu basit bir soru da olabilir.. Muhlis Bey lafı yarın başlayacak olan apartman tadilatına getirdi az sonra. Parayı halâ denkleştiremediğimizden yakındı. Buradaki yakınma tabii ki bana değil, apartmanımızın Bey olmayan Muhlis'ine geliyor. Zira, konu para olduğunda Doktor Muhlis her zaman sona kalan, dolayısıyla Muhlis Bey'i en çok uğraştıran apartman sakinimiz. İşte Muhlis Bey'in tam da 'doktor olmasa parası yok diyeceğim ama' dediği sırada Doktor Muhlis apartmandan dışarı fırlayıverdi. Ayağında daha tam giyemediği terlikler. Üzerinde ağzı yüzü yavşamış bir atlet. 'İyi insan lafının üstüne gelirmiş' diye fısıldadım Muhlis Bey'e, ama nereden bilebilirdim ortada gülünecek bir şey olmadığını! Çünkü asıl tesadüf burada başlıyor. Doktorun ardından güzel yüzlü, güzel gözlü, dünyalar iyisi eşi Başak da çıktı sokağa. Doktor Muhlis'un engel olsam mı, olmasam mı tereddütündeki ellerini aşıp, o incecik, zarif elinde tekerlekli bir valiz ve gözlerinde gözlerine ağır gelen yaşlarla yürüdü, Başakcığım. Bütün o içler acısı haline rağmen ayak sesleri sokakta çınlaya çınlaya ilerledi arabaya doğru. Doktor Muhlis, eşinin ardından koşacak, ona engel olacak gibi fırlamışsa da sokağa, gerisini getiremedi. Bizim gibi izlemeye koyuldu o da. Kadın valizi arabaya yerleştirdi, gözlerini sile sile çalıştırdı motoru. Doktor, misafir yolcu etmeye çıktı sanki. Kadın gitti. Doktor'un bir el sallamadığı kaldı. Üç gün içinde aynı apartmanda gerçekleşen ikinci Muhlis terketme vakasıydı bu. İlki bu kadar göz önünde cereyan etmemişti. Birkaç küçük serzenişin ve gözyaşının ardından, Handan Hanım sabahın köründe terketmişti Muhlis Bey'i. Onların olgunluğuna da böylesi yakışırdı zaten. Doktor Muhlis apartmana girdiğinde bey olan Muhlis'e, yukarı çevirdim başımı. 'E bu ormanın da kanunu bu' der gibi baktı yüzüme. 'Bavullara şu tekerlekler takılalı kadınlar daha kolay bırakıp gider oldu' dedi. Evin içinde epey bir zaman bu iki adamın ne halde olduklarını, şimdi nasıl hissettiklerini, yarın nasıl davranacaklarını düşünüp durdum. Kırk beş yıllık 'Erguvan'ı Muhlis Bey'i bırakıp İzmir'deki kardeşinin yanına gideli (ya da, ağzımdan yel alsın, göçeli) üç gün geçmişti bile. Muhlis Bey'in önünde, Handanlı veya Handansız daha kaç sabah kaldığı şu an muğlak. Ama geride kalan sabahların hemen hepsinde sevgili eşi Handan Hanım'a 'Erguvanım' diye seslendiğini kendi kulaklarımla duyar, merak ederdim 'nedir bu erguvan, neye benzer' diye. Hatta öyle bir gün gelmişti ki, giderek artan bu merak, üşengeçliğime bile ağır basmaya başlamıştı. Sonunda dayanamayıp bir sözlük açmıştım. Erguvan için 'kırmızı yapraklı bir Akdeniz ağacı' diyordu sözlük. Bunun üzerine, hiç tereddüt etmeden içinde Akdeniz geçen bir mazi çizmiştim onlara. Bir kıyısı ağaçlarla, bir kıyısı denizle çevrili; doğanın insanlara 'e madem ki kaçacak yeriniz yok, bari yaklaşın birbirinize' demeye getirdiği bir Akdeniz kasabasında tanışmış ve tüm eski zaman aşıkları gibi çay bahçelerinde, pastanelerde geçirmişlerdi gençliklerini. Şimdilerde o pastanenin hâlâ orada olup olmadığı, yanındaki bir sürü başka dükkanla birlikte yıkılıp yıkılmadığı ya da Muhlis Bey ve Handan Hanımın gençliğinin üzerine dört dörtlük bir alışveriş merkezi dikilip dikilmediği de muğlak elbette. Ama, ne önemi var ki.. Muhlis Bey o günden sonra eşine her seslendiğinde, ben de onlarla birlikte o eski zaman pastanesine gidip karşılarındaki masaya oturmaya başladım. Bir çay da ben alabilir miyim deyip, kâh gazetemin üzerinden gizlice onlara bakıyor, kâh o güzel kasabanın, insanların tadını çıkarıyordum. Bu hayali öyle benimsemişim ki geçen ay Handan Hanım'ın gençliği rüyama giriverdi bir gece. Hani, sevilen ama pek de bir şey hatırlanmayan rüyalar vardır ya, öyle bir rüyaydı benimki de. Tek hatırladığım, uyandığımda şöyle demiştim Handan Hanım için: bir gençlik fotoğrafı olsa ne iyi olurdu.. Gerçi, gerçek bir erguvan görmek de pekala bir fikir vermeliydi Handan Hanım'ın gençliğine dair. Boşuna 'Erguvanım' demiyordu ya Muhlis Bey. Muhakkak bir benzerliği vardı çiçeğin kadınla. Gel gör ki bakabileceğim bir erguvan resmi de yoktu evimde. Bu konudaki merağım ise henüz üşengeçliğime

* Bu öykü 16 Mart 2011 tarihinde OKUNAKLI (www.okunakli.com)'da yayımlanmıştır.


üstün gelmiyordu. Ben de azla yetinmeye karar verdim: Karıştırdığım erguvan resimsiz bir ansiklopedinin dediğine göre Divan şairleri sevgilinin dudağını benzetirlermiş erguvana. Böylece hikaye daha da anlaşılır olmuştu. Muhlis Bey bir anda şairleşmişti gözümde. Handan Hanım bugün bile solmayan o kıpkırmızı dudaklarıyla çalmamış mıydı zaten Muhlis Bey'in gencecik aklını? Akşam olduğunda çay bahçesinden kalkıp Handan Hanım'ların sokağına geldiklerinde, Muhlis Bey'in 'fırsat bu fırsat' diyerek, ayrılmadan hemen önce, biricik Erguvanının eline tutuşturduğu şiirler bu dudakların bir özeti değil miydi? Gelgelelim, Muhlis Amca Beyler bize içini dökmeden asla bilemeyiz mevzu o kan kırmızı Akdeniz akşamlarından bu hale nasıl geldi! Bir kere, Muhlis Bey şu an kesinkes pişman. Yüzünden anlaşılıyor. Acınası bir pişmanlık hem de. Yıllar bir evde onca eşyayı nasıl üst üste biriktiriyorsa, Muhlis Bey'in hayatında da her şey birikmiş birikmişti de sanki, o pişmanlık çekilip çıkarılamayacak kadar altlarda, gerilerdi kalmıştı. Ne yaparsa yapsın, hangi yolu kullanırsa kullansın yeterince yaklaşamayacaktı artık o pişmanlığa. Handan Hanım çekip İzmir'e gideli Muhlis Bey'in yüzüne vuran pişmanlık işte bu cins bir pişmanlık. Diplerde bir şey. Muhlis Bey'in hayatının çekirdeği denecek kadar diplerde. O yüzden Doktor Muhlis ondan çok daha iyi durumda olmalı. Bir gün, iki gün ağlayacak en fazla. Gençlik ormanının da kanunu budur çünkü. Gençler bir ağlar, iki ağlar, alışır, hatta eskisinden de iyi olurlar sonra. Ama gençler durumu abartır, ha vere ağlarlarsa, mazallah, yaşlanırlar. Hem Doktor beyimizin tutunacak dalları da var. Belki birkaç gece sonra sevgilisinde kalmaya bile başlar.. -Bahse girerim sevgilisi var. Çirkin olması sevgilisi olmasına engel değil ya! Başak gibi bir kadını nasıl etmişse, muhakkak başkalarının da gözlerini kör etmeyi başarmıştır başarılı göz doktorumuz. Manavların çift yönlü çalışıyor olmalarından bahsetsem bu çok da anlamlı olmayabilir; ama doktorlar çift yönlü çalışabilirler, dediğimde eminim sizin tüyleriniz de benimkiler gibi dikel dikel oluyordur. Tüylerimi yatırıp çöpü çıkarmaya çıktım. Merdivenlerde Çirkin Doktor Muhlis'le karşılaşıp irkildim, selamlaştık. İyi insan lafının üstüne, evet! İyi, kötü, çirkin Doktor yukarı çıkarmaya çalışıyordu bitkin vücudunu. Yarın tadilat başlayacaktı ve apartmanın orasında burasında bir sürü işçi gezinecekti. O yüzden çatıdan atlamak için en münasip gün bence de bugündü. Hiç ses etmedim yukarı gitmesine, ama az sonra kulak kesildiğimde Doktor'un çatıya çıkmadığını, Muhlis Bey'in zilini çaldığını işittim. Kapı açıldı. Merdiven üzeri atışmalarını duymaya alıştığımız bu iki uyumsuz adaş gayet yumuşak tonlarda konuşmaya başladı. Hayret ki ne hayret! Doktor, ustalara verilecek parayı getirmişti, kendi iradesiyle! 'Buyrun Muhlis Bey, gecikme için kusura bakmadınız inşallah!' Muhlis Bey de bu jesti karşılıksız bırakmayıp içeri davet etti kader ortağı, genç arkadaşını. Buyrun bakalım! Belki de ilk defa bu şekilde bir araya geliyorlardı. Hatta şu bile olabilir: Dünya üzerinde ilk kez iki Muhlis sohbet edecekti. Yazın bir kenara. Ben de hemen eve girdim. Parkelerdeki tıkırtılar beni de balkona çıkardı. Hiç ses etmeden onlara ortak oldum. 'Ne içersin Doktor, çay, kahve, meyve suyu..' diye başlayıp, yarınki tadilatı, belediye politikalarını, yerel seçimleri, Kılıçdaroğlu'nu ve illa ki Muhlis Bey'in gözündeki kataraktı konu eden muhabbet harlandıkça harlandı. Tabii, asıl meseleye gelinmesi için gece olması gerekiyordu ve muhabbet de aslında sırf gece bir an önce oluvermediği için bu kadar uzuyordu. Halbuki en iyi bildiği şey olmak değil mi.. Ve sonunda gece oldu. İkisi de kadınlarının adını çoktan TRT arşivinde yerini almış hüzünlü şarkılar gibi anıyorlardı. Bu sırada Muhlis Bey rakıları doldurmuş, Doktor'un eve inip buzluktan getirdiği yarım kilo kadar hamsi ise kızarıp tabaklara konmuştu. Ben de aşağıda bu iki Muhlis komşumun hızına bira yetiştiremez olmuştum. Dilleri ne kadar çözülmüşse de terkedilişlerinin asıl hikayesini ikisi de anlatmıyor, ama belli ki bir şeyler seziyorlardı birbirlerine ilişkin. Muhlis Bey mesela, Doktor'un yuvasının kumar ve -tıpkı benim de düşündüğüm gibi- başka kadınlar yüzünden yıkıldığını düşünüyordu. Yoksa bir doktor apartman aidatını neden bu kadar geciktirsindi? Hem de her seferinde.. Öte yandan, Doktor da benim gibi şaşırıyordu Muhlis Bey'in bir anda süt dökmüş kediye dönmesine, ama yine de emindi ki, aslında bu yaşlı adam huysuzun tekiydi. Kesin Handan Hanım'a da çok çektirmişti. Aidat bir gün gecikti diye ikişer saat arayla üç kez kapıya dayandığı olurdu Muhlis Bey'in. İşte, sessizlik onları bu düşünceleri yüze vurmaktan kurtarırken, haklarını yemek istemem, gece ilerledikçe gerçekten dürüstçe davranıp birçok konuda hatalı olduklarını kabullenmişti ikisi de. Sözgelimi, Muhlis Bey, yıllardır birkaç güzel söz söylemek dışında -birkaç değil Muhlis Bey! Bir! O da, erguvanım!- hoşa gidecek ne yaptığını bir türlü bulamıyor; Doktorsa, evlendikten sonra boş zamanlarında önceliği neden hep arkadaşlarına -Doktor! Arkadaşlarım'a demeyin lütfen! Muhlis Bey de biliyor, ben de biliyorum. Sevgilinize!- verdiğine anlam veremiyor, ikisine de ağır bir pişmanlık çöküyordu tepemdeki balkonda. Muhlis Bey, ben Handan'ın yerinde olsam çoktan giderdim, geç bile kaldı, dedi. Doktor işi biraz daha ilerletip, doğru, diyordu, ben de Başak'ın yerinde olsam asla geri dönmezdim, haklılar. Sonra Muhlis Bey ağzını doldura doldura dedi ki: ''Kırk beş yıl Doktor! Kırk beş yıl! Benim Handan'a çok aşk borcum birikti! Öyle ki, artık ödenmez de. Bu icra bana müstahaktı.'' Sustular. Az sonra doktor dedi ki: 'Ne yapsam acaba? Yarın gidip diz çöksem, geri döner mi ki?'' Yine sustular. Sarhoş bir adama konuyu unutturacak kadar çok zaman geçmişti ki Muhlis Bey cevap verdiğinde kafam bir süre gidip geldi: ''Dizlerinde benim gibi kireçlenmeler yoksa çök tabii, eksilmezsin.'' Bu uzun gecenin ardından, yani bu sabah ben balkonda ayıldığımda Muhlis Bey de yatağında yenice açmıştı gözlerini. Doktor ise, Muhlis Bey'in kanepesindeki sızışından uyanalı epey olmuş, evine inmiş, yüzünü yıkayıp giyinmiş ve şimdi de aşağıda, çağırdığı taksinin gelmesini bekliyordu. Taksi gelince Doktor gözlerini kıstı, yukarı baktı belirsiz bir gülümsemeyle, ya da gülümsemiyordu da gözlerini güneş alıyor diye kısıyordu. Bana mı bakıyor acaba diye toparlandım, kendimi biraz geri çektim balkonda. Neyse ki Muhlis Bey de yukarıdaymış. İki Muhlis muhtemelen göz göze geldiler. Bu sırada yalnızca ikisinin anlayabileceği türden bir selamlaşma da geçmiş olmalı aralarında. Sonra doktor başını eğip taksiye bindi. Doktor'un, Muhlis Bey'in dudaklarından dua gibi fısıltıyla dökülen 'hadi inşallah'ı duymasına imkan yoktu.

61


Erasmu s'tan M ektu p Var Dünyanın en güzel, en romantik, en tarih kokan şehrinden-Paris’ten selamlar ☺ Paris denilince aklımızda o güzelim Paris kafelerinde oturan, arka plandaki klasik müzik sesiyle kahvesini veya şarabını içerken kitap okuyan Parisienler belirir ya, işte benim de geldiğimden beri etrafımda en çok gördüğüm görüntü bu☺ Kafelerdeki şık insanlarıyla, tüm şehri kaplayan eski evleriyle, Notre Dame, Sacre Coeur gibi tarihi mekanlarıyla, Louvre, Orsay gibi muhteşem güzellikteki müzeleriyle, kocaman rahat parklarıyla, her an bir süprizle sizi karşılayabilecek olan şirin ara sokaklarıyla-her şeyiyle o kadar güzel bir şehir ki! Paris’te Erasmus programına katılacaksanız, emin olun ki programın sonuna kadar yani 5 ay gibi bir sürede ancak bitirebilirsiniz şehrin bütün güzelliklerini görmeyi.

60

Bütün bu güzelliklerin yanında, Paris’te Erasmus programına katılmak bana neler kattı diye soracak olursanız, rahatlıkla yeni bakış açıları ve teknikler diyebilirim. Eğitime devam ettiğim Sciences Po’da pek çok farklı ülkeden hocalara rastlamak mümkün. Örneğin; benim Fransız olanların yanı sıra, Lübnanlı ve Romanyalı hocalarım da var ve ülkelerinin kültürlerini nasıl taşıdıklarını, ders anlatırken takındıkları tavırlardan ve anlatım şekillerinden anlayabiliyor, hepsinin farklı bakış açıları olduğunu görebiliyorsunuz. Aynı şey öğrenciler için de geçerli. Sciences Po, çok fazla Exchange-Erasmus öğrencisine eğitim veren bir okul ve İngilizce derslerin yaklaşık %90’ını bu öğrenciler alıyor. Dersler genelde “seminer” denilen tarzda -yani öğrencilerin tartışmalarına, bireysel veya grup sunumları yapmalarına ve projeler sunmalarına dayalı dersler olduğu için de öğrenciler arasındaki farklı dünya görüşlerini çok rahat anlayabiliyorsunuz. Örneğin; Uluslararası İlişkiler okuyan birisi olarak benim dikkatimi en çok Avrupa ülkelerinden gelen öğrenciler ile daha çok, üçüncü dünya ülkeleri diyebileceğimiz ya da Orta Doğu ülkelerinden gelen öğrenciler arasındaki görüş farklılıkları çekiyor. Bunun dışında okul ile ilgili söyleyebileceğim en güzel özelliklerden birisi,


değerlendirmenin sadece bir mid-term ya da finale göre yapılmıyor olması. Hemen hemen her derste sunumlar, grup ödevleri, kitapmakale özetleri gibi ezbere dayanmayan, daha öğretici olduğunu düşündüğüm yollarla değerlendirme yapılıyor. Tabi buna bakarak okulun çok kolay olduğunu düşünmek çok yanlış olur zira bütün bunların da sayıları ve içerikleri yeteri kadar zorlayıcı olabiliyor. Diğer bir güzel konu okulun 1 haftalık bahar tatilinin olması. Ayrıca finali olan dersler için de derslerin bitiminden finallere kadar 1-2 haftalık aralar var. Kısacası, bu kadar güzel bir şehirde olmaktan ve böyle bir okulda okumaktan gayet memnunum. Fakat, buraya gelmek isteyenler için uyarıda bulunulması gereken başlıca iki konu var. Birincisi, Fransa vizesi almak gerçekten zorlayıcı bir süreç. Üniversite, lise, ortaokul diplomalarınız, bütün gelir belgeleriniz, banka hesap dökümleriniz, niyet mektubu, tüm eğitim belgeleriniz vs. gibi hazırlamanız gereken çok fazla belge var ve bunları hazırlamak zaman aldığı için hatta çoğu kez, eksik belge bulup sizi birkaç kere daha konsolosluğa çağırabilecekleri için vize başvurusunu en erken tarihte yapmak avantajınıza olacaktır. Belgelerin bir kısmını Fransızca istiyorlar; özellikle diplomalarınızı ve niyet mektubunu; bu noktalara da mutlaka dikkat etmek gerek. Diğer bir can sıkıcı durum da kalacak yer. Maalesef, Paris’te kendi başınıza, 5 ay gibi kısa bir süre için fiyatı uygun bir ev bulmanız imkansız gibi bir şey! Öncelikle kiralar gerçekten çok pahalı; çok küçük stüdyo daireler için aylık en az 700-750 Euro’yu gözden çıkarmanız gerekebilir. Ayrıca ev sahipleri, Fransız bir kefiliniz olmadan ve herhangi bir gelir belgesi göstermeden kiraya vermeye yanaşmıyorlar. Bütün bu nedenlerle Paris’te kiralık evlerin önünde insanlar kuyruk oluşturabiliyorlar. Yaklaşık 50 kişilik bir insan grubunun, Türkiye standartlarında gerçekten çok çirkin, küçük ve pahalı olan bir evin önünde beklediğini ilk kez gördüğümde gözlerime inanamadım! Bu nedenle, bu can sıkıcı noktaları göz önüne alarak, kalacağınız yeri buraya gelmeden ayarlamanızı öneririm. Özellikle öğrenci rezidanslarına daha kolay başvuru yapabilirsiniz, yalnız başvurularınızı da mutlaka en erken tarihlerde yapmaya çalışın yoksa yer bulamıyorsunuz.

61


Tüm bu zorlukları aşıp şehrin tadını çıkarmaya başladığınızda ise her şeyin ne kadar keyifli olduğunu anlıyorsunuz. Paris için çılgın Erasmus eğlencelerinin olduğu bir şehir denilemez fakat daha önce de söylediğim gibi şehrin kendisi o kadar güzel ve eğlenceli ki bazen başka eğlencelere gerek duymuyorsunuz. İyi eğitim veren bir okula da devam ediyorsanız her şey çok yolunda gidecektir. Zaten gidilecek yer neresi olursa olsun, imkanı olan, Erasmus hibesinden yararlanan ve derslerini saydırabilecek tüm ODTÜ öğrencilerinin böyle bir fırsattan yararlanması gerektiğini düşünüyorum; Erasmus programı üniversite eğitimi boyunca karşımıza çıkacak önemli fırsatlardan birisizira size katacağı o kadar çok şey var ki; yeni yerler, yeni kültürler, yeni insanlar, arkadaşlıklar, eğlence, farklı bakış açıları, yeni bilgiler... Kendinize ve okulumuza iyi bakın☺ Burcu AKKOL ODTÜ/Uluslararası İlişkiler-4.sınıf Sciences PO / FRANCE


65



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.